Dinine yardım edenlere yardım edeceğini vaat eden,
yolunu tanıyıp, o yolda yürüyenleri zaferle müjdeleyen ve kendisini inkar
edenlerin kurtuluşa ermeyeceğini bildiren Allah’a hamd olsun. Öyle bir Allah ki
nimetleri kendisine yönelmeye sebep olmaktadır. O’nun azap ve intikamından da
yalnızca ona sığınmak gerekir.
Selam olsun Önderimiz Muhammed Mustafa sallâ’llâhu aleyhi ve alih’e ve O’nun pak Ehl-i
Beytine ki Onlar insanların gerçek rehber ve kılavuzlarıdırlar.
Ben, daha önce, imametin gerekliği hakkında bir
kitap yazmıştım. O kitapta, İmamların masumiyeti, Onların diğer insanlardan
üstünlüklerini ve sahip oldukları faziletleri genişçe ele almış, İmamiye’nin
iddia ettiğini şeylerin doğruluğunu ispat eden deliller getirmiştim. Ayrıca
Onları tam olarak tanıtan ayetler ve hadisleri de nakletmiştim. Orada
muhaliflerin inançlarının batıllığını, yine neden İmamlardan bazılarının kıyam
ederek zalimlerin karşısına dikildiklerini; bazılarının kıyam etmeyip,
zulümler, dökülen kanlar ve Kur’an’a yapılan muhalefetlerin karşısında mücadele
etmediklerini delillerle genişçe açıklamıştım. Sonunda da Şiilerin son imamının
gaybet nedenlerini beyan etmiştim.
Daha sonra iman, fazilet ve inancının doğruluğunda
şüphe etmediğim bir dostum, İmam Mehdi aleyhi’s-selâm hakkında
kendisine yöneltilen ve onun da kafasına takılan bazı soruları dile getirerek,
cevaplamamı istedi. Ben de onun yazdığı sıraya göre onlara cevap vereceğim.
Cevaplar düşünebilen herkesin bunları anlayabileceği bir şekildedir. Bu
soruların cevabı için yazdığım diğer kitaplara baş vurmaya gerek kalmayacaktır.
Bu yolda Allah’tan yardım diliyorum.
1. Eleştiri
İmamiyye, Hasan b. Ali b. Muhammed b. Ali b. Musa
er- Rıza aleyhum’us-selâm yani 11. İmam Hasan
Askeri aleyhi’s-selâm’a Allah’ın bir oğul verdiğini iddia ediyor.
Halbuki, O’nun ailesinden ya da akrabalarından hiç kimsenin böyle bir çocuğun
olduğundan haberi yoktur. Ayrıca hiç bir mezhep ve fırka, İmamiyye’nin bu
iddiasını kabul etmiyor. Acaba bu İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm’ın oğlu
olmadığına delil olarak yeterli değil midir?
Cevabı
Bu eleştiri çok zayıf ve temelsizdir.
Sebebine gelince: Bu iş hiçte normalin dışında bir
şey değildir. Akıl böyle bir olayın gerçekleşebileceğini kabulleşmekte deliller
de tastik etmektedir. Tarihte bunun bir çok örneğini görmek mümkündür.
Padişahlar ve devlet adamları çeşitli sebeplerden dolayı çocuklarının doğumunu
gizlemişlerdir.
Mesela, birisi resmi nikahı olmayan hanımından
çocuk sahibi olur. Resmi nikahlı hanımının bunu bilmesini istemez, çünkü o
biliyor ki hanımı bunu öğrendiği zaman haset eder, kin besler, kocasının
hayatını zehir edebilir. Bu yüzden aile düzeninin yıkılma tehlikesi geçinceye
kadar çocuğun doğumunu bütün yakınlarından gizler. Bazen de ölünceye kadar
kimseye söylemez ölüm anı yaklaşınca çocuğun kime ait olduğu meçhul kalmasın ve
hakları zayi olmasın diye açıklar.
Bir bakıyorsunuz Padişahın çocuğu oluyor, onun
doğumunun bilinmesine izin vermiyor. Çocuk büyüyüp geliştikten sonra bunu
açıklıyorlar. İran, Rum ve Hind padişahlarının bazıları böyle yapmışlardı.
Tarihçiler şöyle yazıyor: Siyaveş’ın karısı ve
Türk padişahı Efrasya’ın kızı Vesfaferid “Keyhusrev”i dünyaya getirmişti.
Vesfaferid, Keyhusrev’in doğumunu uzun bir müddet dedesi Kikavus’dan gizledi.
Kikavus, Babil ve daha çok doğunun padişahı idi. Kikavusun epey bir zaman ondan
haberi olmadı. Halbuki yıllarca onu bulmak için uğraşmıştı. Tarih kitapları da
bu olayı genişçe yazmışlardır. Fars tarihçileri Keyhusrev’in doğumunu ve
gizletilmesinin sebebini yazmışlardır. Muhammed b. Cerir Taberi de “Tarih”
kitabında olayı nakletmiştir.
Bu olay İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın olayı gibidir.
Eleştirmenler tarihteki bu olayları kabul ederken neden İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın inkar
etmektedirler.
Bazıları da çocuğun doğumunu yakınlarından ve
akrabalarından gizlerler, çünkü onlar miras yüzünden çocuğu öldürebilirler. Ama
çocuk büyür, ona bir zarar gelmeyeceği anlaşılınca kimliği açıklanır.
Bazen padişah ülkenin durumunu dikkate alarak
çocuğu halktan gizler. Çünkü bazı ülkelerin halkı, padişahın kendi neslinden
olmayan birisini, onun yerine kabul etmezler. Padişah da ordunun ve eli altında
olanların kendisine itaat etmelerini sağlamak ve kontrolü kendi elinde tutmak
için çocuğunu onlardan saklar. Ülkenin işleri yerine oturuncaya kadar onu
gizler daha sonra çocuğun kendi yerine geçeceğini açıklar. Bu siyasi arenada
çok meşhur bir şeydir.
Bazen de padişah emrinin altındaki insanlara
emniyet yönünden veya başka yönlerden nasıl tesir ettiğini anlamak için kendisini
gizler. Veya öldüğünü halkın içinde yaya. Hatta bu gibi şeyler Müslümanların
arasında da çok görülmüştür.
Bir çok çocuğun soyu babasının ölümünden sonra
ortaya çıkmıştır. Bu süre içinde kimse onu tanımamıştır. İki Müslüman şahidin
şahitliğiyle babasının kim olduğu belirlenmiştir. Çünkü babası çocuğun
ona ait olduğunun bilinmesini istememiştir.
Tarih sayfalarını karıştırıldığında, çeşitli
sebeplerden dolayı padişahların ve normal insanların çocuğunu gizlediğini veya
onun öldüğünü ilan ettiklerini görmekteyiz.
Yine Müslüman tarihçiler ve Müslüman olmayan
tarihçilerin hepsi Hz. İbrahim aleyhi’s-selâm’ın doğumunun
gizli olduğunu ve akrabalarından kimsenin haberi olmadığını yazmışlardır. Çünkü
zamanın padişahının onu öldürme tehlikesi vardı. Aynı nedenle Hz. Musa aleyhi’s-selâm’ın doğumu da
Firavun’dan saklanmıştı. Kur’an-ı Kerim açıkça Hz. Musa aleyhi’s-selâm’ın annesinin onu
bir sandığa koyup, nehre attığını ve vahiy yoluyla çocuğunun salim kalacağının
ona ilham edildiğini beyan etmektedir. Hz. Musa aleyhi’s-selâm’ın annesi, bu iş
onu korumak için yapmıştı.
Bütün bunları göz önüne alarak şimdi şu soruyu
soruyoruz: İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm oğlunun doğumunu
akraba ve yakınlarından gizlemesi acaba mantıksal gerekçesi olmayan ve normal
şartların dışında olan bir olay mıdır. Kesinlikle böyle değil çünkü İmam
Mehdi aleyhi’s-selâm’ın doğumunun gizli tutulmasının sebepleri öteki
insanların doğumunun gizli tutulmasından daha önemli gerekçelere dayalıdır ve
bu yüzden daha normaldi. İleride bu sebeplerin neler olduğuna değineceğiz.
İmam Askeri aleyhi’s-selâm bir oğlu olduğunu
kimseye haber vermemiştir. İddiasına gelince, gerçekte çok zayıf ve asılsız bir
iddia olup, gerçeğe de aykırıdır. İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm’ın “Mehdi”
adında bir oğlu olduğuna ait deliller, diğer insanların çocuklarının olduğunu
ispatlayan yollardan daha emin ve güvenilirdir. Çünkü insan, çocuğunun doğumunu
bir çok yoldan ispatlayabilir:
1) Doğumu yatırane yada doğum sırasında bir başka
kadının orada olması ve halka çocuğun kime ait olduğunu söylemesi.
2) Erkeğin, kadının doğurduğu çocuğun kendisine
ait olduğunu söylemesi.
3) İki adil Müslüman’ın, bir çocuğun belli bir
şahsa ait olduğunu söylemesine şahadet vermeleri.
İmam Mehdialeyhi’s-selâm’ın doğumu bu
yolların her üçüyle de ispat olunmaktadır. İlim ve fazilet ehli, dindar ve
takvalı bir çok kadın ve erkek, imam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm’dan kendisinin
bir oğlu oluğunu ve onun kendisinden sonra İmam olacağını buyurduğunu
naklediyorlar. Onların bir kısmı İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ı kundaktayken,
bir kısmı da üç-dört yaşındayken görmüşledir.
İmam Mehdialeyhi’s-selâm’ın kendileri de
babasından sonra Şiilerin sorularını cevaplamış onlara emirler vermiştir.
Şiiler de üzerlerine farz olan humus, zekat vb. gibi şeyleri O’na
ulaştırmışlardır. Bu konuyu İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm’dan nakleden,
daima o’nun huzurunda olan ve İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm’dan sonra İmam
Mehdi aleyhi’s-selâm’ın hizmetinde bulunan güvenilir insanlardan
bazılarının isimlerini “el-İrşad” ve “el-İzah fil İmamet vel Gaybet”
adlı kitaplarımda naklettim.
2. Eleştiri
İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm’ın kardeşi ve ona
en yakın olan Cafer b. Ali b. Muhammed kardeşinin böyle bir oğlu olduğunu
şiddetle reddediyor. Hatta İmam aleyhi’s-selâm’ın vefatıyla
bütün mallarına sahip çıkmıştır. Cafer zamanın halifesine, Şiilerden
bazılarının böyle bir iddiada bulundukları haberini verdi. Halife de, İmam
Hasan Askeri aleyhi’s-selâm’ın hanımları ve
cariyeleri hamile ya da doğum yapıp yapmadıklarını araştırmalar için, bu işi
iyi bilen kadınlar görevlendirip onun evine yolladı. Ama hamilelik ya da
doğumla ilgili hiç bir belirti ve iz bulamadılar. Bu, İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm’ın evladı
olduğunun doğru olmadığını göstermekte mi?
Cevabı
Bu eleştiride önceki eleştiri gibi bir kaç yönden
temelsiz ve boştur:
Bir insanın amelinin delil olarak kabul edilmesi o
amelin doğruluğuna ayrıca o şahsın fasık bir insan olmamasına bağlıdır.
Müslümanların hepsi Cafer b. Ali’nin böyle bir makamının olmadığını ve onun
güvenilir biri olarak tanınmadığını biliyorlar. Onun Masum imam aleyhi’s-selâm’ın oğlu olması
böyle bir makama (günah işlememe makamı) sahip olmasını gerektirmemektedir.
Geçmişte bir çok insan vardı, ki peygamberin oğlu olmasına rağmen büyük
günahlara duçar olmuşlardır.
Kur’an-ı Kerim, Hz. Yakup aleyhi’s-selâm’ın evlatlarının
babaları peygamber olmasına rağmen Hz. Yusuf aleyhi’s-selâm’a zulmettiklerini
açıkça buyurmaktadır. Hz. Yakup aleyhi’s-selâm Hz. Yusuf aleyhi’s-selâm’ın korumaları
için evlatlarına sıkı tembihte bulunmuş, onlardan ahit almasına rağmen onlar
şeytanın hilesine uyarak, onu kuyuya atmışlardı. Hz. Yakup aleyhi’s-selâm’ı uzun bir süre,
Hz. Yusuf aleyhi’s-selâm’dan ayrı bırakmış, onu üzüntü ve kedere
boğmuşlardı. Suçsuz olduklarını ispatlamak için de yalan yere yemin etmişlerdi.
Hz. Yakup aleyhi’s-selâm’ın çocukları gibi peygamber evlatları böylesi
yanlış bir düşünce ve amele kapılmışlarsa, makamı onlardan daha aşağı olan
birisinin de aynı şeyi yapması acaba ihtimal dışı mıdır?
2) Cafer’in kardeşinin oğlunun varlığını bilmesine
rağmen onu inkar etmesi çok doğal olup, beklentinin dışında bir şey değildir.
Çünkü Caferi, kardeşinin oğlunun inkar etmeye sürükleyen tabii sebepler çoktu.
Bu sebepleri şöyle sıralayabiliriz:
A) İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm’ın çok malı
vardı. Cafer, eğer bu malı ele geçirebilseydi bir çok nefsani isteklerine ve
maddi arzularına kavuşacaktı.
B) İmam Askeri aleyhi’s-selâm’ın Şiası içinde
öyle büyük ve değerli bir makamı vardı ki, şiirler her türlü şahsi ve toplumsal
işlerinde ondan emir alır, ona itaat ederlerdi. Onun rızasını Allah’ın rızası
ve gazabını Allah’ın gazabı olarak kabul ederlerdi. Cafer ise kardeşi İmam
Hasan Asker aleyhi’s-selâm’dan sonra bu makama
erişmek istiyordu.
C) İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm Şiilerin maddi ve
manevi işlerinin mercii ve sorumlusu idi. Şiilerin hepsi zekat ve humuslarını
ilahi bir vazife olarak ona veya onun vekillerine teslim ederlerdi. O da
gerekli yerlere ulaştırırdı. Cafer, Şiilerin İmam Askeri aleyhi’s-selâm’dan sonra bu paraları
onun yerinde oturan İmam’a vereceklerini biliyordu. Bu kadar tahrik edici
sebepleri gören Cafer, “Mehdi” aleyhi’s-selâm’ı inkar ediyorsa,
onun sözünü ve şahitliğini kabul etmek ne kadar doğru olur acaba?
Cafer’in inkarını delil olarak kabul edenler gerçekte
Hz. Muhammed sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in
peygamberliğini inkar eden Ebu Leheb’in inkarını delil olarak kabul eden bir
kısım Yahudi ve Hıristiyanlar gibidirler. Hz. peygamber sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in amcası Ebu Leheb, Onun
sallâ’llâhu aleyhi ve alih peygamber
olduğunu ispat eden mucizeleri görmesine rağmen yine de Hz. Muhammed sallâ’llâhu aleyhi ve alih’in peygamberliğini inkar
ediyordu. Elbette Cafer ve Cafer gibilerin gerçeği keşfetmesi çok da kolay bir
şey değildi. Çünkü emin olmadıkları için gerçek bu gibi insanlardan gizli
tutuluyordu.
Kısaca şunu demek istiyorum, Hz. Mehdi’ye
inanmayanlar Cafer b. Ali inkarını delil olarak getiremezler. Nitekim
Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’a inanmamak için
Ebu Cehil ve Ebu Leheb’in inkarı bir delil sayılamaz. Çünkü onlar ne tarafsız
bir alim ve nede İslam fakihidirler. Aksine onlar avam ve cahillerdendirler.
3) Şii tarih yazarları ve şii olmayan tarihçiler
Cafer b. Ali’nin yaşam ve ahlakını onun kardeşinin oğlu “Mehdi” aleyhi’s-selâm’ı inkar etme
sebeplerini ve neden halifeyi İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’a ve Şiilerine
karşı tahrik ettirdiğini nakletmişlerdir. Eğer ben de onları burada nakledersen
durum açığa çıkacak ve Cafer’in kötü niyetini herkes anlayacaktır. Ama bir kaç
sebepten dolayı bunları aktaramıyorum. Bu sebeplerden biri şudur: Bugün Caferin
soyundan gelen bir çok insan var ki onlar İmam Mehdi aleyhi’s-selâm ve onun yüce
makamını kabul edip, iman etmişlerdir. Hatta yaptığım araştırmalar sonucunda
söyleyebilirim ki onların hepsinin inancının “imamiyye”nin inancı gibi olduğunu
gördüm. Onlar İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın yaşadığını ve
zuhurunu beklediklerini söylüyorlar. İslami inanç ve insanın ahlaki yapısı,
onların geçmişini burada açıp, daha fazla rencide etmememi gerektirmektedir.
Sonra burada verdiğim cevaplar, İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm’ın oğlunun
olduğunu inkar eden “Mutezile”, “Haşeviye”, “Zeydiye”, “Hariciler” ve “Murcie”
gibi dar düşünceli fırkalar için yeterlidir. Cafer’in yaşamına ve ahlakına
ayrıca değinmeye gerek yoktur.
3. Eleştiri
Şii tarihçilerin tamamı, İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm bütün vakıf ve
mal varlığıyla ilgili olarak annesi “Hadis”i kılmıştır demekte vasiyetinde
dünyaya gelmiş ya da gelecek olan oğlundan söz etmediğini yazıyorlar. Bu da
İmamiyye’nin iddiasının doğru olmadığını gösteren delillerden bir diğer
sayılmaz mı?
Cevabı
Eleştirmen şöyle diyor: İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm ölüm döşeğinde
iken annesi “Hadis” (Ümm-ül Hasan)’e vakıflarını ve mallarını tasarruf etme
hakkını ona vermiştir. Bu İmam Askeri aleyhi’s-selâm’ın oğlu
olmadığının delilidir.
Bu eleştiri de zayıf ve temelsizdir. Buna
dayanarak İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm’ın oğlunun
olmadığı ispat edilmez. Çünkü İmam Askeri aleyhi’s-selâm annesine
vasiyette bulunmuşsa bunun sebebi oğlunun doğumunu gizlemek, onun kanının
dökülmesini, önlemek içindi. Eğer vasiyetinde ondan bahseder veya onun
kendisine direk olarak vasiyet etseydi, o zaman asıl ve yüce hedef olan Mehdi
aleyhi’s-selâm’ın gerekli ve münasip bir zamana kadar korunması
hedefi tehlikeye düşerdi. Hatta İmam aleyhi’s-selâm vasiyetinde
halifeye yakın olan “Mevla Vasık”, “Mevla Muhammed b. Me’mun” ve “Feth b.
Abdrabbih” gibi saray adamlarının adını da getirdi ki, vasiyet Abbasiler
tarafından muteber sayılsın ve oğlunun varlığı hususunda şüphe uyanmasın. Bu
şekilde onların Mehdi aleyhi’s-selâm’ı aramalarına
engel olmak ve Şiileri onun varlığına ve imametine inanma ithamından uzak
tutmak istiyordu.[1]
Yukarıda söylenenlerden şu anlaşılmaktadır: Her
hangi Birisi, İmam Askeri aleyhi’s-selâm’ın annesine
yaptığı vasiyete dayanarak İmamiyye’nin inancını batıl etmeye çalışır ve İmam aleyhi’s-selâm’ın gizli yaşayan
oğlunu inkar ederse, bu durum onun düşünme ve anlama özürlü gücünden mahrum
olduğunu gösterir. Bu şahısın önemli işlerde tedbir alan akıllı insanların
metodundan haberi yoktur. İnsanlar, işlerinde her zaman böyle bir yönteme
başvurabilirler.
Şii tarihçiler şöyle yazarlar: Şiilerin 6. İmamı
İmam Cafer b. Muhammed vefatı esnasında 4 kişiyi kendi vasisi olarak tanıttı.
Birincisi zamanın halifesi Mansur, ikincisi
halifenin veziri Rabi, üçüncüsü hanımı Hamide Berberi, dördüncüsü ise oğlu İmam
Musa Kazım aleyhi’s-selâm.
Bunlara bütün mal ve vakıflarında tasarruf etme
hakkı verdi. Öbür çocuklarının vasilik iddiasında bulunacağını bildiği için
vasiyetinde onlardan söz etmedi. İmam Cafer-i Sadık aleyhi’s-selâm’ın vasiyetinin bu
şekilde olması, gerçek vasi ve halifesi olan İmam Musa Kazım aleyhi’s-selâm’ı korumak,
Mansur’un hassasiyetinden uzak tutmak içindi.
Bu olay, İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm’ın İmam Mehdi
aleyhi’s-selâm’ı, rejimin verebileceği zarardan korumak için
gizli tutması gereğinin başka bir delilidir.
4. Eleştiri
İnsanı her şeyden çok şüphe ve tereddüde düşüren
şey İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın doğum ve
hayatının neden gizli olduğudur. Halbuki, onun babalarının bulunduğu zaman ve
şartlar daha zordu. Buna rağmen onların doğumları gizli tutulmamış,
kimlikleriyse belirtilerek ortaya konulmuştur.
Cevabı
Eleştirmen şöyle diyor: İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm endişesinden
dolayı oğlunu gizlemiş kimseye onun doğum ve yaşamından söz etmemiştir, öyleyse
bunu kendisinden önceki İmamlar aleyhi’s-selâm’ın da yapması
gerekirdi. Çünkü önceki İmamlar aleyhi’s-selâm kendi
zamanlarındaki halifeler tarafından daha çok baskı altında olup, tehdit
ediliyorlardı. Halifelerin İmamlar aleyhi’s-selâm ve Şiilere karşı
davranış daha şiddetli idi. Ama İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm ve oğlunun
zamanında Şiiler daha çok ve daha zengindiler; dolayısıyla endişelenmesine
gerek yoktu.
Bu eleştiri de diğerlerinden farklı bir eleştiri
değildir. İmam Askeri aleyhi’s-selâm’ın oğlunun
doğumunu ve yaşadığını gizlemesi ve Şiilere bile onun adını söylememesi, hatta
işaret edilmesine dahi izin vermemesinin sebebi şudur. Halifeler önceki
İmamların aleyhi’s-selâm saltanat işlerine karışmadıklarını ve onların
aleyhine silahlı kıyamlara izin vermediklerini biliyorlardı. İmamlar Şiilere
takiyye etmelerini tavsiye ederlerdi. İmamları kendi yakınlarından bazıları
silahlı mücadele etmek istediklerinde bunu şiddetle kınıyor ve bir kaç şart
gerçekleşmeden kapsamlı silahlı mücadelenin yapılmayacağını söylüyorlardı. Bu
şartlar şunlardı:
1) Öğle vakti güneşin durması
2) Gökten özel bir şahsın adının işitilmesi
3) Beyda’da bir ordunun toprağa gömülmesi
Bu olaylar gerçekleştiği zaman son hak rehber,
zalim ve batıl devletleri yok etmek için kapsamlı silahlı mücadelesini
başlatacaktır. Bu yüzden o zamanın halifeleri imamlar aleyhi’s-selâm’ın varlığına ve
onları tebliğ edenlere çok ehemmiyet vermezlerdi. Ayrıca silahlı kıyamlara
yeltenen veya silahlı kıyamlara olumlu cevap veren Şii çok azdı.
Ama İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm’ın vefatından
sonra artık İmamların aleyhi’s-selâm sessizlik dönemi
bitiyor ve silahlı kıyamı başlatacak, bu işi kesinlikle yapacak, İmam Mehdi
aleyhi’s-selâm’ın dönemi başlıyordu. Bu durum, onun aleyhi’s-selâm yakalanıp şehid
edilme sebebini şiddetlendiriyordu. İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın dönemindeki
halifeler, eğer onu öldürürlerse kendilerini rahat ve güvende hissederlerdi.[2]
5. Eleştiri
Esasen İmamiyyenin iddiası gerçeklerle
uyuşmamadadır. Çünkü bu kadar uzun süre yaşayan bir insanın yaşadığı yerden ve
yaşam tarzından hiç kimsenin haberdar olamaması imkansız gibidir.
Cevabı
Bu eleştiride bir kaç yönden reddedilmiştir:
1) Şiilerden güvenilir bir grup İmam Hasan Askeri aleyhi’s-selâm’ın sırdaşı
olup, onunla Şiilerin arasında vasıta idiler. Onları, İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’la görüşüp, Ondan
çeşitli hüküm ve meseleler nakletmişlerdir. Şiilerden aldıkları malları İmam aleyhi’s-selâm’a teslim
ediyorlardı. Osman b. Said Amri, onun oğlu Muhammed b. Osman bu güvenilir
vasıtalardandır. Yine “Beni Said” ve “Beni Mehziyar” Ahvazda, “Ben-il Rukuli”
Kufede, “Ben-i Nevbaht” Bağdat’ta ve bazılarda Kum, Kazvin vs. bölgelerdeki
vasıtalardandırlar. Onların hepsi İmamiyye ve Zeydiye’nin içinde meşhur olup,
Ehl-i Sünnetin çoğunluğu tarafından da tanınmaktadırlar. Onlar akıllı, emin, düşünen,
bilgin, Şii ve Şii olmayanların itimat ettiği insanlardı. Hatta halifeler bile
onlara saygı gösterirlerdi. Çünkü onlar toplum nezdinde fazilet ve adalete
tanınmış kimselerdi. Öyle ki halife, düşmanların onlara ettiği ithamları asla
önemsemezdi.
2) Daha Mehdi aleyhi’s-selâm dünyaya gelmeden
yıllar önce peygamber sallâ’llâhu
aleyhi ve alih ve İmamlar aleyhi’s-selâm, Onun kıyam
etmeden önce biri küçük biri de büyük olmak üzere iki gaybetinin olacağını
haber vermişlerdi. Büyük gaybeti çok uzun olacaktır. Küçük Gaybette ise
yalnız özel dostları onun haberlerini başkalarına bildireceklerdir. Büyük
Gaybette ise mümin ve takvalı insanların dışında kimse onun yerini bilmeyecek,
ondan kimse haber alamayacaktır.
Bu konudaki hadisler, İmam Askeri babası ve ceddi aleyhi’s-selâm daha dünyaya
gelmeden Şiilerin hadis kitaplarında nakledilmiştir. İki gaybetin
gerçekleşmesi, bu hadislerin ve İmamiyye’nin inancının doğru olduğunu ortaya
koymuştur.
3) Dini bir gereklilikten dolayı gözlere
görünmeyen bir insanın, hangi delile dayanarak mutlaka yakınları veya güvendiği
dostları tarafından yerinin bilinmesinin gerektiği iddia olunuyor? Bir çok
insan vardı ki gizlendikleri zaman kimsenin onlardan haberi olmadı. Bu gibi
insanların bazılarını örnek olarak aşağıda sunuyoruz:
A) Müslüman ve Müslüman olmayan tarihçilerin
hepsi, semavi dinlerin takipçilerinden Hz. Musa aleyhi’s-selâm’dan çok önce
gelen Hızır aleyhi’s-selâm adında bir peygamberin
gözlerden saklandığını ve bu güne kadar da yaşadığını naklediyorlar. Kimse onun
yerini keşfedememiş, onunla irtibatı olanlardan da onun hakkında haber
alamamıştır. Sadece Kur’an-ı Kerim onunla, Hz. Musa aleyhi’s-selâm arasında geçen
bir olayı kısaca aktarmıştır. Bazı tarihçiler de, onun takvalı insanlardan
bazılarına tanınmayacak şekilde gözüktüğünü söylüyorlar. Halkın da bir kısmı
şöyle diyor: Bazı takvalı insanlar onu görmüşlerdir, ama tanıyamamışlardır.
Ondan ayrıldıktan sonra, o şahsın Hz. Hızır aleyhi’s-selâm olduğunu
anlamışlardır.
B) Kur’an, Hz. Musa aleyhi’s-selâm’ın Firavun
rejiminden dolayı vatanından kaçıp gizlendiğini, uzun bir süre kimsenin ondan
ve yerinden haberi olmadığını ve ancak açıklamaktadır peygamberliğe seçildikten
sonra kavmini davet için Mısır’a geri döndüğü.
C) Kur’an-ı Kerim, “Yusuf” suresinde Hz. Yusuf aleyhi’s-selâm’ın hikayesini ve
onun kayboluşunu beyan etmektedir. Bu olay, babası Hz. Yakup aleyhi’s-selâm’ın peygamber
olduğu ve kendisine vahiy nazil olduğu zaman gerçekleşmiştir. Kur’an, Hz. Yusuf
aleyhi’s-selâm’ın kayboluşunu, baba ve kardeşlerinin hiç bir
şekilde ondan haberleri olmadığını, kaybolduğu dönemde Mısıra padişah olduğunu
açıklamaktadır. Kardeşleri defalarca onu görmüş ondan eşya almış ve onunla
sohbet etmelerine rağmen, kaybolan kardeşleri olduğunu anlayamamışlardır. Hz.
Yakup, oğlu Hz. Yusuf için yıllarca ağlamış ve bu ayrılık Hz. Yakup’un belini
bükmüş, gözleri kör olmuştur. Ama sonun da Allah’ın iradesiyle birbirlerine
kavuşmuşlardır.
D) Hz. Yunus aleyhi’s-selâm’ın hikayesi de
şaşırtıcı hikayelerden biridir. Hz. Yunus aleyhi’s-selâm bir müddet
kavmine tebliğ etti. Kavmi onu dinlemedi ve onunla alay etti. O da onların
elinden firar etti. Onların arasından ayrıldığı süre içinde, Allah’tan başka
kimse onun yerini bilemedi. Çünkü Allah onu bir balığın karnında saklamıştı.
Hz. Yunus burada uzun bir süre kaldı. Daha sonra Onu balığın karnından çıkarıp,
sahilde bir ağacın altına attı. Hz. Yunus aleyhi’s-selâm ağacı ve o yeri
tanımıyordu. Görüldüğü gibi bu tür gaybetler normalin dışında olan bir şey
olmasıyla birlikte Kur’an-ı Kerim tarafından teyit edilmişti. ve bütün semavi
dinlerin takipçileri de bunu tarih kitaplarında nakletmişlerdir.
E) Bundan daha şaşırtıcı şey Ashabı Kehf’in
hikayesidir. Kur’an bu hikayeyi şöyle anlatıyor: Onlar, köpekleriyle beraber
mağaraya gittiler. Köpekleri mağaranın ağzında başını ön ayaklarının üstüne
koyup yattı. Onlar 309 yıl mağarada kaldılar. Normal olarak uyuyan bir insan
gibi, o tarafa bu tarafa dönüyorlardı. Bu süre içinde güneşin onlara yansıması
ve rüzgarın üstelerine esmesi hiç zarar vermemiş ve salim kalmışlardı.
Bedenlerinde hiç bir zayıflık ve kokuşma olmamıştı. Sonra Allah Teala onları
uyandırdı. İçlerinden birini üzerlerinde eskiden kalmış olan parayla yiyecek
alması için şehre gönderdiler.
Kur’an’ın buyurduğu gibi, bu süre içinde kimsenin
onlardan haberi yoktu.
Böyle bir olay normal olarak imkansız bir şeydir.
Ama eğer Kur’an’da açıkça gelmeseydi bu olayı maddecilerin inkar ettiği gibi,
bizim muhaliflerimiz de mutlaka inkar ederlerdi.
F) Şaşırtıcı kıssalardan bir başkası Uzeyir (veya
başka bir rivayete göre Urmiya)in hikayesidir.[3] Onun hikayesi
Kur’an’da ve diğer semavi kitaplarda geçmiştir. Yahudiler ve Hıristiyanlar onun
peygamber olduğuna inanıyorlar. Olayın özeti şöyledir: O bir şehirden
geçiyordu. O şehrin yıkılıp, viraneye döndüğünü gördü. Kendi kendisine şöyle
dedi: Allah, yıllar öncesinden ölen ve hiçbir eseri kalmayan insanları nasıl
diriltmektedir?
Allah onları nasıl dirilteceğini ispatlamak için
onu 100 yıl ölü bırakmıştı. Sonra diriltti. Yanında getirdiği yiyecekleri
bozulmamıştı; onlarda hiç değişiklik olmamıştı.
Allah şöyle buyurdu: Yiyeceğine bak hiç
bozulmamış. Ölü insanların bedenlerine de bak, onun zerrelerini topraktan
çıkarıyor, bir birlerine ekliyor ve onlara et giydirerek ilk haline
getiriyoruz. Uzeyir, ölülerin dirilme olayını görünce şöyle dedi: “Allah’ın
gücünün her şeye yettiğini anladım.”
Daha öncede belirtildiği gibi bu kıssa Kur’an da
anlatılmıştır. Kitap ehlide buna inanıp, onu nakletmişlerdir. Bu kıssanın da
alışılan normal şartlarla değerlendirilemez. Bu yüzden maddeciler onu şiddetle
inkar etmişlerdir.
Bu kıssalara nazaran İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın gaybeti tabii
şartlara daha uygundur. Bu gibi kıssalara dinler tarihiyle ilgili kitaplarda çokça
rastlanmaktadır.
Yine tarih yazarları naklediyorlar ki: Fars
padişahları ülkelerinin durumunu göz önüne alarak uzun bir süre halklarından
gizleniyor ve bu gaybet süresi içinde kimse onların yerini ve durumunu
bilmiyordu. Uzun bir süre sonra ülkelerine dönüyorlardı. Bu olayların benzeri
Hind ve Rum padişahlar tarafından da uygulanıyordu. Bunlar tarih kitaplarında
nakledilmiştir. Bunların hepsi normalin dışında olan şeylerdir. Biz bu
kıssaları burada aktarmayacağız. Çünkü cahil eleştiriciler, bunları sırf
normalin dışında olduğu için inkar edebilirler. Bu yüzden sadece Kur’an’daki
kıssaları naklettik. Bu kıssalarda kimsenin şüphesi yoktur. Çünkü Müslümanların
hepsi onu Allah’tan bilmiş ve doğruluğunda da ittifak etmişlerdir.
Özellikle İmamiyye’nin iddiasına göre zuhur
edeceği zaman tamamen genç, aklı kamil ve güçlü olacaktır. Bu normalin dışında
olan bir şeydir.
6. Eleştiri
İmamiyye’nin iddiası bir başka yönden de
gerçeklerin tersinedir. O da şu dur: Diyorlar ki, İmam Mehdi, babasının
vefatı (Hicri 260)’den bir kaç yıl önce dünyaya geldi ve şu ana kadar
yaşamaktadır. Buda normal olarak imkansız bir şeydir. Bir insanın bu kadar uzun
bir süre yaşaması mümkün müdür?
Cevabı
Bu eleştiride öncekiler gibi zayıf bir eleştiridir.
Çünkü gerçi bu asırdaki insanlar ömürleri genel de 70 ila 80 yaşlan
arasındadır. Ama hiç bir şekilde geçmişte yaşayanların da böyle olduğu
ispatlanamaz. Şimdi gerçeğin daha iyi anlaşılabilmesi için, uzun ömürlü
olanlardan bir kaç örnek sayacağız:
1) Alimlerin hepsi Hz. Adem aleyhi’s-selâm’ın ömrünün
yaklaşık 1000 yıl olduğunu söylüyorlar. Hatta yaratıldığı günden, ta öldüğü
güne kadar onda asla bir değişiklik olmadığı nakledilmiştir. Çocukluk, gençlik,
yaşlılık kudret ve ilmin azalıp çoğalması gibi, normal insanlarda görülen bu
durum onda olmamıştı. Ölünceye kadar aynı şekilde idi.
Çok daha ilginç ve acayip olan bir başka nokta,
onun diğer insanlar gibi bir anne ve babadan yaratılmış olmamasıdır. Allah onu
topraktan yaratmıştı.
2) Kur’an-ı Kerim de, Hz. Nuh aleyhi’s-selâm’ın 950 yıl,
kavmini Allah’ın yoluna davet ettiği açıklamaktadır. Davete başlamadan öncede
uzun yıllar yaşamıştı. Ama ne zayıflamış, ne yaşlanmış, ne gücünü kaybetmiş, ne
de aciz olmuştur. Müslüman bilginler Hz. İbrahim aleyhi’s-selâm öncesinde
insanların yaşlanmadığını söylemişlerdir. Ancak maddeciler bunları kabul
etmezler.
3) Tarih, muhtelif milletlerin için de, bir çok
uzun ömürlü insanın hayat öyküsüyle doludur. O insanlardan bir kısmının adını
“el- İzah fil- İmamet” kitabında kaydettim. Bir kısmını da burada zikredeceğiz.
Daha geniş tarih ve biyografi kitaplarına müracaat edebilirler.
Onlardan biri “Lokman b. Aad” dır. Tarihçilerin
nakline göre 3500 yıl yaşamıştır. Bazıları onun ömrünün 7 akbabanın ömrü kadar
olduğunu söylüyorlar. Şöyle ki, o akbabalardan birini yakalıyor, dağlık
bölgede, büyütüyordu. O öldüğü zaman bir başkasını yaklıyor eğitiyor ve
ölünceye kadar koruyordu. Bu şekilde 7 tane akbabayı sırasıyla ömürlerinin
sonuna kadar bulundurmuştur. Son akbabasının adı da “Lebed” idi ve o içlerinde
en uzun süre yaşayanıydı.
Meşhur şair A’şa, Lokman’ın hakkında şöyle bir
şiir yazmıştı:
Yedi tane akbabayı kendin için eğittin,
Birinin ömrü bittiğinde diğerini getirdin.
Uzun ömürlülerden bir başkası Rabi b. Za’b b.
Vahab b. Buğeyz b. Malik b. Said b. Adiy b. Fezare’dir. O, 340 yıl yaşamıştır.
Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih de görmüştür. Bu
şiir de ona aittir.
Beni çok koruyun kış geldiğinde
Soğuk güç bırakmaz yaşlı insanda
Ama bahar gelip, gök sakinleştiğin de
Ona yeterlidir incecik bir cübbede
Birisi 200 yıl yaşadığın da
Onun bütün sevinçleri kaybolur.
Uzun ömürlü olanlardan bir diğeri Mustevğer b.
Rabia Kaab dır. 333 yıl yaşamıştır. Bu şiiri ömrünün uzun olması hakkında
yazmıştır.
Şüphesiz ki çok yaşamaktan bıktım.
Üç yüz yıl boyunca ömür ettim
Yeni yüz yıl de ardından geldi.
Buna ilave olarak bir sürede
Ayları günleri saydın.
Eksem b. Seyfi Esedi’de uzun ömürlülerdendir. O,
380 yıl yaşamıştır. Bu adam Peygamber sallâ’llâhu
aleyhi ve alih döneminde ulaşmış ona iman etmiş, ancak Resulullah sallâ’llâhu aleyhi ve alih’le görüşememiştir. Eksem
den bir çok tarihi hikayeler, özlü sözler ve hutbeler nakledilmiştir. Bu
şiirde onundur:
Birisi doksan ya da yüz yıl yaşasa,
Cahildir o insan eğer yaşamdan bıkmamışsa
Ömrüm iki yüzü aştımsa da
Ama bana bir kaç gece gibi geldi.
Sefi b. Riyah b. Eksem 276 yıl yaşayan bir başka
uzun ömürlü insandır. Onun aklı ve fikri gücü asla değişmedi.
Zabire b. Said b. Saad b. Sehm b. Amr, 220 yıl
yaşayan insanlardan bir diğeridir. Asla yaşlanmadı. İslam’ın doğuşuna şahit
oldu, ama iman getirmedi. Ebu Hatem Rubasi, Utba’dan şöyle naklediyor: Zabire
Sehmi, 220 yaşında ölmesine rağmen saçlar siyah dişleri ise sağlam kalmıştı.
Amcasının oğlu, o öldüğü zaman şöyle bir şiir yazmıştır:
Zabire Sehmi Öldükten sonra kim ölümü
tatmayacaktır.
Öyle bir halde öldü ki, yaşlanmamış ölmesi ise
uzak.
Öyleyse hazır olun, ölüm haber vermeden gelip size
de çatar.
Derid b. Samme Çeşmi, 200 yıl yaşayan uzun
ömürlülerdendir. İslamın doğuşunu gördü ama Müslüman olmadı. Huneyn savaşında
müşriklerin önde gelen komutanlarından idi. Orada Müslümanlar tarafından
öldürüldü.
Muhammed b. Utban b. Zalim b. Zubeydi adındaki
şahıs 253 yıl yaşamıştır.
Amr b. Hameme-i busi, 400 yıl yaşamıştır. Şu şiir
o yazmıştır:
Beni henüz bulmamıştır ölüm
Oysa gelip geçmiş güzel, baharlı yıllarım
Üç asır üzerimden geçmiştir,
Dördüncüsü ise bitmek üzeredir.
Salman-i Farisi herkesin, hatta Müslüman
olmayanların dahi kabul ettiği uzun ömürlülerdendir. Müslüman ve Müslüman
olmayan alimlerin çoğu onun Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ı dahi gördüğü
söylemektedir. Resulullah sallâ’llâhu
aleyhi ve alih’den sonra ikinci halifenin hilafet döneminin ortalarına
kadar yaşamını sürdürmüştür.
İranlı tarihçiler, İran’ın eski padişahlarından
bazılarının ömürlerinin yukarıda adları geçenlerden daha uzun olduğunu
söylemişleridir.
Onlar şöyle yazmakta: “Ceşn Mehrgan, uzun ömürlü
padişahlardan biridir. O, 2500 yıl yaşamıştır.”
Ben bu padişahların adını üç sebepten dolayı
burada getirmedim:
1) Arapların
uzun ömürlü olanları, Farsların kinden daha çoktur.
2) Arap uzun
ömürlüler, zamanımıza daha yakındırlar.
3) Arap
alimleri, bu insanların yaşadığını kabul ediyorlar. Ama Farslar, Fars
padişahlarının böylesine uzun ömürlü olup-olmadıkları konusunda ihtilafa
düşmüşlerdir. Bazıları kabul ederken bazıları reddetmektedirler.
Yukarıda saydığımız insanlar, tarih kitaplarında
adları geçen uzun ömürlü insanlardan bazılarıdır. İnsanların uzun ömürlü
olmasının mümkün olduğu kimsenin şüphesi yoktur. Böyle bir şeyin gerçekleştiği
de kesindir. Uzun ömürlü insanların olamayacağını söyleyenler, sadece Allah’ı
inkar edenlerle, bazı müneccimlerdir. Ama semavi dinlerin takipçilerinin hepsi
insanların uzun ömürlü olabileceğim bunu kabul etmektedirler.
7. Eleştiri
İmamiyye’nin iddiasını doğru ve gerçekle uygun
olduğunu kabul etsek bile, gizli olarak yaşayan bir imamın ne faydası
olacaktır? Esasen beşeriyet İslami tebliğ etmeyen, İslami had ve hudutları
uygulamayan, hükümleri beyan etmeyen, kimseye yol göstermeyen, marufu emr
münkeri nehy etmeyen ve İslam yolun da cihad etme imkanı olmayan bir rehbere
neden ihtiyaç duysun?!
Cevabı
Başka bir ifadeyle eleştiren şöyle diyor: İmamın
toplumdaki rolü, İslam şeriatını uygulamak ve ümmeti korumaktır. Eğer İmimiyye’nin
dediği gibi imam gaybete çekilirse bütün ceza ve hükümlerin askıya alınması
gerekir. Örneğin cihad ve buna benzer bir çok hükmün emrini sadece imam verir,
oda olmayınca, bu emri verecek kimse kalmaz, o zaman da artık ona ihtiyaç
kalmayacaktır. Dolayısıyla böyle bir imamın varlığı ile yokluğu arasında fark
söz konusu olmaz.
Bu eleştiri de bir kaç sebepten dolayı
temelsizdir:
1) Hakka davet
ve İslam’ı tebliğ etmek, herhangi bir şahısla sınırlı değildir. Bu bütün
Müslümanların vazifesidir. Acaba Şiiler şimdiye kadar hak yola daveti
üstlenmemişler midir? İmamın şahsen bu işi üstlenmesine gerek yoktur.
Peygamberlerin daveti de her zaman takipçilerinin ve müminlerin aracılığıyla
olmuştur. Davet bu yöntemle de olabilir. İmamlar aleyhi’s-selâm’ın tebliğ için uzaklara
gitmelerine veya başkalarının onların yanına gelmelerine yoktur.
Ceza ve hükümlerin uygulanması, düşmanlarla cihad
etme konusu da yine vekiller ve komutanlar tarafından yerine getirilir.
Peygamberler döneminde de vekiller ve komutanlar ciddi bir şekilde bu işleri
yapıyorlardı. Bu işleri mutlaka kendimiz yapacağız demiyorlardı. İmamların
durumu da böyledir ve kendileriyle sınırlı değildir.
Şimdiye kadar anlattıklarımızdan şu
anlaşılmaktadır: Şeriat ve İslam’ın kanunlarını korumak, gerektiği şekilde tebliğ
etmek için İmamın varlığına ihtiyaç vardır. Eğer bu işleri üstlenecek birileri
varsa, İmam bu işi onlara bırakabilir veya kendisini gizleyebilir. Ama ümmetten
hiç kimse bu işi yapmaz, hepsi hak ve doğru yoldan saparlarsa o zaman imamın
gizli kalmaya hakkı yoktur. Ortaya çıkarak işlerini bizzat kendisi
üstlenmelidir.
Bu konunun kendisi İmamın gerekli oluşunun
felsefesini akli yönden ispat etmekte ve Allah’ın onu göndermesinin lüzumunu da
ortaya koymaktadır.
2) Akli açıdan
ümmetin hidayeti, şeriat korunması ve emniyetin sağlanması için Allah’ın bir
imam göndermesi şarttır. Eğer ümmet zulme başvurup, imamı öldürme amacını
güderse veya onun işlerine engel olmak isterse, o zaman imam gayba çekilir ve
ümmet içerisindeki işlerini durdurur. Buna sebep olan şey de ümmetin tutumudur.
Bunda ümmet suçludur. Doğacak her fesattan da yine ümmet sorumludur. Eğer Allah
Teala İmamı görevlendirmezse, doğacak olan eksikliğin sebebi “neuzubillah”
kendisi olmuş olur. Allah Teala her türlü karışıklık ve fesattan uzaktır.[4]
8. Eleştiri
Şia’nın İmamiye dışındaki fırkaları da İmamiye
gibi bir önderlerinin gizli olarak yaşadığını iddia etmektedirler. Ama İmamiye
bunu şiddetle reddetmekte, onların inançlarının batıl olduğunu söylemektedir.
Cevabı
Eleştirmen şöyle diyor: İmamiyye’nin gaib imam
yani Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm hakkındaki
iddiasının benzeri başka gruplarda da mevcuttur. Ama İmamiyye onları kabul
etmemektedir.
Örneğin Sebeiyye fırkası Hz. Ali aleyhi’s-selâm hakkında şöyle diyor: Hz.
Ali aleyhi’s-selâm ölmedi, O gizli
olarak yaşıyor.
Başka bir fırka olan Kisaiyye şöyle diyor:
Muhammed bin Hanefiyye ölmemiştir. O insanlardan gizli olarak normal yaşamını
sürdürmektedir, uygun bir zamanda zuhur edecektir.
Navusiye fırkasının ise şöyle bir iddiası vardır.
Cafer bin Muhammed hayattadır. Belirli bir zamanda zuhur edip, silahlı bir
kıyam edecektir.
İsmailiye fırkası, İsmail bin Cafer bin
Muhammed’in asıl Mehdi’nin o olduğunu ve bir gün ortaya çıkıp kıyam
edeceğini iddia etmektedir.
İsmailiye fırkasına mensup bir takım insanlarda
şöyle demektedir: Muhammed bin İsmail bin Cafer şu ona kadar yaşamaktadır.
Zeydiyye fırkası da imamları hususunda aynı görüşü
savunmaktadır. Hatta Şahi denilen yer de atından düşüp ölen Yahya bin Ömer
hakkında da bu iddiayı öne sürmektedirler.
İmamiyye bütün fırkaların görüşlerini reddederek
hepsinin batıl olduğunu söylemektedir. Öyleyse İmamiyye’nin Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm konusundaki iddiası da
batıldır. Çünkü bütün bu grupların iddialarını batıl etmek için ortaya attığı
deliller, kendileri içinde geçerlidir. Dolayısıyla kendi inançları da batıl
sayılmaz mı?
Bu eleştiride yersiz ve temelsizdir. Çünkü bütün
bu fırkaların gaybına inandığı kimselerin öldüğü kati ve aşikar olan delillerle
ispat olunmuştur. Söz konusu gaybetine inanılan bu insanların hepsi imamların
soyundan gelmişlerdir ve bunlardan sonra gelen imamlar bunların öldüğüne şahadet
etmişlerdir.
Ayrıca bu şahısların öldüğü diğer tarihi
kaynaklarda da kayıtlıdır. Bunları reddetmek kesin delilleri hiçe saymakla eş
değerdedir. İmam Mehdi aleyhi’s-selâm gelince onu
ölümüne dair hiç bir belge ve delil mevcut değildir. Diğer fırkaların
inandıkları şahıslar, bu dünyadan göçüp gitmişlerdir. Ama imam Mehdi aleyhi’s-selâm bu dünyada hayatını
sürdürmektedir. Diğer fırkaların iddiaları tarihi belgelerden yoksun ve hissi
bir takım özellik taşımaktadır. Ama İmamiye’nin görüşü bunun tam aksinedir.
Çünkü bütün tarihler İmam Mehdi aleyhi’s-selâm varlığını ve yaşadığını inkar etmemektedir. Dolayısıyla
diğer fırkalarla İmamiyye’yi mukayese etmek, akıl kârı bir iş değildir ve
yapılan bu eleştiri de delilsiz olup hakikati tahrif etmekten öte bir şey değiştir.
Ayrıca İmamiyye bu iddiaları gaybet müddetinin
uzunluğundan veya bu gibi gaybetlerin mümkün olamayacağından dolayı reddetmiyor
ki kendi inancına bir halel gelmiş olsun. İmamiyye bunların öldürüldüğüne veya
öldüğüne dair kesin delillere istinaden bunların hayatta olmadıklarına
inanıyor. Bunların ölümünde hiç bir ilim, his ve vicdan şüphe etmemektedir.
Nitekim onların bazılarının imameti, İmamiyye’nin
inandığı usule göre ispat edilememiş, bazılarının da imam olduğu hususunda hiç
bir tarihi belge, rivayet ve hadis bulunmamaktadır. Onların bazılarının imam
olmadığı, tarih kaynaklarda şüpheye yer vermeyecek şekilde açıktır. Dolayısıyla
söz konusu bu kişilerin gaybeti hiçbir şeyi ifade etmez.
9. Eleştiri
İmamiyye, İmam Mehdi aleyhi’s-selâm’ın gaybet ve zuhuru
konusunda çelişkiye düşmüştür. Bir taraftan, İmam’ın gözlerden kaybolmasını ve
insanların ona ulaşamamasına Allah Teala, irade etmişti diyorlar; öte yandan
bir imamın olmasının gerekliliğinin felsefesi hakkında, insanların dinin
hükümlerini bilen birine ihtiyacı olup, Allah’ın onu göndermesi gerektiğini
söylemektedirler. Başka bir ifadeyle eğer Allah böyle birini göndermez ve
insanlar dinin hükümlerini öğrenme imkanını bulamazlarsa bu Allah’ın beşeri
nizamı gözetmediğini, kullarının ihtiyacını tam ve güzel bir şekilde temin
etmediğini göstermez mi? diyorlar. Görülüğü üzere bu iki iddia tamamen
birbiriyle çelişmektedir.
Cevabı
Bu eleştiride esassız ve batıldır. Çünkü bu
eleştiriyi yapan kimselerin Allah’ın fiillerindeki maslahat ve mefsedelerinin
niteliği hususunda bilgilerinin olmadığı anlaşılıyor. Çünkü hekim ve alim olan
birisinin hareketleri her zaman bir ölçü üzeredir diş etkenler değiştiği zaman,
onların hareketleri ve davranışlarda değişebilir.
Örneğin, alim ve hekim olan bir şahıs kendi
çocuklarına, akrabalarına ve dostlarına iyi ahlak, edep ve ilim öğretiyor; daha
sonra maddi imkanları ve onların ticaret yapabilmesi için gerekli olan şeyleri
onların hizmetine sunuyor. Onlar bu sebeple hem maddi, hem de manevi yönden kimseye
ihtiyaç duymazlar. Eğer bu kimseler halka karşı iyi ahlaklı olur edep ve ilim
öğrenmede çaba harcarlarsa ve işlerinde dikkatli olarak çalışılırsa, hekim ve
alim olan bu şahıs maslahat gereği bu insanlara sunduğu imkanları daha da
artırır. Onların ahlak, ilim ve ticari yönde gelişmeleri için gerekli olan
sebepleri hazırlar. Ama bunun aksine bu kimseler ilim, edep, ahlak ve marifet
tahsil etmede kusur ederlerse, kendi hizmetlerine sunulan maddi imkanları iyi
kullanmayıp iflas ederlerse, uygunsuz davranışlarda bulunarak halkla olan
irtibatlarını kesenlerse tabii olarak bu hekim ve alim şahıs onlara ilim
öğretmekten sakınır, sunduğu maddi imkanları geri alır. Burada görüldüğü gibi
hekim olan şahsın maslahata uygun olarak yaptığı, birbirinin tam zıddı olan iki
ayrı hareketi vardır. Bu iki davranış aynı şahıslar üzerinde uygulanıyor.
Farklı olan yöntem her ikisi de yerli yerinde ve maslahata uygun olan
yapılıyor; tezatlık diye bir şey söz konusu değildir.
Arif ve alim olan insanlar, Allah’ın tedbir ve
hekimane sünnetinin kullar arasında uygulanışının yukarıda verdiğimiz misal
gibi olduğunu kabul ederler. Şöyle ki, Allah kullarına akıl ve düşünme gücü
vermiştir. İnsanlar akıllarıyla iyi ahlakı ve beğenilen yöntemleri
anlayabilirler.
Allah Teala peygamberler ve semavi kitaplar
vasıtasıyla insanların iyi ahlak ve iyi amelleri yapmalarını emretmiştir. Bu
emir insanların maslahatı için verilmiş bir emirdir. Çünkü insan ancak bu
emirlere uymakla ebedi saadete ve kurtuluşa ulaşabilir.
Dolayısıyla eğer insan Allah’ın verdiği aklı
kullanarak, onun emirlerine uyarsa, Allah da gaybi yardımlarla destekler ve
onun hak yolda ilerleyebilmesi için gerekli olan sebepleri hazırlar. Ama eğer
insan akıl ve mantığını kullanmaz, Allah’ın emirlerine itaat etmezse o zaman
durum tamamen değişir.
Bu iki iş muhtelif ve farklıdır; maslahat bunu
gerektirmektedir. Bu farklık yöntemler arasında akli ve mantıki olarak hiç bir
zıttık söz konusu değildir.
Allah inanları kendisine ve gönderdiği
peygamberlere iman etmeye davet etmiştir. Şüphesiz Allah insanların maslahatına
uygun olarak bu emri vermiştir. Ama eğer insanın canı tehlikeye düşerse canını
kurtarmak için Allah ve peygamberlerini inkar ederse, günaha düşmez aksine
yaptığı bu hareketle sevap kazanmış olur. Allah kendisine iman etmeyi emrediyor
öte yandan zorluk anında inkar etme izni veriyor. Bu iki emirde gerine göre
verilmiştir.
Burada yöntem ya da vazifenin değişmesi ile böyle
bir durum ortaya gelmiştir. Buda zalim ve inkarcıların hak olduğunu göstermez.
Onları, yaptıkları bu zorlama ya karşılık olarak cezalarını çekeceklerdir.
Allah Teala hac ve cihadı insanlara farz kılmış,
bu iki görevi yerine getirmeyi şartlara bağlamıştır. Eğer insanın gücü olur,
hiç bir engelde söz konusu olmazsa muhakkak bu emirleri yerine getirmelidir.
Eğer bunları yapacak güce sahip değilse ve engel varsa o zaman bu yükümlülük
ortadan kalkar, çünkü şartlar bunu gerektirmektedir. Bu işe engel olanlar
sorumludur; cezalandırılacak olanlarda onlardır. .
Şüphesiz Hz. Mehdi aleyhi’s-selâmın gaybet ve zuhur
meselesi de böyledir. Çünkü kullar kendi imamına itaat eder, gerekli
vazifelerini yerine getirir, hak yolda ilerlemede ona yardımcı olurlarsa, o
zaman imam zuhur eder ve insanlar da ona ulaşa bilirler. Ama insanlar ona itaat
etmeyip, hak ve tekamül yolunda yardımda bulunmazlarsa, imam insanların
erişemeyeceği ve göremeyeceği bir ortama yani gaybete çekilmesi gayet doğal bir
olaydır. Onun gaybete çekilmesine sebep olanlar bu sorumluluğu taşımakta ve
cezasını da onlar çekecektir. İmamın gözlerden kaybolması bu yöndedir. Ona
yardım edecek bir kimse kalmaz ise oda yardım edecek birileri gelinceye dek
gizliliğini devam ettirecektir.
10. Eleştiri
İslam mezheplerinin hepsi, mucizenin yalnızca
peygamberlere özgü bir şey olduğuna, ayrıca bu elçilerin özel bir alametinin
bulunduğuna inanmaktadırlar. İmamiyye’nin iddiasına göre, İmam Zaman aleyhi’s-selâm zuhur edeceği zaman
kendisini tanıtması için mucizeye ihtiyacı olacaktır. Ancak bu şekilde
kendisinin imametini ispat edebilir. Çünkü kimse mucize olmadan onu
tanıyamayacaktır. Ama mucize peygamberlere özgü bir şeydir.
Cevabı
Eleştirmen şöyle diyor: Eğer imam gaybete çekilir,
asarlar boyu zuhur etmezse bu süre içerisinde bir çok nesiller imamı görmeden
gelip gideceklerdir. Asırlar sonra imam zuhur ettiğinde de o zamanın insanları
onu kabul etmeyeceklerdir. Çünkü onun İmametine dair hiç bir delil ve ispat
onlara göre mevcut değildir. Kendisi mucize göstererek ispat edebilmesi ancak
peygamber olmasıyla mümkündür. Ama artık peygamber gelmeyeceği bütün İslam
ümmetinin inandığı ortak noktasıdır. Ayrıca bir insanın peygamber olmadığı
halde mucize etmesi İslam ümmetinin reddettiği konulardan birisidir. Çünkü
İslam ümmeti mucizenin fakat peygambere ait olduğu ve peygamberden başkasının
mucize yapamayacağı konusunda ittifak etmişlerdir.
Bu da kof bir eleştiridir çünkü sayısızca hadis ve
rivayet, imamın özelliklerini bildirmiştir. Ayrıca kıyamdan önceki alametler
açıklanmıştır. Bu rivayetler hem Hz. Peygamberden hem de 12 imamdan
nakledilmiştir. Mesela kıyamdan önceki alametlerden birisi Süfyani adında
birisinin yapacağı silahlı kıyam, bir diğeri Deccal adında birinin ortaya
çıkarak ve sayısız insanı katledeceği ve buna benzer bir çok alametler
bildirilmiştir. Hz. Hüseyin aleyhi’s-selâm evlatlarından
birisinin Medine’de silahlı bir kıyamı başlatması ve halkı Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’a davet etmesi daha
sonrada şehid edilmesi, zuhur alametlerinden biridir. Büyük, mücehhez ve
donanmış bir ordunun Beyda da (Mekke yakınlarında bir çöl ismi) toprağa
gömülmesi ve buna benzer sayısız alametlerin gerek Şia, gerekse Sünni
kaynaklarında Hz. Peygamber nakledilmiş olmasıdır.
Bütün bu haberler günümüze kadar gelmiş, gelecek
nesillere de muhakkak ulaşacaktır. Bu nişanelerle Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm’ın imam olduğu
anlaşılacaktır.
Ayrıca alametlerin ortaya çıkması ve birtakım
mucizelerin imam tarafından gerçekleştirilmesi onun peygamber olduğunu
göstermez. Çünkü mucize sadece peygamberlik iddiasını doğrulamak için değildir.
Mucize, iddia eden kimsenin iddiasının ve kendisinin doğruluğuna, delalet eder.
Mucize hem peygamberlik iddiası için geçerlidir hem de başka ilahi iddialar
için.
Başka bir ifadeyle Hz. Muhammed’den sonra artık
kıyamete kadar Peygamber gelmeyeceği her Müslümancı bilinen Kur’an’da
açıklanmış bir hakikattir. Ve bunu Ehl-i Beyt İmamları açıkça beyan
etmişlerdir. Evet mucizenin fikri ve ameli olarak her türlü pislik ve günahtan
uzak olan kimseye ait olduğu doğrudur. Dolayısıyla bu şahıs peygamber, imam
yada salih bir kul olabilir. Misal olarak Kur’an da gelmiş iki olayı aşağıda
aktaracağım.
1) Allah Teala
Kur’an-ı Kerim de şöyle buyuruyor: “Zekeriyya, Meryem’in yanına her gittiğinde
onun yanında rızkının hazır olduğunu görüyordu.
O, Meryem’e
şöyle dedi: “Bu yemekler kimin tarafından gelmektedir.” Meryem, bu rızk Allah
tarafından gelmektedir, dedi. Kim rızkını ondan istese o hesapsız olarak onun
rızkını verir. Zekeriyya bu esnada dua etti: “Ey Allah’ım bana pak ve değerli
evlatlar nasip eyle şüphesiz sen benim isteğimi duyansın.”
Allah Teala
bu mucizeyi Hz. Meryem’e bağışlamıştı. Hz. Meryem peygamber değildi. Sadece,
O’nun salihe kullarından biriydi.
2) Kur’an-ı
Kerim’in buyurduğuna göre Allah Teala, Hz. Musa’nın annesine vahyetmişti.: “Biz
Musa’nın Annesine vahyedip dedik ki; ona süt ver, düşmanlardan korktuğun zaman
onu denize bırak, korkma, hüzünlenme onu sana tekrar geri döndüreceğiz ve
şüphesiz onu peygamber yapacağız.”
Allah Teala, açıkca Hz. Musa’nın annesine
vahyettiğini buyurmaktadır. Eğer vahiy sadece peygamberlere mahsus bir mucize
olsaydı Hz. Meryem’e peygamber olmamasına rağmen vahiy gelmesi doğru bir şey
olmayacaktı. Dolayısıyla neden Allah-u Teala Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm a mucizeler bağışlamasın?
Bu mucizelerle Hz. Mehdi aleyhi’s-selâm diğer yalancı
Mehdilerden ayırmış olacak ve kimin gerçek Mehdi olduğu anlaşılacaktır.
Onun iddiası bu mucizelerle doğrulanacak ve halk için bir delil olacaktır. Ben
“el-Bihar” ve “el-İzah” kitabımda mucize konusuna genişçe yer verdim; daha
geniş bilgi için söz konusu kitaplara müracaat edebilirsiniz.
Kendime bir vazife bilerek bu eleştirilerin
cevabını Allah’ın izniyle yazmaya çalıştım. Buradaki Hedefim hakkın ortaya
çıkmasından başka bir şey değildi.
[1]- Ahmed b. İbrahim diyor ki 262 hicri yılında İmam
Cevad (a.s)’ın kızı ve İmam Ali Naki (a.s)’ın kızkardeşi Hakime’den şöyle
sordum: “Hasan’ın oğlu nerdedir?” O da “Saklanmıştır” diye cevap verdi. Ben
“Şiiler dini işlerinde kime başvursunlar” diye sorduğum da ise şöyle dedi:
“Hasan b. Ali (İmam Askeri) (a.s)’ın annesine”. Dedim ki “Bir kadına vasiyet
edene nasıl inanayım?” O da şöyle cevap verdi: “Hasan bu işte ceddi Hüseyin b.
Ali gibi yapmıştır. Hüseyin’de Zeyneb’e vasiyet etmişti. Ama emirleri İmam
Zeyn-ul Abidin (a.s) veriyordu. Bu, İmam Zeyn-ul Abidin (a.s)’ın canını korumak
için bir siyaset idi.” (Sefinet-ul Bihar, c.1, Hasan Maddesi, Bihar-ul Envar,
c.22, s.99).
[2]- Ababasi halifelerinin bu dönemde şiilere ve İmam
Askeri (a.s)’ın yakınlarına yaptıkları şiddetli baskılar hakkında acaip
olayları. Örneğin, Allame Kuleyni “Kafi”de şöyle diyor: “Halifenin veziri
Abdullah b. Süleyman, İmam Hasan Askeri (a.s)’ın vekillerinin hepsini yakalama
kararı aldı. Halife şöyle dedi: “Bu iş için tanınmayan memurlarımızı,
şüphelendiğimiz şahısların yanına gönderelim. Memurlarımız onlara, humus, zekat
vereceğiz, desinler. Eğer bu humus ve zekatları kabul ederlerse hemen
yakanlasınlar onları.”
Öte yandan
İmam (a.s) bütün vekillerine ikinci bir emre kadar hiç kimseden humus ve zekat
almamalarını emretti. Vekillerde amelettiler.”
Yine “Kafi”
de şöyle naklediliyor: “İmam Mehdi (a.s) bütün şiilere bundan böyle Kerbelaya
ve Kureyş kabristanına (şiilerin çoğunun gömüldüğü kabristan) gitmemelerini
emretti. Bunun hemen ardından, halife Kerbela ve Kureyş kabirstanına gidenleri
hemen tutuklama emri verdi. (Usul-u Kafi, Mehdi (a.s)’ın hali)
İmam Mehdi
(a.s)’ın özel naiplerinden biri olan Osman b. Said, Abdullah b. Cafer
Himyeriye’ye şöyle diyordu: “Onun ailesi zorluklar içindedir. Kimse onlara
yardım etme cüretinde bulunamıyor, onların dostu olduklarını söyleyemiyorlar.
“Bihar-ul Envar (Kompani Baskısı), c.22, s.94”.
[3]- Kur’an bu olaydan, “yıkılan şehire uğrayan kimse” diye
bahsediyor. Onun adının ne olduğuna dair ihtilaflar var. Bazıları onun “Uzeyir”
bazılarda “Urumiya” olduğunu söylüyorlar. Her iki isim de hadislerde geçmiştir.
Daha geniş bilgi için Bihar-ul Envar, c.5, Taberi, c.1, Bakara/259 ayetin
tefsirine başvurunuz.
[4]- Hace Nasıruddin Tusi “İmamın gönderilmesi şarttır”
konusunda şöyle buyuruyor: “İmamın varlığı, Allah’ın insanlara ettiği bir lütufdur.
Onun toplumu yönetmesi insanlar için daha büyük bir lütufdur. Bu zaman İmam,
toplumu idare etmiyorsa bunun sebebi bizleriz.”
Allame
Hilli, Şeyh Nasiruddin Tusi’nin bu sözünü şöyle açıklıyor: İmametin insanlara
olan faydasını, bir kaç şeyde özetleyebiliriz:
a)
Allah, imamı açıkca göndermeli ve ona insanları sahih bir şekilde
yönetme imkanı vermelidir.
b)
İmam da İmamet makamını kabul etmeli, vazifesini yerine getirmeye
hazır olmalıdır. Ve böyle de olmuştur.
c)
İnsanlar da İmama karşı vazifesini yerine getirmelidirler. Yani
Onun emirlerine uymalı, işleri idare etmede ona yardımcı olmalıdırlar. Ama
insanlar bu vazifelerini yerine getirmemişlerdir. Sonuçta da Allah’ın lütfunun
kendilerine şamil olmasına engel olmuşlardır. Ne Allah, ne de imam buna sebep
olmamıştır. (Keşf-ul Murad, s.285)