
www.maktabalevi.com www.alevimektebi.tr.cc
Ana
Sayfa
İmam
Ali el-Murtada (as)
MÜMİNLERİN
EMİRİ HZ.ALİ (AS)
Hz.
Ali (a.s), Hicretten 23 yıl önce Recep ayının 13ünde Kâbede
dünyaya geldi. Annesi, Esed kızı Fatıma; babası, Ebu Talipdir.
Hicrî 40 yılında da Kûfe şehrinde şehid edildi. Pak
türbesi, Necef-i Eşref şehrindedir.
Ali (a.s)ın
Yaşantısı
İslam
tarih ve hadis kitapları, Hz. Ali (a.s)ın, Peygamber (s.a.a)in bisetinden
10 yıl önce doğduğunu, her zaman Peygamberin yanında
olduğunu ve Peygamberin vefatından sonra 30 yıl
yaşadığını açıklamışlardır..
Bunlar göz önüne alındığında, Hz. Ali (a.s)ın 63
yıl süren ömrünü beş döneme ayırmak gerekir:
1-
Doğumundan İslam Peygamberi (s.a.a)in bisetine kadar.
2-
Bisetten Medineye hicretine kadar.
3-
Hicretten İslam Peygamber (s.a.a)in vefatına kadar.
4-
İslam Peygamberi (s.a.a)in vefatından kendi hilâfetine kadar.
5-
Hilâfet dönemi.
1. Dönem:
İşaret
ettiğimiz gibi Hz. Ali (a.s)ın hayatını beş döneme
ayırırsak, birinci dönemi bisetten önceki yaşantısı
oluşturur. Ali (a.s) gözünü dünyaya açtığı zaman Peygamber
(s.a.a) otuz yaşlarında idi. Peygamber (s.a.a) kırk
yaşında peygamberliğe mebus olduğuna göre, Ali (a.s) o
zaman on yaşından fazla değildi.
Hz.
Ali (a.s), şahsiyetinin şekil aldığı ve ruhî yönden
eğitildiği bu dönemi, Hz. Muhammed (s.a.a)in evinde ve onun
terbiyesi altında geçirerek büyüdü. İslam tarihçileri bu konuda
şöyle yazmaktadırlar:
"Mekkede
büyük bir kıtlık oldu. O sırada Peygamberin amcası Ebu
Talibin ailesi çok kalabalıktı; Geçimlerini karşılamakta
güçlük çekiyordu. Hz. Muhammed (s.a.a), Haşim Oğullarının
en zenginlerinden biri olan amcası Abbasa şöyle bir öneride bulundu:
"Her birimiz Ebu Talibin bir çocuğunu kendi yanımıza
alalım. Böylelikle maddî sıkıntısı biraz
hafiflemiş olur." Abbas kabul etti. Beraberce Ebu Talibin
yanına gittiler. Konuyu ona açtılar. Ebu Talip öneriyi kabul etti.
Sonuçta Abbas Caferi, Hz. Muhammed (s.a.a) de Aliyi yanına
aldı."
Hz.
Ali (a.s), Hz. Muhammed (s.a.a)in evinde olduğu sırada Allah onu
peygamberliğe seçti ve Ali (a.s) hemen onu tasdik edip ona tabi oldu.[1]
Peygamber
(s.a.a), Aliyi yanına aldıktan sonra şöyle buyurdu: "Allahın
benim için seçtiği kişiyi seçtim."[2]
Hz.
Muhammed (s.a.a), Abdulmuttalibin ölümünden sonra amcası Ebu Talibin
evinde ve onun kefaleti altında büyümüştü. Bundan dolayı, onun
çocuklarından birisini yanına alıp büyütmekle onun ve
hanımı Esed kızı Fatımanın zahmetlerinin
karşılığını vermek istiyordu.
Çocuklarının içinden de Ali (a.s)ı seçmesinde de ilahî bir
hikmet vardı.
Hz.
Ali (a.s) "Kasıa" hutbesinde bu döneme şöyle işaret
ediyor:
"Sizler
(Peygamberin ashabı) Resulullaha ne kadar yakın olduğumu, onun
katında nasıl bir mertebeye ulaştığımı
bilirsiniz. Çocuktum, o benim eğitimimi üstlendi. Beni yanına
alır, bağrına basardı; vücudunun kokusunu duyardım;
lokmayı çiğner, ağzıma verir, yedirirdi...
Deve
yavrusu nasıl annesinin ardından giderse, onun ardından
giderdim. O, her gün bir huyunu bana öğretir, ona uymamı
emrederdi."[3]
Ali (a.s) Hira
Dağında
Hz.
Muhammed (s.a.a), peygamberlikle görevlendirilmeden önce yılda bir ay Hira
Mağarasında ibadet ederdi. Bir ayı doldurunca ilk olarak
Mescid-i Harama gider, yedi defa Allahın evini tavaf eder, sonra evine
dönerdi.[4]
Rivayetlerden
anlaşıldığı kadarıyla Hz. Muhammed (s.a.a), Hz.
Aliye olan aşırı ilgisinden dolayı onu da beraberinde Hiraya
götürürdü. Vahiy Meleği, Hira Mağarasında Hz. Muhammed (s.a.a)e
ilk kez nazil olduğu ve onu resul olarak görevlendirdiği zaman Ali
(a.s) onun yanındaydı.
Hz.
Ali (a.s) "Kasıa" hutbesinde bunu şöyle beyan ediyor:
"...
O, her yıl Hira Dağında ibadete çekilirdi. Onu benden
başka kimse görmezdi... Ona vahiy geldiğinde Şeytanın
feryadını duydum; "Ya Resulullah!" dedim, "Bu feryat
nedir?" "Bu feryat eden, Şeytandır." dedi,
"Kendisine kulluk edilmesinden ümidini kesti artık. Sen benim
duyduğumu duyuyor, gördüğümü görüyorsun; ancak peygamber
değilsin; fakat vezirsin ve hayır üzeresin."[5]
Her
ne kadar bu sözlerin, Peygamberin Hiradaki risalet sonrasına
ilişkin olabileceği ihtimali varsa da, fakat elde olan ipuçları
ve Peygamberin Hiradaki ibadetlerinin genellikle risaletten önce olması,
bu sözlerin Peygamber (s.a.a)in risaletinden önceki döneme ilişkin
olduğunu gösteriyor. Her halükârda Ali (a.s)ın ruhunun
paklığı ve Peygamberin onu titiz bir şekilde
eğitmesi, bu yaşlarda urlu bir kalp, gören bir göz ve işiten bir
kulağa sahip olmasını, halkın görmesi ve işitmesi
mümkün olmayan şeyleri görmesini ve işitmesini
sağlamıştı.
İbn-i
Ebil-Hadid, Şerh-i Nehcül-Belağada şöyle yazıyor:
"Sahih
kitaplarda rivayet edilmiştir ki, Cebrail ilk kez Peygambere nazil
olduğu ve onu risalet makamına getirdiği zaman Ali, Peygamberin
yanında idi."[6]
İmam
Sadık (a.s)dan şöyle nakledilmiştir:
"Ali
(a.s), Resulullah (s.a.a)in risaletinden önce onunla beraber nübüvvet nurunu
görüyordu ve meleğin sesini işitiyordu. Resulullah (s.a.a) ona
buyurdu ki: Eğer ben peygamberlerin sonuncusu olmasaydım, sen
nübüvvet makamına layık idin; ancak sen benim vasi ve varisimsin,
vasilerin başı, muttakilerin mevlasısın."[7]
2. Dönem (Bi'set'ten
Hicret'e)
Hz.
Ali (a.s)ın hayatının ikinci bölümünü, Bisetten Medineye
hicrete kadar olan kısım oluşturuyor. İmam (a.s)ın
yaşantısının bu kısmı, İslamın
yayılması yollundaki parlak hizmetleri ve çabalarını, büyük
ve önemli adımlarını kapsamaktadır. Bunlar, İslam
tarihinde kimseye nasip olmamıştır.
İlk Müslüman
Bu
dönemde Ali (a.s)ın ilk iftiharı, İslamı kabul etmekte en
önde yer almasıdır. Daha doğrusu, kendisinde olan İslamı
izhar etmesi ve açıklamasıdır. Çünkü Ali (a.s), küçüklükten beri
muvahhit idi ve hiçbir zaman putperestliğe
bulaşmamıştır.[8] Dolayısıyla onun İslamı
kabul etmesi putperestlikten çıkmak anlamında değildir.
İslamı
kabul etmede ön adım olmak, Kuran-ı Kerimin çok önem verdiği
bir konudur. Kuran açıkça bildirmiştir ki, İslamı kabul
etmede öncü olanlar, Allah katında çok büyük bir değere sahiptirler:
"Önde olan birinciler, onlar,
yakınlaştırılmış olanlardır."
Allah
Tealanın "İslama girmede önce olma" konusuna verdiği
önem o kadar fazladır ki, Mekkenin fethinden önce iman getirip
canını ve malını Allah yoluna adayanları, Mekkenin
fethinden sonra iman edip cihat edenlerden üstün tutmuştur. Böylelikle
Hicretten önce İslamın zuhurunun ilk yıllarında Müslüman
olanların ne kadar üstün olduğu ortaya çıkıyor. Kuran-ı
Kerim şöyle buyuruyor:
"...
Sizden (Mekkenin) fethinden önce infak eden ve savaşanlar, sonra infak
eden ve savaşanlardan daha üstündürler. Allah, hepsine de iyiliği
vaat etmiştir."[9]
Fetihten
önce Müslüman olanların imanlarının daha değerli
olmasının sebebi; Arap Yarımadasında putperestlerin
karargâhı durumuna gelmiş olan, yani Mekkenin henüz sağlam bir
kale olarak yerinde kaldığı ve Müslümanların
canının ve malının tehlike altında olduğu bir
zamanda iman etmiş olmalarıdır. Medineye hicretten sonra Evs,
Hazreç ve Medinenin etrafındaki kabilelerin de Müslüman olmasıyla
Müslümanlar nispî bir emniyete kavuştular; ancak tehlike henüz tamamen
oradan kalkmamıştı. Böyle şartlarda bile İslama
girmek, canını, malını ortaya koymak, özel bir değere
sahipse, Peygamberin davetinin başlarında Kureyşten ve
putperestlerden başka bir gücün hakim olmadığı bir ortamda
iman ve İslamı izhar etmek, tabii ki daha değerli
olacaktır. Bundan dolayı daha önce Müslüman olmak, Resulullahın
ashabı arasında büyük bir iftihar sayılıyordu.
Bu
ölçü ile Ali (a.s)ın ilk Müslüman olmasının değerinin
büyüklüğü ortaya çıkmaktadır.
Ali (a.s)ın
İlk Müslüman Olduğunun Delilleri
Ali
(a.s)ın ilk Müslüman olduğuna dair deliller ve şahitler
İslamî metinlerde o kadar fazladır ki, onların hepsini burada
beyan etmemizin imkânı yoktur. Ancak örnek olarak onlardan
birkaçını zikrediyoruz:
a)
Bu konuyu herkesten önce Peygamber (s.a.a), ashabından bir
kısmına açıkça buyurmuştur:
"(Kevser)
Havuzunun başına ilk gelecek olanınız, ilk iman edeniniz
Ali ibn-i Ebî Taliptir."[10]
b)
Alimler ve hadisçiler şöyle naklediyorlar:
"Hz.
Muhammed (s.a.a) pazartesi günü peygamberliğe gönderildi, Ali (a.s) bir
gün sonra onunla namaz kıldı."[11]
c)
Hz.Ali (a.s) "Kasıa" adlı hutbesinde şöyle buyuruyor:
"O
gün İslam, Resulullah (s.a.a) ve Haticenin evinin dışında
hiçbir evde yoktu ve ben de onların üçüncüsüydüm. Vahyin ve risaletin
nurunu görüyor, nübüvvetin kokusunu alıyordum."[12]
d)
Hz.Ali (a.s) başka bir yerde de şöyle buyuruyor:
"Allahım,
ben sana dönüp yönelen, işitip icabet eden ilk kişiyim. Benden önce
Resulullahtan başka hiç kimse namaz kılmadı."[13]
e)
Yine şöyle buyuruyor:
"Ben
Allahın kulu, Resulünün kardeşi ve Sıddıyk-ı Ekberim
(en büyük doğru konuşan). Bu sözü benden sonra yalancı ve
iftiracıdan başkası söylemez. Ben insanlardan önce yedi yıl
Resulullah ile namaz kıldım."[14]
f)
Ufeyl b. Kays-i Kindî şöyle diyor:
"Ben
cahiliye döneminde ıtır (güzel koku) ticareti yapardım. Ticarî
seferlerimden birinde Mekkeye geldim ve Abbasın misafiri oldum. Günlerin
birinde Mescid-i Haramda Abbasın yanına oturmuştum.
Güneşin tam tepeye ulaştığı sırada, yüzü dolunay
gibi nurani olan bir genç Mescide geldi; gökyüzüne baktı, sonra Kâbeye
doğru durdu ve namaz kılmaya başladı. Biraz sonra güzel
yüzlü bir çocuk onun sağ tarafında durarak ona bağlandı.
Sonra kendisini örtmüş olan bir kadın geldi ve o ikisinin
arkasında durdu. Üçü beraber namaz kılıp, rüku ve secde
ediyorlardı. Ben (putperestlerin merkezinde, üç kişinin
değişik bir şekilde ibadet ettikleri bu sahneyi görünce) çok
şaşırdım. Abbasa;
-
Büyük bir olay! dedim.
O
da bu cümleyi tekrar etti ve ekledi:
-
Bu üç kişiyi tanıyor musun?
-
Hayır, dedim.
-
İlk olarak gelen, öbür ikisinin önünde duran yeğenim Muhammed b.
Abdullah, ikincisi diğer yeğenim Ali b. Ebî Talip, üçüncüsü de
Muhammedin eşidir. O, kendi dininin Allah tarafından indiğini
iddia ediyor. Şu anda dünyada bu üç kişiden başka hiçkimse bu
dini yaşamıyor."[15]
Bu
rivayet açıkça gösteriyor ki, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)in davetinin
başlangıcında, eşi Haticenin dışında sadece
Ali (a.s) onun dinini kabul etmişti.
Peygamber (s.a.a)in
Hamisi ve Halifesi
İslam
Peygamberi, üç yıl boyunca açık davetten sakınıyordu.
Sadece kabul etme durumunda olduğunu hissettiği kişileri, özel
görüşmeler ile İslama davet ediyordu.
Üç
yıldan sonra Vahiy Meleği nazil oldu ve Allahın emrini ona
iletti. Peygamber, artık açık davete başlamalıydı.
Buna akrabaları ile başlaması emir olunmuştu. Emir
şöyleydi:
"Yakın
akrabalarını korkut; sana tabi olan müminleri kanatlarının
altına al; sana baş kaldırırlarsa, Sizin
yaptıklarınızdan uzağım. de."[16]
Açık
davete yakın akrabalardan başlamasının sebebi şudur:
İlahî ya da beşerî bir liderin akrabaları ona tabi
olamadıkları müddetçe, onun daveti diğerleri üzerinde tesir
bırakmaz. Çünkü yakınları onun sırlarını, iyi ya
da kötü huylarını daha iyi bilirler. Bundan dolayı onların
iman etmeleri, peygamberlik iddiasında bulunan kişinin
doğruluğunu gösterir. Onların çoğunun yüz çevirmesi de,
iddia sahibinin ihlas, temizlik ve doğruluktan uzak olduğunun bir
göstergesidir.
Bu
yüzden Resulullah (s.a.a), Ali (a.s)dan bir öğlen yemeği için
Haşim Oğullarının büyüklerinden kırk beş
kişiyi davet etmesini ve etli bir yemek hazırlamasını
istedi.
Misafirlerin
hepsi belirlenen vakitte Peygamberin huzuruna geldiler. Yemekten sonra
Resulullahın amcası Ebu Lehep seviyesiz sözleriyle
toplantıyı karıştırdı ve sözü açmak ve hedefi
takip etmek için uygun olan ortamı ortadan kaldırdı.
Toplantıdan bir sonuç alınmadan misafirler Resulullahın evini
terk ettiler. Resulullah bir gün sonra da ziyafet vermeye ve Ebu Lehep
dışında onların hepsini davet etmeye karar verdi. Ali
(a.s), yine Resulullah (s.a.a)in emriyle yemek ve süt hazırladı ve
Haşim Oğullarının büyüklerini öğlen yemeğine
çağırdı. Davetlilerin hepsi yine davet edilen yere geldiler.
Resulullah (s.a.a) yemekten sonra sözlerine şöyle başladı:
"İnsanlardan
hiç kimse, benim size getirdiğimi kendi yakınlarına
getirmemiştir. Ben dünya ve ahiretin hayrını size getirdim.
Allah, sizi Onun birliğine ve benim de Onun peygamberi olduğuma
davet etmemi istedi benden. Bu yolda bana sizden kim yardım ederse, benim
kardeşim, vasim ve sizin aranızdaki halifem olacaktır."
Bu
sözleri söyledi ve kimin ona olumlu cevap vereceğini görmek için biraz bekledi.
Toplantıyı bir sessizlik sarmıştı. Hepsi
başını aşağı eğmiş, düşünüyordu.
Aniden
(yaşı on beşi geçmemiş olan) Ali (a.s) sessizliği
bozdu; ayağa kalktı, Resulullaha yöneldi ve şöyle söyledi:
"Ey
Allahın elçisi! Ben bu yolda sana yardım ederim."
Sonra
elini ahit vermek için Resulullaha doğru uzattı. Ancak Resulullah
(s.a.a), Ali (a.s)a oturmasını emretti. Resulullah bir kez daha
sözlerini tekrarladı. Yine Ali ayağa kalkarak kendisinin bu ahdi
kabul etmeğe hazır olduğunu ilan etti. Bu defa da Peygamber ona
oturmasını emretti. Aynı olay üçüncü kez de tekrarlanınca,
Peygamber (s.a.a), Ali (a.s)ın elini tuttu ve Haşim
Oğullarının büyüklerinin olduğu bu toplantıda şu
cümleyi beyan etti:
"Ey aşiretim ve
yakın akrabalarım! Bilin ki, Ali benim kardeşim, vasim ve sizin
aranızdaki halifemdir."[17]
Böylece
İslam Peygamberinin ilk vasisi, Allahın son elçisinin
vasıtasıyla, peygamberliğinin ilanın başlarında
henüz onun dinine bir kaç kişiden fazla kimsenin girmediği bir
zamanda tayin edilmiş oldu.
Resulullahın
aynı günde hem kendi peygamberliğini, hem de Alinin imametini ilan
etmesi, akrabalarına "Ben, Allahın elçisi ve
peygamberiyim." dediği günde "Ali, benim vasim ve
halifemdir." demesi, "imamet"in İslamdaki yerini ve
önemini, aynı zamanda bu iki makamın birbirinden ayrı
olmadığını, imametin her zaman nübüvvetin
tamamlayıcısı olduğunu açık bir şekilde
göstermektedir.
Büyük Bir Fedakârlık
Bisetin
13. yılı, zilhicce ayının 13. gecesi, Resulullah (s.a.a)
ile Yesripliler arasındaki İkinci Akabe Antlaşmasından
sonra, Kureyşin başları, İslamın gelişmesi için
Yesripte yeni bir karargâhın oluştuğunu anladılar. (Bu
antlaşma gereğince Yesrip halkı Peygamberi bu şehre davet
ettiler ve onu koruyacaklarına söz verdiler. O geceden sonra Mekke
Müslümanları tedricen Yesribe hicret etmeye başladılar.) Bu
durumdan tedirgin olan Kureyşin başları Peygambere ve onun
taraftarlarına yaptıkları eziyetlerden dolayı onların
intikam alacaklarından ve Kureyşin Yesripten geçip Şama giden
kervanlarının tehlikeye girmesinden korktular. Bu tehlikeyi önlemek
için, Bisetin 14. yılının safer ayının
sonlarında Darun-Nedvede toplandılar. Çare üzerinde
tartışmaya koyuldular. Bu şûrada bazıları Resulullahın
sürgüne gönderilmesi veya zindana atılmasını önerdiler; fakat
kabul edilmedi. Sonuçta onu öldürmeye karar verdiler. Ancak Peygamberi
öldürmek kolay bir iş değildi. Çünkü Haşim Oğulları,
onun öldürülmesi durumunda sessiz kalmayacak, onun kanını almaya
kalkışacaklardı. Sonunda, her kabileden bir gencin
katılımıyla gece yarısı hep beraber Hz. Muhammed
(s.a.a)e hücum ederek onu parça parça etme kararı aldılar. Böylece
katil bir kişi olmayacak ve Haşim Oğulları da bütün
kabileler ile savaşmaya cesaret edemeyecek, kan parasına razı
olacaklardı. Böylece olay burada bitecekti. Kureyşliler,
yaptıkları bu planı uygulamak için rebiulevvel ayının
ilk gecesini seçtiler.
Sonraları
Allah onların bu üç planını hatırlatarak şöyle
buyurmuştur: "Hatırla; kâfirler seni hapsetmek, öldürmek ya da
sürmek için düzen kuruyorlardı. Onlar düzen kurarken, Allah da düzenlerini
bozuyordu. Allah düzen yapanların en iyisidir."[18]
Kureyşin
bu kararının ardından Vahiy Meleği, Resulullahı
onların bu planlarından haberdar etti ve Mekkeyi terk ederek Yesribe
doğru hareket etmesi gerektiğini bildiren İlahî emri ona iletti.
Düşmanın
bu planını bozmak için, hareketini gizli tutup izini kaybetmeliydi.
Ancak böylece şehri terk edebilirdi. Bunun için fedakâr birinin gece
Peygamberin yatağında yatması gerekiyordu. Böylece onlar evi
kontrol ettiklerinde Peygamberin henüz evde olduğunu zannedeceklerdi.
Sonra da onların dikkati sadece evde olacak, yolları kontrol etmeyi
düşünmeyeceklerdi. Bu fedakâr insan, Ali (a.s)dan başkası
değildi. Resulullah (s.a.a), Kureyşin planını Ali (a.s)a
anlattı ve buyurdu:
"Bu
gece benim yatağımda yatacak ve benim her gece üzerime örttüğüm
yeşil örtüyü üzerine örteceksin. Böylece onlar, benim yatakta
yattığımı zannedecekler."
Ali
(a.s), bu emri aynen yerine getirdi. Kureyşin memurları gecenin ilk
saatlerinden itibaren evi sardılar. Sabaha doğru kılıçlarla
hücum ettiler. Ali (a.s) yataktan kalktı. Onlar, planlarının
yüzde yüz gerçekleştiğini zannederken, Aliyi
karşılarında görünce çok sinirlendiler. "Muhammed
nerede?!" diye sordular. Ali buyurdu: "Onu bana teslim
etmiştiniz de mi şimdi benden istiyorsunuz?! Onu siz mecbur ettiniz
de evini terk etti."
Ali
(a.s)a saldırdılar ve Taberînin nakline göre de onu dövdüler ve
Mescid-i Harama doğru sürüklediler. Kısa bir süre orada tuttuktan
sonra serbest bıraktılar. Medineye doğru Resulullahı
aramaya koyuldular. Peygamber Sevr Mağarasında
saklanmıştı.[19] Kuran-ı Mecid, Ali (a.s)ın bu
büyük fedakârlık örneğinden övgüyle söz etmektedir:
"İnsanlar
arasında, Allahın rızasını kazanmak için
canını satanlar vardır. Allah kullarına karşı
şefkatlidir."[20]
Müfessirler,
bu ayetin Ali (a.s)ın Leyletül-Mebitte (Resulullahın yerinde
yatma gecesinde) yaptığı büyük fedakârlık hakkında
nazil olduğunu söylemişlerdir.[21] Hz. Ali (a.s)ın kendisi
de, Ömerin, halife seçimi için tayin ettiği altı kişilik
şûrada bu büyük fedakârlığı hüccet olarak göstererek
şöyle buyuruyor: "Allah aşkına söyleyin: Resulullahın
Sevr Mağarasına gittiği o tehlikeli gecede onun
yatağında yatan ve kendisini belaya siper eden ben değil
miydim?"
Hepsi;
"O, senden başkası değildi." dediler.[22]
3. Dönem (Hicret'ten
Peygamber (s.a.a)in Vefatına Kadar)
Ali (a.s), Peygamber
(s.a.a)in Kardeşi
İslam
kardeşliği, İslam dininin içtimaî esaslarındandır.
Peygamber (s.a.a), bu kardeşlik bağını oluşturup
sağlamlaştırmak için büyük çaba sarfetmiştir. Resulullah,
Medineye girdikten sonra Muhacirler ile Ensar arasında kardeşlik
ahdi yapılmasını kararlaştırdı. Bu amaçla bir gün
Müslümanların toplu olduğu bir sırada ayağa kalktı ve
şöyle buyurdu: "Allah yolunda ikişer ikişer kardeş
olun." Müslümanlar ikişer ikişer birbirlerinin elini
sıktılar. Böylece aralarındaki vahdet ve bağlılık
daha da sağlamlaşmış oldu. Bu ahitleşmede, kardeş
olanların iman, fazilet ve diğer yönlerden şahsiyetinin
birbirine denk olmasına riayet ediliyordu. Bu konu, kardeş
olanların durum ve halleri incelenince açıkça ortaya çıkar.
Orada bulunanların her biri için bir kardeş seçildi; en sona Ali
(a.s) kaldı. Gözleri yaşla dolu bir halde Resulullaha şöyle arz
etti: "Beni kimseyle kardeş etmedin." Resulullah şöyle
buyurdu: "Sen benim iki cihanda kardeşimsin."[23]
Sonra kendisiyle Ali (a.s) arasında kardeşlik ahdi yaptı.[24] Bu
olay, Ali (a.s)ın azamet ve faziletinin ölçüsünü ve onun Resulullah
(s.a.a)e ne kadar yakın olduğunu açık bir şekilde ortaya
koymaktadır.
Savaş Cephelerinde
Ali
(a.s)ın Hicretten Resulullahın vefatına kadarki
yaşantısı, birçok olaylara, özellikle de onun cihad cephelerinde
yapmış olduğu büyük fedakârlara sahne olmuştur. Resulullah
(s.a.a), Medineye hicret ettikten sonra müşrikler, Yahudiler ve isyankârlar
ile 27 gazve yapmıştır. Ali (a.s), bunlardan 26 tanesine
katılmıştır. Sadece Tebûk Gazvesine
katılmamıştır. Bunun sebebi de şartların çok
kritik olması idi. Münafıklar, Resulullahın yokluğunda
İslam hükümetinin merkezinde bir oyun çevirebilirlerdi. Bu yüzden Ali
(a.s), Resulullah (s.a.a)in emriyle Medinede kaldı. Biz örnek olarak
sadece dört büyük savaştaki Ali (a.s)ın rolüne
değineceğiz:
Bedir Savaşı
Bildiğiniz
gibi Bedir Savaşı Müslümanlar ile müşrikler arasındaki ilk
savaştır. Bu savaş, iki taraf için de bir deneme niteliği
taşıyordu. Bu yüzden her iki taraf için çok önemliydi.
Bu
savaş, Hicretin ikinci yılında vuku buldu. O tarihte Resulullah
(s.a.a), Kureyşin Ebu Süfyan liderliğindeki ticaret
kervanının Şamdan Mekkeye doğru hareket ettiği
haberini aldı. Medinenin yakınlarından geçtiği sırada
Resulullah (s.a.a), Muhacirler ve Ensardan 313 kişiyle kervanı ele
geçirmek için Bedir mıntıkasına doğru hareket etti.
Resulullahın
bu hareketteki hedefi, Kureyşin ticaret yollarının İslam
kuvvetlerinin eli altında olduğunu, İslamın tebliğini
ve özgürlüğünü engellemeye kalkışırlarsa, onların
iktisadî yollarının İslam kuvvetleri tarafından
kesileceğini onlara bildirmekti.
Diğer
taraftan, Ebu Süfyan Müslümanların hareketinden haberdar olunca
kervanın yolunu Kızıl Denizin kenarından geçen başka
bir yola doğru çevirerek kervanı tehlike bölgesinden hızla
uzaklaştırdı. Bunu yaparken Kureyşten de yardım
istedi.
Ebu
Süfyanın yardım istemesi üzerine Kureyşliler 950-1000
kişilik bir orduyla Medineye doğru hareket ettiler. Ramazan
ayının 17. günü Müslümanlar ile müşrikler karşı
kaşıya geldiler. Şirk ordusu, İslam ordusunun üç
katıydı.
Savaşın
başlangıcında tam teçhizatlı üç Kureyş
savaşçısı, Utbe (Hindin babası), Utbenin büyük
kardeşi Şeybe ve Velid (Utbenin oğlu), nara atarak savaş
meydanına geldiler. Recez okuyarak savaşçı istediler. Ensardan
üç kişi öne çıkararak kendilerini tanıttılar. Kureyşin
savaşçıları bunlarla savaşmayı reddederek
bağırdılar: "Ey Muhammed! Bizim kavmimizden, bizim
ayarımızda olan kişileri gönder." Resulullah (s.a.a) Ubeyd
b. Haris b. Abdulmuttalip, Hamza b. Abdulmuttalip ve Ali b. Ebî Talibe onlarla
savaşmaları için emir verdi. Bu üç cesur mücahit savaş
meydanına gittiler ve kendilerini tanıttılar.
Karşıdakiler üçünü de kabul ettiler. "Üçü de bizim
ayarımızdadırlar." dediler. Hamza ile Şeybe, Ubeyd ile
Utbe, onların en gençleri olan Ali ile de Muaviyenın
dayısı Velid karşı karşıya geldiler. Ali ve
Hamza, rakiplerini hemen yere serip öldürdüler. Fakat Ubeyd ile Utbenin
savaşı henüz sürüyordu. Birbirlerine galip gelemiyorlardı. Ali
ve Hamza kendi rakiplerini öldürdükten sonra Ubeydin yardımına
koşarak Utbeyi de cehenneme gönderdiler.[25]
Ali
(a.s), sonraları Muaviyeye yazdığı mektuplarından
birinde bu hadiseye şöyle işaret etmiştir: "Bir
savaşta ceddine (Utbe), dayına (Velid) ve kardeşine (Hanzala)
indirdiğim kılıç şu anda bendedir."[26]
Bu
üç İslam kahramanının zaferinden sonra şirk ordusunun
komutanları büyük bir hayal kırıklığına
uğradılar. Savaş başladı. Sonuçta şirk ordusu
ağır bir şekilde bozguna uğradı. 70 kişi de esir
alındı...
Bu
savaşta şirk ordusundan öldürülenlerin yarısından
çoğu, Ali (a.s)ın kılıcıyla helak oldular.
Merhum
Şeyh Müfid, Bedir Savaşında öldürülen müşriklerden 36
tanesinin adını zikrediyor ve şöyle yazıyor: "Şii
ve Sünni raviler, ittifakla bunları Ali (a.s)ın öldürdüğünü
yazmışlardır. Katili hakkında ihtilaf olan veya Alinin
başkalarıyla beraber öldürdüğü kişiler bunların
dışındadır."[27]
Uhud Cephesinde
Eşsiz Bir Şecaat
Bedir
Savaşının yenilgisinden sonra Kureyşliler çok
rahatsız oldular. Ölülerinin intikamını almak ve bu büyük
yenilgiyi telafi etmek için daha fazla asker ve daha mücehhez bir ordu ile
Medineye saldırma kararı aldılar.
Resulullahın
habercileri Kureyşin bu kararını ona bildirdiler. Resulullah
düşmana karşı koymak için askerî bir şûra oluşturdu.
Müslümanlardan bir grup, onlarla Medine dışında
savaşmayı önerdiler.
Peygamber
1000 kişi ile Medineyi terk ederek Uhud Dağına doğru
hareket etti. Yolda ünlü Münafık Abdullah b. Übey ve
taraftarlarının geri dönmeleriyle İslam kuvvetlerinden 300
kişi azaldı. Hicretin 3. yılı, şevval
ayının 7. gününün sabahı Uhud Dağının
eteklerinde iki ordu karşı karşıya geldiler.
İslam
Peygamberi, savaş başlamadan önce çevreyi gözden geçirdi; ve o
çevrede hassas bir noktayı belirleyerek düşmanın buradan nüfuz
edebileceğini bildirdi. Savaşın kızgın anında
düşman o noktadan nüfuz ederek Müslümanlara arkadan saldırabilirdi.
Abdullah b. Cübey komutasında 50 okçuyu o hassas noktaya yerleştirdi.
Onlara, Müslümanlar yenseler de yenilseler de bu hassas noktayı kesinlikle
terk etmemelerini tekitle emretti.
Diğer
taraftan, o dönemdeki savaşlarda sancak güçlü ve cesur birine verilirdi.
Çünkü onun, dayanıklılığı ve sancağı
yukarıda tutması, savaşçılar için bir moral
kaynağı oluyordu. Sancaktarın ölmesi ve sancağın yere
düşmesi, onların ruhî yönden yıkılmasına sebep
olmaktaydı. Bundan dolayı, savaş başlamadan önce en cesur
savaşçılardan bir kaçını sancaktar olarak tayin
ediyorlardı.
Bu
savaşta da Kuryeşliler böyle yaptılar. Benî Abduddar kabilesi
gibi cesurluk ve şecaatte ünlü olan kişileri sancaktar olarak
seçtiler. Fakat savaş başladıktan sonra onların hepsi ard
arda Ali (a.s)ın eliyle öldürüldüler. Sancağın peş
peşe yere düşmesi, Kureyş ordusunu yıktı ve askerleri
kaçmaya başladılar.
İmam
Sadık (a.s)dan şöyle nakledilmiştir:
"Uhud
savaşında şirk ordusunun sancaktarları dokuz kişi
idiler. Onların hepsi Ali (a.s)ın eliyle öldürüldüler."[28]
İbn-i
Esir de şöyle yazıyor: "Kureyşin sancaktarlarına
galip gelen, Ali idi."[29]
Merhum
Şeyh Sadukun rivayetine göre Ali (a.s), altı kişilik
şûraya gösterdiği delillerde bu konuya değinmiştir:
"Allah
aşkına söyleyin: Sizlerin içinde benden başka, Benî Abduddar
sancaktarlarını öldüren birisi var mıydı?"
Sonra
İmam ekledi:
"Bu
dokuz kişinin ölümünden sonra onların Savab adındaki iri cüsseli
köleleri, ağzı köpükle dolmuş, gözler
kıpkırmızı olmuş halde meydana çıktı.
"Sahiplerimin intikamı için Muhammedden başkasını
öldürmeyeceğim." diyordu. Sizler onu görünce kenara çekildiniz, ama
ben onunla savaştım. Karşılıklı vuruştuk.
Sonra ona öyle bir darbe indirdim ki belinden iki parçaya bölündü."
Şûradakilerin
hepsi Ali (a.s)ın sözlerini tasdik ettiler.[30]
Evet,
Kureyş ordusu darmadağın oldu. Bunu gören Abdullah b. Cübey
komutanlığındaki okçu birliği ganimet toplamak için
bulundukları yeri terk ettiler. Abdullah, Resulullahın açık
emrini onlara hatırlattı ama, onlar dinlemediler. 40 kişiden
fazlası tepeden inerek ganimet toplamaya gittiler. Abdullah b. Cübey on
kişiden az bir grupla orada kaldı.
Bu
sırada, atlı bir grupla pusuda onları gözetleyen Halid b.Velid
bunu görünce onlara hücum etti. Onları öldürdükten sonra cephenin
arkasından Müslümanlara saldırdılar. O sırada Alkame
kızı Amr adındaki Kureyşli bir kadın sancağı
eline aldı. Kureyşli kadınlar, askerlerini teşvik etmek
için savaş meydanına gelmişlerdi.
Savaşın
durumu tamamen tersine döndü. Müslümanların savaş düzeni bozuldu;
safları dağıldı; komutanların birbirleriyle
irtibatı kesildi. Sonuçta Müslümanlar kazanmış oldukları
bir savaştan yenilgiyle çıktılar. İçlerinde Hamza b.
Abdulmuttalip ve İslam ordusunun sancaktarlarından olan Musab b.
Umeyrin de bulunduğu yaklaşık 70 İslam mücahidi şehid
oldu.
Diğer
taraftan, Resulullahın ölüm haberi yalan olarak yayılması,
Müslümanları tamamen dağılmalarına sebep oldu.
Şirk
ordusunun bu yeni baskısıyla Müslümanların tamamına
yakını geri çekilerek dağa kaçtılar. Peygamberin
yanında birkaç kişiden başka kimse kalmadı. İslam
tarihinin en buhranlı ve zor anlarından biri yaşanıyordu.
İşte
bu gibi anlarda Ali (a.s)ın önemli rolü ortaya çıkıyordu. Çünkü
Ali (a.s), eşsiz bir cesaret ve şecaat ile Resulullahın
yanında kılıç sallıyordu. Müşriklerin ard arda
saldırıları karşısında İslamın büyük
önderinin mukaddes vücudunu koruyordu.
İbn-i
Esir, kendi tarihinde şöyle yazıyor:
"Resulullah,
müşriklerden bir grubun kendilerine saldırmakta olduklarını
görünce Aliye onlara saldırmasını emretti. Ali, bu emre uyarak
onlara hücum etti. Birkaçını öldürerek
dağılmalarını sağladı. Sonra Resulullah
başka bir grubu gördü. Aliye onlara da saldırmasını
emretti. Ali, onlardan da bazılarını öldürerek onları da
dağıttı. Bu sırada Vahiy Meleği nazil oldu ve
Peygambere şöyle söyledi: "Alinin ortaya koyduğu bu
şecaat, fedakârlığın son haddidir." Resulullah da
şöyle buyurdu: "O bendendir, ben de ondan." O anda gökten su ses
işitildi: "La seyfe illa zülfikar ve La feta illa Ali (Zülfikardan
başka kılıç, Aliden başka yiğit yoktur)."[31]
İbn-i
Ebil-Hadid ise şöyle yazıyor:
"Peygamberin
ashabının çoğu kaçtığı zaman çeşitli
grupların Peygambere olan baskısı arttı. Kenane
Oğulları ve içlerinde dört tane ünlü savaşçının
bulunduğu Abdulmenat Oğulları kabilesinden bir grup Resulullaha
hücum ettiler. Resulullah, Aliye onların hücumunu defetmesini emretti.
Ali (a.s) atlı olmadığı halde elli kişiden oluşan
bu gruba hamle etti ve onları dağıttı. Tekrar tekrar
toplanarak birkaç kez sadırdılar. Ali (a.s) yine onları geri
püskürttü. Bu saldırılarda dört ünlü savaşçı ve ismi
tarihte belli olmayan on kişi Ali (a.s)ın eliyle öldürüldüler.
Cebrail
Resulullaha dedi ki: "Gerçekten Ali büyük bir fedakârlık yaptı.
Melekler onun bu fedakârlığı karşısında
şaşkına uğradılar." Resulullah da şöyle
buyurdu: "Neden böyle olmasın. O bendedir, ben de ondanım."
Cebrail dedi ki: "Ben de sizdenim." O gün gökyüzünden bir ses
işitildi; diyordu ki: "La seyfe illa zülfikar ve La feta illa Ali
(Zülfikardan başka kılıç, Aliden başka yiğit
yoktur)." Ancak söyleyen görünmüyordu. Resulullahtan bu sesin sahibinin
kim olduğu soruldu. "Cebrail." diye buyurdular.[32]
Ahzap (Hendek)
Savaşı
Ahzap
Savaşı (hizipler, gruplar savaşı), adından da belli
olduğu gibi İslam düşmanı olan bütün kabile ve
grupların İslamı ortadan kaldırmak için birleştikleri
bir savaştır. Bazı tarihçiler, şirk ordusunun bu
savaştaki asker sayısının on binden fazla olduğunu
yazmışlardır. Buna karşılık Müslümanların
sayısı üç bini geçmiyordu.
Ordu
komutanlığını Kureyş büyüklerinin üstlendiği ve
asker sayılarının çokluğu dikkate
alındığında, Müslümanları tamamen ortadan
kaldırma, Muhammed (s.a.a) ve takipçilerinden kurtulma
hesaplarını yaptıkları tamamen ortadaydı. Kureyşin
hareket ettiğinin haberi Resulullaha ulaşır ulaşmaz, hemen
bir şûra oluşturdu. Bu şûrada Selman-i Farisî, Medinenin
etrafında, düşmanın girebileceği kısımlarda
hendek kazarak düşmanın şehre nüfuz etmesini engelleme fikrini
oraya attı. Bu öneri kabul edildi ve birkaç gün içerisinde
Müslümanların çabasıyla hendek kazıldı. Hendek
düşmanın atlayamayacağı kadar geniş, içine düşen
birinin kolayca çıkamayacağı kadar da derindi.
Güçlü
şirk ordusu, Yahudilerin işbirliği ile Medinenin
yakınlarına ulaştılar. Müşrikler önceki
savaşlarda olduğu gibi şehrin dışında ve
açık bir sahada savaşacaklarını zannediyorlardı. Fakat
şehrin dışında Müslümanlardan kimseyi göremediler.
İlerlemeye devam ettiler. Şehrin duvarlarına
yaklaşınca şehre girilebilecek muhtemel yerlerde hendeklerle
karşılaştılar. Bu, onları şaşkına
çevirdi. Çünkü Arap savaşlarında böyle bir şey, görülmemiş
bir şeydi. Mecburen hendeğin dışından şehri
kuşattılar.
Medinenin
muhasarası bazı rivayetlere göre bir ay sürdü. Kureyş askerleri
hendekten geçmek istediklerinde hendeği muhafaza eden Müslümanların
direnişiyle karşılaşıyorlardı. İslam ordusu,
düşmanın her türlü saldırı girişimine oklar ve
taşlarla cevap veriyordu. Karşılıklı ok atmalar
aralıklarla gece gündüz devam ediyordu. Birbirlerine galip
gelemiyorlardı.
Ancak,
Medinenin böyle kalabalık bir ordu tarafından
kuşatılmış olması, Müslümanları ruhî yönden
zayıflatıyordu. Özellikle de Benî Kurayza Yahudilerinin,
Müslümanlarla olan anlaşmalarını ihlal ederek, putperestler
şehre girer girmez arkadan Müslümanlara saldırmaya söz verdikleri
ortaya çıktığı zaman bu çöküntü iyice arttı.
Hassas ve Buhranlı
Günler
Kuran-ı
Mecid, Müslümanların bu kuşatmadaki zor ve buhranlı
anlarını çok güzel bir beyanla anlatmıştır:
"Ey
inananlar! Allahın size olan nimetini anın; üzerinize ordular
gelmişti. Biz de onların üzerine rüzgar ve görmediğiniz ordular
göndermiştik ve Allah yaptıklarınızı görmekteydi.
Onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan
gelmişlerdi; gözler de dönmüştü; yürekler ağızlara
gelmişti. Allah hakkında çeşitli zanlarda bulunuyordunuz.
İşte orada inananlar denenmiş ve çok şiddetli
sarsıntıya uğratılmışlardı. Münafıklar
ve kalplerinde hastalık olanlar; "Allah ve Peygamberi bize sadece
kuru vaatlerde bulundu." diyorlardı. İçlerinden
birtakımı: "Ey Medineliler! Tutunacak yeriniz yok! Geri
dönün!" demişti. İçlerinden bir topluluk da Peygamberden,
"Evlerimiz düşmana açıktır." diyerek izin
istemişti. Oysa evleri açık değildi, sadece kaçmak
istiyorlardı. Eğer Medinenin etrafından üzerlerine
varılmış olsaydı, sonra da kendilerinden fitne
çıkarmaları istenseydi, hemen buna girişip derhal yapmaktan geri
kalmazlardı."[33]
Müslümanların
zor durumda olmasına rağmen hendek düşman gruplarının
karşıya geçmesine engel oluyordu. Bu, müşriklere ağır
geliyordu. Çünkü hava gittikçe soğuyordu. Diğer taraftan,
getirdikleri azıkları bitmek üzereydi. Muhasaranın
uzamasıyla azıklarının azalması, onları zor
durumda bırakıyordu. Gittikçe savaş heyecanları
azalıyor, bıkkınlık ve yorgunlukları artıyordu.
Bu yüzden düşman ordusunun komutanları, en güçlü
savaşçılarını hendeğin karşı tarafına
geçirerek bu savaş çıkmazından çıkmaktan başka
çareleri olmadığını gördüler. Ahzap ordusunun en iyi
savaşçıları, atlarını hendeğin çevresinde
koşturmaya başladılar. Bir süre sonra da dar bir noktadan
hendeğin karşı tarafına atladılar ve teke tek
savaş için rakip istediler.
Bu
savaşçılardan birisi, Arapların ünlü savaş kahramanı
Amr b. Abduvud idi. Bu adam, Arapların en güçlü ve en cesur
savaşçısı sayılıyordu. Onu bin savaşçıya
bedel olarak biliyorlardı. "Yelyel" denilen bir yerde tek
başına düşmana galip geldiği için "Yelyel
Atlısı" diye tanınıyordu. Amr, Bedir Savaşına
da katılmıştı. Orada yaralandığı için Uhud
Savaşına katılamamıştı. Şimdi ise
kendisinin de savaşta olduğunu göstermek için meydana
çıkmıştı.
Amr,
hendekten atladıktan sonra; "Benimle savaşacak biri yok
mu?" diye bağırdı. Müslümanlardan kimse onun
karşısına çıkmayınca iyice cesaretlendi ve
Müslümanların inançlarıyla alay etmeye başladı. Şöyle
dedi: "Sizler kendi ölülerinizin cennete, bizimkilerin ise cehenneme
gideceğini söylüyorsunuz. Sizlerden cennete gitmek isteyen biri yok mu?
Gelsin de onu cennete göndereyim; ya da o beni cehenneme göndersin!" Sonra
şöyle bir şiir okudu: "Sizlerden karşıma çıkacak
bir rakip için bağırıp çağırmaktan sesim
tutuldu."
Amrın
naraları Müslümanları öyle korkutmuştu ki kimse yerinden
kıpırdayama cesaret edemiyordu.[34] Fakat Amrın mubariz
istediği her defasında sadece Ali (a.s) çıkıyor ve
Resulullahtan izin istiyordu. Ancak Resulullah izin vermiyordu. Bu, üç kez
tekrarlandı. Yine Ali (a.s) izin isteyince Resulullah; "Bu Amr
İbni Abduvuddur!" dedi. Ali (a.s) da; "Ben de Aliyim!"
dedi.
Sonunda
Resulullah (s.a.a), Ali (a.s)a izin verdi. Kendi kılıcını
ona verdi, başına sarık sardı ve onun için dua etti.[35]
Ali
(a.s) savaş meydanına gidince Peygamber şöyle buyurdu:
"Bütün bir İslam, bütün şirk ile karşı karşı
gelmiştir."[36]
Bu
söz gösteriyor ki, bu iki kişiden birinin diğerine galip olması,
imanın küfre ya da küfrün imana galip olması idi. Başka bir
deyişle, İslamın ve şirkin geleceğinin
belirleneceği bir kavga idi. Ali (a.s) yaya olarak Amra doğru
yürüdü. Onunla karşı karşıya gelince şöyle dedi:
-
Sen bir zamanlar ahdetmiştin ki, Kureyşten birisi senden üç
şeyden birisini isterse kabul edecektin.
-
Doğrudur.
-
İlk isteğim, İslamı kabul etmendir.
-
Bu istekten vazgeç.
-
Öyleyse gel bu savaşı bırak ve geri dön. Muhammedin işini
başkalarına bırak.
-
Ben, Muhammedden intikamımı almadan başıma yağ
sürmeyeceğime dair ahdetmişim.
-
O zaman savaş için atından in.
-
Hiç bir Arabın benden bunu isteyeceğini zannetmiyordum. Senin benim
elimle öldürülmeni istemiyorum. Baban benim dostum idi. Geri dön; sen henüz
gençsin.
-
Ama ben seni öldürmek istiyorum.
Amr,
Ali (a.s)ın sözüne çok sinirlendi. Gurur ve kibirle atından indi.
Atını bırakarak Ali (a.s)a doğru hamle etti. Başa
baş bir mücadele başladı. Amr, uygun bir fırsatta Ali (a.s)ın
başına bir darbe indirdi. Ali (a.s) bunu kalkanıyla
karşılamasına rağmen başından yaralandı. Tam
bu sırada Hz. Ali (a.s) bir fırsattan yararlanarak, güçlü bir
kılıç darbesiyle onu yerlere serdi. Toz duman, iki ordunun neticeyi
görmesini engelliyordu. Birden bire Ali (a.s)ın tekbir sesi yükseldi.
İslam ordusunda sevinç sesleri yükseldi; hepsi Ali (a.s)ın
Arapların büyük savaşçısını arzuladığı
yere gönderdiğini anladılar.[37]
Amrın
ölümü, beraberinde gelen dört kişinin kaçmasına neden oldu. Üçü
hendeği geçmeği başarırken Nevfel adında olanları
atıyla beraber hendeğe düştü. Ali (a.s) hendeğe inerek onu
da öldürdü. Ahzap ordusu büyük bir çöküntüye uğradı. Şehre
girmekten tamamen ümitlerini kestiler. Çeşitli kabileler vatanlarına
geri dönme fikrine düştüler.
Son
darbeyi de Allah onlara fırtına ve tufanla indirdi. Sonunda büyük bir
yenilgiyle evlerinin yolunu tuttular.[38]
Resulullah
(s.a.a), Ali (a.s)ın büyük fedakârlığından dolayı ona
şöyle buyurdu:
"Senin
bugün yaptığın, eğer bütün ümmetin amelleriyle
kıyaslanacak olursa, seninki ağır basar. Çünkü Amrın
öldürülmesiyle müşrikler top yekûn zelil oldular; Müslümanlar da izzet
buldular."[39]
Ehl-i
Sünnetin ünlü hadisçisi Hakim Nişaburî, Resulullahın sözlerini
şu tabirlerle naklediyor:
"Ali
b. Ebî Talibin Hendek günündeki Amr b. Abduvud ile olan mübarezesi,
kıyamet gününe kadar bütün ümmetimin amellerinden daha üstündür."[40]
Bu
sözün felsefesi açıktır: O gün İslam çok kritik bir
durumdaydı ve en buhranlı zamanlarını yaşıyordu.
Böyle bir durumda eşsiz bir fedakârlıkla İslamı tehlikeden
kurtaran ve İslamın kök salıp kıyamete kadar sürmesine
vesile olan kişi, Ali (a.s) idi. Dolayısıyla herkesin ibadeti,
onun bu fedakârlığının sayesindedir.
Hayber Kalesinin Fethi
Peygamber
(s.a.a), Hicretin 7. yılında Hayber Yahudilerinin
silahsızlandırılmasına karar verdi. Peygamberin amacı
iki şeydi:
1-
Hayber, İslam hükümetinin aleyhine çalışan bir fitne ve casusluk
yuvasına dönmüştü. Bu kalenin Yahudileri defalarca İslam
düşmanlarıyla işbirliği yapmışlardı.
Özellikle Hendek savaşında Ahzap ordusunun takviyesinde önemli rol
oynamışlardı.
2-
Uzun yıllar birbiriyle savaşmış olan zamanın iki büyük
gücü, İran ve Rum İmparatorlukları karşısında
İslamın üçüncü bir güç olarak zuhur etmesi, onlar için tahammül
edilecek bir şey değildi. Bu yüzden Hayber Yahudileri, Kisra veya
Kaysere uşaklık yaparak, İslamı yok etmek için komplo
hazırlamaları mümkündü. En azından müşrikleri İslamın
aleyhine savaşmaya teşvik ettikleri gibi, bu iki imparatorluğu
da bu yeni dinin gücünü kırmak için kışkırtabilirlerdi.
Bu
durum, Resulullahı 1600 kişilik bir orduyla Haybere doğru
hareket etmesine sebep oldu. İslam ordusunun mücahitleri tarafından
kaleler, ard arda ama zor ve yavaş bir şekilde fethedildi. Ancak
"Gamus" kalesi direniyordu. En büyük kale bu idi ve en güçlü
savaşçılar orada bulunuyordu. İslam mücahitlerinin burayı
fethetmeye güçleri yoktu. Resulullahın şiddetli baş
ağrısına tutulması, şahsen savaş sahnesinde yer
almasını ve ordunun komutanlığını ele
almasını engellemişti. Bu yüzden sancağı her gün
Müslümanlardan birine veriyor, kalenin fethi görevini ona
bırakıyordu. Ancak onların hepsi netice alamadan geri
dönüyorlardı. Bir gün sancağı Ebu Bekire, ertesi gün Ömere
verdi; ikisi de zafere ulaşamadan İslam ordusunun karargahına
geri döndüler.
Bu
duruma tahammül etmek Resulullaha zor geliyordu. Sonunda şöyle buyurdu:
"Yarın
sancağı öyle birinin eline vereceğim ki, Allah bu kaleyi onun
eliyle açacaktır. O, Allah ve Resulünü sever, Allah ve Resulü de onu
severler."[41]
O
geceyi Resulullahın ashabı, Peygamberin bayrağı
yarın kime vereceğini düşünmekle geçirdiler. Güneş
doğduktan sonra İslam ordusunun askerleri Resulullahın
çadırının etrafını aldılar. Her biri, Peygamberin
bayrağı kendisine vermesini arzuluyordu. O sırada Peygamber
buyurdu:
"Ali
nerededir?"
Cevap
verdiler:
"Gözü
ağrıyor; istirahat halindedir."
Resulullah
buyurdu:
"Aliyi
getirin."
Ali
(a.s) geldi. Resulullah onun gözünün iyileşmesi için dua etti ve bu dua
sayesinde gözü iyileşti. Sonra bayrağı onun eline verdi.
Ali
(a.s) şöyle dedi:
"Ya
Resulullah! Onlarla İslamı kabul edene kadar
savaşacağım."
Resulullah
buyurdu:
"Onlara
doğru hareket et. Kaleye ulaştığın zaman önce
onları İslama davet et. Allah karşısındaki
vazifelerini onlara hatırlat. Allaha andolsun ki, eğer Allah senin
elinle bir kişiyi hidayet ederse, senin için kızıl tüylü
develere[42] sahip olmandan daha iyidir."[43]
Hz.
Ali (a.s), bu görevi başarıyla yerine getirdi ve bu güçlü kaleyi
eşsiz bir şecaatle fethetti.
Peygamberin Özel
Temsilcisi
Hicazın
müşrik kabileleri arasında putperestlik ve şirke son vermeyi
amaçlayan hareketin başlamasından yirmi yıl geçiyordu. Bu müddet
içerisinde onların yaklaşık tümü İslamın putlar ve
putperestler hakkındaki mantığından haberdar
olmuşlardı. Puta tapmanın, atalarını körü körüne taklit
etmekten başka bir mantığı olmadığını
anlamışlardı artık. Bu batıl mâbutların,
başkaları için hiçbir şey yapamaya güçleri
olmadığı gibi, kendilerinden bir zararı
uzaklaştırmaya veya kendilerine bir fayda ulaştırmaya da
güçleri yoktu. Dolayısıyla böyle mâbutlar, asla övgüye ve ibadete
layık değillerdir.
Uyanık
bir vicdan ve açık bir kalple Resul-i Ekrem (s.a.a)in sözlerini
dinleyenlerin yaşamlarında derin bir değişiklik meydana
geliyordu. Puta tapmaktan tevhide ve bir tek İlaha tapmaya
yöneliyorlardı. Özellikle Mekkenin fethinden sonra İslam
tebliğcileri özgür bir ortamda bu dinin beyanı ve tebliğine
koyuldular. Neticede şehirlerde ve köylerde halkın çoğu
putları kırdılar. Tevhit nidası Hicazın birçok
yerinden yükselmeye başladı. Fakat yine de bazı cahil ve
mutaassıp kimseler, hurafe ve hayallerle dolu, onlarca ahlakî ve içtimaî
bozuklukları beraberinde getiren kötü âdetlerinden vazgeçmiyorlardı.
Artık tüm ahlakî ve içtimaî fesatların kaynağı olan ve
insanın onuruyla bağdaşmayan putperestliğin kökünün
kurutulmasının zamanı gelmişti.
Böyle
bir zamanda Beraat (Tevbe) Suresi nazil oldu. Resulullah (s.a.a), binlerce
insanın çeşitli şehirlerden gelerek Mekkede büyük bir içtima
oluşturdukları hac merasiminde, yüksek bir sesle Allah ve Resulünün
müşriklerden beri olduğunu, dört aya kadar durumlarını
açığa kavuşturmaları gerektiğini Hicaz
müşriklerine bildirmekle görevlendirildi. Eğer tevhit dinine
girerlerse, diğer Müslümanların safına geçecekler, İslamın
maddî ve manevî imkânlarından faydalanacaklar; fakat eğer
inatçılıklarına devam ederlerse, dört aydan sonra savaşa
hazır olmaları gerekecek ve yakalandıkları yerde
öldürüleceklerdi.
Beraat
Suresinin ayetleri Resulullahın hac merasimine katılmamaya karar
verdiği bir zamanda indi. Bir yıl önce Mekke fethedildiği zaman
Allahın evini ziyaret etmişti. Sonraları "Haccetül-Veda"
diye adlandırılan haccı da o yıl değil, bir sonraki
yıl yerine getirilecekti. Bu sebepten dolayı yerine birini göndermesi
gerekiyordu. Bu amaçla önce Ebu Bekiri huzuruna çağırdı. Beraat
Suresinin ilk ayetlerini ona öğreterek, kurban bayramında bu ayetleri
hacda toplanan kalabalığa okuması için kırk kişiyle
birlikte Mekkeye gönderdi.
Ebu
Bekir Mekkenin yolunu tuttuktan sonra vahiy nazil oldu. Peygambere, bu
mesajı (henüz kimseye açıklanmamış olan Beraat Suresinin
ilk ayetlerini) ancak kendisinin veya kendisinden olan birisinin
ulaştırması, bu ikisinden başkasının bu görevi
yerine getirmeye yetkisinin olmadığı emri verilmişti.
Acaba
vahyin bildirdiği "Peygamberden" olan bu şahıs kimdi?
Fazla
geçmeden Resulullah (s.a.a), Ali (a.s)ı huzuruna çağırdı.
Mekkeye doğru hareket etmesini, Ebu Bekirden ayetleri almasını
ve ona, vahy-i İlahînin, bu görevi ya kendisinin ya da kendisinden olan
birisinin yerine getirmesini Peygambere emrettiğini, bu yüzden bu
işi kendisine devretmesi gerektiğini söylemesini emretti. Ali (a.s),
Cabir ve ashaptan bir grup ile Mekkeye doğru hareket etti. Ali (a.s),
Resulullah (s.a.a)ın özel devesine binmişti. Bir süre sonra öndeki
gruba yetişerek Resulullah (s.a.a)ın emrini Ebu Bekire iletti.
O
da ayetleri Ali (a.s)a teslim etti.
Emirül-Müminin
Mekkeye girdi. Zilhicce ayının 10. günü Cemere-i Akabenin üstüne
çıktı. Yüksek bir sesle Tevbe Suresinin ilk ayetlerini okudu ve
Resulullahın dört maddelik ihtarnamesini herkesin duyacağı bir
şekilde açıkladı.[44]
Kuran
ayetleri ve Resulullahın ihtarnamesinin müşrikler üzerinde çok büyük
etkisi oldu. Dört ay geçmeden grup grup İslama girdiler. Hicretin 10.
yılı bitmeden artık Hicazda şirkin kökü
kazılmış oldu.
Ebu
Bekir, azlinden sonra rahatsız bir şekilde Medineye dönünce
Resulullah (s.a.a)in huzuruna çıkarak şöyle dedi:
"Beni
bu iş için layık görmüştün, ama fazla geçmeden beni bu görevden
azlettin. Acaba bu konuda Allahtan bir emir mi geldi?"
Resulullah
şöyle cevap verdi:
"Allahın
elçisi geldi ve; "Sen veya senden olan birisi dışında
kimsenin bu görevi yerine getirme yetkisi yoktur." dedi."[45]