Felsefe, “var” olan bir şeyi tanımak ve onu “yok”tan ayırt etmektir. Akli
evrenbilimine felsefe demektedirler. Biz “Ali ve ilahi Felsefe” konusunda iki
boyutu ele almaya çalışacağız: Teorik ilahi felsefe ve pratik ilahi felsefe.
Eğer felsefeyi “nesnel/özdek alem karşısında insanın ussal alem oluşu” diye
tefsir edecek olursak Ali (a.s)’da ilahi bir filozoftur. Çünkü hem alemin
yaratılışı hakkında söz söylemiş ve hem de alemin sonunu gözden geçirip
açıklamaya çalışmıştır. Bu konuda o kadar derince söz etmektedir ki felsefe
aleminde hiç kimse böylesine sözler edememiştir. Ali (a.s)’ı yaratılış, ahiret
ve alemin varlık ve yokluğu hakkındaki ilahi ve derin ilmi oldukça geniş ve
kapsamlıdır. O, gözlerde tam manasıyla basiret sahibi bir filozof olarak
tecelli etmektedir. Bizzat Hz. Ali (a.s)’ın kendisi varlık aleminin yaratılışı
hakkındaki ilmi hususunda şöyle buyurmaktadır: “Ben görmediğim Rabbe ibadet
etmem.” Yani ben sadece Allah’ı tanımakla kalmadım, ben Rabbimi can gözümle
görüyorum ve ben asla görmediğim Rabbe ibadet etmedim.
Yine alemin gerçeği ve kainatın sonu hakkında da şöyle buyurmaktadır:
“Perdeler kalksa bile yakinimde herhangi bir artış olmaz.” İnsanlar ise gaflet
uykusundadırlar. Ölümleri gelince uyanırlar. Eğer tabiat aleminin varlıksal
perdeleri kenara itilecek olursa yine de Ali (a.s)’ı varlığın hakikati ve
yaratılış felsefesinin künhü hususunda yakininde herhangi bir artış
olmamaktadır. Zira onun için zaten hiçbir perde ve engel söz konusu değildir.
Vahiy, nübüvvet ve risalet hakkında da bu ilahı filozofun ilmi mümkün olan
en üst düzeydedir. Nitekim, bizzat kendisi şöyle buyurmuştur: “Ben vahyin
kokusunu alıyor ve nübüvvet nurunu görüyorum.”
O halde müminlerin emiri tanrıbilim, ahiretbilim ve vahiybilimde müşahede
makamına erişmiş bir hekim ve bir filozoftur. Bizzat Hz. Ali’nin kendisi bu üç
şuhudu şöyle tabir etmiştir: “Beni kaybetmeden önce sorun; şüphesiz ki ben,
göğün yollarını yeryüzünün yollarından daha iyi bilirim.” Dolayısıyla İslami
felsefeyi, gayb alemini şahadet aleminden daha iyi tanıyan böylesi hikmet
sahibinden almak gerekir.
İslami felsefenin temel ilkelerinden biri de nedensellik kanunudur ve
hakikatte bu nedensellik kanunu beşeri tüm düşüncelerin ve kanunların temeli konumundadır.
Nehc’ul Belaga’da Seyyid Razi’nin (Allah ondan razı olsun) içeriğinin
yüceliğini itiraf ettiği ve “bu hutbenin içeriği diğer hutbelerde yoktur”
dediği bir hutbe vardır. En derin, ilahi felsefe konularıyla dolu olan bu hutbe
Allah’a hamd ile başlamada ve şöyle devam etmektedir:
“Bizzat tanınan her şey sonradan yaratılmıştır ve başkasıyla kaim olan her
şey maluldür/sonuçtur.” Yani bizzat tanınması mümkün olan, filozofun
husuli/kesbi ilmiyle ve arifin şuhudi ilmiyle tanınan her şey artık yaratıcı
olamaz, aksine o bir yaratıktır. İlimle ulaşılabilen her şey (ister burhan ve
isterse de irfan yoluyla fark etmez) her şey bir yaratıktır; yaratıcı değil.
Zira bizzat fikir, mütefekkir ve tefekkürü yaratan ve büyük Arif Şebüsteri’nin
ince tabiriyle “cana düşünceyi öğreten” Allah, artık her hangi bir filozofun
ilminin erişeceği bir ilah değildir. Eğer arifin şuhudu varsa şahid ve şuhudu
da bizzat O yaratmıştır. Şahidi yaratan asla ona meşhut olmaz. “bizzat bilinen
her şey yaratıktır.” Bu yüzden Allah’ı ilimle değil, ayetleriyle tanımak
gerekir. “Allah sizleri nefsinden sakındırır.” Yine “başkasıyla kaim olan her
şey maluldür/sonuçtur.” Yani bir nedeni vardır. Bu şey ister maddede var olan
bir suret, ister “konu”da olan bir ilinek ve isterse de bedenle varolan bir
nefis olsun hiç fark etmez. Kendinden başkasına dayanan her şeyin mutlaka bir
nedeni vardır. Bu şey, maddi, bağımlı ve maddeye bulaşmış bir varlık ise hem
hazırlayıcı ve hem de faili/yapan bir nedene sahiptir. Ama eğer bu şey soyut
bir şey ise yani maddeye aidiyeti yok ise ve sadece faili bir ilke dayanıyorsa
yani, hululi kıyamı değil de suduri kıyamı var ise, o da hakeza maluldür, yani,
nedeni vardır. “başkası ile kaim olan her şey maluldür; bir nedeni vardır.”
Yukarıda Nehc’ul Belağa’dan naklettiğimiz bu nedensellik ilkesi varlık
alemini bir neden-sonuç ilişkiler yumağı olarak kabul etmektedir. Dolayısıyla
hem baht ve şansa inananların tesadüfünü nefyetmekte, hem bazı batılı
bilginlerin kabul ettiği tedai/çağrışım şüphesini reddetmekte ve hem de Eş’arilerin
“adet cari oldu” inancını iptal etmektedir. Zira nedensellik bu üç ekolden hiç
biriyle uyuşmamaktadır. Dolayısıyla varlığı, zatının aynısı olmayan her varlık,
bir nedene muhtaçtır. Başkasına ne hululi ve ne de suduri bir aidiyeti olmayan,
salt varlık olan varlık ise bütün sonuçların nedenidir. “Allah-u Teala
“kül”dür, (tümel bir gerçektir.) ve her şey O’nun sonuçlarıdır.”
Hz. Ali bu tümel nedensellik ilkesini başka bir hutbede de beyan etmekte ve
nedensellik nizamını inkâr eden mülhitlerin hiçbir delilinin olmadığını ve
sözlerinin hiçbir dayanağının bulunmadığını göstermektedir.
Nitekim Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Alemi mukadder/tedbir edeni inkar
edenler ve varlık aleminin müdebbirini/idare edenini reddedenler ne de
kötüdürler. Onlar; insanın hiçbir ekincinin ekmediği bir ekin olduğunu mu
sanıyorlar?” hakeza; “Acaba, akıl sahipleri için mimarsız bir bina ve
canisiz bir cinayet düşünülebilir mi?”
Hz. Ali’nin bu sözleri tümel nedensellik kanunu temsil etmektedir.
Usul-i Kafi, Kitab’ul Hüccet’te bu anlamın beyanında İmam Sadık (a.s)’dan
şöyle bir rivayet nakledilmiştir: “Allah tüm her şeyi bir sebeple cari
kılmıştır. Her sebebe bir açıklama, her açıklamaya bir ilim ve her ilme bir
kapı karar kılmıştır. O kapıyı tanıyan Allah’ı tanımış ve o kapıyı inkar eden
de Allah’ı inkar etmiştir ve bizler o kapıyız.”
O halde; varlık ve yaratılış alemi bu ilahi filozofa göre nedensellik
esasına dayalı bir alemdir ve bu alemde Allah bir neden; diğer varlıklar ise
birer sonuçtur.
Ama Allah bu alemi nasıl yarattı? Allah’ın yaratışı, maddeleri harekete
geçirmek midir? Yoksa madde ve hareketi yaratış mıdır?
Buraya kadar da anlaşıldığı üzere Ali (a.s)’ın ilahi felsefesinde bu evren
nedensellik ilişkisine dayalı bir evrendir ve Allah kendinden başka her şeyin
nedenidir. Acaba Ali (a.s)’ın söz konusu ettiği bu nedensellik, diyalektik
esasına dayalı bir nedensellik midir? Yoksa; ilahi felsefenin yüce zirvesinde
sözü edilen nedensellik midir?
Allah-u Teala’nın faaliyet türü nasıldır? Allah’ın işi “hareket” ile
birlikte midir? Yoksa hareket yüce makamından uzak mıdır? Hz Ali (a.s) bu
sorulara büyük bir dikkat ve derinlikle cevap vermektedir ki; “Ne zatı hareket
eder ve ne de zatının aynısı olan zat-i sıfatları harekette bulunur.”
Nehc’ul Belağa’da genelde bir çok hutbelerde ve özellikle de söz konusu
olan 186. Hutbede Hz. Ali şöyle buyurmaktadır: “Allah faildir; hareket
olmaksızın." Yani Allah ne fikri hareket ve ne de bedensel hareketle
nitelendirilemeyecek bir failliğe sahip bir faildir. Allah’ın failiyeti ne
nefsi hareket ile iç içe olan mütefekkir insana benzer ve ne de işlemesi için
organ ve araçların hareketiyle araç ve aletlere muhtaç olan diğer maddi
varlıkların failiyetine benzer. “Allah faildir; hareket ve aletten yararlanma
anlamında değil.”
Hazret hutbenin devamında şöyle buyurmuştur: “Allah da sükun ve hareket
cari olmaz” (228. Hutbenin devami) Allah Teala “Hareket kanununa” mahkum
değildir. Allah’ın ne hareketi ve ne de sükunu vardır. Zira bu her ikisinin
mahzeni de maddedir. Allah; maddeyi yaratan, “sabit” bir varlıktır; ne sakindir
ve ne de hareketli; “kendisinin cari kıldığı kendisine cari olur mu? Kendisinin
başlattığı kendisine döner mi? Allah’ın yarattığı kanun, kendisine hükmedebilir
mi?
Ali (a.s)’ın felsefesi salt ilahi bir felsefedir. Dolayısıyla diyalektik ve
diğer maddi görüşler bu değerli ve ilahi şahsiyetin düşünce ufuklarına
yükselemez.
O, Allah hakkında, öyle bir “zat” ispat etmektedir ki aynı ispatla bütün
zati sıfatları da beyan etmektedir. Hz. Ali şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın
künhüne ermek mümkün değildir. Zira mütefekkir, fikir ve tefekkür hep onun
mukaddes zatının nurundan vücuda gelmiş şeylerdir. Allah’ın feyzi hepsine vücut
vermiştir. Ancak buna rağmen açıkça şöyle denilebilir ki: “O’nun bir benzeri
yoktur.”
Yaratıcı ile yaratığın irtibat şekli ve yaratıcıyı yaratıkları vasıtasıyla
tanıma niteliği hakkında ise şöyle buyurmaktadır: “Allah her şeydedir;
karışmaksızın.” Yani o her şeyin içindedir, onlara karışmaksızın. Dolayısıyla
kendini Allah’tan hariç gören ve sonra da Allah’ın zatı hakkında tefekkür eden
mütefekkir biri bulunabilir mi? Hz. Ali (a.s) her mütefekkiri tefekkürüyle,
kıyasının iki önermesiyle, fikri sonucu ve delil teşkil eden burhanıyla
tümden Allah-u Teala’nın vücudi hakimiyeti altında görmektedir.
O halde hiçbir akıl Allah’ın künhüne eremez ama, bütün bunlara rağmen
kolayca şunu da idrak edebilir, “O’nun bir benzeri yoktur.” Evet bunu kolayca
anlamak mümkündür. Bir filozofun düşünce yüceliği ve bir arifin şuhut derinliği
ile, bu gerçeği anlamak olasıdır. Bu sınırı geçecek olursa hiçbir mütefekkirin
düşüncesi Allah-u Teala’nın hakikatini derk edemez. “himmetlerin yüceliği O’nu
derk edemez ve akıllar O’nun vücut denizine dalamaz.” (Nehc’ul Belağa 1.hutbe) Filozof
kimse; fikriyle ne kadar uçarsa uçsun onu tanıma zirvesine asla ulaşamaz.
Arif kimse de şuhut denizinde ne kadar yüzerse yüzsün zatının derinliklerine
asla varamaz.
Nehc’ul Belağa’nın ilk hutbesinde de okuduğunuz gibi Allah’ın ezeliyet ve
sınırsızlığıyla çelişen bir şey asla Allah’ı nitelendiremez.
“Dinin evveli, O’nu tanımak, O’nu tanımanın kemali; O’nu tasdik etmek, O’nu
tasdik etmenin kemali; O’nu birlemek, O’nu birlemenin kemali; O’na ihlaslı
olmak ve O’na ihlaslı olmanın kemali ise O’ndan sıfatları nefyetmektir.”
Bu ilahi filozofun, yaptığı derin açıklamalar sayesinde sonraları Farabi ve
Şeyh İşrak gibi öğrenciler bundan “salt şeyde ikilik olmaz” kaidesini
anlamakta, Sadr’ul Muteellihin (Molla Sadra) gibi öğrencisi ise “yalın hakikat”
gerçeğini idrak etmekte ve Allame Tabatabai gibi bir öğrenci ise (Allah
hepsinden razı olsun) zati mutlakıyet hakikatini anlamaktadır.
Bu dalgalanan deniz, bakın nasıl da delil getirmekte ve şöyle demektedir:
“O’na ihlaslı olmanın kemali, O’ndan sıfatları nefyetmektir." Allah’tan
hangi sıfatları nefyetmek gerekir? Elbette mevsuftan (nitelendirilenden) ayrı
olduğuna şahadet eden sıfatları... “O mevsuf da aynı zamanda sıfatlardan ayrı
olduğuna şahadet etmektedir.” Yani, Allah’tan selb edilmesi gereken sıfatlar
zaid/arız olan sıfatlardır. Yani; hem zaid olanın ziyadeti, zaid olunandan ayrı
olduğuna şahittir. Ve hem de zaid olunan, zaid olan şeyden ayrı olduğuna
tanıktır: “Zira her sıfat mevsuftan ayrı olduğuna şahittir ve her mevsufta
sıfattan ayrı olduğuna tanıktır.”
Hz. Ali (a.s) bu sözünün ardından ondan sıfatları nefyetmenin nasıl olur da
ona tevhitte ihlasın kemali olduğunu beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “Allah-u
Teala’yı vasf eden, O’nu eşit bilmiş, O’nu eşit bilen, O’nu ikilemiş, O’nu
ikileyen; O’nu tecziye etmiş/cüzlere ayırmış, onu tecziye eden, ise O’nu
tanımamıştır. O’nu tanımayan, O’na işaret eder, O’na işaret eden, O’nu
sınırlamış olur, O’nu sınırlayan ise O’nu saymış olur...”
O halde özetle söyleyecek olursak Allah’ı zaid olan sıfatlarla
nitelendirenler, yani; O’nu, kendinden başkasıyla eşit bilenler, gerçekte O’nu
sınırlandırmış olurlar. Sınırlandırılan bu varlık ise artık Allah olamaz. Allah
salt varlıktır, salt varlığın ise bir kenarı ve kıyısı yoktur. Salt kemal olan
şey aynı zamanda salt ilimdir. Yine salt hayattır da... hem kemalleri
sınırsızdır ve hem de kemallerle nitelendirilmesi ayniyet esasıncadır; “zata
zaid olma” şeklinde değil.
Buraya kadar söylediklerimiz Hz. Ali (a.s)’ın teorik ilahi felsefe hakkında
beyan ettiklerinin bir özetiydi. Pratik ilahi felsefe ise Ali (a.s)’ın mukaddes
hayatı ve siretidir. Bu konuda da bizzat şöyle buyurmuştur: “Allah’ın benden
büyük ayeti yoktur.”
Ali (a.s)’ın gerçek makamı, “bu yırtık ayakkabım; sizlere yönetici
olmaktan, benim için daha değerlidir.” demesi değildir. Fakirin biri yardım
dileyince Hz. Ali temsilcisine şöyle buyurdu: “Bu fakire bin tane ver,”
temsilcisi şöyle arz etti, “bin miskal altın mı yoksa bin miskal gümüş mü, vereyim?”
Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Her ikisi de bana göre taştır” hem altın, Ali
(a.s)’a göre taştır ve hem de gümüş. Birisi sarı taştır, diğeri ise beyaz ama,
bunlar Ali (a.s)’ın gerçek makamı değildir. Bu sonsuz denizin azametinin bir
parçasıdır. Hz. Ali (a.s)’ın çok küçük öğrencileri de bu manevi makamlara
erişmişlerdir. Ali (a.s) bir yerde; “Yol uzunluğundan ve azığın azlığından,
uzun yolculuktan ve varılacak yerin azametinden Allah’a sığınırım.” (Nehc’ul
Belağa 77. Hikmet) diye buyurmuşsa şüphesiz ki makamı bundan daha yücedir.
Sahi, yolu Ali (a.s) için uzak olan bu yolculuk nedir? Bu yolculuk Allah’a
gitmek midir? O Resulullah’ın yoldaşıdır. O halde bu yolculuk nedir?
Allah’a doğru seyretmeyi bizlere oğlu Ali bin Hüseyin (a.s) öğretti ve bu
yolu kat edenler için hiç de uzak bir yol olmadığını bizlere gösterdi.
“şüphesiz sana gelen kimse için bu yol yakındır. Şüphesiz sen, kullarımdan
örtülü/gizli değilsin; kulların ameli seni onlardan gizlemiştir.”
Allah’a doğru seyretmek salikler/yolcular için sadece iki adımdır.
“Salikin yolu sadece iki adımdır.
Her ne kadar bir çok tehlikesi olsa da
Birisi “hüviyet”in “ha”sından geçmek,
İkincisi varlık sahrasını kat etmektir.”
Ali (a.s) için ne Allah’a doğru gitmek uzaktır ve ne de gizli olan Allah’ın
mesajını insanlara ulaştırmak zordur. Ali (a.s) için ne Allah’tan geliş ve ne
de Allah’a dönüş zordur. Zira bu yolculuk, Allah’a doğru yapılan bir
yolculuktur ve Ali (a.s) bu yolculuğun sonsuz deryasına dalmıştır.
Ama sen ey Nehc’ul Belağa’nın muhatabı, sen kendini tevil et, hayatı değil.
Hz. Ali (a.s)’ın beyanı gerçekte Nehc’ul Belağa’nın muhatapları için bir talim
ve terbiye gibidir: “Ey insan uyan! Azığın az, yolun ise uzundur.”
Bir adımı kendine, diğerini ise dostun sokağına at.
“Azığın azlığından, yolun uzunluğundan ve (Allah’tan Allah’a) seferin
uzaklığından Allah’a sığınırım.
Ali (a.s) hakkın habercisidir. Hakkı hak gözüyle görmüştür. O, ilahi
göklerde hakla seyretmek/sefer etmek ister. Yoksa dost vadisine ayak basan,
haber getiren ve sürekli dostla olan kimse için bu yol zor değildir. Ali (a.s)
Allah’a ne cehennem korkusundan ve ne de cennet şevkinden ibadet etmiş
değildir. O Allah’ı ibadete layık gördüğü için ibadet etmiştir. “seni ibadete
ehil buldum da sana ibadet ettim.”
Merhum Kuleyni değerli eseri Kafi’de şöyle nakletmektedir: “Ali (a.s)
Muaviye ile savaşa giderken bir hutbe buyurdu. Bu hutbesinde kulları Allah
yolunda cihada davet etti. Ali, (a.s) hutbenin başlangıcında şöyle demektedir:
“O, tek ve samed olan Allah’tır Allah varolan bir şeyden yaratmamış ve olmayan
bir şeyden de vücuda getirmemiştir.” (Bu hutbe oldukça uzun bir hutbedir biz
sadece bu hutbenin nüktelerinden birini zikrediyoruz.)
Bu hutbede Hz. Ali; derin bir şekilde, mülhitlerin şüphesini
reddetmektedir. Öyle ki merhum Kuleyni bu hadisi naklettikten sonra şöyle
demiştir: “Bu hutbe Hz. Ali (a.s)’ın meşhur hutbelerindendir ve bu hutbe
düşündüğü ve anladığı taktirde tevhid ilmini talep eden herkes için yeterlidir.
Peygamber dışında tüm insan ve cinlerin dili bir araya toplansa, hiç birisi
tevhidi böylesine beyan edemez.” Yani; içlerinde vahiy ehli ve Peygamberin
olmadığı bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler ilahi felsefeyi
böylesine beyan edemezler.
Mülhitlerin şüphesi ise onların söylediği şu sözdür:
“Allah alemi ya bir “şey”den ya da “şey olmayandan” yaratmıştır. “şey
olmayan” kelimesinin sonuna “den” eki getirilemez. Zira; “bir şey”
değildir. O halde Allah alemi “şey”den yaratmıştır. O halde madde ezelidir.”
Hz. Ali (a.s) ise bu sözü red ederek şöyle buyuruyor: “Ne Allah
“şey”dendir, ve ne de Allah’in işi, “bir şey”den...Allah “şey”dir; “bir şey”den
değildir. Ve Allah yaratmıştır; bir şeyden değil. “Bir şey olmaksızın”
yaratandır.
Daha sonraları merhum Muhakkik Damat (Kabasat kitabının yazarı); Merhum
Kuleyni’nin sözünü Şerh-i Usul-i Kafi’de şöyle dile getirmektedir: “Bir şeyden”
sözü “bir şeyden olmaksızın” sözü ile çelişmemektedir. Dolayısıyla biri olmazsa
diğeri olmalıdır denilemez. Hz. Ali de şöyle buyurmuştur: “Allah evreni “bir
şeyden” yaratmamıştır ki maddenin ezeliyeti gereksin. Ve aynı zamanda: “şey
olmayan"dan da yaratmamıştır ki o “şey olmayan” madde sayılsın. Zira; akli
kaide esasınca da her şeyin çelişiği, çeliştiği şeyi yok eder. “şeyden”in
çelişiği ise “bir şeyden değil” sözüdür; “şey olmayandan” değil.
Sözün sonunda şu noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Müminlerin Emiri Ali
(a.s) Kur’an-ı Kerim hakkında şöyle buyurmaktadır: “Allah-u Teala kullarına;
kitabında tecelli etmiştir, lakin; onlar, görmüyorlar."
Söylemek gerekir ki bizzat Hz. Ali de kitabında insanlar için tecelli
etmiştir. “Ey insanlar! Kaybetmeden önce Nehc’ul Belağa’yı sorun.” Sadece
nasihatleriyle yetinmeyin, hitabeleriyle iktifa etmeyin. Toplumsal ve ahlaki
meselelerle yetinmeyin, elbette bunların hepsi lazımdır ama, yeterli değildir.
Çünkü, bu sözler, diğer kitaplar da mevcuttur.
İnançlarımızın temeli olan şey, Allah’ı ve ahireti ispat etmek, vahiy ve
risaletin gerekliliğini akli burhanlarla beyan etmektir.
İnsanda bütün bunlara inanç ortaya çıkınca; ister istemez vahye teslim olur
ve beyan edilmiş anlamlara gönül verir. O zaman da Allah-u Teala katında burhan
ile sabit kılınır. Bütün bu burhanları Nehc’ul Belağa kitabında
okuyabilirsiniz. Allah-u Teala enbiya, evliya, Allah’ın büyük velisinin
mukaddes ruhu hatırına kalplerimizi kitap, itret ve sünnet marifetiyle
aydınlatsın.
Allah’ın selam rahmet ve bereketi üzerinize olsun.