Alevi Mektebi Sitesi

 

Hz. Ali’nin Mazlumiyeti ve Şikayetleri

 (Şıkşıkıye Hutbesi)

2. Bölüm

“Ta ki birincisi böylece yolunu tamamlayıp, hilafeti kendinden sonraki falana (İbn-i Hattab’a) verdi, gitti.

(Hz. Ali daha sonra A’şa’nın şu beytini okudu.)

“Cabir’in kardeşi Hayyan’ın yanındaki hayatımla

Şimdiki hayatım arasında ne benzerlik var!”

 (Ben şimdi her gün sıcak havada çalışıyorum, o zaman ise nimetler içinde yüzüyordum.)

Ne kadar ilginç! Yaşarken halkın kendisini bırakma­sını isterdi. Ama ölümden sonra kendi yerine öbürünün geç­mesini sağladı. Bu iki kişi hilafeti devenin iki memesi gibi kendi aralarında paylaştılar. Hilafeti öyle sert ve kaba bir yere attı ki sertliği insanı derinden yaralar, ol­dukça kaba davranırdı.

Hilafeti boyunca oldukça düştü, sürçtü. Habire sürçtükçe özür dileyip durdu, hilafet sahibi, huysuz bir deveye binmişe benzerdi. Öyle bir deve ki yularını çekse burnu yırtılır, ya­ralanırdı, dizginlerini salsa kendi nefsini yokluğa, helake atardı.

Allah’ın bekasına ( yüce varlığına) and olsun ki, insanlar onun zamanında birçok ihtilafa düştü, huysuzlaştıkça huysuzlaştı, renkten, renge büründü ve birbirini suçladı. Ama ben bu uzun zaman boyunca birçok zahmet ve mihnete düş­meme rağmen yine de sabretmesini bildim.”

Şerh ve Tefsir

İkinci Halife Dönemi

Hz. Ali (a.s) bu hutbenin başka bir bölümünde ikinci halifenin dönemine işaret etmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Ta ki birincisi yolunu tamamlayıp, gitti.”[1]

Daha sonra şöyle devam etmektedir: “Onu kendinden sonraki falana (İbn-i Hattab’a) verdi.”

“Edla” kelimesi “delv” kökünden alınmıştır. Kuyudan su çekmekte kullanılan iple bağlı kovaya “delv” dendiği gibi, bu kavram ödül, rüşvet veya zahmet hakkı olarak birine bir şey verme hususunda da kullanılmaktadır. Kur’an- ı Kerim bu konuda şöyle buyurmaktadır: “O malları hakimlere vermeyin.” [2]

İbn-i Ebil Hadid Mutezili burada şöyle diyor: İkinci halifenin hilafeti hakikatte birinci halifenin bir takım işler karşılığında kendisine verdiği bir mükafattı. Ebu Bekir’in hilafetini sağlamlaştıran, muhalifleri ezip sindiren, Zübeyr’in kılıcını kıran, Mikdad’ı geri iten, Sa’d bin Ubade’yi Sakife’de ayaklar altına alan ve “Sa’d’ı öldürün Allah onu öldürsün!” diyen ve Sakife günü “Hilafet hususunda yeterli bir tecrübe ve ilme sahibim” diyen, Hubab bin Münzir’in burnunun üzerine vuran ve onu susturan ikinci halifeydi. Haşimi oğullarından Fatıma’nın (a.s) evine sığınanları tehditle dışarı çıkaran yine oydu.

Daha sonra ikinci halife hakkında şöyle demektedir: “Eğer ikinci halife olmasaydı Ebu Bekir için hiçbir şey sabit kalmaz ve hiçbir şey ayakta durmazdı.”[3]

Buradan da anlaşıldığı üzere “edla” tabiri bir çok ince nükteleri de içermektedir. Hz. Ali (a.s) daha sonra meşhur şair A’şa’nın [4] şiirini örnek vermektedir.

“Cabir’in kardeşi Hayyan’ın yanındaki hayatımla

Şimdiki hayatım arasında ne benzerlik var!”

 (Ben şimdi her gün sıcak havada hayatımı temin etmek için çölleri kat ediyorum, o zaman ise nimetler içinde yüzüyordum.)[5] 

Yani ben Resulullah zamanında saygın ve herkesten ona daha yakın, hatta Resulullahın nefsi konumundaydım. Ama, ondan sonra beni geri ittiler, inzivaya sürüklediler. Herkesten daha çok layık olduğum hilafeti kendi aralarında elden ele dolaştırdılar. Bazıları ise Hz. Ali’nin bu şiiri örnek vermesinden maksadının kendi hilafetiyle önceki üç halifenin hilafetini mukayese etmek olduğunu söylemişlerdir. Yani onların hilafeti büyük bir özür ve rahatlık içinde geçti. Oysa Hz. Ali’nin (a.s) hilafeti döneminde asr-ı saadetten uzak düşüldüğü ve düşmanların yaygınlaşan kışkırtmaları sebebiyle korkunç olaylar ve fırtınalar koptu. (Elbette bu ihtimal A’şan’ın kendi halini Hayyan’ın haliyle mukayese ettiği takdirde söz konusudur).[6]

Hz. Ali (a.s) daha sonra burada başka ilginç bir olaya işaret etmekte ve şöyle buyurmaktadır:                 

“Ne kadar ilginç! Yaşarken halkın kendisini bırakma­sını isterdi. Ama ölümden sonra yerine öbürünün geç­mesini sağladı.”

Bu söz Ebu Bekir’den nakledilen meşhur bir söze işarettir. Ebu Bekir hilafetinin ilk günlerinde halka hitap ederek şöyle demişti: “Beni bırakın, ben sizin hayırlınız değilim.” Bazıları ise bu sözü başka bir türlü nakletmiştir: “Hayırlınız olmadığım halde, beni hilafet makamına seçtiler.”[7]

Bu rivayet her iki şekilde de onun hilafeti kabule meyilli olmadığını göstermektedir. Bazılarının söylediğine göre ya hilafet işine itina göstermiyordu veya Hz. Ali (a.s) var iken kendini bu makama layık görmüyordu. Her iki haliyle de bu söz, ömrünün sonunda yaptığı işle örtüşmemektedir. Bu, Hz. Ali’nin (a.s) karşısında şaşırıp kaldığı bir şeydir. Zira o bu geçmişine rağmen halkın fikir ve görüşlerine müracaat etmeksizin çok acele bir şekilde hilafetin hemen intikali için gerekli şartları hazırladı.

Hz. Ali (a.s) konuşmasının bu bölümünde şöyle buyurmaktadır: “Bu iki kişi hilafeti devenin iki memesi gibi kendi aralarında paylaştılar.”

“Zer’” meme anlamındadır. “Teşettera” ise bir şeyin bir bölümü, parçası anlamındadır.

Bu, sırayla bir şeyden istifade eden kimseler hakkında çok ilginç bir benzetmedir. Zira dişi devenin dört memesi vardır. Birbiri ardınca ikişer sıra halinde durmaktadır. Genelde süt sağarken de ikişer memesi sağılmaktadır. Bu yüzden Hz. Ali (a.s) da bu tabirinde iki meme ifadesini kullanmıştır. “Teşettera” tabiri her ikisinin, o memelerin bir bölümünden istifade ettiğine, diğer bir bölümünü ise öbürüne bıraktığına işaret etmektedir. Velhasıl bu tabir olayın önceden tezgahlandığına ve tesadüfi bir şey olmadığına delalet etmektedir.  

Bir Sorunun Cevabı

Bazıları burada Ebu Bekir’den nakledilen ve hayırlıları olmadığı için biatlerini geri almasını istediğini belirten sözlerin aynısının Nehc’ul- Belağa’da Osman’ın katlinden sonra Hz. Ali (a.s) tarafından da halka hitaben söylenmiş olduğunu ifade etmektedirler. Evet Hz. Ali (a.s) 92. hutbede şöyle buyurmaktadır: “Eğer beni bırakırsanız, ben de sizden biri gibiyim. Belki de sizin emir olarak seçtiğiniz kimseye oranla ben daha çok dinleyen ve itaat eden biri olacağım. Benim size vezir olmam, emir olmamdan daha hayırlıdır.”

Burada İbn-i Ebil Hadid’in bir sözü vardır ve bizim de söyleyeceğimiz bir sözümüz vardır. İbn-i Ebil Hadid bu konuda şöyle diyor: “İmamiye Şiası bu soruya bir cevap vermiştir ve Ebu Bekir’in sözü ile Ali’nin (a.s) sözü arasında büyük bir farklılık olduğunu beyan etmiştir. Ebu Bekir; “Ben sizin hayırlınız değilim, dolayısıyla hilafete layık değilim; zira halife herkesten daha salih olmalıdır.” derken Ali Hz. (a.s) asla böyle bir şey dememiştir. O sadece hilafeti kabul ettiği takdirde fitnecilerin fitne koparmasından çekinmiştir. [8]

Daha sonra İbn-i Ebil Hadid şöyle diyor: “bu söz İmamet şartının efzeliyet (en üstün olma vasfı) olduğu takdirde doğrudur.” (Burada bazılarının Hz. Ali’nin halifenin efzel (en üstün) olması gerektiğine inanmama ihtimaline işaret edilmektedir ki bu söz akıl ve mantık ile örtüşmemekte, ifadesi bile büyük bir ayıp sayılmaktadır.

Ama biz, konunun bundan çok daha yüce olduğunu ifade etmek isteriz. Eğer bizzat delil olarak öne sürdükleri 92. hutbeyi dikkatle inceleyecek ve bu cümleler arasında var olup delil gösterme makamında gizletilen tabirleri göz önünde bulundurursak Hz Ali’nin (a.s) sözünün delili açıklığa kavuşur. Hz. Ali (a.s) açık bir şekilde şöyle buyurmaktadır: “Ben, “beni bırakıp başkasının yanına gidin” diyorsam bu farklı çehreleri ve çeşitli boyutları olan bir işi karşılamaya gittiğimiz sebebiyledir. Öyle şeylerdir ki bu, kalpler karşısında sağlam, akıllar ise sabit kalmamaktadır.” (İslami emirlerin ve nebevi öğretilerin bu müddet boyunca tümüyle değiştiği sebebiyle ve mecburen devrimci hareketlere girişmesi gerektiğine ve bir takım kimselerin muhalefetiyle karşılaşacağına işaret etmektedir.) Daha sonra şöyle buyurmaktadır: “Zira ufukların yüzünü (gerçekleri) karanlık bulutlar kaplamış, hakkın doğru yolu kaybolmuş ve bilinmez kalmıştır.”

Daha sonra asıl konunun da yer aldığı şu cümleyi buyurmaktadır: “Biliniz ki eğer davetinizi kabul edecek olursam bildiğim şeyler esasınca sizlere davranacağım. Onun bunun kınamasına asla aldırmayacağım.” (O halde bana biat etmeniz sizler için zor olacaktır, buna hazırlıklı değilsiniz, başkasına gidiniz.)

Hz. Ali’nin (a.s) hilafet işinde efzel (en üstün) olmayı farz kabul ettiğinin delili ise başka hutbede buyurduğu şu sözdür: “Ey insanlar imamet ve hilafete en layık olanınız bu konuda en güçlü ve ilahi emirleri en iyi bileninizdir.”[9]

O halde Hz. Ali (a.s) ile Ebu Bekir’in sözlerini kıyas etmek bile çok yanlış bir tutumdur. Zira bu iki kelam arasında hiçbir benzerlik yoktur.

Bu konuya İbn-i Ebil Hadid’in birinci halifenin sözünü tevil etme makamında söylediği sözü naklederek son veriyoruz. O şöyle demektedir: İmamet hususunda efzel (en üstün) olmayı şart koşmayanlar sadece bu rivayet hakkında değil, hiçbir benzeri konuda problem yaşamamaktadır. Hatta bunu kendi inançlarına bir delil kabul etmektedirler. Zira birinci halife şöyle demiştir: “Ben hayırlınız olmadığım halde, halife seçildim.”

“Beni bırakın” rivayetini kabul edenler de şöyle demişlerdir: “Bu söz ciddi bir söz değildi. Birinci halifenin maksadı halkı imtihan etmek ve onların kendisine ne kadar muvafık veya muhalif; dost veya düşman olduğunu görmek içindi.”[10]

Bu tür tevillerin zayıflığı herkesçe bilinmektedir. Zira herkesin itirafı gerçek anlamında yorumlanmalıdır. Bu konuda yapılan teviller burada maalesef olmayan apaçık delilleri gerektirmektedir. Başka bir tabirle bu itiraf her mahkemede gerçek bir itiraf olarak kabul görür ve mukabilinde hiç bir açık delil olmadığı takdirde hiç bir özür kabul edilmez.

Daha sonra ikinci halifenin şahsiyeti, özel sıfatları ve zaman ve muhitinin niteliği hakkında şöyle buyurmaktadır:

 “Hilafeti öyle sert ve kaba bir yere attı ki sertliği insanı derinden yaralar, ol­dukça kaba davranırdı. Hilafeti boyunca oldukça düştü, sürçtü. Habire sürçtükçe özür diledi.”

“Havza”[11] kelimesi burada hakikatte ikinci halifenin özel sıfatlarına ve ahlakına işaret etmektedir. Hz. Ali (a.s) gerçekte onun için dört sıfat zikretmiştir. Bunların birincisi kabalık olup “yeğluzu kelmuha”[12] tabiri onunla muhatap olma sebebiyle ruh veya cisimde oluşan şiddetli yaralanmaya işarettir.

İkinci sıfatı ise davranışlarındaki şiddet ve huşunettir ve “yahşinu messuha” tabiriyle zikredilmiştir. O halde “havzetin haşna” (şiddet sahibi), kendisinden sonraki söz ve davranışlarda şiddet anlamını içeren iki cümle ile tefsir edilmiştir.

Üçüncü niteliği ise aşırı yanlışlıklarıdır. Dördüncü niteliği ise bu yanlışlıkları sebebiyle sürekli özür dilemesidir. Bunlara da “yeksurul isaru fiha”[13] (sürçmeleri çoktu) ve “vel i’tizaru minha” (özür dilemesi de çoktu.) cümlesi ile işaret edilmiştir.

İkinci halifenin aşırı yanlışlıkları, özellikle ahkam beyanındaki hataları, defalarca özür dilemesi ve tavırlarındaki kabalık hususunda İslam tarihinde, hatta Ehl-i Sünnet alimlerinin tevil ettiği kitaplarda bir çok bilgiler yer almıştır. Biz nükteleri beyan ederken bunun bazılarına işaret etmeye çalışacağız.

Daha sonra Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Hilafet sahibi, huysuz bir deveye binmişe benzerdi. Öyle bir deve ki yularını çekse burnu yırtılır, ya­ralanırdı, dizginlerini salsa düşünmeden nefsini yokluğa, helake atardı.”[14]

Hz. Ali (a.s) bu cümlesinde kendisinin ve müminlerden bir grubun ikinci halife dönemindeki halini beyan etmektedir. Yukarıda ikinci halifede var olduğuna işaret edilen ahlaki niteliklere rağmen birisi ona karşı çıkacak olsaydı iş ihtilafa varacak ve Müslümanlar arasında büyük bir tehlike yaratılmış olacaktı. Eğer susacak ve her şeyin doğru olduğunu ima edecek olursa o takdirde de İslam ve İslami hilafeti tehdit eden çok büyük tehlikeler ortaya çıkacaktı. Hakikatte sürekli iki yol ayırımında kala kalmışlardı. Halifeye karşı koyma tehlikesi ve İslami maslahatların kaybolma tehlikesi. . . Bu yüzden sonraki cümlelerde Hz. Ali (a.s) onun dönemiyle ilgili kendisinin ve halkının rahatsızlığını dile getirmekte, Müslümanların gittikçe artan problemlerini beyan etmektedir.

Nehc’ul Belağa’yı şerh eden bazı kimselerin verdiği bir ihtimale göre de “ sahibuha” kelimesindeki “ha” zamiri salt hilafete dönmektedir. Yani hilafetin tabiatında daima bu iki tehlikeden biri gizlidir. Eğer hilafetin başında olan kimse her şeye kesin bir şekilde karşı çıkacak olursa büyük tepkilere maruz kalacaktır. Yok eğer işi kolay tutar ve görmezlikten gelirse bu durumda da sapıklığa ve yanlışlıklara düşme tehlikesi ile karşı karşıya kalır ve neticede bir çok İslami değerler ortadan silinir gider.

Ama var olan delillerin de gösterdiği gibi maksat birinci anlamdır. Nitekim önceki ve sonraki cümleleri dikkatle inceleyecek olursak bu nükte çok açık bir şekilde anlaşılacaktır. [15]

Daha sonra Hz. Ali (a.s) halkın problemlerini ve kendi sorunlarını beyan ederek şöyle buyurmaktadır:

“Allah’ın bekasına (varlığına) and olsun ki insanlar onun zamanında ihtilafa düştü, huysuzlaştı, renkten, renge büründü ve birbirini suçladı.”[16] 

Bu cümlede ikinci halife zamanındaki insanların dört ruhsal ve davranışsal niteliğine işaret edilmiştir. Bunların çoğunu da devletin başındaki kimseden almışlardı. Zira her zaman için devlet başkanının davranışlarının halk arasında büyük bir yankısı olmuştur. Bu yüzden eskiden de şöyle denmiştir: “İnsanlar yöneticilerinin dinleri üzeredir.”

Bu ruhsal ve davranışsal niteliklerin birincisi toplumda bir çok sorunlara ve uyumsuzluklara neden olan düşüncesiz hareket ve kararlardır.

İkinci nitelik ise ilahi kanunlara ve toplumsal yasalara isyan etmektir.

Üçüncü nitelik ise sürekli renk değiştirmek, bir yoldan diğer yola girmek, bir gruptan ayrılmak ve başka bir gruba katılmak ve hiç bir sabit hedefi olmaksızın yaşamak anlamındadır.

Dördüncü nitelik ise hak yoldan sapmak ve doğru olmayan yolda hareket etmektir.

Şüphesiz ileride de detaylıca anlatacağımız gibi ikinci halife dönemindeki dış siyaset, İslami fetihler ve Hicaz bölgesi dışındaki ilerlemeler, bu hükümetin şekli hakkında bir çok insanın zihninde iyimserlik yaratmış, bütün boyutlarıyla başarılı olduğunu sanılmış ve İslam camiasının ilk sorunlarını daha az düşünür olmuşlardı. Halbuki Hz. Ali’nin (a.s) de bu cümlelerde işaret ettiği gibi bir grup Müslüman yapılan hatalar, yanlışlıklar, beceriksizlikler ile Kur’an nasları ve Peygamber (s.a.a) karşısında içtihatta bulunmalar sebebiyle itikat, amel ve ahlaki meselelerde bir çok sapıklıklara düçar olmuştu. Gerçekte yavaş yavaş gerçek İslam’dan uzaklaşıyordu. Bütün bunlar üçüncü halife zamanında büyük kıyamların vücuda gelmesine, Peygamber (s.a.a) asrındaki İslami hükümet ile hiç bir benzerliği olmayan Emevi ve Abbasi halifelerinin diktatör hakimiyetleri için gerekli ortamın oluşmasına sebep oldu. Hiç şüphesiz bu ilginç değişimler öyle bir gecede olmadı, halifeler dönemindeki sürekli yapılan hatalar sonunda işi buraya vardırdı.

Hz. Ali (a.s) bu sözünün devamında şöyle buyurmaktadır: “Ama ben bu uzun zaman boyunca bir çok zahmet, mihnete düş­meme rağmen yine de sabrettim.”

Tıpkı birinci halife dönemindeki gibi sabretti. Ama şartlar biraz daha karmaşık olduğundan ve süresi uzadığı için Hz. Ali’nin (a.s) bu dönemdeki dertleri ve sıkıntıları daha da artmıştı.

Nehc’ul Belağa’yı şerh eden bazı kimseler şöyle demiştir: “Hz. Ali (a.s) burada rahatsızlığına sebeb olan iki şeye işaret etmektedir. Birincisi hilafet merkezinden uzaklaşmasının uzun sürmesi ve hilafetin kendisinden uzaklaşması. . . İkincisi de halkın dini işlerinde gerçek bir düzenin olmayışı hususunda hilafetin asıl merkezden uzaklaşması neticesinde vücuda gelen olaylar ve durumlar sebebiyle oluşan sıkıntılar ve rahatsızlıklar. . . Ama velhasıl daha önemli olan maslahatlar Hz. Ali’nin (a.s) sabretmesini ve daha az önemli olan şeyi daha çok önemli olan şeye feda etmesini gerektiriyordu.

Bu durum ikinci halifenin hilafetinin sonuna kadar da olduğu gibi devam etti 

Nükteler

1- İkinci halife döneminde ahlaki şiddetten bazı örnekler.

İkinci halifenin ruh haleti, özellikle de hilafeti döneminde takındığı tavırlar hususunda Ehl-i Sünnet bilginlerinin hadis ve tarih kitaplarında bir çok bilgiler yer almıştır. Bunlar, Hz. Ali’nin (a.s) bu hutbede söylediği şeyleri tümüyle onaylamaktadır. Bu hususlar çok olmakla beraber biz sadece aşağıdaki bir kaç örneğe işaret edeceğiz:

a- Merhum Allame Emini el-Gadir kitabının 6. cildinde Ehl-i Sünnetin meşhur kitaplarından (Sünen-i Daremi, Tarih-i İbn-i Esakir, Tefsir-i İbn-i Kesir, İtkan-i Suyuti, Durr’ul- Mensur, Feth’ul Bari ve benzeri. . .) bir çok senetle Sebyağ’il Iraki adlı şahıs hakkında çok ilginç hikayeler nakletmektedir. Tarihin de açıkça gösterdiği gibi bu şahıs oldukça araştırmacı biriydi ve Kur’an ayetleri hakkında sürekli soru sorardı. Ama Ömer onun sorduğu sorular karşısında ona öyle bir sert ve şiddetle davrandı ki bugün bile bu tutum karşısında hepimiz şaşıp kalmaktayız. Örneğin birisi Ömer’in yanına gelerek ona şöyle dedi: “Biz Kur’an’ın zor ayetlerinin tevili hususunda sorular soran bir şahıs gördük.”

Ömer şöyle dedi: “Allah’ım, bana güç ver de onu ele geçireyim.” Ömer bir gün otururken yanına bir şahıs geldi, başında sarığı vardı. Ömer’e dönerek şöyle dedi: “Ey Müminlerin emiri, “vezzariyati zerven, felhamilati vikren” (Tozdurup savuranlara, yükünü yüklenenlere. . .) ayetinden maksat nedir? Ömer, “Sen şüphesiz benim aradığım adamsın” dedi ve ayağa kalkarak kollarını sıvadı ve sarığı yere düşünceye kadar onu kırbaçladı. Daha sonra ona şöyle dedi: “Allah’a yemin olsun ki eğer başını tıraş etmiş görseydim (Öyle anlaşılıyor ki başını tıraş etmek haricilerin bir özelliği idi ve kökleri Müminlerin emiri Hz. Ali’den (a.s) öncelerine kadar uzanmaktadır.) boynunu vururdum.”

 Daha sonra ona bir elbise giydirmelerini ve deveye bindirip memleketine göndermelerini emretti. Ardından bir hatibin minbere çıkıp Sebyağ’il Iraki’nin ilim ararken hataya düştüğünü, bu yüzden herkesin kendisinden uzaklaşmasını ilan etmesini emretti. Bu şahıs naklettiğimiz bu olaydan sonra, önceden kavminin büyüğü sayıldığı halde ömrü boyunca aşağılandı ve halk arasında hor görüldü. [17]

Nafi’den nakledilen başka bir rivayete göre de Sebyağ’il Iraki sürekli Kur’an hakkında bir takım sorular soruyordu. Mısır’a gelince Amr bin As onu Ömer’in yanına gönderdi. Ömer ağaçtan bir dalın koparılıp kendisine getirilmesini emretti. Bu dal ile yaralayıncaya kadar onun sırtına vurdu ve ardından serbest bıraktı. Bir müddet sonra iyileşince yine aynı şeyleri başına getirdi. Ardından iyileşinceye kadar kendisini bıraktı. Üçüncü defa aynı şeyi yapmak isterken Sebyağ’il Iraki Ömer’e şöyle dedi: “Eğer beni öldürmek istiyorsan güzel bir şekilde öldür, bana eziyet etme; yok eğer yaralarımı iyileştirmek istiyorsan Allah’a yemin olsun ki iyileşmiş durumdadır.”

Ömer ona memleketine dönmesi için izin verdi. Ebu Musa Eş’ari’ye de mektup yazarak Müslümanlardan hiç kimsenin onunla konuşmamasını emretti. Bu emir Sabyağ’il Iraki’ye çok zor geldi. Ebu Musa Eş’ari, Ömer’e bir mektup yazarak onun tümüyle sözlerinden dolayı tövbe ettiğini ve Kur’an ayetleri hakkında asla soru sormadığını yadı. Ömer de böylece halkın onunla oturup kalkmasına izin verdi. [18] 

Başka bir rivayette (onun Ömer ile çok çeşitli hikayaleri olması da muhtemeldir) ise Sebyağ’il Irak’inin hikayesi şöyle nakledilmiştir: O Medine’ye girdi ve orada sürekli Kur’an’ın müteşabih ayetlerini sordu. Ömer hurma ağacından kopardığı bir dalı eline alarak onu çağırdı, ona; “Sen kimsin” diye sordu. O; “Ben Allah’ın kulu, Sebyağ’il Iraki’yim” dedi. Ömer elindeki dal ile kafasına vurdu ve şöyle dedi: “Ben de Allah’ın kulu Ömer’im.” Ardından başı kanlar içinde kalıncaya kadar elindeki dal ile kafasına vurdu. Sebyağ’il Iraki dayanamayıp şöyle dedi: “Ey Müminlerin emiri, yeter artık, kafamda var olan şeyler de gitti.” (Artık Kur’an’ın müteşabih ayetlerinden bahsetmeyeceğim.)[19]

İlginç olan husus da şu ki onun Kur’an ayetleri hususunda herhangi bir kötü niyet taşıdığı hiç bir rivayette yer almamıştır. O bazen Kur’an’ın müteşabih ayetlerini, bazen Kur’an harflerini ve bazen de Zariyat suresinin ilk ayetlerini soruyordu. Bu olay öyle anlaşıldığı üzere sadece Sebyağ’il Iraki ile ilgili de değildir. Abdurrahman bin Yezid’in naklettiğine göre başka birisi de Ömer’e “ve fakiheten ve ebba” ayetini sordu. Ömer halkın da bu konuda konuştuğunu görünce eline kırbacı alıp ona saldırdı.”[20]

b- Başka bir rivayette yer aldığına göre ise adamın biri, “vel-cevaril kunnes” ayetinden maksat nedir?” diye sordu. Ömer elindeki sopayla sarığına vurdu ve onu yere attı. Ona; “Sen Hururi misin? Dedi. (Hururi İslam’dan çıkan kimselere denmektedir.) Daha sonra şöyle devam etti: Ömer’in canı elinde olan Allah’a yemin olsun ki eğer kafanı tıraş ettiğini görseydim bu düşünceler kafandan çıkıncaya kadar seni döverdim.”[21] (Öyle anlaşılıyor ki başını tıraş etmek haricilerin bir özelliği idi ve kökleri Müminlerin Emiri Hz. Ali’den (a.s) öncelerine kadar uzanmaktadır.)[22]

Acaba gerçekten Kur’an hakkında soru soran kimseleri hiç bir cevap vermeden kırbaçlamak veya sopa ile dövmek mi gerekir!? Hatta bazı dinsiz ve münafıklar halkın zihnini bulandırmak için de olsa Kur’an hakkında bir takım sorular sorduğunda halifenin görevi hemen sopa ve kırbaçla cevap vermek mi olmalıydı, yoksa ilk önce ilmi ve mantıksal açıdan izah etmek, daha sonra kabul etmediği takdirde tenbih etmek mi?

Halife bu soruların cevabını veremediği için mi kızıp dövmüştü, yoksa bunun başka bir delili mi vardı? Ama öyle anlaşılıyor ki halife bu konuda şüphede olan kimseleri bile dövüyor, hakaret ediyor ve sarıklarını yere atıyordu!

c-İbn-i Ebil Hadid Nehc’ul Belağa şerhinde Ömer hakkında şöyle dendiğini nakletmektedir: “Ömer’in kırbacı Haccac’ın kılıcından daha korkunçtu.”

İbn-i Ebil Hadid daha sonra şöyle diyor: “Sahih hadislerde yer aldığı üzere bazı kadınlar Resulullah’ın (s.a.a) yanına gidip orada gürültü yaptılar. Ömer gelince hepsi korkudan kaçmaya başladı. Ömer onlara şöyle dedi: “Ey kendi kendilerinin düşmanları, benden korkuyorsunuz da Resulullah’tan (s.a.a) korkmuyor musunuz?” Kadınlar şöyle cevap verdi: Evet şüphesiz sen daha kaba ve ağır söz söyleyen birisin.”[23]

d- Aynı kitapta yer aldığına göre Ömer’in ilk defa kırbaçladığı kimse Ebu Bekir’in kızkardeşi Ümmü Ferve idi. Ebu Bekir dünyadan gidince kadınlar onun için yas tutup ağıt yaktılar. Kız kardeşi Ümmü Ferve de onlar arasındaydı. Ömer defalarca onları bu işten nehiy etti, ama onlar yine tekrar ettiler. Ömer Ümmü Ferve’yi aralarından çıkararak kırbaçladı, bunu gören bütün kadınlar korkarak kaçtılar.”[24]

2- Yanlışlıklar ve Özür Dilemeler

a- Ehl-i Sünneti’in en kapsamlı hadis kitabı sayılan “Süneni Beyhaki”de, Şa’bi’den şöyle bir rivayet nakledilmektedir: “Bir gün Ömer halka bir hutbe okudu. Allah’a hamd-u sena ettikten sonra şöyle dedi: “Sakın kadınların mihrini fazla tutmayın zira Peygamber’den daha çok mehir tayin edenleri duyacak olursam ben bu fazlalığını beytülmale katarım.” Ardından minberden aşağı indi. Kureyş’ten bir kadın Ömer’in yanına gelerek şöyle dedi: “Ey Müminlerin emiri, Allah'ın kitabı Kur’an’a uymak mı daha iyidir, yoksa senin sözlerine uymak mı?”

Ömer şöyle dedi: “Allah’ın kitabına uymak daha iyidir. Ama bundan maksadın nedir?” Kadın şöyle dedi: “Sen halkı fazla mehir tayin etmekten alıkoydun, oysa Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır: “Onlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız dahi, ondan hiç bir şey geri almayın.”25 

Ömer ona şöyle dedi: “Hepiniz Ömer’den daha fakihsiniz!” Ömer bu cümleyi iki veya üç defa tekrar etti. Daha sonra yeniden minbere çıkarak şöyle dedi: “Ey insanlar, ben sizleri kadınların mehrini fazla tutmaktan sakının demiştim. Ama şimdi söylüyorum ki herkes özgürdür, malında istediği şekilde tasarrufta bulunabilir.”[25]

Bu hadis bir çok kitaplarda az bir farklıkla nakledilmiştir. [26]

b- Bir çok meşhur kitaplarda (örneğin Zehair’ul Ukba, Metalib’us Süul ve Menakib-i Harezmi) şöyle yer almıştır: Zina ettiğini itiraf eden bir kadını Ömer’in yanına getirdiler, Ömer onun recm edilmesini emretti. Yol esnasında Hz. Ali’ye (a.s) rastladılar. Hz. Ali (a.s); “Bu kadına ne oldu?” diye sordu. Onlar; “Ömer recm edilmesini emretti.” dediler. Ali (a.s) onu geri çevirerek Ömer’e şöyle dedi: “Sen sadece bu kadına hükmedebilirsin ve onu recm edebilirsin. Ama kadının karnında olan çocuğa nasıl hükmedebilirsin?”

Daha sonra şöyle buyurdu: “Belki de ona bağırıp korkutmuşsun ve onu itirafa zorlamışsın.” Ömer; “Evet öyledir,” dedi. Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Sen Peygamberin (s.a.a) şöyle dediğini duymadın mı?: “Baskı altında zincire vurulmaktan, zindana atılmaktan veya yapılan tehditten korkarak itirafta bulunan kimsenin itirafının hiç bir değeri yoktur. Ömer bunun üzerine onu serbest bırakarak şöyle dedi: “Kadınlar Ali bin Ebi Talib (a.s) gibisini henüz doğurmamıştır. Eğer Ali olmasaydı Ömer helak olurdu.”[27]

c- Kutubi Sitte’nin meşhur kitabı olan Sahih-i Ebi Davud’ta İbn-i Abbas’tan şöyle nakledilmiştir: Ömer’in yanına deli bir kadın getirdiler. Kadın sözde zina etmişti. Ömer, onun hakkında halk ile meşverette bulundu ve ardından taşlanmasını emretti. Hz. Ali (a.s) yolda rastlayınca; “Bu kadın ne yağmış” diye sordu. “Bu kadın delidir ve falan kimse ile zina etmiştir. Ömer de onun taşlanmasını emretmiştir.” dediler. Hz. Ali (a.s); “Onu geri çevirin” buyurdu. Sonra bizzat Ömer’in yanına giderek ona şöyle buyurdu: “Ey Öme,r teklif kaleminin (insanın amellerini yazan kalemin) şu üç taifeden kalktığını bilmiyor musun?: Deli kimse iyileşinceye kadar, uyuyan kimse uyanıncaya kadar ve çocuk akıl ve buluğa erinceye kadar...” O halde neden bu delinin taşlanmasını emrettin?”

Ömer; “Bir şey yok” deyip kadını serbest bıraktı ve ardından da tekbir getirdi. (Bu tekbir hatasını düzelttiği içindi.)[28]

Minavi ise Feyz’ul Gadir kitabında bu hadisi Ahmed’den nakletmiştir ve hemen altında Ömer’in şöyle dediği yer almıştır: “Ali olmasaydı Ömer helak olurdu.”[29]

Bütün bu söylediklerimiz, bu konuda yer alan bilgilerin sadece küçük bir bölümüdür. Eğer hepsini nakletmek istersek başlı başına bir kitap yazmamız gerekir. Merhum Allame Emini, Ömer’in Ehl-i Sünnet kaynaklarında yer alan yüzden fazla hatasını nakletmiştir ve kitabının bu bölümünü “Nevadir’ul Eser, fi İlm-i Ömer” (Ömer’in İlminden İlginç Enstantaneler) olarak adlandırmıştır.[30] Bu da yukarıdaki hutbede “Hataların ve özür dilemelerin çokluğu” diye tabir edilen gerçeği dile getirmektedir.

3- Bir Soruya Cevap

İmam Ali bin Ebi Talib’in (a.s) ikinci halife döneminde Müslümanların problemleri ve karşı karşıya kaldıkları sorunları hususundaki betimlemesi bazı kimselerin Ömer dönemine ait anlayışı ve parlak bir zafer dönemi olarak nitelendirmesiyle aykırılık içinde bulunabilir ve bu sözlerin tarihi gerçeklerle nasıl örtüştüğü hususunda bir çelişki içine düşülebilir.

Şüphesiz bu husus, şu nükteye dikkat edildiği takdirde çok açık bir şekilde anlaşılır ki daha önceden de işaret edildiği üzere ikinci halifenin dönemi İslam ülkesinin dış politikasında şüphesiz göz alıcı zaferlerin gerçekleştiği bir dönemdi. Zira Müslümanlar Kur’an’ın cihat hususundaki açık hükümlerinden ilham alarak çok kapsamlı bir cihad ve özgürlük hareketine girişmişlerdir. Her yıl ve her ay İslam ülkesinin dış sınırlarında bir çok zaferlere tanık olunuyor ve gün gittikçe Müslümanlara daha geniş maddi kaynaklar sağlanıyordu. Bu göz alıcı zaferler, ülke içindeki uygunsuz durumları ve zayıf noktaları gözlerden uzak tutmuştu. Nitekim bu durum günümüzde de çok açık bir şekilde görülmektedir. Bazen bir devletin dış siyasetteki zaferi her şeyi o yöne sevk etmekte ve gündemi tümüyle değiştirmektedir. Böylece bir çok iç zayıflıklar ve düzensizlikler gözlerden gizli kalmaktadır. Nitekim sömürgeci güçlerin usta siyasetçileri günümüzde her hangi bir iç problemle karşılaştıklarında hemen dış siyasette yeni bir hareket geliştirmeye ve ülke içindeki düzensizlikleri perdelemeye çalışırlar.

Özetle Hz. Ali (a.s) burada ikinci halifenin başvurduğu şiddeti içine düştüğü yanlışlıkları ve ülkenin iç problemlerini dile getirmektedir. Bunun hesabı ise dış siyasette elde edilen zaferlerden ve ilerlemelerden apayrı bir şeydir.

 


 


[1]- İkici halife Hicri 13. Yılda iki yıl üç ay süren hilafetinin ardından Cumadel ahir ayında dünyaya gözlerini yumdu. (Muruc’uz Zeheb c.2, s.304, 4. baskı)

[2]- Bakara Suresi, 188. ayet.

[3]- Şerh-u İbn-i Ebi’l Hadid, c.1, s.174.

[4]- A’şa cahiliye dönemi meşhur şairlerindendir. Nahiv alimi Yunus’a; “En büyük şair kimdir?” diye sorulduğunda şöyle cevab vermişti: “Ben belli bir şahıs tayin etmiyorum; sadece süvari olduğunda İmre’ul Kays, korkuya duçar olduğunda Nabiğa, bir şeye ilgi duyduğunda Zuheyr ve sevinçli olduğunda ise A’şa’dır, diyorum.”

A’şa İslam dönemini derk ettiyse de İslam’a erme şerefine nail olamadı. Gözleri zayıf olduğundan kendisine A’şa diyorlardı. Ömrünün sonunda gözleri görmez oldu, asıl adı Meymun bin Kays’tır. Şiirin asıl anlamı ise şudur: A’şa, daha önce Yemame büyüklerinden Cabir’in kardeşi Hayyan ile birlikte yaşıyordu. A’şa da o dönemde büyük bir nimet ve saygınlık içinde bulunuyordu. O dönemdeki rahat hayatını, Mekke ve Medine çöllerindeki yeni durumuyla mukayese ediyor, düşük bir hayatın temini için bile deveye binip çölleri kat etmek zorunda kaldığını söylüyor ve şöyle diyor: “O hayat nerede, bu hayat nerede!”

[5]- Hz. Ali burada bu şiirle şunu demek istiyor: Ben Resulullah zamanında saygın idim ve herkesten ona daha yakındım. Ama onlar bugün hilafeti danışıklı dövüşerek birbirine teslim ediyorlar, benimle asla ilgilenmiyorlar.”

[6]- Şerh-u İbn-i Meysem, c.1, s.257.

[7]- Bu rivayet Şii ve Sünni kitaplarında çok geniş çapta nakledilmiştir. İbn-i Ebil Hadid ise kendi şerhinde yukarıdaki her iki tabiri de nakletmiştir. (Şerh-u Nehc’il Belağa İbn-i Ebil Hadid c.1, s.169

Büyük Mısır alimi Şeyh Muhammed Abduh, Nehc’ul Belağa şerhinde şöyle yazmaktadır: Bazıları Ebu Bekir’in halkın biatinden sonra şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: “Beni bırakın, ben sizin hayırlınız değilim.”

Ama çoğu bilginler rivayeti bu şekilde kabul etmemiş ve şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: “Ben hayırlınız olmadığım halde hilafete seçildim.” (Şerh-u Nehc’il Belağa, Abduh, s. 86, bu hutbenin altında.)

İhkak’ul Hak kitabının dip notlarında Muhaddis İbn-i Hasanveyh’in Durr-u Behr’il Menakıp adlı kitabından bıu konuda detaylı bir hadis nakledilmiştir. Bu hadisin sonunda yer aldığına göre Ebu Bekir şöyle demiştir: “Beni bırakın, ben hayırlınız değilim. Oysa Ali de aranızdadır.” (İhkak’ul Hak c.8, s.240)

Meşhur tarihçi Taberi ise şöyle yazıyor: “Ebu Bekir Sakife biatından sonra bir hutbe okudu ve bu hutbenin bir yerinde şöyle dedi: “Ey insanlar, ben sizlere idareci seçildim. Oysa hayırlınız değilim.” (Tarih-i Taberi c.2, s.450, Beyrut A’lemi Kurumu’nun baskısı)

İbn-i Kuteybe Dinveri ise el-imamet ve’s Siyaset adlı kitabında Ebu Bekr’in ağlayan gözlerle halka şöyle hitap ettiğini rivayet etmektedir: “Benim, ettiğiniz biata ihtiyacım yok; bana biattan vazgeçin.” (el-imamet ve’s Siyaset, c.1, s.20)

[8] Şerh-u İbn-i Ebil Hadid, c.1, s.169

[9] Nehc’ul Belağa 173. hutbe

[10]- Şerh-u Nehc’il Belağa, İbn-i Ebil Hadid, c.1, s.169

[11]- “Havza” kelimesi nahiye ve tabiat anlamındadır. Toplamak ve sahip olmak anlamına gelen “hiyazet” kökünden türemiştir.

[12]- “Kelm” kelimesi ise aslında yara anlamındadır ve “kelam”a da muhatabında kesin etkiyi bıraktığı için “kelam” denmiştir.

[13]- “İsar” kelimesi ise sürçme ve kayma anlamındadır.

[14]- “Sa’be” kelimesi asi olan hayvan veya insan anlamındadır. Karşıtı ise ram ve itaatkar anlamına gelen “zelul” kelimesidir. Burada “sa’be” kelimesi “asi deve” anlamındadır.

“Eşneka” kelimesi ise deve ve benzeri hayvanların dizginlerini çekmek anlamındadır. “Şinak” kelimesi yayığın ağzının bağlandığı ip anlamandadır.

“Hereme” kelimesi ise “herm” kökünden türemiş olup “yırtmak, yarmak” anlamındadır.

“Eslese” kelimesi ise “seles” kökünden türemiş olup “selase” kelimesi de kolaylık anlamındadır. O halde “eslese” kelimesi, “serbest bırakmak, kolay tutmak” anlamındadır.

“Takahhame” kelimesi ise “kuhum” kökünden türemiş olup bir şeye inceleyip düşünmeden atılmak anlamındadır.

[15]- Bazıları burada “sahibuha” kelimesindeki “ha” zamiri hakkında üçüncü bir ihtimal zikretmişlerdir ki maksat bizzat İmam (a.s) zamanındaki hilafettir. Yani şartlar ve durum Hz. Ali’yi (a.s) iki problem arasında bırakmıştı. Ama bu ihtimal çok zayıf gözükmektedir.

[16]- “Muniye” kelimesi “menv” kökünden türemiş olup mübtela ve düçar olmak anlamındadır. “Habt” kelimesi ise aslında devenin ayağı ile yere vurması anlamındadır. Daha sonra hesapsız ve korkusuz hareketler için de kullanılmıştır. Bunun da gereği yürürken dengesini koruyamamaktır.

“Şimas” kelimesi ise asilik kötü ahlaklı olmak anlamınadır.

“Televvun” kelimesi ise halet değişimi veya renk değişimi anlamınadır.

“İtiraz” kelimesi ise aslında yolda enine yürümektir. Bu da dengesiz ve doğru gitmeme anlamına işarettir.

[17]- El-Gadir, s.6, s.291.

[18]-el-Gadir, c.6, s.291.

[19]-el-Gadir, c.6, s.290.

[20]-Durr’ul Mensur, c.6, s.317.

[21]-Durr’ul Mansur, c.6, s.323

[22]-Kenzul Ummal, c.1, s.322, 31627. Hadis; Milel ve Nihel, Şehristani, c.1, s.114’e müracaat ediniz.

[23]-Nehc’ul Belağa, İbn-i Ebil Hadid, c.1, s.171.

[24]-Nehc’ul Belağa, İbn-i Ebil Hadid, c.1, s.171.

[25]- Sünen-i Beyhaki c.7, s.233.

[26]- Örneğin Suyuti Durr’ul Mansur’da; Zamahşeri, Keşşaf, ilgili ayetin tefsirinde; Kenzul Ummal’ın yazarı kendi kitabı, c.8, s.298’de ve İbn-i Ebil Hadid Nehc’ul Belağa şerhi c.1, s.182’de bu rivayeti çok az bir farklıkla rivayet etmişlerdir.

[27]- Zehair’ul Ukba, s.80; Metalib’us Suul, s.13; Menakib-i Harezmi, s.48; Erbain-i Fahr-u Razi, s.466 (el-Gadir, c.6, s.110’dan naklen)

[28]- Sahih-i Ebi Davud c.4, s.140 (Kitab’ul Hudud, 4399. hadis).

[29]- es- Seb’a min’es Selef mine’s Sihah’is Sitte, merhum Firuzabadi s.95.

[30]- el-Gadir, c.6, s.83 ila 324.