Hz. Ali (a.s) Beyt’ül- MALİ bölerken fark koymaksızın onu halk arasında eşit olarak bölüyordu. Hz. Ali’nin bu tutumu bazı kimseleri rahatsız etmişti, bundan dolayı bir çokları da Muaviye’nin yanında yer almışlardı.
Hz. Ali’nin dostlarından bazıları Hazretin huzuruna varıp şöyle dediler: Eğer siyasetçi kimseleri iş başına getirir ve onları başkalarına tercih etmiş olursunsa, işlerin ilerlemesi için daha uygun olur.
Hz. Ali (a.s) onların bu önerisinden sinirlenip şöyle buyurdular:
“Acaba hükümetim altındaki insanlara zulmederek bu vesileyle kendi çevremde dostlar toplamamı mı bana öneriyorsunuz ? Allah’a ant olsun ki yer ve gök var olduğu müddetçe bu işi yapmayacağım. Eğer mal kendimin olsaydı onu eşit olarak bölerdim, nerede kaldı ki mal Allah’ın malıdır !”
Daha sonra şöyle buyurdular:
“Eğer bir kimse, iyi bir işi yerinde yapmazsa, bir kaç gün gönlü karanlık kimselerin yanında övülebilir, onların kalbinde sevgi oluşturabilir. Fakat kötü bir hadiseyle karşılaşınca ve onların yardımına muhtaç olduğu zaman dünya mALİ ve makamı için sana sevgi duyan kimseler, seni en fazla kınayan ve sana karşı en kötü dostlardan olurlar.” [1]
Ebu Besir diyor ki, Hz. Sadık (a.s)’a; “Adiyat suresindeki geçen Yabis (Kumsal çöl) Vadisinin macerası ve Hicri 8. Yılda (o mekanda) İslam ordusunun kahramanlıklarıyla ilgili olay nedir? dediğimde İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdular:
“Yabis çölünün halkı on iki bin süvari nizam idi, ölüm anına kadar Hz. Muhammed (s.a.a) ve Hz. Ali (a.s)’a karşı savaşacaklarına dair ahdedip el ele verdiler.
Cebrail onların bu antlaşmasını Resulullah’a haber verdi. Resullullah (s.a.a) de Ebu bekri, daha sonra Ömer’i bir orduyla onlara doğru gönderdi. Bunlar bir netice elde etmeksizin geri dönüyorlar.
Peygamber (s.a.a) bu kez Hz. Ali’yi, muhacir ve ensardan oluşan dört bin kişiyle Yabis Vadisine doğru gönderiyor. Hz. Ali (a.s), ordusuyla birlikte Yabis Vadisi’ne doğru hareket etti. İslam ordusunun Hz. Ali’nin komutasında onlara doğru yürüdüğü düşmana bildirildi. Düşman silahçılarından iki yüz kişi savaş alanına doğru koştular. Hz. Ali (a.s) da bir grup ashabıyla birlikte onlara doğru yürüdü. Düşmana ulaştıklarında onların tarafından; “Siz kimsiniz, nereden gelmişsiniz, ne yapmak istiyorsunuz ?” diye soruyorlar.
Hz. Ali (a.s) onların cevabında şöyle buyurdu:
“Ben Resulullah’ın amcasının oğlu, Onun kardeşi ve elçisi Ebu Talip oğlu Ali’yim, sizi, Allah’ın birliğine ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine iman etmenizi davet ediyorum, eğer iman ederseniz yorar ve zararda Müslümanlarla ortak olursunuz.”
Onlar Hz. Ali’nin sözüne karşılık şöyle dediler:
“Senin sözünü işittik, savaşa hazır ol ve bil ki, biz seni ve ashabını öldüreceğiz! Bizim vaadimiz yarın sabahtır.”
Hz. Ali (a.s) da onlara cevaben şöyle buyurdu:
“Yazıklar olsun size, beni ordunuzun çok olmasıyla mı tehdit ediyorsunuz? Bilin ki, biz Allah’tan, meleklerden ve Müslümanlardan sizin aleyhinize yardım alacağız. Yüce Allah’ın gücünden başka bir güç ve kudret yoktur.”
Düşman kendi yerine dönüp mevzisini pekinleştirdi. Hz. Ali (a.s) da ordusuna dönüp savaşa hazırlanmaya koyuldu. Hz. Ali (a.s) Müslümanlara, gece vakti bineklerinin cihazlarını hazırlamalarını, kuşanmalarını ve sabah erken düşmana saldırmak için hazır bir vaziyette olmalarını emretti.
Sabah şafağı söktüğünde Ali (a.s) ordusuyla birlikte namaz kılıp düşmana saldırdılar. Düşman öyle gafil avlandı ki, Müslümanların onlara nereden saldırdığını anlayamadı. İslam ordusunun geride kalanı henüz yetişmemişken onlardan çoğu öldürülüp neticede bir çokları da esir alındı ve malları ise Müslümanların eline geçti.
Cebrail-i Emin, Hz. Ali ve İslam ordusunun muzaffer olduğunu Hz. Peygambere haber verdi. Resulullah (s.a.a) minbere çıkıp Allah’a hamt ettikten sonra Müslümanların düşmana galip olduğunu ve İslam ordusundan sadece iki kişinin şahadete eriştiğini halka duyurdu.
Daha sonra Peygamber (s.a.a) ve ashabı Medine’den çıkıp Hz. Ali’yi istikbal etmeğe koştular. Medine’nin bir fersahlığında Hz. Ali’nin ordusuyla karşılaşıp onlara hoş geldiniz dediler. Hz. Ali (a.s) Peygamber (s.a.a)’i görünce bineğinden aşağı indi, Peygamber (s.a.a) de bineğinden aşağı inip Hz. Ali’nin alnından öptü. İslam ordusunun istikbaline gelen Müslümanlar da Hz. Peygamber gibi Hz. Ali’yi kutlayıp bu fethi tebrik ettiler, düşmandan elde edilen bolca ganimeti ve esirleri görerek daha çok sevindiler.
Bu esnada Cebrail-i Emin gök yüzüne inerek ve bu zaferden dolayı “Âdiyât” suresini Resulullah’a getirdi:
“Soluk soluğa koşan atlara ant olsun, (tırnaklarıyla) ateş çakıp saçanlara, sabah vakti baskın yapanlara, derken orada tozu dumana katanlara, bununla bir (düşman) topluluğun orta yerine kadar dalanlara...”
Peygamber (s.a.a)’in gözlerinden sevinç yaşları boşandı, işte burada o meşhur sözü Hz. Ali’ye buyurdular:
“Eğer ümmetimden bir grubun, Hıristiyanların Hz. İsa hakkında dedikleri söz gibi senin hakkında söylemesinden korkmasaydım, senin hakkında öyle bir söz söylerdim ki, her nereden geçseydin ayağının altındaki toprağı götürür onunla teberrük ederlerdi!”[2]
Ebu Müslim şöyle diyor:
Bir gün ben, Hasan-ı Basri ve Enes bin Malik birlikte Ümmü Seleme’nin ( Peygamberin zevcesi) evine gittik. Enes evin kapısı önünde oturarak içeri girmedi. Ama benle Hasan-ı Basri içeriye geçtik. Hasan-ı Basri Ümmü Seleme’ye selam verdi, o da de selamın cevabını verdi.
Daha sonra Ümmü Seleme; Evladım sen kimsin?diye sordu.
Hasan-ı Basri- Ben Hasan-ı Basri’yim.
Ümmü Seleme- Ne için gelmişsin?
Hasan-ı Basri- Resulullah (s.a.a)’in Ali bin Ebu Talib hakkındaki hadisini
bana söylemen için gelmişim.
Ümmü Seleme- Allah’a ant olsun ki, bu iki kulağımla Peygamber’den duyduğum
bir hadisi sana söyleyeceğim; eğer yalan söylemiş olursam sağır olayım! Bu iki
gözümle gördüm, görmemiş isem kör olayım! Kalbim onu almıştır, eğer buna
tanıklık etmese Allah onu mühürlesin! Eğer Resulullah (s.a.a)’den duymamış ise
dilsiz olayım. Resulullah (s.a.a) Ali bin Ebu Talib’e şöyle buyurdular:
“Ya Ali! Kim kıyamet günü Allah’ın huzurunda hazır olduğu gün senin
velayetini inkar ederse, müşrik ve puta tapanların safında yer almış
olacaktır.”
Hasan-ı Basri bu hadisi duyunca şöyle dedi:
“Allâh-u Ekber, tanıklık ediyorum ki, gerçekten Ali bin Ebu Talib benim ve
bütün müminlerin mevlasıdır.”
Ümmü Seleme’nin evinden dışarı çıktığımızda, Enes bin Malik, Hasan-ı
Basri’ye; Neden tekbir getirdin?diye sordu. O da sebebini ona açıkladı. Bunun
üzerine Peygamber’in hizmetçisi Enes bin Malik şöyle dedi: “Bu Hadisi,
Resulullah (s.a.a) üç, dört defa buyurmuştur.”[3]
Zazan şöyle naklediyor:
Hz. Ali (a.s)’ın hilafeti döneminde Beyt’ul Mal’a ait bir çok mallar
Kufe’ye geliyordu. Hz. Ali (a.s)’ın hizmetçisi Kanber, Beyt’ul-Mal’dan bir kaç
altın ve gümüş kap İmam (a.s)’ın huzuruna getirip şöyle dedi:
“Bütün ganimetleri taksim ettin, ama onlardan kendin için hiçbir şey
götürmedin! Bundan dolayı ben bu kabaları senin için zahire ettim.”
İmam Ali (a.s) bu sözü ondan duyunca kılıcını çekip şöyle buyurdu: “Vay
haline! Evime ateş getirmek mi istiyorsun!”
Daha sonra İmam (a.s) o kapları parça-parça etti ve şehrin yöneticilerini
çağırtıp halkın arasında adaletle bölmeleri için o bölünmüş kapları onlara
verdi.[4]
Bir gün Hz. Ali (a.s), su kırbasını omzuna alıp giden bir kadını gördü. Ona
acıdığından ileri gidip su kırbasını alıp onun evine götürdü. Sonra durumunun
nasıl olduğunu sordu. Kadın şöyle dedi: “Ali bin Ebi Talib, eşimi memuriyete
gönderdi, o da o memuriyette öldürüldü, şimdi bir kaç yetim çocuk bana
kalmıştır, onları geçindirmeye de gücüm yoktur. İhtiyaçtan dolayı halka hizmet
etmek mecburiyetindeyim.
Hz. Ali (a.s) bu sözleri dinledikten sonra evine döndü ve o geceyi sabaha
kadar rahatsız bir şekilde geçirdi. Sabahleyin, içi yiyecekle dolu olan bir
sepet götürüp o kadının evine doğru hareket etti. Yolun yarısında bazıları Hz.
Ali (a.s)’a; Sepeti verin biz götürelim diyorlardı. Ama Hz. Ali (a.s) onlara
cevaben; “Kıyamet günü benim amellerimi kim omuzlanacaktır? diye
buyuruyordu.
Nihayet o kadının evine yetişti, kapıyı çaldı.
Kadın - Kim o ?
Hz. Ali - “Dün sana yardım edip su kırbasını evinize getiren kimseyim,
çocuklarına yiyecek getirmişim, kapıyı aç!”
Kadın kapıyı açıp şöyle dedi:
- Allah senden razı olsun, benimle Ali bin Ebu Talib arasında Allah
hükmetsin.
Hz. Ali (a.s) içeri girip kadına şöyle dedi:
- “Ekmek mi yapıyorsun yoksa çocukları mı saklıyorsun?”
Kadın- Ben ekmeği daha güzel yaparım, sen çocukları sakla!
Kadın unu hamur yaptı, Hz. Ali (a.s) da kendisiyle birlikte getirdiği eti
kebap yapıp hurmayla çocukların ağzına bırakıyordu. Sevgi ve şefkatle
babacasına lokmayı çocukların ağzına bırakırken her defasında; “Evlatlarım! Eğer
Ali sizin hakkınızda kusur etmişse onu helal edin” buyuruyordu.
Hamur hazır olunca Hz. Ali (a.s) tandırı yakıp yüzünü onun ateşine
yaklaştırarak şöyle diyordu: “Ey Ali! Ateşin tadını (yakıcılığını) tat! İşte
bu, öksüz çocuk ve dul kadınların durumundan habersiz olan kimsenin cezasıdır.”
Komşunun hanımı tesadüfen Hz. Ali’yi görüp tanıdı, işte bundan dolayı
aceleyle ev sahibi kadının yanına gidip şöyle dedi: “Yazıklar olsun sana! Bu
şahıs, Müslümanların önderi ve bu ülkenin yöneticisi Ali bin Ebu Taliptir.”
Kadıncağız dediği sözlerden utanç duyduğu halde aceleyle Hazreti Ali’nin
yanına gelip; “Ey Emir’el-Muminin! Senden utanç duyuyorum, beni affet” dedi.
Hz. Ali (a.s) da cevaben; “Senin ve çocuklarının hakkında kusur
yaptığımdan dolayı ben senden utanç duyuyorum!” buyurdular.[5]
Ebu Vail şöyle diyor:
Bir gün Ömer bin Hattap bana; “Yakına gel de Ali’nin şecaat ve yiğitliğini
sana anlatayım dedi.” Yanına yaklaşınca şöyle dedi:
“Uhud savaşında kaçmamak için Peygamberle ahitleşmiştik; bizden kaçan
sapık, bizden ölen ise şehit ve Peygamber de onun ailesinin sorumlusu ve
himayecisi olacaktı. Savaş zamanı aniden, her biri yüz savaşçıya bedel olan yüz
şecaatli komutan grup grup bize saldırdılar; öyle ki artık biz savaş gücünü
kaybettik, perişan bir vaziyette savaş alanından kaçtık. Bu sırada Ali’yi
gördüm, güçlü bir aslan gibi yerden biraz kum götürüp yüzümüze serpti ve şöyle
dedi:
“Yüzünüz çirkin ve kara olsun! Nereye kaçıyorsunuz?”
Biz bu sözlerle savaş meydanına dönmedik, bu defa bize saldırdı, elindeki
kılıçtan kan damlıyordu, şöyle feryat etti: “Siz biat edip biatinizi
bozdunuz. Allah’a ant olsun ki, sizler öldürülmeye kafirlerden daha
layıksınız.”
Ali’nin gözlerine baktım, sanki iki zeytin meşalesi gibi ateş ondan
saçıyordu veya kanla dolu iki kâse gibi idi. Bize saldırdığı takdirde hepimizi
öldüreceğine yakin ettim. Bundan dolayı ben herkesten daha önce ona doğru koşup
şöyle dedim: “Ey Ebe’l Hasan! Allah aşkına! Allah aşkına! Araplar savaşta bazen
kaçıyor, bazen de saldırıyorlar ve yeni saldırı kaçmanın hasarını telafi
ediyor.”
Bu sözüm üzerine güya kendisini kontrol etti, yüzünü bizden çevirdi. O
zamandan şimdiye kadar, Ali’nin o günkü heybetinden kalbime işleyen vahşeti
asla unutmamışım![6]
Zahhak bin Mezahim, Hz. Ali’den onun şöyle buyurduğunu naklediyor:
Ashaptan bazıları benim yanıma gelerek şöyle dediler:
Peygamber (s.a.a)’in huzuruna varıp Fatime hakkında O’nunla konuşsan ne
olur?...
Ben Peygamber (s.a.a)’in huzuruna gittim, beni gördüklerinde gülümseyip
şöyle buyurdular: “Ya Ebe’l Hasan! Ne için gelmişsin? Ne istiyorsun?”
Ben akrabalığımızdan, ilk müslüman olmamdan ve onun yanındaki cihatlarımdan
söz ettim.
Resulullah (s.a.a) buyurdular ki: “Doğru söyledin, söylediğinden bile
daha üstünsün.”
Bunun üzerine: “Ya Resulullah! Fatime’nin bana eş olmasını kabul ediyor
musunuz?” diye arz etim.
Resulullah (s.a.a) buyurdular ki:
“Ya Ali ! Senden önce de Fatime’yi istemeğe
geldiler, mevzuyu Fatime’ye söylediğimde razı olmamak eseri yüzünden okunuyordu.
Şimdi sen burada bekle, ben tekrar döneceğim.”
Resulullah (s.a.a) Fatime’nin yanına
gittiğinde, Fatime (babasını görünce) hemen yerinden kalkıp Hazretin abasını
omzundan almış, ayakkabısını çıkarmış, ayaklarını yıkaması için su getirmiş ve
ayaklarını yıkadıktan sonra geçip kendi yerinde oturmuştur.
Sonra Resulullah (s.a.a) ona şöyle buyurmuş:
“Ali bin Ebu Talib öyle bir kimsedir ki, sen
onun akrabalık, fazilet ve islamiyetinden iyice haberdarsın, ben de Allah’dan
istemiştim ki, Allah katında en iyi ve sevimli birisiyle seni evlendirsin,
şimdi o seni istemek için gelmiştir.”
Bu esnada Fatime susmuş ve yüzünü geri
çevirmemiştir. Resulullah (s.a.a) Fatime’nin yüzünden herhangi bir rahatsızlık
(razı olmamak eseri) hissetmediğini görünce yerinden kalkıp: “Allah-u Ekber
! Fatime’nin susması onun razı olduğunun nişanesidir.” buyurdular.
Sonra Cebrail Resulullah’ın yanına gelip şöyle
dedi: “Ey Muhammed! Fatime’yi Ali’yle nikahla! Allah Teala, Fatime’yi Ali
için, Ali’yi de Fatime için beğenmiştir.”
İşte böylece Peygamber (s.a.a) Fatime’yi
benimle evlendirdi. Sonra Resulullah (s.a.a) benim yanıma gelip elimi tutarak
şöyle buyurdular: “Allah’ın adıyla kalk ve şöyle de: “Ala bereketin vema
şaallah’u, la havle illa billahi tevekkeltu aleyhi”
(Bereket üzere, Allah’ın isteği üzerine, güçler
ancak Allah iledir, Allah’a tevekkül ettim.) Sonra beni Fatime’nin yanına götürüp şöyle
dediler: “Allah’ım! Bu ikisi, yaratıklarının benim yanımda en sevimli
olanlarıdırlar, onları sev, evlatlarını çok bereketli et, kendi tarafından
onlara bir muhafız kıl, ben onların her ikisini ve evlatlarını kovulmuş
şeytanın şerrinden sana emanet ediyorum.” [7]