Hz. Ali'nin alışverişi sadece Allah Teala iledir. Bakara Suresi'nin 207. ayetinde "insanlar arasında öylesi de vardır ki, Allah'ın rızasını kazanabilmek için kendi canını satar" buyrulur.
Kur'an müfessirleri bu mübarek ayetin, Hz. Ali'nin (a.s) Hz. Resulullah'ın (s.a.a) yatağında yattığı "Leylet'ul Mebit" gecesi nail olduğunda müttefiktirler.
O gece Hz. Ali (a.s) kendi canını hiçe sayarak ölüm döşeğine yatmıştı...[1]
Ayette geçen "yeşrî" kelimesi, müminin Rabbiyle yaptığı alışverişi ve onun ilahi ticaretini vurgulamaktadır.
Her alışverişin 4 unsuru vardır: Alıcı, satıcı, mal, fiyat.
Bu muazzam olayda alıcı Allah Teala, satıcı Hz. Ali (a.s), mal o hazretin canı ve fiyat veya bedel de Hak Teala’nın hoşnutluğudur.
Bu konuyu biraz açalım:
İnsanoğlunun istek ve eğilimleri belli başlı şeylerdir: Servet ve para, huzur ve güven, prestij ve iyi isim, evlat, hayat ve iyi bir hayat düzeyi.
Bu beşi, insanoğlunun temel arzuları olup gerisi bunlardan sonra gelir ve 2. dereceye girer. Çünkü bunlardan başka her şey, sadece bunlara ulaşabilmek için gerekli birer araçtan öte değildir.
Bu beş unsur da yekdiğeriyle aynı değil, farklıdır; diğerinden daha az değerli olan, kolayca ona feda edilir ve o vesile, öteki hedef oluverir o zaman!
Para bir araçtır, huzur ve güvenliğe feda edilebilir; evlat veya hayat için kolayca harcanır.
Parayı amaç edinen ve paraya yine para için talip olan pek az insan vardır. Genelde bütün insanlar hayatı bizzat yaşamak için ve yaşamı da bizzat hayat için ister.
Can, bizzat canlılık için istenir.
Can mı daha tatlıdır, prestij ve iyi isim
taşıma mı?
Bu konuda farklı düşünen insanlar vardır,
kimine göre ilki, kimine göreyse diğeri daha önemlidir. Kesin olan bir şey
varsa o da, akıllı insanların her şeylerini kendileri ve kendi
"ben"leri için feda ettikleridir; çünkü insan kendisi için en aziz,
en tatlı olarak yine kendisini görür. Kur'an-ı Kerim'de "insanın
kendisinden daha aziz ve daha kıymetli bir şeyi de olduğu"ndan bahseder.
İnsanın kendisini uğruna feda etmekten
çekinmediği bu şey "amaç ve gaye"sidir.
İnsan, canını kolayca ülküsünde feda
etmektedir.
Ülkü ve gaye söz konusu olduğunda insanın canı
kolayca "vesile" oluvermektedir.
Bu, alelade insanların düşünce sathını aşan bir
aşamadır.
Evet, insanlar arasında fikri açıdan
diğerlerini aşan öyleleri vardır ki, onlar için gaye ve ülkü, candan daha
tatlı, yaşamaktan daha önemlidir.
Gayesi "Allah rızası" olanlardır
bunlar...
Allah Teala'nın hoşnutluğu maldan da önemlidir
onların nazarında; canandan da!..
Bu noktada kimileri şöyle düşünebilirler:
İnsanın canını Allah için feda etmesi vakıa olarak anlaşılabilir olsa da,
hakikat olarak belirsiz kalmaktadır, zira kendisini feda eden biri, Allah'ın
rızasını nasıl elde edecektir?
Bahsimizin başında her alışverişin 4 ana unsuru
olduğunu ve bunlardan birinin yokluğu halinde alışverişin söz konusu
edilemeyeceğini belirtmiştik: Alıcı, satıcı, mal ve fiyat.
Satıcının öldüğü ve feda olduğu bir yer de
fiyat ve bedel kime verilmektedir?
Burada satıcıyla mal aynı unsurlardır...
Bundan bir tutarsızlık yoktur.
Zira insanoğlunun "hayat"ı, dünya hayatından ibaret değildir sadece...
Hayatın daha nice merhaleleri, evreleri vardır.
Hayatın ilk evresi bitkisel hayattır.
Hayvani hayat bu merhalenin akabinde gelir ve bunu da aşan bir hayat merhalesi
vardır ki o da "insanî hayat"tır.
Bütün bu merhalelerin de yine çeşitli merhaleleri vardır.
İnsanî hayat, dünyadaki şu geçici yaşamla sınırlı değildir elbet. Öyle
olsaydı hayvani yaşamla hiçbir farkı kalmazdı ki...
Hayvani hayat gerçek anlamda bir hayat değildir. Zira gerçek hayat
kesintisiz ve ebedidir, net ve süreğendir. Yukarıda geçen hayatların hiçbiri bu
süreçte değerlendirilemez. Zira "geçicidirler, bir süre var, bir süre
sonraysa "yok"turlar. Oysa hayat "var olmak" demektir. Bir
süre sonra "yok olan" bir "var"dan gerçek hayat olarak söz
edilebilir mi?
Daimi ve süreğen olan bir hayat ebedi hayattır ve gerçek hayat da budur
zaten.
Böyle bir hayat ise dünya yaşamında mümkün değildir.
Zira bizzat bu dünyanın kendisi geçici ve gidicidir. Kalıcı olmayan bir
dünyada kalıcılıktan kim söz edebilir?
Bu dünyanın yaşamı ihtiyaçlarla dolu bir yaşamdır; yiyecek ister, giyecek
ister; barınacak ister... vs. Yiyecek ve giyeceği olmayan "dünya
canlı"sının canlılığını sürdürebilmesi mümkün değildir.
"Âb-ı Hayat" peşinde koşanlar bu dünya hayatındaki bir kalıcılığı
aramışlarsa, hata etmişlerdir. Ama bu dünyanın yok oluşundan sonra da varlığını
sürdürecek "kalıcı bir hayat" aramış olanlar yanılmamışlardır asla!
Evet, hayatın gerçeği kalıcı ve daimidir; insani hayat, ebedi ve süreğen
bir hayattır. Geçici hayatı verip kalıcı hayatı almak, akıllıca ve karlı bir
ticarettir. İhtiyaçlarla dolu bir yaşamı verip, müstağni bir yaşama kavuşmak
elbette ki alışverişlerin en karlısıdır.
"Ben"den geçerek "O"na bağlanmak ebedi bir hayata
kavuşmak demektir.
Bu dünyada belli bir mesafeden sonraki uzaklıkları görebilmek, mümkün
değilken, ahiret dünyasında uzakla yakının farkı yoktur, her şeyi
görebilmektedir artık...
Âb-ı Hayat denilen iksir, Allah'ın rızasından başka şey midir sahi?
Ebedi hayat, ebedi mutluluk ve kalıcı saadet, Hak Teala hazretlerinin
rızasını kazanmaktan başka nedir ki?
Hakikatler deryasının bir sahili olan Nehc’ül-Belağa'da muttakiler tavsif
edilirken şöyle denilir:
"Bu dünyanın pek az olan geçici ve faniliklerini bırakıp, ahiret yurdunun bitmek tükenmek bilmez kalıcılık ve ebediliklerini alanlar..."[2]
Evet, onlar geçici ve sınırlı olan dünya hayatını vererek, kalıcı ve sınırsız olan gerçek hayatı almışlardır. Bunu vesile, onu gaye olarak görmüşlerdir. Biri mal ve meta, diğeri fiyat ve bedeldir burada...
Hz. Ali'nin (a.s) Rabbiyle muazzam alışverişleri vardır. O hazretin hayatı baştanbaşa Allah Teala'yla alışveriş, baştanbaşa fedakarlık ve özveridir. Hayatının bir lahzası bile nefsiyle mücahede ve Allah yolunda özveriden uzak değildir onun.
Ancak "Leylet’ul-Mebiyt" diye bilinen "Peygamber’in yatağında yatma gecesi" Hz. Ali'nin (a.s) Rabbi'yle yaptığı diğer alışverişlerin tamamından farklı, tamamından üstündür. Çünkü sadece Hz. Ali'ye (a.s) has bir alışveriş olmuştur bu.
Tarihte bu olayın benzeri ikinci kez tekrarlanmış değildir.
Bu konuda eşi, benzeri yoktur Aliyy-ul Murtaza'nın...
Allah'la alışveriş ehli olan diğer evliyaullaha bile nasip olmamıştır böylesi bir ticaret.
Bahsimizin başında aktardığımız ayette geçen "şirâ" fiili geçmiş zaman kipi değil, geniş zaman ekiyle kullanılmış ve fiilin sürecinin süreğenliği vurgulanmıştır. Yani Hz. Ali'nin (a.s) sürekli olarak fedakarlık yaptığı ve Rabbini daima kendisine tercih ettiği vurgulanmaktadır.
Her gün, her an, Rabbi için "feda
olan"dır Ali (a.s)!...
Ölüm Gecesi gösterdiği fedakarlığın ayrıcalığı,
bu olayın İslam'ın en zayıf dönemleri olan ilk günlerinde vuku bulmuş
olmasıdır.
Henüz cihat için hiçbir hüküm inmediği,
fedakarlık ve özveri isteyen hiçbir emrin nazil olmadığı bir dönemde baş
göstermiş olmasıdır. Bu ortamda gösterdiği böylesi bir fedakarlıkla o, İslam
dünyasının örnek mümini olacaktı.
Bu hadisenin diğer ayrıcalığıysa Hz. Ali'nin
(a.s) bu sırada gençliğinin baharında bulunmasıydı.
Henüz yirmi yaşını bile tamamlamamış, arzular,
ümitler dolu bir genç...
Bu yaşta gösterdiği bu fedakarlık, onun seçkin
karakter ve mümtaz kişiliğinin ilk goncalarından biriydi. Elvan elvan ıtırıyla
bütün insanlık dünyasını büyüleyecek nadide bir vak'a nadide bir gonca...
Onun Rabbiyle gerçekleştirdiği bu alışveriş
olmasa belki de Hz. Resulullah (s.a.a) o gece şehid düşecek ve İslam çiçeği
daha açmadan solup gidecekti.
Her fedakarlığın değeri, onun yarattığı etkide
gizlidir. Bu fedakarlık dünyalar, devranlar ve nesillere değer bir
fedakarlıktı.
Bu nadide olayın bir diğer ayrıcalığı da Ali
(a.s) gibi bir yiğidin mutlak ölüm maksatlı olduğunu bildiği bir gece saldırısı
karşısında kendisini korumak için gerekli tedbirleri bile alamamak ve yatağa
uzanıp yatmak şartıyla ölümü kabullenmesiydi...
Ali (a.s) gibi emsalsiz bir savaşçı ve
benzersiz mücahid için yalınkılıç düşmanın ortasına dalarak kıyasıya bir ölüm
kalım savaşına girişmekle; yatağa girip yorgana sarınarak zerrece müdafaa imkanına
sahip olmaksızın üzerine inip onu paramparça doğrayacak kılıçları belalemek
arasında elbette ki yarden göğe kadar fark vardı.
Sevgili İslam peygamberi 13 yıl boyunca
Mekke'de tebliğde bulundu, insanları Allah'a eş ve ortak koşmayıp sadece O'na
ibadette bulunmaya çağırdı. Onlar bu daveti kabul etmedikleri gibi o hazrete
olmadık eziyetlerde bulundurlar, insanlık dışı zulümler gösterdiler.
Tam üç yıl boyunca Hz. Resulullah'la (s.a.a)
onun boyu olan Haşimoğullarına karşı çok boyutlu bir boykot eylemine giriştiler,
yiyecek ve ticaret ambargosu uyguladılar; kadın-erkek, genç-ihtiyar demeden
bütün Haşimoğullarını açlıktan ölmeye mahkum ettiler; olmadık eziyet ve
işkenceler uyguladılar Müslümanlara.
Ama bütün bunlar ne peygamberi, ne de onunla
birlikte olan müminlerin inançlarını zerrece sarsmadı.
Kureyş konseyi toplanarak bu put düşmanının
derhal ortadan kaldırılması gerektiğine karar verdi.
Hz. Resulullah'ı (s.a.a) öldüreceklerdi. Ama bu
işi kim yapacaktı?
Çünkü Muhammed'i (s.a.a) terör edecek olanı ya
Müslümanlar veya Haşimoğullarından biri öldürecekti kesinlikle.
Onu terör edecek olanın bir gün bile sağ
kalabilmesi mümkün değildi.
Bunun üzerine o hazreti hapsetmeyi düşündüler. Ama
çok geçmeden bunun da pratik olamayacağını anladılar. Zira taraftarları onun hapiste
çürüyüp ölmesine müsaade etmez, ne yapıp edip onu kurtarırlardı mutlaka.
Mekke'den sürgüne göndermeyi önerenler oldu. Bu
da reddedildi. zira Muhammed (s.a.a) o etkileyici kişiliği, güzel konuşması ve
güzel ahlakıyla gittiği her yerde insanları etkileyecek ve herkesi Müslüman
edecekti. Çok geçmeden kazandığı taraftarlarıyla Mekke'ye dönüp, kendisini
sürgün edenlerden intikam alacaktı...
Bütün bu öneriler reddedildi. Pratik bir çözüm
yolu aramaya başladılar.
Ve buldular.
Kureşyş’in on kabilesinden on silâhşor
seçilecek ve ani bir saldırıyla Muhammed'i öldürerek oradan uzaklaşacaklardı. Böylece
katilin kim olduğu asla ispatlanamayacak ve Muhammed (s.a.a) kim vurduya gitmiş
olacaktı!
Bu durumda onun akrabaları veya taraftarları
kimseye karşı kan davasına da girişemeyecek, kısas edecek kimse
bulamayacaklardı!
On kabilenin onundan da intikam alabilmek ise zaten mümkün değildi.
İster istemez diyete razı olacaklardı. O zaman da zengin müşrikler, istenen
diyet parasını fazlasıyla ödeyerek her şeyi yoluna koyacaklardı.
Böylece plan geliştirildi...
En uygun, gece yarısı uyuduğu sırada ansızın üzerine çullanıp karanlıkta
işini bitirmekti.
Evinin kapısının zaten geceleri de kilitlemiyordu o...
On katilden biri, bizzat Hz. Resulullah'ın (s.a.a) kendi amcasıydı. Yeğeninin
evini ve onun günlük yaşamını çok yakından biliyordu.
Plan son derece uygun ve kolaydı. Her kabileden on silâhşor seçildi. Hepsi de putperestti.
Bu toplantı çok gizli tertiplenmiş ve kabile
reislerinden başka kimsenin haberi olmamıştı.
Ama her şeyden haberi olan Allah Teala durumu
sevgili Resulüne bildirmiş ve ona Mekke'den hicrette bulunmasının emretmişti.
Peygamberin Mekke'de kalabilmesi mümkün değildi
artık.
Zira müşriklerin her an harekete geçme
ihtimalleri vardı.
Hz. Resulullah'ın (s.a.a) Mekke'den hicreti çok
gizli gerçekleşmeliydi, aksi takdirde şehirden sağ çıkması imkansızdı.
Beklenen gece gelip çattı.
Hz. Resulullah'ın (s.a.a) yatağı serildi.
Yatakta biri vardı.
Kureyişliler gece yarısı olmasının beklediler. El
ayak çekildikten sonra sessizce açık kapıdan içeriye süzüldüler.
Çıt çıkmıyordu kimseden.
Tanınmak istemiyorlardı.
Odaya girince yatakta uyumakta olan birini fark
ettiler.
Kılıçlar karanlıktan parladı.
Tam bu sırada yatakta uyumakta olan kimse yay
gibi yerinden doğrulup karşılarına dikildi.
Ali'ydi (a.s) bu!
- Muhammed nerede?!
- Mekke'den gitti o.
- Nereye?
- Bilmem.
- Ne zaman?
- Bilmem.
- Neden gitti?
- Siz onun burada kalmasını istemiyordunuz, o da çıkıp gitti!
Ne yapacaklarını şaşırmışlardı.
Bunu hiç hesaplamamışlardı işte!
Muhammed (s.a.a) neredeydi şimdi?
Ali (a.s) onun yatağında ne arıyordu sahi?
Ali'yi (a.s) öldürmek istediler.
Vazgeçtiler.
Ali'yi (a.s) değil, Muhammed'i (s.a.a) öldürmeleri gerekiyordu.
Böylece Ali (a.s) mutlaka bir ölümü kucaklayarak Hz. Resulullah'ın (s.a.a) yatağında yatıp o hazretin kurtulmasını sağlamıştı.
Kendisini hakka feda etmişti o gece.
Yeter ki hak diri kalsın, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) tebliğ ettiği yüce
İslam güneşi daha doğmadan batmasın, insanlık seması bu muazzam nurdan ebediyen
mahrum bırakılmasın, zulüm ve kötülük ebediyen olumsuz değerler olarak
bilinebilsin diye...
Ali'nin (a.s) Rabbiyle alışverişleri fevkalâde çarpıcıdır...
Bir iki tane de değildir asla.
İmam Ali'nin (a.s) hayatı baştan başa bu tür ilahi alışverişlerle doludur.
Uhud gazvesinde onun sergilediği ilahi alışverişin insanlık tarihinde ikinci bir benzerine rastlayabilmek imkansızdır.
Vücudunu oklara, mızraklara ve kılıçlara karşı kalkan gibi kullanıp Hz. Resulullah'a (s.a.a) halel gelmesin diye canını bilfiil ve yüzlerce kez feda etmişti o gün Ali (a.s) ...
Uhud dağı uzun bir duvar gibi uzanıp onun o günkü akıl almaz çarpışmalarını seyre koyulmuştu hayretle.
O gün Ali'nin (a.s) gösterdiği kahramanlık bir kez daha Hz. Resulullah'ın (s.a.a) mutlak bir ölümden dönmesini sağlamıştı.
Uhud sıradağları arasında dar bir geçit vardı.
İslam ordusunun arkasında yer alıyordu. Müşrikler buradan geçebilecek olsa Müslümanlara arkadan saldırabilirlerdi.
Hz. Resulullah (s.a.a) 50 okçuyu buraya yerleştirmiş ve "bizim yenildiğimizi görseniz bile burayı bir an olsun terk etmeyin sakın!" diye de sıkıca tembihlemişti.
Bu emri yerine getirilecek olsa Müslümanlar kesinlikle zaferi kazanacaklardı. Ama, emir dinlenmeyince zafer kazanılabilir mi?
Savaş başladıktan az bir süre sonra Hz. Ali'nin (a.s) kahramanlıkları sayesinde Müslümanlar müşrikleri yenilgiye uğrattılar. Müşrikler kaçmaya başlayınca kimi Müslümanlar ganimet toplamaya başlamıştı.
Bu çok tehlikeliydi.
Çünkü müşriklerden sadece birkaç elebaşı öldürülmüştü; Mekke kafirlerinin telefatı çok azdı o merhalede.
Müslümanlar, kaçan düşmanı kovalayacakları yerde ganimet derdine düşmüşlerdi!
Düşman bunu fırsat bilip kendisini toparladı.
Uhud'u arkadan dolanıp yeni bir saldırıya hazırlandılar.
Geçide yerleştirilen okçular da ganimet için aşağıya inmeye başlamıştı.
Komutanları her ne kadar "Peygamberin emrini unuttunuz mu?" diye haykırıp onları siperde kalmaya davet ettiyse de dinleyen olmadı.
Komutan, altı adamıyla yapayalnızdı şimdi.
Bu ele geçmeyen fırsatı değerlendiren kafirler hemen saldırıya geçtiler.
Geçidi koruyan 7 Müslüman kahramanca çarpışmış, ama çok kısa sürede hepsi de şehid düşmüştü yüzlerce silahlı süvari karşısında...
Müslümanlar Allah ve Resulünün rızası için savaşı bırakıp kendi nefislerinin rızası için dünyalık toplamaya başlayınca kaderleri değişiverdi.
Ve savaşın seyri de değişti elbet.
Şimdi müşrikler arkadan da saldırıp Müslümanları kıskaca almışlardı.
Korkunç bir katliam başladı.
Müslümanlar ağır kayıplar vererek kaçmaya başladılar.
Canını kurtarmak isteyen kaçmış; Hz. Resulullah'ı (s.a.a) yaralı olarak savaş meydanında yalnız bırakmışlardı.
Ama hayır.
Hiçbir zaman habibini yalnız bırakmayan Murtaza Ali (a.s) şimdi de onun yanı başındaydı.
Onu korumak için canını hiçe sayıyor, ölümüne vuruşuyordu...
Hz. Resulullah'ın (s.a.a) yalnız kaldığını gören müşrikler dört bir yandan hazrete doğru saldırıya geçtiler.
Onu öldürmek için bundan daha iyi bir fırsat bulamazlardı.
Ama Ali (a.s) vardı orada...
Görülmemiş bir güç ve cesaretle çarpışıyor, naralar savuruyor, kılıcı tam bir ölüm makinesi gibi her indiğinde bir kafiri kanlar içinde yere seriyordu.
Savaş değirmeninin mili Ali (a.s) olmuştu şimdi.
Ona yaklaşmak kesin ölüm demekti.
Hangi yandan saldırsalar karşılarında Ali'yi (a.s) buluyor, Allah'ın aslanı inanılmaz bir hız ve çeviklikle herkesi yere deviriyordu.
Aldığı yaralarla kendisi de tepeden tırnağa kanlar içinde kalmıştı.
O haliyle korkunç ve ürkütücü bir görünümü vardı.
Nefes nefese kalmıştı.
Vücudundan akan terin mi, yoksa kanın mı daha fazla olduğunu anlayabilmek mümkün değildi.
İnsanüstü bir güç sarf ederek savaşıyordu imam...
Aldığı yaraların bir-ikisi bile güçlü bir insanı yere sermeye yeterliydi. Ama o, 80'den fazla kılıç, ok ve mızrak yarası aldığı halde hala savaşa devam ediyordu.
Kıyasıya buruyor, öldüresiye vuruşuyordu.
Aslanlar gibi kükreyerek o güne değin benzeri görülmemiş bir kahramanlık yaratıyordu Ali (a.s).
Bu amansız çarpışma sırasında bir ara elindeki çelik kılıç kırıldı.
Hz. Resulullah (s.a.a) hemen kendi kılıcını ona doğru uzatarak imdadına yetişti.
O da Ali'yi (a.s) çok seviyordu çünkü.
İki bedende bir san gibiydiler.
Hatta bunu Allah Teala Kur'an'da da vurgulamış
ve Hz. Ali (a.s) için "Resulullah'ın (s.a.a) nefsi ve canı-ciğeri"
lakabını kullanmıştı Âl-i İmran Suresinin 61. ayet-i kerimesinde.
Ve İmam Ali'nin (a.s) o gün gösterdiği bu
inanılmaz kahramanlık bir kez daha Allah Resulünün (s.a.a) canını kurtaracak ve
bu, Hz. Ali'nin (a.s) Rabbiyle yaptığı "alışveriş"lerden biri olarak
tarihe geçecekti.
Hz. Ali'nin (a.s) kahramanlığını gören birçok
Müslüman, geri dönüp müşriklere karşı tekrar savaşa tutuşmuştu.
Savaş bittiğinde Ali (a.s) kanlar içindeydi.
Onu görenler nasıl halâ diri kalabildiğine
şaşırıyor, bu şaşkınlıklarını gizleyemiyorlardı.
Ertesi gün, şehidler toprağa verildikten ve şehid
ailelerine başsağlığı ve tebrik dileklerinde bulunulduktan sonra Hz. Resulullah'ın
(s.a.a) ilk işi Hz. Ali'yi (a.s) ziyaret etmek oldu.
Allah'ın aslanı tepeden tırnağa yaralar içinde
yatıyordu.
Dünya ve ahiret kadınlarının ulusu ve Hz. Resulullah'ın
(s.a.a) biricik "kevser"i Hz. Fatıma-i Zehra selamullah aleyha
yaralarına merhem sürüp sarmıştı, pervaneler gibi dönüyordu Ali'sinin başı
ucunda.
Hz. Resulullah (s.a.a) onu bu halde görünce
dayanamadı, gözleri dolu dolu "Allah yolunda böylesine candan geçip cihat
edenin ecri elbetteki Allah içinde pek büyük olacaktır!" buyurdu.
İmam'ın da gözleri dolmuş, başını eğerek
susmuştu.
Allah Resulünün rızasını kazanabildiği ve
sanını ona feda ettiği için mutluydu, ama şehid olamadığı için de hüzünlüydü.
Bunu söylediğinde Hz. Resul-ü Ekrem "Ya
Ali" buyurdu, "Mahzun olma! Senin hayatın da Allah içindir, ölümün
de! Evet, sen Allah yolunda şehid olacaksın, ama şimdi değil,
gelecekte..."
Bu haberi öğrenmek İmam'ı pek memnun etmişti. Mahzun
değildi artık.
Ertesi gün onca yarasına rağmen ayağa kalkıp silahlarını kuşanmış ve kafirlerin muhtemel bir saldırısını önleyebilmek için yola koyulup "Hemre'el Esed" gazvesine katılmış ve bir başka kahramanlık örneği daha sergileyerek Rabbiyle bir "alışveriş"te daha bulunmuştu![3]
Müminlerin emiri Hz. Ali'nin (a.s) kahramanlık hayatında kayıtlı bir ayrıcalık vardı ki, onu diğer kahramanlar ve namlı yiğitlerin hepsinden daha farklı, daha üstün kılmaktadır.
Ve bu, insanlık tarihinde sadece Hz. İmam Ali'ye (a.s) mahsus bir haslet, sadece o hazrete has bir üstünlüktür:
Hz. İmam Ali (a.s) hiçbir savaşta "ilk saldıran taraf" olmamış, hiçbir savaşta meydana çıkıp er isteyen ve savaşı başlatan kimse olmamıştır.
Onun bütün savaşları müdafaa savaşıdır.
Düşman er isteyince hemen o meydana çıkmış, ilk gönüllü savaşçı o olmuştur.
İstisnasız bütün savaşlarda; Bedir'de, Uhud'da, Hemdek'te, Hayber'de... her yerde böyle olmuştur.
Ve kimsenin meydana çıkmaya cüret edemediği lahzalarda yine o çıkmış ve en dehşetli düşmanın bile sırtını yere vurmuştur.
Ve İmam Ali (a.s) en maharetli ve en güçlü savaşçılar karşısında bile, hiç yenilgi almayan ve girdiği bütün çarpışmalardan muzaffer olarak çıkan tek yiğit, tek kahramandı!
Bedir savaşında küfür ordusundan utbe, Şeybe ve Velid, Uhud savaşında Talha bin Ebu Talha, Henden savaşında Amr b. Ebuduvedd ve Hayber'de de "bin savaşçıya bedel yiğit" olarak nam salmış bulunan "Merhab" meydana çıkıp savaşacak er istemiş, bütün bu savaşlarda Hz. İmam Ali (a.s) onların karşısına çıkıp yüce İslam'ı müdafaa için savaşmıştır.
Evet, İmam (a.s) hayatı boyunca "savaşı ilk başlatan kişi" olmamıştır hiç...
Sıffin, Cemel ve Nehrevan savaşlarında da durum aynıdır.
Onca güç, kuvvet, cesaret ve zekasıyla, bir kez olsun "savaşı ilk başlatan" olamamıştır o!...
Ve onun er meydanındaki "ilk"leri bunlardan ibaret değildir sadece...
"Hiçbir savaş planı başarısızlıkla sonuçlanmış olmayan tek komutan"da yine odur İslam tarihinde Hz. Resulullah'tan (s.a.a), sonra!
Ve o hazretten sonra, düşmana hiç sırtını çevirmeyen "ilk" de yine Ali'dir (a.s) ...
Ve ... İmam Ali'nin (a.s) hayatı daha nice görkemli "ilk"lerle doludur. O, imamdır, öncüdür çünkü.
Onun gibi bir savaşçı yoktur insanlık tarihinde. Onca güç ve cesaretine rağmen savaş taraftarı değildir o; insanların öldürülmesi rahatsız etmektedir onu. Herşeyden önce sevgi ve merhamet imamıdır o. Müdafaa dışında kılıcına el attığı görülmemiştir hiçbir zaman
Ve büyüklük de budur aslında.
Yiğitlik budur.
Bahadırlık, "Ali" gibi olmaktır er meydanlarında.
O sadece bileğinin gücüyle değil, insanî erdem, fazilet ve şeref timsali karakteriyle de dillere destan bir örnektir.
Aynı zamanda ilim şehrinin de kapısıdır o ...
Ondan başka bir ilim kapısını tanıtmış değildir peygamber...
Çok boyutlu be kamil insan örneğidir Ali...
Hz. Resulullah'ın da (s.a.a) buyurmuş olduğu gibi:
"Ali'yi Resulullah'tan, Resulullah'ı da Ali'den daha iyi kim tanıyabilir?"
[1] - Allame
Meclisi'nin Bihar'ı c.36, s.40-51'de Şia ve Sünni müfessirlerden bu konuyla
ilgili birçok rivayet nakletmektedir.
[2] - Nehc-ul
Belaga, Subh-i Salih incelemesi, 182. hutbe, s.264.
[3] - Hz. Emir'ul
Müminin Ali'nin (a.s) Uhud'da gösterdiği yiğitlikler hakkında daha geniş bilgi
için bkz: El-İrşad-ı Şeyh Müfid, c.1, s.78-92, Uhud Gazvesi faslı.