GADİR SİTESİ

Ana Sayfa

Hadisler

 

 

 

TEVHİD-İ MUFAZZAL HADİSİ

 

(Kaynak: Allamet'ül Meclisi "Bihâr'ül Envâr" C.3, S.57-151;

"Nurlar Deryası" adıyla türkçe baskısı C.3-4, S.71-132

Çeviri: Emin Aybacı - İmam Rıza Dergahı Yayınları)

 

(Bu risaleye, Allamet'ül Meclisi'nin çeşitli yerlerde ek açıklamaları

mevcuttur, o açıklamalar mavi renk ile belirtilmiştir.)

 

Birinci Bölüm.. 1

İkinci Bölüm.. 41

Üçüncü Bölüm.. 66

Dördüncü Bölüm.. 97

 

Birinci Bölüm

 

 

Muhammed bin Sinan şöyle rivayet eder: Mufazzal bize şöyle anlattı:

 

Bir gün ikindi sonrası Ravza'da kabir ile minber arasında oturuyordum.

Allah'ın efendimiz Muhammed'e (s.a.a) has kıldığı şeref ve faziletleri, ona

vermiş olduğu ve bahşettiği özellikleri ve onuru düşünüyordum ki bu ümmetin

insanlarının pek çoğu bunları bilmez; faziletleri, yüce makamı ve yüksek

mertebesi konusunda bilgisizdirler. Ben bu haldeyken, Ebi Avcâ oğlu geldi.

Onu işitebileceğim yakınlıkta oturdu. Oturduktan sonra arkadaşlarından birisi

geldi ve yanına oturdu. Ebi Avcâ oğlu ona şöyle dedi:

 

 “Bu kabrin sahibi izzetin tamamını aldı, şerefin tüm özelliklerine sahip oldu,

her halinde  değer gördü.”

 

Arkadaşı şöyle dedi: “O bir filozoftu. Yüksek mertebe ve büyük makam

iddiasında bulundu. Bunun için öyle mucizeler gösterdi ki akıllar dehşete

düştü ve hayaller zorlandı. Akıllar, ilmini talep etmek için fikir denizlerine

daldı; ancak çaresiz şekilde eli boş döndü. Akıl sahipleri, fasihler ve hatipler

onun davetini kabul ettiklerinde, insanlar da akın akın dinine girdiler. Böyle

olduğunda, adını dininin adıyla bir tuttu. Böylece davetinin ulaştığı, kelimelerinin

yükseldiği ve hüccetinin aşikâr olduğu tüm ülkeler ve bölgelerde; kara, deniz, ovalar

ve dağlarda minare başlarında ve yüksek yerlerde günde beş defa adını haykırır oldular.

Zikri her saat yenilensin ve unutulmasın diye ezan ve kamette adı tekrarlanır oldu.”

 

Ebi Avcâ oğlu ona şöyle dedi: “Muhammed'den bahsetmeyi bırak; zira onun hakkında

aklım şaştı ve fikrim kayboldu. Bize getirmiş olduğu temelden bahset.”

 

Daha sonra varlıkların başlangıcından bahsetti. Bunun tesadüfi olduğunu,

herhangi bir sanat, takdir, yaratıcı ya da yönetici olmadığını, varlıkların

kendi başında, bir yöneteni olmaksızın var olduklarını, dünyanın zaten hep

öyle olduğunu ve öyle olmaya devam edeceğini iddia etti.

 

Mufazzal şöyle devam etti: “Ben öfkeme ve hiddetime hâkim olamadım.

 

Ona şöyle dedim: “Ey Allah'ın düşmanı! Allah'ın dininden saptın, seni en

güzel yapıda yaratan, sana suretini veren ve sonra suretini tamamlayan, bu

haline varıncaya kadar seni halden hale taşıyan yaratıcıyı inkâr ettin. Sen

kendine bakıp düşünseydin ve hislerin doğrulsaydı, Rablığın delillerini ve

yaratma izlerini kendinde hazır bulurdun, senin yaratılışında Allah'ın tanıklarını

açık ve delillerini aşikâr görürdün.”

 

Ebi Avcâ oğlu şöyle dedi: “Ey fılan, sen kelam ehlinden isen seninle konuşuruz.

Delilin sağlam olursa sana tabi oluruz. Kelam ehlinden değilsen konuşacak

bir sözün yoktur. Sen Cafer-i Sâdık'ın ashabından isen, bil ki o bizimle

bu şekilde konuşmuyor ve onun delilleri, senin delillerine benzemiyor.

Senin bizden işittiğinden daha fazlasını bizden işitti; yine de bize kötü söz

söylemedi ve cevabında haddi aşmadı. Yumuşak huylu, ağırbaşlı, akıllı ve sakindir.

Hiçbir şekilde hiddetlenmez, pervasızlık etmez ve aceleci davranmaz.

Sözlerimizi dinler, bize kulak verir, delillerimizi anlar. Biz söyleyeceklerimizi

söylediğimizde ve delillerimizle ona söyleyecek bir şey bırakmadığımızı sandığımızda

birkaç kelimeyle ve kısa bir konuşmayla delillerimizi iptal (çürütür)

eder, delilini kabul etmeye mecbur kalırız, bahanemiz kalmaz ve hiçbir

cevap veremeyiz. Sen onun ashabındansan bizimle onun gibi konuş.”

 

Mufazzal şöyle dedi: İslam'a ve İslam ehline bu grubun kâfirliğinden

gelen musibetten dolayı üzgün ve düşünceli halde mescitten çıktım. Sonra

mevlam Cafer-i Sâdık'ın (a.s) yanına gittim. Beni üzgün ve bitap gördü.

“Neyin var?” diye sordu. Ben de dehrilerden(1) işittiklerimi ve onlara verdiğim

cevabı ona anlattım.

 

Şöyle buyurdu: “Sana kâinat, vahşi hayvanlar, sığırlar, kuşlar, böcekler, ruhu olan tüm

canlılar; bitkiler, meyveli ve meyvesiz ağaçlar, yenilen ve yenilmeyen bakliyat ve

tohumlar hakkında yüce ve ismi mukaddes olan yaratıcının hikmetlerinden vereceğim.

Öyle hikmetler ki ibret alanlar bundan ders alır, müminler bunu bilmekle

huzur bulur, Allah'ı inkâr edenler şaşkın kalır. Yarın yanıma erken saatte gel.”

 

Mufazzal şöyle der: Ben sevinçle yanından ayrıldım. Bu vaadinden dolayı

o gece bana çok uzun geldi. Sabah olunca erkenden gittim, içeri girmeme

izin verilince hemen içeri girdim ve huzurunda durdum. Bana oturmamı

emretti, oturdum. Daha sonra yalnız kaldığı odasına gitmek için kalktı.

Onun kalkmasıyla birlikte ben de kalktım.

 

“Beni takip et.” dedi, peşinden gittim. Odaya girdi, ben de peşinden girdim.

Oturduğunda huzurunda oturdum.

 

Bana şöyle buyurdu:

“Ey Mufazzal! sana vermiş olduğum sözden dolayı gecen uzun geçmiş gibi.”

Ben “Evet ey mevlam.” dedim.

 

Şöyle buyurdu:

“Ey Mufazzal! Allah vardı ve ondan önce hiçbir şey yoktu. O baki kalacaktır

----------------------------

(1) Yaratıcının varlığını inkâr eden, kâinatın ezelden ebede var olduğunu ve bir yaratıcısının

olmadığını iddia edenlerdir.

 

ve onun bir sonu yoktur. Bize ilham ettiklerinden dolayı ona hamdolsun, bize

bahşettiği nimetlerden dolayı ona şükürler olsun. En yüksek mertebedeki ilimleri

ve zirvedeki yücelikleri bize has kıldı. İlmiyle bizi tüm yarattıkları için seçti. Hikmetiyle

bizi onlara hâkim kıldı.”

 

Ben şöyle dedim: “Mevlam, bana anlattıklarını yazmama izin verir misin?”

Ben yazmak için gerekli malzemelerimi getirmiştim. Bana “Yaz.” dedi

ve devam etti:

 

“Ey Mufazzal! Şüphe edenler, yaratılıştaki sebepler ve manalar konusunda

bilgisiz kaldılar. Yüce yaratıcının karada, denizde, ovada ve engebelerde yarattığı

türlü varlıklar hakkında doğruyu ve hikmeti düşünmekten idrakleri zayıf kaldı.

Böylece ilimlerinin azlığı sebebiyle inkâr yoluna gittiler, basiretlerinin zayıflığı

sebebiyle yalanladılar ve inat ettiler. Öyle ki eşyanın yaratıldığını inkâr ettiler.

Tesadüfen var olduğunu, bir yaratıcı ve yöneticinin sanatı, takdiri ve hikmeti

olmadığını iddia ettiler. “Allah onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir.”(1)

“Allah onlarla savaşsın nasıl da haktan saptırılıyorlar!”(2) Onlar

bu sapkınlıkları, basiretsizlikleri ve şaşkınlıklarında kör gibidirler. En sağlam ve

en güzel şekilde inşa edilmiş, en güzel ve en kaliteli eşyalarla döşenmiş bir evin

içine girdiler. Orada çeşit çeşit yemekler, içecekler, elbiseler ve ihtiyaç duyulan,

vazgeçilmeyecek eşyalar hazırlandı. Orda her bir şey doğru takdir ve hikmetli

tedbirle yerli yerince koyuldu. Onlar bu evin içinde sağa sola gidip geldiler, odalarını

dolaştılar, gittiler, geldiler. Bakışları perdelenmiş, evin yapısını ve içinde

hazırlananları görmüyorlar. Onlardan birisi yerli yerince koyulmuş ve ihtiyaç

için hazırlanmış bir şey bulduğunda, manasını bilmediği, neden hazırlandığını

ve var edildiğini anlamadığı için söylendi, öfkelendi, evi de inşa edenini de kınadı.

Yaratılışı ve sağlam sanatı inkâr eden bu gruptaki insanların hali de böyledir.

Onlar varlıklardaki sebepleri anlamaktan aciz kaldıklarında bu âlemde şaşkın

şaşkın dolaşmaya başladılar. Allah'ın yaratmasındaki sağlamlık ve inceliği, sanatının

güzelliğini ve hazırlayışının doğruluğunu anlamadılar. Birileri belki de

sebebini ve amacını bilmediği bir şey gördüğünde kınamakta acele eder, onu imkânsızlık

ve hatayla nitelendirir. Örneğin kâfir Manihcistler bu yola gitmişlerdir.

Dinden çıkmış fasık inkârcılar ve onlar gibi kendilerini imkânsızlık iddiasıyla

savunan sapkınlar bunu açıkça dile getirmektedirler.

Bu sebeple Allah'ın kendisini tanıma nimeti verdiği, dinine hidayet ettiği,

yaratılmışların yapılışı hakkında düşünmeye muvaffak kıldığı, tedbirin incelikleriyle

yaratılış amaçlarını anlama imkânı ve yaratıcısına delil olan doğru

tabirleri verdiği kişiler, bundan dolayı mevlası olan Allah'a çokça hamd etmeli,

bunun üzerinde sebat etmeyi ve daha fazlasını elde etmeyi ondan istemelidirler.

Zira ismi yüce olan Allah buyuruyor ki: “Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size

nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.”(3)

------------------

(1) En'âm 100. ayet.

(2) Tevbe 30. ayet.

(3) İbrahim 7. ayet.

 

 

 

Meclisi'nin Açıklaması: “Onu imkânsızlık ve hatayla nitelendirir.” sözündeki

imkânsızlıktan kasıt, bir yaratıcı ve yöneticinin varlığının mümkün olmadığını

ya da Allah'ın yaptığı bir şey olmasının imkânsız olduğunu iddia

etmeleridir. Maniheistler ise Mani'ye iman edenlerdir. Mâni, Şâpür oğlu Erdeşir'in

zamanında ortaya çıkmış, Mecüsilikle Hıristiyanlık arası bir din çıkarmıştır.

Hz. İsa'nın (a.s) peygamberliğini kabul etmiş, ancak Hz. Musa'nın

(a.s) peygamberliğini reddetmiştir. Kâinatın iki kadim temelden meydana

getirilmiş olduğunu iddia etmiştir. İki temelden birisi nur, ikincisi karanlıktır.

Maniheistler, iyilikleri nura, kötülükleri karanlığa dayandırırlar. Vahşi ve

zarar veren hayvanların, akreplerin ve yılanların karanlık tarafından yaratıldığını

iddia ederler. Bu sebeple İmam Cafer-i Sâdık (a.s), bu kuruntularının

batıl olduğuna işaret etmiştir. Nitekim vahşi hayvanlar, akrepler ve yılanların

faydalarını bilmedikleri için, kötülükten ibaret olduğunu ve hikmet sahibi

yaratıcıya yakışmadığını iddia etmişlerdir.

 

İmam şöyle buyurdu:

“Ey Mufazzal! Yüce yaratıcının varlığının ilk alameti ve delili; bu kâinatı

hazırlaması, bölümlerini düzenlemesi ve bu haliyle bir düzen içinde dizmiş olmasıdır.

Zira âlem üzerine düşünüp aklınla idrak edersen, kulları için ihtiyaç

duyacakları her şeyi içinde hazırlamış olduğu bir ev gibi inşa edildiğini görürsün.

Gökyüzü tavan gibi kaldırılmış, yeryüzü halı gibi serilmiştir. Yıldızlar lamba

gibi dizilmiştir. Mücevherleri erzak gibi gizlenmiştir. Her şey bir amaç için

hazırlanmıştır. İnsan da o evin sahibi gibidir ve içindeki her şey tasarrufuna

verilmiştir. Farklı türden bitkiler insanın ihtiyaçları için hazırlanmış, hayvan

çeşitleri menfaati ve işleri için tahsis edilmiştir. Bunda da âlemin bir takdir, hikmet,

düzen ve uyum içerisinde yaratıldığının ve yaratıcının tek olduğunun açık

delili vardır. Âlemi düzenleyen ve birbirine tanzim eden odur. Onun kutsiyeti

yücedir, celal sahibidir, veçhi kerimdir, ondan başka ilah yoktur. İnkâr edenlerin

söylediklerinden münezzehtir, ondan sapanların iddialarından yüce ve uludur.”

 

Meclisi'nin Açıklaması: İmam Cafer-i Sâdık (a.s) burada tevhidin en güçlü

deliline işaret etmiştir.(1) Nitekim âlemin bölümlerinin uyum içerisinde olması,

bu parçaların birbirine ihtiyaç duyması ve birbiriyle muntazam olması,

yöneticinin tek olduğuna delildir. Aynı şekilde insanın parçalarının birbirine

 bağlı olması ve birbiriyle düzen içinde olması da yöneticisinin tek olduğuna delildir.

Büyük âlemi küçük âleme tatbik etme hakkında o kadar çok incelikler söylenmiştir ki

burada aktarma imkânı bulamıyoruz.(2)

 

------------------------

(1) İmam Caferi Sâdık (a.s) burada ilk delilden bahsetmektedir; yani delille ulaşmak istiyorsak eğer,

bize en yakın delil budur; ancak Allame Meclisi'nin söylediği gibi en güçlüsü olmasına gelince, bizim

idrak edebileceğimizden daha zor olsa da daha güçlüsü olabilir. Bunu da yeri gelince açıklamaktadır.

(2) Biyolojik olarak mikroskobik canlı birimi hücre ve insan dokuları bunlardan oluşmaktadır.

İnsan, anatomisi-metabolizmasıyla Allah'ın en büyük ayetlerindendir. (Yayıncı)

 

 

 

İmam şöyle buyurdu:

“Ey Mufazzal! İnsanın yaratılışından bahsetmekle başlayalım. Bundan ders

al. Bunun başı üç karanlık içinde perdelenmiş ceninin halinin düzenlenmesidir.

Bir karanlığı karın, bir karanlığı rahim, bir karanlığı da amniyon kesesidir. Cenin

o halde ne bir gıda isteyebilir ne bir eziyeti uzaklaştırabilir ne bir fayda getirebilir

ne de bir zarara engel olabilir. Bitkinin suyla beslendiği gibi annenin kanı ona ulaşır

ve onu besler. Bu şekilde gıdasını almaya devam eder. Yaratılışı tamamlanıp bedeni

sağlamlaştığında, derisi havayla temas etmeye ve gözleri ışıkla buluşmaya hazır

olduğunda, annesinin sancıları başlar, onu çok fazla rahatsız eder ve doğuncaya

kadar şiddetlenir. Bebek doğduğu zaman, annesinin kanından aldığı kan gıdası,

annesinin memesine sevk edilir. Orada tadı ve rengi değişir, başka bir gıdaya dönüşür.

Bu gıda, bebek için kandan daha uygundur. Bebek ihtiyaç duyduğunda gıda ona ulaşır.

Nitekim doğduğunda emmek için dilini oynatır ve dudaklarını hareket ettirir. Bebek,

annesinin memelerini, kendi ihtiyacı için asılmış iki matara gibi görür. Bedeni taze,

bağırsakları ince ve organları yumuşak olduğu sürece sütle beslenir. Hareket ettiğinde

bedeninin güçlenmesi için katı gıdalara ihtiyaç duyduğunda, yemeği çiğnemesi için ön

ve arka dişleri çıkar.

 

Böylece gıdası yumuşar ve yutması kolaylaşır. Reşit oluncaya kadar böyle devam eder.

Reşit olduğunda eğer erkek ise yüzünde sakal çıkar. Bu da erkekliğin alameti ve izzetidir.

Bununla çocukluktan çıkar ve kadınlara benzemez. Dişi ise de yüzü berrak kalır, sakal

çıkmaz. Böylece erkekleri cezb eden güzelliği ve parıltısı olur ki bu da soyun devam etmesini

ve kalıcı olmasını sağlar.

 

Ey Mufazzal! Bu farklı hallerde insanın ahvalinin yönetilmesinden ders çıkar.

Bunların tesadüfi olarak gerçekleşmesi mümkün mü? Bebek rahimdeyken

o kan ona ulaşmasaydı, su ulaşmayan bitkinin kuruduğu gibi solup kurumaz

mıydı? Zamanı geldiğinde sancı onu rahatsız etmeseydi, toprağa gömülmüş

bebekler gibi rahimde kalmaz mıydı? Doğumuyla beraber süt geliyor olmasaydı

açlıktan ölmez miydi yahut kendisine uygun olmayan ve bedeni için iyi olmayan

bir gıdayla beslenmek zorunda kalmaz mıydı? Dişleri zamanında çıkmasaydı,

yemeği çiğneyip kolayca yutması imkânsız olmaz mıydı? Emmeğe devam etse

bedeni metin olmaz ve bir iş yapmaya gücü olmazdı. Ayrıca annesi de onunla

meşgul olacağından diğer çocuklarıyla ilgilenemezdi. Yüzündeki sakal vaktinde

çıkmasaydı çocuk ve kadın görünümünde kalmaz mıydı? Öyle ki bir ağırlığı

kalmazdı.”

 

Mufazzal der ki: Ben şöyle dedim: “Ey mevlam, kimisinin aynı kaldığını, büyüse de

yüzünde sakal çıkmadığını görüyoruz.”

 

Şöyle buyurdu:

“Bu, elleriyle yaptıklarının karşılığıdır ve Allah kullarına zulmedici

değildir." (1) O halde insana tüm bu ihtiyaçlarını sağlayıncaya kadar onu gözetleyen

kimdir, yokken onu var eden ve var ettikten sonra ihtiyaçlarına kefil olandan

başka? İhmal böyle bir tedbir getiriyorsa, bilinçli hareket ve takdir de hata ve

imkânsızlığı getiriyor olmalıdır; çünkü ihmalin zıddıdırlar. Bu da çok feci bir sözdür

ve söyleyeninin cehaletidir. Çünkü ihmal, doğruyu getirmez, çelişki de düzen

getirmez. Allah, inkârcıların sözlerinden çok yücedir. Bebek, akıl ve idrak sahibi

olarak doğuyor olsaydı, doğduğunda âlemi reddederdi ve şaşkın, aklı şaşmış halde

kalırdı. Zira bilmediği şeyleri, benzerini görmediği dünyanın farklı suretlerdeki

hayvanlarını, kuşlarını ve diğerlerini saat saat, gün gün görecekti. Şundan

ibret al ki akıl sahibi olduğu halde bir ülkeden başka bir ülkeye esir götürülen

kimse, sersemler ve şaşkın kalır. Bebekken ve henüz akletmemişken esir götürülenlerin

aksine, oranın dilini ve adetlerini hemen öğrenmez. Ayrıca doğduğunda

akıl sahibi olsaydı, kucakta taşınması, emzirilmesi, bezle bağlanması ve beşikte

yatırılması ona aşağılanma hissi verirdi. Zira doğduğunda bedeninin inceliği ve

tazeliği sebebiyle tüm bunlardan vazgeçme gibi bir seçeneği yoktur. Ayrıca bebegin

tatlılığı ve kalbe düşen sevgisi de görülmezdi. Bu sebeple dünyaya bilinçsiz ve

dünya ehlinin ahvalinden habersiz halde doğar. Eşyayla zayıf bir zihin ve eksik

marifetle karşılaşır. Sonra azar azar, parça parça, halden hale bilinci artmaya

başlar; eşyayla tanışır, alışır ve bu şekilde devam eder. Daha sonra eşyayı düşünme

ve şaşkınlık halinden çıkıp, aklı ve gücüyle bunları kullanma, hayatın endişesine

girme, ibret alma, itaat etme, dalgınlık, gaflet ve günah hallerine girer.

Bu durumda da farklı yönler bulunur. Dolayısıyla aklı tam ve bağımsız halde

doğmuş olsaydı, çocukları yetiştirme tatlılığı da hissedilmezdi. Anne ve babanın

çocuklarla ilgilenmesinde bir maslahat olmazdı, ebeveynin çocukları iyilik ve

ihtiyaç duydukları şefkatle yetiştirme yükümlülüğü de kalkardı. Ayrıca çocuklar,

anne ve babalarına karşı ülfet duymaz, anne ve babalar da çocuklarına karşı

ülfet duymazlardı. Çünkü o zaman çocuklar, anne ve babalarının yetiştirme ve

dikkatlerine ihtiyaç duymazlardı. Böylece doğduktan sonra onlardan ayrılırlardı.

O zaman da insan anne ve babasını tanımaz, tanımadığı için annesi, kız kardeşi

ve mahremleriyle nikâhlanmaktan kaçınmazdı. Bu işin en düşük çirkinliği

de hatta çok çirkin, vahim, feci, kötü ve sakıncalı olanı da annesinin karnından

akıl sahibi halde doğunca annesinde helal olmayan ve görmemesi gereken yerlerini

görmesidir. Yaratılıştaki her şeyin son derece doğru yerinde oluşturulduğunu,

büyük ya da küçük hiçbir hata içermediğini görmüyor musun?”

 

Meclisi'nin Açıklaması: “Bu, elleriyle yaptıklarının karşılığıdır.” demesinin sebebi,

anne ve babayı  cezalandırmak olabilir. Bu durumda çocukları, bu görünüşlerinden

dolayı yine de ecirlerini alırlar.  Veyahut Allah, çocukların ileride ne yapacaklarını

bildiği için onları bu şekilde yaratmış olabilir.

 

----------------

(1) Âli İmrân 182. ayete işaret etmektedir.

 

“Ey Mufazzal! Bil ki bebeklerin ağlamasında fayda vardır. Bil ki bebeklerin

başında nem vardır, orada kalacak olsa, görme yetisini kaybetme gibi çok önemli

hastalıklara ve büyük sıkıntılara sebep olur. Ağlama ise o nemi başlarından

götürür. Böylece bedenleri sıhhatli, gözleri sağlıklı olur. Bebek, ağlamanın faydasını

görürken; anne ve babası bundan haberdar olmayabilirler. Onu susturmak

için kendilerini perişan ederler, ağlamasını kesmek için onu razı etmenin

çarelerini ararlar; ancak ağlamanın bebek için daha sağlıklı ve sonucunun daha

güzel olduğunu bilmezler. İşte bu şekilde pek çok şeyde, (yaratılışta) ihmali

savunanların bilmedikleri faydalar olabilir. Biliyor olsalardı o şeyde fayda olmadığı

yargısına varmazlardı. Onlar faydasını bilmiyor ve sebebini idrak etmiyorlar;

ancak inkârcıların bilmedikleri her şeyi arifler bilir. Yaratılmışların ilminin eksik

kaldığı çok şey, kutsiyeti yüce ve kelimesi ulu olan yaratıcının ilmindedir.

Bebeklerin ağızlarından akan salyaya gelince, o nem bedenlerinde kalsaydı, çok

büyük sıkıntılara sebep olurdu. O neme mağlup olanların aklı zayıflar, delirir

ve karıştırır. Bundan başka da felç ve yüz ağız eğilmesi ve benzeri hastalıklara

sebep olabilir. Bu sebeple Allah, büyüdüklerinde sağlıklı olabilmeleri için o nemi

henüz küçükken bedenlerinden çıkarır. Yarattıklarına bilmedikleri halde ihsanda

bulundu, anlamadıkları halde yüzlerine baktı. Allah'ın onlara vermiş olduğu

nimetleri bilselerdi, bu onları Allah'a karşı gelmekte aşırıya gitmekten meşgul

ederdi. Allah'ı takdis ve tenzih ederim ki hak edenler ve hak etmeyenler için

nimeti ne kadar yüce ve kâmildir. Allah, batıl ehlinin sözlerinden pek yücedir.

 

Şimdi Ey Mufazzal! Erkek ve dişinin üreme organlarının nasıl oluşturulduguna

bak. Hepsi birbirine uyumlu şekilde ayarlandı. Erkeğe yükselen bir organ

verildi. Meni damlasını rahme ulaştıracak kadar uzar. Zira suyunu başka bir bedene

bırakma ihtiyacı duyar. Dişi içinse her iki suyun bir araya geleceği derin bir

kap yaratılmıştır. Bebeği yükler, onu sığar ve bebek oluşumunu tamamlayıncaya

kadar onu korur. Bu da hikmet ve incelik sahibi Allah'ın tedbirinden değil midir?

Allah, onların ortak koştukları şeylerden münezzeh ve yücedir.

 

Ey Mufazzal! Bedenin tüm organlarını ve her birisinin ihtiyaca göre nasıl

ayarlandığını düşün. Eller, iş yapmak içindir. Ayaklar, yürümek içindir. Gözler,

doğru algılamak (etrafı görmek) içindir. Ağız, beslenmek içindir. Mide, sindirmek

içindir. Karaciğer, süzmek içindir. Böbrekler artıkları atmak içindir. Damarlar,

kanı taşımak içindir. Üreme organı, nesli devam ettirmek içindir. Düşünecek

olursan, tüm organlar bu şekildedir. Aklını çalıştırıp bakarsan, her bir

organın doğru ve hikmetli bir şekilde bir amaç için ayarlandığını anlarsın.”

 

Mufazzal der ki: Ben şöyle dedim: “Ey mevlam, bazıları tüm bunları doğanın

yaptığını söylüyorlar.”

 

Şöyle buyurdu:

“Onlara sor; bu doğa bu fiilleri yapacak ilim ve kudrete sahip midir, yoksa

değil midir? Eğer ilim ve kudreti olduğunu söylerlerse, yaratıcının varlığını kabul

etmelerine engel nedir? Zira bunu yapan O'dur. Eğer bu filleri ilim ve kasıt

sahibi olmadan yaptığını iddia ederlerse, bu fiillerinde gördüğün üzere doğruluk

ve hikmet olduğuna göre, bu fiillerin hikmet sahibi yaratıcıya ait olduğu anlaşılır.

Doğa ismini verdikleri şey de Allah'ın istediği gibi yarattıklarında var ettiği

kurallardır.”

 

Meclisi'nin Açıklaması: “Yaratıcının varlığını kabul etmelerine engel nedir?”

demesinin sebebi şudur ki eğer bunu kabul ediyorlarsa, bir yaratıcı

olduğunu kabul etmiş olurlar. O halde ilim, irade ve kudret sahibi olmadığı

halde neden ona doğa ismini veriyorlar? “Bu fillerin hikmet sahibi yaratıcıya

ait olduğu anlaşılır.” Yani iddialarının batıl olduğu anlaşılır. Onların hayrete

düşmeleri ve şaşırmalarının sebebi, Allah'ın her şeyi sebeplerle yaratmış

olmasıdır. Böylece sebeplerin bağımsız olduğu düşüncesine kapılmışlardır.

Başka bir deyişle, pek çok hikmet sebebiyle Allah, eşyayı ilk bakışta kendinden

başka sebeplere dayanıyormuş gibi yaratmıştır; ancak tefekkür edip basiretle

baktıktan sonra her şeyin Allah'ın kudretine ve etkisine dayandığı, bu

şeylerin de vesileler ve şartlardan ibaret olduğu anlaşılır. Bu sebeple yaratıcı

hakkında şaşırmışlardır.

 

“Ey Mufazzal! Gıdanın bedene ulaşmasını ve bundaki tedbiri düşün. Zira

yemek mideye ulaştığında, mide onu sindirir ve süzdüklerini ince damarlarla

karaciğere gönderir. Birbirine bağlı bu damarlar, gıda süzgeci gibi görev yapar

ki karaciğere zarar verecek bir şey ulaşmasın. Çünkü karaciğer yumuşaktır ve

şiddete tahammül etmez. Daha sonra karaciğer süzülen besini kabul eder ve tedbirin

inceliğiyle kana dönüşür. Toprağı sulamak için hazırlanan oluklar gibi bu

amaç için hazırlanmış damarlar içinde tüm bedene yayılır. Bundan çıkan pislikler

ve artıklar, bu amaç için hazırlanmış atık kanallarına yönlendirilir. Safra

türü olanlar, safra kesesine gider. Siyah türü olanlar dalağa gider. Islaklık ve

rutubet de mesaneye gider. O halde bedenin kurulumundaki tedbirin hikmetini,

bu organların yerli yerince koyulmasını, artıkların bedende yayılıp bedeni hasta

ve helak etmemesi için artıkları taşıyacak kanalların hazırlanması hakkında

düşün. Güzel takdir eden ve tedbiri sağlam olan Allah pek yücedir. Ehli olduğu

ve hak ettiği gibi ona hamdolsun.”

 

Mufazzal şöyle dedi: “Bedenlerin oluşması ve tamamlanıp kemale erinceye

kadar halden hale büyümesini bana anlatır mısın?”

 

İmam Cafer-i Sâdık (a.s) şöyle buyurdu:

“Bunun başlangıcı, ceninin rahimde şekillenmesidir. Orada ne bir göz görür

ne de bir el ona ulaşır. Onu orada düzenler, ta ki iç organları, uzuvları ve

bölümleri dengeli ve sağlıklı olup, hayatta kalabilmesi için kemikleri, eti, yağı,

beyni, sinirleri, damarları ve kıkırdakları gibi gerekli organlarının terkibine sahip

olduktan sonra onu çıkarır. Dünyaya çıktığında, artmayan ve eksilmeyen

bir yapıda sabit kalarak nasıl büyüdüğünü görürsün. Ömrü olursa yetişkin yaşa

gelir ya da ondan önce ecelini doldurur.

 

Ey Mufazzal! Bu, ince tedbir ve hikmetten başka bir şey midir? İnsanın yaratılışında

hayvanlardan nasıl üstün tutulduğuna ve şereflendiğine bak! Nitekim ayakta dik

durabilecek ve düz oturabilecek şekilde yaratıldı. Böylece eşyayı elleriyle ve uzuvlarıyla

karşılayabilir, elleriyle iş yapabilir ve çalışabilir. Dört ayaklı hayvanlar gibi yere eğik

olsaydı hiçbir iş yapamazdı.

 

Ey Mufazzal! Şimdi de insanın yaratılışına has kılınan ve başka varlıklardan

üstün tutulduğu duyularına bak! Gözleri nasıl da eşyayı görebilmesi için

fener kulesi üstündeki lambalar gibi başına yerleştirilmiş de elleri ve ayakları

gibi alt uzuvlarına yerleştirilmemiş! Nitekim elleri ve ayakları gibi uzuvlarına

yerleştirilmiş olsaydı, iş yaparken ve hareket ederken etkilenir, zarar görür ve

yetisi azalırdı. Karnı ve sırtı gibi bedenin orta kısmına da yerleştirilmemiş. Nitekim

o zaman gözlerin farklı yönlere dönmesi ve eşyaya bakması zorlaşırdı. Bu

uzuvlarında gözlerine yer olmaması sebebiyle, duyuları için baş en uygun yer

olmuştur. Baş, bedenin minaresi konumundadır. Beş duyu, beş şeyi algılayacak

şekilde ayarlanmıştır. Böylece hissedilebilen hiçbir şeyi kaçırmaz. Görme yetisi,

renkleri görmesi için yaratıldı. Görecek bir göz olmadığı halde renkler olsaydı,

hiçbir faydası olmazdı. İşitme yetisi, sesleri işitmesi için yaratıldı. İşitecek bir

kulak olmadığı halde sesler olsaydı, hiçbir gerekliliği olmazdı. Diğer duyular için

de aynı durum söz konusudur. Ayrıca bu durum karşılıklıdır. Zira renkler olmadığı

halde göz olsaydı, gözün bir anlamı olmazdı. Sesler olmadığı halde kulak olsaydı,

işitmenin bir amacı olmazdı. Bak gör ki Allah nasıl da birbirlerini karşılayacak

şekilde takdir etti! Her bir duyuya hissedeceği bir karşılık verdi. Hissedilecek

her bir şey için de idrak edecek bir duyu var etti. Buna rağmen, duyularla

hissedilecek şeyler arasında aracı unsurlar var edildi. Onlar olmadan duyular

tamamlanmaz. Işık ve hava bunlara örnektir. Nitekim rengi göze gösterecek ışık

olmasaydı, göz renkleri idrak etmezdi. Sesi kulağa ulaştıracak hava olmasaydı,

kulak sesi idrak etmezdi. O halde anlatmış olduğum üzere birbirini karşılayan

bu duyuların ve hissedilenlerin, duyuları tamamlamak üzere hazırlanan diğer

unsurların, her şeyi bilen lütuf sahibinin takdiri ve kastı olmadan mümkün olmayacağı,

doğru basirete sahip olan ve aklını çalıştıran kişiye gizli kalır mı?

 

Ey Mufazzal! İnsanlardan görme yetisini kaybedenleri ve birçok şeyde

karşılaştığı zorlukları düşün. Bastığı yeri bilmez, önünde ne olduğunu görmez.

Renkleri, güzel ile çirkin görüntüyü ayırt edemez. Üzerine yürüdüğü çukuru ya

da kılıçla saldıran bir düşmanı göremez. Yazı, ticaret ve kuyumculuk gibi işlerde

çalışamaz. Hatta aklını sağlam kullanıyor olmasaydı atılmış bir taş gibi olurdu.

Aynı şekilde işitme yetisini kaybeden kişi de pek çok konuda sıkıntı çeker. Konuşma

ve sohbetin rahatlığını kaybeder; mahzun eden ve keyif veren seslerin ve

nağmelerin lezzetini alamaz. İnsanlar onunla iletişim kurmakta zorlanır, sonra

da sıkılırlar. İnsanların haberlerinden ve konuşmalarından hiçbir şey duymaz.

Aralarında olduğu halde, onlardan uzak gibidir. Yaşadığı halde ölü gibidir. Aklı

olmayan kişi ise hayvan mertebesine iner. Hatta hayvanların öğrenebildiği pek

çok şeyi bilmez. İnsanın yararına olan organlar, akıl ve diğer özelliklerin, yaratılışı

kemale erdirdiğini, insanın, bir tanesini dahi kaybetse büyük sıkıntı çektigini

görmüyor musun? Böyle olmasının tek sebebi, ilim ve ölçü üzere yaratılmış

olması değil midir?”

 

Mufazzal şöyle dedi: “Ey mevlam, neden insanlardan bazıları bu organların

bir kısmını kaybediyor ve anlattığın sıkıntılara maruz kalıyor?”

 

İmam Cafer-i Sâdık (a.s) şöyle buyurdu:

“Buna maruz kalan kişinin ve onun sebebiyle başkalarının terbiye edilmeleri

ve nasihat almaları içindir. Bu durum, hükümdarın, insanları ibret ve nasihat

almaları için terbiye etmesine benzer. Bunu yapmasını kınamazlar; hatta

görüşleri övülür ve tedbirleri doğru bulunur. Ayrıca bu musibetlere maruz kalanlar,

şükredip Allah'a dönerlerse, ölümden sonra öyle bir sevapları olur ki maruz

kaldıkları o musibetleri küçümserler. Hatta ölümden sonra onlara seçim hakkı

verilse, sevaplarını arttırmak için o musibetlere dönmeyi tercih ederlerdi.

 

Ey Mufazzal! Tek ve çift yaratılan organları ve bundaki hikmeti, tasarımı

ve doğru tedbiri düşün. Baş, tek yaratılan organlardandır. İnsanın birden fazla

başının olmasında hiçbir hayrı yoktur. İnsanın başına bir baş daha eklenseydi,

ihtiyaç duymadığı halde ağırlık yapacağını görmüyor musun? Çünkü insanın

ihtiyaç duyduğu duyular, tek başta toplanmıştır. Ayrıca insanın iki başı olsaydı,

insan ikiye bölünürdü. Birisi konuştuğunda, diğeri âtıl kalır; hiçbir amacı olmaz

ve bir ihtiyacı karşılamaz. Her ikisinden aynı sözle konuşsa, birisi fazlalık

olur, ona ihtiyaç duyulmaz. Birisinden farklı diğerinden farklı konuşsa, işiten

kişi hangisini esas alacağını bilmez. Bundan başka karışıklıklar da ortaya çıkar.

Eller, çift yaratılan organlardandır. İnsanın tek elinin olmasının kendisine hayrı

olmazdı. Çünkü eşyayı kullanmakta duyduğu ihtiyaca aykırı olurdu. Marangoz

ve inşaatçının bir eli felç olsa, mesleğini icra edemediğini görmüyor musun? Kendini

zorlasa da düzgün yapamaz. İki eli olup da ikisinin yardımıyla iş yapmasındaki

başarıyı elde edemez.

 

Ey Mufazzal! Ses, konuşma ve insanda hazırlanan araçları üzerine uzun uzun

düşün. Gırtlağı ses çıkaran boru gibidir. Dil, dudaklar ve dişler, harfleri ve nağmeleri

oluşturmak içindir. Dişleri dökülen kişinin “S” harfini düzgün söyleyemediğini,

dudağı düşenin “F” harfini doğru telaffuz edemediğini ve dili ağırlaşanın “R” harfini

doğru söylemediğini görmüyor musun? Buna en çok benzeyen şey (üflemeli çalgı olan)

tulumdur. Gırtlak, tulumun kamışına benzer. Akciğer, havanın içine girmesi için üfürülen

tuluma benzer. Sesi çıkarmak için ciğerleri tutan kaslar, havanın kamıştan geçmesi için

tulumu tutan parmaklar gibidir. Sesi harfler ve nağmeler şeklinde oluşturan dudaklar ve

dişler de tulum kamışı üzerinde hareket eden ve sesini nağmeler haline getiren parmaklar

gibidir. Ancak örnekleme ve delil olarak ses çıkışı tuluma benziyor olsa da hakikatte asıl

tulum ses mahrecine benzetilmiştir. Konuşmanın oluşturulması ve harflerin şekillendirilmesinde

organların uyumunu sana anlattım. Sana anlattıklarımın dışında başka faydaları da vardır.

Nitekim gırtlağın amacı, havanın ciğerlere ulaşmasıdır. Böylece sürekli kesintisiz nefesle

kalbe ulaşır. Bu nefes kısa bir süre kesilse insan hayatını kaybeder. Dil sayesinde tatlar alınır,

ayırt edilir. Böylece her bir tadın tatlı, acı, ekşi, mayhoş, tuzlu, tatlı, lezzetli ya da kötü olduğu

anlaşılır. Bunun yanı sıra yemeği ve içeceği yutmayı kolaylaştırır. Dişler de yemeğin yumuşaması

ve yutmasının kolaylaşması için çiğneme görevini yerine getirir. Bunun yanı sıra dudakların

dayanağı gibidir. Ağız içinden dudakları tutar ve destek olur. Nitekim dişleri dökülen kişinin

dudaklarının sarkık olduğunu ve büzüştüğünü görürsün. Yine içecekler, dudaklarla alınır.

Böylece ağız boşluğuna alınan içecek, belli bir ölçüyle ve istenildiği kadar alınmış olur,

öylece dökülmez. Aksi takdirde içen kişi tıkanır ya da içtiği şey ağız boşluğuna zarar verir.

Ayrıca dudaklar, ağız önünü kapayan kapı gibidir. İnsan istediği zaman açar, istediği zaman

kapatır. Bu anlattıklarımızda, tıpkı bir aletin birçok işte kullanılması gibi, örneğin baltanın

marangozluk, kazı ve diğer işlerde kullanıldığı gibi, her bir organın da birçok faydada

kullanıldığını ve birçok alana bölündüğünü açıkladık.

 

Beyni açık halde görsen, zarar görmemesi ve sarsılmaması için üst üste

perdelerle sarıldığını görürdün. Üzerindeki kafatasının miğfer gibi olduğunu,

çarpmalardan ve başa gelebilecek şiddetli darbelerden koruduğunu görürdün.

Ayrıca kafatası da saçla döşenmiş, başın kürkü gibi olmuştur. Şiddetli sıcaktan

ve soğuktan korur. O halde bedendeki yüce mertebesi, yüksek değeri ve önemi

sebebiyle koruma ve önlemi hak eden beyni bu şekilde koruyan kimdir, onu yaratan

ve duyuların kaynağı haline getiren Allah'tan başka?

 

Ey Mufazzal! Göz üzerindeki göz kapaklarını düşün. Nasıl da perde gibi

yapılmış ve kirpikler bir araya getirilmiş! Gözü bu çukura koymuş, perde ve üzerindeki

kıllarla gölgelemiş.

 

Ey Mufazzal! Kalbi göğüs boşluğunda saklayan, onu koruyucusu olan perdeyle

kaplayan, kalbe zarar verecek bir şeyin ulaşmaması için onu göğüs kafesi

ve üzerindeki et ve sinirlerle koruyan kimdir?

 

Gırtlakta iki menfez yapan kimdir? Bu menfezlerden birisi akciğere bağlı

nefes borusudur ve ses buradan çıkar. Diğeri ise gıda menfezi, yani yemek borusudur.

Mideye bağlıdır ve gıdayı mideye ulaştırır. Nefes borusu üzerine bir tabaka var etmiştir

ki yiyecekler akciğere ulaşıp ölüme sebep olmasın. Kalpte hararetin birikmemesi,

kalbin zayıflamaması, çalışmasının bozulmaması ve ölüme sebep olmaması için

akciğerleri kalbin yelpazesi kılan kimdir?

 

İdrar ve dışkıyı tutması için menfezlerini baskılayacak kapıyı yaratan kimdir?

Nitekim bu olmasaydı, idrar ve dışlı sürekli akar, insanın yaşam kalitesini

düşürürdü. Sayan kişi bu örneklerden ne kadar sayabilir? Hatta sayılamayacak

olan ve insanın bilmedikleri daha fazladır. Mideyi sıkı bir şekilde kapatan, kalın

yiyecekleri hazmetmesi için ayarlayan kimdir? Süzülen yumuşak gıdayı kabul

etmesi, midenin işinden daha incesini yapıp hazmetmesi için karaciğeri ince ve

yumuşak yapan kimdir Allah'tan başka? İhmalin böyle bir şey yapacağını düşünüyor

musun? Hayır; bu ancak hikmet ve kudret sahibi, her şeyi henüz yaratmadan

önce bilen, hiçbir şeyde aciz kalmayan, incelik sahibi ve her şeyden haberdar

olan bir müdebbirin tedbiridir.

 

Düşün ey Mufazzal; Neden yumuşak ilik kemiğin borularında saklanıyor?

Bu onu koruması için değil midir? Neden sıvı kan, tıpkı kaplardaki su gibi damarlara

hapsedildi? Taşıp yayılmasını önlemek için değil midir? Tırnaklar neden

parmak uçlarında oldu? Parmakları korumak ve insanın çalışmasına yardımcı

olmak için değil midir? Neden iç kulak spiral şekillidir? Sesin uyum içerisinde

akıp gitmesi ve işitmeye ulaşması için değil midir? Ayrıca rüzgârın da şiddeti kırılır

ve işitme organına zarar vermez. Neden insan bacakları ve kalçasında bu eti

taşır? Onu yerden koruması için değil midir? Böylece kalçası üzerine oturduğunda

ağrı duymaz. Nitekim vücudu zayıflayıp eti azalan kişi, yerle arasında yerin

sertliğinden koruyacak bir engel olmadığı için ağrı duyar. İnsanı kim erkek ve

kadın olarak yarattı, onu üreyecek şekilde yaratandan başka? Onu kim üreyecek

şekilde yarattı, onu ümitvâr kılandan başka? Onu kim ümitvâr kıldı ve ona kim

çalışma araçlarını verdi, onu çalışacak bir varlık olarak yaratandan başka? Onu

kim çalışacak bir varlık olarak yarattı, onu muhtaç kılandan başka? Onu kim

muhtaç kıldı, ona ihtiyaçlarını var edenden başka? Ona kim ihtiyaçlarını var

etti, ihtiyaçlarını karşılamaya kefil olandan başka? Ona kim anlama kabiliyeti

verdi, onun için ceza ve ödülü vacip kılandan başka? Ona kim imkân verdi, ona

güç verenden başka? Ona kim güç verdi, onu hüccetle yükümlü kılandan başka?

Gücünün yetmeyeceği şeyleri ona kim verir, şükrünü eda etmekten aciz kaldığı

Allah'tan başka? Anlattıklarımı düşün ve gözden geçir. Bu düzen ve tertipte bir

ihmal görüyor musun? Allah, onların isnat ettikleri vasıflardan pek yücedir.”

 

Meclisi'nin Açıklaması: Burada ümitvâr olmasının anlamı, neslinin devam

etmesi konusunda insanın ümitli olmasıdır.

 

“Ey Mufazzal! Şimdi sana kalbi anlatacağım. Bil ki kalpte akciğerin deliklerine

yönelmiş delikler vardır. Onlar kalbi havalandırır. O delikler farklı yerlerde

olup birbirlerine denk gelmese, kalp havalanmaz ve insan hayatını kaybederdi.

Fikir ve dikkat sahibi kişi, böyle bir şeyin ihmalle olacağını iddia eder mi? Bu

görüşünü bertaraf edecek delili kendinden görmez mi?

 

İki kanatlı bir kapının tek kanadını bulsan ve üzerinde bağlantı kısmı oldugunu

görsen, öylesine manasız şekilde yapıldığını mı düşünürsün? Hayır, mutlaka

başka bir tek kanatla birleşmesi için bu şekilde yapıldığını anlardın. Bir

faydası olması için de onları birleştirirdin. Hayvanın erkeğinin de bu şekilde

olduğunu görürsün. Bir çiftin teki gibidir, diğer dişi tek için hazırlanmıştır. Neslin

devamı ve kalıcılığı için bunlar birleşir. O halde felsefe iddiasında olanlara

yazıklar olsun; kalpleri bu şaşırtıcı yaratılışa karşı nasıl kör kalır? Nasıl tedbir

ve bilinci inkâr ederler?

 

Erkeğin cinsel organı gevşek olsaydı, nasıl rahimin köküne ulaşıp meniyi

bırakacaktı? Diğer yandan, sürekli dik (sert) kalmış olsaydı, yatakta nasıl rahat

eder ya da önünde bir şey dik (sertleşmiş) dururken insanlar arasında nasıl

yürürdü? Çirkin görüntünün yanı sıra, böyle bir şey olsa erkek ve kadınların

şehvetleri sürekli tahrik olurdu. Böylece ismi yüce olan Allah, böyle bir şeyin her

vakit göze görünmemesini ve erkeklerin bundan mustarip olmamalarını takdir

etti. Ancak neslin devamı ve kalıcılığı için ihtiyaç duyduğunda sertleşecek şekilde

yarattı.

 

Ey Mufazzal! Şimdi insanın yemesi ve içmesi, artıkların kolaylıkla (bedenden)

çıkması ile ilgili büyük nimetten (dolayı) ibret al. Evi inşa ederken helayı en

görünmeyecek yerde yapmak, güzel tedbirin bir sonucu değil midir? Aynı şekilde

Allah, insanın dışkısının çıkması için ayarladığı menfezi (makatı) en gizli yerinde

var etti. Arkasında ya da önünde görünür kısımlarda kılmadı. Aksine bedenin

gizli bir yerinde saklanmış, üzeri örtülmüş ve gizlenmiştir. İki bacak üzerine gelir

ve kalçanın eti onu örter ve gizler. İnsan hela ihtiyacı hissedip o şekilde oturduğunda,

o menfez ağırlığı bırakacak ve akacak şekilde hazır olur. Nimetleri aşikâr

olan ve sayılamayan Allah pek yücedir.

 

Ey Mufazzal! İnsana verilen şu dişleri düşün. Bir kısmı yiyeceği kesmek için

keskin, bir kısmı da çiğneyip yumuşatmak için geniş tutulmuştur. İnsan bu iki

özelliğe ihtiyaç duyduğu için, her ikisi de kendisine verilmiştir.

 

Saç ve tırnakların yaratılışındaki güzel tedbiri düşün ve bundan ibret al.

Bunlar uzayıp da artması ve insanın zaman zaman kısaltıp hafifleştirme ihtiyacı

hissetmesi sebebiyle, saç ve tırnaklara his verilmemiştir. Böylece insan, saç ve

tırnaklarını kısaltırken ağrı çekmez. Saçı kesip tırnakları kısaltmak ve düzeltmek

ağrılı olmuş olsaydı, insan iki sevimsiz şey arasında kalırdı. Ya her ikisinin

uzamasına izin verecek ve bunun sıkıntısını çekecek, ya da ağrı ve sızılarla kesip

kısaltacaktı.”

 

Mufazzal şöyle dedi: “Peki, neden Allah, insanın kısaltma ihtiyacı duymaması

için uzamayacak şekilde yaratmadı?”

 

İmam Cafer-i Sâdık (a.s) şöyle buyurdu:

“İsmi yüce olan Allah, kuluna bununla öyle nimetler vermiştir ki kulu bunları

bilmez ve bu nimetler için şükretmez. Bil ki bedenin ağrıları ve hastalıkları

kılların gözeneklerden çıkmasıyla ve tırnakların parmaklardan çıkmalarıyla beraber

çıkar. Bu sebeple insana her hafta tırnakları kesme, hamamotu kullanma

ve saçı tıraş etme emredildi ki saç ve tırnakların uzaması hızlansın. Böylece

kıllar ve tırnakların çıkmasıyla birlikte ağrılar ve hastalıklar da çıkar. Uzun

kalırsa, yavaşlar ve çıkması azalır. Ağrılar ve hastalıklar da bedende kalır, ağrı

ve şikâyetlere sebep olur. Bununla birlikte Allah, insana zararı olacak, sıkıntılara

ve zorluklara sebep olacak bölgelerden kıl çıkmasını engelledi. Örneğin gözde

kıl çıksaydı, körlüğe sebep olmaz mıydı? Ağızda kıl çıksaydı, insanın yemesi ve

içmesi sıkıntılı olmaz mıydı? Avuç içinde çıksaydı, sağlıklı dokunmasına ve bazı

işleri yapmasına engel olmaz mıydı? Kadının ya da erkeğin cinsel organlarında

çıksaydı, onları cinsel ilişkinin zevkinden mahrum etmez miydi? (İnsanın)

yararı için kılların bu bölgelerden nasıl uzak durduğuna bak. Ayrıca bu durum

yalnızca insan için geçerli değildir. Bunu sığırlarda, vahşi hayvanlarda ve diğer

üreyen hayvanlarda da görürsün. Nitekim aynı sebepten ötürü bedenleri kılla

kaplı olmasına rağmen söz konusu bölgelerin kılsız olduğunu görürsün. O halde

yaratılış üzerine düşün ki nasıl hata ve zarar yönleri uzak tutuluyor, doğru ve

faydalı özellikler var ediliyor!

 

Maniheistler ve benzerleri, yaratılış ve bilinç kusurları hakkında kendi görüşlerini

ortaya attıklarında, kasık bölgesi ve koltukaltında kıl çıkmasını kusur olarak

gördüler. Bu bölgelerde oluşan nemden dolayı bunun olduğunu anlamadılar.

Nitekim sulak yerlerde otlar nasıl çıkıyorsa, o bölgelerde de bu şekilde kıl çıkar.

Ayrıca bu bölgelerin o fazlalığı almak için daha gizli ve daha uygun oldugunu

görmez misin? Bundan başka bu durum, insanın bedeniyle ilgili görevi ve

yükümlülüklerinden sayılır. Bu da onun faydasınadır. Zira bedenini temizlemek

ve uzayan kılları kısaltmakla ilgilenmesi; insanın hiddetini kırar, saldırganlığını

dindirir, başıboşluk ve şımarıklık hallerine gireceği boş zamanın bir kısmını alır.

 

Ağız suyu ve faydaları üzerine düşün. Gırtlak ve damağı ıslatmak için her

zaman ağza akacak ve kurumayacak şekilde ayarlanmıştır. Nitekim bu bölgeler

kuru bırakılsaydı, insan telef olurdu. Ayrıca ağzında yumuşatıcı bir ıslaklık olmasaydı,

yemeği yumuşatıp kolay yutmasının bir yolu olmazdı. Gözlem de buna

tanıktır. Bil ki ıslaklık, gıdanın bineğidir. Ayrıca bu ıslaklığın aktığı bir başka

yer de safra kesesidir. Bu şekilde insan bunun tam faydasını görür. Safra kesesi

kurusaydı insan telef olurdu. Kelam ehlinin cahilleri ve felsefe iddiasında bulunanların

zayıflarından bir grup, idraklerinin azlığı ve ilimlerinin kusuruyla

şöyle demektedirler:

 

“Keşke insanın karnı dolap gibi olsaydı. Tabip istediği zaman açar, ne olduguna

bakardı. Elini sokar ve tedavi etmek istediğini ederdi. Muamma deliller ve

çıkarımlar dışında gözün ve elin ulaşmadığı kilitli bir kutu olmasından daha iyi

olmaz mıydı? Örneğin idrara bakma, teri kontrol etme gibi delil ve çıkarımlarda

çok fazla hata ve şüphe olur; hatta insanın ölümüne dahi sebep olabilir.”

 

O cahiller bilselerdi ki anlattıkları gibi olsaydı, bunun ilk sonucu, insanın

hastalıklardan ve ölümden korkusu kalkardı. Kalıcı olacağını hisseder ve sağlığına

aldanırdı. Bu da onu azgınlığa ve şerre saptırırdı. Ayrıca karındaki sıvılar da

dışarı sızar, insanın koltuğunu, yatağını, elbisesini ve ziynetini batırırdı; hatta

tüm yaşantısını bozardı. Ayrıca mide, karaciğer ve kalp, Allah'ın beden içinde

tuttuğu iç sıcaklıklarıyla çalışırlar. Dolayısıyla karında gözün görebileceği ve elin

ulaşıp tedavi edebileceği şekilde açılabilen bir kapak olsaydı, havanın soğukluğu

içine sızar, iç sıcaklığına karışır, organlar çalışmaktan durur ve insan telef olurdu.

Yaratılışta olanın dışında kuruntuların getirdiği tüm görüşlerin hata ve abes

olduğunu görmüyor musun?

 

Ey Mufazzal! İnsanın yemesi, uykusu ve cinsel ilişkisindeki eylemleri ve bu

konudaki tedbirleri düşün. Nitekim bunlardan her birisi için onu teşvik eden ve

harekete geçiren bir güdüsü vardır. Açlık, yemesini gerektirir ki bedenin yaşamı

ve sağlığı buna bağlıdır. Uykusunun gelmesi uyumayı gerektirir ki bedenin rahatlığı

ve güçlerini toplaması buna bağlıdır. Şehvet, cinsel ilişkiye girmeyi gerektirir

ki neslin devamı ve kalıcılığı buna bağlıdır. İnsan, bedeninin ihtiyaç duyduğunu

bildiği için yemek yiyecek olsa ve kendi tabiatında buna mecbur olduğunu hissettiren

bir şey olmasa, bazen bunda tembellik eder ve ağır davranırdı. Böylece bedeni

zayıf düşer ve helak olurdu. Bu durum, insanın bedenini iyileştirmek için

ihtiyaç duyduğu ilaca benzerdi. İnsan, hastalık ve ölüme varıncaya kadar ilacı

ihmal edebilir. Aynı şekilde yalnızca bedeninin ihtiyacı olduğunu ve gücünü

toplaması gerektiğini düşündüğü için uyuyacak olsaydı, bunda ağır davranabilir

ve vücudu mecalsiz kalıncaya kadar uykusuz kalabilirdi. Yine yalnızca çocuk

istediği için ilişkiye girecek olsaydı, bu konuda isteksizlik hissedebilir ve böylece

nesil azalabilir, hatta kesilebilirdi. Zira insanların bazıları çocuk sahibi olmak

istemez ve bu onu mutlu etmez. Bak gör ki insanların devamlılığını ve salahını

ona yönlendiren ve ona doğru hareket ettiren bir güdüsü vardır! Bil ki insanda

dört kuvvet vardır. Bir kuvvet, cezbedicidir. Gıdayı alır ve mideye gönderir.

Bir kuvvet, muhafaza eder. Tabiat yapacağını yapana kadar yemeği tutar. Bir

kuvvet hazmedicidir. Yemeği öğütür, özünü çıkarır ve bedene yayar. Bir kuvvet

de iticidir. Hazmeden organ ihtiyacını aldıktan sonra yemeğin artığını ve kalan

ağırlığı atar. Bedende bulunan bu dört kuvvetin takdirini, yaptıklarını, bunlara

duyulan ihtiyaç ve amaç için nasıl da ayarlandıklarını, bu konudaki tedbiri ve

hikmeti düşün. Cezbedici kuvvet olmasaydı, insan, vücudunu hayatta tutacak

gıdayı almak için nasıl hareket edebilirdi? Muhafaza edici kuvvet olmasaydı,

mide hazmedinceye kadar yemek nasıl insanın içinde kalabilirdi? Hazmedici

kuvvet olmasaydı, yemek nasıl öğütülür ve vücudu besleyen, rahatsızlığını gideren

özü alınabilirdi? İtici kuvvet olmasaydı, hazmedici organın artık olarak

bıraktığı ağırlık nasıl itilir ve sırası geldikçe dışarı çıkardı? Münezzeh olan Allah”

ın ince sanatı ve güzel takdiriyle nasıl da bu kuvvetleri bedende görevlendirdiğini

ve insana fayda sağladığını görmüyor musun? Bunun için sana bir örnek

vereceğim. Bedeni kralın evi gibi düşün. Evde hizmetkârları, yardımcı uşakları

ve evin işlerini yapmakla görevli çalışanları var. Bir tanesi, hizmetkârların ihtiyaçlarını

gidermek ve ihtiyaçlarını onlara ulaştırmak içindir. Bir tanesi, gelen ihtiyaç malzemeleri

işlem görüp hazırlanıncaya kadar elde tutmak ve depolamak içindir. Bir tanesi, işlemden

geçirip hazırlamak ve dağıtmak içindir. Bir tanesi de evi pisliklerden temizlemek ve artıkları

dışarı çıkarmak içindir. Buradaki kral, hikmet sahibi yaratıcı ve âlemlerin hükümdarıdır.

Ev, bedendir. Hizmetkârlar, organlardır. Çalışanlar da bu dört kuvvettir.

 

Ziyadesiyle anlatmış olduğum bu dört kuvvet ve eylemleri üzerine düşündügünde

bil ki bunları anlatma şeklim, tabiplerin kitaplarında olduğu gibi değildir.

Sözlerimiz de onların sözleri gibi değildir. Çünkü onlar, tıp sanatı ve bedenlerin

sağlığı için ihtiyaç duyulanları anlatırlar. Biz ise dinin düzelmesi ve nefislerin

sapkınlıktan iyileşmesi için ihtiyaç duyulanları anlatırız. Tedbir ve hikmeti açıklamak

için ayrıntılarıyla anlatmış olduğum örnek de aynı şekildedir.

 

Ey Mufazzal! Canda olan bu kuvvetleri ve insandaki yerlerini düşün. Düşünme,

hayal, akıl, hafıza ve diğerlerini kastediyorum. İnsandaki bu özelliklerden

yalnızca hafızasının eksik bırakıldığını düşün, hali nasıl olurdu? İşlerinde,

yaşamında ve tecrübelerinde ne denli bozukluk olurdu? Zira lehine ve aleyhine

olan şeyleri, aldığı ve verdiği şeyleri, gördüklerini, işittiklerini, söylediği ve kendisine

söylenen sözleri hafızasında tutamazdı. Kimin kendisine iyilik ettiğini

kimin kötülük ettiğini, kendisine faydalı ve zararlı olan şeyleri hatırlayamazdı.

Sayısız defa bir yoldan gitse o yolu öğrenemezdi, ömrü boyunca öğrenmeye çalışsa

bir ilim öğrenemezdi. Ne bir dine inanır ne bir tecrübenin faydasını görürdü.

Geçmişinde yaşadığı hiçbir şeyden ders çıkaramazdı. Hatta tamamen insanlıktan

çıkışırdı. O halde insana bu özelliklerle verilen nimete bak! Her birisinin

diğerlerinden farklı yerini gör. İnsan üzerinde hafıza nimetinden daha üstünü ise

unutma nimetidir. Zira unutma olmasaydı, hiç kimsenin hiçbir musibeti hafıflemezdi,

hiçbir pişmanlığı geçmezdi, hiçbir kini ölmezdi, afetleri sürekli hatırladığı

için dünyanın hiçbir şeyinden zevk almazdı, sultanın gafletini ve haset edenin

hasedinden vazgeçmesini ummazdı. Birbirine zıt ve farklı olmalarına rağmen

hafıza ve unutmanın insana nasıl verildiğini görmüyor musun? İnsan her birisinden

faydasını almaktadır. Birbirine zıt olan şeylerin birbirine zıt iki yaratıcı

tarafından yaratıldığını iddia edenler bunu nasıl söyleyebilirler! Oysa tüm bu

özellikler düzen ve fayda için bir araya gelmişlerdir.

 

Ey Mufazzal! Diğer tüm hayvanlar dışında yalnızca insana verilen özelliklere, bu yüce

ve değerli yaratılışa bak! Hayâ duygusunu kastediyorum. Bu olmasaydı,

misafire ihtiram gösterilmez, adetler yerini bulmaz, ihtiyaçlar giderilmez,

güzel davranış sergilenmez ve hiçbir konuda çirkinlikten kaçınılmazdı. Hatta

farz kılınan birçok amel de hayâ sebebiyle yapılmaktadır. Nitekim öyle insanlar

vardır ki hayâ olmasaydı anne ve babasının haklarına riayet etmez, hiçbir akrabasını

ziyaret etmez, hiçbir emaneti yerine ulaştırmaz ve hiçbir günaha karşı

nefsini alıkoymazdı. İnsanın düzenini sağlayacak ve işlerini yoluna koyacak tüm

özelliklerin insana nasıl da eksiksiz verildiğini görmüyor musun?

 

Ey Mufazzal! İsimleri mukaddes olan Allah'ın insana bahşetmiş olduğu

konuşma nimeti üzerine düşün. Zira bu özelliği sayesinde içinde hissettiklerini,

aklına gelenleri ve düşüncelerini aktarabilmektedir. Başkalarının da ne düşündüklerini

bu özellik sayesinde öğrenebilmektedir. Bu olmasaydı, (insan) önemsenmeyen

hayvanlar derecesinde olurdu. Çünkü hayvanlar kendileriyle ilgili hiçbir

şeyi bildirmez, anlatanları da anlamaz. Geçmişlerin haberlerini şimdikilere

ve şimdikilerin haberlerini gelecektekilere aktaran yazı da öyledir. İlim, edebiyat

ve diğer konularda yazılı kitaplar bu sayede ölümsüzleşir. İnsan, başkalarıyla

arasında geçen işlemleri ve hesapları bu sayede korur. Yazı olmasaydı, bazı zamanların

haberleri diğer zamanlardan kesilirdi. Vatanlarından uzak olanların

haberleri alınamaz, ilimler yok olur ve edebi metinler kaybolurdu. İnsanların

işleri ve işlemleri çok zarar görürdü. Hakkında cahil kalmamaları gereken dinleri

ve kendilerine rivayet edilenler konusunda ihtiyaç duyduklarına ulaşamazlardı.

Belki de bunun (yazının), insanın icadı ve zekâsı sonucu ortaya çıktığını,

insanın yaratılışına ve tabiatına verilmiş bir özellik olmadığını sanıyorsundur.

Konuşmanın da aynı şekilde insanlar arasında anlaşmalı olarak kurdukları bir

şey olduğunu, bu sebeple farklı ümmetlerde farklı dillerin olduğunu düşünüyorsundur.

Yazı için de aynı şekilde Arapça, Süryanice, İbranice, Rumca ve diğer

farklı ümmetlerin dillerinde yazıldığı sebebiyle, konuşma için nasıl anlaştılarsa

yazı için de aynı şekilde anlaştıklarını düşünüyorsundur.

 

Bunu iddia eden kişiye şöyle söylenir: İnsanın her iki işte de eylemi ve icadı

olsa da o eylem ve icada ulaştıran şey, aziz ve yücelik sahibi Allah'ın halkına

vermiş olduğu nimeti ve hediyesidir. Nitekim konuşmak için hazırlanmış bir dil

ve düşünecek bir zihin verilmemiş olsaydı, insan asla konuşamazdı. Aynı şekilde

yazı için hazırlanmış bir avuç ve parmaklar olmasaydı, asla yazamazdı. Bunun

örneğini konuşmayan ve yazmayan hayvanlarda görebilirsin. O halde bunun temeli,

aziz ve yücelik sahibi yaratıcının fıtratı ve halkına ihsan ettiği nimetidir.

Şükredenlere mükâfatları verilir, inkâr edenlere gelince, Allah bütün âlemlerden

müstağnidir.(1)

 

Ey Mufazzal! İnsana verilen ve verilmeyen ilimleri düşün. Nitekim dinini

ve dünyasını düzelteceği her şeyin ilmi kendisine verilmiştir. Yaratılışta bulunan

--------------------

(1) Onlara muhtaç değildir.

 

deliller ve tanıklar yoluyla yüce yaratıcıyı tanımak, tüm insanlara karşı adaletli

olması gerektiğini bilmek, anne ve babasına karşı hayırlı evlat olmak, emanete

sahip çıkmak, dostlara yardım eli uzatmak ve benzeri gerekliliklerin ilmi, dinini

düzenleyecek ilimlerdendir. Birbirlerine uyumlu ya da muhalif olan tüm ümmetlerde

bu özellikler, tabiat ve fıtrat gereği bilinir, ikrar ve itiraf edilir. Aynı şekilde

insana, dünyasını düzene sokacağı özelliklerin ilimleri de verilmiştir.

 

Örneğin tarım, ekim, toprağı kazma, koyunları ve sığırları gütme, yerden su

çıkarma, türlü hastalıklardan iyileştiren ilaçları öğrenme, türlü mücevherlerin

çıkarıldığı madenlere ulaşma, gemiye binme, denize dalma, türlü hayvanları,

kuşları ve balıkları avlama teknikleri, farklı çeşitlerde sınaat, ticaret ve kazanç

yollarını bilme gibi anlatması ve sayması uzun süren daha pek çok işin ilmi

kendisine verilmiştir. Bu ilimlerle dünyadaki durumunu düzenleyebilmektedir.

Dolayısıyla insana dinini ve dünyasını iyileştirebileceği ilimler verilmiş; ancak

kendisini ilgilendirmeyen ve yükleme takati olmayan alanlardaki ilimler kendisine

verilmemiştir. Gayp ilmi, olacakların ilmi ve göğün üstünde ve yerin altında

olanlar, denizin derinliklerinde olanlar, dünyanın diğer uçlarında olanlar, insanların

düşünceleri, rahimlerde olanlar gibi bazı olmuş olayların ilmi de buna örnek

gösterilebilir. Bunların ilimleri insanlardan gizlenmiştir. Bazı insanlar bu

konularda ilim sahibi olduklarını iddia etmiş olsalar da ilmini iddia ettikleri

konularla ilgili verdikleri hükümlerde ve bilgilerde açığa çıkarılan hataları, iddialarının

batıl olduğunu göstermiştir. Bak ve nasıl da insana dini ve dünyası için

ihtiyaç duyacağı tüm ilimler verildiğini, kadrini ve eksikliğini görebilmesi için de

diğer ilimlerin perdelendiğini gör. Her iki durum da insanın maslahatı içindir.

 

Ey Mufazzal! Şimdi de insana hayatı boyunca perdelenmiş şeylerin ilimleri

üzerine düşün. Nitekim insan, ömrü kısa olup ne kadar yaşayacağını biliyor

olsaydı, bilmekte olduğu ölüm zamanını beklemesi ve düşünmesi sebebiyle hayatından

keyif alamazdı. Malı biten ya da bitmek üzere olan, yoksulluğu hisseden,

malının bitmesinden ve yoksulluktan korkan kişinin durumunda olurdu.

Bununla birlikte insanın, ömrünün tükenmesi sebebiyle hissettikleri, malının

tükenmesi sebebiyle hissettiklerinden daha şiddetlidir. Çünkü malı tükenen kişi,

telafi etmeyi ümit eder ve bu onu sakinleştirebilir. Ancak ömrünün tükeneceğini

bilen kişiye ümitsizlik hâkim olur.

 

Diğer yandan insan uzun ömürlü ise ve bunun bilgisi kendisine verilmişse,

uzun yaşayacağına güvenerek dünya lezzetlerine ve günahlara dalar. Dünya lezzetleri

ve günahlardan tüm arzularını yaşadıktan sonra ömrünün sonunda tövbe

etme düşüncesiyle hareket eder.

Allah, kullarından bu yola razı olmaz ve bunu kabul etmez. Bir kölen olsaydı

ve bir yıl boyunca seni gazaplandırıp bir gün veya bir ay razı edecek şekilde

hareket etse, bunu kabul eder miydin? Böyle bir köle senin için iyi bir köle olmazdı.

Aksine her konuda, her zaman ve her durumda sana itaat etmesini ve doğru

davranmasını beklerdin.

 

“İnsan bir zaman günah işleyip sonra tövbe edince tövbesi kabul olmuyor

mu?” diye soracak olursan, şöyle deriz: İnsanın bunu yapmasının sebebi, nefsani

arzularına mağlup olması ve arzularına muhalefet etmeyi bırakmasıdır.

Ancak içinde bunun planlamasını yapıp davranışlarını buna göre inşa etmez. O

zaman Allah onu affeder ve bağışlama ihsanında bulunur. Diğer yandan istediği

günahları işledikten sonra tövbe etmeyi planlayan kişi, kandırılmayacak olanı

kandırmaya çalışmaktadır. Günahlardan zevk almayı önceye almakta, sonrasında

tövbe etmeyi planlamaktadır. Ayrıca bu konuda kendine verdiği sözü de

yerine getiremez. Çünkü eğlence ve lezzetlerden kopmak ve özellikle yaş ilerleyip

beden zayıf düştükten sonra tövbenin sıkıntısına katlanmak çok zordur; insan

tövbeyi ötelerken ölüm zamanının gelip çatmayacağının güvencesi yoktur. Böylece

dünyadan tövbe etmeden çıkmış olur. Örneğin bir insanın belli bir vadeye

kadar borcu olduğunu, borcu ödeyebilir olmasına rağmen vadesi doluncaya kadar

borcunu ötelediğini düşün. O zaman parası bitmiş olursa borcu olduğu gibi

devam eder. Bu sebeple insan için en hayırlısı, ne kadar yaşayacağını bilmemesidir.

Böylece ömrü boyunca ölümün gelebileceğini düşünür, günahları terk eder

ve salih ameller işler.

 

“İşte şimdi insanlar ne kadar yaşayacaklarını bilmiyorlar, her an ölebileceklerini

biliyorlar; yine de çirkin günahları işleyip haramlara dalıyorlar.” dersen,

şöyle deriz: Bu konuda gerekli tedbir alınmıştır. Ancak insan buna rağmen

günahlardan sakınmıyor ve uzak durmuyorsa, bu onun (dünyayla ilgili) aşırı

neşesi ve kalbinin katılaşması sebebiyledir. Tedbirdeki hata sebebiyle değildir.

Örneğin tabip, hastaya iyi gelecek ilacı tarif eder. Hasta eğer tabibin sözlerine

aykırı davranır, yapmasını söylediği şeyi yapmaz ve sakındırdıklarından sakınmazsa,

tabibin tarif ettiği ilacın faydasını görmez. Bu durumda hatalı davranan tabip değil,

hastadır; çünkü dediklerini uygulamamıştır. İnsan her an ölebileceğini

bilmesine rağmen günahlardan sakınmıyorsa, uzun süre yaşayacağını bilmesi

halinde şiddetli büyük günahlara intikal etmesi daha olası olur. O halde her an

ölebileceğini bilmesi, her halükârda uzun süre yaşayacağına güvenmesinden hayırlıdır.

Ayrıca bazı insanlar her an ölebilmeyi beklemekten oyalanıyor ve bundan

ibret almıyorlarsa da diğer başka kısım insanlar bundan ibret alabilir ve

günahlardan sakınırlar. Salih amelleri tercih eder, mallarından ve değerli eşyalarından

yoksullara ve muhtaçlara sadaka verirler. Dolayısıyla bir kısım insanın

bu özellikten nasip almamaları sebebiyle bu insanların da bu özellikten mahrum

edilmeleri adalete sığmazdı.

 

Rüyaları düşün ey Mufazzal! Nasıl da Allah bu konudaki tedbiri ayarlamış,

sadık (doğru) rüyalarla yalancı rüyaları birbirine karıştırmıştır. Zira rüyaların

tamamı sadık olsaydı, insanların hepsi peygamber olurlardı. Tamamı yalancı

olsaydı, hiçbir faydası kalmaz, manasız fazlalık olurdu. Böylece bazı rüyalar

sadık olmuştur ki insanlar belli bir konuda faydasını görsünler ya da belli bir

zarardan sakınsınlar. Birçoğu da yalancı rüya olmuştur ki insanın tüm itimadı

rüyalara olmasın.

 

Bu dünyada mevcut ve hazırlanmış olan maddeleri ve amaçları üzerine düşün.

Örneğin toprak, inşaat işine yarar. Demir, sanayi işine yarar. Ahşap, gemi

ve diğer eşyaların yapımına yarar. Taşlar, değirmen ve diğer eşyaların yapımına

yarar. Bakır, yemek kapları yapımına yarar. Altın ve gümüş, alışveriş yapmaya

yarar. Mücevher, ihtiyaç günü için saklamaya yarar. Etler yemek içindir, güzel

kokular keyif almak içindir, ilaçlar iyileşmek içindir, hayvanlar yük taşımak

içindir, odun yakmak içindir, kül sıvamak içindir. Kum, zemin içindir. İnsan

saymak istese bunlar gibisini ne çok sayar! Bir kişi bir eve girdiğinde kilerinin,

insanların ihtiyaç duyacakları her şeyle dolu olduğunu ve her birisinin de belli

bir amaç için hazırlandığını görse, böyle bir şeyin ihmal üzere ve amaçsız olduğunu

düşünür müydü? O halde insanın bu dünya için ve dünyada hazırlanmış

olan bu eşya ve maddeler için böyle bir şey söylemesi nasıl doğru olabilir?

İnsanın ihtiyaçları için yaratılan maddeleri ve bunlardaki tedbirleri düşün ey

Mufazzal! Buğday, yemesi için yaratıldı; onu öğütme, yoğurma ve pişirme görevi

insana bırakıldı. Hayvan tüyleri giyimi için yaratıldı; toplama, işleme ve dikme

görevi insana bırakıldı. Ağaç insan için yaratıldı; ağacı dikme, sulama ve koruma

görevi insana bırakıldı. İlaçlar tedavisi için yaratıldı; toplama, karıştırma

ve hazırlama görevi insana bırakıldı. Diğer eşyada da bu örneği görebilirsin.

Bak gör ki insanın hiçbir çare üretemeyeceği yaratma işi konusunda insanın ihtiyacı

giderilmiş; ancak her şeyde iş ve hareket görevi kendisine bırakılmıştır.

Bu da insanın iyiliği içindir. Çünkü tüm bu işler kendisi için hazır edilmiş ve

hiçbir iş ve çalışmaya ihtiyacı kalmamış olsaydı, yeryüzünde şımarık ve nimetin

kıymetini bilmez şekilde dolaşırdı. Hatta kendisini helak edecek işlere dahi

kalkışırdı. İnsanlara ihtiyaç duyacakları her şey önceden hazırlanmış olsaydı,

hayattan keyif almaz ve hiçbir zevki olduğunu görmezlerdi. Görmüyor musun ki

bir kavim uzun süre ihtiyaç duyacakları yeme, içme ve hizmete kavuştuklarında

insanlar boş zamanlarından sıkılır ve nefisleri (haram) şeylerle meşgul olmak

ister. O halde insan hayatı boyunca ihtiyaçları giderilmiş ve hiçbir şeye ihtiyacı

kalmamış olsaydı nasıl olurdu? İnsan için yaratılmış olan bu eşyadaki doğru

tedbir, bunlarda insana çalışacak bir iş bırakılmış olmasıdır. Böylece boş vaktin

sıkıntısından alıkonulması, yapmaması gereken ve yapmasında hayır olmayan

işlerden de uzak durması planlanmıştır.

 

Ey Mufazzal! Bil ki insanın yaşamı için ihtiyaçlarının başında ekmek ve su

vardır. Bu ikisinde nasıl bir tedbir ve plan olduğuna bir bak. İnsanın suya olan

ihtiyacı, ekmeğe olan ihtiyacından fazladır. Nitekim insanın açlığa, susuzluktan

daha fazla sabredebilir. Ayrıca sudan karşılayacağı ihtiyaçları da ekmekten karşılayacağı

ihtiyaçlarından fazladır. Çünkü insan; içmesi, abdesti, guslü, elbiselerini yıkaması,

hayvanlarına su vermesi ve ekinlerini sulaması için suya ihtiyaç duyar. Bu sebeple su,

herkesin satın almadan ulaşabileceği yerde var edilmiştir. Böylece su arama sıkıntısı

ve bu konudaki zorluk, insan üzerinden kaldırılmıştır.

Ekmek ise ulaşılması zordur; ancak iş ve hareketle elde edilebilir. Bunun amacı,

insanın bir meşgalesi olması ve boşluğun sebep olacağı oyun ve şımarıklıktan

korunmasıdır. Görmüyor musun ki çocuk, küçük yaştayken öğretmene verilir,

kendi başına öğrenemez. Bunun sebebi, kendine ve ailesine büyük zararlara sebep

olabilecek boş hareketler ve oyundan alıkonulmasıdır. İnsan da aynı şekilde

çalışmaya ihtiyaç duymuyor olsaydı, şımarıklık, kıymet bilmeme ve boş hareketlere

yönelirdi. Bu da ziyadesiyle kendisine ve yakınlarına zarar verirdi. Bunun

örneğini bolluk, refah ve zenginlik içinde yetişen kişide görebilirsin. Bu durumun

onu nelere yönlendirdiğine bak.

 

Hayvanların, kuşların ve diğer varlıkların birbirlerine benzediği gibi neden

insanların da birbirlerine benzemedikleri üzerine düşün. Nitekim ceylanları ve

güvercinleri görüyorsun. Birbirinden ayırt edilemeyecek kadar birbirine benzemektedirler.(1)

İnsanların ise farklı yüzleri ve yaratılışları olduğunu görüyorsun. Neredeyse iki kişi bile

aynı sıfata sahip olmuyorlar. Bunun sebebi, insanların aralarında geçen muamelelerde

birbirlerini biçimleriyle şahsen tanımalarına ihtiyaç duymalarıdır. Bu tür ilişkiler hayvanlar

 arasında olmadığı için her birisinin biçimiyle şahsen tanınmasına ihtiyaç yoktur.

Görmüyor musun ki kuşlar ve hayvanlar, aralarındaki benzerliğin bir zararını görmezler.

İnsan ise öyle değildir. Örneğin insanlar, birbirine çok benzeyen ikizlerle muamelelerinde

zorlanırlar. Birisine diğerinin alacağı verilebilir, birisi diğerinin suçuyla cezalandırılabilir.

Bu tür karışıklıklar, yüzlerin benzeşmesinden öte, eşyaların benzeşmesinde

dahi görülür. Neredeyse akla gelmeyecek bu inceliklerle kullarına lütuf gösteren

ve hepsinde doğru olanı uygulayan kimdir, rahmeti her şeyi kapsayan dışında

Allah'tan başka...

 

Bir duvara insan resmi çizilmiş olduğunu görsen ve birisi sana bu resim kendiliğinden

ortaya çıktı, onu hiç kimse çizmedi dese kabul eder miydin? Aksine bu

düşünceye gülüp geçerdin. O halde nasıl olur da bu düşünceyi cansız bir resim

için reddederken, canlı ve konuşan insan için reddetmezsin? Neden hayvanların

bedenleri sürekli beslendikleri halde büyümeye devam etmez? Nitekim belli bir

hacme kadar büyür ve büyümesi durur; o haddi aşmaz. Bu durum planlamadan

başka bir şeyle açıklanır mı? Hikmet sahibi Allah, her bir türün belli bir dereceye

kadar büyümesini, büyüklük ve küçüklük konusunda birbirinden farklı olmamalarını

takdir etmiştir. Böylece ulaşacağı büyüklüğe varıncaya kadar büyür ve orada

dururlar. Beslenmeleri kesintisiz devam etmesine rağmen, büyümeleri

durur. Büyümeleri de sürekli olsaydı, bedenleri haddinden fazla büyür, cüsseleri

benzeşir ve hiçbirisinin belli bir sınırı olmazdı.

------------------------------------------------------------------

(1) Burada örfi benzerlikten bahsetmektedir. Sonraki açıklamalarından da bu anlaşılmaktadır.

Ancak deliller ve bilimsel çalışmalar ışığında insanda da diğer canlılarda da hakiki benzerlik yoktur.

 

Neden özellikle insanların bedenleri hareket etme, yürüme ve incelikli zanaatları

yapma konusunda zorlanır şekilde var edildi? İnsanların ihtiyaç duydukları

giyim, yatak, kefen ve diğer alanlarda yapılan işleri önemli kılmak için

değil midir?

 

İnsanın başına hiçbir ağrı ve sızı gelmiyor olsaydı, çirkin günahlardan nasıl

yüz çevirir, Allah'a nasıl boyun eğer ve insanlara şefkat gösterirdi? Görmüyor

musun ki insan, bir ağrı ve sızıya maruz kaldığında boyun eğer, durulur,

Rabbinden afiyet diler ve sadaka vermek için elini açar!

 

Hayvanlardan yalnızca erkek ya da yalnızca dişi doğuyor olsaydı, nesil tükenmez

miydi ve hayvan türleri yok olmaz mıydı? Bu sebeple neslin devam etmesi

ve kesilmemesi için bazı yavrular erkek, bazı yavrular dişi gelmektedir.

 

Kadın ve erkek belli bir yaşa geldiklerinde neden her ikisinin kasık kılları

çıkar da yalnızca erkeğin sakalı çıkarken kadının sakalı çıkmaz? Bunun sebebi

tedbir (plan) değil midir? Nitekim yüce Allah, erkeği kadının gözleyeni ve koruyucusu

olarak karar kılmıştır. Kadını da erkeğin hanımı ve sorumluluğu altında

karar kılmıştır. Sakalı erkeğe vermiştir; çünkü sakalda izzet, vakar ve heybet vardır.

Kadına ise vermemiştir ki yüzü temiz, yumuşak ve güzel kalsın. Bu durum,

birbirlerinden hoşlanmaları ve ilişkiye girmeleri için daha uygundur.

 

Yaratılışın nasıl da her konuda doğru olduğunu ve hata içermediğini görmüyor

musun? Öyle ki amaç ve maslahata uygun olarak (birtakım unsurlar)

kimisine verilirken, kimisine verilmez. Bu da hikmet sahibi aziz ve yüce Allah'ın

tedbiriyledir.

 

Mufazzal der ki: Öğle vakti girdiğinde mevlâm namaza kalktı ve “Yarın

inşallah yanıma erken gel.” dedi.

 

Ben de öğrendiklerimin mutluluğu ve verilen ilimlerin sevinciyle yanından

çıktım. Allah'ın bana vermiş olduğu bu nimet için hamd ediyordum,

mevlamın bana öğrettikleri ve ihsan ettiği ilimler sebebiyle Allah'a şükrediyordum.

O gecemi öğrendiklerimin mutluluğu ve sevinciyle geçirdim.

 

Mufazzal'ın İmam Cafer-i Sâdık'tan (a.s) rivayet ettiği yaratılış ve ilahi

plan delilleri, ihmali savunanlara ve bilinci reddedenlere cevap kitabının

birinci bölümü tamamlanmıştır. Şimdi ikinci bölüme başlıyoruz:

 

İkinci Bölüm

 

Mufazzal der ki: İkinci gün olduğunda mevlamın yanına erken gittim.

İçeri girmem için bana izin verildi. İçeri girdiğimde oturmamı söyledi, ben

de oturdum. Şöyle buyurdu:

 

“Asırları yöneten, adaletiyle kötülük yapanlara yaptıklarının karşılığını

vermek ve iyilik edenlere iyiliklerinin mükâfatını güzellikle vermek için tabaka

tabaka tüm âlemleri yeniden diriltecek olan Allah'a hamdolsun. Onun isimleri

mukaddes, nimetleri pek yücedir. “Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şekilde

zulmetmez; fakat insanlar kendilerine zulmederler.”(1) Yüce Allah”ın şu ayeti

de buna delildir: “Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını

görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını

görecektir.”(2)

 

Her şeyin açıklamasını barındıran Allah'ın kitabında buna benzer nice deliller

vardır. “Ona ne önünden ne de ardından batıl gelemez. O, hüküm

ve hikmet sahibi, övülmeye lâyık olan Allah tarafından indirilmiştir.”(3) Bu

sebeple efendimiz Muhammed (s.a.a) “Sizin amelleriniz size iade edilir.” buyurmuştur.

 

Daha sonra İmam Cafer-i Sâdık (a.s) başını bir süre eğdi, sonra şöyle

buyurdu:

 

Ey Mufazzal! İnsanlar verilen mühlette şaşkın ve sarhoş olmuşlar, sapkınlıklarında

gidip gelmektedirler. Şeytanlarını ve zorbalarını örnek alıyorlar. Gözleri

gördüğü halde kördürler, önlerini görmezler. Konuşabildikleri halde dilsizdirler,

akletmezler. İşitebildikleri halde sağırdırlar, işitmezler. Düşük olana razı oldular

ve doğru yolda olduklarını sandılar. İyilerin derecelerinden saptılar, necis

ve küfür ehlinin merasından beslendiler. Kendilerini ölümün ansızın gelişinden

güvende ve cezalandırılmaktan uzakta gibi hissettiler. Onların vay haline! Sıkıntıları

uzun ve belaları şiddetli olacaktır. “O gün dostun dosta hiçbir faydası

olmaz. Kendilerine yardım da edilmez. Yalnız, Allah'ın yardım ettiği kimseler

bunların dışındadır.”(4)

 

Mufazzal der ki: İmam'dan (a.s) işittiğim bu sözlerin etkisiyle ağladım.

 

Bana şöyle buyurdu:

“Ağlama. Kabul edersen ve bilirsen kurtulursun.”

Sonra şöyle devam etti:

 

“Sana hayvanları anlatmakla başlayacağım ki başkasında öğrendiklerini

hayvanlarda da öğrenesin. Hayvanın vücut yapısını ve bulunduğu şeklini düşün.

--------------------

(1) Yünus 44. ayet

(2) Zilzâl 7-8. ayetler

(3) Fussilet 42. ayet

(4) Duhan 41-42. ayetler

 

Taş gibi katı değildir. Öyle olsaydı meyledemez ve yapacaklarını yapamazdı.

Tamamen yumuşak ve gevşek de değildir; aksi takdirde kendini yükleyemez ve

bağımsız hareket edemezdi. Bu sebeple yumuşak ve meyledebilen bir et olarak var

edilmiştir. İçinde de onu tutacak katı kemikler ve gergin duran, birbirini saran

damarlar oluşturulmuştur. Bunların üstünde de tüm bedeni saran deriyle kaplanmıştır.

Bunun örneği, tahta çubuklardan yapılan timsallerdir. Bu timsallerde çubuklar

bezle sarılır, iplerle gerdirilir ve üzeri mumla kaplanır. Çubuklar kemiğe benzer.

Kumaş, ete benzer. İpler, sinir ve damarlara benzer. Mum da deriye benzer.

Hareket eden hayvanın plansız şekilde bir yaratıcısı olmadan var olduğu

düşünülebiliyorsa, bu ölü timsallerin de bu şekilde var oldukları düşünülebilmelidir.

Ancak timsaller için düşünülemiyorsa, o halde hayvanlar için düşünülmemesi

daha doğrudur.

 

Bundan sonra sığırların vücutlarını düşün. İnsan gibi et, kemik ve sinirden

yaratılmıştır. Ayrıca insanın faydalanabilmesi için sığırlara göz ve kulak da verilmiştir.

Nitekim kör ve sağır olsalardı, insan onlardan fayda görmezdi ve onlar da

insanın amacına yönelik hareket edemezlerdi. İnsana boyun eğmeleri için onlara

zihin ve akıl da verilmemiştir. Böylece insan onları çok çalıştırdığında ya da onlara

ağır yük yüklediğinde itiraz etmezler. Birisi “İnsanın insan köleleri oluyor,

akıl ve zihin sahibi olmalarına rağmen boyun eğiyorlar ve çok çalışmaya razı

oluyorlar.” derse; cevaben şöyle deriz: Bu tür insanların sayısı azdır. İnsanların

çoğunluğu ise sığırların yük taşıma, öğütme gibi işlerini kabul etmezler. İhtiyaç

duyulan her konuda da hizmet etmezler. Ayrıca insanlar bu tür işleri kendi bedenleriyle

yapıyor olsalardı, bu durum onları diğer işleri yapmaktan alıkoyardı.

Çünkü o zaman bir deve veya bir katır yerine çok sayıda insan gerekirdi. Bu durum

insanların tüm zamanlarını alırdı ve diğer zanaatları yapmaya vakit bulamazlardı.

Bununla birlikte bedenlerinde aşırı yorgunluk, geçimlerinde zorluk ve sıkıntı ortaya çıkardı.

 

Ey Mufazzal! Bu üç tür hayvanı ve her birisinin kendi yararı için karar

kılınan yaratılışları hakkında düşün. Nitekim insana; inşaat, ticaret, kuyumculuk

vb. meslekleri yapabilecek zihin, zekâ ve iş yapma kabiliyeti takdir edilmesi

sebebiyle, onlara büyük avuçlar ve kalın parmaklar yaratıldı. Bu şekilde eşyaları

tutabilir ve bu tür işleri yapabilirler.

 

Etoburlara; avcılık ile beslenmeleri takdir edilmiş olması sebebiyle, latif ve

kesici tırnak ve pençeler yaratıldı. Bunlar avcılık için yararlıdır; ancak zanaatlar

konusunda yararsızdır.

 

Otoburlar ise ne zanaat ne de avcılık için yaratıldılar; bu sebeple onların bir

kısmına çift tırnak toynağı yaratılmıştır. Meralarda beslenmek istediklerinde bu

toynaklar onları zeminin sertliğinden korurlar. Bir kısmının da ayakaltı boşluk

gibi çukuru olan yuvarlak toynakları vardır. Üzerine binme ya da yük yüklemeye

hazır olmak için bu toynaklar yere sağlam basarlar.

 

Etobur hayvanların yaratılışlarını düşün; keskin dişleri, kuvvetli pençeleri

ve geniş ağızları vardır. Et ile beslenmesi takdir edilmiş olması sebebiyle buna

uygun bir yaratılışta yaratılmış, avcılığa yardımcı olacak silahlar ve araçlarla

donatılmıştır. Aynı şekilde etobur kuşlarında bu eylemleri için uygun gagaları ve

pençeleri vardır.

 

Avlanmayan ve et yemeyen otoburların pençeleri olsaydı, onlara ihtiyaç duymadıkları

bir şey verilmiş olurdu. Etoburların da sığır toynakları olsaydı, avlanmak

ve yaşamlarını sürdürmek için ihtiyaç duydukları silahlardan mahrum

edilmiş olurlardı. Her iki türün de kendi türü ve sınıfına uygun, hatta yaşamını

devam ettireceği ve faydasını göreceği araçlarla donatıldığını görmüyor musun?

 

Şimdi de dört ayaklı hayvanlara bak; kendi başlarına nasıl da annelerini

takip ediyorlar! İnsan yavrularında olduğu gibi yüklemeye ve yetiştirmeye ihtiyaçları

yoktur. İnsanın annesinde olan şefkat, yetiştirme bilgisi, bunun için hazırlanmış

güçlü eller ve parmaklar onlarda olmadığı için, o hayvan yavrularına

kendi başlarına kalkabilme ve bağımsız hareket edebilme kabiliyeti verilmiştir.

Aynı şekilde tavuk, turaç, keklik gibi pek çok kuşun da yumurtadan çıktığında

yürüdüğünü ve besinini gagasıyla yerden kaptığını görürsün. Ancak güvercin ve

kumru gibi zayıf ve kalkamayan kuş yavrularının annelerine bir miktar ilgilenme

güdüsü verilmiştir. Böylece yavru kuşların anneleri, besinlerini kursaklarına

aldıktan sonra yavrularının ağızlarına bırakırlar. Kuşlar bağımsız hareket

edinceye kadar bu şekilde beslenirler. Bu sebeple güvercinler, yavrularını besleyebilmeleri

ve yetiştirebilmeleri amacıyla, tavuk yavruları kadar yavruları olmaz.

 

Yavruların zarar görmemeleri ve ölmemeleri için az sayıda yavrusu olur. Hikmet

ve lütuf sahibi, her şeyden haberdar olan Allah'ın tedbiriyle her birisine belli bir

ölçüyle verilmiştir. Hayvanların ayaklarına bak! Nasıl da çift çift yürümeye hazırlanıyorlar.

Tek olsaydı yürüyemezlerdi; çünkü yürüyen canlı, ayaklarının bir kısmıyla yürürken diğer

bir kısmına dayanır. İki ayaklı canlı, tek ayağını hareket ettirirken diğer ayağı üzerine dayanır.

Dört ayaklı canlı ise iki ayağını hareket ettirirken diğer iki ayağı üzerine dayanır ve bunu

çaprazlama yapar. Nitekim dört ayaklı canlı aynı tarafın ayaklarını hareket ettirirken diğer

tarafın ayakları üzerine dayanıyor olsaydı, (dört ayaklı) yatak ve benzeri eşyaların yerde sabit

duramadıkları gibi onlar da duramazlardı. Bu sebeple ön sağ ayağıyla birlikte

arka sol ayağını hareket ettirir. Diğer ayakları da aynı şekilde çaprazlama hareket

eder. Bu şekilde yer üzerinde sebat eder ve yürürken düşmez.

 

Görmüyor musun ki eşekler, atlara verilen değeri gördükleri halde değirmen

ve yük işlerine boyun eğerler. Deve asilik edecek olsa birkaç adam onu zapt edemezdi;

ancak küçük çocuk onu çekip götürür. Güçlü boğa nasıl da sahibine boyun

eğiyor ve boynuna sabanın geçirilmesine razı olup toprağı sürüyor! Değerli

atlar nasıl da binicilerine uyum sağlayıp kılıç ve mızrakların üzerine gidiyorlar!

Koyun sürülerini bir adam güdüyor. Koyunlar ayrılsa ve her birisi farklı bir yöne

gitse, çoban onlara yetişemezdi. Aynı şekilde tüm türler insan için yaratıldı. Bu

şekilde olmalarının sebebi, akıl ve düşünme kabiliyetlerinin olmamasıdır. Çünkü

akıl sahibi olsalardı ve olay hakkında düşünebilselerdi, insanın birçok isteğine

karşı gelirlerdi. Deve, onu çeken kişiye, boğa da sahibine asilik eder, koyunlar

dağılıp çobandan uzaklaşır ve benzeri durumlar ortaya çıkardı. Aynı şekilde

vahşi hayvanlar da akıl ve düşünme kabiliyetine sahip olsalardı, insanlara kast

eder ve onları helak ederlerdi. Aslanlar, kurtlar, kaplanlar ve ayılar yardımlaşıp

insanlara karşı birbirlerine destek olsalardı kim onların karşısına çıkabilirdi?

Bunun onlara nasıl yasaklandığını görmüyor musun? Gelip saldırmalarından

korkmak yerine onlar insanların yerleşim yerlerinden korkmakta ve uzak durmaktadırlar.

Yiyecek arayışına da yalnızca gece vakitlerinde çıkmaktalar. Saldırı güçlerine rağmen

insandan korkar gibidirler. Hatta insanlara karşı bastırılmış ve yasaklanmışlardır.

Öyle olmasaydı, yerleşim yerlerine saldırır ve yaşamlarını tehdit ederlerdi.

 

Ayrıca bu vahşi hayvanlar arasında köpeğe, sahibine karşı şefkat, savunma

ve koruma özellikleri verilmiştir. Gece karanlığında duvarlar ve çatılar üzerinde

dolaşarak sahibinin evini bekler ve zarar vermek isteyenleri uzak tutar. Sahibini

o kadar çok sever ki onun uğruna, sığırları ve malı uğruna ölüme atılır. Sahibine

o kadar çok alışır ki onunla birlikte açlığa ve sıkıntılara sabreder. Köpeğe neden

bu (sahibine) alışma özelliği verildi? Bunun sebebi; gözleri, dişleri, pençeleri ve

yüksek sesli havlamasıyla sahibini koruması, hırsızların ondan korkmaları ve

köpeğin koruyup beklediği yerden uzak durmalarıdır.

 

Ey Mufazzal! Binek hayvanın yüzünü düşün. Önünü görebilmesi, duvara

çarpmaması ve çukura girmemesi için dik bakan gözlere sahiptir. Ağzının da

burnunun en alt kısmında açıldığını görürsün. İnsanda olduğu gibi çenenin ön

kısmında açılmış olsaydı, yerden hiçbir şey alamazdı. Görmüyor musun ki insan

yemeği ağzıyla almaz; diğer beslenen canlılar arasında değerli kılınmış ve eliyle

yeme özelliği verilmiştir. Yük hayvanının yemini almak için ele sahip olmaması

sebebiyle ağzı alt tarafta açılmıştır. Böylece yemini alıp yiyebilir. Yakınında

ve uzağında olanları alabilmesi için de dudaklarla desteklenmiştir. Hayvanın

kuyruğu ve kuyruğundan gördüğü faydayı düşün. Dübürü (makat) ve hayasının

(cinsel organının) örtüsü gibidir. O bölgesinin tamamını kapatır ve örter.

Kuyruğundan gördüğü faydalardan birisi de şudur ki dübürü ile karnı arasında

kir olur ve bu kir üzerinde sinekler birikir. Hayvanın kuyruğu ise sinekleri o bölgeden

kovması için verilmiş bir sineklik gibidir. Bir başka faydası da hayvanın,

kuyruğunu sağa ve sola sallamakla rahatlamasıdır. Dört ayağı üzerinde durması,

ön ayakların da vücudu taşıması sebebiyle başka hareketlerde bulunamaması

neticesinde hayvan, kuyruğunu sallayarak rahat eder. Akıllara gelmeyen; ancak

ihtiyaç halinde bilinen başka faydaları da vardır. Örneğin hayvan çamura battığında,

onu oradan çıkarmanın en iyi yolu kuyruğundan çekmek olur. Kuyruğun

kılları da insanlara çok fayda sağlar. Farklı amaçlar için bunu kullanırlar. Hayvanın

sırtı, dört ayak üzerinde düz ve geniştir. İnsan bu şekilde üzerine binebilir.

Hayası da arkasında açık yaratılmıştır ki erkeği onunla çiftleşebilsin. Hayasının

yeri kadındaki gibi karnın alt kısmında olsaydı, hayvanın erkeği ulaşamazdı.

Erkek ile kadın arasında olduğu gibi karşılıklı çiftleşemediğini görmüyor musun?

 

Filin hortumunu ve ondaki tedbirin inceliğini düşün. Nitekim yemini ve suyunu

alıp yutması için el görevi görmektedir. Hortumu olmasaydı, yerden hiçbir

şey alamazdı. Çünkü diğer sığırlar gibi uzatabileceği bir boynu yoktur. Boynu

olmaması sebebiyle, uzatıp ihtiyaçlarını alabileceği uzun bir hortumla desteklenmiştir.

O halde yarattıklarına merhamet gösteren Allahtan başka kim filin sahip olmadığı

uzuv yerine onun yerini tutacak başka bir uzvu vermiş olabilir?

Bu durum, zalimlerin söyledikleri gibi nasıl ihmal sonucu olabilir? Birisi “Neden

diğer sığırlar gibi ona da boyun yaratmadı?” diye soracak olursa, şöyle deriz:

Filin başı ve kulakları, çok büyük ve ağırdır. Bunlar büyük bir boyun üzerinde

olsaydı, fili yere yıkar ya da güçsüz düşürürdü. Bu sebeple filin başını vücuduna

yapışık şekilde yaratmıştır ki bu söylediğimiz durumlar ortaya çıkmasın. Gıdasını

alabilmesi için de boyun yerine ona hortum vermiştir. Bu şekilde boyna sahip

olmamasına rağmen ihtiyacını alabilmektedir. Şimdi de dişi filin hayasının nasıl

da karnının alt bölgesinde karar kılındığına bak. Dişi fil çiftleşmek istediğinde

hayası yükselir, ortaya çıkar ve erkeği bu şekilde ona ulaşabilir. Dişi filin hayasının

nasıl da diğer sığırların dişilerinden farklı kılındığını gör. Ona bu özelliğin

verilmesinin sebebi, neslin devamını sağlayacak durumun oluşmasıdır.

 

Zürafa hakkında, zürafanın uzuvları ve diğer türdeki hayvanların uzuvlarına

benzemesi hakkında düşün. Başı, atın başı gibidir. Boynu, devenin boynu

gibidir. Toynakları, ineğin toynakları gibidir. Derisi, kaplanın derisi gibidir.

 

Yüce Allah hakkında cahil olan bazı insanlar, zürafanın birçok hayvandan

ortaya çıktığını iddia etmişlerdir. Bunun sebebi olarak da birçok hayvan türünün

suya ulaştıklarında bazı otobur hayvanlarla çiftleştiklerini ve farklı türlerin her

birinden bir parça almış gibi bu türün ortaya çıktığını ileri sürmüşlerdir. Bu iddia,

söyleyenin cehaletinden ve yüce yaratıcı hakkındaki bilgisizliğinden dolayı

söylenmiştir. Nitekim hayvanların her türü diğer her türle çiftleşmez. Örneğin

atlar, develerle çiftleşmez. Develer, ineklerle çiftleşmez. Yalnızca birbirine benzeyen

ve yaratılışta birbirine yakın olan hayvanlar çiftleşirler. Örneğin dişi at,

erkek eşekle çiftleştiğinde onlardan katır ortaya çıkar. Kurt ile çakal çiftleştiğinde

yaban köpeği ortaya çıkar. Ancak zürafada attan bir uzuv, deveden bir uzuv

ve ineğin toynakları olduğu gibi bu türlerden ortaya çıkan tür, her birisinden

bir organ almış halde meydana gelmez. İki türün ortası ve karışımı şeklinde

ortaya çıkar. Örneğin katıra baktığında, başı, kulakları, sağrıları, kuyruğu ve

toynaklarının at ve eşek arası olduğunu görürsün. Katırın sesi de atın kişnemesi

ve eşeğin anırmasının bir karışımı gibidir. Bu da cahillerin iddia ettikleri gibi zürafanın

farklı tür hayvanların çiftleşmeleri sonucunda ortaya çıkmadığının delilidir.

Ancak zürafa, Allah'ın yaratmış olduğu şaşırtıcı varlıklardan bir tanesidir.

Bu da hiçbir şeyin aciz bırakmadığı Allah”ın kudretinin delilidir ve hayvanların

tüm türlerinin tek yaratıcısı olduğunu bildirmek içindir. İstediği uzuvları istediği

hayvanda bir araya getirir, istediği hayvanda da istediği uzuvları farklılaştırır.

Hayvanların yaratılışlarında istediğini arttırır istediğini eksiltir. Bu da her şeye

kâdir olduğunun ve istediği hiçbir şeyde aciz olmadığının delilidir. O, yüce ve

münezzehtir.

 

Zürafanın uzun boynu olmasının sebebi ve bundan elde ettiği fayda şudur

ki zürafanın gıdası ve merası, havada uzayıp giden yüksek ağaçların üst kısımlarındadır.

Dolayısıyla o ağaçların uçlarına ağzıyla ulaşmak ve meyvelerinden

alabilmek için uzun bir boyna ihtiyaç duymaktadır.

 

Maymunun yaratılışı ve uzuvlarının birçoğunda insana olan benzerliği hakkında

düşün. Başı, yüzü, omuzları ve göğsünü kastediyorum. İç organları da

aynı şekilde insanın iç organlarına benzer. Ayrıca sahibinin imaları ve işaretlerini

anlayabileceği zihin ve zekâya da sahiptir. İnsanın yaptığı birçok şeyi de

taklit edebilir. Hatta insanın yaratılışına ve yaratılışı planı özelliklerine o kadar

çok benzer ki insanın kendine bakıp ibret alması gerekir. Bu şekilde hayvanların

yaratılışına bu kadar yakın olmasından yola çıkarak, hayvanların tıynetinden

ve kökünden olduğunu bilir. Allah'ın kendisine ihsan etmiş olduğu zihin, akıl ve

konuşma özellikleri olmasaydı, hayvanların bazısı gibi yaşardı.

 

Bununla birlikte maymunun bedeninde; burnu, sarkık kuyruğu, tüm bedenini

kaplayan kılları gibi maymunu insandan ayıran başka fazlalıklar da vardır.

Yine de insana verilmiş olan zihin, akıl ve konuşma özellikleri maymuna verilmiş

olsaydı, bedenindeki bu farklılıklar onun insan gibi olmasına engel olmazdı.

İnsan ile maymun arasındaki gerçek fark, maymunun akıl, zihin ve konuşma

özelliklerinin eksikliğidir.

 

Ey Mufazzal! İsmi yüce olan Allah'ın hayvanlarla ilgili lütfuna bak! Nasıl

da onları soğuktan ve pek çok afetten korumak için bedenlerini kıl, tüy ve

yünle kaplamış! Ayaklarını çıplak ayak olmaktan korumak için tırnak, toynak

ve taban giydirmiştir. Zira hayvanların dokuma ve dikiş yapabilecekleri elleri,

avuçları ve parmakları bulunmamaktadır; bu sebeple yaratılışlarında onlar var

oldukları sürece var olacak giysileri de onlara verilmiştir. Elbiselerini yenileme

ve değiştirme ihtiyacı duymazlar. İnsan ise çalışabilecek kapasiteye ve ellere sahiptir.

Kendine giysi diker ve duruma göre giysilerini değiştirir. Bunun da birçok

açıdan faydasını görür. Örneğin giysi yapımıyla uğraşarak oyalanmaktan ve çalışmasına

gerek bırakmayan durumlardan çıkmış olur; istediği zaman giysisini çıkarıp

istediği zaman giymekle rahat eder, farklı renklerde ve güzelliklerde giysiler

edinir, bu giysileri giyip değiştirmekten keyif alır. Aynı şekilde ayaklarını

korumak amacıyla farklı şekillerde ayakkabı ve terlikler imal eder. Bu mesleği

yapan insanlar bu işle geçinirler ve kazançları, rızıkları ve ailelerinin geçimleri

bu meslekten olur. Bu şekilde kıl, tüy ve yün, hayvanlar için giysi gibidir. Sığır

tırnakları, toynaklar ve tabanlar da onlar için ayakkabı gibidir.

 

Ey Mufazzal! Hayvanlar için şaşkınlık verici yaratılış hakkında düşün. Nitekim

insanlar ölülerini nasıl gizliyorlarsa onlar da ölecekleri zaman kendilerini

gizlerler. Yoksa bu yabani hayvanların, yırtıcı hayvanların ve diğerlerinin leşleri

nerededir? Onlardan bir şey görünmüyor. Sayıları az değil ki azlığı sebebiyle

görülmüyor olsun. Hatta birisi insanlardan fazla olduklarını söylese doğru söylemiş

olur. Çöllerde ve dağlarda gördüğün ceylan, antilop, eşek, dağ keçisi, geyik ve

diğer yabani hayvan sürülerini düşün. Aslan, sırtlan, kurt ve kaplan gibi yırtıcı

hayvanları, haşere ve böcekleri, sürüngenleri, karga, Bayağı Bağırtlak(1), ördek,

turna ve güvercin gibi kuş sürülerini ve yırtıcı kuşları düşün. Öldüklerinde hiçbirisinden

bir şey görünmüyor. Yalnızca yırtıcı kuşların ya da hayvanların avlayıp

geriye bıraktığı birer ikişer tane görülüyor. Öleceklerini hissettikleri zaman gizli

yerler seçip orada ölürler. Öyle olmasaydı çöller ölü hayvanlarla dolardı, havanın

kokusu bozulur, hastalıklar ve salgınlar yayılırdı. İnsanların kendilerine verilen

ilk örneği nasıl da alıp uyguladıklarına bak. Nasıl da kara hayvanlarında

ve diğerlerinde huy ve özellik olarak var edilmiş ve insanların hastalıklardan ve

çürümelerden zarar görmemeleri sağlanmış!

 

Ey Mufazzal! Hayvanların kendi faydaları için yaratılışlarına ve güdülerine

verilen zekâya bak! Allah, yarattığı canlılardan hiçbirisini nimetlerinden mahrum

etmemek için bu özelliği vermiştir. Ancak bu, akıl ya da düşünme yeteneği

değildir. Nitekim geyik, yılanı yediğinde şiddetli bir şekilde susar; ancak zehrin

vücuduna yayılmasından ve ölümüne sebep olmasından korktuğu için su içmekten

kaçınır. Pınarın başında durur, susuzluktan bitap olur, yüksek sesle bağırır,

ancak sudan içmez. Su içse o saatinde ölürdü. Nasıl da bu hayvanın tabiatına,

içmekten göreceği zarar sebebiyle, dayanılmaz susuzluğa dayanma özelliği verildiğine

bak. Akıl sahibi ve ayırt edici insan dahi kendinde bu durumu kendinde fark etmekte

zorlanır.

 

Tilki, yeme ihtiyacı hissettiğinde, ölü taklidi yapar ve karnını şişirir. Bu sayede

kuşların onu ölü sanmasını amaçlar. Kuş onun etinden yemek için üzerine

konduğunda tilki hemen sıçrar ve onu tutar. Konuşma ve düşünme özelliklerine

sahip olmayan tilkiye bu hileyi kim öğretti? Bu ve benzer yöntemlerle rızkına

kefil olan Allah değil midir? Zira tilki, yırtıcı hayvanların avcılık yeteneklerine

sahip olmadığı için, kurnazlık, zekâ ve hileyle desteklenmiştir. Bu sayede yaşamına

devam edebilmektedir.

 

Balinalar, kuş avlamak istediklerinde balık alıp öldürürler, balığı parçalarlar

ve su yüzüne çıkmasını sağlarlar. Ölü balığın altına gizlenirler ve varlıkları

--------------------------------------------------

(1) Bayağı bağırtlak (Pterocles orientalis), uzunluğu 35 cm'yi bulan en yaygın bağırtlak

kuş türü. İç Anadolu Bölgesi'nde, Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin batı kesimlerinde ve

Doğu Anadolu Bölgesi'nin bazı yörelerinde yaşamaktadır.

 

belli olmasın diye suyu dalgalandırırlar. Kuş, su yüzüne çıkan balığı almak için

alçaldığında, balina o an sıçrar ve kuşu kapar. Bu hileye bak, nasıl da bu hayvanın

faydası için tabiatına bir özellik olarak verilmiş!

 

Mufazzal şöyle dedi: “Mevlam, bana ejder ve bulut olayını anlat.”

 

İmam Cafer-i Sâdık (a.s) şöyle buyurdu:

“Bulut, onu gözetliyor gibidir. Mıknatıs taşının demiri çekmesi gibi onu çeker.

Nitekim buluttan korkusu sebebiyle başını yerden çıkarmaz. Yalnızca gökyüzü

açılıp bir nokta bulut olmadığında yaz ortasında bir defa başını çıkarır.”

 

Mufazzal “Neden bulut ejderi gözetliyor ve onu bulunca çekiyor?” diye

sordu.

 

İmam Cafer-i Sâdık (a.s) “Zararını insanlardan uzak tutmak için.” dedi.

 

Mufazzal şöyle dedi: “Ey mevlam, bana hayvanlar hakkında ibret almak

isteyenler için ibret verici bilgiler anlattın. Minik karıncalar, (diğer) karıncalar

ve kuşlar hakkında da bilgi verir misin?”

 

İmam Cafer-i Sâdık (a.s) şöyle buyurdu:

“Ey Mufazzal! Minik karıncanın küçük ve hor görülen yüzünü düşün. Kendi

faydasıyla ilgili herhangi bir eksiklik görüyor musun? Minik karıncaları yaratmaktaki

bu takdir ve doğruluk, küçük büyük tüm varlıkları kapsayan ilahi plandan başka nedir?

Karıncaların gıdalarını toplamak ve hazırlamak için nasıl toplandıklarına bak.

Nitekim karınca topluluğunun. taneleri çukuruna götürmeleri, insanların

yemekleri ve diğer eşyaları taşımalarına benzer. Hatta karıncaların bu konudaki

çabaları ve azimleri, insanın çaba ve azmini aşar. Görmüyor musun ki karıncalar,

tıpkı insanların yardımlaşmaları gibi taşıma konusunda birbirlerine yardım

ederler. Sonra tane ve tohumları parçalara ayırırlar ki toprakta çatlayıp yeşermesin

ve onlar için bozulmasın. Tohumlara rutubet ulaşırsa, dışarı çıkarırlar

ve kuruması için sererler. Ayrıca karıncalar, yuvalarını yalnızca yerin yüksek

kısımlarına yaparlar ki sel taşıp onları boğmasın.(1) Tüm bunları yapar; ancak

akıl ve düşünme kabiliyeti yoktur. Yüce ve aziz olan Allah'ın lütfuyla bir faydayı

sağlamak için yaratılışlarına bu özellik (güdü) verilmiştir.

 

İnsanların sinek aslanı(2) ismini verdikleri hayvana bak! Yaşamına devam

etmesi için nasıl da kendisine tuzak kurma özelliği verilmiş ve bu şekilde desteklenmiş!

Sineğin kendisine yaklaştığını hissettiğinde, onu rahat bırakır ve ölü gibi

hareketsiz kalır. Sineğin sakin olduğunu ve varlığının farkında olmadığını anladığında,

çok yavaş bir şekilde sürünür. Onu kapabileceği bir yakınlığa geldiğinde

ise sıçrayıp sineği kapar. Sineği kaptığında, kendisinden kurtulmaması için tüm

 

--------------------------

(1) Damiri şöyle der: Karıncalar, köylerini altı ayaklarıyla kazarlar. Kazdıklarında yağmur

suları içeri girmesin diye engebeli yaparlar. Bu sebeple köy üstüne köy kurabilirler.

Bunu yapmasının sebebi, depoladıkları erzakın ıslanmasından korkmalarıdır. Ayrıca köylerini

yerin altında kurmaları, içlerine evler, dehlizler, odalar ve asılı tabakalar yapmaları, kışlık

tohumlarını ve erzaklarını oraya asmaları da şaşılacak yönlerinden bazılarıdır.

(2) Bir tür böcek olduğu anlaşılıyor. (Çevirmen)

 

vücuduyla onu sarar. Sineğin zayıf düştüğünü ve gevşediğini hissettiğinde de onu

alıp yer ve bu şekilde sinek yiyerek hayatta kalır.

 

Örümcek ise ağını örer ve sinek avlamak için bir tuzak ve kapan olarak kullanır.

Ağın içine gizlenir, sinek ağına takıldığında ise sineğe yönelip onu an an

ısırır ve bu şekilde onu yiyerek hayatına devam eder. Köpeklerin ve leoparların

avları ve ayrıca ağ ve iplerle yapılan avlar için de benzer şeyler anlatılır. Şu küçük

ve zayıf böceğe bir bak! İnsanın yalnızca tuzak ve araçlarla yapabilecekleri

nasıl da onun yaratılışına verilmiş!

 

Böcekler, karıncalar gibi açıkça ibret alacağın şeyleri küçümseme. Nitekim

altından olan dinar, demir parçasıyla tartılmasına rağmen nasıl değeri eksilmiyorsa,

değerli manalar, değersiz örneklerle anlatılır ve bu onların değerinden bir

şey eksiltmez.

 

Ey Mufazzal! Kuşun vücudu ve yaratılışı hakkında düşün. Gökte uçması

takdir edilmesi sebebiyle cismi hafifleştirilmiş ve yaratılışı birleştirilmiştir. Dört

ayak yerine iki ayak, beş parmak yerine dört parmak verilmiştir. Dışkı ve idrar

için iki menfez yerine ikisini birleştiren tek menfez verilmiştir. Ayrıca ona düz

bir göğüs yaratılmıştır ki havayı delip geçmesi ve istediği gibi gitmesi kolay olsun.

Örneğin gemi de suyu kolayca ayırması ve ilerlemesi için benzer şekilde imal

edilmektedir. Kuşun uçuşa geçebilmesi için kanatlarına ve kuyruğuna uzun ve

sağlam tüyler verilmiştir. Vücudunun tamamı tüylerle kaplanmıştır ki aralarına

hava girsin ve yükselmesine yardım etsin. Gıdasının tane, tahıl ve et olması ve

bunları çiğnemeden yutması takdir edilmiştir. Bu sebeple de yaratılışında dişler

eksiltilmiş, ona sağlam ve sert bir gaga verilmiştir. Gagasıyla yemeğini alır ve gagası

gevşeyip soyulmaz, eti yerken kırılmaz. Dişleri olmamasıyla taneyi olduğu

gibi hızla yutması ve eti olduğu gibi öğütmeden yemesi sebebiyle, içinde fazladan

bir sıcaklıkla desteklenmiştir. Bu sayede yemeği öğütür ve çiğnemeye ihtiyaç duymaz.

Şundan ibret al ki üzüm ve benzeri diğer meyvelerin çekirdekleri, insanın

içinden olduğu gibi çıkar; ancak kuşların içinde öğütülür, hiçbir izi kalmaz.

Ayrıca kuşlar, uçuş sırasında ağırlıkları olmaması için yavrularını doğurmazlar;

yumurta bırakırlar. Çünkü yavruları tam oluşuncaya kadar kuşun içinde

kalıyor olsaydı, ona ağırlık verirlerdi; uçuşa kalkması ve uçmasına da engel

olurlardı. Bu şekilde her şeyin yaratılışı, kendisine takdir edilen şeye uygun halde

yapılmıştır.

 

Ayrıca havada gezinen bu kuş, yumurtaları üzerine oturur ve yavruları yumurtalardan

çıkıncaya kadar onların üzerinde bir hafta, bazıları iki hafta, bazıları

da üç hafta kuluçkaya yatar. Daha sonra yavrusuna yönelir, kursağı gıda

almaya uygun olacak kadar genişlemesi için ağzıyla ağzına hava üfler. Sonra

onu yetiştirir ve beslendiği besinlerle onu besler.

 

Yiyeceğini ağzıyla alıp kursağına yerleştirdikten sonra geri çıkarıp yavrularını

beslemesini kim ona söyledi? Akıl ve düşünme kabiliyetine sahip olmadığı

halde ve insanın evlatlarından umduğu gurur, yardım ve hatırlanmayı yavrularından

ummadığı halde bu meşakkate tahammül etmesinin manası nedir? Onun

bu hareketi, bilmediği ve üzerine düşünmediği bir sebepten dolayı yavrularına

bağlılık duyduğunun kanıtıdır. Bu sebep ise zikri yüce olan Allah'ın lütfuyla neslin

devamlılığını sağlamaktır.

 

Tavuğun toplanmış yumurtaları ve düzenlenmiş bir yuvası olmadığı halde

yumurtayı kanatları altında tutmak ve yavrulamak için nasıl da telaşlandığına

bir bak! Hatta kendisine yumurta toplanıp kuluçkaya yatıncaya ve yavrulayıncaya

kadar telaşla hareket eder, şişer, bağırır ve yemekten kesilir. Neslin devamlılığı

dışında böyle yapmasının ne sebebi olabilir? Akıl ve düşünme kabiliyetine

sahip olmadığı halde neslin devamlılığını sağlama görevini ona kim vermiş olabilir?

Bunu yapmasının sebebi, tabiatına bu özelliğin verilmiş olmasıdır.

 

Yumurtanın yaratılışından, içinde pıhtı şeklindeki sarısından ve ince ak sıvıdan

ibret al. Bir kısmı yavrunun oluşması, diğer kısmı ise yumurtadan çıkıncaya

kadar beslenmesi içindir. Buradaki planlamaya bak.Yavrunun, hiçbir şeyin içine

girmediği o korunmuş kabuk içinde yetişmesi takdir edilmiş olması sebebiyle, dışarı

çıkacağı zamana kadar yetecek olan gıdası kabuk içinde var edilmiştir. Bu durum,

hiç kimsenin içeri giremeyeceği korumuş bir zindanda hapsedilen kişi için dışarı çıkacağı

güne kadar yetecek miktarda yemek verilmiş olmasına benzer.

 

Kuşun kursağı ve bunda kuş için. takdir edilen şey hakkında düşün. Taşlığa

ulaştıran yemek kanalı dardır. Yiyecek buradan azar azar ilerler. Kuş, ağzıyla

bir tane daha alıp birinciyi taşlığa göndermiyor olsaydı, beslenmesi çok uzun

sürerdi. Öyle olsaydı beslenmesini ne zaman tamamlardı? Zira çok dikkatli

davranması sebebiyle yiyeceğini gizlice kaparak almaktadır. Bu sebeple kuşun

kursağı, hayvanın önüne asılan yem torbası gibi kılınmıştır. Böylece hızlıca aldığı

yiyeceğini oraya doldurabilmektedir. Daha sonra yavaş yavaş taşlığa gönderir.

Kuşun kursağında başka bir özellik daha vardır. Kuşların bir kısmı, yavrularını

ağzıyla beslemek zorundadır. Bu şekilde yiyeceği yakın yerden geri çıkarması

kolay olur.

 

Mufazzal şöyle dedi: “Ey mevlam, ilahi planlamayı inkâr eden bir kısım

insanlar, kuşlardaki renk ve biçim farklılıklarının; farklı türlerin karışması,

miktarlarının tesadüf ve ihmal sonucu değişmesi sonucunda ortaya çıktığını

ileri sürmektedirler.”

 

İmam Cafer-i Sâdık (a.s) şöyle buyurdu:

“Ey Mufazzal! Tavus kuşları, turaç kuşları ve sülün kuşlarında gördüğün

desenler, kalemle çizilmiş gibi orantılı ve karşılıklı durmaktadır. Plansız bir karışım

nasıl olur da değişmeyen tek bir biçim getirebilir? Plansız olsaydı, orantılı

olmazdı ve birbirinden farklı olurdu. Kuşların tüylerini düşün; ince ipliklerle

dokunmuş elbise gibi olduğunu görürsün. İplik üzerine iplik, kıl üzerine kıl örülmüşçesine

birbirine sarılmıştır. Sonra bu dokumayı esnettiğinde biraz açıldığını,

arasında rüzgâr girdiğinde birbirinden ayrılmadığını görürsün. Kuş uçarak yükseldiğinde

tüylerin ortasında kalın ve sağlam bir çubuk görürsün. İplik misali

tüyler, o çubuğun üzerine dokunmuştur ki sağlam bir şekilde tutsun. Bu çubuk,

tüylerin ortasındaki kamıştır. Bu sağlamlığına rağmen, kuşa ağırlık vermemesi

ve uçuşunu engellememesi amacıyla içi boştur.

 

Ey Mufazzal! Uzun bacakları olan kuşu gördün mü? Uzun bacaklı olmasının

ona ne faydası olduğunu biliyor musun? Bu kuş, daha çok sığ göllerde bulunur.

Uzun bacaklarıyla gözlemevi üzerindeki gözcü gibidir. Sudan geçen canlıları

gözetler. Yiyebileceği bir canlı gördüğünde, hafıf adımlarla ilerler ve alıp yer.

Bacakları kısa olsaydı ve avının peşinden kısa bacaklarıyla gitseydi, karnı suya

değer ve suyu karıştırırdı. O zaman da hayvan korkar ve kaçardı. Bu sebeple bu

kuş için o iki direk yaratıldı ki ihtiyacına ulaşabilsin ve çabası boşa gitmesin.

 

Kuşun yaratılışındaki tedbirler hakkında düşün. Nitekim bacakları uzun

olan her kuşun uzun boyunlu olduğunu görürsün. Böylece yiyeceğini yerden alabilir.

Bacakları uzun, ancak boynu kısa olsaydı, yerden bir şey alamazdı. Uzun

boynunun yanında bazıları uzun gagayla da desteklenmiştir ki işi daha da kolaylaşsın

ve daha mümkün olsun. Görmüyor musun ki yaratılışta neye bakarsan

son derece doğruluk ve hikmet üzere olduğu görülüyor. Küçük kuşların nasıl da

yiyeceklerini gündüz vakti aradıklarına bak. Yiyeceği bulunmaz değildir; ancak

bir yerde toplanmış ve hazır da değildir. Yiyeceğine hareket ve araştırma sonucu

ulaşabilir. Tüm yaratılmışlar da öyledir.

 

Rızkı takdir edeni tenzih ederim ki nasıl takdir etmiştir! Canlılar ihtiyaç

duydukları halde o rızkı ulaşılmaz kılmamıştır. Ancak bol ve kolayca ulaşılabilir

de kılmamıştır. Böyle olması yararlı olmazdı. Çünkü rızık hazır ve toplanmış olsaydı,

hayvanlar sürekli üzerinde durur, şişip helak oluncaya kadar da kalkmazlardı.

İnsanlar da başıboşluk ve şımarıklık derecesinde boş vakte sahip olurlardı.

Böylece bozulmalar artar ve aşırı günahlar ortaya çıkardı.

 

Baykuş, peçeli baykuş, yarasa gibi yalnızca geceleri çıkan kuşların neyle

beslendiklerini biliyor musun?

 

Mufazzal “Hayır ey mevlam.” dedi.

İmam Cafer-i Sâdık (a.s) şöyle devam etti:

“Bunlar; havada yayılan sinekler, kelebekler, çekirge ve arı benzeri canlılarla

beslenirler. Nitekim bu türler havada yayılmış durumdadır ve var olmadıkları

bir yer yoktur. Şundan ibret al ki gece vakti çatıya ya da avluya bir kandil

koyduğunda bu tür canlılardan çok sayıda üzerine toplandığını görürsün. Tüm

bunlar yakında olmasalardı nereden gelirlerdi? Birisi eğer “Çöllerden ve kırlardan

geliyorlar.” derse, ona “O halde uzak yerlerden nasıl bir anda ulaşabilirler?”

cevabı verilir. Ayrıca bu uzaklıktan evlerle çevrili bir evdeki kandili nasıl

görebilirler ki uzaktan gelsinler? Ancak yakın yerden kandil etrafına üşüştükleri

görülmektedir. Bu da havanın her yerinde yayılmış olduklarını göstermektedir.

Bu tür kuşlar, dışarı çıktıklarında bu canlıları ararlar ve bunlarla beslenirler. Al

lahın, yalnızca geceleri çıkan bu kuşlar için nasıl da havada yayılmış canlılarla

beslenmelerini takdir ettiğine bak! Bununla birlikte bu türlerin yaratılmasındaki

manayı da bil. Zira birileri bu canlıların fazlalık olduklarını ve manasız yere var

olduklarını sanabilir.

 

Yarasa, kuşlar ve dört ayaklı hayvanlar arasında çok ilginç bir yaratılışa

sahiptir. Hatta dört ayaklı hayvanlara daha yakındır. Nitekim gözle görülür kulakları,

dişleri ve kılları vardır. Gebe kalarak doğurur, emzirir, idrarını yapar

ve yürüdüğünde dört ayak üzerinde yürür. Tüm bu özellikler, kuşların özelliklerinden

farklıdır. Ayrıca yarasa da gece dışarı çıkıp havada yayılan kelebek ve

benzeri canlılarla beslenen türlerdendir. Kimileri yarasaların bir yiyeceği olmadığını,

yalnızca havayla beslendiklerini ileri sürmüştür. Ancak bu düşüncenin iki

açıdan yanlış ve batıl olduğu görülür. Birincisi, yarasadan çıkan dışkı ve idrardır.

Çünkü yiyecek olmadan bu durum gerçekleşmez. Diğeri ise dişleri olmasıdır.

Hiçbir şey yemiyor olsaydı, dişleri olmasının bir manası olmazdı. Yaratılışta ise

manasız bir şey yoktur. Faydaları ise bilinmektedir. Hatta gübresi dahi bazı işlerde

kullanılmaktadır. En büyük faydalarından birisi de şanı yüce yaratıcının

kudretine ve kudretini birtakım faydalar için istediği gibi kullandığına delil olan

şaşkınlık verici yaratılışıdır.

 

Kuyruksallayangillerden olan küçük kuş ise bir zaman ağaçların birinde

yuva yapmıştı. Büyük bir yılanın ağzını açmış halde onu yutmak için yuvasına

doğru geldiğini gördü. Kuş huzursuz olup kurtulma yolu aradığı sırada dikenli

bir dal parçası buldu ve yılanın ağzına attı. Yılan ise kıvranıp dönerek öldü.

Sana bunu anlatmasaydım, dikenli bir dal parçasının böyle büyük bir faydası

olacağı ya da küçük veya büyük bir kuşun böyle bir çare bulacağı senin aklına

ya da bir başkasının aklına gelir miydi? Bundan şu dersi çıkar ki pek çok şeyin

faydaları vardır; ancak yalnızca bir olay olunca ya da haberi işitilince anlaşılır.

 

Arılara ve balı yapımı için nasıl toplandıklarına ve kovanları nasıl hazırladıklarına

bak. Toplanmalarındaki bilgi inceliklerini gör. Nitekim yapılan işi

üzerine düşündüğünde, şaşırtıcı ince ayrıntıları olduğunu görürsün. Yapılan

ürün üzerine düşünürsen de insanlar için ne kadar önemli ve değerli olduğunu

görürsün. İşi yapanlara bakarsan da her şeyden önce kendinin farkında olmayan

bilinçsiz bir varlık olduğunu görürsün. Nitekim bu durum, bu zanaattaki

doğruluk ve hikmetin arıya ait olmadığını, insanların yararlanmaları için onu o

şekilde yaratan ve fıtratına bu özelliği veren yaratıcıya ait olduğunu kanıtlayan

apaçık bir delildir.

 

Çekirgelerin ne kadar zayıf olduklarına, ama aynı zamanda ne kadar güçlü

olduklarına bir bak. Nitekim yaratılışına bakarsan, en zayıf varlıklardan birisi

gibi görürsün. Ancak askerlerini bir şehre yönlendirdiğinde, hiç kimse şehrini

ondan koruyamamaktadır. Görmüyor musun ki yeryüzünün krallarından birisi,

ülkesini çekirgelerden korumak için tüm atlılarını ve piyadelerini toplasa buna

gücü yetmez. Yaratıcının en zayıf yaratığını en güçlü yaratıklarına göndermesi

ve güçlülerin bu zayıf yaratığa güç yetirememesi, yaratıcının kudretine olan delillerden

değil midir? Yeryüzü üzerinde nasıl da sel gibi akıp gittiklerine, ovaları,

dağları, köyleri ve şehirleri nasıl da örttüklerine bir bak! O kadar ki çokluğuyla

güneşin ışığını dahi kapatmaktadır. Bu iş insan gücüyle yapılıyor olsaydı, bu

çokluğu haç zamanda gerçekleştirebilir ve kaç yılda bu kadar yükseltebilirdi? O

halde bunda, hiçbir şeyin zor ve çok gelmediği kudretin delilini gör.

 

Balığın yaratılışı ve takdir edildiği yer için uygunluğu üzerine düşün. Suda

yaşaması sebebiyle yürümeye ihtiyaç duymadığı için balığa ayak yaratılmamıştır.

Suya dalmış halde nefes alamayacağı için de balığa akciğer yaratılmamıştır.

Ayak yerine güçlü yüzgeçler yaratılmıştır. Denizcinin kayıkta kürekleri iki yana

vurması gibi yüzgeçlerini iki yana vurur. Bedeni de zararlardan korunmak için

zırh ve zincir zırh gibi birbirine giren sağlam kabuklarla kaplamıştır. Gözlerinin

zayıf olması ve suda net görememesi sebebiyle güçlü koku alma duyusuyla desteklenmiştir.

Böylece çok uzaktaki yiyeceğinin kokusunu alır ve gidip yer. Öyle olmasaydı

yiyeceğini ve yerini nasıl bilebilirdi? Bil ki ağzından solungacına kadar

menfezler vardır. Suyu ağzıyla alır, solungacına gönderir. Diğer hayvanlar

bu havayı teneffüs ettiklerinde nasıl fayda görüyorlarsa balık da bu şekilde faydasını

görür.

 

Şimdi de neslinin çokluğu ve bu konuda ona verilen özellikler üzerine düşün.

Nitekim tek bir balığın içinde sayılamayacak çoklukta yumurta olduğunu görürsün.

Balıkla beslenen hayvanlara yetmesi için bu şekilde takdir edilmiştir. Öyle ki

birçok hayvan balıkla beslenmektedir. Hatta yırtıcı hayvanlar dahi ormanların

kenarlarında bulunan derelere yönelmektedirler. Suyun kenarından balığı gözetler,

balık geçtiğinde ise onu kaparlar. Yırtıcı hayvanlar balıkla besleniyor, kuşlar

balıkla besleniyor, insanlar balıkla besleniyor ve balıklar da balıkla besleniyor.

Bu sebeple ilahi tedbir, balıkların bu çoklukta olmasını gerektirmiştir.

 

Eğer yaratıcının hikmetinin ne kadar geniş ve yaratılanların ilimlerinin

de ne derece dar olduğunu görmek istiyorsan, denizlerdeki balık türlerine, su

hayvanlarına, deniz kabuklarına ve sayılamayan, faydaları da bilinmeyen diğer

türlere bak. Bunların faydaları ancak ortaya çıkan sebeplerle insanlar tarafından

azar azar keşfedilmektedir. Örneğin kırmız böceği(1)... İnsanlar bu hayvanın

boyasını şu hadiseyle keşfettiler: Deniz kenarında dolaşan bir köpek, salyangozun

bir türüne rastladı ve onu yedi. Salyangozun kanı, köpeğin ağzına bulaştı.

İnsanlar bu rengin ne kadar güzel olduğunu gördüklerinde, onu boya olarak

kullandılar. İnsanlar, buna benzer faydaları zaman geçtikçe ve farklı durumlar

ortaya çıktıkça keşfedeceklerdir.

-------------------------------------

(1) Kırmız böceği (Kermes), kırmız meşesi üzerinde yaşayan ve kırmız denen

kırmızı renkte boyar madde elde edilen kabuklu bit cinsidir.

 

Mufazzal der ki: Öğle vakti girdiğinde mevlâm namaza kalktı ve “Yarın

inşallah yanıma erken gel.” dedi.

 

Ben de öğrendiklerimin mutluluğu ve verilen ilimlerin sevinciyle yanından

çıktım. Allah'ın bana vermiş olduğu bu nimet için hamd ediyordum. O

gecemi mutlu ve sevinçli geçirdim.

 

Üçüncü Bölüm

 

Mufazzal der ki: Üçüncü gün olduğunda mevlamın yanına erken gittim.

İçeri girmem için bana izin verildi. İçeri girdiğimde oturmama izin verdi,

ben de oturdum. Şöyle buyurdu:

 

“Bizi seçen ve bizim üzerimizde kimseyi seçmeyen Allah'a hamdolsun. Bizi

ilmiyle seçti ve lütfuyla destekledi. Bizden sapanın varacağı yer ateştir. Ulu ağacımızın

gölgesinde gölgelenenin yeri cennettir.

 

Ey Mufazzal! Sana insanın yaratılışını, bundaki tedbirleri, halden hale degişimini

ve ibret alınacak yönlerini sana anlattım. Daha sonra hayvanların hallerini

anlattım.

 

Şimdi ise gökyüzünü, güneşi, ayı, yıldızları, geceyi, gündüzü, sıcağı, soğuğu,

rüzgârları, dört element olan toprak, su, hava ve ateşi, yağmuru, kayaları, dağları,

çamuru, taşları, madenleri, bitkileri, hurma ağaçlarını ve (diğer) ağaçları,

bunlardaki delilleri ve ibretleri anlatacağım.

 

Gökyüzünün rengi ve bundaki doğru tedbir üzerine düşün. N itekim bu renk,

göz için ve gözün güçlenmesi için en uygun renktir. Hatta hekimler, görme duyusu

zarar gören insanlara, sık sık maviye ve siyahlığa çalan koyu maviye bakmalarını

öğütlerler. Maharetli hekimler, gözü yorulan insanlara, su dolu mavi havuza

bakmalarını tavsiye ederler.

 

O halde gökyüzüne bakan gözleri korumak ve uzun uzun bakmaları sonucu

zarar vermemek için ulu ve yüce Allah'ın nasıl da gökyüzünü maviden(1) siyaha

değişen bir renge boyadığına bir bak! İnsanların akıl, fikir ve tecrübe sonucu

idrak ettikleri bu durum, kendilerinin bir etkileri olmaksızın yaratılışta var edilmiştir.

İbret alanların ibret alması, inkâr edenlerin de düşünmeleri için yüce bir

hikmettir. “Allah onlarla savaşsın nasıl da haktan saptırılıyorlar!”(2)

 

Ey Mufazzal! Gece ve gündüz devletlerini oluşturmak için güneşin doğuşu

ve batışı hakkında düşün. Güneş hiç doğmasaydı, dünyanın tüm işleri dururdu.

İnsanlar, dünya karanlıkken geçimlerinin peşine düşmez ve işlerini yapmazlardı.

Işığın zevkini ve rahatlığını kaybetmişken yaşamdan keyif almazlardı. Güneşin

doğuşundaki faydalar aşikârdır; uzun uzun anlatmaya ve fazlaca açıklamaya

-------------------------------------------------------

(1) Gökyüzünün mavi olması olayını fizik bilimi güneş ışınlarının kırılması sonucu

şeklinde açıklamaktadır.Ancak tüm renkler içinde ışığın kırılması sonucu niçin sadece

mavi renk yansıtılmaktadır sorusuna tatmin edici bir cevap yoktur. Keza okyanusların

mavi olmasını ışık kırılması olarak açıklarken, mavi olmasına dair bir cevap yoktur. (Yayıncı.)

(2) Tevbe 30. ayet.

 

gerek kalmayacak kadar açıktır. Ancak sen, batışındaki faydalar üzerine düşün.

Nitekim güneş batmıyor olsaydı, insanlar dinlenemez ve durulamazlardı. Oysa

bedenlerinin istirahat etmesi, duyularının toparlanması, yemeklerin sindirilmesi

için sindirim görevinin yerine getirilmesi ve gıdaların uzuvlara iletilmesi i için bu

sükünet ve rahatlamaya çok ihtiyaçları vardır.(1)

 

Ayrıca güneş batmıyor olsaydı, bedenlerini helak edercesine işe devam etme

ve işi uzatma hırsları olurdu. Nitekim pek çok insan, bu gecenin karanlığı üzerlerine

çökmüyor olsaydı, daha fazla kazanma, toplama ve biriktirme hırsıyla

dinlenemez ve durulamazlardı. Ayrıca o zaman yeryüzü, güneşin sürekli ışık vermesi

sebebiyle ısınmaya devam ederdi ve üzerindeki tüm hayvanları ve bitkileri

ısıtırdı. Bu sebeple Allah, hikmeti ve tedbiriyle bir vakit doğmasını ve bir vakit

batmasını karar kılmıştır. Bunun örneği, evdeki lamba gibidir; ev halkı işlerini

görünceye kadar belli bir vakit yanar, sonra dinlenip sükünete ermeleri için belli

bir vakit söndürülür. Böylece ışık ve karanlık, birbirlerine zıt olmalarına rağmen,

âlemin düzeni ve maslahatı için birbirlerini takip etmekte ve birbirlerine

destek olmaktadırlar.

 

Daha sonra yılın bu dört mevsimini(2) oluşturmak için güneşin yükselişi ve

düşüşü, bu konudaki tedbir ve faydalar üzerine düşün.

 

Kış mevsiminde ağaçlardaki ve bitkilerdeki sıcaklık düşer, böylece meyve

maddeleri oluşur. Hava yoğunlaşır, yoğun havadan bulut ve yağmur oluşur.

Hayvanların bedenleri çeker ve güçlenir.

 

İlkbaharda harekete geçer ve kışın oluşan maddeler ortaya çıkmaya başlar.

Böylece bitkiler çıkar, ağaçlar yeşerir, hayvanların çiftleşme güdüleri harekete

geçer. Yaz mevsiminde hava ısınır, meyveler olgunlaşır, beden artıkları çözülüp

ayrışır, yerin üstü hurur ve inşaat ile işlere hazır hale gelir. Sonbaharda hava

temizlenir, hastalıklar kalkar, bedenler iyileşir ve gece uzar. O zaman, gecenin

uzunluğu sebebiyle bazı işleri yapmak mümkün hale gelir. Başka faydalar için de

hava düzelir. Tüm bu faydaları anlatacak olsam sözü uzatmış olurum.

 

Şimdi ise bir yılı tamamlamak için güneşin on iki ay arasında intikal etmesi

ve bundaki tedbirler üzerine düşün. Nitekim kış, ilkbahar, yaz ve sonbahar

olmak üzere yılın dört mevsimi bu döngüyle gerçekleşir ve eksiksiz tamamlanır.

Güneşin bu miktar döngüsüyle mahsuller ve meyveler elde edilir ve amaçlarına

ulaşırlar. Sonra başa dönüp yeniden oluşur ve yetişirler.

 

Görmüyor musun ki bir yılın miktarı(3), güneşin koç burcu gününden koç

burcu gününe kadardır. Dolayısıyla Allah'ın âlemi yarattığı günden beri, tüm

vakit ve zamanlarda ve geçmiş asırlarda zaman, yıl ve benzeri ölçülerle ölçülmektedir.

----------------------------------------

(1) Biyolojik saat denilen insan iradesi, bilincinden habersiz işleyen metabolizma kalp

kastır ve bu kasın kasılmasını sağlayan gücü düşünmek gerekir. (Yayıncı)

(2) Mevsimlerin oluşmasını Astronomi-Astrofizik bilimleri dünya eksenindeki 23927"

eğikliğe bağlı olarak açıklamaktadır. (Yayıncı)

(3) Dünya güneşin çevresinde elips bir yörüngede döner. Dolayısıyla yörüngedeki

bir noktanın sabit alınması sonucu 1 yıllık zaman dilimi oluşur. (Yayıncı)

 

 

İnsanlar, yaşlarını, borç zamanlarını, kiralarını, aralarındaki ticari

işlemleri ve diğer işlerini bununla ölçerler. Güneşin döngüsüyle yıl tamamlanır

ve zaman hesabı doğru bir şekilde yapılmış olur.

 

Güneşin dünya üzerine doğuşunun nasıl takdir edildiğine bir bak(1). Nitekim

semanın belli bir yerine kadar doğup duyuyor olsaydı, ışığı ve faydaları pek

çok yöne ulaşmamış olurdu. Çünkü dağlar ve duvarlar engel olurlardı. Böylece

günün ilkinde doğudan doğması ve batı tarafından karşısına çıkan yerleri

aydınlatması takdir edildi. Sonra yönden yöne dönüp ilerler ve batıya kadar devam

eder. Böylece günün başında örtülü kalan yerlere ulaşmış olur ve tüm bölgeler

güneşin faydasından ve takdir edilen amaçtan payını almış olur.

 

Güneş bir yıl veya bir yıldan kısa bir süre doğmasaydı insanların hali nice

olurdu? Hatta nasıl hayatta kalabilirlerdi? İnsanlar, kendilerinin hiçbir çare

üretemeyecekleri bu yüce olayların nasıl takdir edildiğini, dünyanın düzeni ve

içindekilerin bekası için güzergahında ilerlediğini, aksamadığını ve belirlenen vakti

geçirmediğini görmezler mi?

 

Ayın delillerine bak! Ayda büyük bir kılavuz vardır. İnsanlar bu kılavuzu, ayları

bilmek için kullanırlar. Ancak yılın hesabı bu kılavuza göre bilinmez; çünkü döngüsü,

dört mevsimi ve meyvelerin oluşup olgunlaşmasını tamamlamamaktadır.Bu sebeple

kameri aylar ve yıllar, şemsi aylar ve yıllardan geri kalmaktadır.Kameri ayların her birisi,

zaman değiştirip bazen kış mevsimine, bazen yaz mevsimine denk gelmektedir.

 

Gece vakti ayın aydınlatması ve bundaki faydalar üzerine düşün. Zira hayvanların

sakinleşmeleri ve bitkiler için havanın soğuması için karanlık gerekli

iken, gecenin tamamen karanlık olması, hiçbir ışığın olmaması ve hiçbir işin

yapılamamasında bir fayda yoktur. Çünkü insanlar, gündüz işlerini tamamlamak

için yeterli vakit bulamadıklarında ya da şiddetli ve aşırı sıcaklar sebebiyle,

tarlanın sürülmesi, süt sağımı, odun kesimi gibi pek çok işi ay ışığında yapabilirler.

Bu sebeple ay ışığı, ihtiyaç halinde insanların geçimleri için bir yardımcı ve

yürüyenler için bir ünsiyet olarak karar kılınmıştır.

 

Gecenin bir kısmında çıkar, bir kısmında çıkmaz. Bununla birlikte güneşin

nuru ve ışığından düşük tutulmuştur ki insanlar, gündüz çalıştıkları gibi gece de

aynı yoğunlukta çalışmasınlar. Aksi takdirde dinlenip durulmaz ve helak olurlardı.

 

Ayın hareketlerinde; özellikle de hilalleri, belirli gecelerde görülmemesi,

artması, eksilmesi ve tutulmasında, ibret alanların gördükleri üzere dünyanın

düzeni için onu yaratan ve onu bu şekilde yönlendiren Allah'ın kudretine bir

hatırlatma vardır.

------------------------

(1) Güneşin ufukta yükselmesi, yer değiştirmesi yerin kendi çevresindeki yaklaşık 24 saatlik

dönüşü neticesindedir. (Yayıncı)

 

Ey Mufazzal! Yıldızlar ve farklı güzergâhları üzerine düşün. Bir kısmı felekteki

yerinden ayrılmazken ve yalnızca toplu halde yol alırken, bir kısmı serbest

şekilde burçlar arasında intikal eder ve güzergâhında ayrılır. Bu şekilde her bir

kısım, iki farklı şeklide yol alır. Birisi geneldir; felekle beraber batı yönünde hareket

eder. Diğeri ise kendine özgüdür ve doğuya doğru hareket eder. Bunun örneği,

değirmen taşı üzerindeki karınca gibidir; değirmen taşı sağa doğru dönerken,

karınca sola doğru döner. Karınca o durumda iki farklı şekilde hareket etmektedir.

Birisi kendi başına hareket etmesi ve öne doğru yönelmesidir. İkincisi ise

zorunlu olarak değirmen taşıyla birlikte geriye gitmesidir.

 

Yıldızların ihmal sonucu, hiçbir planlayanı ve yaratanı olmadan bu şekli

aldıklarını iddia edenlere sor; hepsinin tek düzen olmasını ya da hepsinin kendi

başına taşınmasını engelleyen nedir? Çünkü ihmal, tek anlamdır. O halde belli

bir ölçü ve takdir üzere iki farklı hareketin meydana gelmesinin sebebi nedir? Bu

durumda iki takımın belli bir bilinç, plan, hikmet ve takdir üzere yol aldıklarının

delili görülmektedir ve Muattıla fırkasının iddia ettikleri gibi ihmal sonucu

olmadığı anlaşılmaktadır.

 

Birisi “Neden yıldızların bir kısmı düzenli, diğer bir kısmı farklı hareket

edecek şekilde yapıldı?” diye soracak olursa, şöyle cevap veririz: Tamamı düzenli

olsaydı, farklı hareket edenlerin her bir burçta hareket etmesinden kaynaklanan

yol gösterme özelliği iptal olurdu.

 

Güneşin ve yıldızların menzillerinde hareket etmeleri, dünyada meydana

gelen birtakım olaylara kılavuzluk etmektedir. Tamamı farklı hareket ediyor

olsaydı, o zaman da tespit edilecekleri belirli menzilleri ya da çizgileri olmazdı.

Zira yer üzerinde yürüyen kişinin sabit olan yerlerden geçmesi ve bu şekilde

gittiği yolun anlaşılması gibi, hareketli yıldızlar da düzenli yıldız burçları içinde

hareket etmeleri sonucunda tespit edilebilmektedir. Tek halde hareket ediyor

olsalardı, düzeni karışır ve faydaları ortadan kalkardı. O zaman birileri, bizim

anlattığımız fayda yönleriyle ilgili olarak, yıldızların tek halde olmalarının ihmal

sonucu olduğunu söyleyebilirlerdi. Dolayısıyla güzergahının farklılığı, hareketleri,

bundaki faydalar ve amaçlarda, bilinç ve plan sonucu yapıldığının en

açık delili vardır.

 

Ülker, Gemini, Procyon, Sirius ve Kanopus gibi yılın bazı zamanlarında ortaya

çıkan ve diğer bazı zamanlarında gözlerden kaybolan yıldızlar üzerine düşün.

Hepsi aynı zamanda görünüyor olsalardı, içlerinden birisinin tek başına bir

kılavuzluğu olmazdı ve insanlar bazı işleri için onu görüp yollarını bulmazlardı.

Örneğin şu anda İkizler ve Boğa yıldızlarının bir zaman görünmeleri ve bir

zaman görünmemelerinin bu yönde faydasını görmektedirler. Böylece her birisi

bir başına verdiği işaretle insanların faydalanmaları için birbirlerinden farklı

zamanlarda ortaya çıkmaktadırlar. Aynı şekilde Ülker ve benzerleri de birtakım

faydalar için bir zaman görünür ve bir zaman görünmez olmuşlardır. Diğer yandan

Büyük Kepçe yıldızları ise başka bir fayda için sürekli görünür olmuşlardır.

Bunlar, kara ve denizlerde belirsiz yollarda insanların yol bulacakları işaretler

gibidir. Zira asla kaybolmaz ve gizlenmezler. Bu şekilde insanlar, istedikleri zaman

istedikleri yollarda bu yıldızlar üzerinden yollarını bulmaktadırlar. Her iki

durum birbirinden farklı olmasına rağmen, amaç ve fayda için ayarlanmıştır.

Ayrıca tarım, ekim, kara ve deniz yolculuğu, yağmur, rüzgâr, sıcak ve soğuk gibi

zamansal olaylar benzeri pek çok alanda zamanı gösteren başka alametleri ve

kılavuzlukları da vardır. Yolcular, gece karanlığında 1ssız çölleri ve büyük denizleri

geçmekte onlardan kılavuzluk alırlar.

 

Göğün ortasında görünüp kaybolmaları, doğmaları ve batmalarında ibretler

vardır. Nitekim en hızlı şekilde yol almaktadırlar. Güneş, ay ve yıldızlar, gerçek

hızlarını görecek kadar bize yakın olsalardı, bazı zamanlarda havada ardı

ardına görünen ve parıldayan şimşeklerde olduğu gibi parıltıları ve ışıklarıyla

sürekli gözlerimizi almazlar mıydı? Aynı şekilde insanlar sürekli hızla dönüp

duran lambaların olduğu bir kubbenin altında olsalardı gözleri şaşar ve baygın

düşerlerdi. O halde gözlere zarar vermemesi ve yaralamaması için nasıl da uzağın

uzağında yol almalarının takdir edildiğine ve güzergâhlarında almaları gereken

yoldan geri kalmamak için de nasıl en hızlı şekilde ilerlediklerine bir bak!

 

Ayrıca yıldızlara bir parça da ışık verilmiştir ki ay olmayan gecelerde ışığın

yerini tutsun ve ihtiyaç halinde hareket etmek mümkün olabilsin. Nitekim bazen

ihtiyaç halinde insanın gece karanlığında dışarı çıkması gerekir. Önünü görebileceği

bir ışık olmazsa yerinden hareket edemezdi.

 

O halde bu takdirdeki incelik ve hikmet üzerine düşün! İhtiyaç sebebiyle

karanlığa bir dönem ve süre belirlenmiş ve bahsettiğimiz amaçlar için de o karanlığa

bir parça ışık verilmiştir. Güneşi, ayı, yıldızları ve burçlarıyla bu felek

hakkında düşün! Daha önce de anlattığım üzere yeryüzünde bulunan türlü hayvanların

ve bitkilerin çeşit çeşit ihtiyaçları için gece ile gündüzün değişimini sağlamak

ve yeryüzünde ardı ardına gelen dört mevsimi oluşturmak amacıyla bu

takdir ve ölçü üzere dünya üzerinde sürekli deveran halindedir.(1)

 

Bu işin takdir edenin takdiri, hikmet sahibi bir takdir edicinin doğru kararı

ve hikmeti olduğu akıl sahiplerine aşikâr değil midir? Birisi bu durumun tesadüfen

meydana geldiğini söylerse, bu kişi neden ağaçları ve bitkileri olan bir bahçeyi

dönerek su çekip sulayan dolap için aynı şeyi söylemez? O bahçe ve bahçede

olanların faydası için dolaptaki her şeyin planlı bir şekilde birbirine bağlandığını

görürsün. Bunu söylese dahi bu iddiasını nasıl ispat ederdi? Bu iddiasını işiten

insanlar da ona ne söylerlerdi? Bir toprak parçası için az bir çabayla yapılmış

tahta dolap için yapanı ve planlayanı olmadığı söylenemiyorsa, insanların zihinlerinin

algılayamayacağı hikmette, tüm yeryüzü ve üzerindekilerin faydaları

---------------------------

(1) Astronomi-Astrofizik bilimlerine dair İmam Cafer-i Sadık (a.s.) öyle ince nükteler

vermektedir ki bunların ancak konuya merakı olanlar ya da ilgili alanın uzmanları anlayabilir.

Bu bilgilere günümüz dünyası ancak yüzyıllarca sürekli gözlem yaparak ulaşabilmiştir. (Yayıncı)

 

için yaratılmış bu en büyük dolap için yapanı ve planlayanı olmadan tesadüfen

ortaya çıkmış olduğu söylenebilir mi? Zanaat ve benzeri alanlarda kullanılan

aletlerin arızalanmaları gibi bu felek de arızalansa, insanlar düzeltmek için ne

yapabilirlerdi?

 

Ey Mufazzal! Gündüz ve gecenin süreleri üzerine düşün, nasıl da yaratılmışların

faydalarına uygun şekilde ayarlanmış! Her birisi uzadığında varacağı

sınır on beş saattir, bunu aşmaz.(1) Gündüzün süresi yüz saat veya iki yüz saat

olsaydı, yeryüzündeki tüm hayvanlar ve bitkiler helak olmaz mıydı?(2) Hayvanlar,

tüm bu süre boyunca sakinleşmez ve durulmazlardı. Sığırlar, gün ışığı devam

etseydi otlamayı kesmezlerdi. İnsan da iş ve hareketten kesilmezdi. Bu durum,

hepsini helak ve telef ederdi. Bitkiler üzerindeki gün sıcaklığı ve güneşin ışıkları

uzun sürerdi, böylece kuruyup yanarlardı. Aynı şekilde gece de bu kadar süre

devam edecek olsaydı, farklı hayvan türlerinin hareket etmelerini ve rızıkları

peşinden gitmelerini engellerdi. Durum böyle olduğunda ise açlıktan ölürlerdi.

Bitkilerdeki doğal sıcaklık da soğur, bunun üzerinde küflenir ve bozulurlardı.

Nitekim güneş görmeyen yerdeki bitkiye ne olduğunu görüyorsun.

 

Şu sıcak ve soğuktan ibret al. Nasıl da yılın dört mevsimini oluşturmak ve

bundaki faydaları sağlamak için artma, eksilme ve mutedil olma şeklinde dünyayı

ele alıp işlerini yapıyorlar!

 

Ayrıca sıcak ve soğuk, bedenlerin sürekliliği ve faydası için tabaklama görevini

yerine getiriyorlar. Nitekim sıcak ve soğuk olmasaydı ve bedenleri elden

geçiriyor olmasalardı, bedenler bozulur, zarar görür ve helak olurdu. Birisinin

diğerinin içine tedricen ve yavaş yavaş girmesi hakkında düşün. Birisinin yavaş

yavaş eksildiğini ve diğerinin yavaş yavaş arttığını görürsün. Böylece her birisi

ulaşacağı en yüksek artış veya azalmaya tedricen ulaşmış olur. Birisi diğerine

birden giriyor olsaydı, bu durum bedenlere zarar verir ve insanları hasta ederdi.

Örneğin sıcak hamamdan direkt soğuk yere çıksanız, bu durum size zarar verir

ve bedeninizi hasta eder. O halde Allah bu sıcak ve soğuk geçişlerinin neden tedricen

olmasını karar kıldı? Birden olacak değişimin zararından korumak için değil

midir? Ayrıca belli bir plan olmasaydı neden hızlı geçişin zararından koruyacak

bir sistem var oldu?(3)

 

Birisi sıcak ve soğuğun tedricen girmesinin, güneşin yükselmekte ve alçalmaktaki

yavaşlığı sebebiyle olduğunu söylerse, güneşin yükselme ve alçalmadaki

yavaşlığının sebebi sorulur. İki doğu arasındaki uzaklıktan dolayı olduğunu

söylerse, bunun sebebi sorulur. Bu sorular sonuna kadar devam eder ve sonunda

bilinç ve plan olduğu sonucuna varılır.

 

------------------------------

(1) Yazın gündüzler uzun kışın kısadır. Güneş ışınlarının dik düştüğü alan dönenceler

arasındadır. Dönencelerdeki en uzun gündüz 15 saattir. (Yayıncı)

(2) Yazın gündüzler uzun kışın kısadır. Güneş ışınlarının dik düştüğü alan dönenceler arasındadır.

Dönencelerdeki en uzun gündüz 15 saattir.

(3) Atmosferin varlığı ısı alışverişi, ışığın kırılmasını, ses iletimini, biyolojik olarak insan vücudu

için basıncın olmasının nedenidir. Atmosfer olmasaydı-Uydumuz Ay gibi-güneş doğduğu anda

birden *1359C sıcak, battığı anda -1359C olurdu. Yani gündüz bölgesi çok sıcak gece bölgesi çok

soğuk olurdu. (Yayıncı)

 

Sıcak olmasaydı, sert ve acı meyveler olgunlaşmaz, yumuşamaz ve tatlılaşmazdı.

O zaman insanlar, meyvelerin yaş ve kuru hallerinden faydalanamazlardı.

Soğuk olmasaydı, ekinler insanların gıda ihtiyaçlarını karşılayacak ve

tohumluk ayıracak kadar bu şekilde filiz vermez ve bu derece çok sayıda artmazlardı.

Sıcak ve soğuğun ne denli zenginlik ve fayda sağladıklarını görmüyor

musun? Her ikisi de sağladıkları zenginlik ve faydalara rağmen ağrı ve sızılara

sebep olmaktadırlar. Bunun da dünyanın ve dünyada olanların faydaları için

hikmet sahibi bir planlayıcıdan kaynaklandığına dair düşünenler için ibret ve

delil vardır.

 

Ey Mufazzal! Sana rüzgârı ve rüzgârın özelliklerini hatırlatırım. Görmez

misin ki rüzgâr durduğunda neredeyse canları alacak gibi olur, sağlıklı insanları

hasta eder, hastaların durumlarını ağırlaştırır, meyveleri bozar, bakliyatı küflendirir,

bedenlere veba mahsullere afet getirir. Bu da gösteriyor ki rüzgârın esmesi,

canlıların faydası için hikmet sahibinin tedbirindendir.

 

Hava hakkında bir başka özelliği de sana söyleyeyim. Ses, havadaki cisimlerin

titreşmesi sonucunda meydana gelen bir izdir. Hava da oluşan sesi kulaklara

ulaştırır. İnsanlar, gün boyu ve gecelerinin bir kısmında ihtiyaçları ve işleri

hakkında konuşmaktadırlar. Bu sözlerin izi, yazının kâğıtta kaldığı gibi havada

kalıyor olsaydı, tüm dünya bu ses izleriyle dolardı. Bu da insanlara sıkıntı ve

eziyet çekmelerine sebep olurdu. Kâğıtları yenileme konusunda duydukları ihtiyacın

çok daha fazlasını havayı yenileme ve değiştirme konusunda hissederlerdi.

Çünkü konuşulan sözler, yazılanlardan fazladır. Bu sebeple kutsiyeti yüce olan

hikmet sahibi yaratıcı, havayı gizli kâğıt gibi karar kıldı. Dünyanın ihtiyaç duyduğu

kadar sesleri taşır, sonra silinir ve tekrar yeni ve temiz olur. Taşıdığını da

ebediyen kesintisiz taşır.

 

Hava adı verilen bu esinti ve sağladığı faydalar ibret olarak sana yeter. Nitekim

bu bedenlerin hayatı odur. Nefes alarak insanın içini canlı tutar, dışında

da temas ederek esenlik hissettirir. Sesler de havanın içinde titreşir ve hava sayesinde

uzakların uzağına ulaşır. Yine rüzgârları bir yerden bir yere taşıyan da

odur. Kokuların, rüzgârın estiği yerden ulaştığını görmez misin? Ses de öyledir.

Dünyanın faydası için art arda gelen sıcak ve soğuğu barındıran da havadır. Yine

esen rüzgârlar da havadan gelmektedir. Rüzgâr, cisimleri havalandırır, bulutları

bir yerden bir yere taşır. Böylece faydası geniş yerlere ulaşır ve yoğunlaşınca yağmur

yağar. Ayrıca yağmuru ayırır, hafifleştirir ve geniş alanlara yayar. Ağaçları

aşılar, gemileri ilerletir, yiyecekleri yumuşatır, suyu soğutur, ateşi canlandırır,

ıslak şeyleri kurutur. Özetle dünyada olan her şeye hayat verir. Zira rüzgâr(1)

olmasaydı bitkiler solar, hayvanlar ölür, eşyalar ısınır ve bozulurdu.

 

---------------------

(1) Rüzgarlar yağmur bulutlarının taşınmasının, Güneş yağmur suyunun

buharlaşmasının nedenidir. (Yayıncı)

 

Ey Mufazzal! Aziz ve yüce Allah'ın, ihtiyaç duyulan tüm alanları kapsaması

için dört elementi yaratması üzerine düşün. Bunun bir tezahürü de yeryüzünün

genişliği ve uzandığı geniş alanlardır. Öyle olmasaydı, insanların konutlarını,

tarlalarını, meralarını, ahşap ve odun kaynaklarını, önemli ilaçlarını ve büyük

zenginlik sağlayan madenlerini nasıl sığardı?

 

Birileri bu boş çöllerin ve 1ssız toprakların varlığını gereksiz görüp “Bunların

ne faydası var? Bu çöller ve bayırlar vahşi hayvanların evi, yurdu ve beslenme

alanından ibarettir.” diyebilir. Ancak insanlar yaşam alanlarını değiştirme

ihtiyacı duyduklarında o yerlerde nefes alabilecekleri ve yaşayabilecekleri yerler

bulurlar. Nice çöller ve boş araziler vardır ki insanların taşınmaları ve oralara

yerleşmeleriyle geniş evlere ve bahçelere dönüşmüştür. Yeryüzünün genişliği ve

ferahlığı olmasaydı, insanlar dar bir kuşatmanın içinde olduklarını hissederlerdi.

Yaşadığı yerden uzaklaşmasını gerektiren bir durum olduğunda gidecek bir

yer bulamazdı.

 

Ayrıca yeryüzü yaratıldığı zaman, varlıkların yurtları ve yerleşim alanı olacak

şekilde düzenli ve dengeli yaratılması hakkında düşün. İnsanlar bu şekilde

işlerini yapmak için üzerinde yürüyebiliyor ve dinlenmek için üzerinde oturabiliyorlar.

Dinlemek ve işlerini daha iyi yapabilmek için üzerinde uyuyabiliyorlar.

Nitekim titrek ve meyilli olsaydı, inşaat, ticaret, zanaat ve benzeri işlerini yapamazlardı.

Bunun ötesinde, yeryüzü altlarında sürekli titrerken yaşamlarında asla rahat

edemezlerdi. Depremler kısa süreli olmasına rağmen insanlara ne olduğunu

düşün. Öyle ki evlerini terk edip kaçıyorlar. Birisi “O halde bu depremler

neden oluyor?” diye soracak olursa şöyle deriz: Deprem ve benzeri afetler,

insanlara vaaz ve uyarı niteliğindedir ki günah işlemekten korksunlar ve uzaklaşsınlar.

Aynı şekilde bedenleri ve mallarına inen musibetler de kendi faydaları ve doğru

yolu bulmaları için ayarlanmıştır. Islah olmaları durumunda da onlara

sevap yazılır ve ahirette, dünya varlıklarından hiçbir şeyin denk olamayacağı

şeylerle tüm bunlar telafi edilir. Ayrıca kişinin kendisi ve diğer insanlar için dünyada

faydalı olacak ise, ahiretten önce dünyada da telafı edilir.

 

Bundan başka yeryüzü üzerindeki toprak, Allah'ın vermiş olduğu özellikler

sayesinde soğuk ve katıdır. Katılıkta taşlara benzer; ancak taşla toprak arasındaki

fark, taşların daha katı olmalarıdır. Toprak biraz daha katı olsaydı ve sert

taşlar gibi olsaydı, hayvanların hayat buldukları bu bitkiler yerden çıkar mıydı?

Yere bir şey ekilebilir ya da inşaat yapılabilir miydi? Toprağın katılığının taştan

daha az olduğunu ve bu yumuşaklık derecesinde ayarlandığını ve bu şekilde işlenebildiğini

görmüyor musun?

 

Hikmet sahibi yüce Allah'ın tedbirlerinden birisi de kuzey tarafını güney

tarafından yüksek yapmasıdır"(1)

--------------------------------------------------

(1) Kuzey yarıkürede karalar daha fazla ve daha yüksek 8890 m (Everest zirvesi gibi) güney

yarıkürede okyanuslar daha geniş alan kaplamakta ve ortalama yükseklik 1000 m altındadır. (Yayıncı)

 

Allah, suyun sabit kalmaması için yüzeyin bir tarafını kaldırıp diğer tarafını

düşürüyormuşçasına, suyun yeryüzü üzerinde akması, onu sulaması, susuzluğunu

gidermesi ve fazlasını denize ulaştırması için bu şekilde yapmıştır.(1) İşte

tam bu sebepten ötürü kuzey taraf, güney taraftan daha yüksek ayarlanmıştır.

Aksi takdirde su, yüzey üzerinde kararsız olur, insanların işlerini engeller, yolları

ve sokakları basardı.

 

Ayrıca su bu kadar çok olmasaydı, pınarlarda, vadilerde ve nehirlerde bu

şekilde akmasaydı, insanların içme ihtiyaçlarını karşılayamazdı, hayvanlarının

ve sığırlarının içmesi, ekinleri, ağaçları ve türlü mahsullerinin sulanması, vahşi

hayvanlar, kuşlar ve yırtıcıların içmesi, balıkların ve su hayvanlarının da içinde

yaşamaları konularında yetersiz kalırdı.

 

Bundan başka faydaları da vardır ki sen onları bilirsin, ancak öneminin

farkında değilsin. Nitekim yeryüzündeki tüm hayvanlara ve bitkilere hayat

vermesi gibi en yüce faydası ve işlevinin yanı sıra, içeceklere karıştırılır, tadını

yumuşatır ve güzelleştirir; beden ve eşyayı kaplayan kirler, suyla temizlenir;

toprak suyla ıslatılır ve işlemeye elverişli hale gelir; yangın çıkar ve insanların

hayatı tehlikeye girerse, suyla söndürülür; boğazına yemek takılan kişi su içerek

rahatlar; yorgun ve bitkin kişi sıcak suyla yıkanarak uzuvlarının rahatladığını

hisseder. Bunlardan başka da ancak ihtiyaçlar ortaya çıktığı zaman fark edilecek

fayda ve amaçları vardır.

 

Denizlerde birikmiş bu çok miktardaki suların faydası hakkında şüpheye

düşersen ve bunun amacı nedir diye düşünürsen de bil ki o denizler, sayısız balık

türleri, deniz hayvanları, inci, yakut, amber ve denizden çıkarılan farklı türlerin

yaşam alanları ve kaynaklarıdır. Kıyılarında da tütsü ağacı, buhur ağacı,

farklı türdeki güzel kokuların ve ilaçların bitkileri yetişmektedir. Ayrıca denizler,

insanların ulaşım yolu ve Çin'den Irak'a getirilen ve Irak'tan Çin'e götürülen

mallar gibi uzak ülkelerden yapılan ticaretleri taşıma vesilesidir. Ticaret konusu

bu mallar yalnızca sırtlanarak taşınacak olsaydı, bozulurdu ve ülkelerinde sahiplerinin

ellerinde kalırdı. Zira o zaman malları taşıma ücreti, malların fiyatını aşardı ve

hiç kimse taşımaya yeltenmezdi. Bu durumda da iki şey ortaya çıkardı.

Birincisi, ihtiyaç duyulan pek çok eşyaya ulaşılamazdı. İkincisi ise o eşyaları

taşıyarak geçim sağlayanların geçim kaynakları kesilirdi.

 

Hava da aynı şekilde çok ve geniş olmasaydı, bu canlılar havada bulunan

duman ve buharın etkisiyle boğulurlardı. Aşamalı olarak bulutlara ve sise gönderdiği

buharı da gönderemezdi. Havayı yeterince anlatmıştım.

 

Ateş de öyledir; rüzgâr ve su gibi yaygın olsaydı, tüm dünyayı ve dünyadaki

her şeyi yakardı. Ancak pek çok faydasından dolayı da zaman zaman ortaya çıkması

gerekiyordu. Bu sebeple odunlara depolanmış gibi var edildi. İhtiyaç duyulduğunda

yakılır, sönmemesi için farklı maddeler ve odunlarla da ihtiyaç duyul-

 

-----------------

(1) İmam burada şuna işaret etmiştir. Akarsular eğimli yüksek yerden deniz seviyesine doğru akarlar.

(Yayıncı.)

 

duğu kadar sürdürülür. Farklı maddelere ve odunlara direnç gösterip yanmazlık

edip zorluğa sebep olmaz; diğer yandan hava gibi yayılıp da her şeyi yakmaz.

Ancak belli bir plan ve ölçü içindedir. Yararlı yönleri kullanılabilir ve zararından

emniyette olunabilir. Ayrıca ateşin başka bir özelliği de vardır; o da duyulan

ihtiyaç sebebiyle tüm hayvanlardan farklı olarak yalnızca insanın faydalanabilmesidir.

Zira ateş olmasaydı, insan yaşamında bunun pek çok zararını görürdü.

Hayvanlar ise ateşi kullanmazlar ve ateşten faydalanmazlar. Allah, durumun

böyle olmasını takdir etmesi sebebiyle de insana ateş yakmaya uygun avuç ve

parmaklar yaratmıştır. Hayvanlara ise bu özelliği vermemiştir. Ancak hayvanlara,

yaşamdaki zorluk ve sıkıntılara karşı sabır özelliği verilmiştir ki insanın ateşi

kaybetmekten gördüğü zararın aynısını görmesinler.

 

Yine ateşin küçük ama çok önemli bir özelliğini anlatayım. O da insanların

kullanmakta oldukları kandillerdir. Nitekim gece vakitlerinde istedikleri

gibi kullanarak ihtiyaçlarını görmektedirler. Zira bu özellik olmasaydı, insanlar

ömürlerini kabirdeymiş gibi geçirirlerdi. O zaman gece karanlığında kim yazabilir,

kim ilim öğrenebilir veya elbise dokuyabilirdi? Gece vaktinde bir ağrısı olan

kişi, sargı, ilaç veya diğer iyileştirici maddelerle tedavi edilmeye ihtiyaç duyduğunda

hali ne olurdu? Bundan başka yemek pişirme, ısınma, eşyaları kurutma,

eritme gibi sayılamayacak kadar çok ve gizli kalmayacak kadar açık olan faydaları

vardır.

 

Ey Mufazzal! Açık hava ve yağmurlu hava hakkında düşün. Nasıl da bu

dünyanın faydası için sırayla ortaya çıkıyorlar. Yalnızca birisi devam edecek olsa

bu dünyayı bozardı. Görmüyor musun ki yağmur aralıksız yağsaydı bakliyat ve

sebzeler çürür, hayvanların bedenleri gevşer, hava soğur ve türlü hastalıkların

ortaya çıkmasına sebep olur, yollar ve sokaklar bozulurdu. Yağmursuz açık hava

da sürekli devam edecek olsa, yer kurur, bitkiler yanar, pınarların ve vadilerin

suları çekerdi. Bu da insanlara zararla döner, havayı kurutur ve farklı türde hastalıkların

ortaya çıkmasına sebep olurdu. Ancak bu haliyle sırayla oluşmaları

sonucunda hava dengeli olur ve her birisi diğerinin zararını uzak tutar, varlıklar

zarar görmez ve sağlıklı kalır. Birisi “Neden bu durum tüm zararları ortadan

kaldırmıyor?” diye soracak olursa deriz ki insana bir parça acı ve sıkıntı vermesi

ve böylece günah işlemekten çekinmesi içindir. Zira insan bedeninde hastalandığında

iyileşmek ve düzelmek için nasıl acı ve kötü tatlı ilaçlara ihtiyaç duyuyorsa,

zorbalık ve kötülük ettiğinde de çekinmesi, yanlışlarını kısması, doğruluk ve

yararına olan huylarda sebat etmesi için ona acı ve sıkıntı verecek şeylere ihtiyaç

duyar.

 

Krallardan birisi krallığında yaşayan insanlara kantarlarca altın ve gümüş

dağıtsa, buna çok sevinmez miydiler ve (o kralın bu cömertliği) geniş kitlelerce

konuşulmaz mıydı? Ancak bu ihsan, toprağın susuzluğunu gideren yağmurla

kıyaslandığında ne kadar az kalır! Zira yağmur sayesinde ülkeler mamur olur ve

dünyanın tüm bölgelerinde kantarlarca altın ve gümüşten çok daha fazla mahsuller artar.

 

Tek bir yağmurun ne kadar önemli ve insanlar için ne büyük bir nimet oldugunu

görmüyor musun? İnsanlar ise bundan gafildirler. Belki birisinin önemsiz

bir ihtiyacı olduğunda söylenir, öfkelenir; (yağmurun) sonucunun güzelliği hakkındaki

bilgisizliği, büyük zenginlik ve faydası hakkındaki bilgisizliği sebebiyle

değersiz olan şeyi önemi büyük olan şeye tercih eder.

 

Yağmurun yere yağışı ve bundaki tedbir üzerine düşün. Yüksekten yağması

sağlanmıştır ki engebeli ve yüksek yerleri de kapsayıp su ihtiyacını giderebilsin.

Yerin farklı yönlerinden ulaşıyor olsaydı, yüksek yerlere ulaşamaz ve topraktaki

ekinler azalırdı. Görmüyor musun ki yerin yüzeyinden akan sulara dayanarak

yapılan ekim alanları daha azdır. Zira tüm yeri kapsayan, yağmurdur. Şu geniş

araziler, dağın etekleri ve tepeleri de ekilebilir ve böylece mahsuller artar.

 

Birçok ülkede insanlar, yağmur sayesinde suyu bir yerden bir yere ulaştırma

zahmetinden kurtulurlar. Bundan başka, güç ve hâkimiyet sahiplerinin suyu

kendilerine saklamaları ve zayıfları sudan mahrum etmeleriyle aralarında geçecek

kavga ve adaletsizliklerin de önü kesilmiş olur.

 

Ayrıca gökten yere yağması takdir edildiğinde, yerin yüzeyini kapsaması ve

susuzluğunu gidermesi için püskürtmeye benzer şekilde damlalar halinde olması

sağlanmıştır. Ancak birden dökülme şeklinde aksaydı, yeryüzü yüzeyini kapsamadan

inmiş olurdu. Bununla birlikte önündeki ekinleri bozardı. Bu sebeple

ince ince yağacak şekilde ayarlandı. Böylece ekilen tohumları filizlendirir, toprağı

ve üzerindeki ekinleri canlandırır.

 

Yağmurun yağmasının başka faydaları da vardır; örneğin bedenleri yumuşatır,

havadaki bulanıklığı temizler, bundan dolayı oluşan hastalıkları ortadan

kaldırır, ağaçları ve ekinleri yıkayarak üzerlerine düşen kurt hastalığından temizler

ve daha pek çok faydası görülür.

 

Birisi “Bazı yıllarda yağmurun şiddetli yağması sonucunda çok fazla ve

büyük zararı olmuyor mu, mahsulleri parçalayan dolular yağmıyor mu ya da

havada oluşturduğu bazı buharlar sonucunda bedenlerde birçok hastalığa ve

ekinlerde birçok afete sebep olmuyor mu?” diye soracak olursa, ona şöyle deriz:

Evet, bazen bu aşırılık olabiliyor; ancak bu da insanın ıslah olması, günahlara

girmekten ve günahlarda aşırıya gitmekten kendini alıkoyması içindir. Böylece

dininin düzelmesinden alacağı fayda, malından elde edeceği faydadan daha öncelikli

olur.

 

Ey Mufazzal! Toprak ve taşlardan oluşan şu dağlara bak! Gafiller bunların

fazlalık ve gereksiz olduğunu düşünürler; oysa çok sayıda faydaları vardır.

Örneğin üzerlerine kar yağdığında, ihtiyaç duyanlar için karlar tepelerinde kalır.

Eriyen karlardan da bolca pınarlar akar ve büyük nehirleri oluştururlar.

Ovalarda yetişmeyen çeşit çeşit bitkiler ve ilaçlar dağlarda yetişir. Hayvanların

yırtıcılardan saklanabildikleri mağaraları ve sığınakları vardır. Düşmanlardan

korunmak için dağlarda korunaklı kaleler yapılır. Binalar ve değirmenlerin yapımı

için dağlardan taş çıkarılır. Ayrıca birçok cevherin elde edildiği madenler,

dağlarda bulunur. Bunlardan başka özellikleri de vardır ki onlar yalnızca takdir

edenin kadim ilmindedir.

 

Ey Mufazzal! Kireç, alçı, arsenik, mürdesenk, çinko, cıva, bakır, kurşun,

gümüş, altın, peridot, zümrüt ve türlü taşlar gibi madenler ve madenlerden elde

edilen türlü cevherler üzerine düşün. Ayrıca katran, mum, kükürt ve petrol gibi

insanların ihtiyaçları için kullandıkları diğer madenler üzerine düşün.(1)

 

Akıl sahibi bir insan, tüm bunların bu dünyada insan için, ihtiyaç duyduğunda

çıkarıp kullanmak üzere erzak dolabı gibi saklandığını görmez mi? Ayrıca

insanlar ne kadar isteseler ve uğraşsalar da bu madenleri üretme imkânına

sahip olamamışlardır. Bu ilme sahip olmayı başarsalardı, şüphesiz bu madenler

dünyada çok fazla olurdu. Altın ve gümüş o kadar artardı ki insanlar için değerden

düşerdi ve hiçbir kıymeti kalmazdı. Alışveriş ve ticaretlerde görülen faydaları

son bulurdu. Hükümdarlar vergileri toplayamaz ve insanlar ihtiyaç günleri için

biriktiremezlerdi. Yine de insanlara altın benzerini bakırdan, kumdan cam, kurşundan

gümüş, gümüşten altın gibi zararı olmayacak benzerlerini yapma ilmi

verilmiştir.

 

Bak gör ki insanlara istedikleri şey, zararı olmayacak alanlarda verilmiş,

ancak yapacak olsalar zararını görecekleri alanlarda istekleri reddedilmiştir.

Madenlerin derinliklerine giren kişi, derinliği bilinmeyen ve geçilmesi mümkün

olmayan suyun aktığı büyük bir vadiye ulaşır. Ardında ise dağlar kadar gümüş

vardır. Şimdi bu konuda hikmet sahibi yaratıcının tedbirini düşün. Zira yüce Allah,

dağlar kadar gümüş vermek istese yapabileceğini anlamaları için, kullarına

kudretini ve hazinelerinin genişliğini göstermek istemiştir. Ancak bunları verecek

olsa, onlar için faydalı olmazdı. Çünkü bu olsaydı, daha önce de söylediğimiz

üzere bu cevherin değeri insanların gözünde düşer ve onlar için faydası azalırdı.

Şu örnekten anla ki insanların ürettikleri bazı özgün kaplar ve eşyalar, az sayıda

olduğu sürece değerli ve fiyatı yüksek olur. Ancak yayılıp da insanların ellerinde

arttığında değerden düşer, kıymeti azalır, ilgi gören o eşyalara verilen önem son

bulur.

 

Ey Mufazzal! Şu bitkiler ve türlü faydaları üzerine düşün. Meyveler gıda

içindir, samanlar yem içindir, odunlar yakıt içindir, ahşap tüm marangozluk

ürünleri ve diğerleri içindir. Ağacın kabukları, yaprakları, gövdesi, kökleri ve

zamkları da farklı farklı faydalar ve amaçlar içindir. Beslendiğimiz meyveleri

yeryüzü üzerinde toplu halde bulsaydık, meyveler onları taşıyan bu dallarda

çıkmıyor olsalardı, bu durum yaşantımıza ne kadar olumsuzluk verirdi! O durumda

 

-------------------------------------

(1) İmam Cafer-i Sadık (a.s.) jeoloji-jeofizik ve klimatolojiye dair o kadar ayrıntı nükte

vermektedir ki bu bilgiler son 200 yıl içinde ancak kavranabilmiştir. İmam Cafer-i Sadık

(a.s) yaşadığı dönemde bu bilgilere dair hiç kimsenin fikri yoktu. (Yayıncı)

 

gıda hazır bulunuyor olsa da odun, ahşap, saman ve saydığımız diğer

faydalar çoktur ve büyük öneme sahiptir. Bundan başka dünyanın hiçbir manzarası

ve zevki, bitkilerin güzel manzarasına ve açan çiçeklerinin görüntüsüne

denk gelemez.

 

Ey Mufazzal! Ekinlere verilen bu artma özelliği üzerine düşün. Öyle ki her

bir tohum, yüz tohum ya da fazlası ve azı kadar vermektedir. Her bir tohum kendi

gibi bir tohum da veriyor olabilirdi. Neden bu kadar fazla veriyor? Toprağa

ekilecek tohumların artması ve sonraki ekinler mahsul verinceye kadar ekenlerin

yiyeceklerinin çıkması için değil midir?

 

Görmüyor musun ki bir kral bir şehri mamur kılmak isterse, bunun yolu

şehrin ahalisine topraklarına ekecekleri tohumlar vermesi ve ekinleri yetişinceye

kadar yiyecek ihtiyaçlarını karşılaması değil midir? Bu örneğin nasıl da

herkesten önce hikmet sahibi Allah'ın tedbiri olduğunu gör! Bu şekilde ekinler,

erzakı karşılayacak ve tekrar ekmek için yetecek kadar fazla verecek şekilde var

edilmiştir. Aynı şekilde ağaçlar, bitkiler ve hurma ağaçları da fazla fazla ürün

vermektedir. Nitekim tek bir gövdenin çok fazla dalı olduğunu görürsün. Neden

bu şekilde olması takdir edilmiştir? İnsanların kesip kendi işlerinde kullanmaları

ve bir kısmını tekrar yere ekmeleri için değil midir? Gövde tek başına kalsaydı,

farklı dallara ayrılmıyor ve artmıyor olsaydı, hiçbir iş ya da ekim için bir şey kesme

imkânı olmazdı. Ayrıca bir afete yakalandığında da gövdesi kesilir ve yerini

tutacak bir tarafı kalmazdı.

 

Kırmızı mercimek, yeşil mercimek, bakla gibi tahıllar üzerine düşün. Nitekim

yetişip gelişinceye kadar afetlerden korunması ve saklanması için deri kese

gibi keselerde yetişmektedir. Buna benzer cenin üzerindeki plasentanın görevi de

aynen budur.

 

Buğday ve benzerleri ise kuşları engellemesi ve ekenlerine kalması için başında

sert kabuklu olarak sümbülün uçları gibi basamaklı şekilde çıkmaktadır.

Birisi “Kuşlar buğdaydan ve tahıllardan alıp yemiyorlar mı?” diye soracak

olursa, şöyle deriz: Evet, zaten böyle olması takdir edilmiştir. Çünkü kuşlar da

Allahın yarattığı bir canlıdır ve Allah, topraktan çıkan erzaktan kuşlara da nasip

etmektedir. Ancak tahıllar bu perdelerle korunmuştur ki kuşlar tamamını

alma ve aşırı şekilde bozma imkânına sahip olmasınlar. Zira kuşlar, tahılları

açık görseler ve tahılların üzerinde örtecek herhangi bir şey olmasaydı, hücum

ederek tamamını tüketirdi. Bunun sonucunda da kuşlar şişip ölürlerdi. Çiftçiler

de ektiklerinden hiçbir şey elde edemezlerdi. Bu sebeple üzerinde bu koruyucular

takdir edildi ki kuşlar az miktarda besinlerini alabilsinler ve çoğu insana kalsın.

Zira çalışıp emek eden odur ve önceliğe sahiptir. Ayrıca insanın ihtiyacı da kuşların

ihtiyacından fazladır.

 

Ağaçların ve bitki türlerinin yaratılışı üzerine düşün. Tıpkı hayvanlarda olduğu

gibi sürekli gıdaya ihtiyaç duymaları, ancak hayvanlar gibi ağızları olmaması ve

gıdalarını almak için hareket edememeleri sebebiyle, köklerinin toprağa sağlamca

tutunması, gıdayı topraktan çekmesi, dallarına ve üzerindeki yapraklara

ve meyvelere ulaştırması takdir edilmiştir.

 

Böylece yer, onları yetiştiren anne gibi olmuştur. Kökleri ise yerden yiyen

ağızlar gibidir. Farklı hayvan türlerinin annelerini emdikleri gibi gıdayı bu şekilde

topraktan çekmektedir. Görmüyor musun ki çadırları ve oba evlerini her

yönden iplerle gerdiriliyor ki dik dursun, devrilmesin ve eğilmesin. Aynı şekil

de bitkilerin de tutunmaları ve dik durabilmeleri için toprakta yayılmış kökleri

vardır ve her yöne uzanmaktadır. Öyle olmasaydı uzun hurma ağaçları ve büyük

ağaçlar, şiddetli rüzgârlarda nasıl sebat edebilirdi? Bak gör ki yaratılışın

hikmeti, zandatın hikmetinden önce gelmiştir. Zira zanaatkârların çadır ve oba

evlerini kurmak için kullandıkları yöntem, daha önce ağaçların yaratılışında

görülmektedir. Çünkü ağaçların yaratılışı, çadır ve oba evlerinin yapımından öncedir.

Görmüyor musun ki direkleri ve çubukları ağaçtan alınmaktadır. O halde

zanaatlar, yaratılışı örnek almaktadır.

 

Ey Mufazzal! Ağaç yaprağının yaratılışı üzerine düşün. Yapraktaki damar

benzeri kanalların tüm yaprağa yayılmış olduğunu görürsün. Bunların bir kısmı

kalındır ve enine boyuna uzanmaktadır. Bir kısmı da incedir ve kalın kanalların

arasından geçmektedir. Çok ince ve sağlam bir dokumayla dokunmuştur. İnsanların

yapımında olduğu gibi elle yapılacak olsaydı, tek bir ağaç yaprağı bir yılda

tamamlanmazdı. Âletlere, harekete, işleme ve konuşmalara ihtiyaç duyulurdu.

Ancak yalnızca gerçekleşen irade ve itaat edilen emirle, baharın kısa günlerinde

herhangi bir eylem veya konuşma olmaksızın, dağları, ovaları ve yeryüzünün

her tarafını dolduracak kadar yaprak çıkmaktadır.

 

Bununla birlikte o ince kanalların hikmetini de öğren. Zira tüm yaprakta

yayılmasının amacı, tıpkı gıdayı tüm vücuda yayan damarlar gibi suyu yaprağa

ulaştırmaktır. Kalın kanalların başka bir manası daha vardır; nitekim katı ve

sağlam olmasıyla yaprağın yırtılmasını ve parçalanmasını önlemektedir. Ağaç

yaprağının, şeklinin bozulmaması için enine ve boyuna çubuklarla sağlamlaştıran

kumaşa benzediğini görürsün. Zanaat, yaratılışı tam manasıyla bilmiyor

olsa da yaratılışı anlatmaktadır.

 

Meyve çekirdekleri, sapları ve bunların amaçları üzerine düşün. Meyvenin

içinde olması takdir edilmiştir. Çok değerli ve başka yerlerde ihtiyaç duyulan

eşyalarda olduğu gibi yedeklerinin olması amacıyla, ağaca bir şey olursa bu

çekirdekler ağacının yerini alabilirler. Bir yerde meyve ağacına bir şey olursa, başka

yerlerde aynıları bulunabilir. Bundan başka çekirdek, sağlamlığıyla yumuşak

meyveleri tutar. Öyle olmasaydı meyve zarar görür, açılır ve çabuk bozulurdu.

Çekirdeklerin bir kısmı da yenilir, bir kısmından yağ çıkarılır ve birçok alanda

faydası görülür.

 

Çekirdeğin ve sapın faydalarını anladın. Şimdi çekirdek üzerindeki hurmayı ve sap

üzerindeki üzümü düşün. Böyle olmasının sebebi nedir ve neden bu şekilde çıkmaktadır?

Servi ağaçları, çınar ağaçları ve benzeri diğer ağaçlarda olduğu gibi bunların yerine

yenmeyecek şeyler de çıkabilirdi. Neden bu çekirdek ve sapların üzerinde bu lezzetli

tatlar oluşuyor? İnsanın fayda ve keyif alması için değil midir?

 

Ağaçlardaki tedbir üzerine düşün. Ağacın yılda bir defa öldüğünü görürsün.

Doğal ısısını gövdesinde tutar ve içinde meyvelerin maddeleri doğar. Sonra canlanır,

yayılır ve ellerle teker teker işlenip yapılan yiyecekler gibi sana çeşit çeşit

meyveler verir. Ağacın dalları üzerindeki meyveler, sanki eliyle sunuyormuşçasına

karşında durur. Fesleğenler, kendiliğinden sana gelirmişçesine dallarıyla

uzanır. Bu takdir kime aittir? Takdir eden hikmet sahibi Allah'ın takdiri değil

midir? İnsanı bu meyveler ve nurlarla mutlu etmekten başka ne amacı olabilir?

Şaşarım o insanlara ki nimete şükretmek yerine nimeti vereni inkâr etme yoluna

gittiler.

 

Narın yaratılışı ve yaratılışındaki bilinç ve tedbiri düşün. Kenarları birikmiş

yağ tepelerine benzer. Taneleri elle dizilmiş ve birbirine bağlanmış gibi görürsün.

Taneler bölümlere ayrılmıştır ve her bir bölümü, son derece ince ve şaşkınlık

veren bir dokumayla dokunmuş perdelerden oluşan sargılara sarılmıştır. Kabuk

da tüm bunları sarmaktadır. Bu sanattaki tedbirden birisi de narın içinin sadece

tanelerden oluşmasının doğru olmamasıdır. Çünkü taneler birbirini beslemez;

bu sebeple o yağ benzeri madde, taneler arasında var edilmiştir ki besleyebilsin.

Nar tanelerinin köklerinin o beyaz kısma bağlı olduğunu görmüyor musun?

Sonra sarması, tutması ve dağılmaması için o sargılarla sarılmıştır. Afetlerden

korunması ve sağlam kalması için de onun üstü sağlam kabukla örtülmüştür.

Bunlar, narın tarifiyle ilgili çok sayıdaki özelliklerin azıdır. Sözü uzatmak ve

derinleşmek isteyenler için daha fazlası da vardır. Ancak delil ve ibret olarak sana

anlattıklarım yeterlidir.

 

Ey Mufazzal! Zayıf bir bitki olan kabakgillerin kabak, acur ve karpuz gibi

ağır meyvelerini ve bundaki tedbir ve hikmeti düşün. Nitekim bu tür meyveleri

taşıması takdir edildiğinde, bitkisi yere yayılacak şekilde ayarlanmıştır. Diğer

ekinler ve ağaçlar gibi dik duruyor olsaydı, bu tür ağır meyveleri taşıyamazdı

ve ulaşabileceği hacme ulaşmadan önce kırılırdı. Bundan dolayı nasıl da yer

üzerinde yayıldığına, meyvelerini yere bıraktığına ve yerin de meyvelerini onun

yerine taşıdığına bak. Kabak ve karpuz gövdesinin meyvelerini yere serdiğini,

yer üstünde ve etrafında yayıldığını görürsün. Sanki kedi yer üzerinde uzanmış

da yavruları süt emmek için yanaşmış gibidir.

 

Bu meyvelerin nasıl da uygun zamanlarda yetiştiğine bak! Nitekim insanlar,

yazın şiddetli sıcaklarında bunlara karşı iştahları açılır ve yeme arzusu hissederler.

Kışın yetişiyor olsaydı, insanlar bundan hoşnut olmazlardı ve hatta tiksinirlerdi.

Ayrıca insan sağlığına da zararlı olurdu. Görmüyor musun ki az miktarda

salatalık kışın yetiştiğinde insanlar yemekten kaçınırlar. Yalnızca zararına olan

şeyleri yemekten çekinmeyen ve sonucunu düşünmeyen yemek düşkünleri yerler.

Ey Mufazzal! Hurma ağaçlarını düşün. Polenleşmeye ihtiyaç duyan dişileri

olması sebebiyle, fidan dikimi olmaksızın ağaçlara erkeklik özelliği de verilmiştir.

Böylece erkek hurma ağacı, dişisini dölleyen erkek hayvan konumundadır.

Dişisi gebe kalır, ancak erkeği kalmaz.

 

Hurma ağacının gövdesini düşün. İplik olmaksızın enine ve boyuna elle dokunmuş

bir dokuma gibidir. Bunun sebebi, güçlenip sağlamlaşarak ağır hurma

salkımlarını taşırken kırılmaması ve büyük ağaç olduğunda şiddetli rüzgârların

sallamasından zarar görmemesidir. Ayrıca bu sayede, sağlam bir gövde olmasıyla

çatı ve köprülerin yapımında kullanılmaktadır. Tahtanın da dokuma gibi

olduğunu görürsün. Nitekim dokuma kumaşlarda olduğu gibi enine ve boyuna

birbirine girmiş şekilde olduğunu görürsün. Bununla birlikte, ondan alet ve edevat

yapılabilecek derecede sağlamlık olduğunu görürsün. Zira taş gibi katı olsaydı,

çatı yapımında ya da kapı, karyola, tabut ve benzeri ahşabın kullanıldığı

diğer alanlarda kullanılamazdı. Tahtanın en büyük nemlerinden birisi de suda

batmamasıdır. Tüm insanlar bunu bilir, ancak hepsi bu özelliğin öneminin farkında

değildir. Zira bu özellik olmasaydı, gemiler dağlarca yükü nasıl taşırdı?

İnsanlar bu imkânı nereden bulur ve ticaretlerini ülkeden ülkeye zahmetsizce

nasıl taşırlardı? O zaman yükleri taşımak o kadar zor olurdu ki ihtiyaç duyulan

çoğu mallar bazı ülkelerde bulunamazdı ya da çok az sayıda olurdu.

 

Şifalı bitkiler ve ilaç yapımında her birisine verilen özellikler üzerine düşün.

Birisi eklemlerin arasına girer ve kaba fazlalıkları çeker; örneğin dalak otu. Birisi

kabızlık gidericidir; örneğin cinsaçı. Birisi gazı alır; örneğin galbanum. Birisi

şişlikleri dindirir ve buna benzer daha başka özellikler vardır. Faydalı olmaları

için yaratandan başka kim bu güçleri bu ilaçlara vermiş olabilir? Bu özellikleri

var edenden başka kim bunları insanlara öğretmiştir? Bu özelliklere tesadüf ve

ihmal sonucu vakıf olunabilir mi? Bazılarının da dediği gibi; farz et ki insan, bu

özellikleri aklıyla, ince fikirleriyle ve tecrübeleriyle öğrenmiş olsun? Zira yırtıcıların

bir kısmı yaralandıklarında bazı şifalı bitkilerle tedavi olurlar ve iyileşirler.

Kuşların bir kısmı kabız olduklarında deniz suyundan alırlar ve iyileşirler. Buna

benzer başka çok örnek vardır.

 

Belki de insanların yaşamadığı çöllerde ve ıssız yerlerde çıkan bitkiler hakkında

şüpheleniyor ve gereksiz bir fazlalık olduğunu düşünüyorsundur. Ancak

durum öyle değildir. Zira o bitkiler, şu hayvanların yiyeceğidir. Taneleri, kuşların

yemidir. Gövdeleri ve dalları da insanların kullanabilecekleri odundur. Ayrıca

bir kısmının tedavi edici özelliği vardır, bir kısmı deri tabaklama işleminde kulanılır.

Bir kısmı boya olarak kullanılır ve buna benzer nice faydalar vardır.

 

Bitkilerin en değersizi ve en önemsizinin şu papirüs bitkisi ve benzerlerinin

olduğunu ilmiyor musun? Buna rağmen çok çeşitli faydalara sahiptir. Örneğin

papirüsten yöneticilerin ve diğer insanların ihtiyaç duydukları kâğıtlar yapılır.

Yine tüm insanların kullandıkları hasırlar yapılır. Ayrıca kapları korumak için

kılıflar yapılır, küfelerde kapların kırılmaması ve zarar görmemesi için kaplar

arası dolgu olarak kullanılır ve daha nice faydası vardır.

 

O halde yaratılan küçük büyük her şeyde gördüğün türlü amaç ve faydalardan

ve değerli değersiz her şeyden ibret al. Bundan daha değersizi ve daha çok

hakir görüleni ise zibil ve dışkıdır. Zira hem değersiz he necasettir. Ancak ekinler,

ekilmiş bakliyatlar ve sebzeler için o kadar değerlidir ki hiçbir şey onun yerini

tutmaz. Öyle ki ekilmiş sebzelerin hiçbirisi, insanların iğrendikleri ve yaklaşmaktan

nefret ettikleri zibil ve gübre olmadan iyi bir şekilde yetişmez ve artmaz.

 

Bil ki bir şeyin önemi, değerine göre ölçülmez. İki farklı alanda iki farklı

değere sahip olur. Çarşı pazarda değersiz olan şey, ilim alanında çok değerli

olabilir. O halde bir şeyin düşük değerli olması sebebiyle ondan ibret almayı

küçümseme. Nitekim kimyagerler dışkının önemini bilselerdi, onu en yüksek

fiyatla satın alır ve ona değer verirlerdi.”

 

Mufazzal der ki: Öğle vakti girdiğinde mevlâm namaza kalktı ve “Yarın

inşallah yanıma erken gel.” dedi.

 

Ben de öğrendiklerimin mutluluğu ve verilen ilimlerin sevinciyle yanından

çıktım. Allah'ın bana vermiş olduğu bu nimet için hamt ediyordum. O

gecemi mutlu ve sevinçli geçirdim.

 

Dördüncü Bölüm

 

Mufazzal der ki: Dördüncü gün olduğunda mevlamın yanına erken gittüm.

İçeri girmem için bana izin verildi. İçeri girdiğimde oturmamı söyledi,

ben de oturdum. Şöyle buyurdu:

“Aliyyü'l Allâm(1) olan en kadim isim ve en yüce nura bizden hamd, tesbih,

tazim ve takdis olsun. O ki yücelik ve kerem sahibidir. Cümle mahlükatı yaratmıştır,

âlemlerin ve zamanların hâkimidir. Gizli sırrın, yasaklanan gaybın, saklı ismin ve

örtülü ilmin sahibidir. “Ölen açık bir delille ölsün, yaşayan da açık bir

delille yaşasın."(2) diye müjdeleyici, uyarıcı, Allah'a davetçi ve aydınlatıcı kandil

olarak gönderdiği, vahyini tebliğ eden ve risaletini ulaştıran Peygamberine,

O'nun salavatı ve bereketleri olsun. Geçip giden zamanlarda, ebediyen ve tüm

asırlarda ona ve Ehli Beytine güzel salatlar, artan ve yükselen selamlar olsun.

Onlar buna ehildirler ve bunu hak ederler.

Ey Mufazzal! insanlar, hayvanlar, bitkiler, ağaçlar ve diğer şeylerde yaratılışın

delillerini, bilinç ve tedbirin tanıklarını sana anlattım. Bunlarda ibret alanlar

için ibretler ve dersler vardır. Şimdi ise sana bazı zamanlarda ortaya çıkan

afetleri anlatacağım. Nitekim bir kısım cahil kişiler; yaratıcıyı, yaratılışı, bilinci

ve tedbiri inkâr etmek için bunları silah olarak kullandılar. Muattıla fırkası ve

 

---------------------

(1) Yücelik sahibi ve her şeyi bilen anlamındadır.

(2) Enfâl 42. ayet

 

Maniheistler; musibetler, sıkıntılar, ölüm ve fanilik sebebiyle inkâr yoluna gittiler.

Tabiata inananlar ise her şeyin bilinçsiz ve tesadüfen meydana geldiğini iddia

ettiler. Böylece onların iddialarına cevap verebiliriz. “Allah onlarla savaşsın

nasıl da haktan saptırılıyorlar!”(1)

Bazı cahiller; veba hastalığı, sarılık hastalığı, don ve çekirge istilası gibi bazı

zamanlarda ortaya çıkan afetleri; yaratılışı, planı ve yaratıcıyı reddetmek için

silah edinmişlerdir. Buna cevap olarak şöyle deriz: Yaratıcı ve yönetici yoksa eğer,

neden bunlardan daha fazlası ve daha korkuncu olmuyor? Örneğin gökyüzü yeryüzüne

düşebilir, yeryüzü çöküp aşağı çekilebilir, güneş hiç doğmayabilir, nehirler

ve pınarlar kuruyabilir, dudağı ıslatacak kadar su bulunmayabilir, rüzgâr

durabilir ve bunun etkisiyle birçok şey ısınıp bozulabilir, deniz coşup da karayı

vurabilir ve sular altında bırakabilir. Ayrıca bahsettiğimiz veba, çekirge istilası

ve benzeri afetler sürekli değildir? Neden tüm dünyayı kapsayacak kadar devam

etmez de bazı zamanlarda ortaya çıkar ve çok geçmeden etkisi geçer. Görmüyor

musun ki dünya, devam edecek olsa helak olmasına sebep olacak olan bu büyük

olaylardan korunmaktadır.

 

Bazen de insanları terbiye ve ıslah etmek için yılan ısırmasına benzer bu

hafıf afetler gönderilir. Ancak bu afetler devam etmez; insanların boyun eğmeleriyle

son bulur. Böylece bu afetlerin meydana gelmesi insanlar için nasihat,

kaldırılması ise rahmet olur.

 

Muattıla fırkası da Maniheistler gibi insanın başına gelen musibetler ve zorluklar

sebebiyle inkâr yoluna gittiler. Her iki fırka da “Dünyanın merhametli

ve şefkatli bir yaratıcısı olsaydı, bu sıkıntı ve zorlukları dünyada var etmezdi.”

derler. Bu görüşte olan kişi, insanın bu dünyadaki yaşamının her tür sıkıntı ve

kederden arınmış olması gerektiğini düşünmektedir. Ancak öyle olsaydı, insan

dinine de dünyasına da zarar verecek derecede kötülük ve zorbalık haline bürünürdü.

Örneğin lüks, bolluk ve emniyet içinde yaşayan pek çok insanın bu halde

olduğunu görürsün. O kadar ki bu halde olan kişiler insan olduğunu, bir Rabb'i

olduğunu, zarara uğrayabileceğini, başına bir musibet gelebileceğini, güçsüzlere

merhamet, yoksullara yardım etmesi gerektiğini, musibete uğramış kişilere yardım

etmeyi, zayıflara ihsan, dertlilere şefkat eli uzatmayı unuturlar. Ancak başına

bir musibet geldiğinde ve o musibetin acısını hissettiğinde, ibret alır, cahil ve

gafıl kaldığı pek çok şeyi görmeye başlar, yapması gereken pek çok şeyi yapmaya

başlar.

 

Sıkıntı veren bu durumların olmaması gerektiğini savunanlar; tadı acı ve

çirkin olan ilaçları kötüleyen, zararlı yiyeceklerden sakınmaktan da hoşlanmayan,

terbiye ve işlerden kaçınan, sürekli oyun ve eğlenceye dalmak isteyen, her

tür yiyecek ve içeceğin tadına varmak isteyen çocuklar gibidirler. Aylaklığın kötü

yetişme ve kötü alışkanlıklara sebep olduğunu, zararlı lezzetli yiyeceklerin sonunun

------------------------------------

(1) Tevbe 30. ayet.

 

ilaçlar ve hastalıklar olduğunu bilmezler. Bir parça sıkıntı duyuyor olsalar

da terbiyeli yetişmenin yararlarını ve ilaçların faydalarını idrak etmezler.

 

“İnsan neden hatalardan masum kılınmadı ki bu tür zorluklarla terbiye

olmasına ihtiyaç kalmasın?” diye soracak olurlarsa, O zaman yapmış olduğu

bir iyiliğin methini ve sevabını hak etmezdi deriz. “Nimetlerin ve zevklerin en

yüksek derecesine eriştikten sonra iyiliklerinin methini almamasının ve sevabını

hak etmemesinin ona ne zararı olurdu?” diye sorarlarsa da şöyle deriz: Bedenen

ve aklen sağlıklı bir kişiye, çalışmadan oturmasını ve hak etmeden kendisine tüm

nimetlerin verilmesini ve tüm ihtiyaçlarının karşılanmasını teklif edin ve bakın,

acaba nefsi bunu kabul eder mi? Aksine çalışma ve hareketle elde edeceği aza,

hak etmeden elde edeceği çoktan daha fazla memnun ve mutlu olacağını göreceksiniz.

Ahiretin nimetleri için de aynı durum söz konusudur. Ahiret ehli için çabaları

sonucu ve hak ederek elde etmeleriyle ahiretin nimetleri kâmil olur. Bu açıdan

insana daha fazla nimet verilmiş olur. Zira bu dünyadaki çabaları için

kendisine bol sevaplar hazırlanır ve aynı zamanda çabası ve hak etmesi sonucu

bu sevaplara ulaşma imkânı tanınmış olur. Böylece ulaştığı nimetlere ulaşmanın

mutluluğu ve saadeti kemale erer.

 

“Hak etmeseler de elde edecekleri güzelliklere sevinecek olanlar yok mudur?

O halde ahiretin nimetlerini almaya razı olanlarla birlikte herkesi mahrum etmenin

gerekçesi nedir?” diye soracak olurlarsa, şöyle deriz: Bu kapı insanlara

açılsaydı eğer, aşırı günahlara ve haramlara şiddetle ve köpek hırsıyla yönelirlerdi.

İnsanlar ne olursa olsun cennetle ödüllendirileceklerine güveneler, kim kendini

günahtan alıkoyar ya da bir hayrın sıkıntısına tahammül ederdi? Hesap ve

azaptan korkmasalardı, insanlara karşı kim kendi canı, ailesi ve malı konusunda

kendini güvende hissedebilirdi? O zaman bu kapının zararı, ahiretten önce

dünyada insanları bulurdu. Durum böyle olduğunda hem adalet hem hikmet

iptal edilmiş olurdu ve ilahi tedbir kınanırdı. Doğruluğa aykırı davranılmış ve

her şey yerli yerince yerleştirilmemiş olurdu.

 

Bu kişiler, insanların başına gelen afetlere de takılıp neden hem iyileri hem

kötüleri bulduğunu ya da iyilerin başına gelirken bazen kötülerin kurtulduklarını

sorarlar. “Hikmet sahibi Allah'ın tedbir ve planında bu nasıl olabilir ya da

bunun sebebi ne olabilir?” derler. Onlara şöyle deriz: Bu afetler hem iyileri hem

kötüleri buluyorsa da Allah, her iki kısım için hayır kılmıştır. İyilerin başına

gelen musibetler, onlara Rablerinin geçmiş günlerdeki nimetlerini hatırlatır. Bu

da onları şükre ve sabra teşvik eder.

 

Kötülerin başına geldiğinde ise onların şirretlerini kırar, onları günahlar

ve aşırılıklardan sakındırır. Yine her iki kısımdan kişiler bu musibetlerden kurtulduklarında,

her ikisi kısım için hayır vardır. İyiler, içinde bulundukları iyilik

ve doğruluktan dolayı mutlu olurlar, iyiliğe olan rağbetleri ve basiretleri daha

da artar. Günahkârlar ise Rablerinin merhametini tanırlar ve hak etmedikleri

halde onlara selamet verdiğini görürler. Bu da onları insanlara karşı merhametli

olmaya ve kendilerine karşı kötülük edenleri bağışlamaya teşvik eder.

 

Birileri şunu sorabilirler: “Bu söylediklerin, mal kaybına uğrayanlar için

geçerlidir. Ancak yangın, boğulma, sel ve toprak kayması gibi can kaybına uğrayanlar

için ne söylersin?”

 

Onlara şöyle cevap verilir: Allah bunu da her iki kısım için hayır kılmıştır.

İyilerin bu dünyadan ayrılmaları, onlar için dünyanın zor görevlerinden rahatlık

ve musibetlerinden kurtuluştur. Günahkârlar ise bu afetler sonucunda günahları

temizlenir ve daha fazla günaha girmeleri önlenir.

 

Sözün özü şudur ki zikri yüce olan yaratıcı, hikmeti ve kudretiyle tüm bunları

hayır ve yararla sonuçlandırabilir. Nitekim rüzgâr bir ağacı ya da hurmayı

kırdığında, bunu faydaya dönüştürmek isteyen zanaatçı, ağacı alır ve çeşitli

alanlarda kullanır. Aynı şekilde tedbir ve hikmet sahibi Allah da insanların bedenlerine

ve mallarına inen afetleri hayırla sonuçlandırmaktadır.

 

Birisi “Neden insanlara bu afetleri indiriyor?” diye sorarsa, şöyle deriz:

Uzun süren emniyet duygusuyla günahlara yönelmemeleri içindir. O zaman günahkâr,

günahlarında aşırıya gider; salih insan da iyilik yapmaktan soğur. Nitekim

kolaylık ve rahatlık hallerinde her iki durum insanlara galip gelmektedir.

Ancak insanların başına gelen bu afetler, insanları korkutur ve kendileri için

doğru olanı onlara hatırlatır. Hiçbir sıkıntı ve musibete uğramazlar ise zorbalık

ve günahlarda aşırıya giderler. Örneğin ilk zamanlarda öyle olmuştu, o zaman

da tufan afetinin gönderilmesi ve dünyanın onlardan temizlenmesi gerekmişti.

 

Bilinç ve takdiri inkâr edenlerin eleştirdikleri bir başka husus ise ölüm ve

faniliktir. Onlara göre insanlar, bu dünyada ölümsüz ve tüm afetlerden uzak

olmalıdırlar. Ancak bu durumun sonucuna ve sonrasında olacaklara bakılmalıdır.

 

Acaba dünyaya her giren kişi kalıcı olsaydı ve hiçbirisi ölmeseydi, yeryüzü

insanlara dar gelmez miydi? Mesken, tarla ve geçim konusunda sıkıntı çekmezler

miydi? İnsanlar, ölüm varken ve bir bir onları almaktayken konut ve tarla konusunda

bu derece yarışmaktadırlar. O kadar ki bunun için savaşlar çıkmakta ve

kanlar dökülmektedir. O halde doğup da ölmüyor olsalardı halleri nice olurdu?

İnsanlarda hırs, şirret ve katı kalplilik baskın olurdu. Ölmeyeceklerini bilselerdi,

hiç kimse sahip olduğu bir şeye kanaat etmezdi, birisi yardım istediğinde ona

yardım eli uzatmazdı, başına bir şey geldiğinde hiçbir şey onu avutmazdı. Ayrıca

o zaman yaşamdan sıkılır ve dünyayla ilgili her şeyden bıkkınlık duyarlardı.

Nitekim ömrü uzun olan kişi, yaşamdan sıkılır, ölümü ve dünyadan rahatlamayı

temenni eder.

 

“Ölümü istememeleri ve özlememeleri için tüm sıkıntı ve musibetlerin aldırılması

gerekirdi.” derlerse de insanların bu durumda dinlerini ve dünyalarını bozacak

şekilde yönelecekleri zorbalık ve şirret hallerini anlatmıştık.

 

“Yaşam alanları ve  geçim kaynaklarının daralmaması için çoğalmamaları gerekirdi.”

derlerse, şöyle deriz: Dünyaya yalnızca bir kuşak girmiş olsaydı ve bu kuşak da üreyip

çoğalmasalardı, o zaman yaratılmış insanların çoğu bu dünyaya girmekten, her iki âlemde

de Allah'ın nimetleri ve hediyelerinden faydalanmaktan mahrum olurlardı.

 

“O bir kuşakta yarattığı insanlar kadarını yine yaratırdı ve dünya son buluncaya

kadar bu şekilde yaratmaya devam ederdi.” derlerse, şöyle deriz: Konu

yine yaşam alanları ve geçim kaynaklarının darlığına dönerdi.

 

Ayrıca üreme ve çoğalma olmasaydı, yakınlık ve akrabalığın ünsiyeti olmazdı,

zorluklarda aile ve akrabalardan yardım alma, çocukları yetiştirme ve onlarla

mutlu olma halleri yaşanmazdı. Bu da gösteriyor ki ilahi plan dışında kuruntuların

ürettiği tüm görüşler, yanlıştır ve değersiz görüş ve sözlerden ibarettir.

 

Birileri başka açıdan ilahi tedbiri reddedip şöyle diyebilirler: “Burada nasıl

tedbirden bahsedilebilir! Zira biz bu dünyada güç sahibi olan insanların zorbaya

dönüştüklerini görüyoruz. Güçlüler, zulmedip gasp ediyorlar. Güçsüzler zulme

uğruyorlar ve haksızlıklardan usanıyorlar. Salihler yoksul ve hastadırlar. Fasıklar,

sağlıklı ve zengindirler. Bir günaha ya da harama giren kişiye acilen ceza

verilmez. Dünyada ilahi tedbir olsaydı, işler bu kıyasa göre şekil alırdı. İyilere

rızık verilir, kötüler mahrum bırakılırlardı. Güçlülerin zayıflara zulmetmeleri

engellenirdi. Haramlara giren kişiye cezası hemen verilirdi.”

 

Onlara şu cevap verilir: Durum böyle olsaydı, insanın diğer canlılardan üstün

tutulduğu iyilik yapma, sevap kazanmayı isteyerek ve Allah'ın vaadine güvenerek

nefsi iyiliğe ve salih amellere yönlendirme özellikleri iptal edilmiş olurdu.

O zaman insan, sopa ve yemle yönlendirilen, zaman zaman sopa yiyince yola

gelen hayvanlar derecesinde olurdu. Hiç kimse sevaba ya da azaba olan yakini

sebebiyle amel etmezdi. Bu da onları insanlık mertebesinden çıkarır, hayvanlık

mertebesine düşürürdü.

 

Ayrıca gayb olanı bilmez, yalnızca şahit olduğu şeylere göre amel ederdi.

Bunun sonucunda da salih insan, bu dünyanın rızkı ve bolluğu için salih amelleri

işliyor olurdu. Zulüm ve çirkin günahlardan sakınanlar da o günahı yaptığı

anda inecek azaptan kurtulabilmek için sakınırlardı. Böylece insanların tüm eylemleri,

yalnızca şahit oldukları durumlara göre şekillenirdi. Yaptıkları hiçbir

şey, Allah'ın katındakilere yakinlerinden dolayı olmazdı. Ahiretin sevabını ve

ebedi nimetlerini de hak etmezlerdi.

 

Yine de zenginlik, yoksulluk, sağlık ve hastalık halleri, bu konularda eleştiri

yapanların kıyaslarına aykırı değildir. Nitekim bazen onların kıyasları doğrultusunda

cereyan etmektedir. Zira birçok tedbirden dolayı birçok salih insanın

dünya malıyla rızıklandırıldığını görürsün. Aksi takdirde insanlar, yalnızca

kâfirlerin rızıklandırıldığını, iyilerin ise mahrum bırakıldıklarını düşünürlerdi.

Böyle olduğunda fasıklığı salih olmaya tercih ederlerdi. Yine birçok fasığın da

insanlara ve kendilerine olan zulümleri ve zararları artınca azabının acilen verildiğini

görürsün. Örneğin Firavun'a boğulma, Nebukadnezar'a'(1) kaybolma ve Bülbeys'e

öldürülme azabı acilen verilmiştir. Ancak kulların bilmedikleri sebeplerden

ötürü bazı kötülerin azabının ve bazı iyilerin de ödüllerinin ahirete ertelenmesi,

ilahi tedbiri iptal edici bir durum değildir. Nitekim böyle bir uygulama

yeryüzü hükümdarlarında da görülebilir ve bu durum onların tedbirlerini iptal

etmez. Ertelediklerini ertelemeleri ve acele etmelerindeki aceleleri, yine doğru

görüş ve tedbir kapsamında olabilir.

 

Ayrıca deliller her şeyin hikmet ve kudret sahibi bir yaratıcı tarafından yaratıldığını

gösteriyorsa ve onların kıyasları da bu sonuca ulaşıyorsa, neden bu yaratıcı

yarattıklarını düzen içerisinde yönetmesin? Zira onların kıyaslarına göre yaratıcı,

yalnızca şu üç özellikten birisiyle yarattığını ihmal edebilir: Ya acizdir

ya cahildir ya da kötüdür. Ancak tüm bu özellikler, aziz, ulu ve zikri yüce olan

Allah'ın yarattığı âlemde mümkün değildir. Nitekim aciz olan, bu yüce ve şaşkınlık

verici varlıkları yaratamazdı. Cahil, doğru ve hikmetli olanı bilemezdi.

Kötü ise yaratma ve inşa etme ihsanında bulunmazdı. Durum böyle olduğunda,

yaratıcının mutlaka yarattıklarını düzen içinde yönetmesi gerekirdi.

 

Düzen ve tedbirinin tüm özellikleri ve manaları bilinmese de durum değişmez.

Zira hükümdarın birçok tedbirini halk anlamaz ve sebeplerini bilmez. Çünkü

hükümdarın sırlarına ve kalbinde sakladıklarına vakıf değillerdir. Sebebini

öğrendiklerinde doğru olduğunu anlarlar. Mihnet de buna şahittir.”

 

Meclisi'nin Açıklaması: Mihnet de buna şahittir; yani görülen bu örnek,

görülmeyen benzer durumlara kanıttır.

 

“İlacın ya da yemeğin sıcaklığından emin olmadığında, iki veya üç yönden

sıcak veya soğuk olduğunu görürsen, bu konuda kesin hükme varıp şüphen ortadan

kalkmaz mı? O halde bu cahiller, sayılamayacak çokluktaki bunca delile

rağmen kâinatın bir yaratıcısı ve yöneticisi olduğu hükmüne nasıl varamıyorlar?

 

Dünyanın yalnızca yarısı ve yarısında olanlar doğru şekilde oluşturulmuş

olsaydı, yine de dünyanın bilinçsiz ihmal üzere olduğuna hüküm verilmesi güçlü

görüşe ve edebe yakışmazdı. Çünkü diğer yarıda görülen doğruluk ve ustalık,

hemen kuruntuya girip bu hükmü vermeyi engellerdi. Peki, araştırıldığında her

şeyin doğru ve yerli yerince olduğu görüldüğüne göre böyle bir hükme nasıl varılabilir?

Öyle ki insanın aklına ne gelirse gelsin, yaratılışın ondan daha doğru ve

daha hikmetli olduğu görülür.

 

Ey Mufazzal! bil ki bu kâinatın Yunanlarda bilinen Yunanca adı kozmostur.

Anlamı ise güzelliktir. Filozoflar ve hikmet iddiasında olanlar bu ismi vermişlerdir.

Kâinatta ölçü ve sistem görmüş olmasalardı bu ismi verirler miydi? Ayrıca

 

-----------------------------

(1) Nebukadnezar, Babil'in en ünlü krallarından birisidir (M.Ö. 605-562.) Onun

zamanında Babil bir süper güç olarak ortadoğuda yükseldi. Babil kenti, kentin kralı

Hammurabi  zamanında öteki kentleri yenerek hepsine egemen oldu ve Babil krallığı kuruldu.

 

kâinata ölçü ya da sistem adını vermemiş; doğruluk ve ustalığın yanı sıra son

derece güzel ve göz kamaştırıcı olduğunu bildirmek amacıyla güzellik adını vermişlerdir.

Ey Mufazzal! o insanlara şaşarım ki tabibin yanlışını gördüklerinde tıp alanının

yanlış olduğu hükmüne varmazlar da kâinatta hiçbir şeyin ihmal edilmediğini

gördükleri halde bilinçsiz bir ihmalden ibaret olduğu hükmüne varırlar.

Hatta hikmet iddiasında olanların ahlakına şaşarım ki varlıkların kâinattaki

yerleri hakkındaki bilgisizlikleri sonucu yüce yaratıcıyı kınama yoluna gitmişlerdir.

 

Zelil olan Mani'ye de şaşarım ki sırların ilmini iddia etmiş, ancak yaratılıştaki

hikmetin delillerine karşı kör kalarak yaratılışın hatalı ve yaratıcının da

cahil olduğunu iddia etmiştir. Halim ve kerim olan Allah bundan yücedir. Tüm

bunlardan daha şaşırtıcı olansa Muattıla fırkasıdır. Onlar, akılla idrak edilmeyen

şeyin duyularla idrak edilmesini istediler. Bunu da yapamadıkları zaman

inkâr ve yalanlama yoluna giderek “Neden akılla idrak edilmesin?” diye sordular.

 

Onlara şöyle cevap verilir: Çünkü O, akıl mertebesinden üstündür. Örneğin

göz de kendi mertebesinin üstünde olan bir şeyi idrak etmekten aciz kalır. Bir

taşın havada yükseldiğini görürsen, birisinin o taşı havaya fırlattığını anlarsın.

Ancak bu ilim, gözün ilmi değildir; aklın ilmidir. Çünkü ayırt edici olan akıldır.

Taşın kendi başına havada yükselmeyeceğini bilir. Görmüyor musun ki göz, kendi

sınırında durmuş ve bunu aşamamıştır. Aynı şekilde akıl da yaratıcıyı tanıma

konusunda kendi sınırında kalır ve bunu aşamaz. Ancak kendinde bir ruh oldugunu,

onu görmediğini ve herhangi bir duyusuyla idrak etmediğini anlayan bir

akılla onu akleder.

 

Yine buna göre deriz ki akıl, ikrar etmesini gerektirecek şekilde yaratıcıyı

tanır; ancak sıfatıyla kapsayacak şekilde tanıyamaz.

 

“Zayıf kulun aklı soyut olanı kapsamlı şekilde idrak etmekten aciz olduğu

halde, onu tanıması nasıl beklenebilir?” diye sorarlarsa, onlara şöyle cevap verilir:

Kullar, takatleri miktarınca ulaşabilecekleri derecede tanımakla yükümlü

kılınmışlardır. O da O'na yakinen iman etmeleri, emirlerine ve yasaklarına da

itaat etmeleridir. Ancak sıfatıyla kapsayıcı şekilde tanımakla yükümlü kılınmamışlardır.

 

Örneğin hükümdar, halkından kendisinin uzun, kısa, beyaz ya da esmer

olup olmadığını bilmelerini beklemez. Ancak onları kendi hâkimiyetine boyun

eğmeleri ve emirlerine itaat etmeleriyle yükümlü kılar. Bir adam kralın kapısına

gidip de “Bana kendini göster, seni tam anlamıyla tanıyayım, yoksa emirlerine

itaat etmem.” dese, kendisini cezaya maruz bırakmış olmaz mı? Aynı şekilde

yaratıcıyı künhüyle kuşatıcı şekilde tanımadan ikrar etmeyeceğini söyleyen kişi

de onun gazabına maruz kalır.

 

“Biz onun sıfatlarını söyleyerek aziz, hikmetli, cömert ve kerim olduğunu

söylemiyor muyuz?” derlerse, onlara şöyle cevap verilir: Tüm bunlar, ikrar sıfatlarıdır,

kapsayıcı sıfatlar değildir. Nitekim biz hikmet sahibi olduğunu biliyoruz;

ancak onda bu sıfatın künhünü bilmiyoruz. Kudretli, cömert ve diğer sıfatları

için de aynı durum söz konusudur. Örneğin gökyüzünü görüyoruz, ama özünü

bilmiyoruz. Denizi görüyoruz, nerede sonlandığını bilmiyoruz. Hatta O, sonsuz

defa bu örneğin üzerindedir. Çünkü örneklerin tümü ona göre sınırlı kalır; ancak

aklı onu tanımaya yönlendirir.

 

“Neden Allah hakkında ihtilafa düşülüyor?” diye sorarlarsa, onlara şöyle

denir: Çünkü hayaller, onun azametinin künhünü idrak etmekten acizdir ve onu

tanıma konusunda kendi ölçülerini aşamazlar. Allah'ı kapsayıcı şekilde idrak

etmek ister; ancak O'nu ve ondan aşağı olan şeyleri dahi kuşatıcı şekilde idrak

etmekten aciz kalır.

 

Örneğin dünyaya doğmakta olan bu güneşi görürsün; ancak insanlar hakikatine

vakıf olamıyorlar. Bu sebeple güneş(1) hakkında çok farklı görüşler vardır

ve bahisleri geçen filozoflar, güneşin özellikleri hakkında ihtilafa düşmüşlerdir.

Bazılarına göre içi ateşle dolu boş bir çemberdir ve bu parıltı ile ışığı veren bir

ağza sahiptir. Bazılarına göre buluttur. Bazılarına göre camdan bir cisimdir,

dünyaya ateş gibi görünür ve ışığını gönderir. Bazılarına göre yumuşak bir maddedir

ve deniz suyundan oluşmaktadır. Bazılarına göre ateşten çok fazla parçanın

birleşimiyle oluşmuştur. Bazılarına göre dört elementin dışında beşinci bir

elementten oluşmuştur. Sonra şekli hakkında da ihtilafa düştüler. Kimisi geniş

bir tepsi şekline olduğunu söyledi. Kimisi küre şeklinde olduğunu söyledi. Aynı

şekilde hacmi hakkında da ihtilafa düştüler. Kimisi dünyayla eşit olduğunu söyledi.

Kimisi daha küçük olduğunu, kimisi büyük adadan büyük olduğunu söyledi.

Geometri bilginleri ise dünyadan yüz yetmiş defa daha büyük olduğunu

söylediler.

 

Güneş hakkındaki bu farklı görüşlerden anlaşılıyor ki güneşin hakikatini

idrak edemediler. Akıllar, gözün gördüğü ve duyuların idrak ettiği bu güneşin

hakikatine vakıf olmaktan aciz kaldıysa eğer, duyuların idrak edemediği ve düşüncelerden

dahi gizli kalan şeyi nasıl idrak edebilirler?

 

“Neden gizlendi?” diye soracak olurlarsa, onlara şöyle denir: İnsanların birilerinden

kapı ya da perde gibi şeylerle gizlenmesi gibi bir yöntem kullanarak gizlenmemiştir.

Ancak gizlendi dememizin anlamı, düşünce ve hayallerin ulaşabileceğinin

ötesinde olmasıdır. Örneğin Allah'ın yaratmış olduğu ruh dahi düşünce

ve hayallerin idrak edebileceği bir şey değildir ve gözle görülmesi mümkün

değildir.

 

---------------------------------

(1) Güneşin iç içe geçmiş küresel yapıda katmanlardan oluşmuştur. Çekirdeğindeki sıcaklık

15 milyon 0C dir. Güneşin yüzeyindeki sıcaklık 6000 0C olup Dünyanın çekirdeğiyle aynıdır.

İlginç bir nükte kâinatta artı derece yüksek sıcaklığın sınırı yoktur ama eksi değerde mutlak

sıcaklık -273 0C dir. (Yayıncı)

 

“Neden Allah düşünce ve hayallerin ulaşabileceğinin ötesindedir?” diye

soracak olurlarsa, onlara şöyle denir: Bu soru dahi yanlıştır. Çünkü her şeyin

yaratıcısına, ancak her şeyden farklı ve her şeyden yüce olması yakışırdı. O her

şeyden münezzeh ve yücedir.

 

“Her şeyden farklı ve her şeyden yüce olduğu nasıl düşünülebilir?” diye s0-

racak olurlarsa, onlara şöyle denir: Hakikatte varlıklar, dört açıdan tanınırlar.

Birincisi, o şeyin var olup olmadığına bakılır. İkincisi, zatında ve cevherinde ne

olduğuna bakılır. Üçüncüsü, Nasıl olduğuna ve sıfatlarına bakılır. Dördüncüsü,

neden var olduğuna ve sebebine bakılır. Ancak yaratılmış olan, bu açıların hiçbirisiyle

yaratıcıyı hakkıyla tanıma imkânına sahip değildir ve onun yalnızca var

olduğunu bilme imkânına sahiptir. O nasıldır ya da o nedir diye soracak olursak,

künhünün ilmine sahip olmanın ve kemal üzere tanımanın mümkün olmadığını

görürüz.

 

Yaratıcının sıfatları arasında var oluş sebebine bakılması da söz konusu

değildir. Çünkü yüce yaratıcı, her şeyin var oluş sebebidir ve hiçbir şey onun var

olma sebebi değildir. Ayrıca insanın, Allahın var olduğunu bilmesi, ne olduğunu

bilmesini gerektirmemektedir. Örneğin ruhun var olduğunu bilmesi de ruhun

ne ve nasıl olduğunu bilmesine vesile değildir. Ruhani ve soyut durumlar için de

aynı şey söz konusudur.

 

“Siz şimdi o kadar az bilinebileceğini anlatıyorsunuz ki sanki hiç bilinmez

gibidir.” derlerse, onlara şöyle denir: Bir açıdan, eğer akıl kapsayıcı şekilde künhünü

bilmek isterse öyledir. Ancak diğer açıdan, doğru delillerle ulaşıldığında

her yakından daha yakındır. Yani bir açıdan açıktır ve hiç kimseye gizli değildir.

Diğer açıdan kapalıdır ve hiç kimse onu idrak edemez. Akıl da aynı şekilde delilleriyle

zahirdir, ancak zatıyla gizlidir.

 

Tabiata inananlar ise tabiatın hiçbir şeyi anlamsız yere yapmadığını ve bir

şeyin doğasındaki ölçüyü aşmadığını söylerler. Hikmetin de buna şahit olduğunu

iddia ederler. Onlara şöyle cevap verilir: O halde tabiata bu hikmeti ve eşyanın

sınırlarında durup ölçüyü aşmama özelliğini veren kimdir? Nitekim akıllar,

uzun tecrübeler sonucunda dahi bundan aciz kalır. Eğer bu tür eylemler için

tabiatta hikmet ve kudret olduğunu iddia ederlerse, inkâr ettiklerini ikrar etmiş

olurlar. Çünkü bunlar, yaratıcının sıfatlarıdır. Eğer tabiatın bu özelliklere sahip

olduğunu inkâr ederlerse de yaratılış, eylemin hikmet sahibi yaratıcıya ait oldugunu

haykırmaktadır.

 

Eskilerden eşyanın oluşumunda bilinç ve tedbirin olmadığını, bilinçsiz ve

tesadüfi olduğunu iddia edenler olmuştur. Delil olarak da genelin ve bilinenin

dışında ortaya çıkan afetleri ileri sürmüşlerdir. Örneğin insan, parmakları bir

fazla, bir eksik ya da şekli kusurlu halde doğabilmektedir. Bu durumu ileri sürerek

varlıkların bilinç ve takdir ile değil, bilinçsiz ve tesadüfi şekilde ortaya çıktığını

ileri sürmüşlerdir.

 

Aristoteles onlara cevap vererek şöyle demiştir: “Bilinçsiz ve tesadüfi olan

şey, tabiatta meydana gelen olaylarda düzene baskın gelir ve bilinen düzeni tamamen

bozar. Ancak sürekli ardı ardına tek düzen içinde devam eden tabiat

olayları bu durum söz konusu değildir.”

 

Ey Mufazzal! şu hayvan türlerini görüyorsun. Çoğunluğu tek örnek ve metot

üzere oluşmaya devam ederler. Örneğin insan, büyük çoğunlukta olduğu gibi iki

eli, iki ayağı ve beş parmağı ile doğar. Bundan farklı doğan insan ise rahimdeki

bir hastalık ya da ceninin oluştuğu maddede bulunan bir sorun sebebiyle bu

şekilde doğar.

 

Zanaatlarda da zanaatçı, işini doğru bir şekilde yapmayı amaçlar; ancak

çalıştığı alet veya edevatta bulunan bir sorun sebebiyle amacı dışında bir şey

meydana gelebilir. Hayvanların yavrularında da bu anlattığımız sebepler neticesinde

bu durumlar görülebilir. Böylece yavru; fazla, eksik veya şekli kusurlu

doğabilir. Büyük çoğunluğu ise sağlam, ölçülü ve sorunsuz doğar.

 

İçinde bir sorun olması sebebiyle bazı işlerde ortaya çıkan arızalar, o işin

tamamıyla bilinçsiz ihmal sonucu ortaya çıktığı ve bir yapanının olmadığı anlamına

gelmediği gibi, ortaya çıkan bazı engeller sebebiyle tabiat olaylarında meydana

gelen birtakım durumlar da tamamının bilinçsiz ve tesadüf eseri ortaya

çıktığı anlamına gelmemektedir.

 

Bir arıza neticesinde varlıkların bir kısmının tabiatından farklı şekilde

meydana gelmesi sebebiyle tümünün bilinçsiz ve tesadüfi olarak ortaya çıktığını

söylemek, yanlıştır ve ahmaklıktır.

 

“Varlıklarda neden böyle şeyler meydana geliyor?” diye soracak olurlarsa,

onlara şöyle denir: Varlıkların tabiatın zoruyla meydana geldiğinin ve aksinin

mümkün olmadığının zannedilmemesi içindir. Bazılarının da dediği gibi, hikmet

sahibi yaratıcının takdiri ve eylemidir. Nitekim tabiatın çoğunlukla bilinen

mecrada ve metotta devam etmesini ve bazı etkenler sebebiyle bilinen mecranın

dışına çıkmasını sağlamıştır. Bu da onun bir plan ve tedbir kapsamında olduguna,

amacına ulaşma ve işini tamamlama konusunda yaratıcının iradesi ve

kudretine muhtaç olduğuna delildir. “Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şânı

ne yücedir!”(1)      

 

Ey Mufazzal! sana verdiklerimi al ve sana sunduğum ilmi hafızanda tut.

Rabb'ine şükredenlerden, nimetlerine hamd edenlerden ve evliyasına itaat edenlerden

ol. Sana, çoğun azı ve tamamın küçük bir bölümü şeklinde yaratılışın

delillerinden, doğru tedbir ve bilincin tanıklarından anlattım. Bunlar üzerine

düşün, tefekkür et ve dersler çıkar.”

 

Ben şöyle dedim: “Senin yardımınla ey mevlam, buna güç yetiririm ve

Allah'ın izniyle tebliğ edebilirim.”

 

Sonra elini göğsüme koydu ve “Allah'ın iradesiyle hıfz et, Allah'ın izniyle

unutma.” dedi.

-----------------

(1) Müminün 14. ayet

 

O an baygın düştüm. Uyandığımda bana “Kendini nasıl hissediyorsun ey

Mufazzal?” diye sordu.

 

Ben şöyle dedim: “Mevlamın yardımı ve desteğiyle yazdığım yazılara ihtiyacım

kalmadı. Avucumdan okur gibi zihnimde hissediyorum. Mevlama

ehli ve hak ettiği gibi hamd ve şükür olsun.

 

Şöyle buyurdu:

“Ey Mufazzal! kalbini boşalt, zihnini, aklını ve sükünetini topla. Sana göklerin

ve yerin melekütu, Allah'ın bunlar arasında ve içlerinde yarattığı şaşkınlık

verici yaratıkları, meleklerin türleri, safları, makamları ve sidretü'l müntehaya

kadar olan mertebeleri, yedi kat aşağıdaki yere kadar yaratmış olduğu diğer cin

ve insanlar ve toprağın altındakiler hakkındaki ilimlerden vereceğim. Öyle ki

aldığın ilim, bölümlerden bir bölüm olacaktır. İstiyorsan şimdi Allah'ın riayeti

ve gözetimiyle gidebilirsin. Zira senin bizim yanımızda yüksek merteben vardır.

Müminlerin kalplerinde susuzluğu gideren su gibisin. Sana anlatmaya başlayıncaya

kadar da vermiş olduğum bu sözün zamanını sorma.”

 

Mufazzal şöyle diyor: “Mevlamın yanından öyle bir şekilde çıktım ki hiç

kimse benim gibi çıkmamıştır.”