GADİR SİTESİ
TEVHİD-İ MUFAZZAL
HADİSİ
(Kaynak: Allamet'ül Meclisi "Bihâr'ül
Envâr" C.3, S.57-151;
"Nurlar
Deryası" adıyla türkçe baskısı C.3-4, S.71-132
Çeviri:
Emin Aybacı - İmam Rıza Dergahı Yayınları)
(Bu
risaleye, Allamet'ül Meclisi'nin çeşitli yerlerde ek
açıklamaları
mevcuttur,
o açıklamalar mavi renk ile belirtilmiştir.)
Muhammed bin Sinan şöyle rivayet eder: Mufazzal
bize şöyle anlattı:
Bir gün ikindi sonrası Ravza'da kabir ile minber
arasında oturuyordum.
Allah'ın efendimiz Muhammed'e (s.a.a) has
kıldığı şeref ve faziletleri, ona
vermiş olduğu ve bahşettiği
özellikleri ve onuru düşünüyordum ki bu ümmetin
insanlarının pek çoğu bunları
bilmez; faziletleri, yüce makamı ve yüksek
mertebesi konusunda bilgisizdirler. Ben bu haldeyken,
Ebi Avcâ oğlu geldi.
Onu işitebileceğim yakınlıkta
oturdu. Oturduktan sonra arkadaşlarından birisi
geldi ve yanına oturdu. Ebi Avcâ oğlu ona
şöyle dedi:
Bu kabrin
sahibi izzetin tamamını aldı, şerefin tüm özelliklerine
sahip oldu,
her halinde
değer gördü.
Arkadaşı şöyle dedi: O bir filozoftu.
Yüksek mertebe ve büyük makam
iddiasında bulundu. Bunun için öyle mucizeler
gösterdi ki akıllar dehşete
düştü ve hayaller zorlandı. Akıllar,
ilmini talep etmek için fikir denizlerine
daldı; ancak çaresiz şekilde eli boş
döndü. Akıl sahipleri, fasihler ve hatipler
onun davetini kabul ettiklerinde, insanlar da
akın akın dinine girdiler. Böyle
olduğunda, adını dininin adıyla
bir tuttu. Böylece davetinin ulaştığı, kelimelerinin
yükseldiği ve hüccetinin aşikâr olduğu
tüm ülkeler ve bölgelerde; kara, deniz, ovalar
ve dağlarda minare başlarında ve yüksek
yerlerde günde beş defa adını haykırır oldular.
Zikri her saat yenilensin ve unutulmasın diye
ezan ve kamette adı tekrarlanır oldu.
Ebi Avcâ oğlu ona şöyle dedi: Muhammed'den
bahsetmeyi bırak; zira onun hakkında
aklım şaştı ve fikrim kayboldu.
Bize getirmiş olduğu temelden bahset.
Daha sonra varlıkların
başlangıcından bahsetti. Bunun tesadüfi olduğunu,
herhangi bir sanat, takdir, yaratıcı ya da
yönetici olmadığını, varlıkların
kendi başında, bir yöneteni
olmaksızın var olduklarını, dünyanın zaten hep
öyle olduğunu ve öyle olmaya devam edeceğini
iddia etti.
Mufazzal şöyle devam etti: Ben öfkeme ve
hiddetime hâkim olamadım.
Ona şöyle dedim: Ey Allah'ın
düşmanı! Allah'ın dininden saptın, seni en
güzel yapıda yaratan, sana suretini veren ve
sonra suretini tamamlayan, bu
haline varıncaya kadar seni halden hale
taşıyan yaratıcıyı inkâr ettin. Sen
kendine bakıp düşünseydin ve hislerin
doğrulsaydı, Rablığın delillerini ve
yaratma izlerini kendinde hazır bulurdun, senin
yaratılışında Allah'ın tanıklarını
açık ve delillerini aşikâr görürdün.
Ebi Avcâ oğlu şöyle dedi: Ey fılan,
sen kelam ehlinden isen seninle konuşuruz.
Delilin sağlam olursa sana tabi oluruz. Kelam
ehlinden değilsen konuşacak
bir sözün yoktur. Sen Cafer-i Sâdık'ın
ashabından isen, bil ki o bizimle
bu şekilde konuşmuyor ve onun delilleri,
senin delillerine benzemiyor.
Senin bizden işittiğinden daha
fazlasını bizden işitti; yine de bize kötü söz
söylemedi ve cevabında haddi aşmadı.
Yumuşak huylu, ağırbaşlı, akıllı ve
sakindir.
Hiçbir şekilde hiddetlenmez,
pervasızlık etmez ve aceleci davranmaz.
Sözlerimizi dinler, bize kulak verir, delillerimizi
anlar. Biz söyleyeceklerimizi
söylediğimizde ve delillerimizle ona söyleyecek
bir şey bırakmadığımızı
sandığımızda
birkaç kelimeyle ve kısa bir konuşmayla
delillerimizi iptal (çürütür)
eder, delilini kabul etmeye mecbur kalırız,
bahanemiz kalmaz ve hiçbir
cevap veremeyiz. Sen onun ashabındansan bizimle
onun gibi konuş.
Mufazzal şöyle dedi: İslam'a ve İslam
ehline bu grubun kâfirliğinden
gelen musibetten dolayı üzgün ve düşünceli
halde mescitten çıktım. Sonra
mevlam Cafer-i Sâdık'ın (a.s) yanına
gittim. Beni üzgün ve bitap gördü.
Neyin var? diye sordu. Ben de dehrilerden(1)
işittiklerimi ve onlara verdiğim
cevabı ona anlattım.
Şöyle buyurdu: Sana kâinat, vahşi
hayvanlar, sığırlar, kuşlar, böcekler, ruhu olan tüm
canlılar; bitkiler, meyveli ve meyvesiz ağaçlar,
yenilen ve yenilmeyen bakliyat ve
tohumlar hakkında yüce ve ismi mukaddes olan
yaratıcının hikmetlerinden vereceğim.
Öyle hikmetler ki ibret alanlar bundan ders alır,
müminler bunu bilmekle
huzur bulur, Allah'ı inkâr edenler
şaşkın kalır. Yarın yanıma erken saatte gel.
Mufazzal şöyle der: Ben sevinçle yanından
ayrıldım. Bu vaadinden dolayı
o gece bana çok uzun geldi. Sabah olunca erkenden
gittim, içeri girmeme
izin verilince hemen içeri girdim ve huzurunda durdum.
Bana oturmamı
emretti, oturdum. Daha sonra yalnız
kaldığı odasına gitmek için kalktı.
Onun kalkmasıyla birlikte ben de kalktım.
Beni takip et. dedi, peşinden gittim. Odaya
girdi, ben de peşinden girdim.
Oturduğunda huzurunda oturdum.
Bana şöyle buyurdu:
Ey Mufazzal! sana vermiş olduğum sözden
dolayı gecen uzun geçmiş gibi.
Ben Evet ey mevlam. dedim.
Şöyle buyurdu:
Ey Mufazzal! Allah vardı ve ondan önce hiçbir
şey yoktu. O baki kalacaktır
----------------------------
(1) Yaratıcının
varlığını inkâr eden, kâinatın ezelden ebede var olduğunu
ve bir yaratıcısının
olmadığını iddia edenlerdir.
ve onun bir sonu yoktur. Bize ilham ettiklerinden
dolayı ona hamdolsun, bize
bahşettiği nimetlerden dolayı ona
şükürler olsun. En yüksek mertebedeki ilimleri
ve zirvedeki yücelikleri bize has kıldı.
İlmiyle bizi tüm yarattıkları için seçti. Hikmetiyle
bizi onlara hâkim kıldı.
Ben şöyle dedim: Mevlam, bana
anlattıklarını yazmama izin verir misin?
Ben yazmak için gerekli malzemelerimi
getirmiştim. Bana Yaz. dedi
ve devam etti:
Ey Mufazzal! Şüphe edenler,
yaratılıştaki sebepler ve manalar konusunda
bilgisiz kaldılar. Yüce
yaratıcının karada, denizde, ovada ve engebelerde
yarattığı
türlü varlıklar hakkında doğruyu ve
hikmeti düşünmekten idrakleri zayıf kaldı.
Böylece ilimlerinin azlığı sebebiyle
inkâr yoluna gittiler, basiretlerinin zayıflığı
sebebiyle yalanladılar ve inat ettiler. Öyle ki
eşyanın yaratıldığını inkâr ettiler.
Tesadüfen var olduğunu, bir yaratıcı ve
yöneticinin sanatı, takdiri ve hikmeti
olmadığını iddia ettiler. Allah
onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir.(1)
Allah onlarla savaşsın nasıl
da haktan saptırılıyorlar!(2) Onlar
bu sapkınlıkları, basiretsizlikleri ve
şaşkınlıklarında kör gibidirler. En sağlam ve
en güzel şekilde inşa edilmiş, en güzel
ve en kaliteli eşyalarla döşenmiş bir evin
içine girdiler. Orada çeşit çeşit yemekler,
içecekler, elbiseler ve ihtiyaç duyulan,
vazgeçilmeyecek eşyalar hazırlandı.
Orda her bir şey doğru takdir ve hikmetli
tedbirle yerli yerince koyuldu. Onlar bu evin içinde
sağa sola gidip geldiler, odalarını
dolaştılar, gittiler, geldiler.
Bakışları perdelenmiş, evin yapısını ve
içinde
hazırlananları görmüyorlar. Onlardan birisi
yerli yerince koyulmuş ve ihtiyaç
için hazırlanmış bir şey
bulduğunda, manasını bilmediği, neden
hazırlandığını
ve var edildiğini anlamadığı için
söylendi, öfkelendi, evi de inşa edenini de kınadı.
Yaratılışı ve sağlam
sanatı inkâr eden bu gruptaki insanların hali de böyledir.
Onlar varlıklardaki sebepleri anlamaktan aciz
kaldıklarında bu âlemde şaşkın
şaşkın dolaşmaya
başladılar. Allah'ın yaratmasındaki sağlamlık ve
inceliği, sanatının
güzelliğini ve
hazırlayışının doğruluğunu anlamadılar.
Birileri belki de
sebebini ve amacını bilmediği bir
şey gördüğünde kınamakta acele eder, onu imkânsızlık
ve hatayla nitelendirir. Örneğin kâfir
Manihcistler bu yola gitmişlerdir.
Dinden çıkmış fasık
inkârcılar ve onlar gibi kendilerini imkânsızlık iddiasıyla
savunan sapkınlar bunu açıkça dile
getirmektedirler.
Bu sebeple Allah'ın kendisini tanıma nimeti
verdiği, dinine hidayet ettiği,
yaratılmışların
yapılışı hakkında düşünmeye muvaffak
kıldığı, tedbirin incelikleriyle
yaratılış amaçlarını anlama
imkânı ve yaratıcısına delil olan doğru
tabirleri verdiği kişiler, bundan
dolayı mevlası olan Allah'a çokça hamd etmeli,
bunun üzerinde sebat etmeyi ve daha
fazlasını elde etmeyi ondan istemelidirler.
Zira ismi yüce olan Allah buyuruyor ki: Andolsun,
eğer şükrederseniz elbette size
nimetimi artırırım. Eğer
nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.(3)
------------------
(1) En'âm 100. ayet.
(2) Tevbe 30. ayet.
(3) İbrahim 7. ayet.
Meclisi'nin
Açıklaması: Onu imkânsızlık ve hatayla nitelendirir. sözündeki
imkânsızlıktan kasıt, bir
yaratıcı ve yöneticinin varlığının mümkün
olmadığını
ya da Allah'ın yaptığı
bir şey olmasının imkânsız olduğunu iddia
etmeleridir. Maniheistler ise Mani'ye
iman edenlerdir. Mâni, Şâpür oğlu Erdeşir'in
zamanında ortaya
çıkmış, Mecüsilikle Hıristiyanlık arası bir din
çıkarmıştır.
Hz. İsa'nın (a.s)
peygamberliğini kabul etmiş, ancak Hz. Musa'nın
(a.s) peygamberliğini
reddetmiştir. Kâinatın iki kadim temelden meydana
getirilmiş olduğunu iddia
etmiştir. İki temelden birisi nur, ikincisi karanlıktır.
Maniheistler, iyilikleri nura,
kötülükleri karanlığa dayandırırlar. Vahşi ve
zarar veren hayvanların, akreplerin
ve yılanların karanlık tarafından
yaratıldığını
iddia ederler. Bu sebeple İmam
Cafer-i Sâdık (a.s), bu kuruntularının
batıl olduğuna işaret
etmiştir. Nitekim vahşi hayvanlar, akrepler ve yılanların
faydalarını bilmedikleri için,
kötülükten ibaret olduğunu ve hikmet sahibi
yaratıcıya
yakışmadığını iddia etmişlerdir.
İmam şöyle buyurdu:
Ey Mufazzal! Yüce yaratıcının
varlığının ilk alameti ve delili; bu kâinatı
hazırlaması, bölümlerini düzenlemesi ve bu
haliyle bir düzen içinde dizmiş olmasıdır.
Zira âlem üzerine düşünüp aklınla idrak
edersen, kulları için ihtiyaç
duyacakları her şeyi içinde
hazırlamış olduğu bir ev gibi inşa edildiğini
görürsün.
Gökyüzü tavan gibi kaldırılmış,
yeryüzü halı gibi serilmiştir. Yıldızlar lamba
gibi dizilmiştir. Mücevherleri erzak gibi
gizlenmiştir. Her şey bir amaç için
hazırlanmıştır. İnsan da o
evin sahibi gibidir ve içindeki her şey tasarrufuna
verilmiştir. Farklı türden bitkiler
insanın ihtiyaçları için hazırlanmış, hayvan
çeşitleri menfaati ve işleri için tahsis
edilmiştir. Bunda da âlemin bir takdir, hikmet,
düzen ve uyum içerisinde
yaratıldığının ve yaratıcının tek
olduğunun açık
delili vardır. Âlemi düzenleyen ve birbirine
tanzim eden odur. Onun kutsiyeti
yücedir, celal sahibidir, veçhi kerimdir, ondan
başka ilah yoktur. İnkâr edenlerin
söylediklerinden münezzehtir, ondan sapanların
iddialarından yüce ve uludur.
Meclisi'nin
Açıklaması: İmam Cafer-i Sâdık (a.s) burada tevhidin en güçlü
deliline işaret etmiştir.(1)
Nitekim âlemin bölümlerinin uyum içerisinde olması,
bu parçaların birbirine ihtiyaç
duyması ve birbiriyle muntazam olması,
yöneticinin tek olduğuna delildir.
Aynı şekilde insanın parçalarının birbirine
bağlı olması ve birbiriyle
düzen içinde olması da yöneticisinin tek olduğuna delildir.
Büyük âlemi küçük âleme tatbik etme
hakkında o kadar çok incelikler söylenmiştir ki
burada aktarma imkânı
bulamıyoruz.(2)
------------------------
(1) İmam Caferi Sâdık (a.s) burada ilk delilden bahsetmektedir;
yani delille ulaşmak istiyorsak eğer,
bize en yakın delil budur; ancak Allame
Meclisi'nin söylediği gibi en güçlüsü olmasına gelince, bizim
idrak edebileceğimizden daha zor olsa da daha
güçlüsü olabilir. Bunu da yeri gelince açıklamaktadır.
(2) Biyolojik olarak mikroskobik canlı birimi hücre ve insan
dokuları bunlardan oluşmaktadır.
İnsan, anatomisi-metabolizmasıyla
Allah'ın en büyük ayetlerindendir. (Yayıncı)
İmam şöyle buyurdu:
Ey Mufazzal! İnsanın
yaratılışından bahsetmekle başlayalım. Bundan
ders
al. Bunun başı üç karanlık içinde
perdelenmiş ceninin halinin düzenlenmesidir.
Bir karanlığı karın, bir
karanlığı rahim, bir karanlığı da amniyon
kesesidir. Cenin
o halde ne bir gıda isteyebilir ne bir eziyeti
uzaklaştırabilir ne bir fayda getirebilir
ne de bir zarara engel olabilir. Bitkinin suyla
beslendiği gibi annenin kanı ona ulaşır
ve onu besler. Bu şekilde gıdasını
almaya devam eder. Yaratılışı tamamlanıp bedeni
sağlamlaştığında, derisi
havayla temas etmeye ve gözleri ışıkla buluşmaya hazır
olduğunda, annesinin sancıları
başlar, onu çok fazla rahatsız eder ve doğuncaya
kadar şiddetlenir. Bebek doğduğu zaman,
annesinin kanından aldığı kan gıdası,
annesinin memesine sevk edilir. Orada tadı ve
rengi değişir, başka bir gıdaya dönüşür.
Bu gıda, bebek için kandan daha uygundur. Bebek
ihtiyaç duyduğunda gıda ona ulaşır.
Nitekim doğduğunda emmek için dilini
oynatır ve dudaklarını hareket ettirir. Bebek,
annesinin memelerini, kendi ihtiyacı için
asılmış iki matara gibi görür. Bedeni taze,
bağırsakları ince ve organları yumuşak
olduğu sürece sütle beslenir. Hareket ettiğinde
bedeninin güçlenmesi için katı gıdalara
ihtiyaç duyduğunda, yemeği çiğnemesi için ön
ve arka dişleri çıkar.
Böylece gıdası yumuşar ve yutması
kolaylaşır. Reşit oluncaya kadar böyle devam eder.
Reşit olduğunda eğer erkek ise yüzünde
sakal çıkar. Bu da erkekliğin alameti ve izzetidir.
Bununla çocukluktan çıkar ve kadınlara
benzemez. Dişi ise de yüzü berrak kalır, sakal
çıkmaz. Böylece erkekleri cezb eden
güzelliği ve parıltısı olur ki bu da soyun devam etmesini
ve kalıcı olmasını sağlar.
Ey Mufazzal! Bu farklı hallerde insanın
ahvalinin yönetilmesinden ders çıkar.
Bunların tesadüfi olarak gerçekleşmesi
mümkün mü? Bebek rahimdeyken
o kan ona ulaşmasaydı, su ulaşmayan
bitkinin kuruduğu gibi solup kurumaz
mıydı? Zamanı geldiğinde
sancı onu rahatsız etmeseydi, toprağa gömülmüş
bebekler gibi rahimde kalmaz mıydı?
Doğumuyla beraber süt geliyor olmasaydı
açlıktan ölmez miydi yahut kendisine uygun
olmayan ve bedeni için iyi olmayan
bir gıdayla beslenmek zorunda kalmaz
mıydı? Dişleri zamanında çıkmasaydı,
yemeği çiğneyip kolayca yutması
imkânsız olmaz mıydı? Emmeğe devam etse
bedeni metin olmaz ve bir iş yapmaya gücü
olmazdı. Ayrıca annesi de onunla
meşgul olacağından diğer
çocuklarıyla ilgilenemezdi. Yüzündeki sakal vaktinde
çıkmasaydı çocuk ve kadın görünümünde
kalmaz mıydı? Öyle ki bir ağırlığı
kalmazdı.
Mufazzal der ki: Ben şöyle dedim: Ey mevlam,
kimisinin aynı kaldığını, büyüse de
yüzünde sakal çıkmadığını
görüyoruz.
Şöyle buyurdu:
Bu, elleriyle yaptıklarının
karşılığıdır ve Allah kullarına zulmedici
değildir." (1) O halde insana tüm bu ihtiyaçlarını
sağlayıncaya kadar onu gözetleyen
kimdir, yokken onu var eden ve var ettikten sonra
ihtiyaçlarına kefil olandan
başka? İhmal böyle bir tedbir getiriyorsa,
bilinçli hareket ve takdir de hata ve
imkânsızlığı getiriyor
olmalıdır; çünkü ihmalin zıddıdırlar. Bu da çok feci
bir sözdür
ve söyleyeninin cehaletidir. Çünkü ihmal, doğruyu
getirmez, çelişki de düzen
getirmez. Allah, inkârcıların sözlerinden çok
yücedir. Bebek, akıl ve idrak sahibi
olarak doğuyor olsaydı, doğduğunda
âlemi reddederdi ve şaşkın, aklı şaşmış
halde
kalırdı. Zira bilmediği şeyleri,
benzerini görmediği dünyanın farklı suretlerdeki
hayvanlarını, kuşlarını ve
diğerlerini saat saat, gün gün görecekti. Şundan
ibret al ki akıl sahibi olduğu halde bir
ülkeden başka bir ülkeye esir götürülen
kimse, sersemler ve şaşkın kalır.
Bebekken ve henüz akletmemişken esir götürülenlerin
aksine, oranın dilini ve adetlerini hemen
öğrenmez. Ayrıca doğduğunda
akıl sahibi olsaydı, kucakta
taşınması, emzirilmesi, bezle bağlanması ve
beşikte
yatırılması ona
aşağılanma hissi verirdi. Zira doğduğunda bedeninin
inceliği ve
tazeliği sebebiyle tüm bunlardan vazgeçme gibi
bir seçeneği yoktur. Ayrıca bebegin
tatlılığı ve kalbe düşen
sevgisi de görülmezdi. Bu sebeple dünyaya bilinçsiz ve
dünya ehlinin ahvalinden habersiz halde doğar.
Eşyayla zayıf bir zihin ve eksik
marifetle karşılaşır. Sonra azar
azar, parça parça, halden hale bilinci artmaya
başlar; eşyayla tanışır,
alışır ve bu şekilde devam eder. Daha sonra
eşyayı düşünme
ve şaşkınlık halinden
çıkıp, aklı ve gücüyle bunları kullanma, hayatın
endişesine
girme, ibret alma, itaat etme, dalgınlık,
gaflet ve günah hallerine girer.
Bu durumda da farklı yönler bulunur. Dolayısıyla
aklı tam ve bağımsız halde
doğmuş olsaydı, çocukları
yetiştirme tatlılığı da hissedilmezdi. Anne ve
babanın
çocuklarla ilgilenmesinde bir maslahat olmazdı,
ebeveynin çocukları iyilik ve
ihtiyaç duydukları şefkatle yetiştirme
yükümlülüğü de kalkardı. Ayrıca çocuklar,
anne ve babalarına karşı ülfet duymaz,
anne ve babalar da çocuklarına karşı
ülfet duymazlardı. Çünkü o zaman çocuklar, anne
ve babalarının yetiştirme ve
dikkatlerine ihtiyaç duymazlardı. Böylece
doğduktan sonra onlardan ayrılırlardı.
O zaman da insan anne ve babasını
tanımaz, tanımadığı için annesi, kız kardeşi
ve mahremleriyle nikâhlanmaktan kaçınmazdı.
Bu işin en düşük çirkinliği
de hatta çok çirkin, vahim, feci, kötü ve
sakıncalı olanı da annesinin karnından
akıl sahibi halde doğunca annesinde helal
olmayan ve görmemesi gereken yerlerini
görmesidir. Yaratılıştaki her
şeyin son derece doğru yerinde oluşturulduğunu,
büyük ya da küçük hiçbir hata içermediğini
görmüyor musun?
Meclisi'nin
Açıklaması: Bu, elleriyle yaptıklarının
karşılığıdır. demesinin sebebi,
anne ve babayı cezalandırmak olabilir. Bu durumda
çocukları, bu görünüşlerinden
dolayı yine de ecirlerini
alırlar. Veyahut Allah,
çocukların ileride ne yapacaklarını
bildiği için onları bu
şekilde yaratmış olabilir.
----------------
(1) Âli İmrân 182. ayete işaret etmektedir.
Ey Mufazzal! Bil ki bebeklerin ağlamasında
fayda vardır. Bil ki bebeklerin
başında nem vardır, orada kalacak olsa,
görme yetisini kaybetme gibi çok önemli
hastalıklara ve büyük sıkıntılara
sebep olur. Ağlama ise o nemi başlarından
götürür. Böylece bedenleri sıhhatli, gözleri
sağlıklı olur. Bebek, ağlamanın faydasını
görürken; anne ve babası bundan haberdar
olmayabilirler. Onu susturmak
için kendilerini perişan ederler,
ağlamasını kesmek için onu razı etmenin
çarelerini ararlar; ancak ağlamanın bebek
için daha sağlıklı ve sonucunun daha
güzel olduğunu bilmezler. İşte bu
şekilde pek çok şeyde, (yaratılışta) ihmali
savunanların bilmedikleri faydalar olabilir.
Biliyor olsalardı o şeyde fayda olmadığı
yargısına varmazlardı. Onlar
faydasını bilmiyor ve sebebini idrak etmiyorlar;
ancak inkârcıların bilmedikleri her
şeyi arifler bilir. Yaratılmışların ilminin eksik
kaldığı çok şey, kutsiyeti yüce ve
kelimesi ulu olan yaratıcının ilmindedir.
Bebeklerin ağızlarından akan salyaya
gelince, o nem bedenlerinde kalsaydı, çok
büyük sıkıntılara sebep olurdu. O neme
mağlup olanların aklı zayıflar, delirir
ve karıştırır. Bundan başka
da felç ve yüz ağız eğilmesi ve benzeri hastalıklara
sebep olabilir. Bu sebeple Allah, büyüdüklerinde
sağlıklı olabilmeleri için o nemi
henüz küçükken bedenlerinden çıkarır.
Yarattıklarına bilmedikleri halde ihsanda
bulundu, anlamadıkları halde yüzlerine
baktı. Allah'ın onlara vermiş olduğu
nimetleri bilselerdi, bu onları Allah'a
karşı gelmekte aşırıya gitmekten meşgul
ederdi. Allah'ı takdis ve tenzih ederim ki hak
edenler ve hak etmeyenler için
nimeti ne kadar yüce ve kâmildir. Allah, batıl
ehlinin sözlerinden pek yücedir.
Şimdi Ey Mufazzal! Erkek ve dişinin üreme
organlarının nasıl oluşturulduguna
bak. Hepsi birbirine uyumlu şekilde
ayarlandı. Erkeğe yükselen bir organ
verildi. Meni damlasını rahme
ulaştıracak kadar uzar. Zira suyunu başka bir bedene
bırakma ihtiyacı duyar. Dişi içinse her
iki suyun bir araya geleceği derin bir
kap yaratılmıştır. Bebeği
yükler, onu sığar ve bebek oluşumunu tamamlayıncaya
kadar onu korur. Bu da hikmet ve incelik sahibi
Allah'ın tedbirinden değil midir?
Allah, onların ortak koştukları
şeylerden münezzeh ve yücedir.
Ey Mufazzal! Bedenin tüm organlarını ve her
birisinin ihtiyaca göre nasıl
ayarlandığını düşün. Eller,
iş yapmak içindir. Ayaklar, yürümek içindir. Gözler,
doğru algılamak (etrafı görmek)
içindir. Ağız, beslenmek içindir. Mide, sindirmek
içindir. Karaciğer, süzmek içindir. Böbrekler
artıkları atmak içindir. Damarlar,
kanı taşımak içindir. Üreme
organı, nesli devam ettirmek içindir. Düşünecek
olursan, tüm organlar bu şekildedir.
Aklını çalıştırıp bakarsan, her bir
organın doğru ve hikmetli bir şekilde
bir amaç için ayarlandığını anlarsın.
Mufazzal der ki: Ben şöyle dedim: Ey mevlam,
bazıları tüm bunları doğanın
yaptığını söylüyorlar.
Şöyle buyurdu:
Onlara sor; bu doğa bu fiilleri yapacak ilim ve
kudrete sahip midir, yoksa
değil midir? Eğer ilim ve kudreti
olduğunu söylerlerse, yaratıcının varlığını
kabul
etmelerine engel nedir? Zira bunu yapan O'dur.
Eğer bu filleri ilim ve kasıt
sahibi olmadan yaptığını iddia
ederlerse, bu fiillerinde gördüğün üzere doğruluk
ve hikmet olduğuna göre, bu fiillerin hikmet
sahibi yaratıcıya ait olduğu anlaşılır.
Doğa ismini verdikleri şey de Allah'ın
istediği gibi yarattıklarında var ettiği
kurallardır.
Meclisi'nin
Açıklaması: Yaratıcının varlığını kabul
etmelerine engel nedir?
demesinin sebebi şudur ki eğer
bunu kabul ediyorlarsa, bir yaratıcı
olduğunu kabul etmiş olurlar.
O halde ilim, irade ve kudret sahibi olmadığı
halde neden ona doğa ismini
veriyorlar? Bu fillerin hikmet sahibi yaratıcıya
ait olduğu
anlaşılır. Yani iddialarının batıl olduğu
anlaşılır. Onların hayrete
düşmeleri ve
şaşırmalarının sebebi, Allah'ın her şeyi
sebeplerle yaratmış
olmasıdır. Böylece sebeplerin
bağımsız olduğu düşüncesine
kapılmışlardır.
Başka bir deyişle, pek çok
hikmet sebebiyle Allah, eşyayı ilk bakışta kendinden
başka sebeplere
dayanıyormuş gibi yaratmıştır; ancak tefekkür edip
basiretle
baktıktan sonra her şeyin
Allah'ın kudretine ve etkisine dayandığı, bu
şeylerin de vesileler ve
şartlardan ibaret olduğu anlaşılır. Bu sebeple
yaratıcı
hakkında
şaşırmışlardır.
Ey Mufazzal! Gıdanın bedene
ulaşmasını ve bundaki tedbiri düşün. Zira
yemek mideye ulaştığında, mide onu
sindirir ve süzdüklerini ince damarlarla
karaciğere gönderir. Birbirine bağlı bu
damarlar, gıda süzgeci gibi görev yapar
ki karaciğere zarar verecek bir şey
ulaşmasın. Çünkü karaciğer yumuşaktır ve
şiddete tahammül etmez. Daha sonra karaciğer
süzülen besini kabul eder ve tedbirin
inceliğiyle kana dönüşür. Toprağı
sulamak için hazırlanan oluklar gibi bu
amaç için hazırlanmış damarlar içinde
tüm bedene yayılır. Bundan çıkan pislikler
ve artıklar, bu amaç için hazırlanmış
atık kanallarına yönlendirilir. Safra
türü olanlar, safra kesesine gider. Siyah türü olanlar
dalağa gider. Islaklık ve
rutubet de mesaneye gider. O halde bedenin
kurulumundaki tedbirin hikmetini,
bu organların yerli yerince
koyulmasını, artıkların bedende yayılıp bedeni
hasta
ve helak etmemesi için artıkları
taşıyacak kanalların hazırlanması hakkında
düşün. Güzel takdir eden ve tedbiri sağlam
olan Allah pek yücedir. Ehli olduğu
ve hak ettiği gibi ona hamdolsun.
Mufazzal şöyle dedi: Bedenlerin oluşması
ve tamamlanıp kemale erinceye
kadar halden hale büyümesini bana anlatır
mısın?
İmam Cafer-i Sâdık (a.s) şöyle buyurdu:
Bunun başlangıcı, ceninin rahimde
şekillenmesidir. Orada ne bir göz görür
ne de bir el ona ulaşır. Onu orada düzenler,
ta ki iç organları, uzuvları ve
bölümleri dengeli ve sağlıklı olup,
hayatta kalabilmesi için kemikleri, eti, yağı,
beyni, sinirleri, damarları ve
kıkırdakları gibi gerekli organlarının terkibine sahip
olduktan sonra onu çıkarır. Dünyaya
çıktığında, artmayan ve eksilmeyen
bir yapıda sabit kalarak nasıl
büyüdüğünü görürsün. Ömrü olursa yetişkin yaşa
gelir ya da ondan önce ecelini doldurur.
Ey Mufazzal! Bu, ince tedbir ve hikmetten başka
bir şey midir? İnsanın yaratılışında
hayvanlardan nasıl üstün tutulduğuna ve
şereflendiğine bak! Nitekim ayakta dik
durabilecek ve düz oturabilecek şekilde
yaratıldı. Böylece eşyayı elleriyle ve uzuvlarıyla
karşılayabilir, elleriyle iş yapabilir
ve çalışabilir. Dört ayaklı hayvanlar gibi yere eğik
olsaydı hiçbir iş yapamazdı.
Ey Mufazzal! Şimdi de insanın
yaratılışına has kılınan ve başka
varlıklardan
üstün tutulduğu duyularına bak! Gözleri
nasıl da eşyayı görebilmesi için
fener kulesi üstündeki lambalar gibi başına
yerleştirilmiş de elleri ve ayakları
gibi alt uzuvlarına yerleştirilmemiş!
Nitekim elleri ve ayakları gibi uzuvlarına
yerleştirilmiş olsaydı, iş
yaparken ve hareket ederken etkilenir, zarar görür ve
yetisi azalırdı. Karnı ve
sırtı gibi bedenin orta kısmına da
yerleştirilmemiş. Nitekim
o zaman gözlerin farklı yönlere dönmesi ve
eşyaya bakması zorlaşırdı. Bu
uzuvlarında gözlerine yer olmaması
sebebiyle, duyuları için baş en uygun yer
olmuştur. Baş, bedenin minaresi
konumundadır. Beş duyu, beş şeyi algılayacak
şekilde ayarlanmıştır. Böylece
hissedilebilen hiçbir şeyi kaçırmaz. Görme yetisi,
renkleri görmesi için yaratıldı. Görecek bir
göz olmadığı halde renkler olsaydı,
hiçbir faydası olmazdı. İşitme
yetisi, sesleri işitmesi için yaratıldı. İşitecek bir
kulak olmadığı halde sesler
olsaydı, hiçbir gerekliliği olmazdı. Diğer duyular için
de aynı durum söz konusudur. Ayrıca bu durum
karşılıklıdır. Zira renkler olmadığı
halde göz olsaydı, gözün bir anlamı
olmazdı. Sesler olmadığı halde kulak olsaydı,
işitmenin bir amacı olmazdı. Bak gör ki
Allah nasıl da birbirlerini karşılayacak
şekilde takdir etti! Her bir duyuya
hissedeceği bir karşılık verdi. Hissedilecek
her bir şey için de idrak edecek bir duyu var
etti. Buna rağmen, duyularla
hissedilecek şeyler arasında aracı
unsurlar var edildi. Onlar olmadan duyular
tamamlanmaz. Işık ve hava bunlara örnektir.
Nitekim rengi göze gösterecek ışık
olmasaydı, göz renkleri idrak etmezdi. Sesi
kulağa ulaştıracak hava olmasaydı,
kulak sesi idrak etmezdi. O halde anlatmış
olduğum üzere birbirini karşılayan
bu duyuların ve hissedilenlerin, duyuları
tamamlamak üzere hazırlanan diğer
unsurların, her şeyi bilen lütuf sahibinin
takdiri ve kastı olmadan mümkün olmayacağı,
doğru basirete sahip olan ve aklını
çalıştıran kişiye gizli kalır mı?
Ey Mufazzal! İnsanlardan görme yetisini
kaybedenleri ve birçok şeyde
karşılaştığı
zorlukları düşün. Bastığı yeri bilmez, önünde ne
olduğunu görmez.
Renkleri, güzel ile çirkin görüntüyü ayırt
edemez. Üzerine yürüdüğü çukuru ya
da kılıçla saldıran bir
düşmanı göremez. Yazı, ticaret ve kuyumculuk gibi işlerde
çalışamaz. Hatta aklını
sağlam kullanıyor olmasaydı atılmış bir taş
gibi olurdu.
Aynı şekilde işitme yetisini kaybeden
kişi de pek çok konuda sıkıntı çeker. Konuşma
ve sohbetin rahatlığını kaybeder;
mahzun eden ve keyif veren seslerin ve
nağmelerin lezzetini alamaz. İnsanlar onunla
iletişim kurmakta zorlanır, sonra
da sıkılırlar. İnsanların
haberlerinden ve konuşmalarından hiçbir şey duymaz.
Aralarında olduğu halde, onlardan uzak
gibidir. Yaşadığı halde ölü gibidir. Aklı
olmayan kişi ise hayvan mertebesine iner. Hatta
hayvanların öğrenebildiği pek
çok şeyi bilmez. İnsanın yararına
olan organlar, akıl ve diğer özelliklerin,
yaratılışı
kemale erdirdiğini, insanın, bir tanesini
dahi kaybetse büyük sıkıntı çektigini
görmüyor musun? Böyle olmasının tek sebebi,
ilim ve ölçü üzere yaratılmış
olması değil midir?
Mufazzal şöyle dedi: Ey mevlam, neden
insanlardan bazıları bu organların
bir kısmını kaybediyor ve
anlattığın sıkıntılara maruz kalıyor?
İmam Cafer-i Sâdık (a.s) şöyle buyurdu:
Buna maruz kalan kişinin ve onun sebebiyle
başkalarının terbiye edilmeleri
ve nasihat almaları içindir. Bu durum,
hükümdarın, insanları ibret ve nasihat
almaları için terbiye etmesine benzer. Bunu
yapmasını kınamazlar; hatta
görüşleri övülür ve tedbirleri doğru bulunur.
Ayrıca bu musibetlere maruz kalanlar,
şükredip Allah'a dönerlerse, ölümden sonra öyle
bir sevapları olur ki maruz
kaldıkları o musibetleri küçümserler. Hatta
ölümden sonra onlara seçim hakkı
verilse, sevaplarını arttırmak için o
musibetlere dönmeyi tercih ederlerdi.
Ey Mufazzal! Tek ve çift yaratılan organları
ve bundaki hikmeti, tasarımı
ve doğru tedbiri düşün. Baş, tek
yaratılan organlardandır. İnsanın birden fazla
başının olmasında hiçbir
hayrı yoktur. İnsanın başına bir baş daha
eklenseydi,
ihtiyaç duymadığı halde
ağırlık yapacağını görmüyor musun? Çünkü
insanın
ihtiyaç duyduğu duyular, tek başta
toplanmıştır. Ayrıca insanın iki başı
olsaydı,
insan ikiye bölünürdü. Birisi konuştuğunda,
diğeri âtıl kalır; hiçbir amacı olmaz
ve bir ihtiyacı karşılamaz. Her
ikisinden aynı sözle konuşsa, birisi fazlalık
olur, ona ihtiyaç duyulmaz. Birisinden farklı
diğerinden farklı konuşsa, işiten
kişi hangisini esas alacağını
bilmez. Bundan başka karışıklıklar da ortaya
çıkar.
Eller, çift yaratılan organlardandır. İnsanın
tek elinin olmasının kendisine hayrı
olmazdı. Çünkü eşyayı kullanmakta
duyduğu ihtiyaca aykırı olurdu. Marangoz
ve inşaatçının bir eli felç olsa,
mesleğini icra edemediğini görmüyor musun? Kendini
zorlasa da düzgün yapamaz. İki eli olup da
ikisinin yardımıyla iş yapmasındaki
başarıyı elde edemez.
Ey Mufazzal! Ses, konuşma ve insanda
hazırlanan araçları üzerine uzun uzun
düşün. Gırtlağı ses çıkaran
boru gibidir. Dil, dudaklar ve dişler, harfleri ve nağmeleri
oluşturmak içindir. Dişleri dökülen
kişinin S harfini düzgün söyleyemediğini,
dudağı düşenin F harfini doğru
telaffuz edemediğini ve dili ağırlaşanın R harfini
doğru söylemediğini görmüyor musun? Buna en
çok benzeyen şey (üflemeli çalgı olan)
tulumdur. Gırtlak, tulumun
kamışına benzer. Akciğer, havanın içine girmesi için
üfürülen
tuluma benzer. Sesi çıkarmak için ciğerleri
tutan kaslar, havanın kamıştan geçmesi için
tulumu tutan parmaklar gibidir. Sesi harfler ve
nağmeler şeklinde oluşturan dudaklar ve
dişler de tulum kamışı üzerinde
hareket eden ve sesini nağmeler haline getiren parmaklar
gibidir. Ancak örnekleme ve delil olarak ses
çıkışı tuluma benziyor olsa da hakikatte asıl
tulum ses mahrecine benzetilmiştir.
Konuşmanın oluşturulması ve harflerin
şekillendirilmesinde
organların uyumunu sana anlattım. Sana
anlattıklarımın dışında başka faydaları
da vardır.
Nitekim gırtlağın amacı,
havanın ciğerlere ulaşmasıdır. Böylece sürekli
kesintisiz nefesle
kalbe ulaşır. Bu nefes kısa bir süre
kesilse insan hayatını kaybeder. Dil sayesinde tatlar
alınır,
ayırt edilir. Böylece her bir tadın
tatlı, acı, ekşi, mayhoş, tuzlu, tatlı, lezzetli ya da
kötü olduğu
anlaşılır. Bunun yanı sıra
yemeği ve içeceği yutmayı kolaylaştırır.
Dişler de yemeğin yumuşaması
ve yutmasının kolaylaşması için
çiğneme görevini yerine getirir. Bunun yanı sıra dudakların
dayanağı gibidir. Ağız içinden
dudakları tutar ve destek olur. Nitekim dişleri dökülen kişinin
dudaklarının sarkık olduğunu ve
büzüştüğünü görürsün. Yine içecekler, dudaklarla alınır.
Böylece ağız boşluğuna alınan
içecek, belli bir ölçüyle ve istenildiği kadar alınmış
olur,
öylece dökülmez. Aksi takdirde içen kişi
tıkanır ya da içtiği şey ağız boşluğuna
zarar verir.
Ayrıca dudaklar, ağız önünü kapayan
kapı gibidir. İnsan istediği zaman açar, istediği zaman
kapatır. Bu anlattıklarımızda,
tıpkı bir aletin birçok işte kullanılması gibi,
örneğin baltanın
marangozluk, kazı ve diğer işlerde
kullanıldığı gibi, her bir organın da birçok faydada
kullanıldığını ve birçok
alana bölündüğünü açıkladık.
Beyni açık halde görsen, zarar görmemesi ve
sarsılmaması için üst üste
perdelerle sarıldığını
görürdün. Üzerindeki kafatasının miğfer gibi olduğunu,
çarpmalardan ve başa gelebilecek şiddetli
darbelerden koruduğunu görürdün.
Ayrıca kafatası da saçla döşenmiş,
başın kürkü gibi olmuştur. Şiddetli sıcaktan
ve soğuktan korur. O halde bedendeki yüce
mertebesi, yüksek değeri ve önemi
sebebiyle koruma ve önlemi hak eden beyni bu
şekilde koruyan kimdir, onu yaratan
ve duyuların kaynağı haline getiren
Allah'tan başka?
Ey Mufazzal! Göz üzerindeki göz kapaklarını
düşün. Nasıl da perde gibi
yapılmış ve kirpikler bir araya
getirilmiş! Gözü bu çukura koymuş, perde ve üzerindeki
kıllarla gölgelemiş.
Ey Mufazzal! Kalbi göğüs boşluğunda
saklayan, onu koruyucusu olan perdeyle
kaplayan, kalbe zarar verecek bir şeyin
ulaşmaması için onu göğüs kafesi
ve üzerindeki et ve sinirlerle koruyan kimdir?
Gırtlakta iki menfez yapan kimdir? Bu
menfezlerden birisi akciğere bağlı
nefes borusudur ve ses buradan çıkar. Diğeri
ise gıda menfezi, yani yemek borusudur.
Mideye bağlıdır ve gıdayı
mideye ulaştırır. Nefes borusu üzerine bir tabaka var
etmiştir
ki yiyecekler akciğere ulaşıp ölüme
sebep olmasın. Kalpte hararetin birikmemesi,
kalbin zayıflamaması,
çalışmasının bozulmaması ve ölüme sebep olmaması
için
akciğerleri kalbin yelpazesi kılan kimdir?
İdrar ve dışkıyı tutması
için menfezlerini baskılayacak kapıyı yaratan kimdir?
Nitekim bu olmasaydı, idrar ve
dışlı sürekli akar, insanın yaşam kalitesini
düşürürdü. Sayan kişi bu örneklerden ne kadar
sayabilir? Hatta sayılamayacak
olan ve insanın bilmedikleri daha fazladır.
Mideyi sıkı bir şekilde kapatan, kalın
yiyecekleri hazmetmesi için ayarlayan kimdir? Süzülen
yumuşak gıdayı kabul
etmesi, midenin işinden daha incesini yapıp
hazmetmesi için karaciğeri ince ve
yumuşak yapan kimdir Allah'tan başka?
İhmalin böyle bir şey yapacağını düşünüyor
musun? Hayır; bu ancak hikmet ve kudret sahibi,
her şeyi henüz yaratmadan
önce bilen, hiçbir şeyde aciz kalmayan, incelik
sahibi ve her şeyden haberdar
olan bir müdebbirin tedbiridir.
Düşün ey Mufazzal; Neden yumuşak ilik
kemiğin borularında saklanıyor?
Bu onu koruması için değil midir? Neden
sıvı kan, tıpkı kaplardaki su gibi damarlara
hapsedildi? Taşıp yayılmasını
önlemek için değil midir? Tırnaklar neden
parmak uçlarında oldu? Parmakları korumak ve
insanın çalışmasına yardımcı
olmak için değil midir? Neden iç kulak spiral
şekillidir? Sesin uyum içerisinde
akıp gitmesi ve işitmeye ulaşması
için değil midir? Ayrıca rüzgârın da şiddeti
kırılır
ve işitme organına zarar vermez. Neden insan
bacakları ve kalçasında bu eti
taşır? Onu yerden koruması için
değil midir? Böylece kalçası üzerine oturduğunda
ağrı duymaz. Nitekim vücudu
zayıflayıp eti azalan kişi, yerle arasında yerin
sertliğinden koruyacak bir engel olmadığı
için ağrı duyar. İnsanı kim erkek ve
kadın olarak yarattı, onu üreyecek
şekilde yaratandan başka? Onu kim üreyecek
şekilde yarattı, onu ümitvâr kılandan
başka? Onu kim ümitvâr kıldı ve ona kim
çalışma araçlarını verdi, onu
çalışacak bir varlık olarak yaratandan başka? Onu
kim çalışacak bir varlık olarak
yarattı, onu muhtaç kılandan başka? Onu kim
muhtaç kıldı, ona ihtiyaçlarını
var edenden başka? Ona kim ihtiyaçlarını var
etti, ihtiyaçlarını karşılamaya
kefil olandan başka? Ona kim anlama kabiliyeti
verdi, onun için ceza ve ödülü vacip kılandan
başka? Ona kim imkân verdi, ona
güç verenden başka? Ona kim güç verdi, onu
hüccetle yükümlü kılandan başka?
Gücünün yetmeyeceği şeyleri ona kim verir,
şükrünü eda etmekten aciz kaldığı
Allah'tan başka? Anlattıklarımı
düşün ve gözden geçir. Bu düzen ve tertipte bir
ihmal görüyor musun? Allah, onların isnat
ettikleri vasıflardan pek yücedir.
Meclisi'nin
Açıklaması: Burada ümitvâr olmasının anlamı, neslinin devam
etmesi konusunda insanın ümitli
olmasıdır.
Ey Mufazzal! Şimdi sana kalbi
anlatacağım. Bil ki kalpte akciğerin deliklerine
yönelmiş delikler vardır. Onlar kalbi
havalandırır. O delikler farklı yerlerde
olup birbirlerine denk gelmese, kalp havalanmaz ve
insan hayatını kaybederdi.
Fikir ve dikkat sahibi kişi, böyle bir şeyin
ihmalle olacağını iddia eder mi? Bu
görüşünü bertaraf edecek delili kendinden görmez
mi?
İki kanatlı bir kapının tek
kanadını bulsan ve üzerinde bağlantı kısmı
oldugunu
görsen, öylesine manasız şekilde
yapıldığını mı düşünürsün? Hayır,
mutlaka
başka bir tek kanatla birleşmesi için bu
şekilde yapıldığını anlardın. Bir
faydası olması için de onları
birleştirirdin. Hayvanın erkeğinin de bu şekilde
olduğunu görürsün. Bir çiftin teki gibidir,
diğer dişi tek için hazırlanmıştır. Neslin
devamı ve kalıcılığı
için bunlar birleşir. O halde felsefe iddiasında olanlara
yazıklar olsun; kalpleri bu
şaşırtıcı yaratılışa karşı
nasıl kör kalır? Nasıl tedbir
ve bilinci inkâr ederler?
Erkeğin cinsel organı gevşek
olsaydı, nasıl rahimin köküne ulaşıp meniyi
bırakacaktı? Diğer yandan, sürekli dik
(sert) kalmış olsaydı, yatakta nasıl rahat
eder ya da önünde bir şey dik
(sertleşmiş) dururken insanlar arasında nasıl
yürürdü? Çirkin görüntünün yanı sıra, böyle
bir şey olsa erkek ve kadınların
şehvetleri sürekli tahrik olurdu. Böylece ismi
yüce olan Allah, böyle bir şeyin her
vakit göze görünmemesini ve erkeklerin bundan mustarip
olmamalarını takdir
etti. Ancak neslin devamı ve
kalıcılığı için ihtiyaç duyduğunda
sertleşecek şekilde
yarattı.
Ey Mufazzal! Şimdi insanın yemesi ve içmesi,
artıkların kolaylıkla (bedenden)
çıkması ile ilgili büyük nimetten
(dolayı) ibret al. Evi inşa ederken helayı en
görünmeyecek yerde yapmak, güzel tedbirin bir sonucu
değil midir? Aynı şekilde
Allah, insanın dışkısının
çıkması için ayarladığı menfezi (makatı) en gizli
yerinde
var etti. Arkasında ya da önünde görünür
kısımlarda kılmadı. Aksine bedenin
gizli bir yerinde saklanmış, üzeri
örtülmüş ve gizlenmiştir. İki bacak üzerine gelir
ve kalçanın eti onu örter ve gizler. İnsan
hela ihtiyacı hissedip o şekilde oturduğunda,
o menfez ağırlığı
bırakacak ve akacak şekilde hazır olur. Nimetleri aşikâr
olan ve sayılamayan Allah pek yücedir.
Ey Mufazzal! İnsana verilen şu dişleri
düşün. Bir kısmı yiyeceği kesmek için
keskin, bir kısmı da çiğneyip
yumuşatmak için geniş tutulmuştur. İnsan bu iki
özelliğe ihtiyaç duyduğu için, her ikisi de
kendisine verilmiştir.
Saç ve tırnakların
yaratılışındaki güzel tedbiri düşün ve bundan ibret
al.
Bunlar uzayıp da artması ve insanın
zaman zaman kısaltıp hafifleştirme ihtiyacı
hissetmesi sebebiyle, saç ve tırnaklara his
verilmemiştir. Böylece insan, saç ve
tırnaklarını kısaltırken
ağrı çekmez. Saçı kesip tırnakları kısaltmak ve
düzeltmek
ağrılı olmuş olsaydı, insan
iki sevimsiz şey arasında kalırdı. Ya her ikisinin
uzamasına izin verecek ve bunun
sıkıntısını çekecek, ya da ağrı ve
sızılarla kesip
kısaltacaktı.
Mufazzal şöyle dedi: Peki, neden Allah,
insanın kısaltma ihtiyacı duymaması
için uzamayacak şekilde yaratmadı?
İmam Cafer-i Sâdık (a.s) şöyle buyurdu:
İsmi yüce olan Allah, kuluna bununla öyle
nimetler vermiştir ki kulu bunları
bilmez ve bu nimetler için şükretmez. Bil ki
bedenin ağrıları ve hastalıkları
kılların gözeneklerden çıkmasıyla
ve tırnakların parmaklardan çıkmalarıyla beraber
çıkar. Bu sebeple insana her hafta
tırnakları kesme, hamamotu kullanma
ve saçı tıraş etme emredildi ki saç ve
tırnakların uzaması hızlansın. Böylece
kıllar ve tırnakların
çıkmasıyla birlikte ağrılar ve hastalıklar da
çıkar. Uzun
kalırsa, yavaşlar ve çıkması
azalır. Ağrılar ve hastalıklar da bedende kalır,
ağrı
ve şikâyetlere sebep olur. Bununla birlikte
Allah, insana zararı olacak, sıkıntılara
ve zorluklara sebep olacak bölgelerden kıl
çıkmasını engelledi. Örneğin gözde
kıl çıksaydı, körlüğe sebep olmaz
mıydı? Ağızda kıl çıksaydı, insanın
yemesi ve
içmesi sıkıntılı olmaz
mıydı? Avuç içinde çıksaydı, sağlıklı
dokunmasına ve bazı
işleri yapmasına engel olmaz
mıydı? Kadının ya da erkeğin cinsel organlarında
çıksaydı, onları cinsel ilişkinin
zevkinden mahrum etmez miydi? (İnsanın)
yararı için kılların bu bölgelerden
nasıl uzak durduğuna bak. Ayrıca bu durum
yalnızca insan için geçerli değildir. Bunu
sığırlarda, vahşi hayvanlarda ve diğer
üreyen hayvanlarda da görürsün. Nitekim aynı
sebepten ötürü bedenleri kılla
kaplı olmasına rağmen söz konusu
bölgelerin kılsız olduğunu görürsün. O halde
yaratılış üzerine düşün ki
nasıl hata ve zarar yönleri uzak tutuluyor, doğru ve
faydalı özellikler var ediliyor!
Maniheistler ve benzerleri, yaratılış
ve bilinç kusurları hakkında kendi görüşlerini
ortaya attıklarında, kasık bölgesi ve
koltukaltında kıl çıkmasını kusur olarak
gördüler. Bu bölgelerde oluşan nemden dolayı
bunun olduğunu anlamadılar.
Nitekim sulak yerlerde otlar nasıl
çıkıyorsa, o bölgelerde de bu şekilde kıl çıkar.
Ayrıca bu bölgelerin o fazlalığı
almak için daha gizli ve daha uygun oldugunu
görmez misin? Bundan başka bu durum, insanın
bedeniyle ilgili görevi ve
yükümlülüklerinden sayılır. Bu da onun
faydasınadır. Zira bedenini temizlemek
ve uzayan kılları kısaltmakla
ilgilenmesi; insanın hiddetini kırar,
saldırganlığını
dindirir, başıboşluk ve
şımarıklık hallerine gireceği boş zamanın
bir kısmını alır.
Ağız suyu ve faydaları üzerine
düşün. Gırtlak ve damağı ıslatmak için her
zaman ağza akacak ve kurumayacak şekilde
ayarlanmıştır. Nitekim bu bölgeler
kuru bırakılsaydı, insan telef olurdu.
Ayrıca ağzında yumuşatıcı bir ıslaklık
olmasaydı,
yemeği yumuşatıp kolay
yutmasının bir yolu olmazdı. Gözlem de buna
tanıktır. Bil ki ıslaklık,
gıdanın bineğidir. Ayrıca bu ıslaklığın
aktığı bir başka
yer de safra kesesidir. Bu şekilde insan bunun
tam faydasını görür. Safra kesesi
kurusaydı insan telef olurdu. Kelam ehlinin
cahilleri ve felsefe iddiasında bulunanların
zayıflarından bir grup, idraklerinin
azlığı ve ilimlerinin kusuruyla
şöyle demektedirler:
Keşke insanın karnı dolap gibi
olsaydı. Tabip istediği zaman açar, ne olduguna
bakardı. Elini sokar ve tedavi etmek
istediğini ederdi. Muamma deliller ve
çıkarımlar dışında gözün ve
elin ulaşmadığı kilitli bir kutu olmasından daha iyi
olmaz mıydı? Örneğin idrara bakma, teri
kontrol etme gibi delil ve çıkarımlarda
çok fazla hata ve şüphe olur; hatta insanın
ölümüne dahi sebep olabilir.
O cahiller bilselerdi ki anlattıkları gibi
olsaydı, bunun ilk sonucu, insanın
hastalıklardan ve ölümden korkusu kalkardı.
Kalıcı olacağını hisseder ve
sağlığına
aldanırdı. Bu da onu
azgınlığa ve şerre saptırırdı. Ayrıca
karındaki sıvılar da
dışarı sızar, insanın
koltuğunu, yatağını, elbisesini ve ziynetini
batırırdı; hatta
tüm yaşantısını bozardı.
Ayrıca mide, karaciğer ve kalp, Allah'ın beden içinde
tuttuğu iç sıcaklıklarıyla
çalışırlar. Dolayısıyla karında gözün
görebileceği ve elin
ulaşıp tedavi edebileceği şekilde
açılabilen bir kapak olsaydı, havanın soğukluğu
içine sızar, iç sıcaklığına karışır,
organlar çalışmaktan durur ve insan telef olurdu.
Yaratılışta olanın
dışında kuruntuların getirdiği tüm görüşlerin
hata ve abes
olduğunu görmüyor musun?
Ey Mufazzal! İnsanın yemesi, uykusu ve
cinsel ilişkisindeki eylemleri ve bu
konudaki tedbirleri düşün. Nitekim bunlardan her
birisi için onu teşvik eden ve
harekete geçiren bir güdüsü vardır. Açlık,
yemesini gerektirir ki bedenin yaşamı
ve sağlığı buna
bağlıdır. Uykusunun gelmesi uyumayı gerektirir ki bedenin
rahatlığı
ve güçlerini toplaması buna bağlıdır.
Şehvet, cinsel ilişkiye girmeyi gerektirir
ki neslin devamı ve
kalıcılığı buna bağlıdır. İnsan,
bedeninin ihtiyaç duyduğunu
bildiği için yemek yiyecek olsa ve kendi
tabiatında buna mecbur olduğunu hissettiren
bir şey olmasa, bazen bunda tembellik eder ve
ağır davranırdı. Böylece bedeni
zayıf düşer ve helak olurdu. Bu durum,
insanın bedenini iyileştirmek için
ihtiyaç duyduğu ilaca benzerdi. İnsan,
hastalık ve ölüme varıncaya kadar ilacı
ihmal edebilir. Aynı şekilde yalnızca
bedeninin ihtiyacı olduğunu ve gücünü
toplaması gerektiğini düşündüğü
için uyuyacak olsaydı, bunda ağır davranabilir
ve vücudu mecalsiz kalıncaya kadar uykusuz
kalabilirdi. Yine yalnızca çocuk
istediği için ilişkiye girecek olsaydı,
bu konuda isteksizlik hissedebilir ve böylece
nesil azalabilir, hatta kesilebilirdi. Zira
insanların bazıları çocuk sahibi olmak
istemez ve bu onu mutlu etmez. Bak gör ki
insanların devamlılığını ve salahını
ona yönlendiren ve ona doğru hareket ettiren bir
güdüsü vardır! Bil ki insanda
dört kuvvet vardır. Bir kuvvet, cezbedicidir.
Gıdayı alır ve mideye gönderir.
Bir kuvvet, muhafaza eder. Tabiat
yapacağını yapana kadar yemeği tutar. Bir
kuvvet hazmedicidir. Yemeği öğütür, özünü
çıkarır ve bedene yayar. Bir kuvvet
de iticidir. Hazmeden organ ihtiyacını aldıktan
sonra yemeğin artığını ve kalan
ağırlığı atar. Bedende
bulunan bu dört kuvvetin takdirini, yaptıklarını, bunlara
duyulan ihtiyaç ve amaç için nasıl da
ayarlandıklarını, bu konudaki tedbiri ve
hikmeti düşün. Cezbedici kuvvet olmasaydı,
insan, vücudunu hayatta tutacak
gıdayı almak için nasıl hareket
edebilirdi? Muhafaza edici kuvvet olmasaydı,
mide hazmedinceye kadar yemek nasıl insanın
içinde kalabilirdi? Hazmedici
kuvvet olmasaydı, yemek nasıl öğütülür
ve vücudu besleyen, rahatsızlığını gideren
özü alınabilirdi? İtici kuvvet
olmasaydı, hazmedici organın artık olarak
bıraktığı ağırlık
nasıl itilir ve sırası geldikçe dışarı
çıkardı? Münezzeh olan Allah
ın ince sanatı ve güzel takdiriyle
nasıl da bu kuvvetleri bedende görevlendirdiğini
ve insana fayda sağladığını
görmüyor musun? Bunun için sana bir örnek
vereceğim. Bedeni kralın evi gibi
düşün. Evde hizmetkârları, yardımcı uşakları
ve evin işlerini yapmakla görevli
çalışanları var. Bir tanesi, hizmetkârların
ihtiyaçlarını
gidermek ve ihtiyaçlarını onlara
ulaştırmak içindir. Bir tanesi, gelen ihtiyaç malzemeleri
işlem görüp hazırlanıncaya kadar elde
tutmak ve depolamak içindir. Bir tanesi, işlemden
geçirip hazırlamak ve dağıtmak içindir.
Bir tanesi de evi pisliklerden temizlemek ve artıkları
dışarı çıkarmak içindir. Buradaki
kral, hikmet sahibi yaratıcı ve âlemlerin hükümdarıdır.
Ev, bedendir. Hizmetkârlar, organlardır.
Çalışanlar da bu dört kuvvettir.
Ziyadesiyle anlatmış olduğum bu dört
kuvvet ve eylemleri üzerine düşündügünde
bil ki bunları anlatma şeklim, tabiplerin
kitaplarında olduğu gibi değildir.
Sözlerimiz de onların sözleri gibi değildir.
Çünkü onlar, tıp sanatı ve bedenlerin
sağlığı için ihtiyaç
duyulanları anlatırlar. Biz ise dinin düzelmesi ve nefislerin
sapkınlıktan iyileşmesi için ihtiyaç
duyulanları anlatırız. Tedbir ve hikmeti açıklamak
için ayrıntılarıyla anlatmış
olduğum örnek de aynı şekildedir.
Ey Mufazzal! Canda olan bu kuvvetleri ve insandaki
yerlerini düşün. Düşünme,
hayal, akıl, hafıza ve diğerlerini
kastediyorum. İnsandaki bu özelliklerden
yalnızca hafızasının eksik
bırakıldığını düşün, hali nasıl olurdu?
İşlerinde,
yaşamında ve tecrübelerinde ne denli
bozukluk olurdu? Zira lehine ve aleyhine
olan şeyleri, aldığı ve
verdiği şeyleri, gördüklerini, işittiklerini, söylediği ve kendisine
söylenen sözleri hafızasında tutamazdı.
Kimin kendisine iyilik ettiğini
kimin kötülük ettiğini, kendisine faydalı ve
zararlı olan şeyleri hatırlayamazdı.
Sayısız defa bir yoldan gitse o yolu
öğrenemezdi, ömrü boyunca öğrenmeye çalışsa
bir ilim öğrenemezdi. Ne bir dine inanır ne
bir tecrübenin faydasını görürdü.
Geçmişinde yaşadığı hiçbir
şeyden ders çıkaramazdı. Hatta tamamen insanlıktan
çıkışırdı. O halde insana bu
özelliklerle verilen nimete bak! Her birisinin
diğerlerinden farklı yerini gör. İnsan
üzerinde hafıza nimetinden daha üstünü ise
unutma nimetidir. Zira unutma olmasaydı, hiç
kimsenin hiçbir musibeti hafıflemezdi,
hiçbir pişmanlığı geçmezdi, hiçbir
kini ölmezdi, afetleri sürekli hatırladığı
için dünyanın hiçbir şeyinden zevk
almazdı, sultanın gafletini ve haset edenin
hasedinden vazgeçmesini ummazdı. Birbirine
zıt ve farklı olmalarına rağmen
hafıza ve unutmanın insana nasıl
verildiğini görmüyor musun? İnsan her birisinden
faydasını almaktadır. Birbirine
zıt olan şeylerin birbirine zıt iki yaratıcı
tarafından yaratıldığını
iddia edenler bunu nasıl söyleyebilirler! Oysa tüm bu
özellikler düzen ve fayda için bir araya
gelmişlerdir.
Ey Mufazzal! Diğer tüm hayvanlar
dışında yalnızca insana verilen özelliklere, bu yüce
ve değerli yaratılışa bak! Hayâ
duygusunu kastediyorum. Bu olmasaydı,
misafire ihtiram gösterilmez, adetler yerini bulmaz,
ihtiyaçlar giderilmez,
güzel davranış sergilenmez ve hiçbir konuda
çirkinlikten kaçınılmazdı. Hatta
farz kılınan birçok amel de hayâ sebebiyle
yapılmaktadır. Nitekim öyle insanlar
vardır ki hayâ olmasaydı anne ve
babasının haklarına riayet etmez, hiçbir akrabasını
ziyaret etmez, hiçbir emaneti yerine
ulaştırmaz ve hiçbir günaha karşı
nefsini alıkoymazdı. İnsanın
düzenini sağlayacak ve işlerini yoluna koyacak tüm
özelliklerin insana nasıl da eksiksiz
verildiğini görmüyor musun?
Ey Mufazzal! İsimleri mukaddes olan Allah'ın
insana bahşetmiş olduğu
konuşma nimeti üzerine düşün. Zira bu
özelliği sayesinde içinde hissettiklerini,
aklına gelenleri ve düşüncelerini aktarabilmektedir.
Başkalarının da ne düşündüklerini
bu özellik sayesinde öğrenebilmektedir. Bu
olmasaydı, (insan) önemsenmeyen
hayvanlar derecesinde olurdu. Çünkü hayvanlar
kendileriyle ilgili hiçbir
şeyi bildirmez, anlatanları da anlamaz.
Geçmişlerin haberlerini şimdikilere
ve şimdikilerin haberlerini gelecektekilere
aktaran yazı da öyledir. İlim, edebiyat
ve diğer konularda yazılı kitaplar bu
sayede ölümsüzleşir. İnsan, başkalarıyla
arasında geçen işlemleri ve hesapları
bu sayede korur. Yazı olmasaydı, bazı zamanların
haberleri diğer zamanlardan kesilirdi.
Vatanlarından uzak olanların
haberleri alınamaz, ilimler yok olur ve edebi
metinler kaybolurdu. İnsanların
işleri ve işlemleri çok zarar görürdü.
Hakkında cahil kalmamaları gereken dinleri
ve kendilerine rivayet edilenler konusunda ihtiyaç
duyduklarına ulaşamazlardı.
Belki de bunun (yazının), insanın
icadı ve zekâsı sonucu ortaya çıktığını,
insanın yaratılışına ve
tabiatına verilmiş bir özellik olmadığını
sanıyorsundur.
Konuşmanın da aynı şekilde
insanlar arasında anlaşmalı olarak kurdukları bir
şey olduğunu, bu sebeple farklı
ümmetlerde farklı dillerin olduğunu düşünüyorsundur.
Yazı için de aynı şekilde Arapça,
Süryanice, İbranice, Rumca ve diğer
farklı ümmetlerin dillerinde
yazıldığı sebebiyle, konuşma için nasıl
anlaştılarsa
yazı için de aynı şekilde
anlaştıklarını düşünüyorsundur.
Bunu iddia eden kişiye şöyle söylenir:
İnsanın her iki işte de eylemi ve icadı
olsa da o eylem ve icada ulaştıran şey,
aziz ve yücelik sahibi Allah'ın halkına
vermiş olduğu nimeti ve hediyesidir. Nitekim
konuşmak için hazırlanmış bir dil
ve düşünecek bir zihin verilmemiş
olsaydı, insan asla konuşamazdı. Aynı şekilde
yazı için hazırlanmış bir avuç ve
parmaklar olmasaydı, asla yazamazdı. Bunun
örneğini konuşmayan ve yazmayan hayvanlarda
görebilirsin. O halde bunun temeli,
aziz ve yücelik sahibi yaratıcının
fıtratı ve halkına ihsan ettiği nimetidir.
Şükredenlere mükâfatları verilir, inkâr
edenlere gelince, Allah bütün âlemlerden
müstağnidir.(1)
Ey Mufazzal! İnsana verilen ve verilmeyen
ilimleri düşün. Nitekim dinini
ve dünyasını düzelteceği her şeyin
ilmi kendisine verilmiştir. Yaratılışta bulunan
--------------------
(1) Onlara muhtaç değildir.
deliller ve tanıklar yoluyla yüce
yaratıcıyı tanımak, tüm insanlara karşı adaletli
olması gerektiğini bilmek, anne ve
babasına karşı hayırlı evlat olmak, emanete
sahip çıkmak, dostlara yardım eli uzatmak ve
benzeri gerekliliklerin ilmi, dinini
düzenleyecek ilimlerdendir. Birbirlerine uyumlu ya da
muhalif olan tüm ümmetlerde
bu özellikler, tabiat ve fıtrat gereği
bilinir, ikrar ve itiraf edilir. Aynı şekilde
insana, dünyasını düzene sokacağı
özelliklerin ilimleri de verilmiştir.
Örneğin tarım, ekim, toprağı
kazma, koyunları ve sığırları gütme, yerden su
çıkarma, türlü hastalıklardan
iyileştiren ilaçları öğrenme, türlü mücevherlerin
çıkarıldığı madenlere
ulaşma, gemiye binme, denize dalma, türlü hayvanları,
kuşları ve balıkları avlama
teknikleri, farklı çeşitlerde sınaat, ticaret ve kazanç
yollarını bilme gibi anlatması ve
sayması uzun süren daha pek çok işin ilmi
kendisine verilmiştir. Bu ilimlerle dünyadaki
durumunu düzenleyebilmektedir.
Dolayısıyla insana dinini ve
dünyasını iyileştirebileceği ilimler verilmiş; ancak
kendisini ilgilendirmeyen ve yükleme takati olmayan alanlardaki
ilimler kendisine
verilmemiştir. Gayp ilmi, olacakların ilmi
ve göğün üstünde ve yerin altında
olanlar, denizin derinliklerinde olanlar,
dünyanın diğer uçlarında olanlar, insanların
düşünceleri, rahimlerde olanlar gibi bazı
olmuş olayların ilmi de buna örnek
gösterilebilir. Bunların ilimleri insanlardan
gizlenmiştir. Bazı insanlar bu
konularda ilim sahibi olduklarını iddia
etmiş olsalar da ilmini iddia ettikleri
konularla ilgili verdikleri hükümlerde ve bilgilerde
açığa çıkarılan hataları, iddialarının
batıl olduğunu göstermiştir. Bak ve
nasıl da insana dini ve dünyası için
ihtiyaç duyacağı tüm ilimler
verildiğini, kadrini ve eksikliğini görebilmesi için de
diğer ilimlerin perdelendiğini gör. Her iki
durum da insanın maslahatı içindir.
Ey Mufazzal! Şimdi de insana hayatı boyunca
perdelenmiş şeylerin ilimleri
üzerine düşün. Nitekim insan, ömrü kısa olup
ne kadar yaşayacağını biliyor
olsaydı, bilmekte olduğu ölüm
zamanını beklemesi ve düşünmesi sebebiyle hayatından
keyif alamazdı. Malı biten ya da bitmek
üzere olan, yoksulluğu hisseden,
malının bitmesinden ve yoksulluktan korkan
kişinin durumunda olurdu.
Bununla birlikte insanın, ömrünün tükenmesi
sebebiyle hissettikleri, malının
tükenmesi sebebiyle hissettiklerinden daha
şiddetlidir. Çünkü malı tükenen kişi,
telafi etmeyi ümit eder ve bu onu
sakinleştirebilir. Ancak ömrünün tükeneceğini
bilen kişiye ümitsizlik hâkim olur.
Diğer yandan insan uzun ömürlü ise ve bunun
bilgisi kendisine verilmişse,
uzun yaşayacağına güvenerek dünya
lezzetlerine ve günahlara dalar. Dünya lezzetleri
ve günahlardan tüm arzularını
yaşadıktan sonra ömrünün sonunda tövbe
etme düşüncesiyle hareket eder.
Allah, kullarından bu yola razı olmaz ve
bunu kabul etmez. Bir kölen olsaydı
ve bir yıl boyunca seni gazaplandırıp bir
gün veya bir ay razı edecek şekilde
hareket etse, bunu kabul eder miydin? Böyle bir köle
senin için iyi bir köle olmazdı.
Aksine her konuda, her zaman ve her durumda sana itaat
etmesini ve doğru
davranmasını beklerdin.
İnsan bir zaman günah işleyip sonra tövbe
edince tövbesi kabul olmuyor
mu? diye soracak olursan, şöyle deriz:
İnsanın bunu yapmasının sebebi, nefsani
arzularına mağlup olması ve
arzularına muhalefet etmeyi bırakmasıdır.
Ancak içinde bunun planlamasını yapıp
davranışlarını buna göre inşa etmez. O
zaman Allah onu affeder ve bağışlama
ihsanında bulunur. Diğer yandan istediği
günahları işledikten sonra tövbe etmeyi
planlayan kişi, kandırılmayacak olanı
kandırmaya çalışmaktadır.
Günahlardan zevk almayı önceye almakta, sonrasında
tövbe etmeyi planlamaktadır. Ayrıca bu
konuda kendine verdiği sözü de
yerine getiremez. Çünkü eğlence ve lezzetlerden
kopmak ve özellikle yaş ilerleyip
beden zayıf düştükten sonra tövbenin
sıkıntısına katlanmak çok zordur; insan
tövbeyi ötelerken ölüm zamanının gelip
çatmayacağının güvencesi yoktur. Böylece
dünyadan tövbe etmeden çıkmış olur.
Örneğin bir insanın belli bir vadeye
kadar borcu olduğunu, borcu ödeyebilir
olmasına rağmen vadesi doluncaya kadar
borcunu ötelediğini düşün. O zaman
parası bitmiş olursa borcu olduğu gibi
devam eder. Bu sebeple insan için en
hayırlısı, ne kadar yaşayacağını
bilmemesidir.
Böylece ömrü boyunca ölümün gelebileceğini
düşünür, günahları terk eder
ve salih ameller işler.
İşte şimdi insanlar ne kadar
yaşayacaklarını bilmiyorlar, her an ölebileceklerini
biliyorlar; yine de çirkin günahları işleyip
haramlara dalıyorlar. dersen,
şöyle deriz: Bu konuda gerekli tedbir
alınmıştır. Ancak insan buna rağmen
günahlardan sakınmıyor ve uzak durmuyorsa,
bu onun (dünyayla ilgili) aşırı
neşesi ve kalbinin katılaşması
sebebiyledir. Tedbirdeki hata sebebiyle değildir.
Örneğin tabip, hastaya iyi gelecek ilacı
tarif eder. Hasta eğer tabibin sözlerine
aykırı davranır, yapmasını
söylediği şeyi yapmaz ve sakındırdıklarından
sakınmazsa,
tabibin tarif ettiği ilacın
faydasını görmez. Bu durumda hatalı davranan tabip değil,
hastadır; çünkü dediklerini
uygulamamıştır. İnsan her an ölebileceğini
bilmesine rağmen günahlardan
sakınmıyorsa, uzun süre yaşayacağını bilmesi
halinde şiddetli büyük günahlara intikal etmesi
daha olası olur. O halde her an
ölebileceğini bilmesi, her halükârda uzun süre
yaşayacağına güvenmesinden hayırlıdır.
Ayrıca bazı insanlar her an ölebilmeyi
beklemekten oyalanıyor ve bundan
ibret almıyorlarsa da diğer başka
kısım insanlar bundan ibret alabilir ve
günahlardan sakınırlar. Salih amelleri
tercih eder, mallarından ve değerli eşyalarından
yoksullara ve muhtaçlara sadaka verirler.
Dolayısıyla bir kısım insanın
bu özellikten nasip almamaları sebebiyle bu
insanların da bu özellikten mahrum
edilmeleri adalete sığmazdı.
Rüyaları düşün ey Mufazzal! Nasıl da
Allah bu konudaki tedbiri ayarlamış,
sadık (doğru) rüyalarla yalancı
rüyaları birbirine karıştırmıştır. Zira
rüyaların
tamamı sadık olsaydı, insanların
hepsi peygamber olurlardı. Tamamı yalancı
olsaydı, hiçbir faydası kalmaz, manasız
fazlalık olurdu. Böylece bazı rüyalar
sadık olmuştur ki insanlar belli bir konuda
faydasını görsünler ya da belli bir
zarardan sakınsınlar. Birçoğu da
yalancı rüya olmuştur ki insanın tüm itimadı
rüyalara olmasın.
Bu dünyada mevcut ve hazırlanmış olan
maddeleri ve amaçları üzerine düşün.
Örneğin toprak, inşaat işine yarar.
Demir, sanayi işine yarar. Ahşap, gemi
ve diğer eşyaların yapımına
yarar. Taşlar, değirmen ve diğer eşyaların yapımına
yarar. Bakır, yemek kapları
yapımına yarar. Altın ve gümüş, alışveriş
yapmaya
yarar. Mücevher, ihtiyaç günü için saklamaya yarar.
Etler yemek içindir, güzel
kokular keyif almak içindir, ilaçlar iyileşmek
içindir, hayvanlar yük taşımak
içindir, odun yakmak içindir, kül sıvamak
içindir. Kum, zemin içindir. İnsan
saymak istese bunlar gibisini ne çok sayar! Bir
kişi bir eve girdiğinde kilerinin,
insanların ihtiyaç duyacakları her
şeyle dolu olduğunu ve her birisinin de belli
bir amaç için hazırlandığını
görse, böyle bir şeyin ihmal üzere ve amaçsız olduğunu
düşünür müydü? O halde insanın bu dünya için
ve dünyada hazırlanmış
olan bu eşya ve maddeler için böyle bir şey
söylemesi nasıl doğru olabilir?
İnsanın ihtiyaçları için yaratılan
maddeleri ve bunlardaki tedbirleri düşün ey
Mufazzal! Buğday, yemesi için
yaratıldı; onu öğütme, yoğurma ve pişirme görevi
insana bırakıldı. Hayvan tüyleri giyimi
için yaratıldı; toplama, işleme ve dikme
görevi insana bırakıldı. Ağaç
insan için yaratıldı; ağacı dikme, sulama ve koruma
görevi insana bırakıldı. İlaçlar
tedavisi için yaratıldı; toplama, karıştırma
ve hazırlama görevi insana
bırakıldı. Diğer eşyada da bu örneği
görebilirsin.
Bak gör ki insanın hiçbir çare üretemeyeceği
yaratma işi konusunda insanın ihtiyacı
giderilmiş; ancak her şeyde iş ve
hareket görevi kendisine bırakılmıştır.
Bu da insanın iyiliği içindir. Çünkü tüm bu
işler kendisi için hazır edilmiş ve
hiçbir iş ve çalışmaya ihtiyacı
kalmamış olsaydı, yeryüzünde şımarık ve nimetin
kıymetini bilmez şekilde dolaşırdı.
Hatta kendisini helak edecek işlere dahi
kalkışırdı. İnsanlara ihtiyaç
duyacakları her şey önceden hazırlanmış olsaydı,
hayattan keyif almaz ve hiçbir zevki olduğunu
görmezlerdi. Görmüyor musun ki
bir kavim uzun süre ihtiyaç duyacakları yeme,
içme ve hizmete kavuştuklarında
insanlar boş zamanlarından
sıkılır ve nefisleri (haram) şeylerle meşgul olmak
ister. O halde insan hayatı boyunca
ihtiyaçları giderilmiş ve hiçbir şeye ihtiyacı
kalmamış olsaydı nasıl olurdu?
İnsan için yaratılmış olan bu eşyadaki doğru
tedbir, bunlarda insana çalışacak bir
iş bırakılmış olmasıdır. Böylece boş
vaktin
sıkıntısından
alıkonulması, yapmaması gereken ve yapmasında hayır
olmayan
işlerden de uzak durması
planlanmıştır.
Ey Mufazzal! Bil ki insanın yaşamı için
ihtiyaçlarının başında ekmek ve su
vardır. Bu ikisinde nasıl bir tedbir ve plan
olduğuna bir bak. İnsanın suya olan
ihtiyacı, ekmeğe olan ihtiyacından
fazladır. Nitekim insanın açlığa, susuzluktan
daha fazla sabredebilir. Ayrıca sudan
karşılayacağı ihtiyaçları da ekmekten
karşılayacağı
ihtiyaçlarından fazladır. Çünkü insan;
içmesi, abdesti, guslü, elbiselerini yıkaması,
hayvanlarına su vermesi ve ekinlerini
sulaması için suya ihtiyaç duyar. Bu sebeple su,
herkesin satın almadan ulaşabileceği
yerde var edilmiştir. Böylece su arama sıkıntısı
ve bu konudaki zorluk, insan üzerinden
kaldırılmıştır.
Ekmek ise ulaşılması zordur; ancak
iş ve hareketle elde edilebilir. Bunun amacı,
insanın bir meşgalesi olması ve
boşluğun sebep olacağı oyun ve
şımarıklıktan
korunmasıdır. Görmüyor musun ki çocuk, küçük
yaştayken öğretmene verilir,
kendi başına öğrenemez. Bunun sebebi,
kendine ve ailesine büyük zararlara sebep
olabilecek boş hareketler ve oyundan
alıkonulmasıdır. İnsan da aynı şekilde
çalışmaya ihtiyaç duymuyor olsaydı,
şımarıklık, kıymet bilmeme ve boş hareketlere
yönelirdi. Bu da ziyadesiyle kendisine ve
yakınlarına zarar verirdi. Bunun
örneğini bolluk, refah ve zenginlik içinde
yetişen kişide görebilirsin. Bu durumun
onu nelere yönlendirdiğine bak.
Hayvanların, kuşların ve diğer
varlıkların birbirlerine benzediği gibi neden
insanların da birbirlerine benzemedikleri üzerine
düşün. Nitekim ceylanları ve
güvercinleri görüyorsun. Birbirinden ayırt
edilemeyecek kadar birbirine benzemektedirler.(1)
İnsanların ise farklı yüzleri ve yaratılışları
olduğunu görüyorsun. Neredeyse iki kişi bile
aynı sıfata sahip olmuyorlar. Bunun sebebi,
insanların aralarında geçen muamelelerde
birbirlerini biçimleriyle şahsen
tanımalarına ihtiyaç duymalarıdır. Bu tür ilişkiler
hayvanlar
arasında
olmadığı için her birisinin biçimiyle şahsen
tanınmasına ihtiyaç yoktur.
Görmüyor musun ki kuşlar ve hayvanlar,
aralarındaki benzerliğin bir zararını görmezler.
İnsan ise öyle değildir. Örneğin
insanlar, birbirine çok benzeyen ikizlerle muamelelerinde
zorlanırlar. Birisine diğerinin
alacağı verilebilir, birisi diğerinin suçuyla
cezalandırılabilir.
Bu tür karışıklıklar, yüzlerin
benzeşmesinden öte, eşyaların benzeşmesinde
dahi görülür. Neredeyse akla gelmeyecek bu
inceliklerle kullarına lütuf gösteren
ve hepsinde doğru olanı uygulayan kimdir,
rahmeti her şeyi kapsayan dışında
Allah'tan başka...
Bir duvara insan resmi çizilmiş olduğunu
görsen ve birisi sana bu resim kendiliğinden
ortaya çıktı, onu hiç kimse çizmedi dese
kabul eder miydin? Aksine bu
düşünceye gülüp geçerdin. O halde nasıl olur
da bu düşünceyi cansız bir resim
için reddederken, canlı ve konuşan insan
için reddetmezsin? Neden hayvanların
bedenleri sürekli beslendikleri halde büyümeye devam
etmez? Nitekim belli bir
hacme kadar büyür ve büyümesi durur; o haddi
aşmaz. Bu durum planlamadan
başka bir şeyle açıklanır mı?
Hikmet sahibi Allah, her bir türün belli bir dereceye
kadar büyümesini, büyüklük ve küçüklük konusunda
birbirinden farklı olmamalarını
takdir etmiştir. Böylece ulaşacağı
büyüklüğe varıncaya kadar büyür ve orada
dururlar. Beslenmeleri kesintisiz devam etmesine
rağmen, büyümeleri
durur. Büyümeleri de sürekli olsaydı, bedenleri
haddinden fazla büyür, cüsseleri
benzeşir ve hiçbirisinin belli bir
sınırı olmazdı.
------------------------------------------------------------------
(1) Burada örfi benzerlikten bahsetmektedir. Sonraki
açıklamalarından da bu anlaşılmaktadır.
Ancak deliller ve bilimsel çalışmalar
ışığında insanda da diğer canlılarda da
hakiki benzerlik yoktur.
Neden özellikle insanların bedenleri hareket
etme, yürüme ve incelikli zanaatları
yapma konusunda zorlanır şekilde var edildi?
İnsanların ihtiyaç duydukları
giyim, yatak, kefen ve diğer alanlarda
yapılan işleri önemli kılmak için
değil midir?
İnsanın başına hiçbir
ağrı ve sızı gelmiyor olsaydı, çirkin günahlardan
nasıl
yüz çevirir, Allah'a nasıl boyun eğer ve
insanlara şefkat gösterirdi? Görmüyor
musun ki insan, bir ağrı ve sızıya
maruz kaldığında boyun eğer, durulur,
Rabbinden afiyet diler ve sadaka vermek için elini
açar!
Hayvanlardan yalnızca erkek ya da yalnızca
dişi doğuyor olsaydı, nesil tükenmez
miydi ve hayvan türleri yok olmaz mıydı? Bu
sebeple neslin devam etmesi
ve kesilmemesi için bazı yavrular erkek,
bazı yavrular dişi gelmektedir.
Kadın ve erkek belli bir yaşa geldiklerinde
neden her ikisinin kasık kılları
çıkar da yalnızca erkeğin sakalı
çıkarken kadının sakalı çıkmaz? Bunun sebebi
tedbir (plan) değil midir? Nitekim yüce Allah,
erkeği kadının gözleyeni ve koruyucusu
olarak karar kılmıştır.
Kadını da erkeğin hanımı ve sorumluluğu
altında
karar kılmıştır. Sakalı
erkeğe vermiştir; çünkü sakalda izzet, vakar ve heybet vardır.
Kadına ise vermemiştir ki yüzü temiz,
yumuşak ve güzel kalsın. Bu durum,
birbirlerinden hoşlanmaları ve ilişkiye
girmeleri için daha uygundur.
Yaratılışın nasıl da her
konuda doğru olduğunu ve hata içermediğini görmüyor
musun? Öyle ki amaç ve maslahata uygun olarak
(birtakım unsurlar)
kimisine verilirken, kimisine verilmez. Bu da hikmet
sahibi aziz ve yüce Allah'ın
tedbiriyledir.
Mufazzal der ki: Öğle vakti girdiğinde
mevlâm namaza kalktı ve Yarın
inşallah yanıma erken gel. dedi.
Ben de öğrendiklerimin mutluluğu ve verilen
ilimlerin sevinciyle yanından
çıktım. Allah'ın bana vermiş
olduğu bu nimet için hamd ediyordum,
mevlamın bana öğrettikleri ve ihsan
ettiği ilimler sebebiyle Allah'a şükrediyordum.
O gecemi öğrendiklerimin mutluluğu ve
sevinciyle geçirdim.
Mufazzal'ın İmam Cafer-i
Sâdık'tan (a.s) rivayet ettiği yaratılış ve ilahi
plan delilleri, ihmali savunanlara ve bilinci
reddedenlere cevap kitabının
birinci bölümü tamamlanmıştır.
Şimdi ikinci bölüme başlıyoruz:
Mufazzal der ki: İkinci gün olduğunda
mevlamın yanına erken gittim.
İçeri girmem için bana izin verildi. İçeri
girdiğimde oturmamı söyledi, ben
de oturdum. Şöyle buyurdu:
Asırları yöneten, adaletiyle kötülük
yapanlara yaptıklarının
karşılığını
vermek ve iyilik edenlere iyiliklerinin
mükâfatını güzellikle vermek için tabaka
tabaka tüm âlemleri yeniden diriltecek olan Allah'a
hamdolsun. Onun isimleri
mukaddes, nimetleri pek yücedir. Şüphesiz
Allah, insanlara hiçbir şekilde
zulmetmez; fakat insanlar kendilerine
zulmederler.(1) Yüce
Allahın şu ayeti
de buna delildir: Artık kim zerre
ağırlığınca bir hayır işlerse, onun
mükâfatını
görecektir. Kim de zerre
ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun
cezasını
görecektir.(2)
Her şeyin açıklamasını
barındıran Allah'ın kitabında buna benzer nice deliller
vardır. Ona ne önünden ne de ardından
batıl gelemez. O, hüküm
ve hikmet sahibi, övülmeye lâyık olan
Allah tarafından indirilmiştir.(3) Bu
sebeple efendimiz Muhammed (s.a.a) Sizin amelleriniz
size iade edilir. buyurmuştur.
Daha sonra İmam Cafer-i Sâdık (a.s)
başını bir süre eğdi, sonra şöyle
buyurdu:
Ey Mufazzal! İnsanlar verilen mühlette
şaşkın ve sarhoş olmuşlar,
sapkınlıklarında
gidip gelmektedirler. Şeytanlarını ve
zorbalarını örnek alıyorlar. Gözleri
gördüğü halde kördürler, önlerini görmezler.
Konuşabildikleri halde dilsizdirler,
akletmezler. İşitebildikleri halde
sağırdırlar, işitmezler. Düşük olana razı oldular
ve doğru yolda olduklarını
sandılar. İyilerin derecelerinden saptılar, necis
ve küfür ehlinin merasından beslendiler.
Kendilerini ölümün ansızın gelişinden
güvende ve cezalandırılmaktan uzakta gibi
hissettiler. Onların vay haline! Sıkıntıları
uzun ve belaları şiddetli olacaktır. O
gün dostun dosta hiçbir faydası
olmaz. Kendilerine yardım da edilmez.
Yalnız, Allah'ın yardım ettiği kimseler
bunların dışındadır.(4)
Mufazzal der ki: İmam'dan (a.s)
işittiğim bu sözlerin etkisiyle ağladım.
Bana şöyle buyurdu:
Ağlama. Kabul edersen ve bilirsen kurtulursun.
Sonra şöyle devam etti:
Sana hayvanları anlatmakla
başlayacağım ki başkasında öğrendiklerini
hayvanlarda da öğrenesin. Hayvanın vücut
yapısını ve bulunduğu şeklini düşün.
--------------------
(1) Yünus 44. ayet
(2) Zilzâl 7-8. ayetler
(3) Fussilet 42. ayet
(4) Duhan 41-42. ayetler
Taş gibi katı değildir. Öyle
olsaydı meyledemez ve yapacaklarını yapamazdı.
Tamamen yumuşak ve gevşek de değildir;
aksi takdirde kendini yükleyemez ve
bağımsız hareket edemezdi. Bu sebeple
yumuşak ve meyledebilen bir et olarak var
edilmiştir. İçinde de onu tutacak katı
kemikler ve gergin duran, birbirini saran
damarlar oluşturulmuştur. Bunların
üstünde de tüm bedeni saran deriyle kaplanmıştır.
Bunun örneği, tahta çubuklardan yapılan
timsallerdir. Bu timsallerde çubuklar
bezle sarılır, iplerle gerdirilir ve üzeri
mumla kaplanır. Çubuklar kemiğe benzer.
Kumaş, ete benzer. İpler, sinir ve damarlara
benzer. Mum da deriye benzer.
Hareket eden hayvanın plansız şekilde
bir yaratıcısı olmadan var olduğu
düşünülebiliyorsa, bu ölü timsallerin de bu
şekilde var oldukları düşünülebilmelidir.
Ancak timsaller için düşünülemiyorsa, o halde
hayvanlar için düşünülmemesi
daha doğrudur.
Bundan sonra sığırların
vücutlarını düşün. İnsan gibi et, kemik ve sinirden
yaratılmıştır. Ayrıca
insanın faydalanabilmesi için sığırlara göz ve kulak da
verilmiştir.
Nitekim kör ve sağır olsalardı, insan
onlardan fayda görmezdi ve onlar da
insanın amacına yönelik hareket edemezlerdi.
İnsana boyun eğmeleri için onlara
zihin ve akıl da verilmemiştir. Böylece
insan onları çok çalıştırdığında ya da
onlara
ağır yük yüklediğinde itiraz etmezler.
Birisi İnsanın insan köleleri oluyor,
akıl ve zihin sahibi olmalarına rağmen
boyun eğiyorlar ve çok çalışmaya razı
oluyorlar. derse; cevaben şöyle deriz: Bu tür
insanların sayısı azdır. İnsanların
çoğunluğu ise sığırların
yük taşıma, öğütme gibi işlerini kabul etmezler.
İhtiyaç
duyulan her konuda da hizmet etmezler. Ayrıca
insanlar bu tür işleri kendi bedenleriyle
yapıyor olsalardı, bu durum onları
diğer işleri yapmaktan alıkoyardı.
Çünkü o zaman bir deve veya bir katır yerine çok
sayıda insan gerekirdi. Bu durum
insanların tüm zamanlarını
alırdı ve diğer zanaatları yapmaya vakit bulamazlardı.
Bununla birlikte bedenlerinde aşırı
yorgunluk, geçimlerinde zorluk ve sıkıntı ortaya
çıkardı.
Ey Mufazzal! Bu üç tür hayvanı ve her birisinin
kendi yararı için karar
kılınan yaratılışları
hakkında düşün. Nitekim insana; inşaat, ticaret, kuyumculuk
vb. meslekleri yapabilecek zihin, zekâ ve iş
yapma kabiliyeti takdir edilmesi
sebebiyle, onlara büyük avuçlar ve kalın
parmaklar yaratıldı. Bu şekilde eşyaları
tutabilir ve bu tür işleri yapabilirler.
Etoburlara; avcılık ile beslenmeleri takdir
edilmiş olması sebebiyle, latif ve
kesici tırnak ve pençeler yaratıldı.
Bunlar avcılık için yararlıdır; ancak zanaatlar
konusunda yararsızdır.
Otoburlar ise ne zanaat ne de avcılık için
yaratıldılar; bu sebeple onların bir
kısmına çift tırnak toynağı
yaratılmıştır. Meralarda beslenmek istediklerinde bu
toynaklar onları zeminin sertliğinden
korurlar. Bir kısmının da ayakaltı boşluk
gibi çukuru olan yuvarlak toynakları vardır.
Üzerine binme ya da yük yüklemeye
hazır olmak için bu toynaklar yere sağlam
basarlar.
Etobur hayvanların
yaratılışlarını düşün; keskin dişleri,
kuvvetli pençeleri
ve geniş ağızları vardır. Et
ile beslenmesi takdir edilmiş olması sebebiyle buna
uygun bir yaratılışta
yaratılmış, avcılığa yardımcı olacak
silahlar ve araçlarla
donatılmıştır. Aynı
şekilde etobur kuşlarında bu eylemleri için uygun gagaları
ve
pençeleri vardır.
Avlanmayan ve et yemeyen otoburların pençeleri
olsaydı, onlara ihtiyaç duymadıkları
bir şey verilmiş olurdu. Etoburların da
sığır toynakları olsaydı, avlanmak
ve yaşamlarını sürdürmek için ihtiyaç
duydukları silahlardan mahrum
edilmiş olurlardı. Her iki türün de kendi
türü ve sınıfına uygun, hatta yaşamını
devam ettireceği ve faydasını
göreceği araçlarla donatıldığını görmüyor musun?
Şimdi de dört ayaklı hayvanlara bak; kendi
başlarına nasıl da annelerini
takip ediyorlar! İnsan yavrularında
olduğu gibi yüklemeye ve yetiştirmeye ihtiyaçları
yoktur. İnsanın annesinde olan şefkat,
yetiştirme bilgisi, bunun için hazırlanmış
güçlü eller ve parmaklar onlarda
olmadığı için, o hayvan yavrularına
kendi başlarına kalkabilme ve
bağımsız hareket edebilme kabiliyeti verilmiştir.
Aynı şekilde tavuk, turaç, keklik gibi pek
çok kuşun da yumurtadan çıktığında
yürüdüğünü ve besinini gagasıyla yerden
kaptığını görürsün. Ancak güvercin ve
kumru gibi zayıf ve kalkamayan kuş yavrularının
annelerine bir miktar ilgilenme
güdüsü verilmiştir. Böylece yavru
kuşların anneleri, besinlerini kursaklarına
aldıktan sonra yavrularının
ağızlarına bırakırlar. Kuşlar
bağımsız hareket
edinceye kadar bu şekilde beslenirler. Bu sebeple
güvercinler, yavrularını besleyebilmeleri
ve yetiştirebilmeleri amacıyla, tavuk
yavruları kadar yavruları olmaz.
Yavruların zarar görmemeleri ve ölmemeleri için
az sayıda yavrusu olur. Hikmet
ve lütuf sahibi, her şeyden haberdar olan
Allah'ın tedbiriyle her birisine belli bir
ölçüyle verilmiştir. Hayvanların
ayaklarına bak! Nasıl da çift çift yürümeye
hazırlanıyorlar.
Tek olsaydı yürüyemezlerdi; çünkü yürüyen
canlı, ayaklarının bir kısmıyla yürürken diğer
bir kısmına dayanır. İki
ayaklı canlı, tek ayağını hareket ettirirken
diğer ayağı üzerine dayanır.
Dört ayaklı canlı ise iki
ayağını hareket ettirirken diğer iki ayağı
üzerine dayanır ve bunu
çaprazlama yapar. Nitekim dört ayaklı canlı
aynı tarafın ayaklarını hareket ettirirken diğer
tarafın ayakları üzerine dayanıyor
olsaydı, (dört ayaklı) yatak ve benzeri eşyaların yerde
sabit
duramadıkları gibi onlar da
duramazlardı. Bu sebeple ön sağ ayağıyla birlikte
arka sol ayağını hareket ettirir.
Diğer ayakları da aynı şekilde çaprazlama hareket
eder. Bu şekilde yer üzerinde sebat eder ve
yürürken düşmez.
Görmüyor musun ki eşekler, atlara verilen
değeri gördükleri halde değirmen
ve yük işlerine boyun eğerler. Deve asilik
edecek olsa birkaç adam onu zapt edemezdi;
ancak küçük çocuk onu çekip götürür. Güçlü boğa
nasıl da sahibine boyun
eğiyor ve boynuna sabanın geçirilmesine
razı olup toprağı sürüyor! Değerli
atlar nasıl da binicilerine uyum
sağlayıp kılıç ve mızrakların üzerine gidiyorlar!
Koyun sürülerini bir adam güdüyor. Koyunlar
ayrılsa ve her birisi farklı bir yöne
gitse, çoban onlara yetişemezdi. Aynı
şekilde tüm türler insan için yaratıldı. Bu
şekilde olmalarının sebebi, akıl
ve düşünme kabiliyetlerinin olmamasıdır. Çünkü
akıl sahibi olsalardı ve olay hakkında
düşünebilselerdi, insanın birçok isteğine
karşı gelirlerdi. Deve, onu çeken
kişiye, boğa da sahibine asilik eder, koyunlar
dağılıp çobandan uzaklaşır ve
benzeri durumlar ortaya çıkardı. Aynı şekilde
vahşi hayvanlar da akıl ve düşünme
kabiliyetine sahip olsalardı, insanlara kast
eder ve onları helak ederlerdi. Aslanlar,
kurtlar, kaplanlar ve ayılar yardımlaşıp
insanlara karşı birbirlerine destek
olsalardı kim onların karşısına çıkabilirdi?
Bunun onlara nasıl
yasaklandığını görmüyor musun? Gelip
saldırmalarından
korkmak yerine onlar insanların yerleşim
yerlerinden korkmakta ve uzak durmaktadırlar.
Yiyecek arayışına da yalnızca gece
vakitlerinde çıkmaktalar. Saldırı güçlerine rağmen
insandan korkar gibidirler. Hatta insanlara
karşı bastırılmış ve
yasaklanmışlardır.
Öyle olmasaydı, yerleşim yerlerine
saldırır ve yaşamlarını tehdit ederlerdi.
Ayrıca bu vahşi hayvanlar arasında
köpeğe, sahibine karşı şefkat, savunma
ve koruma özellikleri verilmiştir. Gece
karanlığında duvarlar ve çatılar üzerinde
dolaşarak sahibinin evini bekler ve zarar vermek
isteyenleri uzak tutar. Sahibini
o kadar çok sever ki onun uğruna,
sığırları ve malı uğruna ölüme atılır.
Sahibine
o kadar çok alışır ki onunla birlikte
açlığa ve sıkıntılara sabreder. Köpeğe neden
bu (sahibine) alışma özelliği verildi?
Bunun sebebi; gözleri, dişleri, pençeleri ve
yüksek sesli havlamasıyla sahibini koruması,
hırsızların ondan korkmaları ve
köpeğin koruyup beklediği yerden uzak
durmalarıdır.
Ey Mufazzal! Binek hayvanın yüzünü düşün.
Önünü görebilmesi, duvara
çarpmaması ve çukura girmemesi için dik bakan gözlere
sahiptir. Ağzının da
burnunun en alt kısmında
açıldığını görürsün. İnsanda olduğu gibi
çenenin ön
kısmında açılmış
olsaydı, yerden hiçbir şey alamazdı. Görmüyor musun ki insan
yemeği ağzıyla almaz; diğer
beslenen canlılar arasında değerli kılınmış
ve eliyle
yeme özelliği verilmiştir. Yük
hayvanının yemini almak için ele sahip olmaması
sebebiyle ağzı alt tarafta
açılmıştır. Böylece yemini alıp yiyebilir.
Yakınında
ve uzağında olanları alabilmesi için de
dudaklarla desteklenmiştir. Hayvanın
kuyruğu ve kuyruğundan gördüğü
faydayı düşün. Dübürü (makat) ve hayasının
(cinsel organının) örtüsü gibidir. O
bölgesinin tamamını kapatır ve örter.
Kuyruğundan gördüğü faydalardan birisi de
şudur ki dübürü ile karnı arasında
kir olur ve bu kir üzerinde sinekler birikir.
Hayvanın kuyruğu ise sinekleri o bölgeden
kovması için verilmiş bir sineklik gibidir.
Bir başka faydası da hayvanın,
kuyruğunu sağa ve sola sallamakla
rahatlamasıdır. Dört ayağı üzerinde durması,
ön ayakların da vücudu taşıması
sebebiyle başka hareketlerde bulunamaması
neticesinde hayvan, kuyruğunu sallayarak rahat
eder. Akıllara gelmeyen; ancak
ihtiyaç halinde bilinen başka faydaları da
vardır. Örneğin hayvan çamura battığında,
onu oradan çıkarmanın en iyi yolu
kuyruğundan çekmek olur. Kuyruğun
kılları da insanlara çok fayda sağlar.
Farklı amaçlar için bunu kullanırlar. Hayvanın
sırtı, dört ayak üzerinde düz ve
geniştir. İnsan bu şekilde üzerine binebilir.
Hayası da arkasında açık
yaratılmıştır ki erkeği onunla çiftleşebilsin.
Hayasının
yeri kadındaki gibi karnın alt
kısmında olsaydı, hayvanın erkeği
ulaşamazdı.
Erkek ile kadın arasında olduğu gibi
karşılıklı çiftleşemediğini görmüyor musun?
Filin hortumunu ve ondaki tedbirin inceliğini
düşün. Nitekim yemini ve suyunu
alıp yutması için el görevi görmektedir.
Hortumu olmasaydı, yerden hiçbir
şey alamazdı. Çünkü diğer
sığırlar gibi uzatabileceği bir boynu yoktur. Boynu
olmaması sebebiyle, uzatıp
ihtiyaçlarını alabileceği uzun bir hortumla
desteklenmiştir.
O halde yarattıklarına merhamet gösteren
Allahtan başka kim filin sahip olmadığı
uzuv yerine onun yerini tutacak başka bir uzvu
vermiş olabilir?
Bu durum, zalimlerin söyledikleri gibi nasıl
ihmal sonucu olabilir? Birisi Neden
diğer sığırlar gibi ona da boyun
yaratmadı? diye soracak olursa, şöyle deriz:
Filin başı ve kulakları, çok büyük ve
ağırdır. Bunlar büyük bir boyun üzerinde
olsaydı, fili yere yıkar ya da güçsüz
düşürürdü. Bu sebeple filin başını vücuduna
yapışık şekilde
yaratmıştır ki bu söylediğimiz durumlar ortaya
çıkmasın. Gıdasını
alabilmesi için de boyun yerine ona hortum
vermiştir. Bu şekilde boyna sahip
olmamasına rağmen ihtiyacını
alabilmektedir. Şimdi de dişi filin hayasının nasıl
da karnının alt bölgesinde karar
kılındığına bak. Dişi fil çiftleşmek
istediğinde
hayası yükselir, ortaya çıkar ve erkeği
bu şekilde ona ulaşabilir. Dişi filin hayasının
nasıl da diğer
sığırların dişilerinden farklı
kılındığını gör. Ona bu özelliğin
verilmesinin sebebi, neslin devamını
sağlayacak durumun oluşmasıdır.
Zürafa hakkında, zürafanın uzuvları ve
diğer türdeki hayvanların uzuvlarına
benzemesi hakkında düşün. Başı,
atın başı gibidir. Boynu, devenin boynu
gibidir. Toynakları, ineğin toynakları
gibidir. Derisi, kaplanın derisi gibidir.
Yüce Allah hakkında cahil olan bazı
insanlar, zürafanın birçok hayvandan
ortaya çıktığını iddia
etmişlerdir. Bunun sebebi olarak da birçok hayvan türünün
suya ulaştıklarında bazı otobur
hayvanlarla çiftleştiklerini ve farklı türlerin her
birinden bir parça almış gibi bu türün
ortaya çıktığını ileri sürmüşlerdir. Bu iddia,
söyleyenin cehaletinden ve yüce yaratıcı
hakkındaki bilgisizliğinden dolayı
söylenmiştir. Nitekim hayvanların her türü
diğer her türle çiftleşmez. Örneğin
atlar, develerle çiftleşmez. Develer, ineklerle
çiftleşmez. Yalnızca birbirine benzeyen
ve yaratılışta birbirine yakın
olan hayvanlar çiftleşirler. Örneğin dişi at,
erkek eşekle çiftleştiğinde onlardan
katır ortaya çıkar. Kurt ile çakal çiftleştiğinde
yaban köpeği ortaya çıkar. Ancak zürafada
attan bir uzuv, deveden bir uzuv
ve ineğin toynakları olduğu gibi bu
türlerden ortaya çıkan tür, her birisinden
bir organ almış halde meydana gelmez.
İki türün ortası ve karışımı şeklinde
ortaya çıkar. Örneğin katıra
baktığında, başı, kulakları,
sağrıları, kuyruğu ve
toynaklarının at ve eşek arası
olduğunu görürsün. Katırın sesi de atın kişnemesi
ve eşeğin anırmasının bir
karışımı gibidir. Bu da cahillerin iddia ettikleri gibi
zürafanın
farklı tür hayvanların çiftleşmeleri
sonucunda ortaya çıkmadığının delilidir.
Ancak zürafa, Allah'ın yaratmış
olduğu şaşırtıcı varlıklardan bir tanesidir.
Bu da hiçbir şeyin aciz
bırakmadığı Allahın kudretinin delilidir ve
hayvanların
tüm türlerinin tek yaratıcısı
olduğunu bildirmek içindir. İstediği uzuvları istediği
hayvanda bir araya getirir, istediği hayvanda da
istediği uzuvları farklılaştırır.
Hayvanların yaratılışlarında
istediğini arttırır istediğini eksiltir. Bu da her
şeye
kâdir olduğunun ve istediği hiçbir
şeyde aciz olmadığının delilidir. O, yüce ve
münezzehtir.
Zürafanın uzun boynu olmasının sebebi
ve bundan elde ettiği fayda şudur
ki zürafanın gıdası ve merası,
havada uzayıp giden yüksek ağaçların üst
kısımlarındadır.
Dolayısıyla o ağaçların
uçlarına ağzıyla ulaşmak ve meyvelerinden
alabilmek için uzun bir boyna ihtiyaç
duymaktadır.
Maymunun yaratılışı ve
uzuvlarının birçoğunda insana olan benzerliği hakkında
düşün. Başı, yüzü, omuzları ve
göğsünü kastediyorum. İç organları da
aynı şekilde insanın iç
organlarına benzer. Ayrıca sahibinin imaları ve
işaretlerini
anlayabileceği zihin ve zekâya da sahiptir.
İnsanın yaptığı birçok şeyi de
taklit edebilir. Hatta insanın
yaratılışına ve yaratılışı planı
özelliklerine o kadar
çok benzer ki insanın kendine bakıp ibret
alması gerekir. Bu şekilde hayvanların
yaratılışına bu kadar yakın
olmasından yola çıkarak, hayvanların tıynetinden
ve kökünden olduğunu bilir. Allah'ın
kendisine ihsan etmiş olduğu zihin, akıl ve
konuşma özellikleri olmasaydı,
hayvanların bazısı gibi yaşardı.
Bununla birlikte maymunun bedeninde; burnu,
sarkık kuyruğu, tüm bedenini
kaplayan kılları gibi maymunu insandan ayıran
başka fazlalıklar da vardır.
Yine de insana verilmiş olan zihin, akıl ve
konuşma özellikleri maymuna verilmiş
olsaydı, bedenindeki bu farklılıklar
onun insan gibi olmasına engel olmazdı.
İnsan ile maymun arasındaki gerçek fark,
maymunun akıl, zihin ve konuşma
özelliklerinin eksikliğidir.
Ey Mufazzal! İsmi yüce olan Allah'ın
hayvanlarla ilgili lütfuna bak! Nasıl
da onları soğuktan ve pek çok afetten
korumak için bedenlerini kıl, tüy ve
yünle kaplamış! Ayaklarını
çıplak ayak olmaktan korumak için tırnak, toynak
ve taban giydirmiştir. Zira hayvanların
dokuma ve dikiş yapabilecekleri elleri,
avuçları ve parmakları bulunmamaktadır;
bu sebeple yaratılışlarında onlar var
oldukları sürece var olacak giysileri de onlara
verilmiştir. Elbiselerini yenileme
ve değiştirme ihtiyacı duymazlar.
İnsan ise çalışabilecek kapasiteye ve ellere sahiptir.
Kendine giysi diker ve duruma göre giysilerini
değiştirir. Bunun da birçok
açıdan faydasını görür. Örneğin
giysi yapımıyla uğraşarak oyalanmaktan ve
çalışmasına
gerek bırakmayan durumlardan
çıkmış olur; istediği zaman giysisini çıkarıp
istediği zaman giymekle rahat eder, farklı
renklerde ve güzelliklerde giysiler
edinir, bu giysileri giyip değiştirmekten
keyif alır. Aynı şekilde ayaklarını
korumak amacıyla farklı şekillerde
ayakkabı ve terlikler imal eder. Bu mesleği
yapan insanlar bu işle geçinirler ve
kazançları, rızıkları ve ailelerinin geçimleri
bu meslekten olur. Bu şekilde kıl, tüy ve
yün, hayvanlar için giysi gibidir. Sığır
tırnakları, toynaklar ve tabanlar da onlar
için ayakkabı gibidir.
Ey Mufazzal! Hayvanlar için
şaşkınlık verici yaratılış hakkında
düşün. Nitekim
insanlar ölülerini nasıl gizliyorlarsa onlar da
ölecekleri zaman kendilerini
gizlerler. Yoksa bu yabani hayvanların,
yırtıcı hayvanların ve diğerlerinin leşleri
nerededir? Onlardan bir şey görünmüyor.
Sayıları az değil ki azlığı sebebiyle
görülmüyor olsun. Hatta birisi insanlardan fazla
olduklarını söylese doğru söylemiş
olur. Çöllerde ve dağlarda gördüğün ceylan,
antilop, eşek, dağ keçisi, geyik ve
diğer yabani hayvan sürülerini düşün. Aslan,
sırtlan, kurt ve kaplan gibi yırtıcı
hayvanları, haşere ve böcekleri,
sürüngenleri, karga, Bayağı Bağırtlak(1),
ördek,
turna ve güvercin gibi kuş sürülerini ve
yırtıcı kuşları düşün. Öldüklerinde hiçbirisinden
bir şey görünmüyor. Yalnızca
yırtıcı kuşların ya da hayvanların avlayıp
geriye bıraktığı birer ikişer
tane görülüyor. Öleceklerini hissettikleri zaman gizli
yerler seçip orada ölürler. Öyle olmasaydı çöller
ölü hayvanlarla dolardı, havanın
kokusu bozulur, hastalıklar ve salgınlar
yayılırdı. İnsanların kendilerine verilen
ilk örneği nasıl da alıp
uyguladıklarına bak. Nasıl da kara hayvanlarında
ve diğerlerinde huy ve özellik olarak var
edilmiş ve insanların hastalıklardan ve
çürümelerden zarar görmemeleri sağlanmış!
Ey Mufazzal! Hayvanların kendi faydaları
için yaratılışlarına ve güdülerine
verilen zekâya bak! Allah, yarattığı
canlılardan hiçbirisini nimetlerinden mahrum
etmemek için bu özelliği vermiştir. Ancak
bu, akıl ya da düşünme yeteneği
değildir. Nitekim geyik, yılanı
yediğinde şiddetli bir şekilde susar; ancak zehrin
vücuduna yayılmasından ve ölümüne sebep
olmasından korktuğu için su içmekten
kaçınır. Pınarın başında
durur, susuzluktan bitap olur, yüksek sesle bağırır,
ancak sudan içmez. Su içse o saatinde ölürdü.
Nasıl da bu hayvanın tabiatına,
içmekten göreceği zarar sebebiyle,
dayanılmaz susuzluğa dayanma özelliği verildiğine
bak. Akıl sahibi ve ayırt edici insan dahi
kendinde bu durumu kendinde fark etmekte
zorlanır.
Tilki, yeme ihtiyacı hissettiğinde, ölü
taklidi yapar ve karnını şişirir. Bu sayede
kuşların onu ölü sanmasını
amaçlar. Kuş onun etinden yemek için üzerine
konduğunda tilki hemen sıçrar ve onu tutar.
Konuşma ve düşünme özelliklerine
sahip olmayan tilkiye bu hileyi kim öğretti? Bu
ve benzer yöntemlerle rızkına
kefil olan Allah değil midir? Zira tilki,
yırtıcı hayvanların avcılık yeteneklerine
sahip olmadığı için, kurnazlık,
zekâ ve hileyle desteklenmiştir. Bu sayede yaşamına
devam edebilmektedir.
Balinalar, kuş avlamak istediklerinde balık
alıp öldürürler, balığı parçalarlar
ve su yüzüne çıkmasını sağlarlar.
Ölü balığın altına gizlenirler ve varlıkları
--------------------------------------------------
(1) Bayağı bağırtlak (Pterocles orientalis),
uzunluğu 35 cm'yi bulan en yaygın bağırtlak
kuş türü. İç Anadolu Bölgesi'nde,
Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin batı kesimlerinde ve
Doğu Anadolu Bölgesi'nin bazı yörelerinde
yaşamaktadır.
belli olmasın diye suyu
dalgalandırırlar. Kuş, su yüzüne çıkan
balığı almak için
alçaldığında, balina o an sıçrar
ve kuşu kapar. Bu hileye bak, nasıl da bu hayvanın
faydası için tabiatına bir özellik olarak
verilmiş!
Mufazzal şöyle dedi: Mevlam, bana ejder ve bulut
olayını anlat.
İmam Cafer-i Sâdık (a.s) şöyle buyurdu:
Bulut, onu gözetliyor gibidir. Mıknatıs
taşının demiri çekmesi gibi onu çeker.
Nitekim buluttan korkusu sebebiyle
başını yerden çıkarmaz. Yalnızca gökyüzü
açılıp bir nokta bulut
olmadığında yaz ortasında bir defa başını
çıkarır.
Mufazzal Neden bulut ejderi gözetliyor ve onu bulunca
çekiyor? diye
sordu.
İmam Cafer-i Sâdık (a.s) Zararını
insanlardan uzak tutmak için. dedi.
Mufazzal şöyle dedi: Ey mevlam, bana hayvanlar
hakkında ibret almak
isteyenler için ibret verici bilgiler anlattın.
Minik karıncalar, (diğer) karıncalar
ve kuşlar hakkında da bilgi verir misin?
İmam Cafer-i Sâdık (a.s) şöyle buyurdu:
Ey Mufazzal! Minik karıncanın küçük ve hor
görülen yüzünü düşün. Kendi
faydasıyla ilgili herhangi bir eksiklik görüyor
musun? Minik karıncaları yaratmaktaki
bu takdir ve doğruluk, küçük büyük tüm
varlıkları kapsayan ilahi plandan başka nedir?
Karıncaların gıdalarını
toplamak ve hazırlamak için nasıl toplandıklarına bak.
Nitekim karınca topluluğunun. taneleri
çukuruna götürmeleri, insanların
yemekleri ve diğer eşyaları
taşımalarına benzer. Hatta karıncaların bu konudaki
çabaları ve azimleri, insanın çaba ve azmini
aşar. Görmüyor musun ki karıncalar,
tıpkı insanların
yardımlaşmaları gibi taşıma konusunda birbirlerine
yardım
ederler. Sonra tane ve tohumları parçalara
ayırırlar ki toprakta çatlayıp yeşermesin
ve onlar için bozulmasın. Tohumlara rutubet
ulaşırsa, dışarı çıkarırlar
ve kuruması için sererler. Ayrıca
karıncalar, yuvalarını yalnızca yerin yüksek
kısımlarına yaparlar ki sel
taşıp onları boğmasın.(1) Tüm
bunları yapar; ancak
akıl ve düşünme kabiliyeti yoktur. Yüce ve
aziz olan Allah'ın lütfuyla bir
faydayı
sağlamak için yaratılışlarına
bu özellik (güdü) verilmiştir.
İnsanların sinek aslanı(2)
ismini verdikleri hayvana bak! Yaşamına devam
etmesi için nasıl da kendisine tuzak kurma
özelliği verilmiş ve bu şekilde desteklenmiş!
Sineğin kendisine
yaklaştığını hissettiğinde, onu rahat
bırakır ve ölü gibi
hareketsiz kalır. Sineğin sakin
olduğunu ve varlığının farkında
olmadığını anladığında,
çok yavaş bir şekilde sürünür. Onu
kapabileceği bir yakınlığa geldiğinde
ise sıçrayıp sineği kapar. Sineği
kaptığında, kendisinden kurtulmaması için tüm
--------------------------
(1) Damiri şöyle der: Karıncalar, köylerini altı
ayaklarıyla kazarlar. Kazdıklarında yağmur
suları içeri girmesin diye engebeli yaparlar. Bu
sebeple köy üstüne köy kurabilirler.
Bunu yapmasının sebebi,
depoladıkları erzakın ıslanmasından
korkmalarıdır. Ayrıca köylerini
yerin altında kurmaları, içlerine evler,
dehlizler, odalar ve asılı tabakalar yapmaları,
kışlık
tohumlarını ve erzaklarını oraya
asmaları da şaşılacak yönlerinden
bazılarıdır.
(2) Bir tür böcek olduğu anlaşılıyor. (Çevirmen)
vücuduyla onu sarar. Sineğin zayıf
düştüğünü ve gevşediğini hissettiğinde de onu
alıp yer ve bu şekilde sinek yiyerek hayatta
kalır.
Örümcek ise ağını örer ve sinek avlamak
için bir tuzak ve kapan olarak kullanır.
Ağın içine gizlenir, sinek ağına
takıldığında ise sineğe yönelip onu an an
ısırır ve bu şekilde onu yiyerek
hayatına devam eder. Köpeklerin ve leoparların
avları ve ayrıca ağ ve iplerle
yapılan avlar için de benzer şeyler anlatılır. Şu
küçük
ve zayıf böceğe bir bak! İnsanın
yalnızca tuzak ve araçlarla yapabilecekleri
nasıl da onun yaratılışına
verilmiş!
Böcekler, karıncalar gibi açıkça ibret
alacağın şeyleri küçümseme. Nitekim
altından olan dinar, demir parçasıyla
tartılmasına rağmen nasıl değeri eksilmiyorsa,
değerli manalar, değersiz örneklerle
anlatılır ve bu onların değerinden bir
şey eksiltmez.
Ey Mufazzal! Kuşun vücudu ve yaratılışı
hakkında düşün. Gökte uçması
takdir edilmesi sebebiyle cismi
hafifleştirilmiş ve yaratılışı
birleştirilmiştir. Dört
ayak yerine iki ayak, beş parmak yerine dört
parmak verilmiştir. Dışkı ve idrar
için iki menfez yerine ikisini birleştiren tek
menfez verilmiştir. Ayrıca ona düz
bir göğüs yaratılmıştır ki
havayı delip geçmesi ve istediği gibi gitmesi kolay olsun.
Örneğin gemi de suyu kolayca ayırması
ve ilerlemesi için benzer şekilde imal
edilmektedir. Kuşun uçuşa geçebilmesi için
kanatlarına ve kuyruğuna uzun ve
sağlam tüyler verilmiştir. Vücudunun
tamamı tüylerle kaplanmıştır ki aralarına
hava girsin ve yükselmesine yardım etsin.
Gıdasının tane, tahıl ve et olması ve
bunları çiğnemeden yutması takdir
edilmiştir. Bu sebeple de yaratılışında dişler
eksiltilmiş, ona sağlam ve sert bir gaga
verilmiştir. Gagasıyla yemeğini alır ve gagası
gevşeyip soyulmaz, eti yerken kırılmaz.
Dişleri olmamasıyla taneyi olduğu
gibi hızla yutması ve eti olduğu gibi
öğütmeden yemesi sebebiyle, içinde fazladan
bir sıcaklıkla desteklenmiştir. Bu
sayede yemeği öğütür ve çiğnemeye ihtiyaç duymaz.
Şundan ibret al ki üzüm ve benzeri diğer
meyvelerin çekirdekleri, insanın
içinden olduğu gibi çıkar; ancak
kuşların içinde öğütülür, hiçbir izi kalmaz.
Ayrıca kuşlar, uçuş sırasında
ağırlıkları olmaması için yavrularını
doğurmazlar;
yumurta bırakırlar. Çünkü yavruları tam
oluşuncaya kadar kuşun içinde
kalıyor olsaydı, ona ağırlık
verirlerdi; uçuşa kalkması ve uçmasına da engel
olurlardı. Bu şekilde her şeyin
yaratılışı, kendisine takdir edilen şeye uygun halde
yapılmıştır.
Ayrıca havada gezinen bu kuş,
yumurtaları üzerine oturur ve yavruları yumurtalardan
çıkıncaya kadar onların üzerinde bir
hafta, bazıları iki hafta, bazıları
da üç hafta kuluçkaya yatar. Daha sonra yavrusuna yönelir,
kursağı gıda
almaya uygun olacak kadar genişlemesi için
ağzıyla ağzına hava üfler. Sonra
onu yetiştirir ve beslendiği besinlerle onu
besler.
Yiyeceğini ağzıyla alıp
kursağına yerleştirdikten sonra geri çıkarıp
yavrularını
beslemesini kim ona söyledi? Akıl ve düşünme
kabiliyetine sahip olmadığı
halde ve insanın evlatlarından umduğu
gurur, yardım ve hatırlanmayı yavrularından
ummadığı halde bu meşakkate
tahammül etmesinin manası nedir? Onun
bu hareketi, bilmediği ve üzerine
düşünmediği bir sebepten dolayı yavrularına
bağlılık duyduğunun
kanıtıdır. Bu sebep ise zikri yüce olan Allah'ın lütfuyla
neslin
devamlılığını
sağlamaktır.
Tavuğun toplanmış yumurtaları ve
düzenlenmiş bir yuvası olmadığı halde
yumurtayı kanatları altında tutmak ve
yavrulamak için nasıl da telaşlandığına
bir bak! Hatta kendisine yumurta toplanıp
kuluçkaya yatıncaya ve yavrulayıncaya
kadar telaşla hareket eder, şişer,
bağırır ve yemekten kesilir. Neslin
devamlılığı
dışında böyle yapmasının ne
sebebi olabilir? Akıl ve düşünme kabiliyetine
sahip olmadığı halde neslin
devamlılığını sağlama görevini ona kim
vermiş olabilir?
Bunu yapmasının sebebi, tabiatına bu
özelliğin verilmiş olmasıdır.
Yumurtanın yaratılışından,
içinde pıhtı şeklindeki sarısından ve ince ak
sıvıdan
ibret al. Bir kısmı yavrunun
oluşması, diğer kısmı ise yumurtadan
çıkıncaya
kadar beslenmesi içindir. Buradaki planlamaya
bak.Yavrunun, hiçbir şeyin içine
girmediği o korunmuş kabuk içinde
yetişmesi takdir edilmiş olması sebebiyle, dışarı
çıkacağı zamana kadar yetecek olan
gıdası kabuk içinde var edilmiştir. Bu durum,
hiç kimsenin içeri giremeyeceği korumuş bir
zindanda hapsedilen kişi için dışarı
çıkacağı
güne kadar yetecek miktarda yemek verilmiş
olmasına benzer.
Kuşun kursağı ve bunda kuş için.
takdir edilen şey hakkında düşün. Taşlığa
ulaştıran yemek kanalı dardır.
Yiyecek buradan azar azar ilerler. Kuş, ağzıyla
bir tane daha alıp birinciyi
taşlığa göndermiyor olsaydı, beslenmesi çok uzun
sürerdi. Öyle olsaydı beslenmesini ne zaman
tamamlardı? Zira çok dikkatli
davranması sebebiyle yiyeceğini gizlice
kaparak almaktadır. Bu sebeple kuşun
kursağı, hayvanın önüne asılan yem
torbası gibi kılınmıştır. Böylece
hızlıca aldığı
yiyeceğini oraya doldurabilmektedir. Daha sonra
yavaş yavaş taşlığa gönderir.
Kuşun kursağında başka bir özellik
daha vardır. Kuşların bir kısmı, yavrularını
ağzıyla beslemek zorundadır. Bu
şekilde yiyeceği yakın yerden geri çıkarması
kolay olur.
Mufazzal şöyle dedi: Ey mevlam, ilahi
planlamayı inkâr eden bir kısım
insanlar, kuşlardaki renk ve biçim farklılıklarının;
farklı türlerin karışması,
miktarlarının tesadüf ve ihmal sonucu
değişmesi sonucunda ortaya çıktığını
ileri sürmektedirler.
İmam Cafer-i Sâdık (a.s) şöyle buyurdu:
Ey Mufazzal! Tavus kuşları, turaç
kuşları ve sülün kuşlarında gördüğün
desenler, kalemle çizilmiş gibi
orantılı ve karşılıklı durmaktadır.
Plansız bir karışım
nasıl olur da değişmeyen tek bir biçim
getirebilir? Plansız olsaydı, orantılı
olmazdı ve birbirinden farklı olurdu.
Kuşların tüylerini düşün; ince ipliklerle
dokunmuş elbise gibi olduğunu görürsün.
İplik üzerine iplik, kıl üzerine kıl örülmüşçesine
birbirine sarılmıştır. Sonra bu
dokumayı esnettiğinde biraz açıldığını,
arasında rüzgâr girdiğinde birbirinden
ayrılmadığını görürsün. Kuş uçarak
yükseldiğinde
tüylerin ortasında kalın ve sağlam bir
çubuk görürsün. İplik misali
tüyler, o çubuğun üzerine dokunmuştur ki
sağlam bir şekilde tutsun. Bu çubuk,
tüylerin ortasındaki kamıştır. Bu
sağlamlığına rağmen, kuşa ağırlık
vermemesi
ve uçuşunu engellememesi amacıyla içi
boştur.
Ey Mufazzal! Uzun bacakları olan kuşu gördün
mü? Uzun bacaklı olmasının
ona ne faydası olduğunu biliyor musun? Bu
kuş, daha çok sığ göllerde bulunur.
Uzun bacaklarıyla gözlemevi üzerindeki gözcü
gibidir. Sudan geçen canlıları
gözetler. Yiyebileceği bir canlı
gördüğünde, hafıf adımlarla ilerler ve alıp yer.
Bacakları kısa olsaydı ve
avının peşinden kısa bacaklarıyla gitseydi, karnı
suya
değer ve suyu
karıştırırdı. O zaman da hayvan korkar ve
kaçardı. Bu sebeple bu
kuş için o iki direk yaratıldı ki
ihtiyacına ulaşabilsin ve çabası boşa gitmesin.
Kuşun yaratılışındaki
tedbirler hakkında düşün. Nitekim bacakları uzun
olan her kuşun uzun boyunlu olduğunu
görürsün. Böylece yiyeceğini yerden alabilir.
Bacakları uzun, ancak boynu kısa
olsaydı, yerden bir şey alamazdı. Uzun
boynunun yanında bazıları uzun gagayla
da desteklenmiştir ki işi daha da kolaylaşsın
ve daha mümkün olsun. Görmüyor musun ki
yaratılışta neye bakarsan
son derece doğruluk ve hikmet üzere olduğu
görülüyor. Küçük kuşların nasıl da
yiyeceklerini gündüz vakti aradıklarına bak.
Yiyeceği bulunmaz değildir; ancak
bir yerde toplanmış ve hazır da
değildir. Yiyeceğine hareket ve araştırma sonucu
ulaşabilir. Tüm yaratılmışlar da
öyledir.
Rızkı takdir edeni tenzih ederim ki
nasıl takdir etmiştir! Canlılar ihtiyaç
duydukları halde o rızkı
ulaşılmaz kılmamıştır. Ancak bol ve kolayca
ulaşılabilir
de kılmamıştır. Böyle olması
yararlı olmazdı. Çünkü rızık hazır ve
toplanmış olsaydı,
hayvanlar sürekli üzerinde durur, şişip
helak oluncaya kadar da kalkmazlardı.
İnsanlar da başıboşluk ve
şımarıklık derecesinde boş vakte sahip olurlardı.
Böylece bozulmalar artar ve aşırı
günahlar ortaya çıkardı.
Baykuş, peçeli baykuş, yarasa gibi
yalnızca geceleri çıkan kuşların neyle
beslendiklerini biliyor musun?
Mufazzal Hayır ey mevlam. dedi.
İmam Cafer-i Sâdık (a.s) şöyle devam
etti:
Bunlar; havada yayılan sinekler, kelebekler,
çekirge ve arı benzeri canlılarla
beslenirler. Nitekim bu türler havada
yayılmış durumdadır ve var olmadıkları
bir yer yoktur. Şundan ibret al ki gece vakti
çatıya ya da avluya bir kandil
koyduğunda bu tür canlılardan çok
sayıda üzerine toplandığını görürsün. Tüm
bunlar yakında olmasalardı nereden
gelirlerdi? Birisi eğer Çöllerden ve kırlardan
geliyorlar. derse, ona O halde uzak yerlerden
nasıl bir anda ulaşabilirler?
cevabı verilir. Ayrıca bu uzaklıktan
evlerle çevrili bir evdeki kandili nasıl
görebilirler ki uzaktan gelsinler? Ancak yakın
yerden kandil etrafına üşüştükleri
görülmektedir. Bu da havanın her yerinde
yayılmış olduklarını göstermektedir.
Bu tür kuşlar, dışarı
çıktıklarında bu canlıları ararlar ve bunlarla
beslenirler. Al
lahın, yalnızca geceleri çıkan bu
kuşlar için nasıl da havada yayılmış canlılarla
beslenmelerini takdir ettiğine bak! Bununla
birlikte bu türlerin yaratılmasındaki
manayı da bil. Zira birileri bu
canlıların fazlalık olduklarını ve manasız yere
var
olduklarını sanabilir.
Yarasa, kuşlar ve dört ayaklı hayvanlar
arasında çok ilginç bir yaratılışa
sahiptir. Hatta dört ayaklı hayvanlara daha
yakındır. Nitekim gözle görülür kulakları,
dişleri ve kılları vardır. Gebe
kalarak doğurur, emzirir, idrarını yapar
ve yürüdüğünde dört ayak üzerinde yürür. Tüm bu
özellikler, kuşların özelliklerinden
farklıdır. Ayrıca yarasa da gece
dışarı çıkıp havada yayılan kelebek ve
benzeri canlılarla beslenen türlerdendir.
Kimileri yarasaların bir yiyeceği olmadığını,
yalnızca havayla beslendiklerini ileri
sürmüştür. Ancak bu düşüncenin iki
açıdan yanlış ve batıl olduğu
görülür. Birincisi, yarasadan çıkan dışkı ve idrardır.
Çünkü yiyecek olmadan bu durum gerçekleşmez.
Diğeri ise dişleri olmasıdır.
Hiçbir şey yemiyor olsaydı, dişleri
olmasının bir manası olmazdı. Yaratılışta
ise
manasız bir şey yoktur. Faydaları ise
bilinmektedir. Hatta gübresi dahi bazı işlerde
kullanılmaktadır. En büyük faydalarından
birisi de şanı yüce yaratıcının
kudretine ve kudretini birtakım faydalar için
istediği gibi kullandığına delil olan
şaşkınlık verici
yaratılışıdır.
Kuyruksallayangillerden olan küçük kuş ise bir
zaman ağaçların birinde
yuva yapmıştı. Büyük bir
yılanın ağzını açmış halde onu yutmak için
yuvasına
doğru geldiğini gördü. Kuş huzursuz
olup kurtulma yolu aradığı sırada dikenli
bir dal parçası buldu ve yılanın
ağzına attı. Yılan ise kıvranıp dönerek öldü.
Sana bunu anlatmasaydım, dikenli bir dal
parçasının böyle büyük bir faydası
olacağı ya da küçük veya büyük bir
kuşun böyle bir çare bulacağı senin aklına
ya da bir başkasının aklına gelir
miydi? Bundan şu dersi çıkar ki pek çok şeyin
faydaları vardır; ancak yalnızca bir
olay olunca ya da haberi işitilince anlaşılır.
Arılara ve balı yapımı için
nasıl toplandıklarına ve kovanları nasıl
hazırladıklarına
bak. Toplanmalarındaki bilgi inceliklerini gör.
Nitekim yapılan işi
üzerine düşündüğünde,
şaşırtıcı ince ayrıntıları
olduğunu görürsün. Yapılan
ürün üzerine düşünürsen de insanlar için ne kadar
önemli ve değerli olduğunu
görürsün. İşi yapanlara bakarsan da her
şeyden önce kendinin farkında olmayan
bilinçsiz bir varlık olduğunu görürsün.
Nitekim bu durum, bu zanaattaki
doğruluk ve hikmetin arıya ait
olmadığını, insanların yararlanmaları için onu o
şekilde yaratan ve fıtratına bu
özelliği veren yaratıcıya ait olduğunu kanıtlayan
apaçık bir delildir.
Çekirgelerin ne kadar zayıf olduklarına, ama
aynı zamanda ne kadar güçlü
olduklarına bir bak. Nitekim
yaratılışına bakarsan, en zayıf varlıklardan
birisi
gibi görürsün. Ancak askerlerini bir şehre
yönlendirdiğinde, hiç kimse şehrini
ondan koruyamamaktadır. Görmüyor musun ki
yeryüzünün krallarından birisi,
ülkesini çekirgelerden korumak için tüm
atlılarını ve piyadelerini toplasa buna
gücü yetmez. Yaratıcının en zayıf
yaratığını en güçlü yaratıklarına göndermesi
ve güçlülerin bu zayıf yaratığa güç
yetirememesi, yaratıcının kudretine olan delillerden
değil midir? Yeryüzü üzerinde nasıl da sel
gibi akıp gittiklerine, ovaları,
dağları, köyleri ve şehirleri
nasıl da örttüklerine bir bak! O kadar ki çokluğuyla
güneşin ışığını
dahi kapatmaktadır. Bu iş insan gücüyle yapılıyor
olsaydı, bu
çokluğu haç zamanda gerçekleştirebilir ve
kaç yılda bu kadar yükseltebilirdi? O
halde bunda, hiçbir şeyin zor ve çok
gelmediği kudretin delilini gör.
Balığın yaratılışı
ve takdir edildiği yer için uygunluğu üzerine düşün. Suda
yaşaması sebebiyle yürümeye ihtiyaç
duymadığı için balığa ayak
yaratılmamıştır.
Suya dalmış halde nefes alamayacağı
için de balığa akciğer yaratılmamıştır.
Ayak yerine güçlü yüzgeçler
yaratılmıştır. Denizcinin kayıkta kürekleri iki yana
vurması gibi yüzgeçlerini iki yana vurur. Bedeni
de zararlardan korunmak için
zırh ve zincir zırh gibi birbirine giren
sağlam kabuklarla kaplamıştır. Gözlerinin
zayıf olması ve suda net görememesi
sebebiyle güçlü koku alma duyusuyla desteklenmiştir.
Böylece çok uzaktaki yiyeceğinin kokusunu
alır ve gidip yer. Öyle olmasaydı
yiyeceğini ve yerini nasıl bilebilirdi? Bil
ki ağzından solungacına kadar
menfezler vardır. Suyu ağzıyla
alır, solungacına gönderir. Diğer hayvanlar
bu havayı teneffüs ettiklerinde nasıl fayda
görüyorlarsa balık da bu şekilde faydasını
görür.
Şimdi de neslinin çokluğu ve bu konuda ona
verilen özellikler üzerine düşün.
Nitekim tek bir balığın içinde
sayılamayacak çoklukta yumurta olduğunu görürsün.
Balıkla beslenen hayvanlara yetmesi için bu
şekilde takdir edilmiştir. Öyle ki
birçok hayvan balıkla beslenmektedir. Hatta
yırtıcı hayvanlar dahi ormanların
kenarlarında bulunan derelere yönelmektedirler.
Suyun kenarından balığı gözetler,
balık geçtiğinde ise onu kaparlar.
Yırtıcı hayvanlar balıkla besleniyor, kuşlar
balıkla besleniyor, insanlar balıkla
besleniyor ve balıklar da balıkla besleniyor.
Bu sebeple ilahi tedbir, balıkların bu
çoklukta olmasını gerektirmiştir.
Eğer yaratıcının hikmetinin ne
kadar geniş ve yaratılanların ilimlerinin
de ne derece dar olduğunu görmek istiyorsan,
denizlerdeki balık türlerine, su
hayvanlarına, deniz kabuklarına ve
sayılamayan, faydaları da bilinmeyen diğer
türlere bak. Bunların faydaları ancak ortaya
çıkan sebeplerle insanlar tarafından
azar azar keşfedilmektedir. Örneğin
kırmız böceği(1)... İnsanlar bu
hayvanın
boyasını şu hadiseyle keşfettiler:
Deniz kenarında dolaşan bir köpek, salyangozun
bir türüne rastladı ve onu yedi. Salyangozun
kanı, köpeğin ağzına bulaştı.
İnsanlar bu rengin ne kadar güzel olduğunu
gördüklerinde, onu boya olarak
kullandılar. İnsanlar, buna benzer
faydaları zaman geçtikçe ve farklı durumlar
ortaya çıktıkça keşfedeceklerdir.
-------------------------------------
(1) Kırmız böceği (Kermes), kırmız meşesi
üzerinde yaşayan ve kırmız denen
kırmızı renkte boyar madde elde edilen
kabuklu bit cinsidir.
Mufazzal der ki: Öğle vakti girdiğinde mevlâm
namaza kalktı ve Yarın
inşallah yanıma erken gel. dedi.
Ben de öğrendiklerimin mutluluğu ve verilen
ilimlerin sevinciyle yanından
çıktım. Allah'ın bana vermiş
olduğu bu nimet için hamd ediyordum. O
gecemi mutlu ve sevinçli geçirdim.
Mufazzal der ki: Üçüncü gün olduğunda
mevlamın yanına erken gittim.
İçeri girmem için bana izin verildi. İçeri
girdiğimde oturmama izin verdi,
ben de oturdum. Şöyle buyurdu:
Bizi seçen ve bizim üzerimizde kimseyi seçmeyen
Allah'a hamdolsun. Bizi
ilmiyle seçti ve lütfuyla destekledi. Bizden
sapanın varacağı yer ateştir. Ulu
ağacımızın
gölgesinde gölgelenenin yeri cennettir.
Ey Mufazzal! Sana insanın
yaratılışını, bundaki tedbirleri, halden hale
degişimini
ve ibret alınacak yönlerini sana anlattım.
Daha sonra hayvanların hallerini
anlattım.
Şimdi ise gökyüzünü, güneşi, ayı,
yıldızları, geceyi, gündüzü, sıcağı,
soğuğu,
rüzgârları, dört element olan toprak, su, hava ve
ateşi, yağmuru, kayaları, dağları,
çamuru, taşları, madenleri, bitkileri, hurma
ağaçlarını ve (diğer) ağaçları,
bunlardaki delilleri ve ibretleri
anlatacağım.
Gökyüzünün rengi ve bundaki doğru tedbir üzerine
düşün. N itekim bu renk,
göz için ve gözün güçlenmesi için en uygun renktir.
Hatta hekimler, görme duyusu
zarar gören insanlara, sık sık maviye ve
siyahlığa çalan koyu maviye bakmalarını
öğütlerler. Maharetli hekimler, gözü yorulan
insanlara, su dolu mavi havuza
bakmalarını tavsiye ederler.
O halde gökyüzüne bakan gözleri korumak ve uzun uzun
bakmaları sonucu
zarar vermemek için ulu ve yüce Allah'ın
nasıl da gökyüzünü maviden(1) siyaha
değişen bir renge boyadığına
bir bak! İnsanların akıl, fikir ve tecrübe sonucu
idrak ettikleri bu durum, kendilerinin bir etkileri
olmaksızın yaratılışta var edilmiştir.
İbret alanların ibret alması, inkâr edenlerin
de düşünmeleri için yüce bir
hikmettir. Allah onlarla savaşsın
nasıl da haktan saptırılıyorlar!(2)
Ey Mufazzal! Gece ve gündüz devletlerini
oluşturmak için güneşin doğuşu
ve batışı hakkında düşün.
Güneş hiç doğmasaydı, dünyanın tüm işleri dururdu.
İnsanlar, dünya karanlıkken geçimlerinin
peşine düşmez ve işlerini yapmazlardı.
Işığın zevkini ve
rahatlığını kaybetmişken yaşamdan keyif
almazlardı. Güneşin
doğuşundaki faydalar aşikârdır;
uzun uzun anlatmaya ve fazlaca açıklamaya
-------------------------------------------------------
(1) Gökyüzünün mavi olması olayını fizik bilimi güneş
ışınlarının kırılması sonucu
şeklinde açıklamaktadır.Ancak tüm
renkler içinde ışığın kırılması sonucu
niçin sadece
mavi renk yansıtılmaktadır sorusuna
tatmin edici bir cevap yoktur. Keza okyanusların
mavi olmasını ışık
kırılması olarak açıklarken, mavi olmasına dair bir
cevap yoktur. (Yayıncı.)
(2) Tevbe 30. ayet.
gerek kalmayacak kadar açıktır. Ancak sen,
batışındaki faydalar üzerine düşün.
Nitekim güneş batmıyor olsaydı,
insanlar dinlenemez ve durulamazlardı. Oysa
bedenlerinin istirahat etmesi, duyularının
toparlanması, yemeklerin sindirilmesi
için sindirim görevinin yerine getirilmesi ve
gıdaların uzuvlara iletilmesi i için bu
sükünet ve rahatlamaya çok ihtiyaçları
vardır.(1)
Ayrıca güneş batmıyor olsaydı,
bedenlerini helak edercesine işe devam etme
ve işi uzatma hırsları olurdu. Nitekim
pek çok insan, bu gecenin karanlığı üzerlerine
çökmüyor olsaydı, daha fazla kazanma, toplama ve
biriktirme hırsıyla
dinlenemez ve durulamazlardı. Ayrıca o zaman
yeryüzü, güneşin sürekli ışık vermesi
sebebiyle ısınmaya devam ederdi ve
üzerindeki tüm hayvanları ve bitkileri
ısıtırdı. Bu sebeple Allah,
hikmeti ve tedbiriyle bir vakit doğmasını ve bir vakit
batmasını karar kılmıştır.
Bunun örneği, evdeki lamba gibidir; ev halkı işlerini
görünceye kadar belli bir vakit yanar, sonra dinlenip
sükünete ermeleri için belli
bir vakit söndürülür. Böylece ışık ve
karanlık, birbirlerine zıt olmalarına rağmen,
âlemin düzeni ve maslahatı için birbirlerini
takip etmekte ve birbirlerine
destek olmaktadırlar.
Daha sonra yılın bu dört mevsimini(2)
oluşturmak için güneşin yükselişi ve
düşüşü, bu konudaki tedbir ve faydalar
üzerine düşün.
Kış mevsiminde ağaçlardaki ve
bitkilerdeki sıcaklık düşer, böylece meyve
maddeleri oluşur. Hava yoğunlaşır,
yoğun havadan bulut ve yağmur oluşur.
Hayvanların bedenleri çeker ve güçlenir.
İlkbaharda harekete geçer ve kışın
oluşan maddeler ortaya çıkmaya başlar.
Böylece bitkiler çıkar, ağaçlar
yeşerir, hayvanların çiftleşme güdüleri harekete
geçer. Yaz mevsiminde hava ısınır,
meyveler olgunlaşır, beden artıkları çözülüp
ayrışır, yerin üstü hurur ve
inşaat ile işlere hazır hale gelir. Sonbaharda hava
temizlenir, hastalıklar kalkar, bedenler
iyileşir ve gece uzar. O zaman, gecenin
uzunluğu sebebiyle bazı işleri yapmak
mümkün hale gelir. Başka faydalar için de
hava düzelir. Tüm bu faydaları anlatacak olsam
sözü uzatmış olurum.
Şimdi ise bir yılı tamamlamak için
güneşin on iki ay arasında intikal etmesi
ve bundaki tedbirler üzerine düşün. Nitekim
kış, ilkbahar, yaz ve sonbahar
olmak üzere yılın dört mevsimi bu döngüyle
gerçekleşir ve eksiksiz tamamlanır.
Güneşin bu miktar döngüsüyle mahsuller ve
meyveler elde edilir ve amaçlarına
ulaşırlar. Sonra başa dönüp yeniden oluşur
ve yetişirler.
Görmüyor musun ki bir yılın miktarı(3),
güneşin koç burcu gününden koç
burcu gününe kadardır. Dolayısıyla
Allah'ın âlemi yarattığı günden beri, tüm
vakit ve zamanlarda ve geçmiş asırlarda
zaman, yıl ve benzeri ölçülerle ölçülmektedir.
----------------------------------------
(1) Biyolojik saat denilen insan iradesi, bilincinden habersiz
işleyen metabolizma kalp
kastır ve bu kasın
kasılmasını sağlayan gücü düşünmek gerekir.
(Yayıncı)
(2) Mevsimlerin oluşmasını Astronomi-Astrofizik bilimleri
dünya eksenindeki 23927"
eğikliğe bağlı olarak
açıklamaktadır. (Yayıncı)
(3) Dünya güneşin çevresinde elips bir yörüngede döner.
Dolayısıyla yörüngedeki
bir noktanın sabit alınması sonucu 1
yıllık zaman dilimi oluşur. (Yayıncı)
İnsanlar, yaşlarını, borç
zamanlarını, kiralarını, aralarındaki ticari
işlemleri ve diğer işlerini bununla
ölçerler. Güneşin döngüsüyle yıl tamamlanır
ve zaman hesabı doğru bir şekilde
yapılmış olur.
Güneşin dünya üzerine doğuşunun
nasıl takdir edildiğine bir bak(1). Nitekim
semanın belli bir yerine kadar doğup duyuyor
olsaydı, ışığı ve faydaları pek
çok yöne ulaşmamış olurdu. Çünkü
dağlar ve duvarlar engel olurlardı. Böylece
günün ilkinde doğudan doğması ve
batı tarafından karşısına çıkan yerleri
aydınlatması takdir edildi. Sonra yönden
yöne dönüp ilerler ve batıya kadar devam
eder. Böylece günün başında örtülü kalan
yerlere ulaşmış olur ve tüm bölgeler
güneşin faydasından ve takdir edilen amaçtan
payını almış olur.
Güneş bir yıl veya bir yıldan kısa
bir süre doğmasaydı insanların hali nice
olurdu? Hatta nasıl hayatta kalabilirlerdi?
İnsanlar, kendilerinin hiçbir çare
üretemeyecekleri bu yüce olayların nasıl
takdir edildiğini, dünyanın düzeni ve
içindekilerin bekası için güzergahında
ilerlediğini, aksamadığını ve belirlenen vakti
geçirmediğini görmezler mi?
Ayın delillerine bak! Ayda büyük bir kılavuz
vardır. İnsanlar bu kılavuzu, ayları
bilmek için kullanırlar. Ancak yılın
hesabı bu kılavuza göre bilinmez; çünkü döngüsü,
dört mevsimi ve meyvelerin oluşup
olgunlaşmasını tamamlamamaktadır.Bu sebeple
kameri aylar ve yıllar, şemsi aylar ve
yıllardan geri kalmaktadır.Kameri ayların her birisi,
zaman değiştirip bazen kış
mevsimine, bazen yaz mevsimine denk gelmektedir.
Gece vakti ayın aydınlatması ve bundaki
faydalar üzerine düşün. Zira hayvanların
sakinleşmeleri ve bitkiler için havanın
soğuması için karanlık gerekli
iken, gecenin tamamen karanlık olması,
hiçbir ışığın olmaması ve hiçbir işin
yapılamamasında bir fayda yoktur. Çünkü
insanlar, gündüz işlerini tamamlamak
için yeterli vakit bulamadıklarında ya da
şiddetli ve aşırı sıcaklar sebebiyle,
tarlanın sürülmesi, süt sağımı,
odun kesimi gibi pek çok işi ay ışığında
yapabilirler.
Bu sebeple ay ışığı, ihtiyaç
halinde insanların geçimleri için bir yardımcı ve
yürüyenler için bir ünsiyet olarak karar
kılınmıştır.
Gecenin bir kısmında çıkar, bir
kısmında çıkmaz. Bununla birlikte güneşin
nuru ve ışığından düşük
tutulmuştur ki insanlar, gündüz çalıştıkları gibi gece
de
aynı yoğunlukta
çalışmasınlar. Aksi takdirde dinlenip durulmaz ve helak
olurlardı.
Ayın hareketlerinde; özellikle de hilalleri,
belirli gecelerde görülmemesi,
artması, eksilmesi ve tutulmasında, ibret
alanların gördükleri üzere dünyanın
düzeni için onu yaratan ve onu bu şekilde
yönlendiren Allah'ın kudretine bir
hatırlatma vardır.
------------------------
(1) Güneşin ufukta yükselmesi, yer değiştirmesi yerin kendi
çevresindeki yaklaşık 24 saatlik
dönüşü neticesindedir. (Yayıncı)
Ey Mufazzal! Yıldızlar ve farklı güzergâhları
üzerine düşün. Bir kısmı felekteki
yerinden ayrılmazken ve yalnızca toplu halde
yol alırken, bir kısmı serbest
şekilde burçlar arasında intikal eder ve
güzergâhında ayrılır. Bu şekilde her bir
kısım, iki farklı şeklide yol
alır. Birisi geneldir; felekle beraber batı yönünde hareket
eder. Diğeri ise kendine özgüdür ve doğuya
doğru hareket eder. Bunun örneği,
değirmen taşı üzerindeki karınca
gibidir; değirmen taşı sağa doğru dönerken,
karınca sola doğru döner. Karınca o
durumda iki farklı şekilde hareket etmektedir.
Birisi kendi başına hareket etmesi ve öne
doğru yönelmesidir. İkincisi ise
zorunlu olarak değirmen taşıyla
birlikte geriye gitmesidir.
Yıldızların ihmal sonucu, hiçbir
planlayanı ve yaratanı olmadan bu şekli
aldıklarını iddia edenlere sor;
hepsinin tek düzen olmasını ya da hepsinin kendi
başına taşınmasını
engelleyen nedir? Çünkü ihmal, tek anlamdır. O halde belli
bir ölçü ve takdir üzere iki farklı hareketin
meydana gelmesinin sebebi nedir? Bu
durumda iki takımın belli bir bilinç, plan,
hikmet ve takdir üzere yol aldıklarının
delili görülmektedir ve Muattıla
fırkasının iddia ettikleri gibi ihmal sonucu
olmadığı
anlaşılmaktadır.
Birisi Neden yıldızların bir
kısmı düzenli, diğer bir kısmı farklı hareket
edecek şekilde yapıldı? diye soracak
olursa, şöyle cevap veririz: Tamamı düzenli
olsaydı, farklı hareket edenlerin her bir
burçta hareket etmesinden kaynaklanan
yol gösterme özelliği iptal olurdu.
Güneşin ve yıldızların
menzillerinde hareket etmeleri, dünyada meydana
gelen birtakım olaylara kılavuzluk
etmektedir. Tamamı farklı hareket ediyor
olsaydı, o zaman da tespit edilecekleri belirli
menzilleri ya da çizgileri olmazdı.
Zira yer üzerinde yürüyen kişinin sabit olan
yerlerden geçmesi ve bu şekilde
gittiği yolun anlaşılması gibi,
hareketli yıldızlar da düzenli yıldız burçları içinde
hareket etmeleri sonucunda tespit edilebilmektedir.
Tek halde hareket ediyor
olsalardı, düzeni karışır ve
faydaları ortadan kalkardı. O zaman birileri, bizim
anlattığımız fayda yönleriyle ilgili
olarak, yıldızların tek halde olmalarının ihmal
sonucu olduğunu söyleyebilirlerdi.
Dolayısıyla güzergahının farklılığı,
hareketleri,
bundaki faydalar ve amaçlarda, bilinç ve plan sonucu
yapıldığının en
açık delili vardır.
Ülker, Gemini, Procyon, Sirius ve Kanopus gibi
yılın bazı zamanlarında ortaya
çıkan ve diğer bazı zamanlarında
gözlerden kaybolan yıldızlar üzerine düşün.
Hepsi aynı zamanda görünüyor olsalardı,
içlerinden birisinin tek başına bir
kılavuzluğu olmazdı ve insanlar
bazı işleri için onu görüp yollarını bulmazlardı.
Örneğin şu anda İkizler ve Boğa
yıldızlarının bir zaman görünmeleri ve bir
zaman görünmemelerinin bu yönde faydasını
görmektedirler. Böylece her birisi
bir başına verdiği işaretle
insanların faydalanmaları için birbirlerinden farklı
zamanlarda ortaya çıkmaktadırlar. Aynı
şekilde Ülker ve benzerleri de birtakım
faydalar için bir zaman görünür ve bir zaman görünmez
olmuşlardır. Diğer yandan
Büyük Kepçe yıldızları ise başka
bir fayda için sürekli görünür olmuşlardır.
Bunlar, kara ve denizlerde belirsiz yollarda
insanların yol bulacakları işaretler
gibidir. Zira asla kaybolmaz ve gizlenmezler. Bu
şekilde insanlar, istedikleri zaman
istedikleri yollarda bu yıldızlar üzerinden
yollarını bulmaktadırlar. Her iki
durum birbirinden farklı olmasına
rağmen, amaç ve fayda için ayarlanmıştır.
Ayrıca tarım, ekim, kara ve deniz
yolculuğu, yağmur, rüzgâr, sıcak ve soğuk gibi
zamansal olaylar benzeri pek çok alanda zamanı
gösteren başka alametleri ve
kılavuzlukları da vardır. Yolcular,
gece karanlığında 1ssız çölleri ve büyük denizleri
geçmekte onlardan kılavuzluk alırlar.
Göğün ortasında görünüp kaybolmaları,
doğmaları ve batmalarında ibretler
vardır. Nitekim en hızlı şekilde
yol almaktadırlar. Güneş, ay ve yıldızlar, gerçek
hızlarını görecek kadar bize yakın
olsalardı, bazı zamanlarda havada ardı
ardına görünen ve parıldayan
şimşeklerde olduğu gibi parıltıları ve
ışıklarıyla
sürekli gözlerimizi almazlar mıydı?
Aynı şekilde insanlar sürekli hızla dönüp
duran lambaların olduğu bir kubbenin
altında olsalardı gözleri şaşar ve baygın
düşerlerdi. O halde gözlere zarar vermemesi ve
yaralamaması için nasıl da uzağın
uzağında yol almalarının takdir
edildiğine ve güzergâhlarında almaları gereken
yoldan geri kalmamak için de nasıl en
hızlı şekilde ilerlediklerine bir bak!
Ayrıca yıldızlara bir parça da
ışık verilmiştir ki ay olmayan gecelerde
ışığın
yerini tutsun ve ihtiyaç halinde hareket etmek mümkün
olabilsin. Nitekim bazen
ihtiyaç halinde insanın gece
karanlığında dışarı çıkması gerekir.
Önünü görebileceği
bir ışık olmazsa yerinden hareket
edemezdi.
O halde bu takdirdeki incelik ve hikmet üzerine
düşün! İhtiyaç sebebiyle
karanlığa bir dönem ve süre belirlenmiş
ve bahsettiğimiz amaçlar için de o karanlığa
bir parça ışık verilmiştir.
Güneşi, ayı, yıldızları ve burçlarıyla bu felek
hakkında düşün! Daha önce de
anlattığım üzere yeryüzünde bulunan türlü hayvanların
ve bitkilerin çeşit çeşit ihtiyaçları
için gece ile gündüzün değişimini sağlamak
ve yeryüzünde ardı ardına gelen dört mevsimi
oluşturmak amacıyla bu
takdir ve ölçü üzere dünya üzerinde sürekli deveran
halindedir.(1)
Bu işin takdir edenin takdiri, hikmet sahibi bir
takdir edicinin doğru kararı
ve hikmeti olduğu akıl sahiplerine
aşikâr değil midir? Birisi bu durumun tesadüfen
meydana geldiğini söylerse, bu kişi neden
ağaçları ve bitkileri olan bir bahçeyi
dönerek su çekip sulayan dolap için aynı
şeyi söylemez? O bahçe ve bahçede
olanların faydası için dolaptaki her
şeyin planlı bir şekilde birbirine
bağlandığını
görürsün. Bunu söylese dahi bu iddiasını
nasıl ispat ederdi? Bu iddiasını işiten
insanlar da ona ne söylerlerdi? Bir toprak
parçası için az bir çabayla yapılmış
tahta dolap için yapanı ve planlayanı
olmadığı söylenemiyorsa, insanların zihinlerinin
algılayamayacağı hikmette, tüm yeryüzü
ve üzerindekilerin faydaları
---------------------------
(1) Astronomi-Astrofizik bilimlerine dair İmam Cafer-i Sadık
(a.s.) öyle ince nükteler
vermektedir ki bunların ancak konuya merakı
olanlar ya da ilgili alanın uzmanları anlayabilir.
Bu bilgilere günümüz dünyası ancak
yüzyıllarca sürekli gözlem yaparak ulaşabilmiştir.
(Yayıncı)
için yaratılmış bu en büyük dolap için
yapanı ve planlayanı olmadan tesadüfen
ortaya çıkmış olduğu söylenebilir
mi? Zanaat ve benzeri alanlarda kullanılan
aletlerin arızalanmaları gibi bu felek de
arızalansa, insanlar düzeltmek için ne
yapabilirlerdi?
Ey Mufazzal! Gündüz ve gecenin süreleri üzerine
düşün, nasıl da yaratılmışların
faydalarına uygun şekilde
ayarlanmış! Her birisi uzadığında varacağı
sınır on beş saattir, bunu aşmaz.(1)
Gündüzün süresi yüz saat veya iki yüz saat
olsaydı, yeryüzündeki tüm hayvanlar ve bitkiler
helak olmaz mıydı?(2) Hayvanlar,
tüm bu süre boyunca sakinleşmez ve
durulmazlardı. Sığırlar, gün ışığı
devam
etseydi otlamayı kesmezlerdi. İnsan da
iş ve hareketten kesilmezdi. Bu durum,
hepsini helak ve telef ederdi. Bitkiler üzerindeki gün
sıcaklığı ve güneşin ışıkları
uzun sürerdi, böylece kuruyup yanarlardı.
Aynı şekilde gece de bu kadar süre
devam edecek olsaydı, farklı hayvan
türlerinin hareket etmelerini ve rızıkları
peşinden gitmelerini engellerdi. Durum böyle
olduğunda ise açlıktan ölürlerdi.
Bitkilerdeki doğal sıcaklık da
soğur, bunun üzerinde küflenir ve bozulurlardı.
Nitekim güneş görmeyen yerdeki bitkiye ne
olduğunu görüyorsun.
Şu sıcak ve soğuktan ibret al.
Nasıl da yılın dört mevsimini oluşturmak ve
bundaki faydaları sağlamak için artma,
eksilme ve mutedil olma şeklinde dünyayı
ele alıp işlerini yapıyorlar!
Ayrıca sıcak ve soğuk, bedenlerin
sürekliliği ve faydası için tabaklama görevini
yerine getiriyorlar. Nitekim sıcak ve soğuk
olmasaydı ve bedenleri elden
geçiriyor olmasalardı, bedenler bozulur, zarar
görür ve helak olurdu. Birisinin
diğerinin içine tedricen ve yavaş yavaş
girmesi hakkında düşün. Birisinin yavaş
yavaş eksildiğini ve diğerinin
yavaş yavaş arttığını görürsün. Böylece her
birisi
ulaşacağı en yüksek artış
veya azalmaya tedricen ulaşmış olur. Birisi diğerine
birden giriyor olsaydı, bu durum bedenlere zarar
verir ve insanları hasta ederdi.
Örneğin sıcak hamamdan direkt soğuk
yere çıksanız, bu durum size zarar verir
ve bedeninizi hasta eder. O halde Allah bu sıcak
ve soğuk geçişlerinin neden tedricen
olmasını karar kıldı? Birden
olacak değişimin zararından korumak için değil
midir? Ayrıca belli bir plan olmasaydı neden
hızlı geçişin zararından koruyacak
bir sistem var oldu?(3)
Birisi sıcak ve soğuğun tedricen
girmesinin, güneşin yükselmekte ve alçalmaktaki
yavaşlığı sebebiyle olduğunu
söylerse, güneşin yükselme ve alçalmadaki
yavaşlığının sebebi sorulur.
İki doğu arasındaki uzaklıktan dolayı olduğunu
söylerse, bunun sebebi sorulur. Bu sorular sonuna
kadar devam eder ve sonunda
bilinç ve plan olduğu sonucuna varılır.
------------------------------
(1) Yazın gündüzler uzun kışın kısadır.
Güneş ışınlarının dik düştüğü alan
dönenceler
arasındadır. Dönencelerdeki en uzun gündüz
15 saattir. (Yayıncı)
(2) Yazın gündüzler uzun kışın kısadır.
Güneş ışınlarının dik düştüğü alan
dönenceler arasındadır.
Dönencelerdeki en uzun gündüz 15 saattir.
(3) Atmosferin varlığı ısı
alışverişi, ışığın
kırılmasını, ses iletimini, biyolojik olarak insan vücudu
için basıncın olmasının nedenidir.
Atmosfer olmasaydı-Uydumuz Ay gibi-güneş doğduğu anda
birden *1359C sıcak, battığı anda
-1359C olurdu. Yani gündüz bölgesi çok sıcak gece bölgesi çok
soğuk olurdu. (Yayıncı)
Sıcak olmasaydı, sert ve acı meyveler
olgunlaşmaz, yumuşamaz ve tatlılaşmazdı.
O zaman insanlar, meyvelerin yaş ve kuru
hallerinden faydalanamazlardı.
Soğuk olmasaydı, ekinler insanların
gıda ihtiyaçlarını karşılayacak ve
tohumluk ayıracak kadar bu şekilde filiz
vermez ve bu derece çok sayıda artmazlardı.
Sıcak ve soğuğun ne denli zenginlik ve
fayda sağladıklarını görmüyor
musun? Her ikisi de sağladıkları
zenginlik ve faydalara rağmen ağrı ve sızılara
sebep olmaktadırlar. Bunun da dünyanın ve
dünyada olanların faydaları için
hikmet sahibi bir planlayıcıdan
kaynaklandığına dair düşünenler için ibret ve
delil vardır.
Ey Mufazzal! Sana rüzgârı ve rüzgârın
özelliklerini hatırlatırım. Görmez
misin ki rüzgâr durduğunda neredeyse canları
alacak gibi olur, sağlıklı insanları
hasta eder, hastaların durumlarını
ağırlaştırır, meyveleri bozar, bakliyatı
küflendirir,
bedenlere veba mahsullere afet getirir. Bu da
gösteriyor ki rüzgârın esmesi,
canlıların faydası için hikmet
sahibinin tedbirindendir.
Hava hakkında bir başka özelliği de
sana söyleyeyim. Ses, havadaki cisimlerin
titreşmesi sonucunda meydana gelen bir izdir.
Hava da oluşan sesi kulaklara
ulaştırır. İnsanlar, gün boyu ve
gecelerinin bir kısmında ihtiyaçları ve işleri
hakkında konuşmaktadırlar. Bu sözlerin
izi, yazının kâğıtta kaldığı gibi havada
kalıyor olsaydı, tüm dünya bu ses izleriyle
dolardı. Bu da insanlara sıkıntı ve
eziyet çekmelerine sebep olurdu.
Kâğıtları yenileme konusunda duydukları ihtiyacın
çok daha fazlasını havayı yenileme ve
değiştirme konusunda hissederlerdi.
Çünkü konuşulan sözler, yazılanlardan
fazladır. Bu sebeple kutsiyeti yüce olan
hikmet sahibi yaratıcı, havayı gizli
kâğıt gibi karar kıldı. Dünyanın ihtiyaç duyduğu
kadar sesleri taşır, sonra silinir ve tekrar
yeni ve temiz olur. Taşıdığını da
ebediyen kesintisiz taşır.
Hava adı verilen bu esinti ve
sağladığı faydalar ibret olarak sana yeter. Nitekim
bu bedenlerin hayatı odur. Nefes alarak
insanın içini canlı tutar, dışında
da temas ederek esenlik hissettirir. Sesler de
havanın içinde titreşir ve hava sayesinde
uzakların uzağına ulaşır.
Yine rüzgârları bir yerden bir yere taşıyan da
odur. Kokuların, rüzgârın estiği yerden
ulaştığını görmez misin? Ses de öyledir.
Dünyanın faydası için art arda gelen
sıcak ve soğuğu barındıran da havadır. Yine
esen rüzgârlar da havadan gelmektedir. Rüzgâr,
cisimleri havalandırır, bulutları
bir yerden bir yere taşır. Böylece
faydası geniş yerlere ulaşır ve yoğunlaşınca
yağmur
yağar. Ayrıca yağmuru ayırır,
hafifleştirir ve geniş alanlara yayar. Ağaçları
aşılar, gemileri ilerletir, yiyecekleri
yumuşatır, suyu soğutur, ateşi canlandırır,
ıslak şeyleri kurutur. Özetle dünyada olan
her şeye hayat verir. Zira rüzgâr(1)
olmasaydı bitkiler solar, hayvanlar ölür,
eşyalar ısınır ve bozulurdu.
---------------------
(1) Rüzgarlar yağmur bulutlarının
taşınmasının, Güneş yağmur suyunun
buharlaşmasının nedenidir.
(Yayıncı)
Ey Mufazzal! Aziz ve yüce Allah'ın, ihtiyaç
duyulan tüm alanları kapsaması
için dört elementi yaratması üzerine düşün.
Bunun bir tezahürü de yeryüzünün
genişliği ve uzandığı
geniş alanlardır. Öyle olmasaydı, insanların
konutlarını,
tarlalarını, meralarını,
ahşap ve odun kaynaklarını, önemli ilaçlarını ve büyük
zenginlik sağlayan madenlerini nasıl
sığardı?
Birileri bu boş çöllerin ve 1ssız
toprakların varlığını gereksiz görüp Bunların
ne faydası var? Bu çöller ve bayırlar
vahşi hayvanların evi, yurdu ve beslenme
alanından ibarettir. diyebilir. Ancak insanlar
yaşam alanlarını değiştirme
ihtiyacı duyduklarında o yerlerde nefes
alabilecekleri ve yaşayabilecekleri yerler
bulurlar. Nice çöller ve boş araziler vardır
ki insanların taşınmaları ve oralara
yerleşmeleriyle geniş evlere ve bahçelere
dönüşmüştür. Yeryüzünün genişliği ve
ferahlığı olmasaydı, insanlar dar
bir kuşatmanın içinde olduklarını hissederlerdi.
Yaşadığı yerden
uzaklaşmasını gerektiren bir durum olduğunda gidecek bir
yer bulamazdı.
Ayrıca yeryüzü yaratıldığı
zaman, varlıkların yurtları ve yerleşim alanı olacak
şekilde düzenli ve dengeli yaratılması
hakkında düşün. İnsanlar bu şekilde
işlerini yapmak için üzerinde yürüyebiliyor ve
dinlenmek için üzerinde oturabiliyorlar.
Dinlemek ve işlerini daha iyi yapabilmek için
üzerinde uyuyabiliyorlar.
Nitekim titrek ve meyilli olsaydı, inşaat, ticaret,
zanaat ve benzeri işlerini yapamazlardı.
Bunun ötesinde, yeryüzü altlarında sürekli
titrerken yaşamlarında asla rahat
edemezlerdi. Depremler kısa süreli olmasına
rağmen insanlara ne olduğunu
düşün. Öyle ki evlerini terk edip
kaçıyorlar. Birisi O halde bu depremler
neden oluyor? diye soracak olursa şöyle deriz:
Deprem ve benzeri afetler,
insanlara vaaz ve uyarı niteliğindedir ki
günah işlemekten korksunlar ve uzaklaşsınlar.
Aynı şekilde bedenleri ve mallarına
inen musibetler de kendi faydaları ve doğru
yolu bulmaları için ayarlanmıştır.
Islah olmaları durumunda da onlara
sevap yazılır ve ahirette, dünya
varlıklarından hiçbir şeyin denk olamayacağı
şeylerle tüm bunlar telafi edilir. Ayrıca
kişinin kendisi ve diğer insanlar için dünyada
faydalı olacak ise, ahiretten önce dünyada da
telafı edilir.
Bundan başka yeryüzü üzerindeki toprak,
Allah'ın vermiş olduğu özellikler
sayesinde soğuk ve katıdır.
Katılıkta taşlara benzer; ancak taşla toprak
arasındaki
fark, taşların daha katı
olmalarıdır. Toprak biraz daha katı olsaydı ve sert
taşlar gibi olsaydı, hayvanların hayat
buldukları bu bitkiler yerden çıkar mıydı?
Yere bir şey ekilebilir ya da inşaat
yapılabilir miydi? Toprağın katılığının
taştan
daha az olduğunu ve bu yumuşaklık
derecesinde ayarlandığını ve bu şekilde
işlenebildiğini
görmüyor musun?
Hikmet sahibi yüce Allah'ın tedbirlerinden birisi
de kuzey tarafını güney
tarafından yüksek yapmasıdır"(1)
--------------------------------------------------
(1) Kuzey yarıkürede karalar daha fazla ve daha yüksek 8890 m
(Everest zirvesi gibi) güney
yarıkürede okyanuslar daha geniş alan
kaplamakta ve ortalama yükseklik 1000 m altındadır.
(Yayıncı)
Allah, suyun sabit kalmaması için yüzeyin bir
tarafını kaldırıp diğer tarafını
düşürüyormuşçasına, suyun yeryüzü
üzerinde akması, onu sulaması, susuzluğunu
gidermesi ve fazlasını denize
ulaştırması için bu şekilde yapmıştır.(1)
İşte
tam bu sebepten ötürü kuzey taraf, güney taraftan daha
yüksek ayarlanmıştır.
Aksi takdirde su, yüzey üzerinde kararsız olur,
insanların işlerini engeller, yolları
ve sokakları basardı.
Ayrıca su bu kadar çok olmasaydı,
pınarlarda, vadilerde ve nehirlerde bu
şekilde akmasaydı, insanların içme
ihtiyaçlarını karşılayamazdı, hayvanlarının
ve sığırlarının içmesi,
ekinleri, ağaçları ve türlü mahsullerinin sulanması, vahşi
hayvanlar, kuşlar ve
yırtıcıların içmesi, balıkların ve su
hayvanlarının da içinde
yaşamaları konularında yetersiz
kalırdı.
Bundan başka faydaları da vardır ki sen
onları bilirsin, ancak öneminin
farkında değilsin. Nitekim yeryüzündeki tüm
hayvanlara ve bitkilere hayat
vermesi gibi en yüce faydası ve işlevinin
yanı sıra, içeceklere karıştırılır,
tadını
yumuşatır ve güzelleştirir; beden ve
eşyayı kaplayan kirler, suyla temizlenir;
toprak suyla ıslatılır ve işlemeye
elverişli hale gelir; yangın çıkar ve insanların
hayatı tehlikeye girerse, suyla söndürülür;
boğazına yemek takılan kişi su içerek
rahatlar; yorgun ve bitkin kişi sıcak suyla
yıkanarak uzuvlarının rahatladığını
hisseder. Bunlardan başka da ancak ihtiyaçlar
ortaya çıktığı zaman fark edilecek
fayda ve amaçları vardır.
Denizlerde birikmiş bu çok miktardaki
suların faydası hakkında şüpheye
düşersen ve bunun amacı nedir diye
düşünürsen de bil ki o denizler, sayısız balık
türleri, deniz hayvanları, inci, yakut, amber ve
denizden çıkarılan farklı türlerin
yaşam alanları ve kaynaklarıdır.
Kıyılarında da tütsü ağacı, buhur ağacı,
farklı türdeki güzel kokuların ve
ilaçların bitkileri yetişmektedir. Ayrıca denizler,
insanların ulaşım yolu ve Çin'den
Irak'a getirilen ve Irak'tan Çin'e götürülen
mallar gibi uzak ülkelerden yapılan ticaretleri
taşıma vesilesidir. Ticaret konusu
bu mallar yalnızca sırtlanarak
taşınacak olsaydı, bozulurdu ve ülkelerinde sahiplerinin
ellerinde kalırdı. Zira o zaman malları
taşıma ücreti, malların fiyatını aşardı ve
hiç kimse taşımaya yeltenmezdi. Bu durumda
da iki şey ortaya çıkardı.
Birincisi, ihtiyaç duyulan pek çok eşyaya
ulaşılamazdı. İkincisi ise o eşyaları
taşıyarak geçim sağlayanların
geçim kaynakları kesilirdi.
Hava da aynı şekilde çok ve geniş
olmasaydı, bu canlılar havada bulunan
duman ve buharın etkisiyle
boğulurlardı. Aşamalı olarak bulutlara ve sise
gönderdiği
buharı da gönderemezdi. Havayı yeterince
anlatmıştım.
Ateş de öyledir; rüzgâr ve su gibi yaygın
olsaydı, tüm dünyayı ve dünyadaki
her şeyi yakardı. Ancak pek çok
faydasından dolayı da zaman zaman ortaya çıkması
gerekiyordu. Bu sebeple odunlara depolanmış
gibi var edildi. İhtiyaç duyulduğunda
yakılır, sönmemesi için farklı maddeler
ve odunlarla da ihtiyaç duyul-
-----------------
(1) İmam burada şuna işaret etmiştir. Akarsular
eğimli yüksek yerden deniz seviyesine doğru akarlar.
(Yayıncı.)
duğu kadar sürdürülür. Farklı maddelere ve
odunlara direnç gösterip yanmazlık
edip zorluğa sebep olmaz; diğer yandan hava
gibi yayılıp da her şeyi yakmaz.
Ancak belli bir plan ve ölçü içindedir. Yararlı
yönleri kullanılabilir ve zararından
emniyette olunabilir. Ayrıca ateşin
başka bir özelliği de vardır; o da duyulan
ihtiyaç sebebiyle tüm hayvanlardan farklı olarak
yalnızca insanın faydalanabilmesidir.
Zira ateş olmasaydı, insan
yaşamında bunun pek çok zararını görürdü.
Hayvanlar ise ateşi kullanmazlar ve ateşten
faydalanmazlar. Allah, durumun
böyle olmasını takdir etmesi sebebiyle de
insana ateş yakmaya uygun avuç ve
parmaklar yaratmıştır. Hayvanlara ise
bu özelliği vermemiştir. Ancak hayvanlara,
yaşamdaki zorluk ve sıkıntılara
karşı sabır özelliği verilmiştir ki insanın
ateşi
kaybetmekten gördüğü zararın
aynısını görmesinler.
Yine ateşin küçük ama çok önemli bir
özelliğini anlatayım. O da insanların
kullanmakta oldukları kandillerdir. Nitekim gece
vakitlerinde istedikleri
gibi kullanarak ihtiyaçlarını
görmektedirler. Zira bu özellik olmasaydı, insanlar
ömürlerini kabirdeymiş gibi geçirirlerdi. O zaman
gece karanlığında kim yazabilir,
kim ilim öğrenebilir veya elbise dokuyabilirdi?
Gece vaktinde bir ağrısı olan
kişi, sargı, ilaç veya diğer
iyileştirici maddelerle tedavi edilmeye ihtiyaç duyduğunda
hali ne olurdu? Bundan başka yemek pişirme,
ısınma, eşyaları kurutma,
eritme gibi sayılamayacak kadar çok ve gizli
kalmayacak kadar açık olan faydaları
vardır.
Ey Mufazzal! Açık hava ve yağmurlu hava
hakkında düşün. Nasıl da bu
dünyanın faydası için sırayla ortaya
çıkıyorlar. Yalnızca birisi devam edecek olsa
bu dünyayı bozardı. Görmüyor musun ki
yağmur aralıksız yağsaydı bakliyat ve
sebzeler çürür, hayvanların bedenleri
gevşer, hava soğur ve türlü hastalıkların
ortaya çıkmasına sebep olur, yollar ve
sokaklar bozulurdu. Yağmursuz açık hava
da sürekli devam edecek olsa, yer kurur, bitkiler
yanar, pınarların ve vadilerin
suları çekerdi. Bu da insanlara zararla döner,
havayı kurutur ve farklı türde hastalıkların
ortaya çıkmasına sebep olurdu. Ancak bu
haliyle sırayla oluşmaları
sonucunda hava dengeli olur ve her birisi
diğerinin zararını uzak tutar, varlıklar
zarar görmez ve sağlıklı kalır.
Birisi Neden bu durum tüm zararları ortadan
kaldırmıyor? diye soracak olursa deriz ki
insana bir parça acı ve sıkıntı vermesi
ve böylece günah işlemekten çekinmesi içindir.
Zira insan bedeninde hastalandığında
iyileşmek ve düzelmek için nasıl acı ve
kötü tatlı ilaçlara ihtiyaç duyuyorsa,
zorbalık ve kötülük ettiğinde de çekinmesi,
yanlışlarını kısması, doğruluk ve
yararına olan huylarda sebat etmesi için ona
acı ve sıkıntı verecek şeylere ihtiyaç
duyar.
Krallardan birisi krallığında
yaşayan insanlara kantarlarca altın ve gümüş
dağıtsa, buna çok sevinmez miydiler ve (o
kralın bu cömertliği) geniş kitlelerce
konuşulmaz mıydı? Ancak bu ihsan, toprağın
susuzluğunu gideren yağmurla
kıyaslandığında ne kadar az
kalır! Zira yağmur sayesinde ülkeler mamur olur ve
dünyanın tüm bölgelerinde kantarlarca altın
ve gümüşten çok daha fazla mahsuller artar.
Tek bir yağmurun ne kadar önemli ve insanlar için
ne büyük bir nimet oldugunu
görmüyor musun? İnsanlar ise bundan gafildirler.
Belki birisinin önemsiz
bir ihtiyacı olduğunda söylenir, öfkelenir;
(yağmurun) sonucunun güzelliği hakkındaki
bilgisizliği, büyük zenginlik ve faydası
hakkındaki bilgisizliği sebebiyle
değersiz olan şeyi önemi büyük olan
şeye tercih eder.
Yağmurun yere yağışı ve
bundaki tedbir üzerine düşün. Yüksekten yağması
sağlanmıştır ki engebeli ve yüksek
yerleri de kapsayıp su ihtiyacını giderebilsin.
Yerin farklı yönlerinden ulaşıyor
olsaydı, yüksek yerlere ulaşamaz ve topraktaki
ekinler azalırdı. Görmüyor musun ki yerin
yüzeyinden akan sulara dayanarak
yapılan ekim alanları daha azdır. Zira
tüm yeri kapsayan, yağmurdur. Şu geniş
araziler, dağın etekleri ve tepeleri de ekilebilir
ve böylece mahsuller artar.
Birçok ülkede insanlar, yağmur sayesinde suyu bir
yerden bir yere ulaştırma
zahmetinden kurtulurlar. Bundan başka, güç ve
hâkimiyet sahiplerinin suyu
kendilerine saklamaları ve zayıfları
sudan mahrum etmeleriyle aralarında geçecek
kavga ve adaletsizliklerin de önü kesilmiş olur.
Ayrıca gökten yere yağması takdir
edildiğinde, yerin yüzeyini kapsaması ve
susuzluğunu gidermesi için püskürtmeye benzer
şekilde damlalar halinde olması
sağlanmıştır. Ancak birden dökülme
şeklinde aksaydı, yeryüzü yüzeyini kapsamadan
inmiş olurdu. Bununla birlikte önündeki ekinleri
bozardı. Bu sebeple
ince ince yağacak şekilde ayarlandı.
Böylece ekilen tohumları filizlendirir, toprağı
ve üzerindeki ekinleri canlandırır.
Yağmurun yağmasının başka
faydaları da vardır; örneğin bedenleri yumuşatır,
havadaki bulanıklığı temizler,
bundan dolayı oluşan hastalıkları ortadan
kaldırır, ağaçları ve ekinleri
yıkayarak üzerlerine düşen kurt hastalığından temizler
ve daha pek çok faydası görülür.
Birisi Bazı yıllarda yağmurun
şiddetli yağması sonucunda çok fazla ve
büyük zararı olmuyor mu, mahsulleri parçalayan
dolular yağmıyor mu ya da
havada oluşturduğu bazı buharlar
sonucunda bedenlerde birçok hastalığa ve
ekinlerde birçok afete sebep olmuyor mu? diye soracak
olursa, ona şöyle deriz:
Evet, bazen bu aşırılık
olabiliyor; ancak bu da insanın ıslah olması, günahlara
girmekten ve günahlarda aşırıya
gitmekten kendini alıkoyması içindir. Böylece
dininin düzelmesinden alacağı fayda,
malından elde edeceği faydadan daha öncelikli
olur.
Ey Mufazzal! Toprak ve taşlardan oluşan
şu dağlara bak! Gafiller bunların
fazlalık ve gereksiz olduğunu
düşünürler; oysa çok sayıda faydaları vardır.
Örneğin üzerlerine kar
yağdığında, ihtiyaç duyanlar için karlar tepelerinde
kalır.
Eriyen karlardan da bolca pınarlar akar ve büyük
nehirleri oluştururlar.
Ovalarda yetişmeyen çeşit çeşit
bitkiler ve ilaçlar dağlarda yetişir. Hayvanların
yırtıcılardan saklanabildikleri
mağaraları ve sığınakları vardır.
Düşmanlardan
korunmak için dağlarda korunaklı kaleler
yapılır. Binalar ve değirmenlerin yapımı
için dağlardan taş çıkarılır.
Ayrıca birçok cevherin elde edildiği madenler,
dağlarda bulunur. Bunlardan başka
özellikleri de vardır ki onlar yalnızca takdir
edenin kadim ilmindedir.
Ey Mufazzal! Kireç, alçı, arsenik, mürdesenk,
çinko, cıva, bakır, kurşun,
gümüş, altın, peridot, zümrüt ve türlü
taşlar gibi madenler ve madenlerden elde
edilen türlü cevherler üzerine düşün. Ayrıca
katran, mum, kükürt ve petrol gibi
insanların ihtiyaçları için kullandıkları
diğer madenler üzerine düşün.(1)
Akıl sahibi bir insan, tüm bunların bu
dünyada insan için, ihtiyaç duyduğunda
çıkarıp kullanmak üzere erzak dolabı
gibi saklandığını görmez mi? Ayrıca
insanlar ne kadar isteseler ve uğraşsalar da
bu madenleri üretme imkânına
sahip olamamışlardır. Bu ilme sahip
olmayı başarsalardı, şüphesiz bu madenler
dünyada çok fazla olurdu. Altın ve gümüş o
kadar artardı ki insanlar için değerden
düşerdi ve hiçbir kıymeti kalmazdı.
Alışveriş ve ticaretlerde görülen faydaları
son bulurdu. Hükümdarlar vergileri toplayamaz ve
insanlar ihtiyaç günleri için
biriktiremezlerdi. Yine de insanlara altın
benzerini bakırdan, kumdan cam, kurşundan
gümüş, gümüşten altın gibi zararı
olmayacak benzerlerini yapma ilmi
verilmiştir.
Bak gör ki insanlara istedikleri şey, zararı
olmayacak alanlarda verilmiş,
ancak yapacak olsalar zararını görecekleri
alanlarda istekleri reddedilmiştir.
Madenlerin derinliklerine giren kişi,
derinliği bilinmeyen ve geçilmesi mümkün
olmayan suyun aktığı büyük bir vadiye
ulaşır. Ardında ise dağlar kadar gümüş
vardır. Şimdi bu konuda hikmet sahibi
yaratıcının tedbirini düşün. Zira yüce Allah,
dağlar kadar gümüş vermek istese
yapabileceğini anlamaları için, kullarına
kudretini ve hazinelerinin genişliğini göstermek
istemiştir. Ancak bunları verecek
olsa, onlar için faydalı olmazdı. Çünkü bu
olsaydı, daha önce de söylediğimiz
üzere bu cevherin değeri insanların gözünde
düşer ve onlar için faydası azalırdı.
Şu örnekten anla ki insanların ürettikleri
bazı özgün kaplar ve eşyalar, az sayıda
olduğu sürece değerli ve fiyatı yüksek
olur. Ancak yayılıp da insanların ellerinde
arttığında değerden düşer,
kıymeti azalır, ilgi gören o eşyalara verilen önem son
bulur.
Ey Mufazzal! Şu bitkiler ve türlü faydaları
üzerine düşün. Meyveler gıda
içindir, samanlar yem içindir, odunlar yakıt
içindir, ahşap tüm marangozluk
ürünleri ve diğerleri içindir. Ağacın
kabukları, yaprakları, gövdesi, kökleri ve
zamkları da farklı farklı faydalar ve
amaçlar içindir. Beslendiğimiz meyveleri
yeryüzü üzerinde toplu halde bulsaydık, meyveler
onları taşıyan bu dallarda
çıkmıyor olsalardı, bu durum
yaşantımıza ne kadar olumsuzluk verirdi! O durumda
-------------------------------------
(1) İmam Cafer-i Sadık (a.s.) jeoloji-jeofizik ve klimatolojiye
dair o kadar ayrıntı nükte
vermektedir ki bu bilgiler son 200 yıl içinde
ancak kavranabilmiştir. İmam Cafer-i Sadık
(a.s) yaşadığı dönemde bu
bilgilere dair hiç kimsenin fikri yoktu. (Yayıncı)
gıda hazır bulunuyor olsa da odun,
ahşap, saman ve saydığımız diğer
faydalar çoktur ve büyük öneme sahiptir. Bundan
başka dünyanın hiçbir manzarası
ve zevki, bitkilerin güzel manzarasına ve açan
çiçeklerinin görüntüsüne
denk gelemez.
Ey Mufazzal! Ekinlere verilen bu artma özelliği
üzerine düşün. Öyle ki her
bir tohum, yüz tohum ya da fazlası ve azı
kadar vermektedir. Her bir tohum kendi
gibi bir tohum da veriyor olabilirdi. Neden bu kadar
fazla veriyor? Toprağa
ekilecek tohumların artması ve sonraki
ekinler mahsul verinceye kadar ekenlerin
yiyeceklerinin çıkması için değil
midir?
Görmüyor musun ki bir kral bir şehri mamur
kılmak isterse, bunun yolu
şehrin ahalisine topraklarına ekecekleri
tohumlar vermesi ve ekinleri yetişinceye
kadar yiyecek ihtiyaçlarını
karşılaması değil midir? Bu örneğin nasıl da
herkesten önce hikmet sahibi Allah'ın tedbiri
olduğunu gör! Bu şekilde ekinler,
erzakı karşılayacak ve tekrar ekmek
için yetecek kadar fazla verecek şekilde var
edilmiştir. Aynı şekilde ağaçlar,
bitkiler ve hurma ağaçları da fazla fazla ürün
vermektedir. Nitekim tek bir gövdenin çok fazla
dalı olduğunu görürsün. Neden
bu şekilde olması takdir edilmiştir?
İnsanların kesip kendi işlerinde kullanmaları
ve bir kısmını tekrar yere ekmeleri
için değil midir? Gövde tek başına kalsaydı,
farklı dallara ayrılmıyor ve
artmıyor olsaydı, hiçbir iş ya da ekim için bir şey kesme
imkânı olmazdı. Ayrıca bir afete
yakalandığında da gövdesi kesilir ve yerini
tutacak bir tarafı kalmazdı.
Kırmızı mercimek, yeşil mercimek,
bakla gibi tahıllar üzerine düşün. Nitekim
yetişip gelişinceye kadar afetlerden
korunması ve saklanması için deri kese
gibi keselerde yetişmektedir. Buna benzer cenin
üzerindeki plasentanın görevi de
aynen budur.
Buğday ve benzerleri ise kuşları
engellemesi ve ekenlerine kalması için başında
sert kabuklu olarak sümbülün uçları gibi
basamaklı şekilde çıkmaktadır.
Birisi Kuşlar buğdaydan ve tahıllardan
alıp yemiyorlar mı? diye soracak
olursa, şöyle deriz: Evet, zaten böyle
olması takdir edilmiştir. Çünkü kuşlar da
Allahın yarattığı bir
canlıdır ve Allah, topraktan çıkan erzaktan kuşlara da
nasip
etmektedir. Ancak tahıllar bu perdelerle
korunmuştur ki kuşlar tamamını
alma ve aşırı şekilde bozma
imkânına sahip olmasınlar. Zira kuşlar, tahılları
açık görseler ve tahılların üzerinde
örtecek herhangi bir şey olmasaydı, hücum
ederek tamamını tüketirdi. Bunun sonucunda
da kuşlar şişip ölürlerdi. Çiftçiler
de ektiklerinden hiçbir şey elde edemezlerdi. Bu
sebeple üzerinde bu koruyucular
takdir edildi ki kuşlar az miktarda besinlerini
alabilsinler ve çoğu insana kalsın.
Zira çalışıp emek eden odur ve
önceliğe sahiptir. Ayrıca insanın ihtiyacı da
kuşların
ihtiyacından fazladır.
Ağaçların ve bitki türlerinin
yaratılışı üzerine düşün. Tıpkı hayvanlarda
olduğu
gibi sürekli gıdaya ihtiyaç duymaları, ancak
hayvanlar gibi ağızları olmaması ve
gıdalarını almak için hareket
edememeleri sebebiyle, köklerinin toprağa sağlamca
tutunması, gıdayı topraktan çekmesi,
dallarına ve üzerindeki yapraklara
ve meyvelere ulaştırması takdir
edilmiştir.
Böylece yer, onları yetiştiren anne gibi
olmuştur. Kökleri ise yerden yiyen
ağızlar gibidir. Farklı hayvan
türlerinin annelerini emdikleri gibi gıdayı bu şekilde
topraktan çekmektedir. Görmüyor musun ki
çadırları ve oba evlerini her
yönden iplerle gerdiriliyor ki dik dursun, devrilmesin
ve eğilmesin. Aynı şekil
de bitkilerin de tutunmaları ve dik durabilmeleri
için toprakta yayılmış kökleri
vardır ve her yöne uzanmaktadır. Öyle
olmasaydı uzun hurma ağaçları ve büyük
ağaçlar, şiddetli rüzgârlarda nasıl
sebat edebilirdi? Bak gör ki yaratılışın
hikmeti, zandatın hikmetinden önce
gelmiştir. Zira zanaatkârların çadır ve oba
evlerini kurmak için kullandıkları yöntem,
daha önce ağaçların yaratılışında
görülmektedir. Çünkü ağaçların
yaratılışı, çadır ve oba evlerinin
yapımından öncedir.
Görmüyor musun ki direkleri ve çubukları
ağaçtan alınmaktadır. O halde
zanaatlar, yaratılışı örnek
almaktadır.
Ey Mufazzal! Ağaç yaprağının
yaratılışı üzerine düşün. Yapraktaki damar
benzeri kanalların tüm yaprağa
yayılmış olduğunu görürsün. Bunların bir kısmı
kalındır ve enine boyuna uzanmaktadır.
Bir kısmı da incedir ve kalın kanalların
arasından geçmektedir. Çok ince ve sağlam
bir dokumayla dokunmuştur. İnsanların
yapımında olduğu gibi elle
yapılacak olsaydı, tek bir ağaç yaprağı bir yılda
tamamlanmazdı. Âletlere, harekete, işleme ve
konuşmalara ihtiyaç duyulurdu.
Ancak yalnızca gerçekleşen irade ve itaat
edilen emirle, baharın kısa günlerinde
herhangi bir eylem veya konuşma
olmaksızın, dağları, ovaları ve yeryüzünün
her tarafını dolduracak kadar yaprak çıkmaktadır.
Bununla birlikte o ince kanalların hikmetini de
öğren. Zira tüm yaprakta
yayılmasının amacı,
tıpkı gıdayı tüm vücuda yayan damarlar gibi suyu
yaprağa
ulaştırmaktır. Kalın
kanalların başka bir manası daha vardır; nitekim katı
ve
sağlam olmasıyla yaprağın
yırtılmasını ve parçalanmasını önlemektedir.
Ağaç
yaprağının, şeklinin
bozulmaması için enine ve boyuna çubuklarla sağlamlaştıran
kumaşa benzediğini görürsün. Zanaat,
yaratılışı tam manasıyla bilmiyor
olsa da yaratılışı
anlatmaktadır.
Meyve çekirdekleri, sapları ve bunların
amaçları üzerine düşün. Meyvenin
içinde olması takdir edilmiştir. Çok
değerli ve başka yerlerde ihtiyaç duyulan
eşyalarda olduğu gibi yedeklerinin
olması amacıyla, ağaca bir şey olursa bu
çekirdekler ağacının yerini alabilirler.
Bir yerde meyve ağacına bir şey olursa, başka
yerlerde aynıları bulunabilir. Bundan
başka çekirdek, sağlamlığıyla yumuşak
meyveleri tutar. Öyle olmasaydı meyve zarar
görür, açılır ve çabuk bozulurdu.
Çekirdeklerin bir kısmı da yenilir, bir
kısmından yağ çıkarılır ve birçok alanda
faydası görülür.
Çekirdeğin ve sapın faydalarını
anladın. Şimdi çekirdek üzerindeki hurmayı ve sap
üzerindeki üzümü düşün. Böyle olmasının
sebebi nedir ve neden bu şekilde çıkmaktadır?
Servi ağaçları, çınar
ağaçları ve benzeri diğer ağaçlarda olduğu gibi
bunların yerine
yenmeyecek şeyler de çıkabilirdi. Neden bu
çekirdek ve sapların üzerinde bu lezzetli
tatlar oluşuyor? İnsanın fayda ve keyif
alması için değil midir?
Ağaçlardaki tedbir üzerine düşün.
Ağacın yılda bir defa öldüğünü görürsün.
Doğal ısısını gövdesinde
tutar ve içinde meyvelerin maddeleri doğar. Sonra canlanır,
yayılır ve ellerle teker teker işlenip
yapılan yiyecekler gibi sana çeşit çeşit
meyveler verir. Ağacın dalları
üzerindeki meyveler, sanki eliyle sunuyormuşçasına
karşında durur. Fesleğenler,
kendiliğinden sana gelirmişçesine dallarıyla
uzanır. Bu takdir kime aittir? Takdir eden hikmet
sahibi Allah'ın takdiri değil
midir? İnsanı bu meyveler ve nurlarla mutlu
etmekten başka ne amacı olabilir?
Şaşarım o insanlara ki nimete
şükretmek yerine nimeti vereni inkâr etme yoluna
gittiler.
Narın yaratılışı ve
yaratılışındaki bilinç ve tedbiri düşün.
Kenarları birikmiş
yağ tepelerine benzer. Taneleri elle
dizilmiş ve birbirine bağlanmış gibi görürsün.
Taneler bölümlere ayrılmıştır ve
her bir bölümü, son derece ince ve şaşkınlık
veren bir dokumayla dokunmuş perdelerden
oluşan sargılara sarılmıştır. Kabuk
da tüm bunları sarmaktadır. Bu sanattaki
tedbirden birisi de narın içinin sadece
tanelerden oluşmasının doğru
olmamasıdır. Çünkü taneler birbirini beslemez;
bu sebeple o yağ benzeri madde, taneler
arasında var edilmiştir ki besleyebilsin.
Nar tanelerinin köklerinin o beyaz kısma
bağlı olduğunu görmüyor musun?
Sonra sarması, tutması ve
dağılmaması için o sargılarla
sarılmıştır. Afetlerden
korunması ve sağlam kalması için de
onun üstü sağlam kabukla örtülmüştür.
Bunlar, narın tarifiyle ilgili çok sayıdaki
özelliklerin azıdır. Sözü uzatmak ve
derinleşmek isteyenler için daha fazlası da
vardır. Ancak delil ve ibret olarak sana
anlattıklarım yeterlidir.
Ey Mufazzal! Zayıf bir bitki olan kabakgillerin
kabak, acur ve karpuz gibi
ağır meyvelerini ve bundaki tedbir ve
hikmeti düşün. Nitekim bu tür meyveleri
taşıması takdir edildiğinde,
bitkisi yere yayılacak şekilde ayarlanmıştır.
Diğer
ekinler ve ağaçlar gibi dik duruyor olsaydı,
bu tür ağır meyveleri taşıyamazdı
ve ulaşabileceği hacme ulaşmadan önce
kırılırdı. Bundan dolayı nasıl da yer
üzerinde yayıldığına, meyvelerini
yere bıraktığına ve yerin de meyvelerini onun
yerine taşıdığına bak. Kabak
ve karpuz gövdesinin meyvelerini yere serdiğini,
yer üstünde ve etrafında
yayıldığını görürsün. Sanki kedi yer üzerinde
uzanmış
da yavruları süt emmek için
yanaşmış gibidir.
Bu meyvelerin nasıl da uygun zamanlarda
yetiştiğine bak! Nitekim insanlar,
yazın şiddetli sıcaklarında
bunlara karşı iştahları açılır ve yeme arzusu
hissederler.
Kışın yetişiyor olsaydı,
insanlar bundan hoşnut olmazlardı ve hatta tiksinirlerdi.
Ayrıca insan sağlığına da
zararlı olurdu. Görmüyor musun ki az miktarda
salatalık kışın
yetiştiğinde insanlar yemekten kaçınırlar. Yalnızca
zararına olan
şeyleri yemekten çekinmeyen ve sonucunu
düşünmeyen yemek düşkünleri yerler.
Ey Mufazzal! Hurma ağaçlarını
düşün. Polenleşmeye ihtiyaç duyan dişileri
olması sebebiyle, fidan dikimi
olmaksızın ağaçlara erkeklik özelliği de verilmiştir.
Böylece erkek hurma ağacı, dişisini
dölleyen erkek hayvan konumundadır.
Dişisi gebe kalır, ancak erkeği kalmaz.
Hurma ağacının gövdesini düşün.
İplik olmaksızın enine ve boyuna elle dokunmuş
bir dokuma gibidir. Bunun sebebi, güçlenip
sağlamlaşarak ağır hurma
salkımlarını taşırken
kırılmaması ve büyük ağaç olduğunda şiddetli
rüzgârların
sallamasından zarar görmemesidir. Ayrıca bu
sayede, sağlam bir gövde olmasıyla
çatı ve köprülerin yapımında
kullanılmaktadır. Tahtanın da dokuma gibi
olduğunu görürsün. Nitekim dokuma kumaşlarda
olduğu gibi enine ve boyuna
birbirine girmiş şekilde olduğunu
görürsün. Bununla birlikte, ondan alet ve edevat
yapılabilecek derecede sağlamlık olduğunu
görürsün. Zira taş gibi katı olsaydı,
çatı yapımında ya da kapı,
karyola, tabut ve benzeri ahşabın kullanıldığı
diğer alanlarda kullanılamazdı.
Tahtanın en büyük nemlerinden birisi de suda
batmamasıdır. Tüm insanlar bunu bilir, ancak
hepsi bu özelliğin öneminin farkında
değildir. Zira bu özellik olmasaydı, gemiler
dağlarca yükü nasıl taşırdı?
İnsanlar bu imkânı nereden bulur ve
ticaretlerini ülkeden ülkeye zahmetsizce
nasıl taşırlardı? O zaman yükleri
taşımak o kadar zor olurdu ki ihtiyaç duyulan
çoğu mallar bazı ülkelerde bulunamazdı
ya da çok az sayıda olurdu.
Şifalı bitkiler ve ilaç yapımında
her birisine verilen özellikler üzerine düşün.
Birisi eklemlerin arasına girer ve kaba
fazlalıkları çeker; örneğin dalak otu. Birisi
kabızlık gidericidir; örneğin
cinsaçı. Birisi gazı alır; örneğin galbanum. Birisi
şişlikleri dindirir ve buna benzer daha
başka özellikler vardır. Faydalı olmaları
için yaratandan başka kim bu güçleri bu ilaçlara
vermiş olabilir? Bu özellikleri
var edenden başka kim bunları insanlara
öğretmiştir? Bu özelliklere tesadüf ve
ihmal sonucu vakıf olunabilir mi?
Bazılarının da dediği gibi; farz et ki insan, bu
özellikleri aklıyla, ince fikirleriyle ve
tecrübeleriyle öğrenmiş olsun? Zira yırtıcıların
bir kısmı yaralandıklarında
bazı şifalı bitkilerle tedavi olurlar ve iyileşirler.
Kuşların bir kısmı kabız
olduklarında deniz suyundan alırlar ve iyileşirler. Buna
benzer başka çok örnek vardır.
Belki de insanların
yaşamadığı çöllerde ve ıssız yerlerde çıkan
bitkiler hakkında
şüpheleniyor ve gereksiz bir fazlalık
olduğunu düşünüyorsundur. Ancak
durum öyle değildir. Zira o bitkiler, şu
hayvanların yiyeceğidir. Taneleri, kuşların
yemidir. Gövdeleri ve dalları da insanların
kullanabilecekleri odundur. Ayrıca
bir kısmının tedavi edici özelliği
vardır, bir kısmı deri tabaklama işleminde
kulanılır.
Bir kısmı boya olarak kullanılır
ve buna benzer nice faydalar vardır.
Bitkilerin en değersizi ve en önemsizinin şu
papirüs bitkisi ve benzerlerinin
olduğunu ilmiyor musun? Buna rağmen çok
çeşitli faydalara sahiptir. Örneğin
papirüsten yöneticilerin ve diğer insanların
ihtiyaç duydukları kâğıtlar yapılır.
Yine tüm insanların kullandıkları
hasırlar yapılır. Ayrıca kapları korumak için
kılıflar yapılır, küfelerde
kapların kırılmaması ve zarar görmemesi için kaplar
arası dolgu olarak kullanılır ve daha
nice faydası vardır.
O halde yaratılan küçük büyük her şeyde
gördüğün türlü amaç ve faydalardan
ve değerli değersiz her şeyden ibret
al. Bundan daha değersizi ve daha çok
hakir görüleni ise zibil ve
dışkıdır. Zira hem değersiz he necasettir. Ancak
ekinler,
ekilmiş bakliyatlar ve sebzeler için o kadar
değerlidir ki hiçbir şey onun yerini
tutmaz. Öyle ki ekilmiş sebzelerin hiçbirisi,
insanların iğrendikleri ve yaklaşmaktan
nefret ettikleri zibil ve gübre olmadan iyi bir
şekilde yetişmez ve artmaz.
Bil ki bir şeyin önemi, değerine göre
ölçülmez. İki farklı alanda iki farklı
değere sahip olur. Çarşı pazarda
değersiz olan şey, ilim alanında çok değerli
olabilir. O halde bir şeyin düşük
değerli olması sebebiyle ondan ibret almayı
küçümseme. Nitekim kimyagerler
dışkının önemini bilselerdi, onu en yüksek
fiyatla satın alır ve ona değer
verirlerdi.
Mufazzal der ki: Öğle vakti girdiğinde
mevlâm namaza kalktı ve Yarın
inşallah yanıma erken gel. dedi.
Ben de öğrendiklerimin mutluluğu ve verilen
ilimlerin sevinciyle yanından
çıktım. Allah'ın bana vermiş
olduğu bu nimet için hamt ediyordum. O
gecemi mutlu ve sevinçli geçirdim.
Mufazzal der ki: Dördüncü gün olduğunda
mevlamın yanına erken gittüm.
İçeri girmem için bana izin verildi. İçeri
girdiğimde oturmamı söyledi,
ben de oturdum. Şöyle buyurdu:
Aliyyü'l Allâm(1) olan en kadim
isim ve en yüce nura bizden hamd, tesbih,
tazim ve takdis olsun. O ki yücelik ve kerem
sahibidir. Cümle mahlükatı yaratmıştır,
âlemlerin ve zamanların hâkimidir. Gizli
sırrın, yasaklanan gaybın, saklı ismin ve
örtülü ilmin sahibidir. Ölen açık bir delille
ölsün, yaşayan da açık bir
delille yaşasın."(2) diye müjdeleyici, uyarıcı, Allah'a
davetçi ve aydınlatıcı kandil
olarak gönderdiği, vahyini tebliğ eden ve
risaletini ulaştıran Peygamberine,
O'nun salavatı ve bereketleri olsun. Geçip giden
zamanlarda, ebediyen ve tüm
asırlarda ona ve Ehli Beytine güzel salatlar,
artan ve yükselen selamlar olsun.
Onlar buna ehildirler ve bunu hak ederler.
Ey Mufazzal! insanlar, hayvanlar, bitkiler,
ağaçlar ve diğer şeylerde yaratılışın
delillerini, bilinç ve tedbirin
tanıklarını sana anlattım. Bunlarda ibret alanlar
için ibretler ve dersler vardır. Şimdi ise
sana bazı zamanlarda ortaya çıkan
afetleri anlatacağım. Nitekim bir
kısım cahil kişiler; yaratıcıyı,
yaratılışı, bilinci
ve tedbiri inkâr etmek için bunları silah olarak
kullandılar. Muattıla fırkası ve
---------------------
(1) Yücelik sahibi ve her şeyi bilen anlamındadır.
(2) Enfâl 42. ayet
Maniheistler; musibetler, sıkıntılar,
ölüm ve fanilik sebebiyle inkâr yoluna gittiler.
Tabiata inananlar ise her şeyin bilinçsiz ve
tesadüfen meydana geldiğini iddia
ettiler. Böylece onların iddialarına cevap
verebiliriz. Allah onlarla savaşsın
nasıl da haktan
saptırılıyorlar!(1)
Bazı cahiller; veba hastalığı,
sarılık hastalığı, don ve çekirge istilası gibi
bazı
zamanlarda ortaya çıkan afetleri;
yaratılışı, planı ve yaratıcıyı
reddetmek için
silah edinmişlerdir. Buna cevap olarak şöyle
deriz: Yaratıcı ve yönetici yoksa eğer,
neden bunlardan daha fazlası ve daha korkuncu
olmuyor? Örneğin gökyüzü yeryüzüne
düşebilir, yeryüzü çöküp aşağı
çekilebilir, güneş hiç doğmayabilir, nehirler
ve pınarlar kuruyabilir, dudağı
ıslatacak kadar su bulunmayabilir, rüzgâr
durabilir ve bunun etkisiyle birçok şey
ısınıp bozulabilir, deniz coşup da karayı
vurabilir ve sular altında bırakabilir.
Ayrıca bahsettiğimiz veba, çekirge istilası
ve benzeri afetler sürekli değildir? Neden tüm
dünyayı kapsayacak kadar devam
etmez de bazı zamanlarda ortaya çıkar ve çok
geçmeden etkisi geçer. Görmüyor
musun ki dünya, devam edecek olsa helak olmasına
sebep olacak olan bu büyük
olaylardan korunmaktadır.
Bazen de insanları terbiye ve ıslah etmek
için yılan ısırmasına benzer bu
hafıf afetler gönderilir. Ancak bu afetler devam
etmez; insanların boyun eğmeleriyle
son bulur. Böylece bu afetlerin meydana gelmesi
insanlar için nasihat,
kaldırılması ise rahmet olur.
Muattıla fırkası da Maniheistler gibi
insanın başına gelen musibetler ve zorluklar
sebebiyle inkâr yoluna gittiler. Her iki fırka da
Dünyanın merhametli
ve şefkatli bir yaratıcısı
olsaydı, bu sıkıntı ve zorlukları dünyada var
etmezdi.
derler. Bu görüşte olan kişi, insanın
bu dünyadaki yaşamının her tür sıkıntı ve
kederden arınmış olması
gerektiğini düşünmektedir. Ancak öyle olsaydı, insan
dinine de dünyasına da zarar verecek derecede
kötülük ve zorbalık haline bürünürdü.
Örneğin lüks, bolluk ve emniyet içinde
yaşayan pek çok insanın bu halde
olduğunu görürsün. O kadar ki bu halde olan
kişiler insan olduğunu, bir Rabb'i
olduğunu, zarara uğrayabileceğini,
başına bir musibet gelebileceğini, güçsüzlere
merhamet, yoksullara yardım etmesi
gerektiğini, musibete uğramış kişilere yardım
etmeyi, zayıflara ihsan, dertlilere şefkat
eli uzatmayı unuturlar. Ancak başına
bir musibet geldiğinde ve o musibetin
acısını hissettiğinde, ibret alır, cahil ve
gafıl kaldığı pek çok şeyi
görmeye başlar, yapması gereken pek çok şeyi yapmaya
başlar.
Sıkıntı veren bu durumların
olmaması gerektiğini savunanlar; tadı acı ve
çirkin olan ilaçları kötüleyen, zararlı
yiyeceklerden sakınmaktan da hoşlanmayan,
terbiye ve işlerden kaçınan, sürekli oyun ve
eğlenceye dalmak isteyen, her
tür yiyecek ve içeceğin tadına varmak
isteyen çocuklar gibidirler. Aylaklığın kötü
yetişme ve kötü alışkanlıklara
sebep olduğunu, zararlı lezzetli yiyeceklerin sonunun
------------------------------------
(1) Tevbe 30. ayet.
ilaçlar ve hastalıklar olduğunu bilmezler.
Bir parça sıkıntı duyuyor olsalar
da terbiyeli yetişmenin yararlarını ve
ilaçların faydalarını idrak etmezler.
İnsan neden hatalardan masum
kılınmadı ki bu tür zorluklarla terbiye
olmasına ihtiyaç kalmasın? diye soracak
olurlarsa, O zaman yapmış olduğu
bir iyiliğin methini ve sevabını hak etmezdi
deriz. Nimetlerin ve zevklerin en
yüksek derecesine eriştikten sonra iyiliklerinin
methini almamasının ve sevabını
hak etmemesinin ona ne zararı olurdu? diye
sorarlarsa da şöyle deriz: Bedenen
ve aklen sağlıklı bir kişiye,
çalışmadan oturmasını ve hak etmeden kendisine tüm
nimetlerin verilmesini ve tüm ihtiyaçlarının
karşılanmasını teklif edin ve bakın,
acaba nefsi bunu kabul eder mi? Aksine
çalışma ve hareketle elde edeceği aza,
hak etmeden elde edeceği çoktan daha fazla memnun
ve mutlu olacağını göreceksiniz.
Ahiretin nimetleri için de aynı durum söz
konusudur. Ahiret ehli için çabaları
sonucu ve hak ederek elde etmeleriyle ahiretin
nimetleri kâmil olur. Bu açıdan
insana daha fazla nimet verilmiş olur. Zira bu
dünyadaki çabaları için
kendisine bol sevaplar hazırlanır ve
aynı zamanda çabası ve hak etmesi sonucu
bu sevaplara ulaşma imkânı
tanınmış olur. Böylece ulaştığı nimetlere
ulaşmanın
mutluluğu ve saadeti kemale erer.
Hak etmeseler de elde edecekleri güzelliklere
sevinecek olanlar yok mudur?
O halde ahiretin nimetlerini almaya razı
olanlarla birlikte herkesi mahrum etmenin
gerekçesi nedir? diye soracak olurlarsa, şöyle
deriz: Bu kapı insanlara
açılsaydı eğer, aşırı
günahlara ve haramlara şiddetle ve köpek hırsıyla yönelirlerdi.
İnsanlar ne olursa olsun cennetle
ödüllendirileceklerine güveneler, kim kendini
günahtan alıkoyar ya da bir hayrın
sıkıntısına tahammül ederdi? Hesap ve
azaptan korkmasalardı, insanlara karşı
kim kendi canı, ailesi ve malı konusunda
kendini güvende hissedebilirdi? O zaman bu
kapının zararı, ahiretten önce
dünyada insanları bulurdu. Durum böyle
olduğunda hem adalet hem hikmet
iptal edilmiş olurdu ve ilahi tedbir
kınanırdı. Doğruluğa aykırı
davranılmış ve
her şey yerli yerince yerleştirilmemiş
olurdu.
Bu kişiler, insanların başına
gelen afetlere de takılıp neden hem iyileri hem
kötüleri bulduğunu ya da iyilerin
başına gelirken bazen kötülerin kurtulduklarını
sorarlar. Hikmet sahibi Allah'ın tedbir ve
planında bu nasıl olabilir ya da
bunun sebebi ne olabilir? derler. Onlara şöyle
deriz: Bu afetler hem iyileri hem
kötüleri buluyorsa da Allah, her iki kısım
için hayır kılmıştır. İyilerin başına
gelen musibetler, onlara Rablerinin geçmiş
günlerdeki nimetlerini hatırlatır. Bu
da onları şükre ve sabra teşvik eder.
Kötülerin başına geldiğinde ise
onların şirretlerini kırar, onları günahlar
ve aşırılıklardan
sakındırır. Yine her iki kısımdan kişiler bu
musibetlerden kurtulduklarında,
her ikisi kısım için hayır vardır.
İyiler, içinde bulundukları iyilik
ve doğruluktan dolayı mutlu olurlar,
iyiliğe olan rağbetleri ve basiretleri daha
da artar. Günahkârlar ise Rablerinin merhametini
tanırlar ve hak etmedikleri
halde onlara selamet verdiğini görürler. Bu da
onları insanlara karşı merhametli
olmaya ve kendilerine karşı kötülük edenleri
bağışlamaya teşvik eder.
Birileri şunu sorabilirler: Bu söylediklerin,
mal kaybına uğrayanlar için
geçerlidir. Ancak yangın, boğulma, sel ve
toprak kayması gibi can kaybına uğrayanlar
için ne söylersin?
Onlara şöyle cevap verilir: Allah bunu da her iki
kısım için hayır kılmıştır.
İyilerin bu dünyadan ayrılmaları, onlar
için dünyanın zor görevlerinden rahatlık
ve musibetlerinden kurtuluştur. Günahkârlar ise
bu afetler sonucunda günahları
temizlenir ve daha fazla günaha girmeleri önlenir.
Sözün özü şudur ki zikri yüce olan
yaratıcı, hikmeti ve kudretiyle tüm bunları
hayır ve yararla sonuçlandırabilir. Nitekim
rüzgâr bir ağacı ya da hurmayı
kırdığında, bunu faydaya
dönüştürmek isteyen zanaatçı, ağacı alır ve
çeşitli
alanlarda kullanır. Aynı şekilde tedbir
ve hikmet sahibi Allah da insanların bedenlerine
ve mallarına inen afetleri hayırla
sonuçlandırmaktadır.
Birisi Neden insanlara bu afetleri indiriyor? diye
sorarsa, şöyle deriz:
Uzun süren emniyet duygusuyla günahlara yönelmemeleri
içindir. O zaman günahkâr,
günahlarında aşırıya gider; salih
insan da iyilik yapmaktan soğur. Nitekim
kolaylık ve rahatlık hallerinde her iki
durum insanlara galip gelmektedir.
Ancak insanların başına gelen bu
afetler, insanları korkutur ve kendileri için
doğru olanı onlara hatırlatır.
Hiçbir sıkıntı ve musibete uğramazlar ise zorbalık
ve günahlarda aşırıya giderler.
Örneğin ilk zamanlarda öyle olmuştu, o zaman
da tufan afetinin gönderilmesi ve dünyanın
onlardan temizlenmesi gerekmişti.
Bilinç ve takdiri inkâr edenlerin eleştirdikleri
bir başka husus ise ölüm ve
faniliktir. Onlara göre insanlar, bu dünyada ölümsüz
ve tüm afetlerden uzak
olmalıdırlar. Ancak bu durumun sonucuna ve
sonrasında olacaklara bakılmalıdır.
Acaba dünyaya her giren kişi kalıcı
olsaydı ve hiçbirisi ölmeseydi, yeryüzü
insanlara dar gelmez miydi? Mesken, tarla ve geçim
konusunda sıkıntı çekmezler
miydi? İnsanlar, ölüm varken ve bir bir
onları almaktayken konut ve tarla konusunda
bu derece yarışmaktadırlar. O kadar ki
bunun için savaşlar çıkmakta ve
kanlar dökülmektedir. O halde doğup da ölmüyor
olsalardı halleri nice olurdu?
İnsanlarda hırs, şirret ve katı
kalplilik baskın olurdu. Ölmeyeceklerini bilselerdi,
hiç kimse sahip olduğu bir şeye kanaat
etmezdi, birisi yardım istediğinde ona
yardım eli uzatmazdı, başına bir
şey geldiğinde hiçbir şey onu avutmazdı. Ayrıca
o zaman yaşamdan sıkılır ve
dünyayla ilgili her şeyden bıkkınlık duyarlardı.
Nitekim ömrü uzun olan kişi, yaşamdan
sıkılır, ölümü ve dünyadan rahatlamayı
temenni eder.
Ölümü istememeleri ve özlememeleri için tüm
sıkıntı ve musibetlerin aldırılması
gerekirdi. derlerse de insanların bu durumda
dinlerini ve dünyalarını bozacak
şekilde yönelecekleri zorbalık ve
şirret hallerini anlatmıştık.
Yaşam alanları ve geçim kaynaklarının
daralmaması için çoğalmamaları gerekirdi.
derlerse, şöyle deriz: Dünyaya yalnızca bir
kuşak girmiş olsaydı ve bu kuşak da üreyip
çoğalmasalardı, o zaman
yaratılmış insanların çoğu bu dünyaya girmekten, her
iki âlemde
de Allah'ın nimetleri ve hediyelerinden faydalanmaktan
mahrum olurlardı.
O bir kuşakta yarattığı insanlar
kadarını yine yaratırdı ve dünya son buluncaya
kadar bu şekilde yaratmaya devam ederdi.
derlerse, şöyle deriz: Konu
yine yaşam alanları ve geçim
kaynaklarının darlığına dönerdi.
Ayrıca üreme ve çoğalma olmasaydı,
yakınlık ve akrabalığın ünsiyeti olmazdı,
zorluklarda aile ve akrabalardan yardım alma,
çocukları yetiştirme ve onlarla
mutlu olma halleri yaşanmazdı. Bu da
gösteriyor ki ilahi plan dışında kuruntuların
ürettiği tüm görüşler,
yanlıştır ve değersiz görüş ve sözlerden ibarettir.
Birileri başka açıdan ilahi tedbiri reddedip
şöyle diyebilirler: Burada nasıl
tedbirden bahsedilebilir! Zira biz bu dünyada güç
sahibi olan insanların zorbaya
dönüştüklerini görüyoruz. Güçlüler, zulmedip gasp
ediyorlar. Güçsüzler zulme
uğruyorlar ve haksızlıklardan
usanıyorlar. Salihler yoksul ve hastadırlar. Fasıklar,
sağlıklı ve zengindirler. Bir günaha ya
da harama giren kişiye acilen ceza
verilmez. Dünyada ilahi tedbir olsaydı,
işler bu kıyasa göre şekil alırdı. İyilere
rızık verilir, kötüler mahrum
bırakılırlardı. Güçlülerin zayıflara zulmetmeleri
engellenirdi. Haramlara giren kişiye cezası
hemen verilirdi.
Onlara şu cevap verilir: Durum böyle
olsaydı, insanın diğer canlılardan üstün
tutulduğu iyilik yapma, sevap kazanmayı
isteyerek ve Allah'ın vaadine güvenerek
nefsi iyiliğe ve salih amellere yönlendirme
özellikleri iptal edilmiş olurdu.
O zaman insan, sopa ve yemle yönlendirilen, zaman
zaman sopa yiyince yola
gelen hayvanlar derecesinde olurdu. Hiç kimse sevaba
ya da azaba olan yakini
sebebiyle amel etmezdi. Bu da onları
insanlık mertebesinden çıkarır, hayvanlık
mertebesine düşürürdü.
Ayrıca gayb olanı bilmez, yalnızca
şahit olduğu şeylere göre amel ederdi.
Bunun sonucunda da salih insan, bu dünyanın
rızkı ve bolluğu için salih amelleri
işliyor olurdu. Zulüm ve çirkin günahlardan
sakınanlar da o günahı yaptığı
anda inecek azaptan kurtulabilmek için
sakınırlardı. Böylece insanların tüm eylemleri,
yalnızca şahit oldukları durumlara göre
şekillenirdi. Yaptıkları hiçbir
şey, Allah'ın katındakilere
yakinlerinden dolayı olmazdı. Ahiretin sevabını ve
ebedi nimetlerini de hak etmezlerdi.
Yine de zenginlik, yoksulluk, sağlık ve
hastalık halleri, bu konularda eleştiri
yapanların kıyaslarına aykırı
değildir. Nitekim bazen onların kıyasları
doğrultusunda
cereyan etmektedir. Zira birçok tedbirden dolayı
birçok salih insanın
dünya malıyla
rızıklandırıldığını görürsün. Aksi
takdirde insanlar, yalnızca
kâfirlerin rızıklandırıldığını,
iyilerin ise mahrum bırakıldıklarını
düşünürlerdi.
Böyle olduğunda fasıklığı
salih olmaya tercih ederlerdi. Yine birçok fasığın da
insanlara ve kendilerine olan zulümleri ve
zararları artınca azabının acilen verildiğini
görürsün. Örneğin Firavun'a boğulma,
Nebukadnezar'a'(1) kaybolma ve Bülbeys'e
öldürülme azabı acilen verilmiştir. Ancak
kulların bilmedikleri sebeplerden
ötürü bazı kötülerin azabının ve
bazı iyilerin de ödüllerinin ahirete ertelenmesi,
ilahi tedbiri iptal edici bir durum değildir.
Nitekim böyle bir uygulama
yeryüzü hükümdarlarında da görülebilir ve bu
durum onların tedbirlerini iptal
etmez. Ertelediklerini ertelemeleri ve acele
etmelerindeki aceleleri, yine doğru
görüş ve tedbir kapsamında olabilir.
Ayrıca deliller her şeyin hikmet ve kudret
sahibi bir yaratıcı tarafından
yaratıldığını
gösteriyorsa ve onların kıyasları da bu
sonuca ulaşıyorsa, neden bu yaratıcı
yarattıklarını düzen içerisinde
yönetmesin? Zira onların kıyaslarına göre yaratıcı,
yalnızca şu üç özellikten birisiyle yarattığını
ihmal edebilir: Ya acizdir
ya cahildir ya da kötüdür. Ancak tüm bu özellikler,
aziz, ulu ve zikri yüce olan
Allah'ın yarattığı âlemde mümkün
değildir. Nitekim aciz olan, bu yüce ve şaşkınlık
verici varlıkları yaratamazdı. Cahil,
doğru ve hikmetli olanı bilemezdi.
Kötü ise yaratma ve inşa etme ihsanında
bulunmazdı. Durum böyle olduğunda,
yaratıcının mutlaka
yarattıklarını düzen içinde yönetmesi gerekirdi.
Düzen ve tedbirinin tüm özellikleri ve manaları
bilinmese de durum değişmez.
Zira hükümdarın birçok tedbirini halk anlamaz ve
sebeplerini bilmez. Çünkü
hükümdarın sırlarına ve kalbinde
sakladıklarına vakıf değillerdir. Sebebini
öğrendiklerinde doğru olduğunu
anlarlar. Mihnet de buna şahittir.
Meclisi'nin
Açıklaması: Mihnet de buna şahittir; yani görülen bu örnek,
görülmeyen benzer durumlara
kanıttır.
İlacın ya da yemeğin
sıcaklığından emin olmadığında, iki veya üç
yönden
sıcak veya soğuk olduğunu görürsen, bu
konuda kesin hükme varıp şüphen ortadan
kalkmaz mı? O halde bu cahiller,
sayılamayacak çokluktaki bunca delile
rağmen kâinatın bir
yaratıcısı ve yöneticisi olduğu hükmüne nasıl
varamıyorlar?
Dünyanın yalnızca yarısı ve
yarısında olanlar doğru şekilde oluşturulmuş
olsaydı, yine de dünyanın bilinçsiz ihmal
üzere olduğuna hüküm verilmesi güçlü
görüşe ve edebe yakışmazdı. Çünkü
diğer yarıda görülen doğruluk ve ustalık,
hemen kuruntuya girip bu hükmü vermeyi engellerdi.
Peki, araştırıldığında her
şeyin doğru ve yerli yerince olduğu
görüldüğüne göre böyle bir hükme nasıl varılabilir?
Öyle ki insanın aklına ne gelirse gelsin,
yaratılışın ondan daha doğru ve
daha hikmetli olduğu görülür.
Ey Mufazzal! bil ki bu kâinatın Yunanlarda
bilinen Yunanca adı kozmostur.
Anlamı ise güzelliktir. Filozoflar ve hikmet
iddiasında olanlar bu ismi vermişlerdir.
Kâinatta ölçü ve sistem görmüş olmasalardı
bu ismi verirler miydi? Ayrıca
-----------------------------
(1) Nebukadnezar, Babil'in en ünlü krallarından birisidir (M.Ö.
605-562.) Onun
zamanında Babil bir süper güç olarak ortadoğuda
yükseldi. Babil kenti, kentin kralı
Hammurabi
zamanında öteki kentleri yenerek hepsine egemen oldu ve Babil
krallığı kuruldu.
kâinata ölçü ya da sistem adını
vermemiş; doğruluk ve ustalığın yanı sıra
son
derece güzel ve göz kamaştırıcı
olduğunu bildirmek amacıyla güzellik adını
vermişlerdir.
Ey Mufazzal! o insanlara şaşarım ki
tabibin yanlışını gördüklerinde tıp alanının
yanlış olduğu hükmüne varmazlar da
kâinatta hiçbir şeyin ihmal edilmediğini
gördükleri halde bilinçsiz bir ihmalden ibaret
olduğu hükmüne varırlar.
Hatta hikmet iddiasında olanların
ahlakına şaşarım ki varlıkların kâinattaki
yerleri hakkındaki bilgisizlikleri sonucu yüce
yaratıcıyı kınama yoluna gitmişlerdir.
Zelil olan Mani'ye de şaşarım ki
sırların ilmini iddia etmiş, ancak yaratılıştaki
hikmetin delillerine karşı kör kalarak
yaratılışın hatalı ve yaratıcının da
cahil olduğunu iddia etmiştir. Halim ve
kerim olan Allah bundan yücedir. Tüm
bunlardan daha şaşırtıcı
olansa Muattıla fırkasıdır. Onlar, akılla idrak
edilmeyen
şeyin duyularla idrak edilmesini istediler. Bunu
da yapamadıkları zaman
inkâr ve yalanlama yoluna giderek Neden akılla
idrak edilmesin? diye sordular.
Onlara şöyle cevap verilir: Çünkü O, akıl
mertebesinden üstündür. Örneğin
göz de kendi mertebesinin üstünde olan bir şeyi
idrak etmekten aciz kalır. Bir
taşın havada yükseldiğini görürsen,
birisinin o taşı havaya fırlattığını
anlarsın.
Ancak bu ilim, gözün ilmi değildir; aklın
ilmidir. Çünkü ayırt edici olan akıldır.
Taşın kendi başına havada
yükselmeyeceğini bilir. Görmüyor musun ki göz, kendi
sınırında durmuş ve bunu
aşamamıştır. Aynı şekilde akıl da
yaratıcıyı tanıma
konusunda kendi sınırında kalır ve
bunu aşamaz. Ancak kendinde bir ruh oldugunu,
onu görmediğini ve herhangi bir duyusuyla idrak
etmediğini anlayan bir
akılla onu akleder.
Yine buna göre deriz ki akıl, ikrar etmesini
gerektirecek şekilde yaratıcıyı
tanır; ancak sıfatıyla kapsayacak
şekilde tanıyamaz.
Zayıf kulun aklı soyut olanı
kapsamlı şekilde idrak etmekten aciz olduğu
halde, onu tanıması nasıl beklenebilir?
diye sorarlarsa, onlara şöyle cevap verilir:
Kullar, takatleri miktarınca
ulaşabilecekleri derecede tanımakla yükümlü
kılınmışlardır. O da O'na
yakinen iman etmeleri, emirlerine ve yasaklarına da
itaat etmeleridir. Ancak sıfatıyla
kapsayıcı şekilde tanımakla yükümlü
kılınmamışlardır.
Örneğin hükümdar, halkından kendisinin uzun,
kısa, beyaz ya da esmer
olup olmadığını bilmelerini
beklemez. Ancak onları kendi hâkimiyetine boyun
eğmeleri ve emirlerine itaat etmeleriyle yükümlü
kılar. Bir adam kralın kapısına
gidip de Bana kendini göster, seni tam anlamıyla
tanıyayım, yoksa emirlerine
itaat etmem. dese, kendisini cezaya maruz
bırakmış olmaz mı? Aynı şekilde
yaratıcıyı künhüyle
kuşatıcı şekilde tanımadan ikrar etmeyeceğini
söyleyen kişi
de onun gazabına maruz kalır.
Biz onun sıfatlarını söyleyerek aziz,
hikmetli, cömert ve kerim olduğunu
söylemiyor muyuz? derlerse, onlara şöyle cevap
verilir: Tüm bunlar, ikrar sıfatlarıdır,
kapsayıcı sıfatlar değildir.
Nitekim biz hikmet sahibi olduğunu biliyoruz;
ancak onda bu sıfatın künhünü bilmiyoruz.
Kudretli, cömert ve diğer sıfatları
için de aynı durum söz konusudur. Örneğin
gökyüzünü görüyoruz, ama özünü
bilmiyoruz. Denizi görüyoruz, nerede
sonlandığını bilmiyoruz. Hatta O, sonsuz
defa bu örneğin üzerindedir. Çünkü örneklerin
tümü ona göre sınırlı kalır; ancak
aklı onu tanımaya yönlendirir.
Neden Allah hakkında ihtilafa düşülüyor?
diye sorarlarsa, onlara şöyle
denir: Çünkü hayaller, onun azametinin künhünü idrak
etmekten acizdir ve onu
tanıma konusunda kendi ölçülerini aşamazlar.
Allah'ı kapsayıcı şekilde idrak
etmek ister; ancak O'nu ve ondan aşağı
olan şeyleri dahi kuşatıcı şekilde idrak
etmekten aciz kalır.
Örneğin dünyaya doğmakta olan bu güneşi
görürsün; ancak insanlar hakikatine
vakıf olamıyorlar. Bu sebeple güneş(1)
hakkında çok farklı görüşler vardır
ve bahisleri geçen filozoflar, güneşin
özellikleri hakkında ihtilafa düşmüşlerdir.
Bazılarına göre içi ateşle dolu
boş bir çemberdir ve bu parıltı ile
ışığı veren bir
ağza sahiptir. Bazılarına göre
buluttur. Bazılarına göre camdan bir cisimdir,
dünyaya ateş gibi görünür ve
ışığını gönderir. Bazılarına göre
yumuşak bir maddedir
ve deniz suyundan oluşmaktadır.
Bazılarına göre ateşten çok fazla parçanın
birleşimiyle oluşmuştur.
Bazılarına göre dört elementin dışında beşinci
bir
elementten oluşmuştur. Sonra şekli
hakkında da ihtilafa düştüler. Kimisi geniş
bir tepsi şekline olduğunu söyledi. Kimisi
küre şeklinde olduğunu söyledi. Aynı
şekilde hacmi hakkında da ihtilafa
düştüler. Kimisi dünyayla eşit olduğunu söyledi.
Kimisi daha küçük olduğunu, kimisi büyük adadan
büyük olduğunu söyledi.
Geometri bilginleri ise dünyadan yüz yetmiş defa
daha büyük olduğunu
söylediler.
Güneş hakkındaki bu farklı
görüşlerden anlaşılıyor ki güneşin hakikatini
idrak edemediler. Akıllar, gözün gördüğü ve
duyuların idrak ettiği bu güneşin
hakikatine vakıf olmaktan aciz kaldıysa
eğer, duyuların idrak edemediği ve düşüncelerden
dahi gizli kalan şeyi nasıl idrak
edebilirler?
Neden gizlendi? diye soracak olurlarsa, onlara
şöyle denir: İnsanların birilerinden
kapı ya da perde gibi şeylerle gizlenmesi
gibi bir yöntem kullanarak gizlenmemiştir.
Ancak gizlendi dememizin anlamı, düşünce ve
hayallerin ulaşabileceğinin
ötesinde olmasıdır. Örneğin
Allah'ın yaratmış olduğu ruh dahi düşünce
ve hayallerin idrak edebileceği bir şey
değildir ve gözle görülmesi mümkün
değildir.
---------------------------------
(1) Güneşin iç içe geçmiş küresel yapıda katmanlardan
oluşmuştur. Çekirdeğindeki sıcaklık
15 milyon 0C dir. Güneşin yüzeyindeki
sıcaklık 6000 0C olup Dünyanın çekirdeğiyle
aynıdır.
İlginç bir nükte kâinatta artı derece yüksek
sıcaklığın sınırı yoktur ama eksi
değerde mutlak
sıcaklık -273 0C dir.
(Yayıncı)
Neden Allah düşünce ve hayallerin
ulaşabileceğinin ötesindedir? diye
soracak olurlarsa, onlara şöyle denir: Bu soru
dahi yanlıştır. Çünkü her şeyin
yaratıcısına, ancak her şeyden
farklı ve her şeyden yüce olması yakışırdı.
O her
şeyden münezzeh ve yücedir.
Her şeyden farklı ve her şeyden yüce
olduğu nasıl düşünülebilir? diye s0-
racak olurlarsa, onlara şöyle denir: Hakikatte
varlıklar, dört açıdan tanınırlar.
Birincisi, o şeyin var olup
olmadığına bakılır. İkincisi, zatında ve
cevherinde ne
olduğuna bakılır. Üçüncüsü, Nasıl
olduğuna ve sıfatlarına bakılır. Dördüncüsü,
neden var olduğuna ve sebebine bakılır.
Ancak yaratılmış olan, bu açıların hiçbirisiyle
yaratıcıyı hakkıyla tanıma
imkânına sahip değildir ve onun yalnızca var
olduğunu bilme imkânına sahiptir. O
nasıldır ya da o nedir diye soracak olursak,
künhünün ilmine sahip olmanın ve kemal üzere
tanımanın mümkün olmadığını
görürüz.
Yaratıcının sıfatları
arasında var oluş sebebine bakılması da söz konusu
değildir. Çünkü yüce yaratıcı, her
şeyin var oluş sebebidir ve hiçbir şey onun var
olma sebebi değildir. Ayrıca insanın,
Allahın var olduğunu bilmesi, ne olduğunu
bilmesini gerektirmemektedir. Örneğin ruhun var
olduğunu bilmesi de ruhun
ne ve nasıl olduğunu bilmesine vesile
değildir. Ruhani ve soyut durumlar için de
aynı şey söz konusudur.
Siz şimdi o kadar az bilinebileceğini
anlatıyorsunuz ki sanki hiç bilinmez
gibidir. derlerse, onlara şöyle denir: Bir
açıdan, eğer akıl kapsayıcı şekilde künhünü
bilmek isterse öyledir. Ancak diğer açıdan,
doğru delillerle ulaşıldığında
her yakından daha yakındır. Yani bir açıdan
açıktır ve hiç kimseye gizli değildir.
Diğer açıdan kapalıdır ve hiç
kimse onu idrak edemez. Akıl da aynı şekilde delilleriyle
zahirdir, ancak zatıyla gizlidir.
Tabiata inananlar ise tabiatın hiçbir şeyi
anlamsız yere yapmadığını ve bir
şeyin doğasındaki ölçüyü
aşmadığını söylerler. Hikmetin de buna şahit
olduğunu
iddia ederler. Onlara şöyle cevap verilir: O
halde tabiata bu hikmeti ve eşyanın
sınırlarında durup ölçüyü aşmama
özelliğini veren kimdir? Nitekim akıllar,
uzun tecrübeler sonucunda dahi bundan aciz kalır.
Eğer bu tür eylemler için
tabiatta hikmet ve kudret olduğunu iddia
ederlerse, inkâr ettiklerini ikrar etmiş
olurlar. Çünkü bunlar, yaratıcının
sıfatlarıdır. Eğer tabiatın bu özelliklere sahip
olduğunu inkâr ederlerse de
yaratılış, eylemin hikmet sahibi yaratıcıya ait
oldugunu
haykırmaktadır.
Eskilerden eşyanın oluşumunda bilinç ve
tedbirin olmadığını, bilinçsiz ve
tesadüfi olduğunu iddia edenler olmuştur.
Delil olarak da genelin ve bilinenin
dışında ortaya çıkan afetleri
ileri sürmüşlerdir. Örneğin insan, parmakları bir
fazla, bir eksik ya da şekli kusurlu halde
doğabilmektedir. Bu durumu ileri sürerek
varlıkların bilinç ve takdir ile değil,
bilinçsiz ve tesadüfi şekilde ortaya çıktığını
ileri sürmüşlerdir.
Aristoteles onlara cevap vererek şöyle
demiştir: Bilinçsiz ve tesadüfi olan
şey, tabiatta meydana gelen olaylarda düzene
baskın gelir ve bilinen düzeni tamamen
bozar. Ancak sürekli ardı ardına tek düzen
içinde devam eden tabiat
olayları bu durum söz konusu değildir.
Ey Mufazzal! şu hayvan türlerini görüyorsun.
Çoğunluğu tek örnek ve metot
üzere oluşmaya devam ederler. Örneğin insan,
büyük çoğunlukta olduğu gibi iki
eli, iki ayağı ve beş parmağı
ile doğar. Bundan farklı doğan insan ise rahimdeki
bir hastalık ya da ceninin oluştuğu
maddede bulunan bir sorun sebebiyle bu
şekilde doğar.
Zanaatlarda da zanaatçı, işini doğru
bir şekilde yapmayı amaçlar; ancak
çalıştığı alet veya edevatta
bulunan bir sorun sebebiyle amacı dışında bir şey
meydana gelebilir. Hayvanların yavrularında
da bu anlattığımız sebepler neticesinde
bu durumlar görülebilir. Böylece yavru; fazla, eksik
veya şekli kusurlu
doğabilir. Büyük çoğunluğu ise
sağlam, ölçülü ve sorunsuz doğar.
İçinde bir sorun olması sebebiyle bazı
işlerde ortaya çıkan arızalar, o işin
tamamıyla bilinçsiz ihmal sonucu ortaya
çıktığı ve bir yapanının olmadığı
anlamına
gelmediği gibi, ortaya çıkan bazı
engeller sebebiyle tabiat olaylarında meydana
gelen birtakım durumlar da tamamının
bilinçsiz ve tesadüf eseri ortaya
çıktığı anlamına
gelmemektedir.
Bir arıza neticesinde varlıkların bir
kısmının tabiatından farklı şekilde
meydana gelmesi sebebiyle tümünün bilinçsiz ve
tesadüfi olarak ortaya çıktığını
söylemek, yanlıştır ve
ahmaklıktır.
Varlıklarda neden böyle şeyler meydana geliyor?
diye soracak olurlarsa,
onlara şöyle denir: Varlıkların
tabiatın zoruyla meydana geldiğinin ve aksinin
mümkün olmadığının zannedilmemesi
içindir. Bazılarının da dediği gibi, hikmet
sahibi yaratıcının takdiri ve
eylemidir. Nitekim tabiatın çoğunlukla bilinen
mecrada ve metotta devam etmesini ve bazı
etkenler sebebiyle bilinen mecranın
dışına çıkmasını
sağlamıştır. Bu da onun bir plan ve tedbir kapsamında
olduguna,
amacına ulaşma ve işini tamamlama
konusunda yaratıcının iradesi ve
kudretine muhtaç olduğuna delildir. Yaratanların
en güzeli olan Allah'ın şânı
ne yücedir!(1)
Ey Mufazzal! sana verdiklerimi al ve sana
sunduğum ilmi hafızanda tut.
Rabb'ine şükredenlerden, nimetlerine hamd
edenlerden ve evliyasına itaat edenlerden
ol. Sana, çoğun azı ve tamamın küçük
bir bölümü şeklinde yaratılışın
delillerinden, doğru tedbir ve bilincin
tanıklarından anlattım. Bunlar üzerine
düşün, tefekkür et ve dersler çıkar.
Ben şöyle dedim: Senin yardımınla ey
mevlam, buna güç yetiririm ve
Allah'ın izniyle tebliğ edebilirim.
Sonra elini göğsüme koydu ve Allah'ın
iradesiyle hıfz et, Allah'ın izniyle
unutma. dedi.
-----------------
(1) Müminün 14. ayet
O an baygın düştüm.
Uyandığımda bana Kendini nasıl hissediyorsun ey
Mufazzal? diye sordu.
Ben şöyle dedim: Mevlamın yardımı
ve desteğiyle yazdığım yazılara ihtiyacım
kalmadı. Avucumdan okur gibi zihnimde
hissediyorum. Mevlama
ehli ve hak ettiği gibi hamd ve şükür olsun.
Şöyle buyurdu:
Ey Mufazzal! kalbini boşalt, zihnini,
aklını ve sükünetini topla. Sana göklerin
ve yerin melekütu, Allah'ın bunlar arasında
ve içlerinde yarattığı şaşkınlık
verici yaratıkları, meleklerin türleri,
safları, makamları ve sidretü'l müntehaya
kadar olan mertebeleri, yedi kat
aşağıdaki yere kadar yaratmış olduğu diğer
cin
ve insanlar ve toprağın altındakiler
hakkındaki ilimlerden vereceğim. Öyle ki
aldığın ilim, bölümlerden bir bölüm
olacaktır. İstiyorsan şimdi Allah'ın riayeti
ve gözetimiyle gidebilirsin. Zira senin bizim
yanımızda yüksek merteben vardır.
Müminlerin kalplerinde susuzluğu gideren su
gibisin. Sana anlatmaya başlayıncaya
kadar da vermiş olduğum bu sözün
zamanını sorma.
Mufazzal şöyle diyor: Mevlamın
yanından öyle bir şekilde çıktım ki hiç
kimse benim gibi çıkmamıştır.