Gadir Sayfası
Mahmut
Reyhaninin Cenk Koraya Mektubu
(Alevilik
Sünnilik Üzerine)
Televizyonda meşhur bir şahıs olan Cenk Koray,
İbrahim Tatlısesin: Yetiş ya Muhammed yetiş ya Ali
şarkısını söylediği zaman bu şarkıdaki
Yetiş ya Ali sözüne karşı çıkmış, ve Hz. Ali
peygamber olmadığı için onun için yetiş denemez
iddiasında bulunmuştu. Bu olayı duyan Alevi
yazarlarımızdan sayın Mahmut Reyhani ona cevaben bir mektup yazmıştır. Bu cevaptan sonra
Cenk Koray çok memnun olup söylediği sözler için özür dilemiştir.
Şimdi size Ş. Mahmutun mektubunu yazıyorum:
Sayın Cenk Koray
beyefendi,
17 kasım tarihinde kaleme
almış olduğunuz YETİŞ YA MUHAMMED YETİŞ YA
ALİ başlıklı yazınız herhalde gereksiz bir
müdahaledir. Bu tür yazılar ancak provokatörlere ve mezhep hastası
olan yobazlara yakışır. Sizin gibi halk ve vatan uğrunda
beyin tüketen ve ülkenin tüm dertlerini omuzlarına alan değerli
yazarları bu düzeye düşmekten tenzih ederim. Değinmek
istediğiniz türkü, toplumsal dalgalardan bir esintidir. Demek isterim ki,
halk içinde kökleşen ve fıtri bir nitelik kazanan böyle geleneksel
kavramları yok etmek, kontrol altına almaya çalışmak
beyhudedir. Hz. Aliyi (a.s) bulunduğu mertebeden indirmeye hiç kimsenin
gücü yetmez. İslamiyetin üç büyük imparatorluğu bu amacı güttü
ve eridi, bitti; bu hedefe ulaşamadı. Onu aşağılamak,
büsbütün silmek istediler, yapamadılar ve bu tanrısal ışığı
söndüremediler. Hz. Aliye olan düşmanlık Aleviler üzerine
uygulanmaya başlandı, korkunç eziyetler yapıldı,
başlarına yıldırımlar yağdırıldı,
kırımlar yapıldı. Fakat bütün bu kaba kuvvet Aleviliği
ortadan kaldıramadı. Hiç kuşku yok ki, Hz. Ali (a.s), Ali olmasaydı, bu azgın kin ve
amansız düşmanlıklar karşısında tükenip biterdi,
ismi bile anılmaz bir duruma gelirdi. Fakat Hz. Aliye (a.s) bir şey
olmadı. Onu kötülemek, unutturmak, İslam defterinden silip atma
amacı güdüldü, daha sonra altmış (60) yıl boyunca camilerde,
hutbelerde kendisine sövüldü; bu sövgü devletin yasası haline getirildi.
En adi, en azgın suçlulardan bile daha ağır ceza gördü. Fakat bu
güzel isim gittikçe büyüdü ve devleşmeye doğru gitti. Zalim iktidar,
özellikle Emeviler Hz. Ali (a.s) ile çok uğraştılar.
Satılmış imam, fıkıh ve hadis bilginlerine dayanarak
bu dev ismi dar bir çerçeveye soktular. İşte Ali dediler.
Aldatıcı olan bu politik akım (afedersiniz) sizi de
yakalamış oldu. Siz de Hz. Aliyi (a.s) bu dar çerçeveden
görüyorsunuz. Hem de zalim ve sahtekarların hesabına kendisini
tanımlamaya kalkışıyorsunuz.
Soru: Hz.
Ali kim?
Cevap: 1.
Hz. Peygamberin amcasının oğlu,
2. İlk çocuk
Müslüman,
3. Dördüncü (4.)
Halife
4. Aşere-i
Mübaşerrelerdenmiş.
Sayın üstad, Hz. Aliyi (a.s)
tanımak için büyük yazar, bilgin, profesör ve filozof olmak gerekmez,
ancak mezhep tutkusundan uzak olmakla beraber Hz. Alinin (a.s)
hayatını incelemek, genellikle mezhep lakırdısına yol
açan olaylar üzerinde durmak yeter. Siz bunu yaparsanız ve
çelişkileri akıl terazisine koyup iyiyi sahteden ayırmaya
çalışırsanız Hz. Aliyi (a.s) Hz. Peygamber (s.a.a) ile
aynı kefede göreceksiniz ve o zaman Hz. Aliye (a.s) başkasına
nasip olmayan bu üstün özelliklerin Allah (c.c) ve Hz. Peygamber (s.a.a)
tarafından verilmiş olduğunu göreceksiniz. Ne yazıktır
ki İslam ümmeti bu Allah (c.c) ve Hz. Peygamber (s.a.a) vergisine kafa
tuttu, isyan etti ve sanki Hz. Muhammede (s.a.a) Sen bir
peygambersin, Alahın elçisisin. Biz sana inandık, ama sakın
Aliye bu kadar avantaj verme, onu herkesten daha üstün tutma der gibi oldular.
Ne yazıktır ki İslam
tarihini dolduran bu haktan cayma ve karşı gelme hareketleri sanki
gerçekten de Hz. Peygambere (s.a.a) böyle bir ültimatom verilmiş gibi
gösteriyor. Hatta ve hatta bu manevi ültimatom Sünnî mezhebinin anayasası
sayılır oldu! İşte bunun için sizin bu yazınız
uğursuz mezhep ve kişmesini kamçılayan kötü bir propaganda gibi
görülebilir... Neden mi? Çünkü İslam ümmetinin neredeyse yarısı
Şiîdir. Bunların hepsi Hz. Alinin (a.s) Hz. Peygamberle (s.a.a)
aynı kefede bulunduğunu ve şefâat etmeye yetkili olduğuna
inanırlar. Şimdi, bu yaygın ve onlara göre kutsal olan inanca
ters düşecek gündem dışı yazmak doğru olur mu? Acaba,
bu yazının iki mezhep arasındaki çekişmeye katkı
olmayacağı ne malum? Bugünlerde Sünnî dostu olmayan bir Alevî veya
Alevî dostu olmayan bir Sünnî tasavvur edilemezdi, ancak dinci siyasi partiler
araya girince psikolojik yaklaşımlar yavaş yavaş çekilmeye
başladı. Artık siz kime yardım ettiğinizi
düşünün.
Sayın üstad, üçüncü bine giriyoruz...
Geriye dönüp baktığımız zaman ister istemez içimiz
burkuluyor. Burkulmaz mı? 1500 yıl boyunca mezhepçilik namına
çene çaldık, çekiştik, boğuştuk. Birbirimize amansız
düşman olduk, kırım korkunçluğunu bile normal gördük; daha
sonra ne kazandık? Hiç mi hiç! Diğer milletlerin gerisinde
kalmadık mı? Kaldık! Dinimiz en yüksek ve en doğru din
olduğu halde başkasına kölelik etmekten kurtulduk mu? Yine
kurtulamadık! Eğer bu kafada gidersek daha çok binler tükenir, ama bu
uğursuz ihtilaf ayakta kalır. Artık kendimize gelelim, bu
uğursuz defteri dürelim, kâbus dolu uykudan uyanalım.
Sayın üstadım, bir kere daha
söylemek isterim ki sizin müdahaleniz gereksiz bir müdahale idi. Çünkü Hz.
Aliye (a.s) beslenen sevgiyi hiç kimse durduramaz. Emevi ve Abbasi
canavarları dahi buna engel olmadılar. Yapılan korkunç zulüm ve
işkencelerin içinden sıyrılıp yayıldı. 1500
yılı doldurup taştı. Şiî kesimi şöyle dursun,
Sünnî kesimine ve İslam düşmanı olan Hıristiyanlara bile
geçti...
Sayın beyefendi, başta Hz.
Aliyi (a.s) tanımlamak için kullanmış olduğunuz cümleler
üzerinde birer birer durmak istiyorum:
1. Hz. Ali, Hz. Peygamberin
amcasının oğludur!
Evet, ama Peygamber hazretlerinin
başka amcaoğulları da vardı. Hiç biri bu ayarda
olamadı.
2. Hz. Ali ilk Müslüman çocuktur
Evet, ama bu çocuk başka bir
çocuktur. Bu çocuk, 8-9 veya kimi rivayetlere göre 10 yaşındayken Hz.
Peygambere (s.a.a) Yakın akrabalarını uyar! anlamındaki
ayet indiği zaman Peygamber Hazretleri (s.a.a) en yakın
akrabaları olan Abdulmuttalip ve Muttalip Oğullarını
yemekli bir toplantıya çağırmış ve yemekten sonra bir
konuşma yapmıştı. Allahtan aldığı görevi
bildirmiş ve hanginiz bana candan yardım eder, yanımda
olur, o kimse kardeşim, arkadaşım ve benden sonra hepinizin velisi,
efendisi olsun
diye teklifini yapmıştı. Herkes sustu. En küçükleri olan Hz. Ali
(a.s) ileri atıldı Ben sana yardım eder, yanında
olurum
dedi. O zaman Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Aliyi (a.s) boynundan tutup onlara
gösterdi ve Bu benim kardeşim, vasiyyim ve benden sonra halifemdir, onu
dinleyin, kendisine itaat edin! dedi. Davetliler gülüşerek
dağıldılar ve Hz. Alinin (a.s) babası Ebu Talibe Oğlunun
emirlerini dinle, kendisine itaat et diyerek alay ettiler.
Bu olayı rivayet eden, eserlerine
geçirenler büyük Sünnî alimleridir. Bunlardan birkaç isim söyleyelim:
Şeyh-ül İslam
ünvanının alan İbni hacer Askalanî İsabe, c. 2, s. 22;
Tabari Tarihi c.2, s. 217; Ebul Fida Tarihi c.1, s. 116; Ondan sonra,
İbni İshak İbni Cerir; İbni Ebi hatim, İbni Merdeveyh;
İbni Naim; İbni Cafer İskafî, Beyhaki; El Muttaki El Hindi;
Tefsir bilginlerinden Salebi gibi kalburüstü hadis, tarih ve fıkıh
bilginleri bu olayı yazmışlardı. Bu arada
çağımızın âlimlerinden Mısırlı yazar
Muhammed Hüseyin Heykel, hicri yılın 1350, 12 Zilhicce ayında, Ehram gazetesinin 5. sayfa, 2. sütünunda
bu olayı aynen nakletmiştir. İngiliz yazarlardan ( ) isminde bir araştırmacı da
Arapça olarak yazdığı bir kitapta bu olayı yazmıştır.
Bu olayda çok önemli bir nokta var ki, onu
kavrayabilen Hz. Alinin (a.s) gerçek yerini ve peygamberle beraber nasıl
aynı kefede yer aldığını hemen anlar. Hz. Peygamber
(s.a.a), peygamberliğini yaymaya henüz başlarken, yanında daha
beş kişi bile yokken o küçük çocuğu bu makama getirmek istedi.
Topladığı akrabalarından (40 kişi) hiç birisi
kendisini peygamber olarak tanımazken, bu çocuğu kendilerine
tanıtıyor, saygılarına sunuyor Emirlerini
dinleyin, kendisine itaat edin diyor. Yani Hz. Muhammed (s.a.a) peygamberlikle
beraber Hz. Alinin (a.s) vasiliğini
bir arada yürütmek istedi ve yürüttü. Ancak, yalnızca anlamak isyeten
anlar...
Ali
ilk müslüman değil de ilk Müslüman çocukmuş. Evet, böyle dediler!
Neden mi? Çünkü diktatör iktidarın sansürü altında
satılmış veya Kureyşin hilafet politakasına gönül kaptırmış
tarih ve hadis yazarları İlk Müslüman Alidir diyemezler. Bu
elbette yasak ve sakıncalıdır. Hz. Aliye (a.s) karşı
daha önce gizli kampanya kuran Kureyş, bir komplo sonucunda hilafete Ebu
Bekiri getirdi ya, artık onu şişirmek, gerçekten büyük göstermek,
kendi namına halka fiyaka satmak, yapılan
haksızlığı örtmek gerek. Onun için her türlü fazilet
tasnifinde kendisine bir öncelik uyduruldu. Gözü dönmüş yobazlar adeta
birbirleriyle yarış ediyorlardı, herkes bir şey uydurmaya
çalışıyordu. İslama giriş önceliği söz konusu
olunca dünya, alem biliyor ki Hz. Ali (a.s) herkesten önce İslama
girmiştir. Zira Hz. Ali (a.s) Hz. Peygamberiin evindeydi ve ailenin
üçüncü bireyiydi. İki yaşından beri peygamberin gölgesi gibi
yanından ayrılmadı, sadık bir talebesi, bir oğlu gibi
evinde hatta kucağında yetişti. Hz. Peygamber (s.a.a)
peygamberlikten önce sık sık Hira dağına gidip inzivaya
çekilirdi. O zamanlar Hz. Aliyi (a.s) de beraberinde götürdüğü çok
rivayet edilir ve ondan başka kimseyi götürmemiştir. Böyle bir
avantaja sahip olan Hz. Ali (a.s) elbette herkesten önce Müslüman
olacaktır, tersini düşünmek mantıksızlık olur. Ancak
iktidara dönüşen sinsi muhalefet, dinsel yetkisini kötüye kullanan
yobazlar sayesinde bu durma ağırlığını koydu ve
güdülen politika doğrultusunda değerlendirme yaptı. Hz. Alinin
(a.s) önceliğini gölgelemek için İslama giriş önceliği
sınıflara ayrıldı. Dediler ki: İslama ilk
girenler: kadınlardan anamız Hz. Hatice; yetişkin erkeklerden
Ebu Bekir; çocuklardan Ali ve kölelerden Zeyd İbin Harisedir.
Sayın üstad, bu aldatıcı
tasnife siz de aldandınız ve Ali ilk çocuk Müslüman diyerek din
yetkisine hakim zorba siyasetin düdüğünü siz de öttürdünüz. Bu
yanıltmacaya ne gerek var? Sen dört kişiden en önce olanı
manevra yapmadan söyle biliyorsan; bilmediğini bilene bırak! Ali için çocuk önceliği
varmış. Oysa sağlam bir araştırma yaparsanız Hz.
Alinin (a.s) Ebu Bekirden çok önce İslama girmiş olduğunu
göreceksiniz. Ancak bu öncelik Ebu Bekirin gül hatırı için
budandı. Keyfe göre sınırlandırıldı. Kimi
akıllılar çok daha ileri gidip tarihle alay ettiler. Güya daha Hz.
Ali (a.s) dünyaya gelmeden önce Ebu Bekir Hz. Muhammedin (s.a.a) yanından
ayrılmaz bir dostuymuş ve peygamber olur olmaz ilk inanan kendisi
olmuş. Hatta hatta Hz. Muhammedin (s.a.a) amcası Ebu talib ile
Şama kadar gidip Rahip Buhayra ile buluştukları olayda Ebu
Bekir yine Hz. Muhammedin yanındaymış. Bin kere maşallah,
tatsız bilgiler Halebi veya Dıhlanî (sıyret) kitaplarında
yazılmıştır. (Oysa bütün Sıyret ve tarih kitapları
Hz. Muhammedin o zamanlar 8 veya 9 yaşında olduğunu ve Hz.
Muhammedin Ebu Bekirden 2 yaş büyük olduğunu yazarlar.) Öyleyse,
Ebu Bekir o zaman 7 yaşındaydı. Acaba 7 yaşındaki
çocuk Şama kadar nasıl ve niçin gitti? Hz. Muhammed bir ticaret
amacıyla Şama gidecek olan amcası Ebu Talibin kendisini
bırakıp gitmesine üzüldüğü için amcası ona acıdı
ve yanına aldı. Acaba Ebu Bekir hangi amcasıyla gitti? Hz.
Muhammed (s.a.a) yetim idi. Ne anası vardı ne de babası.
Amcası Ebu Talib büyüttü, yetim olduğunu hissettirmedi. Bu sebeple
onsuz kalamaz diye yanına aldı. Peki Ebu Bekire ne oldu, niçin
gitti? Bu hikaye sadece Ebu Bekir
peygamberin sohbetlerine çocuk yaşta başladı dedirtmek için
uyduruldu. Siz mutlaka bu gibi palavralara inanmayacaksınız. Bunu iyi
biliyorum. Fakat Mekke müftüsü olacak sayılı bir âlimin Ebu Bekiri
yüceltmek için aklını nasıl feda ettiğine bir bakın.
En büyük yapmak için elde sağlam bir belge olmadığı halde
sahte belgelerle Ebu Bekiri nasıl Ebu bekir yaptıklarını
anlamak her bakımdan mümkündür...
3. Gelelim hilâfet dizisine:
Sayın üstad, siz Hz. Aliyi (a.s)
tanımlamak için dördüncü halife unvanını ikram ediyorsunuz.
Dördüncü mü? Allah Allah ne kadar cömert insanlar varmış! Acaba Hz.
Aliyi (a.s) dördüncü yapan kim? Hilâfet dümenini eline alan Kureyş mi?
Mazaallah iş Kureyşe kalsaydı Hz. Ali (a.s) ne dördüncü olurdu
ne de on dördüncü. Kureyş salt Hz. Aliyi (a.s) sollamak, saf
dışı bırakmak için hilâfeti politik sahnelere aktardı.
Binbir dolap çevirerek Ebu Bekiri halife yaptı. Hz. Peygamberin tüm emir
ve ısrarlarını hasıraltı yaptı. Birinci halife
olan Ebu Bekiri millet seçmedi ki Ömer seçti. Yanında Muhacirlerden Ebu
Ubeyde vardı. Hilâfette ısrar eden Ensarlar birliği çözülünce,
dâhi Ömer hilâfeti kaçırmamak için bu fırsatı kullandı,
hemen elini uzatıp Ebu Bekire biât etti. Ebu Ubeyde ve Ensarlardan
çözülen kişiler onu takip etti. Böylece ani bir manevrayla seçim
değil, oldu-bitti şoku ortalığa hakim oldu. Herkes
büyülendi, durumu öğrenmeye gelen şaşıp kaldı,
gelenlerin ellerin alıp Ebu Bekirin eline vuruyorlar ve biât diye
işlem gördürüyorlardı. Hz. Peygamberin cenaze işleriyle
meşgul olan Haşimilerden hiç kimse yoktu. Kureyşin diğer
kabileleri zaten böyle bir sürprizi çoktan istiyorlardı. Bu azgın
gelişme Hz. Alinin (a.s) düşmanlarına elbette çok iyi geldi.
Onlar halifelerine biât etmek için bölük bölük geliyorlar; bir yandan da icma
borusu çalıyorlardı. Zaten sözbirliği
anlama gelen icma boş
lakırdı halinde bütün tarih köşelerinde yankılar
yaptı. Müslümanlar sözbirliğiyle Hz. Ebu Bekiri halife seçtiler. diyerek tarihe
yalancı bir tarih daha eklediler. Ömer, Ensar Birliğinin çözülmesini
iyi değerlendirdi ve zaman geçirmeden hedefe varmayı
başarabildi. Ensar, bilindiği gibi Evs ve Hazrec denilen iki
kabileden oluşur. Birbirine ezeli rakip olan bu iki kabile arasında
İslamdan önce savaşlar bile olmuştu. Ancak İslam dini
onları birleştirdi, birbirine kardeş yaptı. Ensarlar, Hz.
Peygamberin (s.a.a) kendi memleketlerinde vefat etmesi hesabıyla yerine
geçmeyi hak bildiler ve Beni Saide Sekıyfesinde toplandılar.
Toplantıda Hazrec kabilesinden Sâd ibin Ubadeyi tek aday olarak
gösterdiler. Ömer toplantıyı haber alınca aceleyle yanına
Ebu Bekir ve Ebu Ubeydeyi alarak onları bastı. Biraz çekişme ve
söz düellosundan sonra Ömer bir konuşma yaptı, daha sonra Ebu Bekir
konuştu. Bu konuşmalardan cesaret alan Evs kabilesinden iki lider,
Hazrec kabilesine olan kıskanlıç duygularına tekrar
kapıldılar ve Ensar Birliğine yan çizdiler. Bu iki lider Ömere
tez davranıp işi bitirmesi için cesaret verdiler. Ne
enteresandır ki bu iki liderin ne kendileri ne çocukları hiç bir
zaman Hz. Aliye (a.s) dost olmadılar. Sıffîn savaşında
bile bütün Ensarlar Hz. Alinin (a.s) yanında iken yalnız bu iki kişi
Muaviyeyi tuttu. Muaviyenin yanında bunlardan başka Ensardan kimse
yoktu.
Sayın beyefendi, işte hilâfet
dizisi böyle başladı. Hz. Ali (a.s) dediğiniz gibi dördüncü
halife değildir. Hz. Ali (a.s) birinci ve tek halifedir. Neden mi? Çünkü
hilâfet ya Şiîleree göre Allah ve Peygamber tarafından verilen bir
makamdır veya Sünnîlere göre milletin oyuna bağlı bir makam;
Eğer Allah (c.c ) ve Peygambere (s.a.a) ait bir makam ise halife
kuşkusuz Hz. Alidir (a.s) zira Hz. Ali (a.s) için Hz. Peygamber (s.a.a)
daha önce yazdığım gibi Bu benim halifem demişti.
Biraz sonra tamamlayıcı belge ve kanıtlar göstereceğim. Yok
eğer Sunnî âlimlerin iddiasına göre hilâfet seçimle kazanılan
bir makamsa birinci halife yine Hz. Alidir (a.s). Çünkü diğer halifeler
seçimle değil, oyun ve zorbalıkla bu makama geldiler. Dördüncü
dediğiniz Hz. Alinin (a.s) ise nasıl halife olduğunu elbette
biliyorsunuz. Biliyorsunuz, ama yine de hatırlatmak isterim. Üçüncü halife
Osman son beş yılında çok kötü bir yönetim uyguladı. Yani
akrabası olan Emevilerin keyfine göre bir yönetim. Zalim, kalleş ve
menfeat düşkünü valiler yönetiyordu ülkeyi... Her taraftan uyarma,
protestolar yağmaya başladı, aldırış etmedi. Daha
sonra millet ayaklandı, her taraftan gruplar halinde Medineye yürümeye başladılar.
Önce protesto ve tehdit edici tutumdan öteye gitmediler. Bu sıkı
tehditlere karşı halkı memnun etmeye, zalim valileri
değiştirmeye söz verdi. Söz verdi, ama kalleş
akrabalarının baskısı kendisini yalancı duruma soktu.
Hiç bir şey değiştirmedi. İhtilalciler fazla beklemeden
evini basıp onu öldürdüler. Halife öldürüldü, ama hilâfet elbette yüzüstü
kalacak değil ya, yeni halife için gerek ihtilalciler gerek Medinedeki
Ensar ve Sahabeler, herkes Hz. Aliyi (a.s) istedi. Hz. Ali (a.s) önce
reddetti. Daha sonra kabul etmek zorunda kaldı. Hz. Ali (a.s): Benim
biâtim mescitte olacak dedi, ve mescitte onbinlerce Sahaba kendisine biât etti.
İşte Hz. Ali (a.s), başkasına nasip olmayan gerçek bir
seçim sonucunda rakipsiz olarak halife oldu. Rakipsiz dedim, zira Kureyş
artık ortada yok. Osmanın öldürülmesiyle hilâfet mekanizması
onların elinden düştü. Emeviler kaçtı, çil yavrusu gibi
dağıldılar. Öldürülen halifelerini dahi defnetmeye cesaret
edemediler. En son üç veya dört kişi gece defnettiler. Hz. Ali (a.s) halife
oldu, ama Kureyş, Kureyştir. Önce olayın şokunun
karşısında suskunluk geçirdiler, daha sonra kendilerini
toparladılar ve kendisine savaş açtılar. Cemel
savaşında Kureyş yenildi. İkinci kez Sıffînde
hıncını almak istedi. Sıffînde yenilmek üzereyken büyük
bir hileyle savaşı durdurdu. Bu uğursuz hile yüzünden harici
grubu çıktı. Hz. Ali (a.s)
şimdi de haricilerle uğraşmak zorunda kaldı, onlara
derslerini verdi, ancak daha sonra bir suikastta yenilip şehid oldu.
Bitmedi, Hz. Aliden (a.s)
hıncını alamayan Kureyş, öldükten sonra kendisine en
ağır cezayı uyguladı. Altmış (60) yıl
boyunca camilerde, hutbelerde bu büyük adama sövdüler, lanet okudular. Demek
oluyor ki dünyanın en temiz, en dürüst ve en saygıdeğer
insanı şimdi en kötü ruhlu insanların düzeyine değil, çok
daha aşağılara getiriliyor.
Yine bitmedi, Kureyşin baştan
beri yapmış olduğu haksızlıklar din, iman oldu, oldu
ama nasıl? Diktatör iktidar sığınaklarında oldu.
Başa getirilenlere dokunulmazlık konuldu. Haklarında kötü söz söylenmesi küfürdür diye fetvalar verildi.
Hz. Aliyi (a.s) sevenlerse dışlandı, ezildi, kâfir,
zındık damgasıyla Müslümanlıktan bile atıldılar.
Alevilere yapılan bu ağır eziyetin tek nedeni Hz. Aliyi (a.s)
sevmektir. Hz. Alinin (a.s) büyük suçu da dördüncü halife olmaktır. Hz.
Ali (a.s) onların nazarında katildir zira İslam
savaşlarında onların en yaman en kahraman adamlarını
öldürdü. Onun için Kureyşin gözünden düştü. Birincilik onun
hakkı olduğu halde dördüncü olmasına razı olunmadı.
Sayın üstad, şimdi buyurun
dördüncü gözüyle baktığınız Hz. Aliyi (a.s) beraber
tanıyalım. Acaba gerçekten dördüncü mü yoksa Kureyşin elinde
kalsaydı dördüncülük, beşincilik veya altıncılık görür
müydü?
Hz. Alinin (a.s) görmüş olduğu
haksızlıklardan biraz söz ettik. Bunların hepsinin gözle
görülecek, elle tutulacak birer gerçek olduğunu kanıtlamak için
kaynak göstermeye bile gerek yok. Zira hiç bir tarih tersini yazmaz. Hz.
Alinin (a.s) hak ettiği yere Ebu Bekiri getirdiler, Daha
önce İslama girdi diye yutturdular. Peki biz de yutalım ve iki sene
bekleyelim, fakat adam ölürken hilâfeti velinimeti olan Ömere devretti. Ömer
de mi Hz. Aliden (a.s) önce İslama girmiş? Oysa tam yedi (7)
yıl sonra Müslüman olmuştu. Öyleyse Ebu Bekirin ortaya sürülen
önceliği boş bir bahanedir. Vakıa Suresi, onuncu ayeti
şöyledir: Önceden gelenler Allaha daha yakınlardı. Ömer yine efendi
efendi gitmedi. Ölürken de Hz. Aliyi (a.s) büsbütün gölgelemek,
dışlamak ve hesaptan tamamen çıkarmak için, halifelik
görüşmelerine onunla beraber beş kişi daha soktu. Bu beş
kişinin hepsi de Kureyşliydi ve hepsi de Hz. Aliye (a.s) rakip ve
düşmandılar. Onlar hilâfeti rüyalarında dahi görseler
inanamazlardı, ama Ömer onların gözlerini açtı. Hilâfete birer
namzet gösterdi. Bununla yetinmedi, Hz. Alinin (a.s) hatta Peygamberin en
azılı düşmanı olan Emevileri tekrar ayağa
kaldırmak için hilâfetin tam Osmana gelmesini ayarladı. Zira
Abdurrahmanı aralarında hakem yaptı. Abdurrahman ise
Osmanın kayın biraderidir, bu sinsi manevradan sonra beklenen oldu
ve Osman sözde seçilerek halife oldu. Daha sonra olan oldu ve gelişmeler
hep Hz. Ali (a.s) ve Aleviler aleyhine hızlandı. Her neyse, bu konu
çok geniş bir konudur, bu sayfalara sığdırmak
olanaksızdır Mezhepte Aleviler ve yakında çıkacak olan
Haksızlık ve Haklılık adlı kitaplarımızda
bol bol yazdık.
Şimdi size göre Hz. Alinin (a.s) en
son özelliğine gelelim...
(4) Ali, Aşere-i
Mübeşşerelerdenmiş. Güzel bir formül. Bu hadisi uyduran ve
inananlara Hz. Alinin (a.s) namına mı teşekkür etmek gerekir
yoksa tarihin namına mı?
Sayın beyefendi, ben bu hadisin
tartışmasına başlamadan önce sizin sağduyu,
mantık ve vicdanınıza başvurmak isterim. Acaba bu hadisin
idolojisini, çelişkili ve yüz kızartıcı
ayrımcılığını düşünüp ve eğer
tarafsızsanız tarafsız olarak değerlendirirseniz biçimsiz
bir uydurma ve kocaman bir palavra olduğunu fark etmez misiniz? 1500
yıldan beri dillere destan olan bu lakırdıyı eminim ki
vicdanınıza yutturamazsınız. Çünkü vicdan din ve mezhep
üstü bir güçtür. Peygamber hazretleri, efendimiz, eğer gerçekten bu hadisi
söylemiş ise o İslamın bir ayıbı olur. Hz. Peygamber
(s.a.a) açık açık Hiçbir Arap, Arap olmayan hiç kimseden
üstün değil, ancak takva ile üstün olur dedikten sonra hâşâ
sümme hâşâ böyle bir ayrımcılık yapmaz. Yani yüzbin
kişi arasından salt Kureyş kabilesinden on kişi seçip onlara
böyle özel bir avantaj vermez. Bu ayırım, yüce Peygamberimizin
kişiliğine, prensibine, yapıcı tutumuna
yakışıksız bir çelişkidir. Allahın elçisini
böyle kötü davranışlardan tenzih edelim. Hz. Peygamber (s.a.a)
cennetle müjdeleyebilir, birçok kez birçok kişiye bu müjdeyi
vermiştir. Fakat yalnız on tane isim söyleyip
başkasının yüzüne kapıyı kapatmak Peygamberin
yapacağı bir iş değildir. Öte yandan bu on kişinin
hepsinin Kureyşli oluşu bir bakımdan çok gülünç. Yani cennet
Kureyşin tekelinde midir? Acaba İslam dini Kureyşe
kalsaydı, hiç yürür müydü? Sanmıyorum! Peygambere en çok eziyet
yapan, susturmak, önünü kesmek isteyen, en sonunda da evinden, yurdundan kovan
Kureyş değil miydi? Daha sonra Medine aslanları kendisine sahip
çıktılar, yanlarına çağırıp
bağırlarına bastılar. Kendisini ve beraberindeki
arkadaşlarını barındırdılar, mallarını
onlarla paylaştılar. Kendisini korudular ve canlarını önüne
koydular. Savaşlarda yüzünü güldürdüler... Sözün kısası
İslamiyet yapısını kanlarıyla harçladılar... Bu savaşların
birinde yetmiş (70) aslan şehit verdiği halde zerre kadar
sarsılmadılar, ancak savaşta bulunmak mutluluğu kendilerine
nasip olmayan diğer aslanlar üzüldüler... şimdi iş cennet
avantajına gelince bu sadık aslanlara avantaj yok. Cennet yalnız
Kureyşlilerindir. Cennet Medinelilerin aslanlar gibi
döğüştükleri o savaşlardan kaçanların cennetiymiş. Kim
mi kaçtı? Başta büyük hazretler kaçtılar. Evet, acı, ama
gerçek! Yani Peygamber öldükten sonra hemen yerine sahip çıkanlar o
savaşlarda sevgili Peygamberlerini düşman çemberinde
bırakıp selâmeti kaçmakta bulmuşlardı. Bu acı ( ) kaynağı Alevi kaynaklar
değil, Bekirci, Ömerci, Osmancı tarih ve sıyret kitaplarıdır.
Mesala Ebu Bekirin, İslam savaşlarında en ufak bir
katkısı var mı? Neyse Ebu
Bekir zayıf bünyeli ve savaş eri değil deyip geçelim. Ama
abartmaya alışkın olanlar, En büyük
kahraman Ebu Bekir diye iddia ederler. İşte bu utanmazlıktan
gelir. Ömere gelelim. Ömer yiğitmiş, kahramanmış,
şöyleymiş, böyleymiş. Hz. Peygamber (s.a.a) Allahım
İslam dinini Ömerle güçlendir diye dua etmiş de Ömer İslama
girmiş. Hicret günü herkes gizlenerek, izini kaybettirerek hicret ederken
kendisi açık açık hem de Mekkelilere meydan okuyarak,
gözdağı vererek ve doğrusu onlarla alay edip rezil ederek
Medineye gitmiş. Fakat isteyen buyursun İslam tarihini beraber
inceleyelim ve Ömerin bu şişirmelere karşın ne
yaptığını değerlendirelim. Ömer sadece Bedir
savaşında bir dayısını öldürdü, ondan sonra hiçbir
savaşta hiçbir rolü yoktur. Tarih ve siyret yazarları
savaşların sonucunu verirken, öldürülenleri ve kimin kimi
öldürdüğünü yazarlar. Ömer Bedir savaşında bir
dayısını öldürdü, ondan sonra hiçbir savaş sonucunu
bildiren kahramanlar listesinde ismine rastlanmaz. Ancak kaçanlar listesinde
ismi bol bol geçer.
Örneğin Uhutta kaçtı ve
kaçışını bizzat kendisi anlatıyor. Şöyle ki; Biz Uhut
savaşında Hz. Peygamberin yanından dağıldık. Ben
tepeye çıkana kadar kaçtım. Orada bir ceylan gibi kayadan kayaya
sıçradığımı hissediyordum. [1]
Bir başka kaynaktaysa, Müşriklerden
Dırar İbnil Hattap, Uhut savaşında kaçmakta olan Ömeri
kovalamış ve mızrakın tersiyle dürterek ey Hattabın oğlu, kaç git seni
öldürmeyeyim
demişti. Dırar daha sonra Müslüman olmuş ve Ömer
onun bu iyiliğini unutmamıştır [2] Ömer
savaşlar boyunca hep kaçmıştır. Onların hepsini yazmak
uzun sürer. Can yayınlarında basılan Haklılık ve
Haksızlık adlı kitabımızda hepsini kaynaklarıyla
yazdık.
Üçüncü hazretin
kaçmışlığına gelince, onlar zaten meşhur
olaylardır. Osman kaçmakta tam bir şampiyondur. Belki ondan söz etmek
gereksizdir, zira diğer iki büyük kaçmış olduktan sonra onun
kaçmaması aranmaz. Zaten dediğim gibi kaçmakta en başta gelir.
Uhut savaşında bir kaçışta üç günlük mesafede olan Avas
dağına kadar kaçtı. O bir şairin dediği gibi: Ben,
savaşta kendimi sıkmadım. Kaçmakta ise bir ceylan gibiydim.
Sayın üstad, savaşlarda kaçmak
demek, o memleketi düşmana teslim etmek demektir; İslam
savaşlarında kaçmak ise Hz. Peygamberi (s.a.a) düşmanın
eline vermekten başka bir anlam ifade etmez. Etmez, fakat ne üzücüdür ki
Peygamberlerini azgın bir halde olan düşman çemberi içinde
bırakıp kaçanlar şimdi onun en büyük avantajına en önde
sahip çıktılar. Hz. Peygamber (s.a.a) cenneti ikram ediyor, ama kime?
Salt onlara ve onların tutumuna sadık olan birkaç kişiye. Bir de
utanmadan aralarına Hz. Aliyi (a.s) de sokuyorlar. Evet Hz. Aliye de
(a.s) bu özel avantajı tanıdılar, ama bu ayrı bir oyundur.
Zira Hz. Aliyi (a.s) tutan kesimden listede tek bir kişi bile yok,
listede olanların hepsi Hz. Alinin (a.s) rakibi,
düşmanlarıdır, böylece Yanlış
anlaşılmasın, Ali sadece on kişiden biridir, kimse
şımarmasın ve kimse onu boyunu aşan makamlara getirmesin.
İşte görüyorsunuz Peygamber tarafından cennetle müjdelenenlerden
Aliyi tutan kimse yok, ama hepsi Ömeri tutanlardır. denmek isteniyor.
Bu oyun düzenlendi ve koca İslam
ümmetine böylece yutturuldu, üzücüdür, ama siz de sayın Cenk beyefendi,
evet yuttunuz ve Hz. Aliyi (a.s) bu kadar dar çerçeveden görmekle adeta
iftihar ediyorsunuz. Hz. Ali elbette İslamiyete en büyük
katkıları olan bir zattır ve kendisine sevgimiz ve
saygımız sonsuzdur. diyorsunuz. Maşallah, sonsuz diyorsunuz, ama Cennetle müjdelenen on kişiden
birisi olmak dışında, başka bir özelliği yok demekle Hz.
Peygamberin (s.a.a) özel bir önemle gösterdiği Hz. Aliyi (a.s)
değil, hilâfet politikasının cambazları tarafından
küçültülmüş, önemsizliğe itilmiş Hz. Aliyi (a.s) görüyorsunuz.
Her neyse, şimdi bu cennet hadisini temelden ele
alalım...
Üstad, bir daha söyleyeyim, bu hadis
uydurmadır. Sizi ve sizin gibi başkalarına rehber olacak ilim ve
kültür adamlarını böyle uydurmalara aldanmaktan tenzih ederim. Hz.
Peygamber (s.a.a) bu kadar sadık, dürüst ve iman dolu binlerce sahabe
arasından istisna yaparak Allahın (c.c) cennetini birkaç kişiye
bağışlamaz. Bu ayırım bilhassa Peygambere (s.a.a)
uygun değildir. Cenab-ı Allah, Kuran-ı Kerimde müminlere genel
olarak cennet vaat etmiştir.
Şöyle;
İman edip hayırlı
işler yapanları müjdele, onları altlarından çaylar akan
cennetler bekliyor. [3]
İman edip hayırlı
işler yapan ve Allahın emirlerine uyan kimseler, onlar cennetin
ehlidir.
[4]
Allah müminlerden
canlarını ve mallarını cennete karşılık
satın aldı. [5]
Bu ayetlerin ayarında olan Hac 14,
Secde 19, Nisâ 124, Gafir 40, Feth 7, Talâk 11 gibi sayılamayacak kadar
çok ayet var ki mümünleri cennetle müjdeliyor.
Hz. Peygamber (s.a.a) hadislerinde de
birçok kimselere cennet müjdesini vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.a)
savaşta elini kaybeden Zeyd İbin Suhan için Kesilen eli kendisinden
önce cennete gidecek demişti. Bu hadisi İbni Hacer İsabe
kitabında ve Ebu Ömer İstiap kitabındaki Zeyd maddesinde yazar.
İslamiyetin ilk günlerinde Ammar
İbin Yâsir ve babasıyla Hz. Muhammedi (s.a.a) inanıp Müslüman
oldukları zaman Mekkeliler tarafından kendilerine işkenceler
ediliyordu. Hz. Peygamber (s.a.a) oradan geçerken onları görür ve Ey Yâsir
ailesi, sabırlı olun. Allah sizi cennetle mükafatlandıracak derdi.
Ayrıca, Hz. Peygamber (s.a.a) Ammar için Cibril bana Ammarı cennetle müjdele dedi diye
söylemiştir. [6]
Daha sonra cennet sözünü sahabelerden alan çok. Bunlardan Cafer Bin Ebi
Talibin de böyle bir müjde aldığını Heytemi Mecma
kitabı, c. 9, s. 272de ve Amru Bin Sabit Heytemi de kitabında c. 9,
s. 363te belirtmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.a), Hz. Hasan (a.s) ve
Hz. Hüseyin (a.s) için dedi ki: Bunların dedeleri cennette,
anaları cennette, babaları cennette, halaları cennette,
teyzeleri cennette, kendileri cennette ve kendileri sevenleri cennette. [7] Bu hadis
Tıbraninin büyük ve orta kitaplarında
yazılmıştır.
İmam Ahmed Müsned, c. 1, s. 177de
Sâd Bin Ebi Vakkasın şöyle bir hadisini yazıyor... Sâd
demiş ki: Ben peygamberin Abdullah Bin Sellamdan başka hiç kimseye
cennet sözü verdiğini işitmedim.
İşte felaket buna denir! Bunlar politika uğruna üretilen
palavraları yutturabilmek için gerekirse karada gemiler yüzdürmeye
çalışırlar. Bakın işte Ahmed Bin Hanbel, bir mezhep
kurucusu, büyük bir âlim olduğu halde bu gibi çelişkileri
sakınmadan kitabına geçiriyor. Sâdın rivâyetine göre Abdullah Bin Sellamdan başka hiç
kimseye cennet sözü verilmemiştir. Bununla kitabının 187nci
sayfasında rivâyet ettiği on
kişiye cennet bağışlama hadisini kendisi
baltalamış oluyor. Öyle ki baltalayan hadisin kahramanı Sâdtir.
O sâd ki, cennetle müjdelendiği söylenen on kişi arasında yer
alan bir sahabedir. Onlar diyorlar ki Sen cennetle müjdelenen birisin o hayır diyor. O
yalnız Abdullah Bin Sellamdır bu çelişkiler neyi gösterir? Cennet
bağışlama hadisinin kökten yalan olduğunu gösterir. Ahmed
Bin Hanbel olgun ve ılımlı bir İslam bilginidir. Ancak her
şeye rağmen Kureyşin hilâfet politikasının
kısakacına girmiş ve Ömerin sinsi tutumuna kendini
kaptırmıştır. Ne kadar ılımlı olursa olsun
bu hastalıktan kendisini kurtaramamıştır. Birbiriyle
çelişen iki hadis yazıyor ve ikisine de sağlam diyor. Oysa ki
hiç birisi sağlam değildir ve her ikisi de Hz. Alinin (a.s) önünü
kesmek için oynanan sahnenin bir dekorudur.
Bu meşhur hadis iki kanaldan
kaynaklanıyor. Birincisi Abdurrahman Bin Avfın rivâyeti, diğeri
Said Bin Zeydin rivâyetidir. Abdurrahman Bin Avfın rivâyeti hiç geçerli
değildir zira kendisinden bu hadisi rivâyet eden Abdurrahman Bin Hamit
isimli hadis bilgini Hicretin 105nci yılında 72 yaşında
iken vefat etmiştir. Bu bakımdan Abdurrahman Bin Avfın tam
öldüğü sene doğmuş olduğu için kendisini görememiştir
ki ondan hadis almış olabilsin. Bu zaman uygunsuzluğu hadis
nakletme kurallarına ters gelir ve böyle bir hadise Mürsel ismini verirler. Mürsel
Arapçada bağlı karşıtıdır,
yani sağlam bir kaynağa bağlanamamıştır. Hadisi
rivâyet eden, dayandığı ve ondan işittiğini
söylediği adamın zamanını idrak etmemişse ondan hadis
nakletmesi elbette düşünülemez. Abdurrahman Bin Hamit, İbni
Avfın vefatından önce en az 10 veya 8 yılı idrak
etmiş olabilseydi, ondan bir şey işitmiş olabilirdi. Ancak,
biyografisine göre İbni Avfın vefat ettiği 32nci Hicri
yılda doğmuştur. Onun için ne kadar dürüst bir hadisçi de olsa
böyle bir hadis geçersiz kalır. Bu bitti, ikinci kanala gelelim. O da Said
Bin Zeydin rivayeti.
Said İbin Zeyd bu hadisi Küfedeyken
söyledi. Bunu ilk kez Muaviye tarafından Küfe valisi yapılan
Muğiyre Bin Şubenin yanında yumurtladı. Bu bakımdan
tam 40 sene bekletmiş ve ancak ölmeden bir sene önce bu bombayı
patlatmıştır. Bu önemli lakırdı Ebu Bekir ve Ömer
döneminde yoktu. Ebu Bekir Sekiyfe olayında hilâfete hazırlanan
Ensarlarla tartışırken hiç ondan bahsetmedi. Onlara şöyle
diyordu: Siz peygambere çok yardım ettiniz, ama onun yerine geçmek
bizim hakkımız. Çünkü Kureyşliyiz ve Kureyş Hz.
Peygamberin ağacıdır.
Acaba diyorum, o zaman bu hadis piyasaya
çıkmış olsaydı ve elinde böyle bir koz olsaydı
kaçırır mıydı?
O zaman Bakın diyecekti Peygamber
hazretleri on kişiyi başa getirip cennetle müjdeledi. Bu on
kişinin hepsi bizden, sizden bir kişi bile yok. Peygamberin uygun
gördüğü tercihe siz karşı mı çıkacaksınız? der, bu hadisi
dile getirir ve onları kolayca susturudu. Fakat ne yapsın böyle bir
hadis yoktu, çünkü uyduran kahraman daha uydurmamıştı.
Daha sonra Ömer, Şüra kurulu olarak
altı Kureyşli tayin etti ve Hz. Peygamber, bunlardan
hoşnut olarak ayrıldı. dedi ve aralarından bir halife seçmelerini
istedi. Eğer bu hadis icat edilmiş olsaydı, yüzde yüz ona
dayanır ve hepsini Kureyşli olarak seçtiği için bu hadisi koz
olarak eline alır ve İşte Peygamberin cennetle
müjdelediği kişiler bunlardır demez miydi? Elbette
derdi, ama daha fol da yoktu yumurta da.
Said Bin Zeyd bu hadisi 40 sene kadar
neden saklamış, kimseye söylememiş? 40 sene sonra
açığa vurmuş, acaba neden? Belki zamanın diktatörü
Muaviyeyi okşayıp gönlünü almak için böyle bir formül bulmuş
olabilir. Zira Muaviyeden korkuyordu. Muaviye oğlu Yezidi veliaht
yaptığında Sâid ona biât etmedi. Emevi diktatör ise bunu bir
çeşit isyan sayıyordu. Böyle bir hadis uydurmak elbette Muaviyenin
hoşuna giderdi. On kişinin hepsi Kureyşli olmakla beraber Hz.
Alinin (a.s) dışında hepsine Sekıyfe ve Şüra
kongrelerine uygun bir zihniyetle bakar ve içlerinde Hz. Aliye (a.s) gönül
verecek hiç kimse olmadığı için elbette kendi siyasetine uygun
bir propogandan konusu olurdu.
Bu hadisin uydurma olduğu her
bakımdan orrtada. Mesala, isimler hilâfet sırasına göre
dizilmiş. Önce Ebu Bekir, sonra Ömer, Osman, Ali ve diğerleri. Zira
hilâfet kaderi belli olduktan sonra uyduruldu ve uyduran zat elbette buna göre
düzecekti. Eğer Hz. Peygamber (s.a.a) gerçekten bu hadisi söylemiş ve
kendi isimleri bu şekilde sıralamışsa o zaman iş
bitmiş sayılır. Yani, kavga ve gürültüye gerek yok. Ne
Ensarların aday göstermesi ne de Haşimilerin darılıp
bağırması gerekirdi. Ebu Bekir Ömeri vasiyet ettiği için
Talhanın karşı çıkması ayıp olur. Cennetle
müjdeleme onuruna ters düşerdi. Ömerin de şu Şüra rezaletini sahneye
koyması, ortalığı karıştıran boş bir
lakırdı olurdu. Ancak felsefeye gerek yok. Hz. Peygamber (s.a.a) bu
hadisi kesinlikle söylemedi, uyduran, halifelerin derecelerine göre
ayarladı. Bu aldatıcı düzme yalnız burada değil, tarih
ve hadis kitaplarından hiç eksik olmaz. Güya halifelerin dereceleri,
Pyegamber (s.a.a) zamanında da böyleymiş. Gafillere yutturmak için
uydurulan bu tip düzmeleri görmeye alıştık. Sözün
kısası; Sünnî mezhebi din ve siyaset karışımı
üzerine yapılandı, sahtekarlıklar, dokunulmazlıklar
kazandırıldı, yalan ve uydurmalar din, iman oldu.
Sayın beyefendi, bundan
anlaşılıyor ki, Hz. Ali (a.s) bildiğiniz gibi
değildir. Kelimenin tam manasıyla tanımıyorsunuz, hem de
tanımak bile istemiyorsunuz. Ali Peygamberle aynı kefede olmaz diyerek ahkâm
kesmek Hz. Aliyi (a.s) tanımamaktan ileri gelir. Hz. Peygamber (s.a.a)
bizzat kendisi Hz. Aliyi (a.s) kendi kefesine aldıktan sonra artık
kimseye söz düşmez. Hz. Ali (a.s) Peygamberin (s.a.a) kardeşidir, bu
bir gerçektir. Bu gerçeğe inanabilmek için Kardeşleme olayını bir daha hatırlayalım:
Peygamber Hazretleri (s.a.a) Mekkedeyken
Müslümanları birbirine bağlamak için Kardeşleşme sistemini kurdu. Her iki sahabeyi birbirine
kardeş olarak ilan etti. Medineye hicret ettikten sonra Mekkeyi
Medineye bağlamak için ikinci kez aralarında Kardeşleşme yaptı. Ancak bu sefer Mekkeli sahabeye
Medineli bir kardeş tayin etti. Fakat kendisi için her iki tertipte de Hz.
Aliyi (a.s) kardeş yaptı.
Birincisi normal diyelim, zira yalnız
Mekkeliler arasında yapılmıştı, fakat ikincisinde de
bir Mekkeli bir Medineli olma formülü vardı. Burada hem kendisine hem de
Hz. Aliye (a.s) Medineli bir kardeş gerektiren formülü uygulamadı ve
ikisi de Mekkeli oldukları halde kardeş oldular. Peygamber Hazretleri
(s.a.a) yalnız kendisi ve Hz. Ali (a.s) için, koyduğu bu kurala neden
riayet etmedi? Etmedi, çünkü kendisine Hz. Aliden (a.s) başka kimse
kardeş olamaz ve çünkü Hz. Aliye (a.s) kendisinden başka kimse
kardeş olamaz. Gerçek ortada, başka yorum istemez...çünkü ikisi
aynı kefededir. [8]
Bu hadisi rivâyet eden sahabeler: Ali Bin
Ebi Talib, Ömer Bin Hattap, Enes Bin Malik, Zeyd Bin Ebi Evfa, Abdullah Bin Ebi
Evfa, Abdullah Bin Abbas, Mahduç Bin Zeyd, Cabir Bin Abdullah, Ebu Zer Güfâri,
Amir Bin Rabia, Abdullah Bin Ömer, Ebu Emame, Zeyd Bin Erkam, Said Bin
Müseyyib, vs.
Kardeşleşme
olayından anlaşılıyor ki Hz. Ali (a.s) Hz. Peygamber
(s.a.a) ile aynı kefededir. Bu beraberliği pekiştiren pek çok
kanıtlarımız vardır.
Şimdi son olarak Berâat olaylarını inceleyelim:
Peygamber Hazretleri (s.a.a) bir gün Ebu
Bekire Berâat Suresini verip Mekkelilere okuması için Mekkeye gönderdi.
Daha sonra, arkasından Hz. Aliyi (a.s) göndererek Git, Ebu Bekire
yetiş, ondan sureyi al, Mekkelilere sen oku diye emir verdi.
Ebu Bekir, Hz. Peygamberin (s.a.a)
yanına döndüğünde Ya Resulullah, benim hakkımda bir
ayet mi indi?
diye sordu.
Hz. Peygamber (s.a.a) Hayır,
ancak Allahtan emir aldım, bu sureyi ya ben gidip okuyacağım ya
da benden biri olacak dedi.
Bu hadisin doğruluğunu
kanıtlamak için kaynak göstermedim zira siz 25 Kasım tarihli
köşe yazınızda itiraf ediyorsunuz. Olayı İmam Ahmed,
Nisai, Hakim, Zehebi gibi dev Sünnî âlimler bile onayladıktan sonra kabul
etmemek düşünülemez. Ancak itirafınıza rağmen olay üzerinde
üstünkörü yorum yapmakla, taşıdığı büyük manadan
kaçıyor veya değinmek istemiyorsunuz. Neymiş? Kimsenin Hz. Ali
(a.s) için Ehli Beytten değil
diye itiraz ettiği yokmuş... Çok güzel, zaten Hz. Peygamber (s.a.a)
Hz. Alinin (a.s) Ehli Beytten olduğunu tasdik etmek için söylemediki
bunu, zaten aka ak demenin ne
gereği var?
Hz. Peygamber (s.a.a) Ya ben
gideceğim ya da benden biri olacak demekle, yani benim kefemde olan biri
demek istiyor ve Hz. Aliden (a.s) başka hiç kimseye Peygamberi (s.a.a)
temsil etme yetkisi verilmemiştir. Bu bakımdan Berâat suresi
tebliğinde Hz. Alinin (a.s) üstünlüğü olduğu gibi görülür.
Burada bir sure tebliğinden ziyâde hilâfetin kaderinin tayini vardır.
Acaba diyorum, Hz. Peygamber (s.a.a)
efendimiz neden önce Ebu bekiri gönderdi? Bu işin Ebu Bekirin işi
olmadığını bilmiyor muydu? Elbette biliyordu, ama yine de
gönderdi. Neden acaba? Kendisiyle alay mı etmek istedi? Asla, Peygamber
Hazretleri (s.a.a), ciddiyetini daima muhafaza eden bir elçidir. Öyleyse neden
mi? Ebu bekire bir ders ve ibret vermek istedi ve verdi. Yani
kulağından tutup Bak, işte Cenab-ı Allah sana
en ufak işler için bile yetki vermedi, sakın yarın büyük
işlere burnunu sokma der gibi oldu. Oldu, ama anlayan kim? Ebu Bekiri
birkaç ayet okumak için yeterli görmeyen Hz. Peygamber (s.a.a) acaba Hz. Aliyi
(a.s) sollayıp hilâfet makamına geçmesini hoş karşılar
mıydı? Kesinlikle hoş karşılamazdı. Fakat Ebu
Bekirciler anlar mı? Ne yazık ki anlamazlar. Zira bu sahte inanç daha
önce onlara yutturuldu. Ebu Bekir hazretleri Müslümanların
sözbirliğiyle halife olarak seçildi. Blöf biçimini alan bu sahte bildiri daha
sonra güçlü bir inanç olarak yayıldı ve neredeyse İslamın
altıncı şartı olma gibi kutsallık onurunu
kazandı.
Daha önce
Ebu Bekirin nasıl Müslüman olduğunu belirttik. Yani,
Müslümanların ittifâkıyla değil, Ömerin zorbalık ve dehasıyla
halife olduğunu kanıtladık. Acı, ama gerçek... Ebu Bekir
halife değil, işgalciydi! Ona yapılan biât, sürpriz,
rastlantı ve bizzat kendisinin tabiriyle Felte idi. Evet, birinci halife olacak zat, halka hitaben
okuduğu bir hutbede Bana olan biâtınız bir felte
idi
demişti.
Sayın üstad, felte Arapça bir sözcüktür. Siz, lütfen araştırın,
değerlendirin. Felte
sözcüğünün anlamı şudur: sürpriz,
rastlantı, oldu-bitti ve ...doğrusu
kaçırma.
İbni Kesir Büyük Tarihinde Halife Ömerin yaptığı son hacdan dönüşünde
okuduğu meşhur hutbesinde şöyle dediğini yazıyor: Ebu
Bekirin biâtı bir felteydi, ama Allah İslam ümmetini onun
şerrinden korudu.
Allah Allah, ne korkunç söz, ne korkunç
ifşaat bu... Ömer burada açık açık demek istiyor ki Bu
iş kolaylıkla bitmemiş olsaydı, zorlukla
yapılacaktı. Ömerin ağzından kaçırdığı bu
iki sözcük içinin tercümanı oldu. Allah
şerrinden korudu. Şer kötülük
demek, anlam belli, iyilikle olmasaydı kötülükle olacaktı.
Artık bu filmin senaryosunu kimin hazırladığını
anlamak zor değil. İbnül Esir, Alevi değil, Sünnîdir, Ömercidir.
Fakat zavallı ne yapsın, her şeyi saklayamaz ki. Çok şeyler
sakladı, çok yalanları savundu ve zaman zaman çok değerli
belgeleri esir kaçırır gibi kaçırdı. Burada bir şairin
beytini hatırladım: En büyük fazilet, düşmanın
itiraf ettiği fazilettir.
Değerli üstad, siz Berâat olayından benimsemez bir
tavırla bahsettiniz ki aynı Mübahale
olayının üzerinden geçtiğiniz gibi. hadi hadi bütün
bunları biliyoruz, ne var sanki der gibi savmak istediniz. Bir de Hz.
Muhammedin yanına Aliyi alıp gelmesinden daha doğal bir
şey yoktur. Elbette Sâd Bin Vakkas veya Talhanın gelmesi
düşünülemez
diyorsunuz. Oysa bu sözler konudan kaçmak için yapılan manevralardan
başka bir şey değildir. Acaba böyle gereksiz bir savunma sizin
direnişinize ne kazandırıyor? Hz. Peygamber (s.a.a) buraya aile
ve soy namına boy göstermeye gelmiyor, İslam dinini tanıtmak ve
onun üstünlüğünü göstermek için Hıristiyanlarla yüzyüze gelmek
istiyor. Cenab-ı Allah, Mübahaleye
gelirken onlara şöyle söylenmesini emrediyor: Siz
çocuklarınızı getirin biz de çocuklarımızı
getirelim; kadınlarınızı getirin,
kadınlarımızı getirelim; kendiniz gelin, biz de gelelim.
Hz. Muhammed (s.a.a) Çocuklar deyince,
Hz. Hasan (a.s) ile Hz. Hüseyin (a.s); Kadınlar deyince Hz.
Fatımayı (a.s) kastediyor. Fakat sıra Hz. Aliye (a.s) gelince
Adamlarımızı getirelim demiyor. Kendimiz
gelelim
diyor. Yani Hz. Aliyi (a.s) kendi kefesinde göstermek için birinci çoğul
şahıs zamirini kullanarak Enfüsene diyor.
Enfüs
sözcüğü, nefis sözcüğünün
çoğul şeklidir. Bu kelime her ne kadar Arapçada hakiki ve mecazi
anlamlar verirse de Türkçede yine geniş kapsamda bulunur. Mesala; Özvarlık, kişilik, özbenlik, ruh
ve hayat gibi kavramları
karşılar. Bu bakımdan, Hz. Peygamber (s.a.a) kendi nefsini Hz.
Alinin (a.s) nefsiyle bir arada söylemekle Hz. Aliyi (a.s) kendi
varlığına almış oluyor. Tıpkı aynı
cinsten olan iki harfin birbirine idgam olup tek harf gibi okunması...
Hz. Peygamber (s.a.a) efendimiz Hz. Ali
(a.s) ile olan beraberliğini Peygamberlikten önce ve 63 yaşına
gelinceye dek sürdürmüştü. Hiçbir zaman onu ihmal etmemişti.
Söylediği pek çok hadislerle onu sık sık yüceltmiştir.
Örneğin: Ey Ali, sen benim yanımda Hârun Peygamberin Musa Peygamberin
yanına olan gibisin, ancak benden sonra Peygamber yok. Bu hadis ve bunun
ayarında hadisler pek çoktur. Dost olsun, düşman olsun bütün hadis
yazarları tarafından onaylanmıştır. Öyleyse İslam
Peygamberi (s.a.a) Hz. Ali (a.s) için bunları söyledikten sonra, Ali
Peygamberle aynı kefede olmaz diye ahkâm kesmek kimin haddi olur? Neymiş?
Yetiş Ya Ali diyordu da neden yetiş ya Ömer demiyordu? Allah
Allah bu da laf mı? O kadar gülünç bir teklif ki, suyu
aşağıdan yukarıya akıtmak için beyhude yere
uğraşmak gibi... Gerek Sünnî gerek gerekse Alevilerde Ömerden medet
bekleme modası yok. Yetiş ya Ömer diye çağıran
hiç yok! Oysa halk her zaman Yetiş ya Ali! diye
çağırır, hatta bunu geleneksel bir alışkanlık
haline getirmiştir. Neden mi? Çünkü önce Peygamber Hazretleri (s.a.a) bu
usulü başlattı. Dar bir duruma düşünce Yetiş ya
Ali!
diye çağırırdı. Örneğin Uhut savaşında
herkes kendisini bırakıp kaçtıktan sonra düşman
kıskacı içinde kalınca Yetiş ya Ali, bu gelenleri
piskürt
derdi. Hz. Ali (a.s) hemen atılır ve kudurmuşcasına
saldıran düşmanların bir kısmını öldürür, kalan
kısmını dağıtırdı. Hz. Peygamber (s.a.a)
başka bir saldırgan grubu gösterir Yetiş ya
Ali, bunları defet der, Hz. Ali (a.s) yine şahin gibi atılır,
birkaçını öldürür, gerisini dağıtırdı. Bu olay
Sünnîlerin tarihinde yazılmıştır. Mesala, İbnül
Esirin Uhut Savaşı
bölümünde aynen okuyabilirsiniz. Acaba Peygamber Hazretleri (s.a.a) neden Yetiş
ya Ömer
demedi? Çünkü, Ömer o zaman kaçanlar arasındaydı! Yani aziz
peygamberi, azgın düşmanların eline bırakmış ve
kendi deyimiyle kayalar arasında
ceylan gibi sıçrıyordu. [9]
Düşman çemberi içinde
sıkışıp kalan Peygamber (s.a.a) elbette kaçan Ömeri
değil, yanından ayrılmayan, canını önüne koyan Hz.
Aliyi (a.s) çağırır. Siz bunun hesabını İbrahim
Tatlısesten değil, Hz. Peygamberden (s.a.a) sorun. Ve daha
açıkçası, doğrudan Hz. Cebraili (a.s) sorumlu tutun! Çünkü İbnül Esir Tarihinde Uhut Savaşı bölümünde
şöyle bir olay yazılıdır: Uhut
savaşında aslancasına çarpışan Ali, Peygamberin
yanına hiç bir düşman yaklaştırmamak için gözünü
kırpmadan, tehlikeden tehlikeye atılırken Cibril Aleyhisselam
yukarıdan gür bir sesle Zülfikardan başka kılıç, Aliden
başka yiğit yoktur diyerek kendsine tanrısal bir madalya
vermiş oldu. Bu madalya birçok Sünnî âlimin kitaplarını
süslemiştir. Bu tarihi olay bir efsane değil, İslam tarihine
şanlı bir sayfa katan gerçektir. Cibril Aleyhisselam, Ömerden
başka yiğit yok! demedi. Çünkü yukarıdan baktı Ömer
kaçıyor, Hz. Ali (a.s) ise Peygamberini kurtarmak veya önünde şehit
olmak için ölüm-kalım mücadelesini yiğitçe sürdürüyor. Evet notlar o
zaman verildi. Üstün Yiğitlik
Madalyası Allah (c.c) tarafından hazırlanıp sahibine o
zaman sunuldu... Öyleyse, İbrahim Tatlısesin suçu ne? O ancak
sanatının eridir! Ona meydan okumaktansa gelin büyük Türk şairi
Süleyman Çelebiye meydan okuyun. Hz. Aliyi (a.s) kayırıyor diye
kendisini eleştirin.
Süleyman Çelebi ünlü Mevlid-i Şerif
divanında Hikâye-i Kesikbaş adlı bir kasidede
yazmıştır. Sadece Hz. Ali (a.s) için yazmış olduğu
bu kaside veya destanı Peygambere (s.a.a) ait olan yapıtına
dahil etmiştir. Acaba neden? Çünkü Peygamberle (s.a.a) aynı kefede
olduğu için. 48 sayfadan oluşan bu divanın elimde Osmanlıca
bir baskısı vardır. Destan 38nci sayfasında
yazılmıştır. Hz. Ali (a.s) Kesikbaşın vücudunu
ve oğlunu yiyen, karısını ve yüzlerce Müslümanı
kaçıran devi öldürmek için bulunduğu kuyuya doğru
gidiyormuş, kuyu çok derin, 500 kulaç yetmiyormuş. Kendini boşluğa
bırakıp, 7 gün 7 gece boşluktan iniyor; kâh başı
yukarıda kah ayağı, nihayet dibe varıyor, devi öldürüyor,
Kesikbaşa dua okuyup vücudunu ve oğlunu diriltiyormuş. Esirleri
toplayıp kuyunun ağzına getiriyor ve yine bir dua okuyup
yeryüzüne çıkıyormuş.
Şair Çelebi, Hz. Alinin (a.s)
akıl almaz efsanevi mucizelerine çok ilginç bir mucize daha katıyor,
nerdeyse Hz. Aliyi (a.s) Tanrısallaştıracak kadar ileri
gidiyor. Acaba neden? Süleyman Çelebi Alevi midir? Kesinlikle değil! Zira
Hz. Aliye (a.s) hayran olmak yalnız Alevilere kalmış bir
şey değil, halk arasında geleneksel bir akım haline
gelmiştir. Her türlü övgüye layık olan bu büyük adam için akıl
ve mantığa hitap eden nitelikler artık yeterli görülmemiş,
akıl ve mantık şöyle dursun, buna kafa tutacak efsaneler dile
getirilmiştir. İşte size eşsiz bir kahramanın heybetli
kişiliği doğrultusunda içlerine doğan efsanelerle
duygularını besleyen halk, Hz. Alinin (a.s) büyüklüğünü dile
getirmeye başladı. Bu manevi kuram, bu geleneksel kült, birçok
insanın duygularını doldurmuştur. Bu arada Süleyman Çelebi
gibi Sünnî kesime bağlı olan niceleri var ki bu tanrısal esin,
mezheplerin çelik zırhını delmiş ve kalbine girmiş,
kendileri bile farkında olamamışlardır. Kesikbaş destanı gibi daha pek
çok destanlar, romanlar, efsaneler üretilmiştir. Büyük Larousse
Ansiklopedisi bile Halk Edebiyatı diye o yapıtlardan söz eder.
Burada Aksiklopedi deyince aklıma şunlar geliyor: Tarihçilerin en
büyük ayıbı, tarih bilimini zaman zaman mezhep ritmine göre
ayarlamalarıdır. Diyelim ki tarih yazarları eski din
adamları, İmamlar, hafızlar, şeyhlerdir. Onlar zaten
mezhepçiliğe kendilerini adamış fanatik insanlardır, fakat modern dediğimiz, sadece ilim ve
araştırma amacına dayanan şu ansiklopedileri
hazırlayanların böyle hevese kapılamaları cidden çok daha
üzücüdür. Biz bu fanatizmin defterini dürmek için
aydınlarımızdan medet umuyoruz. Şimdi bu
aydınlarımızı kime şikayet edelim? Söz konusu olan
ansiklopedi Hz. Ali (a.s) hakkında bir biyografi yazıyor. Biyografiyi
hazırlayan zat tarihe aykırı hatalar yapıyor, pot
kırıyor. Bunlar bizi ilgilendirmez, ama mesala, Hz.
Muhammedin (s.a.a) ölümünden sonra halife seçmek üzere oluşturulan
altı kişilik kurul diyor. Oysa Hz. Muhammedin (s.a.a) değil,
Ömerin ölümünden sonra bu kurul oluşturuluyor.
Bu büyük hata. Bize ne? Ama
mezhepçiliğe malzeme olacak notlara şöyle bir bakalım: Şiîlerin,
Peygamberin kendisinden sonra Alinin halife seçilmesini salık
verdiği yolundaki iddialarını doğrulayacak bir belge
yoktur. Ebu Bekirin ölümünden sonra Ömer ve Osmanın halife seçilmesine
de karşı çıkmadığı anlaşılmaktadır.
Daha sonra Hz. Alinin (a.s) Arapçada şahaser bir eser olan ve
mektup ve özlü sözlerine gölge düşürmek için çelme çalıyor ve diyor
ki: Onunla ilgili olduğu söylenen mektup ve özlü sözlerin
gerçekten kendisinin olduğunu saptamak güçtür.
Bu yüzden bu ansiklopedi, ansiklopedi
olmaktan ziyade, mezhepçliğe taze kan veren modern bir takviye unsuru
oluyor. Ben, sayıklamaktan beter bu gibi haltlara cevap vermeye tenezzül
etmek istemem. Hem konudan uzaklaşmış oluruz, hem yakında
çıkacak olan kitabımız Haklılık ve
Haksızlık bu gibi haltlara susturucu cevaplarla dolu.
Şimdi esas konumuza dönelim. Bu
sayın ansiklopedi, Hz. Ali (a.s) için üretilen efsanevi roman, hikaye ve
destanlardan Halk Edebiyatı diye bahsediyor. Birçoklarının
isimlerini ve yazarlarının adlarını veriyor. Ancak
Kesikbaş destanına gelince yazarın adını vermiyor.
Burada eserin Şiî eserlerinden olduğuna kesinlik katmak için ince bir
hile uyguluyor. Neden? Çünkü bunu Süleyman Çelebi yazmış derse, Sünnî
mezhebi aleyhine kötü bir propaganda yapmış olur. Bu ansiklopedi, 39
Bilimadamı tarafından hazırlanmıştır.
Sanıyorum içlerinde bir tek Alevi bile yok. Olsaydı bu biyografiyi
hazırlayana itiraz ederdi. Gerçi mezhepçilik yapıp bulundurmazlar.
Zaten mezhep diktatörlüğü yalnız Türkiyede var. Türkiyede seçim ne
kadar serbest ve demokrasiye uygunsa mezhep o kadar serbest olmaktan yoksundur.
Bu lâiklik ilkesine rağmen...
Sayın üstad, bu kadar uzatmak
istemezdim, ama konu konuyu doğuruyor, uzatmamak elde olmuyor. Hz. Alinin
(a.s) Hz. Peygamberle (s.a.a) aynı kefede olup olmadığı
tartışması sanırım Hz. Alinin (a.s) lehine
bitmiş görünüyor. Çünkü ele aldığımız bahisler hep bu
neticeyle sonuçlanmıştır. Zaten gerçek her bakımdan belli.
Bu güzel ismin birleştirilip tek isim halinde söylenmesi bile yeterli.
MEHMET ALİ
Mehmet Ali ismi, çok yaygın bir hal
almış ve büyük bir sempatiye mazhar olmuştur. Bu iki güzel isim
birbirine o kadar yakışıyor ki, güneşe yakışan
ışık kadar. Bu ismi kullananlar yalnız Aleviler mi?
Sunnîlerde çok daha yaygındır. Bir inceleme yaparsak, çok sayıda
veziri, paşaları ve devlet adamlarını bu isimde
göreceğiz. İsim hem Araplarda hem de Türklerde büyük rağbet
görmüştür. Acaba Peygamberin (s.a.a) ismine eşlik eden başka
bir isim var mı? Elebette yok! İşte bu manevi
ayrıcalık Hz. Alinin (a.s) özelliklerine ayrı bir özellik daha
katıyor. Çünkü Hz. Ali (a.s) Hz. Peygamberle (s.a.a) beraber aynı
kefededir. Burada Hz. Aliin (a.s) bir sözünü hatırlatmak isterim.
İbni Ebil Hadid Nehc-ul Belağa şerhinde Hz. Alinin (a.s)
şöyle dediğini yazıyor: Benim Hz. Peygambere olan
oranım, ışığın ışığa olan
oranından farksızdır.
Sayın beyefendi, sizi
eleştirilmiş olmaktan tenzih ederim, zira
takındığınız tavır normaldir. Kişinin
görüş ve kanılarını sınırlandırmak kimsenin
haddi değildir. İsteyen istediği gibi kabul veya reddeder, ancak
bununla beraber sizin bu doğrultuda normal üstü bir
çıkışınız var ki onu içime sindiremedim. Siz bu kadar
verip veriştirdikten sonra Ben tarafsızım diyerek bir hakem
rolü takınmak istiyorsunuz. Bin kere maşallah. Acaba ne kaldı?
Sünnî-Alevi çekişmesine katkıda bulunacak, kavgayı sürdürecek,
ortada ne varsa söylediniz. Yani en koyu mutassıbı ayakta tutan,
içini dolduran duygular bunlardır. Eğer siz tarafsızsanız,
acaba taraflılar nasıl olur? Yoksa taraf tutan fanatiklerin
avukatlığını yapmak, tarafsızlık mı
sayılır? Siz kelimenin tam manasıyla tarafsız
değilsiniz. Biz çok tarafsız insanlar gördük, ama onlar hakkı kişilere
göre değil, kişileri hakka göre tanımak isteyen insanlardı.
Yaşar Nuri Öztürk ve benzerleri. Yaşar Nuri bey Alevi midir?
Kesinlikle değil! Ancak hakkın yanında olduğu için Alevi
gibi göründü. Ben zaten Alevi aramam. Hakka sahip çıkacak insanlar
ararım. İşte tarafsız onlar olur, siz ise hiçbir zaman
tarafsız olmazsınız. Zira İslam tarihine damga vuran ve
başlı başına bir tarih olan Ğadir olayını
bile bir çırpıda yalanlayıp, Büyük palavra diyorsunuz.
Neymiş efendim? Bu olay doğru olsaydı büyük hazretler onun
aleyhine hareket ederler miymiş? Az önce dedik ya, siz kişilere göre
hak tanımak istiyorsunuz. Yine hazretler namına konulan
dokunulmazlık zorunluluğundan vazgeçmek istemiyorsunuz. Bizim ezeli
derdimiz bu değil midir? Hz. Peygamberin (s.a.a) çizdiği yolun
tersine hareket ettikleri ortada. Efendim, o zaman damat hazretleri de
suçluymuş. Neden sesini çıkarmamış? Neden üç halifenin
hilâfetini tanıyıp onlara biât etmiş? Çok afedersiniz, ama
şimdi söyleyeceğim sözler olgunlaşmamış meyve gibi
tatsızdır. Zira siz tartmadan, ölçmeden konuşuyorsunuz. Tarihin
yabancısı mısınız? Herhalde öyle değil. Öyleyse Damat
hazretleri itiraz etti, küstü, altı ay kadar küskün olarak biâte
katılmadı diyen tarihçileri neden değerlendirmiyorsunuz?
Bunları yazan başta Buhari olmak üzere bütün İslam
tarihçileri... Hz. Ali (a.s) neden küstü? Neden altı ay kadar biât etmedi?
Neden ömrünün sonuna kadar yakınıp durdu? Acaba boş yere miydi?
Sözlerinde, hutbelerinde hep uğradığı
haksızlıkları dile getirdi. Zaman zaman Kureyşi Allaha
şikayet etti? Ey Allahım, Kureyş bana zulmetti,
hakkıma mani oldu. Onun cezasını sen ver şeklindeki sözleri,
en büyük Sünnî şeyh ve imamların itirafıdır. Hz. Ali (a.s)
altı ay sonra biât etmek zorunda kaldı. Çünkü Kureyş
Kureyştir. Onlar ikinci bir Bedir, ikinci bir Uhut, ikinci bir Hendek
savaşına razı olur, Hz. Alinin (a.s) hilâfetine razı
olmazlardı. Kureyşin bu korkunç ikinciliği bir gün Ömerin
ağzından kaçmıştı. İbnil Esir Tarihinde Ömerin
yaptığı son hac bölümünde söylemiş olduğu hutbede
şöyle dediğini yazar: Evt, Ebu Bekirin biâti bir felteydi,
ama Allah İslam ümmetini onun şerrinden korudu. Burada Ebu Bekirin
biâtinin kaçırma olduğunu itiraf etmekle beraber, iyilikle olmasaydı kötülükle
olacaktı demek istiyordu. Kureyşin bu kötü niyeti daha sonra
olduğu gibi ortaya çıkmadı mı? Üç hazretten sonra
ortalık karıştı, dizgin Kureyşin elinden tamamen
kaçmıştı. Duruma hakim Medine Ensarları ve diğer
Müslümanlar birleşerek Hz. Aliye (a.s) biât ettiler. Fakat Kureyş
kıyameti kopardı. Üst üste iki yıldırıcı
savaş açtı. Diyelim ki Hz. Ali (a.s) yenildi, amacına ulaşamadı.
Kureyş için yetmedi. O öldükten sonra dünya tarihinin bilmediği bir
ceza usulü uyguladılar. 60 sene kadar kendisine küfür ettiler, lânet
okudular, okuttular ve devletin bir ilkesi haline getirdiler.
İşte Kureyş budur. Önce onu
tanıyalım, sonra Hz. Aliye (a.s) karşı olan
davranışları bilelim, ondan sonra da Ğadir
olayı doğru olsaydı, sahabeler hemen toplanıp Aliye biât
ederlerdi
diye ahkâm keselim...
Ğadir olayına gelelim:
Sayın üstad, Büyük palavra
diyebilmek olağanüstü bir cesaretti. O palavra ki Sünnî mezhebin
bayraktarlığını yapan yüzlerce âlim, imam ve hafızlar
tarafından itiraf edilen bir olay. Hz. Aliyi (a.s) istemeyen, Hz. Alinin
(a.s) puanlarını düşürmek için her çareye başvuran,
kendisini daha aşağı göstermeye çalışan bu büyük Sünnî
âlimler, acaba Hz. Alinin (a.s) lehine yalan mı uydururlar? Böyle bir
çelişki hiçbir zaman söz konusu olamaz. Önce olayı rivâyet eden büyük
sahabelerden birkaç isim sayalım. Hz. Alinin (a.s) en başta gelen
rakipleri bile bu olaya değinmiş veya ufak bir imayla bundan
bahsetmiştir, şöyle: Ebu Bekir, Ömer, Osman, Aişe, Sâd Ebu
Vakkas, Talha, Amru İbnil As, Abdurrahman Bin Avf, Said Bin Zeyd, Zübeyr
İbnil Avam, Halid İbnil Velid, Hassan Bin Sabit, Sumre Bin Cündüp,
Usame Bin Zeyd, Übey Bin Kâb, Selman-ı Farisi, Enes Bin Malik, Abdullah
Bin Mesud, Ebu Eyyub Ensari, Miktad Bin Amru, Ebu Zer Güfari, Berâ İbni
Azip, Esad Bin Zerara, Esma Bin Ümeys, Cabir Bin Semra, Huzeyfe İbnil
Yemail, Hazime Bin Sabit, Zeyd Bin Erkam, Zeyd Bin Sabit, Abbas Bin Abdulmutallip,
Abdullah Bin Abbas, Abdullah Bin Cafer, Cabir Bin Abdullah, Abdullah Bin Bedir,
Kays Bin Sâd, Adiy Bin Hatim, Ebul Hyesem Malik, Bureyde Bin Selem, Amru
İbnil ( ) Cerir Bin Abdullah ....
ve istesem bunların on mislini daha yazabilirim, ama uzatmaya gerek yok.
Bunların ve başkalarının rivayetleri şu
aşağıdaki kitaplarda bulunur:
Hatip Tarihi, c. 8, s. 290, c. 7, s. 377
İbni Hacer, Tehzip, c. 7, s. 327
Huvarizmi Menakıp, s. 130
Suyuti, Endurrul Mensur, c. 2, s. 259 ve
Halifeler Tarihi, s. 114
İbnül Esir, Üsüdül Gabe, c. 3, s.
307, c. 5, s. 205
İbni Hacer, İsabe, c. 3, s.
488, c. 5, s. 205
Şemsettin Şafiî, Esnel
Mutallip, s. 3
İbni Kuteybe, Maarif s. 291
El Muttaki El Hindi, Kenzul Ummal, c. 6,
s. 154, c. 7, s. 398
İmam Ahmed, Müsned, c. 4, s. 281
İbni Maca, Sünen c. 1, s. 28, ve 29
En Nisai, Hasais, c. 2, s. 473
Tabari, Erriyad, c. 2, s. 169
Razi Tefsiri, c. 3, s. 636
İbni Kesir, El Bidaye, c. 5, s. 209
Makrizi, Hutat, c. 2, s. 222
Hakim, Müstedrek, c. 3, s. 109ve 110
Heytemi, Mecma, c. 9, s. 106
Tırmizi, Sunen, c. 2, s. 298
Halebi, Sıyret, c. 3, s. 302
İbni Hacer, Sevaik, s. 25
Müslüm, Sahih, c. 2, s. 235
Zehebi, Mizan, c. 3, s. 224, ve Zehebi
Müstedrek -özet kitabı-, c. 3., s. 533
Ebu Naim, Hilye, c. 4, s. 356
İbni Kesir, tefsir, c. 2, s. 14
Mesudi, Muruç, c. 2, s. 11
El Kânduzî El hanefi, Yâ Nenabül
Meveddet, s. 34
İbni Talha, Matalip, s. 16
El hafız El kinci, Kifâyet, s.14
Bagavi, Masabih, c. 2, s. 199
İbnissabbah, Fusul, s. 24
Ettahavi, Müşkilül Asar, c. 2, s.
309
Hamvini, Feaid, 58. Bap
El Kadı Eşşevkani,
Tefsir, c. 2, s. 57
Buhari, Tarih, c. 1, s. 375.
Bunlardan daha çok var, ama
sanırım yeter. Öte yandan Ğadir olayı için özel kitap yazan
yazarlar 25 kişiden fazladır. Bunların dışında
büyük tarih bilgini Ebu Cafer Tabari gelir. Tabari çok yaygın olan bu
hadisin rivâyetlerini 75 kaynaktan toplamıştır. Hafız
İbni Ukde, 105 kaynaktan gelen rivâyeti almıştır. Ebu Bekir
Caabi ise bunu 125 kaynağa kadar çıkarmıştır. Yine
aslardan Darkutni ve Şemsettin Ezzehebi, bu olay için özel kitap
yazmışlardır. Bilhassa Şemsettin Zehebi gibi bir fanatikten
böyle bir yaklaşım beklenemezdi. Ancak böyle büyük ve açık bir
olayı büsbütün inkar etmek herhalde akıl kârı değildir.
Yani Palavra dediğiniz olayı bu büyük âlimler bile
doğrulamışlardır. Şimdi diyeceksiniz ki bunu kabul
etmek Sünnî inancıyla nasıl bağdaşabilir? Evet, orası
öyle, çünkü aynı zamanda onlar Ebu Bekirci, Ömerci, Osmancıdır. Fakat
onların takıldığı sözcük Mevlâ sözcüğüdür.
Evet, ama Hz. Peygamber (s.a.a) Ben kimin Mevlâsıysam, Ali de onun
Mevlasıdır ... demiş, ancak Mevlâ kelimesi mutlaka hilâfet demek değildir diyerek bu
kelimenin geniş anlamı üzerine felsefe yaparak lügat ve ciltler
dolduruyorlar. Bu uzun bahislerden sonra anlaşılması gereken
şey ĞADİR olayı palavra değil, gerçektir...
BİLMEM ANLATABİLDİM Mİ?
28/12/1999
Mahmud REYHANİ
[1]- El Muttaki, Kenzul Ummal; 1/428
ve 429
[2]- İbni Hişam, 2/18
[3]- Bakara Suresi, Ayet 25
[4]- Hüd Suresi, Ayet 2
[5]- Tevbe Suresi, Ayet 11
[6]- Heytemi Mecma, c. 9, s. 293; El
Muttaki Kenzul Ummal, c. 6, s. 185; Tıbrani; Begavi; İbni Mende;
Hatip; İbni Asâkir ve diğerleri
[7]- Müslüm Sahih c. 7, s. 160
Abdullah İbin Sellam için anı ifadeler vardır
[8]- Tırmızi Cami c. 2, s.
213; Bağavi Masabih, c., s. 199; Hakim Müstedrek, c. 3, s. 14;
İbni Abdil Ber İstiap, c. 2, s. 460; Muhübbüddin Attaberi Riyad
c. 2, s. 167; Heytemi Feraid 20. Bap; Kızoğlu Tezkire s. 13-15;
Kenci Kifayet, s. 82; Seyyid Enes Sıyret, c. 1, s. 200, İbni
Kesir Tarihi, c. 7, s. 335; Cezeri Esnel Mutallip; İbni Hacer Sevaik,
s. 75; Suyuti halifeler, s. 114; İbni Hacer İsabe c. 2, s. 807;
Şarani Tabakat c. 2 , s. 55; Halebi Sıyret, c. 1, s. 23,
kenarında yazılan Dahlani Sıyret c.1, s. 325, Kenzul Ummal,
c. 6, s. 154, İbni Hişam Sıyret c. 2, s. 123, hatip tarih c.
12, s. 268 ve diğerleri...
[9]- İmam Ahmed
Müsned kitabının yanında yazılan Kenzul Ummal
kitabında, c.1 s. 248...Kitabı yazan Alevi değil, büyük Sünnî
alimlerinden Suyutidir. Ve onu başka bir Sünnî alim özetlemiş ve
Muntahap Kenzul Ummal adını vermiştir.