Günümüz dünyasında yaşayan insanlar, toplumu mutlu ve adilane yönetebilmek
için her geçen gün bir fikir ortaya atıp yeni teoriler üretmektedir. Bu
fikirler doğru bile olsa, çıkar ve menfaat odakları o fikirleri başka fikirler
üreterek çürütmeye çalışmışlar ve böylece hangi fikrin doğru olduğu
teorisyenler tarafından bile bilinememektedir.
Bunun başlıca sebebi fikirleri üretenlerin toplum nezdindeki güvenilir
kaynaklar olmamalarıdır.
Toplum kendini yönetecek yöneticilerden ilmi yeterlilik ve güven beklemekte
olduğu için bu güne kadar doyurucu ve güvenilir fikirler bulamamış, kötünün
iyisine sarılmaktan başka çare görememiştir.
Yüce yaratıcı, Rabb olması hasebiyle lütuf vasfını izhar edip eğitici ve
güvenilir (Emin) insanları elçi olarak gönderir, ki kötünün iyisine sığınma
zaafından insanları kurtarıp iyinin en iyisine kavuştursun. Bu doğrultuda
sadece teori (Ayet) göndermekle kalmayıp, bu teorileri hayat tarzı olarak
yaşayan canlı örnekler de insanlığa sunmuştur Hz. Peygamberin (s.a.a) "Ben
ilmin şehriyim Ali onun kapısıdır." "Ali hak ile, hak Ali
iledir." sözü, ilmi kaynak ve yaşam güvencesi vererek insanları en iyiye
yönlendirmiştir.
İdeal kent ve mutlu bir yaşam özleminde olan kitlelere, yaşam örneği olan
İmam Ali'yi (a.s) teorik ve pratik bütünlüğünde sunuyoruz. Ümit ederiz yorgun
düşmüş, şaşkın yürüyen adalet özlemcilerine bu örnek yeniden dinamizm kazandırır,
geleceğe daha ümitli bakan bir toplum yetişir.
Kevser Yayınları olarak bu hizmeti, alanında en uzman kalemden
okuyucularımıza sunmaktan mutluluk duyarız.
Tevfik
Allah'tan
KEVSER
Müminlerin emiri Ali'nin (a.s) kişilik ve karakteristik yapısı, bir kişinin
kalemi ve bir kitabın hacmiyle anlatılamayacak kadar çok boyutludur. Bu konuda
bir bireyin yapabileceği azami şey, onun bu fevkalade çarpıcı kişiliğinin
boyutlarından birine veya birkaçına değinebilmektir.
Bu muazzam kişiliğin en ilginç boyutlarından biri, insanlar üzerindeki
olumlu veya olumsuz etkisi; daha yerinde bir deyişle onun kendisine has
"çekicilik ve iticilik gücü"dür. Daha da şaşırtıcı olanı, üzerinden
asırlar geçmesine rağmen bu eşsiz kişiliğin bugün de insanlar üzerinde aynı
etkiyi göstermekte olmasıdır. Elinizdeki kitapta bu konuyu incelemeye çalıştık.
Bireylerin kişilik ve karakteri, diğer insanların ruh ve canlarında
reaksiyon yaratma açısından yekdiğeriyle aynı değildir. Kişilik ne kadar zayıf
ve yüzeysel olursa zihinlerden silinmesi de çabuk olur ve insanlar üzerindeki etkisi
de aynı ölçüde zayıflar. Buna karşılık büyük insanlar kişilik ve
karakterlerinin büyüklük ve kuşatıcılığıyla orantılı olarak insanların kalbinde
ve aklında fırtınalar yaratabilmekte, silinmeyecek izler bırakmakta, ister
olumlu ister olumsuz olsun, yarattığı bu etki ve getirdiği aksiyon büyük ve
kalıcı olmaktadır.
Bu tür etkileyici şahsiyet ve karakterler mutlaka dillere destan olmakta,
hakkında tartışmalar ve konuşmalar yapılmakta, çeşitli mevzulara konu olmakta,
gündem yaratmakta; şiir, edebiyat, resim vb. sanat dallarına konu edilmekte,
çeşitli hadis, hikaye ve kitapların kahramanı olmaktadır. Bütün bunlar Ali
(a.s) için de geçerli olmuş, bu hususta ya benzersiz veya emsaline pek az
rastlanır bir örnek sergilemiştir. 7. yüzyıl İmamiye alimlerinden olan ünlü
İslam mütefekkiri Muhammed b. Şehraşub-i Mazenderanî'nin, dünyaca ünlü eseri
"Menakıb"ı yazarken evinde bini aşkın menkıbe kitabı bulunduğu,
bunların tamamından faydalandığı ve bu menkıbe kitaplarının hepsinin, İmam
Alinin (a.s) hayatını anlattığı bilinmektedir. Sadece bu örnek bile müminlerin
emiri ve ilim şehrinin kapısı Ali'nin (a.s) muazzam kişiliğinin öteden beri
ilim ve fikir adamlarının dikkatini ne kadar çekmiş olduğunu ve zihinleri ne
ölçüde meşgul etmiş bulunduğunu anlatmaya yeter sanırız.
Ali (a.s) de Allah'ın has kullarından, Hakk'ın nuruyla nurlanan
evliyaullahtan biriydi; ancak onu diğer seçkin müminlerden çok daha farklı
kılan bir nokta, hala belleklerden silinmemiş olması, insanlara sürekli iman,
canlılık, zindelik ve taptaze bir iman gücü bahşetmesidir.
Sokrates, Eflatun, Aristoteles, İbn-i Sina, Descartes gibi filozoflar da
insanoğlunun zihin dünyasında izler bırakan ve düşünceleri meşgul eden isimler
arasındadırlar. Hele sosyal ve siyasi inkılaplar gerçekleştiren liderler,
bilhassa 19. ve 20. yy'ın siyasi inkılab otoriteleri bu zihni fethin yanısıra
taraftarlarında bir tutuculuk yaratmayı da başardılar. Keza, irfan şeyhleri de
müritlerinin kalbini öylesine fethetmişlerdir ki "pir-i muğan"
emredecek olsa, seccadelerini meyin al rengine boyamaları içten bile değildir.
Ne var ki onların hiçbirinde, tarihin yansıttığı Ali taraftarındaki coşku,
heyecan ve dinamizmle içiçe bir sevgi, teslimiyet ve inkılabilik
görememekteyiz. Hatta Safeviler, Ali (a.s) taraftarı dervişleri yenilmez birer
savaşçıya dönüştürebilmiş iseler; bunu kendi adlarına değil, Ali (a.s) adına
yapabilmişlerdir ancak.
İçtenlik ve sevgi yaratan manevi iyilik ve güzellikle; sosyal ve siyasi
liderlerin metaı olan üstünlük, çıkar ve yaşam maslahatı veya filozofların
metaı olan akıl ve felsefe, ya da arifin metaı olan egemenlik ve kuşatıcılık
ispatı yekdiğerinden tamamen farklı şeylerdir.
İslam felsefe tarihinde meşhur bir hadise vardır: İbn-i Sina'nın bilgi ve
zekasına hayran olan öğrencilerden biri bir gün "Bu zeka ve ilimle peygamberlik
iddiasında bulunsanız pek çok taraftar bulurdunuz." der. Ünlü bilgin bu
cahilane yaltakçılık karşısında susmaktan başka çare bulamaz. Aradan zaman
geçer; bir kış günü sabahın ilk vakitlerinde İbn-i Sina, yataktan öğrencisine
seslenir ve bir bardak su ister. Havanın soğuk olması nedeniyle bunu yapmaya
üşenen öğrencisi çeşitli bahaneler öne sürmeye başlar ve yatağından çıkmaz. Bu
sırada sabah ezanını okuyan müezzinin sesi duyulur. İbn-i Sina "Bak
dostum." der, "Bana, peygamberlik iddiasında bulunsam, inanacağını
söylüyordun; halbuki şimdi bir bardak su vermiyor, sıcacık yatağını bir
lahzacık olsun terk edemiyorsun. Şu müezzin ise, aradan 1000 küsür yıl geçtiği
halde Peygamberin emrine itaat etmek amacıyla bu soğukta yatağını terk edip
minareye çıkarak Allah'ın birliğine ve Resulullah'ın (s.a.a) elçiliğine şahadet
etmektedir. Ne kadar seçkin de olsa; bir bilginle bir peygamberin sözlerinin,
zihin ve kalpler üzerindeki etki ve nüfuzu arasındaki fark böylesine
kıyaslanamayacak kadar büyüktür işte!"
Evet, filozoflar öğrenci yetiştirirler, izci değil; sosyal ve siyasi
önderler bağnaz taraftarlar yetiştirirler, nefsini her türlü kötülükten
arındırmış insanlar değil; irfan şeyh ve üstatları teslimiyetçi müritler
yetiştirirler; enerjik ve mücahit müminler değil!
Ali'nin (a.s) ise muazzam bir
kişiliği ve kendisine has bir özelliği vardır. Onda hem filozofun özellikleri
vardır, hem inkılab liderlerinin, hem ariflerin ve hem de peygamberlerin
özelliği türünden bir özellik. Ali'nin (a.s) okulu akıl ve fikir, coşku ve
inkılab, teslimiyet ve disiplin, iyilik ve güzellik, çekicilik ve hareket
okuludur!
Ali (a.s) başkaları için adil bir imam olmadan önce, bizzat kendisi için
adil olabilmiş, adaleti herkesten önce bizzat kendisine ve kendi yakınlarına
uygulamış, insanları davet ettiği "dengeli ve ölçülü olma" aslına
önce kendisi uymuştur. İnsani kemallerin tamamını kendinde toplayabilmişti. Hem
ulaşılması pek güç ve derin bir düşünceye sahipti, hem de dakik ve dolu
dolusuna duygulara.
Ali (a.s) beden ve ruh kemalini bir araya toplamıştı. Geceleri
ibadete başladığında Allah'tan gayri her şeyden kopar; gündüzleri halkın
arasında, onlardan biri gibi yaşardı. Gündüzleri gözler onun eşitlik ve
fedakarlık örneği davranışlarına şahit olurdu; kulaklar bilgece öğüt ve sırlar
işitirdi ondan. Geceleriyse yıldızlar, Rabbine yakaran Ali'nin (a.s) yaşlı
gözlerine şahit olur, gökler onun coşkulu duaları ve aşıkane münacatlarını
dinlerdi mahut bir sessizlikle. Ali (a.s) hem din alimiydi hem bilge, hem
arifti hem sosyal lider, hem zahitti hem asker, hem hakimdi hem
işçi, hem hatipti hem yazar. Kısacası Ali (a.s) tam anlamıyla ve bütün
güzellikleriyle kamil bir insandı.
Elinizdeki kitap hk. 1388 Ramazanının 18-21. gecelerinde Hüseyniye-i
İrşad'da yapılan dört konuşmanın ürünüdür. Bir giriş ve iki bölümden müteşekkil
bu eserin giriş bölümünde çekicilik ve iticiliğin genel anlamlarına ilaveten
insanların çekicilik ve iticilikleri de genel bir çerçevede işlenmiştir.
Birinci bölümde İmam Ali'nin (a.s), onu hakkıyla tanıyan her insanda hayranlık
uyandıran nadide kişiliğinin cazibesini ve bu cazibenin etki ve faydalarını ele
almaya çalıştım. İkinci bölümde de o hazretin kimleri, ne tür hasletlere sahip
insanları kendisinden uzaklaştırdığı boyutunu; iticiliğini incelemek istedim.
Bu iki bölümden sonra elde edilen netice İmam Ali'nin (a.s) iki boyutlu ve iki
ayrı güce sahip olduğudur ki, ona uyan ve onun okulunun öğrencisi olmak isteyen
de onun gibi olmalı ve bu iki zıt gücü, yani çekicilik ve iticiliği bir arada
taşımalıdır.
Bu arada, salt bu iki güce sahip olmanın, hem itici, hem çekici bir
karakter taşıyor bulunmanın Ali (a.s) okuluna mensup olabilmek için yeterli
değil, gerekli şart olduğunu da hemen belirtelim. İşte bu nedenle elinizdeki
eserde Ali'nin (a.s) çekiciliğinin ne tür insanları cezbettiği ve iticiliğinin
ise ne tür insanları itip kendisinden uzak tuttuğu konusunu işlemeye özen
gösterdik. Bugün Ali (a.s) taraftarı olduğunu söyleyip de onun cezbettiği
insanları iten ve yine Ali (a.s) taraftarı olup da onun kendisinden
uzaklaştırdığı tipleri kendisine doğru çeken veya o tiplere meyil gösteren
niceleri var aramızda.
Ali'nin (a.s) iticiliğini işlerken İslam tarihinin en çirkin çehrelerinden
biri olan "Hariciler" güruhunu örnek vermekle yetindik; ama Ali'nin
(a.s) iticiliğine maruz kalan yegane tip, Hariciler değildi elbette. Kitabın
daha sonraki baskılarında, bu ve bunun gibi diğer bazı eksiklikleri gidermek
nasip olur belki de.
Konuşmaların düzelti ve
tamamlama zahmetini değerli alim kardeşim Fethullah Ümidi üstlendi. Kitabın
yarısına yakın bir kısmı benim sözlerim ve onun kalemidir aslında. Diğer
yarısını ya olduğu gibi aktardık, ya da kendim bazı düzeltmelerde bulundum.
Bütün müslümanlar için faydalı olacağını umarım; Allah Teala bizleri İmam Ali'nin
(a.s) gerçek takipçilerinden kılsın inşaallah.
4 Muharrem 1391 Hk
Şehid Murtaza Mutahhari
Bismillahirrahmanirrahim
"Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler, iyiliği
emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve
Allah'a ve Resulüne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği
bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet
sahibidir." (Tevbe, 71)
"Allah, erkek münafıklara
da, kadın münafıklara da ve -bütün- kafirlere, içinde ebedi kalmak üzere
cehennem ateşini vaadetti. Bu onlara yeter. Allah onları lanetlemiştir ve onlar
için sürekli bir azap vardır." (Tevbe, 68)
Çekim ve itim kanunu bütün varlık dünyasına hakim olan genel bir kuraldır.
Çağdaş bilimin de ispatlamış olduğu üzere bu kuralın dışında kalabilen bir tek
zerre dahi mevcut değildir kainatta. En küçük atom parçacıklarından en hacimli
cisimlere varıncaya kadar bütün varlıklar bu esrarengiz çekim gücünün dairesi
içindedir, yani hem çeker, hem çekime uğrarlar.
Eski çağlarda insanoğlu, çekim kanununun bütün varlık alemini kuşattığını
bilmiyordu. Sadece mıknatısla kehribarın çekim gücü keşfedilmiş, bunun genel bir
kanun olabileceği hiç düşünülmemiş; mıknatısla demir, kehribarla saman çöpüne
mahsus sınırlı bir özellik olduğu zannedilmişti. Oysa ki şairin de dediği gibi:
Şu yerle gökyüzünde ne varsa
Hep biri diğerini çeker aslında!
Astronomi bilimiyle uğraşanlar da aynı eksik bilgiye sahipti; onlar da
sadece yerküresi için bu durumun geçerli olduğunu sanmaktaydı. Onlara göre
yerküre göğün tam ortasındaydı; her taraftan çekime uğradığı için ortada
muallak kalmış olan bu yuvarlak gezegen, kainatta hiçbir yöne doğru hareket
edemiyordu. Hatta kimilerine göre gökyüzü yeryüzünü çekmiyor, bilakis,
itiyordu. Göğün her noktasından yerküreye eşit oranda bir güç yöneltiliyor
olmasından, yerküre belli bir noktada asılı durmakta, yer değiştirememekteydi.
Bitkilerle hayvanlar için de bir çekim ve itim gücünün varlığına
inanılmaktaydı. Bitkiyle hayvan şu üç güce sahipti: Beslenme, yeşerme ve
döllenme. Beslenme gücü de çekim, itim (dışlama), sindirim ve depolama olmak
üzere dört güçten müteşekkil bilinirdi; midede gıdayı kendisine çeken bir güç
olduğuna ve midenin uygun bulmadığı şeylerin de dışarı atıldığına inanılırdı.[1] Karaciğerde de
suyu kendisine doğru çeken bir çekim gücünün varlığı kabul edilirdi.
Bu başlık altında işlemek istediğimiz konu, insanın cinsel boyutu değildir;
her ne kadar cinsiyet meselesi çekim kanununa giriyorsa da bu, başlı başına bir
konu olduğundan burada cinselliğe değinmeyecek, insanların sadece sosyal
boyutlardaki çekicilik ve iticiliklerini ele almaya çalışacağız. Ancak, belli
çıkar ve menfaatlere dayalı birliktelik veya çekiciliklerin de konumuzun
dışında kaldığını hemen belirtelim.
Arkadaşlık, dostluk ve düşmanlık gibi hususların önemli bir kısmı,
insanoğlundaki çekme ve itme gücünün birer tezahürüdür aslında. Bu çekim ve
itimler de benzerlik, aynılık veya farklılık ve zıtlık gibi temeller üzerine
kuruludur.[2] Bu
nedenledir ki çekicilik ve iticiliğin ana nedenini benzerlik veya zıtlıkta
aramak gerekir, nitekim bugün felsefenin pek meşhur kanunlarından biri olarak
bilinir bu: "Benzerlik, birlikteliğin nedenidir, benzer şeyler yekdiğerini
çekerler."
Bazen iki yabancı insan yekdiğerine karşı içinde bir sevgi, ilgi duyar;
arkadaş olmak isterler; bu ilgi ve duyulan yakınlığın nedeni aralarındaki
benzerliktir. İki insan arasında önemli benzerlikler olmazsa birbirini
böylesine cezbetmeleri ve ilgi duymaları mümkün değildir. Kısacası birbirine
yabancı iki insan arasında oluşan sıcak duygu, sevgi ve dostluk hissi,
aralarındaki benzerliklerin sonucudur.
Mesnevinin 2. bölümünde ilginç bir hikaye anlatılır:
Bir bilge, bir leylekle bir karganın arkadaş olduğunu görür ve pek şaşırır
buna. Sahi, leylekle karganın arkadaş olması mümkün müdür? Müşterekleri pek
olmayan iki kuş. Bilge adam onları dikkatle izlediğinde ikisinin de ayaklarının
aksadığını görür! Evet, aksama müştereki bu iki farklı hayvanı yekdiğerine
yaklaştırmıştır.
İnsanlar için de durum bundan farklı değildir. İnsanların dostlukları
mutlaka belli neden veya nedenlere dayalıdır; düşmanlıklar da böyledir, mutlaka
bir nedeni vardır.
Kimilerine göre bu çekicilik ve iticilikler ihtiyaçlara ve ihtiyaçların
giderilmesi gereğine dayalıdır. İnsan çeşitli ihtiyaçları olan bir varlıktır,
yaradılışı itibariyle muhtaçtır. İhtiyaçlarını karşılamak ve boşlukları
doldurabilmek amacıyla çalışır durur, insanoğlunun bunda başarılı olması ise
kendisine paralel grup, imkan ve insanlarla elele verip, kendisine zararlı
olabilecek grup, imkan ve insanlardan uzak durmasıyla mümkündür ancak. Yani
burada da çekicilik ve iticiliğin bir nedeni vardır. Bu yalın hakikat
gereğincedir ki insanoğlu çekicilik ve iticilik hassasına sahip olarak
yaratılmıştır. Böylece kendisine faydalı olabilecek şeylere ilgi duyup, zararlı
olabilecek şeylerden de sakınabilmektedir. Ne fayda, ne zarar veren, yani nötr
olan şeylere karşıysa o da nötr ve ilgisizdir. Bu nedenle, insanoğlu için iki
önemli ve hayati unsurdur çekicilik ve iticilik gücü. Bunların azalması halinde
bireyin hayatında boşluklar doğacaktır. Bu boşlukları doldurabilecek özellik ve
kapasiteye sahip olanlar başkalarının ilgisini çekeceklerdir. Bu özellikten
yoksun olanlar ise hiçbir boşluğu dolduramayacakları gibi birçok boşluklar da
ortaya çıkaracak ve insanları kendisinden uzaklaştıracaktır. Nötr ve
duygusuzlara gelince, onlar da bir kenarda tıpkı bir taş gibi duracaktır.
İnsanlar çekicilik ve iticilik konusunda yekdiğerinden farklıdırlar, bu
konuda insanları çeşitli sınıflara ayırmak mümkündür.
1- Yukarıda da belirttiğimiz gibi kimi insanlar nötrdürler; ne sevenleri
vardır, ne de düşmanları, ne sevgi ve ilgi uyandırırlar, ne de düşmanlık ve
nefret. Böylelerinin insanlar arasındaki konumu "taş"larınki gibidir.
Bu tür insanlar, etkilemedikleri gibi etkilenmezler de ve belli bir
tepkileri -olumlu veya olumsuz anlamda- yoktur. Ne iyilik edebilir, ne de
kötülükte bulunabilirler. Tıpkı bir hayvan gibidirler, yemek yer, uyur, halkın
arasında dolaşırlar; tıpkı koyun gibidirler, ne dostları vardır, ne düşmanları,
eğer otuyla suyu muntazam veriliyorsa sevildiğinden değil, zamanı geldiğinde
kesilip yenileceğindendir. O ne muhalefet eder, ne de taraf tutar. Bu
tiplemenin hepsi tek türdür: Kof ve boş! Çünkü her insan için sevmek ve
sevilmek bir ihtiyaçtır; aynı şekilde düşmanı tanıyıp ona karşı durmak da insan
için bir ihtiyaçtır; oysa bu nötr tipin böyle bir ihtiyacı bile yoktur!
2- Kimileri de çekiciliğe sahip, ama iticilikten yoksun insanlardır.
Herkesle samimi, herkesle dosttur böyleleri; her sınıftan insanla çabucak
kaynaşır, herkese kendisini sevdirir, herkes onu dost görür ve kimse reddetmez.
Öldüğü zaman da ardından gözyaşı döktürür ve mesela müslümansa cenazesine epey
katılanı olur; budist ise pek sevilip sayıldığından cesedi saygıyla yakılır.
Şair diyor ki yarısı müslüman, yarısı budist olan bir toplumda müslümanlar
cenazeye saygı için onu törenle yıkar, gusleder, hatta daha bir azizlemiş olmak
için zemzemle yıkarlar cenazeyi. Budistler de cenazeyi yakıp külünü savurarak
saygılarını göstermiş, cenazeyi azizlemiş olurlar. İşte böyle bir toplumda
öylesine sevil ki, müslümanlar cenaze törenine katılıp onu zemzemle yıkamayı
arzulasınlar, budistler seni kendilerinden biri gibi kabul ederek cenazeni
yakıp külünü savurmak istesinler!
Kısacası bu tür insanlar iyi ahlaklılık ve günümüzün deyimiyle sosyalliğin
gereğinin herkesçe sevilmek olduğunu zannederler.
Belli bir inanç, belli bir prensip ve sosyal gayeleri olup salt kendi
menfaatini düşünmeyen bir insan için böyle olmak mümkün değildir.
Çünkü belli inanç ve prensipleri olan biri, ister istemez dürüsttür; özü
bir, sözü birdir, açık sözlü ve nettir. Aksi takdirde ikiyüzlülük edip nifakta
bulunmuş olur. Zira insanların tamamı aynı görüş, aynı duygu ve aynı zevklere
sahip değildir; adil insan da vardır, zalim insan da; kimi insan iyi, kimi
kötüdür. Bir toplumda insaflı insanlar olduğu gibi, insafsızlar da vardır;
zorba ve fasıklar vardır. Belli amaç ve prensipleri olan birinin bütün bu
tiplerin beğenisini kazanabilmesi elbette ki mümkün değildir, nihayet onun
prensip ve ülküleri bir yerde birilerinin çıkarlarına ters düşecektir. Bu
durumda onun herkesçe sevilmesi nasıl mümkün olabilir?
Bir toplumda istisnasız her kesiminin ilgi ve beğenisini kazanmanın tek
yolu sahtekarlık, yalan ve gösteriştir, herkese kendi nabzına göre şerbet
vermektir.
Belli bir inanç ve gayesi olan dürüst biri içinse bu mümkün değildir; böyle
birinin dostu da olacaktır, düşmanı da. Onunla aynı fikir ve yolu paylaşanlar
onu sevecek, fikrine ve yoluna karşı olanlarsa ondan hoşlanmayacaktır.
Hümanizm ve salt insan severlik görüşünü savunan bazı hıristiyanlara göre
insanoğlunun kemalinin doruğu sevgidir, kemale eren insanda sadece sevgi
vardır, bu nedenle de böyle birinin sadece çekici boyutu vardır, itici boyutu
yoktur. Kimi budistler de böyle bir inanç taşıyor olabilir.
Hıristiyan ve budist felsefede pek sık göze çarpan hususlardan biri
sevgidir. Bu inanışlara göre insan herkesi, her şeyi sevmeli, herkes de onu
sevmelidir. Herkes sizi sevince, kötüler bile sizi sevecektir, çünkü sizden
sevgi görmüş olacaklardır.
Halbuki salt sevgi yeterli değildir, insanın inanç ve prensipleri de
olmalıdır. Mahatma Gandhi'nin de "Budur Benim Dinim" adlı kitabında
belirttiği gibi, sevgi hakikatle birlikte olmalıdır, hakikatle birlikte olmak
demekse prensipli olmak demektir ki, ister istemez düşman kazandırır insana.
Çünkü bir nevi iticiliktir prensipli olmak; kimilerini uzaklaştırır,
kimilerinin de mücadele etmesine neden olur.
İslam dini de bir sevgi okuludur aslında, nitekim Enbiya suresinin 197.
ayetinde Peygamberimizin (s.a.a) bütün alemler için yalnızca rahmet olarak
gönderildiğine vurgu yapılır. Yani en tehlikeli düşmanları için bile bir
rahmettir o; onları da sever.[3]
Ancak Kur'an'da emredilen bu sevgi, her insana hoşlanacağı şekilde
davranmak ve herkesin zevkini okşayıp herkesin ilgisini kazanmak değildir asla.
İslami sevgi, herkesin her şeye ilgi duyması veya kimsenin zevkine
karışılmaması değildir. Aslında bu sevgi değil, ikiyüzlülük ve nifaktır. Sevgi,
hakikatle birliktelik arzetmektir, hayra vesile olmak demektir; hayra vesile
olacak şeyler yapmaksa pekala herkesin hoşuna gitmeyebilmektedir. Nitekim insan
kimi zaman birini sevdiğinden onun hayrına olacak bir şey yapmakta, ama
muhatabı, minnettar kalacağı yerde onun yaptığı şeyden hiç hoşlanmadığı için
düşman kesilivermektedir! Kaldı ki sevginin de daha makul ve mantıklı olanı,
belli bir kişi veya bireyin değil, bütün insanlık aleminin hayrına olan şeyi
yapmaktır. Bu açıdan bakıldığında ise bir grup veya bireye yapılan iyiliğin
insanlık camiası için pekala zararlı ve kötü bir sonuç doğurması da mümkündür!
Nitekim insanlık tarihinde büyük ıslahçıların yaptıklarına bakınız;
toplumların örf ve kurallarını ıslah etmekte, bu yolda olmadık sıkıntı ve
dertlere katlanmakta, ama karşılığında insanlar, hiçbir teşekkürde
bulunmadıkları gibi eziyet ve düşmanlık göstermektedirler!
Binaenaleyh sevgi, her zaman insanları kazanmaya vesile olmayabilir, hatta
kimi zaman gösterilen sevgiler insanların hiç hoşuna gitmeyebilir,
uzaklaşmalarına sebep olabilir ve hatta hatta kitleleri sizin aleyhinize
ayaklandırabilir!
Abdurrahman b. Mülcem, İmam Ali'nin (a.s) en azılı düşmanlarındandı,
onun kendisi için ne kadar tehlikeli bir düşman olduğunu Ali (a.s) de
biliyordu. İmamın yakın dostları "Bu çok tehlikeli, izin ver, işini
bitirelim!" dediklerinde, "Önce idam edip sonra yargılamak mı?!
Asla!" diye cevap vermiş İmam ve şöyle devam etmişti: "Henüz cinayet
vuku bulmadan kısasa kalkışılabilir mi? Eğer o benim katilimse ben onu nasıl
öldürebilirim ki? O zaman o benim değil, ben onun katili olurum! Ben onun
yaşamasını istemekteyim, o ise beni öldürmek istemekte!"[4]
Evet, İmam "Ben onun iyiliğini isterken, o benim kötülüğümü istiyor;
ben onu seviyorum, o ise bana düşmanlık besliyor." diyor.
Dahası, sevgi insanoğlunun yegane kurtuluş reçetesi değildir. Kimi huy ve
karakterler için şiddet de şarttır; yeri geldiğinde savaş, mücadele ve dışlama
da sevgi kadar şart ve elzemdir. İslam dini hem sevgi ve çekicilik dinidir, hem
karşı koyma ve iticilik dini![5]
Bu kısa açıklamadan sonra şimdi tekrar konumuza dönüp üçüncü grubu
inceleyelim:
3- Kimi insanlar da vardır ki cazibe ve çekicilikleri yoktur, sadece
iticilikleri vardır; düşman kazanırlar ama dost edinemezler. İnsanları
kırmasını bilir, ama kazanmasını beceremezler. Bu tipler de eksiktirler; insani
hasletleri noksandır bunların. Zira insani hasletler gereğince, az da
olsa onları seven, iyi olarak tanıyan birilerinin olması gerekir; bir toplumda
çok az da olsa iyi insanlar daima vardır çünkü. Bütün insanlar kötü olsalardı,
bu düşmanlıklar adalet ve hakikatin delili olurdu. Halbuki hiçbir zaman bütün
insanlar iyi olmadığı gibi, kötü de olmamıştır. Herkesi kendisine düşman eden
biri, bizzat hatalı veya kötü demektir. Çünkü yapısında az da olsa birtakım iyi
yönler bulunan birinin hiç dostu ve seveni olmaması mümkün değildir. Bu tür
insanlarda olumlu boyut hiç olmadığındandır ki hiç kimse onları sevmez.
Böylelerinin varlığı baştan sona tatsız olduğu için başkalarına da elbette ki
tat veremez, herkese tatsız gelirler. Birine veya birilerine hoş ve tatlı
gelebilecek hiçbir olumlu boyut yoktur böylelerinin yapısında. Ali (a.s) şöyle
der:
"İnsanların en güçsüzü dost bulmada güçlük çekendir, ondan daha
güçsüzü ise, dostlarını yitirip yapayalnız kalandır."[6]
4- Kimi insanlarsa hem çekicidirler, hem itici. Bu tür insanlar belli bir
fikir ve inanca sahiptirler, belli prensipleri vardır, inançları doğrultusunda
çalışırlar, kimi insanların ilgisini kazanır, gönüllere taht kurarlar; kimi
insanlarınsa tepkisini çeker, onları uzaklaştırırlar kendilerinden. Böyle
insanların hem dostları, hem düşmanları vardır; hem taraftarları, hem
muhalifleri vardır.
Ancak, bu tipler de farklı durumlarda olabilirler. Kiminde çekicilik ve
iticilik eşit ölçülerde vardır, kiminde zayıftır, kiminde biri diğerinden az
veya çoktur. Şahsiyet ve kişiliği güçlü insanlar, hem cazibesi, hem iticiliği
güçlü olan insanlardır. Hatta güçlülüğün de ölçüleri vardır; bazen o kadar
güçlü bir kişilik vardır ki, sevenleri onun için canlarını feda eder, uğrunda
ölmek için can atarlar; düşmanları da aynı ölçüde serttirler, onları ortadan
kaldırabilmek için canlarından geçmeyi kolaylıkla göze alırlar. Bu, bazen
öylesine güçlüdür ki öldükten sonra bile cazibe ve iticilikleri insanları
etkilemeye devam eder, asırlar boyu geniş bir yelpazede süregiden bir etkinlik
sergiler. Üç boyutlu çağrılar, nasıl peygamberlere mahsus bir olaysa, bu üç
boyutlu çekicilik ve iticilik türü de sadece evliyalara mahsus bir kemal
derecesidir.[7]
Diğer taraftan, bu insanların hangi tiplerin ilgisini çektiğini, hangi
tiplerin tepkisine yol açtığını da incelemek gerekir. Mesela bazen bilgili
insanları cezbeder, cahilleri kendilerinden uzaklaştırırken, bazen bunun tam
tersini yaparlar. Bu tiplerden kimi saygın insanları cezbedip şahsiyetsizlerin
tepkisini kazanırken, kimi de tam tersini yapar. Kısacası kimlerin sevgisini,
kimlerin tepkisini kazandığına bakarak bu güçlü karakterin ne tür güçlü (olumlu
mu, olumsuz mu) bir karakter olduğunu anlamak mümkündür.
Sırf çekicilik ve iticilik sahibi olmak ve hatta bu alanda güçlü olmak bile
bir şahısın methedilir kişiliğe sahip olduğunu göstermez. Bu, sadece kişiliğin
varlığını kanıtlayan delil olabilir ve kimsenin kişiliği onun iyi olduğuna
delil olamaz. Dünyada nam salmış ünlü liderler, hatta Cengiz Han, Haccac ve
Muaviye gibi profesyonel caniler bile çekicilik ve iticilik yönünden güçlü insanlardır.
Ruhunda olumlu bazı noktalar bulunmayan birinin kalabalık orduları peşinden
sürükleyebilmesi mümkün değildir. Liderlik gücü olmayan birinin, kitleleri
etkileyip öylesine harekete geçirmesi imkansızdır.
Nadir Şah da bu silsileden bir halkadır. Kopardığı kellelerin, oyup
yuvalarından çıkardığı gözlerin haddi hesabı yoktur; işte bu adamda da çok
güçlü ve etkileyici bir kişilik vardı. Safevilerin son dönemlerinin bozguna
uğramış İran'ından fevkalade güçlü bir ordu çıkarmayı başardı. Demir parçalarını
hızla kendisine çeken bir mıknatıs gibi savaşçı insanları cezbedip etrafında
topladı ve İran'ı kurtarmakla kalmayıp sınırlarını Hindistan'ın en ücra
köşelerine kadar genişletebildi.
Evet, her kişilik, kendine benzer olanları çeker; benzemeyenleri de iter.
Adalet ve şerefle yoğrulmuş bir kişilik, haktan yana şerefli insanların
ilgisini çeker, zevk ve eğlence düşkünü şerefsiz ve alçak tipleriyse kendinden
uzaklaştırır; ikiyüzlü dünya düşkünlerinin tepkisini kazanır. Keza cani bir tip
de kendisi gibilerin ilgisini çeker, canileri etrafında toplar ve iyileri
uzaklaştırır.
Bir diğer nokta da bu çekim veya itim gücünün miktarıdır. Tıpkı Newton
çekim kanunundaki gibi bir maddenin özgül ağırlığıyla diğer madde arasındaki
uzaklık nasıl çekim gücünü artırıp eksiltiyorsa, insanların çekiciliği de,
çekicilik sahibi şahıs tarafından kaynaklanan güce göre değişir.
İmam Ali (a.s) de ikili güce sahip bir kişiliktir; hem çekicidir hem itici.
Cazibe ve iticiliği fevkalade güçlüdür üstelik. Hiçbir asır ve zamanda onunki
kadar güçlü çekicilik ve iticiliğe rastlamak mümkün olmamıştır belki de. Çok
ilginç dostları vardır, tarihe mal olmuş birer kişiliktir her biri; fedakar mı
fedakar. Onun uğruna her an ölüme atılabilen, olmadık sıkıntı ve eziyetlere
göğüs geren, onun için ölmeyi iftihar bilip onun sevgi deryasında her şeyi
unutan nadide insanlar. İmam Ali'nin (a.s) şahadeti üzerinden asırlar geçtiği
halde bugün bile bu cazibe olanca gücüyle iyileri kendisine doğru çekmekte,
insanları hayretler içinde bırakmaktadır.
Hayatı boyunca şerefli ve dürüst, dünya malına düşkün olmayan dindar ve
yiğit insanlar yetiştirdi; sevgi, adalet ve fedakarlık timsali olan bu insanlar
onu ölesiye seviyor, uğrunda can vermeyi şeref addediyordu. Her biri bir tarih
olan bu yiğit insanlar, Muaviye ve diğer hunhar Emevi halifeleri döneminde sırf
ona olan sevgilerinden dolayı takibata uğradılar, işkenceler gördüler,
öldürüldüler. Bütün bunlara rağmen onu sevmekten ve bu sevgiyi dile getirmekten
çekinmediler.
Dünyanın diğer siyasi liderlerinin, ölümleriyle birlikte kişilikleri
de toprağın altına gömülmekte; hakikat aşıkları ise öldükten sonra gönüllerde
daha bir taht kurmakta, inanç ve fikirleri daha bir parlaklık kazanmaktadır.
Tarih bunun nice örnekleriyle doludur. Ölümünden yıllar, hatta asırlar
geçmesine rağmen Ali'nin (a.s) sevenleri, onun düşmanlarının takibatına
uğramış, olmadık eziyetlere maruz kalma pahasına onu sevmekten
vazgeçmemişlerdir.
Bu tutkunun ilginç örneklerinden biri Meysem-i Temmar'dır. İmam Ali'nin
(a.s) şahadetinin üzerinden 20 yıl geçtiği halde, sırf onun taraftarı olduğu
için tutuklanmıştı. İdam sehpasına ilerlerken Ali'nin (a.s) fazilet ve
erdemlerini haykırıyordu. Özgürlüklerin sindirildiği, feryatların sinelere
gömüldüğü, kimsenin sesini yükseltemediği bir zulüm ve baskı döneminde Meysem
mertçe haykırmakta ve "Gelin size Ali'nin (a.s) insani erdem ve
faziletlerini birer birer anlatayım!" demektedir. Müslüman halkın
heyecan ve iştiyak ile onu dinlemeye koşması üzerine dehşete kapılan Emevi
zorbaları, derhal şehid etmektedir Meysem'i.
Ali (a.s) ve yarenlerinin bu tür inanılmaz örnekleriyle doludur tarih
sayfaları.
Bu cazibe ve tutku, şu veya bu çağa münhasır da değildir, her çağda bu
cazibenin tecelli ettiği ve fevkalade derin izler bıraktığı bir hakikattir.
Arap
edebiyatının pek ünlü isimlerinden olan İbn-i Sıkkit, edebiyatın devlerinden
olan Sibeveyh gibi isimlerle birlikte anılır. Abbasi halifesi Mütevekkil
döneminde yaşayan bu adam, Ali'nin (a.s) şahadetinden 200 yıla yakın bir zaman
geçtiği halde onun Şia'sı olmakla suçlananlardandır. Ne var ki, edebiyat
sahasında kendi döneminin nadir isimlerinden biri olduğu için halife,
çocuklarına özel öğretmen olarak seçer onu. Bir gün çocukları, babalarının
karşısında başarıyla sınavdan geçince, babaları bundan memnun olur ve İbn-i
Sıkkit'ten razı olduğunu bildirir. Mütevekkil sevinç sarhoşluğuyla veya
belki de İbn-i Sıkkit'i denemek ve tepkisini ölçmek için küstahça bir soru
sorar ve "Sence şu iki çocuk mu daha iyi, yoksa Peygamberin (s.a.a)
torunları ve Ali'nin (a.s) oğulları olan Hasan'la Hüseyin mi?!" der.
İbn-i Sıkkit bu kıyaslamadan çok rahatsız olur, damarlarındaki kan donar ve
bir an bu mağrur zatın ne derece küstahlaştığını düşünür, çocukların eğitimini
almakla hata ettiğini anlar ve kendini suçlar. Bu küstahlığa gereken cevabı
vermekten çekinmez. "Ant olsun Allah'a," der, "Hasan ve Hüseyin
bir yana; Ali'nin (a.s) kölesi Kamber bile bunlardan ve babalarından daha
iyidir benim nazarımda!"
Peygambere ve Ehl-i beytine karşı duyduğu kin ve nefretiyle tanınan
Mütevekkil, hemen oracıkta bu yiğit insanın öldürülmesini emreder ve İbn-i
Sıkkit'in boynu vurulur ve dili ensesinden çıkarılır.
Tarih, Ali (a.s) aşkına ve onun haklılığını haykırarak ölüme atılan
yiğitlerle doludur.
Böyle bir kişiliğe tarihte kolayca rastlanamayacağını söylemek abartma
olmayacaktır.
Görülmemiş bir cazibe, eşine ender rastlanır bir çekiciliktir bu.
Ali'nin (a.s) çekiciliği kadar, iticiliği de pek güçlüdür. Onun adını bile
duymaya tahammül edemeyen yeminli düşmanları vardır. Ali (a.s) bir fert değil,
bir ekoldür aslında. Bu nedenledir ki kimi insanları kendisine doğru çekmekte,
kimi insanları da kendisinden uzaklaştırmaktadır. Evet, hem cazibesi, hem
iticiliği güçlü olan nadir bir kişiliktir Ali (a.s).
"Son Peygamber" adlı eserin 1. cildinin önsözünde
"Çağrılar" şöyle anlatılır:
İnsanlar arasında vuku bulan çağrı ve davetler her zaman aynı olmamıştır,
çağrıların etki, güç ve sahası farklı olmuştur.
Bazı çağrılar ve düşünce sistemleri tek boyutlu olmuş ve sadece bir boyutta
ilerleyip yayılmışlardır. Ortaya ilk çıktığı günlerde epey taraftar toplamış,
kitleleri etkilemiş, ancak belli bir dönemi geride bıraktıktan sonra bütün
cazibesini yitirip unutulmaya yüz tutmuştur.
Kimi çağrılarsa iki boyutlu olmuş hem zaman hem mekana yayılabilmiştir.
Yani salt mekan değil, zaman boyutuna da yayılabilmiştir.
Kimi çağrılar da vardır ki çok boyutludur, çeşitli sınıftan insanları
kuşatıp etkiler, bütün kıtalarda, bütün çağlarda gönülleri fethetmeye devam
eder, bireyleri ve kitleleri fevkalade etkiler. Bu tür üç boyutlu çağrılar
peygamberlere ve onların yolunu sürdüren evliyalara mahsustur.
Sahi, insanların fıtrat ve yapısına hitap eden ve asırlar boyunca -tıpkı
tahrif olmamış semavi dinlerin yaptığı gibi- kitleleri peşinden sürüklemeyi
başaran herhangi bir felsefe veya düşünce okulu olmuş mudur insanlık
tarihinde?!
Bu tür cazibe ve çekimler sadece ilahi dinlere mahsus değil midir?
Cazibe ve çekimler kimi zaman tek boyutlu, kimi zaman iki, kimi zaman da üç
boyutludur.
Ali'nin (a.s) cazibesi de yukarıdaki sınıflamada üçüncü türe giren bir
cazibedir; sadece milyonları kendisine çekmekle kalmamış, aynı zamanda çağları
da aşarak bir veya birkaç asra değil, bütün zaman dilimine yayılan bir özellik
sergilemiştir. Ali (a.s) öyle bir hakikattir ki zaman ve mekanın çehresinde
parlamakta, insanların fıtratının derinliklerine nüfuz etmekte, bugün bile
insanlar onun ahlak ve erdemlerini mütalaa eder veya dinlerken gözyaşlarını
tutamamakta, ona reva görülen zulüm ve baskıları affedememektedir. Düşmanı bile
etkisi altına alan bir gerçektir bu; düşmanı bile onun kişiliği karşısında
saygıyla eğilmektedir. Bu da, cazibelerin en güçlüsüdür.
Tek başına bu gerçek bile, insanla din arasındaki bağın, maddi türden
bağlara hiç benzemediğini ve hiçbir bağın insanoğlunun ruh ve özünü bunca
etkileyemeyeceğini göstermeğe yetmektedir.
Bu nedenledir ki İmam Ali de (a.s) Allah'a inanan biri olmasaydı,
Yaratıcısına bunca teslimiyet sunmasaydı şimdiye dek çoktan unutulmuş olurdu.
İnsanlık tarihi nice kahramanlara şahit olmuştur: Söz ve hitabe kahramanları,
bilim ve felsefe kahramanları, güç ve iktidar kahramanları, savaş
kahramanları... Ne var ki bunların hepsi zamanla unutulmuş, hatta kimi
tanınmamıştır bile. Ali (a.s) ise terör edildiğinde ölmemiş, bilakis, yepyeni
bir hayat bulmuştur. Onun hayat ve ölümü tanımladığı şu sözleri ne kadar da
çarpıcıdır.
"Mal-mülk yığmakla uğraşanlar yaşarken ölmüşlerdir zaten; Allah'a
teslim olmuş alimler ise insanlık var olduğu sürece yaşamaya devam ederler;
vücutları toprak olup gitmiştir, ama iz ve etkileri yüreklerde yaşar."[8]
Bir başka konuşmasında da kendisi için şöyle der:
"Beni yarınlarda görecek, yarınlarıma da şahit olacaksınız;
bilmediğiniz özelliklerim o zaman aşikar olacak size! Ben aranızdan ayrılınca
yerimi başkası aldığında tanıyacaksınız beni asıl!"[9]
Dünyaca ünlü müslüman şair İkbal, Ali'yi (a.s), bu cümlesine işaret ederek
şöyle anlatır:
Benim çağım sırların bilindiği çağ değil
Benim Yusuf'um bu çarşılar için değil!
Eski dostlardan ümidimi kestim
Benim "Tûr"um Musa-yı Kelim'i özler.
Dostların deryası çiğdem gibi sessiz, hareketsiz
Benim çiğdemimse deryalar gibi fırtınalı.
Benim nağmem başka bir dünyadan geliyor aslında
Bu zil sesleri başka bir kervandan gelmede aslında.
Nice şairler öldüler, ama
Başkalarının dirilmesine neden oldular.
Ölüm döşeğinden, ölümsüzleşmiş olarak
Kalktılar... Çiçek gibi mezarlıktan yeşerdiler.
Benim deryalarım arklara sığmaz.
Benim fırtınam için derya lazım.
Benim canımda uyuyan Burak'lar var
Meydanım dağlar-taşlardır, ovalardır benim.
Hayat suyu içirdiler bana
Sırlara ortak oldum.
Benim açtığım sırrı kimse açmadı.
Benim düşüncem gibi inci bulamadı.
Bunu feleğin çarkı verdi elbet bana.
Hizmetkarlardan sır gizlenmez çünkü.[10]
Evet, Ali'nin (a.s) kişiliği de aslında tıpkı fıtrat kanunları gibi
ölümsüzdür; bitip tükenmeyen, aktıkça artan bir pınardır. Ünlü çağdaş
yazarlardan Cübran Halil Cübran'ın da tabiriyle "Ali (a.s), kendi çağından
daha önce dünyaya gelmiş bir kişiliktir."
Kimi
insanlar sadece kendi çağlarının liderleridirler, kimi insanlar kendi
çağlarından sonra da belli bir süre liderliklerini korur, ama yavaş yavaş
unutulurlar. Ali (a.s) ve bir nebzecik olsun ona benzeyen insanlarsa -ki
böyleleri çok azdır gerçekten- insanlık için daima lider ve kılavuzdurlar.
Şiiliği diğer İslam okullarından ayıran en önemli özellik, temellerinin
sevgiye dayalı olmasıdır. Resulullah'ın (s.a.a) hayatta olduğu yıllarda
oluşan bu okul, sevgi ve samimiyetle yoğrulagelmiştir.
Hz. Resulullah'ın (s.a.a) "Ali ve onun Şia'sı kıyamet günü
kurtuluşa erenlerdendir!"[11] hadis-i şerifi üzerinde düşünmemek
mümkün müdür? Bu hadisin buyrulduğu sıralarda Ali'nin (a.s) çevresinde ona
uyan, onu pek seven, ona tutkun olan müminler vardı. Şiiliğin sevgi ve aşk
okulu olduğunu söylerken tarihin biraz geçmişine ve Resulullah'ın (s.a.a)
dönemine uzanmak gerekir; tarihin o sayfalarındaki tozlar silindiğinde Ali'yi
(a.s) sevmenin, ona uymanın bir sevgi ve tutku okulu olduğu görülür. Sevgi
unsurunun Şiilikte vazgeçilmez bir payı vardır. Şiilik tarihi bir
"serdengeçtiler" tarihidir; aşıklar, vurgunlar, tutkunlar ve fedailer
tarihidir.
İmam Ali'nin (a.s) öyle bir kişiliği vardır ki İslam şeriatı gereğince had
uygulayarak cezalandırdığı -hatta hırsızlık yaptığı için elini kestiği-
insanlar bile ondan yüz çevirmemekte ve ona olan sevgi ve bağlılıklarını
yitirmemektedirler. Bu çarpıcı gerçeğin, müminin hasleti olduğunu hatırlatan
İmam Ali (a.s), bir hutbesinde şöyle der:
"Bana düşmanlık etmesi için şu kılıçla müminin burnunu kesecek olsam,
yine de düşman olmaz bana; beni sevmesi için bütün dünyayı kendisine bağışlasam
da münafık kimse dost olmaz bana! Zira sevgili Resulullah'ın (s.a.a) dilinden
dökülmüş bir gerçektir bu. O hazret "Ya Ali, mümin sana düşman olmaz ve
münafık seni sevmez!"[12]
Bu fevkalade kişiliğiyle Ali (a.s), fıtratları ve insanların yapısını
ölçmek için mükemmel bir mihenk taşı ve terazidir: Temiz bir yaratılış ve
fıtrata sahip biri, Ali'nin (a.s) kılıcıyla kesilse bile gücenmeyecektir ona;
fıtratı çirkin olan kötü yaratılışlılara ihsanda bulunulsa da
sevmeyeceklerdir Ali'yi.
Ali (a.s) hakikatin tezahür ve tecellisinden ibarettir çünkü!
İslam tarihi bunun çarpıcı örnekleriyle doludur!
İmam Ali'yi (a.s) pek seven inançlı insanlardan biri, bir gün bir anlık bir
gaflete kapılıp bir hata işler. İslam'ın emri gereğince elinin kesilmesi
gerekmektedir. Hükmü uygulama yetkisi Ali'nin (a.s) elindedir. Ali (a.s),
Allah'ın hükmünü uygulama hususunda zerrece ihmalkarlık göstermemiştir ömrü
boyunca. Nitekim dostu hakkında da ayrım gözetmez ve elini kesiverir. Adam,
kesilen parmaklarını diğer eline alıp ceza mahallinden uzaklaşırken, Ali'nin
(a.s) amansız düşmanlarından olan Hariciler güruhuna mensup İbn-i Kevvâ adlı
adam sinsice yaklaşıp fırsatı değerlendirmek ister ve "Ne oldu sana, nedir
bu halin? Kim yaptı bunu sana, kim kesti parmaklarını?!"der.
Verilen cevap, Haricinin dehşetle irkilmesine neden olacaktır:
"Cezamı veren, peygamberlerin sonuncusu ve en azizinin vasi ve
vekilidir, vasi ve halifelerinin efendisi, başlar tacıdır! Kıyamet günü yüzü ak
çıkacak olanların imamı, müminler üzerinde hak sahibi olmaya en layık kimsedir
o! Adı Ebu Talib oğlu Ali'dir, müminlerin emiri, inananların hidayet imamıdır!
Nimet cennetlerinin öncüsü, korkusuz yiğit savaşçıların emsalsizidir; cehalette
direnenlerden intikam alan, namaz kılarken zekat verendir o... Olgunluk ve
kemale götüren kılavuz, kemal yolunun rehberi ve imamıdır o... Kimdir o, bilir
misin? Doğruları söyleyen, sözleri sevap olan, Mekkeli cesur adam, vefa ve
samimiyet timsali eşsiz insandır o!"[13]
İbn-i Kevvâ kulaklarına inanamayarak "Deli misin sen be adam, o senim
elini kesiyor, sense halâ onu övüyorsun öyle mi!?" deyince, "Onu
sevmemek mümkün mü?" der. "Hele şimdi sevgisi artık etimle, kanımla
da yoğrulduktan sonra... Vallahi, sadece Allah'ın emrine uyarak kesti elimi,
hak mı haktır bu verdiği ceza!"
Bu çarpıcı örnekler, tefekkür sahibi her müslümanı İmam Ali'nin (a.s)
çarpıcı kişiliği ve ona duyulan bunca sevgi ve bağlılık üzerinde samimiyetle
düşünmeye sevk etmekte ve bu sevginin izlerini kalıcı kılmaktadır.
Farsça şiir söyleyen şairler, aşkı "iksir" olarak
tanımlamışlardır. Kimyagerler, tabiatta bir maddeyi başka bir maddeye
çevirme kabiliyeti taşıyan "iksir" veya "kimya" adlı bir
maddenin varlığına inanmış[14]
ve asırlarca bu maddeyi arayıp durmuşlardır. Şairler "Değişim ve dönüşüm
gücüne sahip olan gerçek iksir sevgi ve samimi aşktır; çünkü aşk, nitelikleri
değiştirebilecek güce sahiptir." dediler.
Aşk mutlak iksirdir, kimyanın özelliğini taşır, yani maddelerin yapısını
değiştirir, insanlar da bir tür maddedir zaten. Gönlü gönül eden aşktır, aşk
olmasa gönül de bir avuç topraktır.
Dertsiz gönül, gönül değildir zaten
Bezgin insanlarda aşk arama sen!
Allah'ım! Yanıp yakılan bir bağır ver bana
Bağrımda bir yürek: Sürekli yana kavrula![15]
Aşk ve sevginin en belirgin özelliklerinden biri güç ve enerji taşımasıdır.
Sevgi, güç ve enerji verir insana, korkağı cesurlaştırır.
Ana tavuk, bunun en çarpıcı örneğidir. Bir kümes tavuğunu düşünün. Pısırık,
bezgin ve ürkektir; gün boyunca kanatlarını toplayıp sırtına verir, bir solucan
bulabilmek için aranır, en küçük bir sesten bile ürker, ödü patlayacak gibi
olur, küçük bir bebekten bile kaçar. Ama aynı tavuk civciv çıkarıp da annelik
sevgisi bağrına dolunca değişiverir; kanatlarını açıp yere doğru gererek
savunmaya hazırlanır, savaşa girmekten çekinmez, sesi bile daha gürleşir,
adımları kararlılaşır, vakurlaşır. Daha önce bir tehlike sezdiğinde telaşla
firar ederken, bu kez tehlike sezdiğinde hemen saldırıya hazırlanır, korkusuzca
saldırır.
Korkak bir tavuğa bile böylesine güç ve cesaret veren şey, sevgi ve aşktan
başkası değildir.
Sevgi ve aşk tembeli çalışkan, hantalı atılgan ve hatta aptalı
zekileştirir.
Bekar oldukları sürece kendi şahıslarıyla ilgili meseleler dışında hiçbir
şeyle yakından ilgilenmeyen bir delikanlıyla genç kız, evlendikleri zaman
değişmekte ve sıcak aile yuvasında ilk kez kendilerinin bir başkası karşısında
sorumlu olduklarını hissetmektedirler. Giderek isteklerin sahası genişlemekte,
hele çocuk sahibi olduklarında bu çift büsbütün değişivermektedir. Mesela eğer
delikanlı tembel ve pısırıksa, çalışkan ve inanılmaz derecede hareketli
oluvermektedir; baba evinde yatağından erken kalkmaya bile üşenen genç kız,
beşikteki bebeğinin ağlama sesini duyar duymaz uyanıp onunla
ilgilenivermektedir!
Gevşeklik, üşenme ve pısırıklığı giderip, gençleri böylesine enerjik kılan
ve fedakarlığa iten bu güç, hangi güçtür sahi?! Sevgi ve aşk değil midir bu
değişimi yaratan?
Cimriyi eli açık; sabırsızı sabırlı ve tahammüllü insana dönüştüren güç,
aşktan başkası değildir.
Sabahtan akşama kendi kursağını düşünüp toprağı gagalayan bencil ve korkak
bir tavuğu, yiyecek bir şey bulur bulmaz civcivlerini çağırıp onlara yediren
cesur ve savaşçı bir mahluka dönüştüren güç, annelik sevgisi ve ana aşkından
başka bir şey midir?
Düne kadar tembel ve şımarık olan genç bir kızı minik bebeği karşısında
çalışkan, enerjik ve fedakar bir anneye dönüştürüp çocuğu uğruna zahmetlere
katlanma gücü veren şey sevgi ve tutku değil midir?
Sevgi ve aşk öyle bir güçtür ki gevşeklik, bencillik ve şiddeti yok edip
şefkat ve fedakarlığa dönüştürür, kabalığı giderip duygusallığı getirir,
sorumluluk ve birliktelik aşılar, ayrılığı gayrılığı yok eder, hırçınlık ve
bunalıma son verir, insanın bütün güçlerini organize ve seferber eder, kısacası
sevgi ve aşk, köklü değişiklikler yaratma gücüne sahiptir.
Edebiyat ve şiir sahasında, sevgi ve aşkın etkilerinden söz edilirken daha
ziyade onun ilham verici ve yapıcı etkisi ön plana çıkar:
Çiçekten aldı bunca marifeti bülbül
Yoksa o gagada ne gezerdi bunca gazel?![16]
Gülün bülbül üzerindeki bu olumlu tesiri dıştan içe yönelik olsa da,
aslında sevgi ve ilginin gücünden başka bir nedeni yoktur bunun:
Mecnun, durup dururken Mecnun olmadı ya!
Leyla'nın aşkı çekip götürdü onu yıldızlara![17]
Evet, aşk gizli güçlerini ortaya çıkarır insanın; dizginlenmiş güçlerin
boşanıvermesini sağlar, atomu parçalayıp atom enerjisine dönüştüren unsur da
sevgi ve aşktır.
Aşk, ilham kaynağıdır ve bir kahramana dönüştürür insanı. Güçlü bir sevgi
ve tutku sonucu ortaya çıkmış nice şairler, filozoflar ve sanatçılar vardır.
Aşk, nefsi tekamüle erdirir; hayra vesile olabilecek yetenekleri harekete
geçirip ortaya çıkarır; algılama konusunda ilham gücü verir, duygu ve his
dünyasında irade ve gayret kazandırır insana; hele ulvi bir boyutta olursa
kerametler ve olağanüstü güç ve yetenekler kazandırır. Ruhu çirkinliklerden
temizler. Bencillikten doğan soğukluğu, cimrilik ve pintiliği, kibir ve
mağrurluğu, kendini beğenmişliği yok eder. Kin, nefret ve ukdeyi silip süpüren
sevgidir, adeta sevgisizliktir bunların ortaya çıkmasının sebebi.
Sevgi acıları tatlılaştırır
Bakırı altına dönüştürür.[18]
Aşk ve sevginin ruh üzerindeki
etkisi yapıcı ve geliştirici, beden üzerindeki etkisi ise yıkıcı ve eriticidir.
Aşkın beden üzerindeki etkisi zayıflama, erime, sararıp solma, iştahsızlık,
hazımsızlık ve sinir bozukluğu gibi durumlardır, hatta denilebilir ki beden
üzerindeki etkilerinin tamamı yıkıcı ve eriticidir. Halbuki ruh üzerindeki
etkisi hiç de böyle değildir; aşkın türü ve nasıl kullanıldığı da bu bağlamda
çok etkilidir. Sosyal etkileri bir yana, ruhi ve ferdi açıdan tamamlayıcı ve
kemale erdiricidir. Zira güç, enerji, şefkat, birlik, samimiyet ve çalışkanlık
kazandırmaktadır insana; zaaf ve yılgınlığı, zavallılık ve zilleti,
ayrılık-gayrılık ve aptallığı gidericidir. Kur'an'ın "dess" diye
tabir ettiği günah, hata, ayıp, çirkinlik ve olumsuzlukları siler süpürür;
hileyi, yalanı dolanı alır götürür, katıkları giderip ihlas getirir. Şairin de
dediği gibi:
Can sahibi cismi viran ederse eğer
Viran olduktan sonra yeniden imar eder
Sefan olsun ey can, aşk için, sefa için
Malı-mülkü, varı-yoğu sarfettin
Altın hazinesi için önce harap etti evi
Sonra daha güzel bir hazine imar etti
Suyu kesti, ama arkı temizlemek içindi bu
Sonra da kendi pınarından açtı tertemiz su
Postu deldi okla gerçi, ama
Yeni bir deri çıkardı, taptaze.
Mükemmel insanlar sırrı bilirler
Kendilerinden geçmiş, mest olmuşlardır bu yüzden.
Ama sırt çevirmemişlerdir ona, sarhoşlukla
Dostun aşkında gark olmuşlardır aslında.
Aşk ve sevgi, türleri ve de sevilenin
özellikleri göz önünde bulundurulmaksızın insanı özlük ve öz perestlikten
kurtarır. Bencillik (öz perestlik) kısıtlılıktır, bireyin kendi etrafına duvar
örmesi, kafese girmesidir. Birine aşık olup sevmek, bu duvarı yıkar, bu kafesi
parçalar. İnsan kendisini aşamadığı sürece zayıf ve korkaktır, cimri ve
kıskançtır, başkalarının kötülüğünü isteyen bir bedhahtır, sabırsızdır, bencil
ve mağrurdur, ruhu parlak ve çekici değildir, neşe ve canlılığı yoktur,
heyecansızdır, hep sessiz ve soğuktur; ama kendisini aşar aşmaz, kendi beninin
duvarlarını kaldırır kaldırmaz bütün bu çirkin vasıfları kendinden
uzaklaştırır:
Kim aşık olup vurulduysa
Hırs ve kusurdan tamamen kurtuldu
Burada "ortadan kalkması" gereken bencillik; bireyin kendisinde,
yaratılışında varolan bir vasfından vazgeçmesi gerektiği şeklinde
anlaşılmamalıdır. Daha açık bir deyişle: İnsanın bencillikten kurtulması demek,
kendi varlığına duyduğu ilgiyi bir kenara bırakması demek değildir. İnsanın
kendisinden hoşlanmamaya çalışması istenemez, bunun hiçbir anlamı yoktur.
İnsanoğlunda yaratılıştan var olan "kendisini düşünme ve kendisini
sevme" duygu ve hasleti yanlışlıkla onun yaratılışına yerleştirilmiş
değildir ki ondan geri alınma gereği duyulsun. Şunu bilmek gerekir ki
insanoğlunun düzelmesi ve ıslah olup kemale ermesi demek; onun yaratılışında
birtakım gereksiz fazlalıklar bulunduğu, binaenaleyh bu zararlı fazlalıkları
atıp onlardan kurtulması demek değildir. Daha açık bir deyişle: İnsanoğlunun
ıslahı ve kemali onda var olan bazı şeyleri alıp onu eksiltmek değildir;
bilakis, ona eklemek, artırmak ve böylece onu "tamamlamak"tır.
Yaratılış düzeninin insanı vazifeli kıldığı şey, yine yaratılış sistemi
doğrultusunda ve yaratılış nizamının ilke ve prensiplerine uygun bir
çizgidedir. Yani artma ve tekamül söz konusudur, azalma ve eksilme değil.
Bencillikle mücadele demek, bireyin kendisini kendisiyle kısıtlamasına
karşı mücadele etmesi demektir. Yani bireyin "ben"i daralmamalı,
genişlemelidir, çapı büyümeli, geniş bir yelpazeye yayılmalıdır. Birey kendi çevresine
ördüğü bu duvarı aşmalı, kaldırmalıdır; kendi şahsını ilgilendirmeyen her şeyi
dışlama ve kendisinden başka her unsuru yabancı görme hatasına düşmemelidir.
Bireyin kişiliği; diğer bütün insanları, hatta bütün varlık alemini kucaklayıp
onlarla bütünleşecek kadar genişlemeli, büyümelidir. Buna binaen bencillikle
mücadele demek, bireyin dünyasını sırf kendi "ben"iyle sınırlamasına
karşı mücadele etmek demektir. Çünkü bencillik, düşünce ve eğilimlerin
kısıtlanmasından başka bir şey değildir. Aşk ve sevgi ise, insanı kendisinden
başkasına yöneltir, kendisini aşmasını sağlar, dünyasını değiştiriverir. İşte
bu nedenledir ki sevgi ve aşk, doğru şekilde yönlendirildiği taktirde ahlak ve
eğitim açısından fevkalade büyük bir etken ve motorize güçtür.
Bireyin bir başkasına veya bir şeye karşı beslediği sevgi ve duyduğu
ilginin doruğa ulaştığı yerde bu sevgi ve ilgiye "aşk" adı
verilmektedir; aşk bireyin bütün varlığına egemen olup duygu ve sevginin
zirvesini oluşturur.
Ne var ki aşk sadece tek tür değildir, olumlu ve olumsuz olmak üzere iki
türlü aşk vardır. Buraya kadar anlattığımız onca olumlu etkiler, aşkın bir
çeşididir sadece; diğer çeşidinin etkileriyse tamamen yıkıcıdır, büsbütün
olumsuzdur.
İnsanın duyguları hem çeşitlidir, hem farklı boyut ve seviyelerdedir.
Bunların bir kısmı şehevidir, bilhassa insanla hayvanın ortak yönü olan cinsel
şehvet bu kategoriye girer. Arada sadece şu fark vardır: Bu duygu insanda
doruğa ulaştığında bazıları ona aşk adını vermektedir, ki hayvanlarda böylesine
had bir vakıa mümkün değildir. Ne var ki, her hal-ü karda bu hal, gerçeklik ve
nitelik açısından bir şehvet fırtınasından başka bir şey değildir aslında.
Kaynağı da, bitiş noktası da cinseldir. Artışı veya eksilmesi, birtakım
fizyolojik ve biyolojik faaliyetlere, cinsel organların işlevlerine ve tabii ki
yaş seviyesine bağlıdır. Bir taraftan yaşlanma, diğer taraftan tatmin ve
doygunluk neticesinde giderek azalır ve bir noktada biter.
Güzel bir yüz ve alımlı saçlar karşısında eli ayağı titreyen ve zarif bir
ele dokunmakla aklı başından giden bir genç, bunun hayvani ve maddi bir hazdan
başka bir şey olmadığını bilmelidir. Bu tür aşklar rüzgar gibi gelir, rüzgar
gibi de geçer. Güvenilir ve tavsiye edilir şey değildir bu aşk; tehlikelidir,
erdem ve fazileti öldüren bir duygudur. İnsanoğlunun bu durumdan selametle
sıyrılmasının tek yolu, iffet ve namusa sarılarak bu duyguya kendini
kaptırmamasıdır. Yani bizzat bu duygunun getirdiği güç, insana hiçbir erdem ve
fazilet kazandırmaz; bilakis, insana bu tür bir duygu elverir de, kişi iffet ve
namus duygusunun yardımıyla ona direnir ve teslim olmazsa, insanın ruhu ve
karakteri bu dirence kavuşmakla güç ve kemal bulmuş olur.
İnsanoğlunda bir duygu türü daha vardır ki nitelik olarak şehvet ve
cinsellikten tamamen farklıdır. Buna duygusallık, ince ve hisli olma veya
Kur'an'ın da tabiriyle "meveddet" ve "rahmet" adını vermek
mümkündür.
Şehvetinin etki alanına kendisini kaptıran bir insan, kendisini aşmış
değildir; bilakis, tutkun olduğu şey veya kimseyi kendisi için istemektedir ve
bu da şiddetli bir istektir. Sevgili konusundaki fikri, bir an önce ona kavuşma
ve ondan azami tat alıp doygunluğa ulaşmadır. Bu tür bir halin insanoğlunu
kemale erdirip eğitemeyeceği, böyle bir duygunun insanın ruhunu arıtamayacağı apaçık
ortadadır.
Kimi zaman ise insan kendi yapısında varolan yüce insani duyguların yoğun
etki sahasına girmekte, sevdiği ve ilgi duyduğu kişi veya şey onun nazarında
fevkalade bir saygınlık ve değer kazanmaktadır. Bu durumda birey, kendisini,
sevdiği şey için feda etmeye hazırdır, bütün arzusu, sevdiğinin isteklerini
yerine getirmek, onu memnun edebilmektir. Bu tür duygular incelik ve samimiyet,
şefkat ve özveri gibi duyguları da beraberinde getirir; yani şiddet ve cinayete
bile yol açabilen ilk şıktakinden çok farklı bir durum vardır burada. Mesela
bir annenin evladına beslediği sevgi bu tür duygular kategorisine girer. Keza
Allah'ın has kullarına, iyilere, dürüstlere ve salihlere beslenen, dine ve
vatana karşı duyulan sevgi ve bağlılık duygusu da bu türe girer.
İşte bu tür duygular doruğa ulaştığı zaman bütün olumlulukları beraberinde
getirir ve insanı olgunlaştırır, yüceltir. Bireyin ruhuna görkem ve büyüklük
kazandırır, kişilik ve karakterinin insani boyutta sağlamlaşıp
mükemmelleşmesine yarar. Halbuki birinci türdeki duygu, insanı alçaltıp
zavallılaştırmaktaydı; bu duygu ise insanı yüceltmektedir. Dahası, bu tür
duyguda insan vuslata erip de dileği yerine geldiğinde duygusu kalıcılaşarak
daha da güçlenip coşmakta; şehevi duygularda ise arzunun yerine getirilmesi,
onu doğuran duygunun yokluk ve mahvına sebep olmaktadır.
Kur'an-ı Kerim, zevceler arasındaki ilişkiyi "meveddet" ve
"rahmet" kelimeleriyle tanımlamıştır.[19] Kur'an'da tanımlanan bu ilişki
(huzur, rahmet ve sevgiye dayalı) fevkalade ileri, insancıl bir ilişkidir,
hayvaniliği aşmış, insaniliği yakalayabilmiş bir kemal vardır buradaki eşler
arasında. Bu ayette ayrıca, karı koca arasındaki şehvet duygusunun evlilik
hayatının yegane doğal duygusu olmadığının da altı çizilmektedir. Eşler
arasındaki asıl bağ, bu iki ruh arasındaki katıksız samimiyet, sevgi, birlik ve
beraberliktir. Başka bir deyişle İslam dininde eşleri yekdiğerine bağlayan
faktör, her hayvanda var olan şehvet ve cinsellik değil, bundan çok daha güçlü
ve kalıcı olan samimiyet, sevgi, özveri, meveddet ve merhamettir.
Mevlana, kendisine has inceliğiyle şehvetin hayvani, meveddetin ise insani
duygu olduğunu şöyle anlatır:
Öfke ve şehvet hayvaniliktir
Sevgi ve merhametse insanilik!
Hayvan ne anlar insani sevgiden
Sevgidir insanoğlunu insan eden!
Maddi felsefeciler bile, birkaç açıdan maddi boyut taşımayan ve insanın
maddiliği ile çelişen bu manevi halin insanda var olduğunu inkar
edememişlerdir.
Bertrand Russell "Evlilik ve Ahlak" adlı eserinde şöyle der:
"Sırf gelir ve menfaat için yapılan bir işten fayda gelmez insana.
Fayda beklenecekse eğer, bir insana inanıp güvenmeyi, bir gaye ve ülküye
bağlanmayı da beraberinde getiren bir işten beklenmelidir ancak. Aşk da,
sevgiliye kavuşmanın kastedildiği bir aşksa eğer, bizim kişiliğimiz üzerinde herhangi
bir olgunluk ve kemale sebep olmaz. Böyle bir aşk, sırf gelir ve çıkar elde
etmek için çalışmaya benzer. Kemal ve olgunluk istiyorsak sevgilimizin
varlığını kendi varlığımızla özdeşleştirmeli, onun duygu ve düşüncelerini kendi
duygu ve düşüncelerimiz olarak görebilmeliyiz."
Dikkat edilmesi gereken bir başka nokta, şehevi aşkların da insana faydalı
olabileceği durumlardır, bunun ise, ancak iffet ve takva duygusuyla mümkün
olduğunu daha önce vurgulamıştık. Yani bir taraftan sevdiğine kavuşamama,
ayrılık hasretiyle yanıp tutuşma, diğer taraftan da temiz, dürüst ve namuslu
olmayı prensip edinme haleti, insanda pek yapıcı ve olgunlaştırıcı bir tesir
bırakır. Ariflerin "Mecazi aşkın hakiki aşka, yani Hak Teala'nın aşkına
dönüşmesi" dedikleri durum bu noktadır işte. Bir rivayette de "Birine
aşık olup da bunu gizleyen ve namuslu davranmayı sürdürerek bu halde (aşk ve
hasret) ölen kimse şehid olarak ölmüş olur." denilmektedir.
Ancak, şu noktanın altını da hemen çizelim ki belli şartlar altında
birtakım yararlı etkileri olsa da bu tür bir aşkı tavsiye edebilmek mümkün
değildir. Çünkü son derece tehlikeli bir durumdur bu. Tıpkı bir derde, bir
felakete benzer. Büyük bir dert ve felakete yakalanan biri sabr-ı cemil
gösterirse bu dert ve felaket onun nefsinin arınmasına, kişiliğinin gelişip
olgunlaşmasına vesile olur. Gamını giderir, canlılık kazandırır ruhuna. Buna
rağmen kimsenin büyük bir derde ve felakete uğraması arzu ve tavsiye edilmez.
Hiç kimse, olgunlaşacağım diyerek kendisini bir felaketin kucağına atmaz veya
bir başkasının olgunlaşıp pişmesi için onu felakete sürüklemez, onun başına
dert açmaz.
Burada Russell'in şu cümlesini hatırlatmak istiyoruz:
"Enerjik insanlar için acı ve felaket, pek değerli bir ağırlık
gibidir. Kendisini tamamen mutlu hisseden biri, mutluluk için artık gayret sarf
etmeyecektir elbet. Ancak bunun, başkalarını faydalı bir işe itmek için
başlarına bela açma hakkını bize kazandıramayacağını da hemen belirtelim. Çünkü
bu davranış genellikle tam tersi bir netice verip geri tepmekte ve insanı
çökertmektedir. Bu nedenle en doğrusu olaylardan kaçmamak ve karşılaşacağımız
tesadüflere teslim olmaktır."[20]
Bilindiği üzere İslami metinlerde acı ve dertlerin insan için fevkalade
olgunlaştırıcı ve yetiştirici, dolayısıyla da faydalı olduğu geçer ve Allah'ın
bir lütfü olarak tanımlanır; ama bu gerçeğe dayanarak kimseye, kendisinin veya
başkasının başına dert açma hakkı da verilmemiştir.
Kaldı ki, aşkla felaket
arasında da önemli bir fark vardır: Aşk, diğer bütün faktörlerden daha fazla
"akıl karşıtı"dır. Aşkın başladığı yerde, aklın egemenliği sona
ermektedir çünkü. İrfan edebiyatında akılla aşkın yekdiğerine rakip olarak
gösterilmesinin nedeni de budur. Akıl gücünü esas alan filozoflarla, aşk ve
sezgi gücünü esas alan arifler arasındaki yöntem ve düşünce farkının da
temelinde yine bu vardır. İrfan edebiyatında, bu rekabet meydanındaki
mücadelede akıl daima kalbe mağlup olmuştur.
Sa'di'nin de deyişiyle:
İyiliğimi isteyen dostlar
"Denize kerpiç örmek boşuna" diyorlar
Şevk, genelde sabra galip gelir
Aklın aşkla yarışması boş bir davadır.
Bir başka arif de şöyle der:
Aşk yolunda aklın tedbirini ölçtüm de
Baktım, derya karşısında bir damla misali
Evet; bu kadar muazzam bir güç, insanın iradesini ve aklını böylesine
kuşatan bir güç; Mevlana'nın deyişiyle: "İnsanı bir saman çöpü gibi
fırtınada sağa sola savuran" ve Russell'in tabiriyle "Anarşi ve
kargaşaya eğilimi olan" böylesine bir güç ve kuvveti insana tavsiye
edebilmek doğru mudur acaba?
Bir şey, birtakım faydalar taşıyor olabilir; ama birtakım faydaları var
diye her şeyi herkese tavsiye edebilmek elbette ki mümkün değildir.
Bazı alimler, filozofların[21] bir kısmını, ilahiyat bahsinde bu
konuyu işleyip faydalarını açıkladıklarından ötürü eleştirmekle isabet etmemişlerdir.
Zira söz konusu ulema, o filozofların bunu tavsiye ettiklerini sanmakla hataya
düşmüşlerdir: Halbuki İslam filozofları, "Ancak takva ve iffet şartları
yeterli ölçüde elverişliyse bu durum, bireyin kemale ulaşmasına yardımcı
olabilir." demişlerdir; yoksa, bu hali genel bir reçete gibi tavsiye etmiş
değillerdir asla. Mesele, tıpkı yukarıda da değindiğimiz gibi, bela ve
felaketlerin tavsiye edilebilir şeyler olmamasından ibarettir burada da.
Aşk ve sevginin sırf cinsel veya hayvani türlerden ibaret olmadığını,
esasen madde ve maddiyat sınırını aşan, neslin bekası garizesinin ötesinden
kaynaklanan ve de insan ve hayvan dünyasını yekdiğerinden ayıran sevgi ve
tutkuların da var olduğunu söylemiştik. İşte bu, manevi ve insani aşktır. Bu da
erdem ve iyiliklere, insani vasıflara ve hakikat cemaline aşık olmak demektir.
Mevlana'nın da dediği gibi.
Renklerin peşine takılan aşklar
Aşk değil, mahcubiyet olur sonunda.
Ölülerin aşkı kalıcı değildir çünkü
Ölünün bize gelmesi hiç mümkün mü
Ruh ve basiretten kaynaklanan bir aşksa
Goncadan daha taze, daha canlıdır.
Sen o taze ve canlı aşkı seç. Çünkü canına can katar o senin
Peygamberlerin aşık olduğu şeye aşık ol sen de
O aşkla mesut oldular, sevdiklerine kavuştular onlar!
Kur'an-ı Kerim'de övgüye layık bilinen aşk bu aşktır işte. Kur'an bu tür
aşk ve sevgiye kimi yerde "muhabbet ve sevgi", kimi yerde de
"vedd" veya "meveddet" der. Bu tür ayetleri birkaç dalda
incelemek mümkündür:
1- Müminleri tavsif edip onların vasıflarını anlatan ayetler: Bu ayetlerde
müminlerin Hak Teala hazretlerini nasıl gönülden sevdikleri ve diğer müminlere
karşı ne kadar sevgiyle bağlı bulundukları geçer ve bu cümleden olmak üzere
Bakara, 165'te şöyle buyrulur:
"İman edenlerin Allah'a olan sevgisi daha güçlüdür."
Haşr, 9'da da şöyle buyrulmaktadır:
"Ve onlardan önce o yurda (Medine'ye) yerleşen, imana sarılanlar
kendilerine hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı da
içlerinde bir ihtiyaç ve rahatsızlık duymazlar, kendilerinin ihtiyacı olsa bile,
(Medine'ye hicret eden kardeşlerini) kendilerine tercih ederler."
2- Hak Teala hazretlerinin müminlere olan sevgisinden söz eden ayetler:
"Allah tevbe edenleri ve temizlenenleri
sever."
(Bakara, 222)
"Allah, iyilikte bulunanları
sever." (Âl-i
İmran,148)
"Allah takva sahiplerini
sever."
(Tevbe, 4 ve 7)
"Allah, adil olanları sever."
(Hucurat, 9 ve Mümtehine, 8)
3- Karşılıklı sevgilerden söz eden ayetler: Allah'ın kullarını, kulların
Allah'ı ve müminlerin yekdiğerini sevdiği buyrulur:
"De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin
ve günahlarınızı bağışlasın, Allah bağışlayandır,
esirgeyendir."
(Âl-i İmran, 31)
"Allah, kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği bir
topluluk
getirir..."
(Mâide, 54)
Müminler de birbirlerini severler:
"İman eden ve salih amelde bulunanlar ise, Rahman olan Allah, onlar
için bir sevgi kılar."
(Meryem, 96)
"Huzur bulup durulmanız için size kendi nefislerinizden eşler
yaratması ve -eşinizle- aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da O'nun
ayetlerindendir." (Rum, 21)
İbrahim suresi, 37'de hz. İbrahim'in (a.s) "Rabb'imiz, insanların bir
kısmının -müminlerin- kalplerine benim soyumdan olan müminlere karşı sevgi
yerleştir..." şeklindeki duayla Allah'tan istediği ve son peygamber
Resul-i Ekrem'in (s.a.a) Allah'ın emri gereğince müslümanlara "Size
yaptığım -peygamberlik vazifesini en mükemmel şekilde yerine getirme-
karşılığında yakınlarımı (Ehl-i beytimi) sevmenizden başka hiçbir karşılık veya
ücret istemiyorum."[22]
buyururken kastettiği sevgi de budur işte.
Bütün bu ayet ve rivayetlerden de anlaşılacağı üzere dinin ruhu ve
altyapısı sevgi, şefkat ve merhametten başka şey değildir. Nitekim Büreyd İcli
şöyle rivayet eder:
"İmam Bakır'ın (a.s) huzurundaydık, bu sırada Horasan'dan yaya olarak
İmamı ziyarete gelen birisi girdi içeriye. Ayakları perişan olmuş, tabanları
yarılmıştı. İmama selam edip arz-ı edepte bulunduktan sonra "Allah'a yemin
ederim ki, beni oralardan çekip buralara kadar yaya getiren şey, siz Ehl-i
beytin sevgisidir sadece!" dedi. Bunun üzerine İmam "Allah'a ant
olsun ki, bir taş bile bizi sevecek olsa Allah Teala onu bizimle birlikte
haşreder. Din, sevgi ve şefkatten başka bir şey midir?"[23] buyurdu.
Birisi İmam Sadık'a (a.s) arzetti:
"Çocuklarımıza sizin ve babalarınızın adını veriyoruz, bunun bizim
için de bir hayrı var mıdır?"
İmam buyurdu: "Evet, vallahi. Zaten din, sevgi ve şefkatten başka bir
şey midir ki? Nitekim Hak Teala hazretleri de "De ki: Eğer Allah'ı
seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın, Allah
bağışlayandır, esirgeyendir" (Âl-i İmran, 31) buyurmuyor mu?"[24]
Aslında itaat ve teslimiyetin kaynağı da sevgi ve şefkattir. Aşık birinin,
sevdiğinin isteğine aykırı davranması mümkün müdür? Genç sevgililerin yekdiğeri
için hiçbir fedakarlıktan kaçınmadığını ve aşıkların sevdikleri için her şeyi
göze aldıklarını bilmeyen kim var?
İnsanoğlu Hak Teala hazretlerine sevgi ve ilgi duyduğu ölçüde O'na tapınır
ve ibadet eder. İmam Sadık hazretlerinin (a.s) de buyurduğu gibi: "Hem
Allah'a itaatsizlik edecek, hem O'nu seviyorum diyeceksin, öyle mi? Vallahi
şaşılacak bir davranıştır bu. O'nu gerçekten sevseydin itaat ederdin emrine.
Çünkü seven, sevdiğine itaat eder"
Sevgi gücü, sosyal açıdan fevkalade önemli ve etkili bir güçtür. En ideal
toplumlar, sevgiyle yönetilen toplumlardır: Yöneticinin halka, halkın da
yöneticiye gönülden sevgi ve saygı duyduğu toplumlar...
Yöneticinin halkına sevgi ve ilgi duyması, iktidarın devamı için gerekli
bir etkendir. Sevgi faktörü olmadıkça bir yöneticinin yöneticilik yapabilmesi,
halka kanun ve disiplini kabul ettirip kitleleri eğitebilmesi imkansız veya pek
zordur. Hatta adalet ve eşitliğin uygulandığı bir toplumda bile sevgi yoksa,
durum yine aynı olacaktır. Halk, ancak yöneticilerden sevgi ve ilgi gördüğü
zaman onlara itaat eder ve ancak bu durumda kanuna uymayı bir vazife ve
sorumluluk olarak telakki eder. Kur'an-ı Kerim Peygamber-i Ekrem'e (s.a.a)
halkı yönetebilmesi için elinde muazzam bir güç bulunduğunu hatırlatarak şöyle
buyurur:
"Allah'ın rahmet ve inayeti sayesinde sen onlara sevecen ve yumuşak
davrandın. Eğer sert ve katı yürekli olsaydın çevrenden dağılır giderlerdi.
Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla
meşveret
et."
(Âl-i İmran, 159)
Bu ayette, insanların Resulullah'a (s.a.a) eğilim ve sevgi
duymalarının nedeninin, o hazretin onlara gösterdiği ilgi ve şefkat olduğu
hatırlatılmakta ve "Onları affet, bağışlanmalarını iste ve onlara
danış." denilmektedir. Bütün bunlar sevgi ve merhametin ürünüdür; dostluk,
tahammül ve sabır da sevgi ve ihsan neticesinde oluşmuyor mu?
O, sevgi kılıcıyla nice insanın
Kellesini kılıçtan kurtarıp kazanıverdi.
Sevgi ve bilim kılıcı, demir kılıçtan daha keskindir
Evet, yüzlerce ordudan daha muzafferdir o![25]
Kur'an-ı Kerim'de de buyrulduğu üzere: "İyilikle kötülük bir değildir.
Sen en güzel yöntemle, kötülüğü iyi ahlaklılıkla uzaklaştır. O zaman göreceksin
ki, seninle düşman olan kimse, akrabanmış gibi dost oluverecektir
sana."
(Fussilet, 34)
İnsanları affet evlat, çünkü insan olanı
İyilik oku avlar, vahşiyi ise kaba kuvvet!
Düşmanını lütuf ve iyilik kemendiyle bağla
Bu kemendi kimse kesemez kılıçla![26]
Emir'ül müminin Ali (a.s) de Malik Eşter'i Mısır valiliğine atadığında,
halka nasıl davranması gerektiğini önemle vurgulayarak şöyle demektedir:
"Halka karşı şefkat ve sevgiyle davranmaya alıştır kendini. Sen nasıl
Allah Teala'dan af ve bağışlanma umarak O'nun şefkatine sığınıyorsan,
yönettiğin insanlara da öyle davran ve onlara sevgi, af ve merhamet sun."
(Nehc'ul Belağa, 53. mektup)
Yöneticinin kalbi, halkına karşı sevgi ve merhametle dolu olmalıdır. Güç ve
iktidar bu iş için yeterli olmayacaktır asla. Kaba kuvvet ve zorla halkı koyun
sürüsü gibi gütmek mümkün olabilir; ama insanların insani güç ve yeteneklerini
kaba kuvvete başvurarak uyandırıp verimli hale getirmek mümkün değildir. Kaba
kuvvet ve zorbalık şöyle dursun; yönetim işinde salt adaleti uygulamaya
kalkışıp ruhsuz ve sıkı sıkıya sırf adaletle davranmak bile yeterli değildir.
Bir yönetici halkına karşı gerçek ve gönülden bir sevgi beslemeli, şefkatle
dolu olmalı, saygı uyandırabilecek bir karakter taşımalıdır; ancak bu
durumdadır ki insanların gönlünü fethedip yüce hedefler uğrunda onların güç ve
yeteneklerini harekete geçirebilir.
Bahsimizin sevgi ve şefkatle ilgili buraya kadarki bölümü bir nevi girişti
aslında, bundan sonra asıl konumuza değinmemiz mümkün olacaktır. Bu bağlamda
üzerinde durulması gereken ilk nokta şudur: Allah'ın has kulları olan
evliyaullah ve iyileri sevmek gaye midir, vesile midir? Evet, bu sevgi bir amaç
mıdır, yoksa nefsin arıtılıp temizlenmesi, insanın terbiye olup yetişmesi ve
insani seciye ve hasletlerle donanması için bir vesile ve araç mıdır?
Hayvani aşk ve tutkularda, aşığın bütün dikkati ve amacı sevgilisinin yüzü,
vücudu, gözü, kaşı, teninin rengi vs. güzellik ve çekicilikleridir ki tamamı
içgüdüsel olup fizikidir; ama sevgiliye kavuşup da doygunluğa erişince bu
şiddetli eğilim ve tutku eski hararetini kaybeder, giderek soğumaya yüz tutar.
İnsani sevgi ve aşklar ise daha önce de belirttiğimiz gibi hayat verir
insana, zindelik verir, canlılık getirir, itaat ve teslimiyet getirir. Aşk,
aşığı sevdiğine benzetir, öylesine bir cazibe ve çekime kapılır ki her şeyiyle
ona benzemeye ve onun tam bir kopyası olmaya gayret eder. Hâce Nasirüddin Tusi
hazretleri, İbn-i Sina'nın "İşarat" adlı eserine yazdığı şerhte şöyle
der:
"Nefsani aşk; sevenle sevilenin öz yapı itibariyle benzeşip
özdeşleştiği aşktır. Seven, sevgilisinin yol ve yordamına da ilgi duyar, onun
yaptığı her şeyi sever. Bireyi heyecan ve şevke getirip dünyevi ilgi ve
eğilimlerden onu kurtaran bu duygu, aşktır."[27]
Sevgi, benzeşme ve özdeşleşmeye iter insanı, böylece seven sevdiğine
benzemeye başlar. Sevgi tıpkı sevenden sevilene uzanan bir kablo gibidir;
sevilenin bütün özellik ve hasletleri bu kablo aracılığıyla sevenin varlığına
iletilmiş olur. Sevilenin kim olduğu ve kime gönül verileceği konusu işte bu
noktada ehemmiyet kazanmaktadır; bu nedenledir ki İslam dini kiminle arkadaş ve
dost olunacağı konusuna pek fazla önem verir, bu mesele hakkında onca ayet ve
rivayet bulunmasının nedeni de budur. Çünkü sevgi benzeşmedir, güzellik ve
gafleti birlikte getirir, sevginin yansıdığı yerde kusurlar hüner gibi görünür,
dikenler çiçek kesiliverir insanın nazarında![28]
Sevilenin kimliğinin, İslam'da önemli olduğunu demiştik. Kur'an-ı Kerim'de
nice ayetler ve Resulullah'tan (s.a.a) ulaşan nice rivayetler vardır ki kötü ve
ahlaksız insanlarla dost olunmaması, onlardan uzak durulması emredilmekte, buna
karşılık mümin ve iyi insanlara sevgi duyulması, onlarla dost olunması tavsiye
edilmektedir.
İbn-i Abbas şöyle rivayet eder: Resulullah'ın (s.a.a) huzurundaydık, en iyi
dost ve arkadaşın kim olduğu sorulduğunda şöyle buyurdu:
"Kendisiyle görüştüğünüzde Allah'ı hatırladığınız, sözlerini
dinleyince ilminizi artırdığınız, davranışları karşısında ahiret ve kıyameti
andığınız kimse!"[29]
Evet, insanoğlu iyileri ve dürüst insanları sevmeye pek muhtaçtır bugün.
Zira bu sevgi onu da onlara benzetecek, onlar gibi tertemiz, pırıl pırıl bir
kişilik kazanmasına yol açacaktır.
İnsanın ahlakını düzeltip nefsini terbiye etmesi için çeşitli yollar
önerilmiştir. Bunlardan biri de Sokrates'in önerdiği yol ve yöntemdir. Ona göre
insan akıl ve zeka yoluyla, yani düşünerek kendisini yetiştirmeli, ıslah
etmelidir. İnsan her şeyden önce iyilik ve doğruluğun faydalarına ve kötülüğün
zararlarına inanmalı, zeka ve düşünce yoluyla bu hakikati iyice kavradıktan
sonra yine akıl ve zeka yardımıyla kötü sıfat ve özellikleri teker teker bulup
kendisini onlardan temizlemelidir. Tıpkı burnundaki kılları birer birer çeken,
tarlasındaki zararlı otları tek tek bulup yolan, varlık harmanındaki taşı-toprağı
teker teker ayıklayan kimse gibi tam bir dikkat ve özenle, sabır ve itinayla
kötü sıfatları yavaş yavaş, birer birer kendisinden uzaklaştırmalı, varlığının
altın yapısını bu halis olmayan şeylerden temizlemelidir.
Akıl için, neredeyse imkansız denecek kadar zordur bu...
Filozoflar ahlakın ancak böyle temizlenip düzelebileceğini, akıl ve mantık
gücüyle bunun mümkün olabileceğini söyler ve mesela şöyle derler: İffet,
dürüstlük ve kanaatkar olmak insana onur ve kişilik kazandırır, halkın
nazarında değer ve itibar görmesini sağlar, hırs ve tamahkarlık ise alçaklık ve
zillet getirir. Veya şöyle der filozoflar: "Bilim, insana güç ve kudret
verir, bilim şöyledir, bilim böyledir, Süleyman mülkünün anahtarıdır ilim,
insana doğru yolu ilim gösterir ancak." Yine filozoflar "Kıskançlık
ve başkalarının kötülüğünü istemek ruhsal bir hastalıktır, sosyal açıdan
olumsuz sonuçlar doğurur." derler.
Bu yolun doğru ve bu aracın da iyi bir araç olduğu şüphesiz; ama önemli
olan bu aracın başka bir araçla kıyası durumundaki konumudur. Tıpkı otomobilin
iyi bir araç olması gibi. Ama otomobille uçağı karşılaştırırsak konum
değerlendirmesi daha sağlıklı olur.
Akli ve mantıki yolun doğruluğundan ve ahlaki konularda meselelere ışık
tutması ve doğru sonuçlara varması gerçeğinden şüphemiz yok, bunu elbette ki
kabul etmektedir herkes, ancak, burada şu kadarını söylemek durumundayız:
Felsefe okullarında ahlak ve eğitim meselesi konusundaki tartışmalar henüz
belli bir sonuca ulaşamamış olup felsefe okullarında bu tür bahisler "Kıyısına
ulaşılamamış deryalar" gibidir. Felsefede bu meseleler tartışma
safhasından öteye geçebilmiş değildir henüz, irfan taraftarları ise
"Felsefecilerin ayağı tahtadandır, tahta ise pek zayıftır,
güvenilmez." demektedirler.
Ne var ki biz burada bu konuları tartışmayacağız, konumuz bu araçların
işlerlik gücü ve ne kadar işe yarar olduklarıdır sadece.
İrfan ehli olanlar, akıl ve
mantık yolu yerine; sevgi ve saygıyı önerirler, "Mükemmel bir insan bul,
onu sev, emrine itaat et; bu yol akıl ve mantık yolundan hem daha az
tehlikelidir hem de daha hızlıdır." Kaba bir kıyasla bu ikisi eskiden elle
kullanılan araçlarla şimdiki modern makinelere benzemektedirler. Kalbin ahlaki
çirkinliklerden temizlenmesi konusunda sevgi ve saygının etkinlik derecesi,
tıpkı kimyasal maddelerin metaller üzerindeki etkisi gibidir. Mesela bir
klişeci, klişedeki harflerin kenarlarını nitrik asitle temizler, tırnağının ucu
veya çakı vb. şeylerle değil. Ahlaki bozulmalar karşısında aklın etkinliği,
tıpkı yere dökülen demir tozlarını teker teker eliyle toplamak isteyen insanın
etkinliği kadardır, fevkalade zor ve zahmetli bir iştir bu. Ama bir mıknatıs
olursa yerdeki bütün demir tozlarını bir anda toplayabilmek kolaylıkla
mümkündür! Sevgi ve saygı gücü ahlaki bozulmaları temizleyip giderme hususunda
tıpkı mıknatıs gibidir, bütün ahlaki bozukluk ve çirkinlikleri bir çırpıda
siler süpürür. İrfan ehline göre iyilerle salihlere duyulan sevgi ve bağlılık
otomatik bir sistem gibi bütün kötülük ve çirkin hasletleri siler süpürür. Bu
anlamda ilahi cezbeye kapılıp iyilik potasında erime hadisesi, bireyin ruhunu
ve ahlakını temizleyip arıtan ve insancıl yeteneklerinin işlerlik kazanmasını
sağlayan en mükemmel durumdur.
Evet, bu yolu katetmiş olanlar, ahlaki ıslahın sevgiyle, saygıyla ve
gönülden bağlılık duymayla mümkün olabileceği inancındadırlar. İyilerle oturup
kalkmanın insan ruhunda yarattığı olumlu etkilerinin, yüzlerce cilt kitap
okumaktan daha fazla ve yapıcı olduğu bilfiil tecrübe edilip, görülmüştür.
Mevlana sevginin verdiği mesajı Mesnevide "ney"in hüzünlü
inleyişine benzetir:
Ney gibi panzehiri kim gördü?
Ney gibi cana yakın dost kim gördü?
Aşkın ateşiyle sinesi yananlar
Her nevi hırs ve kusurdan kurtuluverdiler.
Ne mutlu sana ey sevgili aşkımız
Ey bütün hastalıklarımızın tabibi!
Kimi zaman iyi ve nurlu insanların sevenleri, onların müritleri, onların
konuşma üslubuyla yürüyüşünü, hatta giyim tarzlarını bile taklit eder, her
sahada onlara benzemeye çalışırlar. Bireyin ihtiyari ve iradi olarak yaptığı
bir taklit değildir bu, tamamen tabii ve kendiliğinden gerçekleşen bir
durumdur. Sevgi; sevenin bütün benliğini etkileyen, onu her şeyiyle sevdiğine
benzetip onunla bütünleştiren bir güçtür. Bu nedenledir ki herkes kendisini
ıslah edip yetiştirmek için bir hakikat ehline bağlanıp onu sevmeli, onun müridi
olmalı, böylece ahlakını ve nefsini arıtmaya başlamalıdır. Hafız'ın da
dediği gibi;
Eğer visal sevdasındaysan ey Hafız,
Hüner ehlinin dergahının tozu kesilmelisin.
Daha önce bir
hayırlı iş veya ibadet etmek için niyetlendiği halde, sürekli gevşeklik ve
iradesizlik gösterip kararını bir türlü uygulayamayan nice kimseler bu sevgi ve
aşk potasına düştüklerinde iradeli olmakta, gevşeklik ve tembellikten eser
kalmamaktadır. Allame Tabatabai'nin de deyişiyle:
İyilerin sevgisi gönül ve dini herkesten pervasızca aldı
Güzel yüzün aldığını satrancın yüzü alamadı
Mecnun kendi başına Mecnun olmadı ya!
Bu alemden yıldızlara götüren Leyla cezbesiydi
Güneş pınarına kendiliğimden ulaşmış değilim ben
Bir zerreydim nihayet; senin sevgin yüceltti beni.
Bu alemde aklımızı başımızdan alan
Senin cilven oldu, sana vurulduk öylece.
Mükemmel bir insanla
karşılaşınca ruhunda ve düşüncelerinde köklü değişimler yaşayan nice büyük
insanlar vardır. Ünlü Mevlana da bu büyük insanlardan biridir işte. Bilindiği
gibi Mevlana önceleri sevgi ve aşkla dolu birisi değildi. Bilge ve alim bir
zattı, ama yaşadığı şehrin medresesinde kendi dünyasına çekilmişti, ders
vermekten başka bir şey yaptığı yoktu, soğuktu, ruhsuzdu, heyecansızdı. Şems-i
Tebrizi ile tanışınca onun sevgisi bütün varlığını sarıp kuşatınca dünyası
değişti, iç dünyasında büyük inkılaplar oldu. Şems hazretlerinin sevgisi barut
dolu fıçıya düşen bir kıvılcım gibiydi, Mevlana tutuşmuştu artık, yıldızlar
misali ışık saçmadaydı. Muhtemelen Eş'ari olduğu halde onun Mesnevi'si dünyanın
en seçkin eserleri arasındadır bugün. Mevlana'nın bütün şiirleri heyecan,
hareket ve aksiyondur. Şems'i çok sevdiği ve onu kutup kabul ederek kendisine
bağlandığı için kitabına "Divan-ı Şems" adı vermiştir. Mesnevi'sinde
de Şems'ten sık sık söz eder.
Mesnevi'de Mevlana'nın bir konunun peşinde olduğu, bir şeyler söylemek
istediği ve Şems'i hatırlar hatırlamaz ruhunda hemen fırtınalar koptuğu
görülür:
Bana değen o nefes canımı tutuşturdu
Yusuf'un gömleğinin kokusunu alıyorum.
Yıllarca ettiğimiz sohbetin hürmetine
O mesutları an, hatırla ki,
Yerler gökler sevinsin
Aklın ve basiretin yüzlerce kat güçlensin
Derim ki: "Ey dosttan uzak düşen
Ey tabibinden ayrı düşen hasta
Ne diyebilirim ki? Bir tek damarım bile ayık değil
O yarsiz yari nasıl anlatayım sana?"
Bu hicranı, bu hasret derdini
Başka zaman anlatırım sana
Fitne ve anarşi çıkar yoksa, kan dökülür;
Şems-i Tebrizi'yi daha fazla anlatırsam eğer...
Mesnevi'deki bu gerçeğe Hafız da değinmekte ve şöyle demektedir:
Bülbül gülden öğrendi tatlı konuşmasını
Yoksa gagasında ne gezerdi bunca söz, bunca gazel?
Burada çok ilginç bir nokta vardır: Hareket yoksa, bereket de yoktur.
Sevenin gayret ve fedakarlığı olmadıkça sevilenin cazibesi hiçbir işe
yaramayacağı gibi; sevilenin cazibesi olmadıkça sevenin bütün telaşı da boşuna
gidecektir. Sevgiyle kapasite orantılıdır, kapasite arttıkça sevgi artar,
sevilenin cazibesi arttıkça sevenin de sevgisi artar.
İslam tarihinde ilk müslümanların Resulullah'a (s.a.a) besledikleri
fevkalade sevgi ve bağlılığın pek çok örnekleri vardır. Esasen felsefe
okullarıyla peygamberlerin okulu arasındaki en temel farklılıklardan biri
felsefe öğrencilerinin salt öğrenmek için felsefecilere gitmesi ve neticede
filozofun yegane çekiciliğinin "öğretmen"likten ibaret olmasıdır.
Peygamberlerin çekicilik ve nüfuzları ise aşk ve sevginin nüfuzudur;
peygamberlere taraftar olanlar bütün varlıklarıyla onları sever, tutkun
olurlar.
İslam tarihinde Resulullah'ı (s.a.a) tutkuyla seven sahabelerin en başında
gelenlerinden biri Ebuzer-i Gıfari'dir.
Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Medine'nin 100 fersah kuzeyinde bulunan ve Suriye
sınırları yakınında yer alan Tebük'e doğru hareket edilmesini emrettiğinde kimi
sahabe, çeşitli bahaneler uydurarak gitmek istemedi. Münafıklar kamuoyu
oluşturuyor, işleri bozmaya çalışıyorlardı. Nihayet İslam ordusu hareket etti.
İslam ordusu hem teçhizat açısından son derece zayıf, hem yiyecek bakımından
bir hayli sıkıntıdaydı. Bazen bir hurmayı birkaç kişi bölüşmek zorunda
kalıyordu. Ama moral çok yüksekti, herkes coşkulu ve neşeliydi. Resulullah'la
(s.a.a) birlikte olma aşkı hepsine güç vermiş, morallerini yükseltmişti.
Bu orduda Peygamberle birlikte Tebük'e gidenlerden biri de Ebuzer'di.
Yolda üç sahabe, şu veya bu bahaneyle Peygamberi bırakıp geri döndü. Geri
dönenler Resulullah'a (s.a.a) söylendiğinde hazret "Eğer onda bir hayır
varsa Allah Teala onu tekrar bize ulaştırır; yok, eğer hayırsızsa gittiği iyi
oldu!" buyuruyordu.
Bu arada Ebuzer'in pek zayıf ve ihtiyar devesi ordudan epey geri kalmıştı.
Peygambere (s.a.a) gelip Ebuzer'in de geri döndüğünü söylediklerinde o hazret
aynı cümleyi tekrarladı, "Ebuzer'de hayır varsa Rabb'im onu tekrar bize
ulaştırır." buyurdu.
Ebuzer ordudan geri kalmıştır, ama diğer sahabe gibi geri dönmek
istediğinden değildir bu; devesi pek yaşlı ve güçsüz olduğundandır.
Hayvancağızın son nefesini vermek üzere olduğunu görünce onu bırakmak
zorunda kalır, eşyalarını ve silahlarını yüklenip kızgın çölde yaya olarak ilerlemeye
başlar. Ordudan birkaç mil geri kalmıştır. Bu sırada dağlık bir bölgeye varır,
susuzdur. Burada bir kayanın dibinde birikmiş bir yağmur suyu dikkatini çeker,
pek serin ve tatlı bir sudur. Susuz olduğu halde içmez "Canım feda olası
sevgili Resulullah (s.a.a) içmedikçe bu sudan içmem." diyerek kırbasını
doldurup yola koyulur.
Akşama doğru ordunun artçıları "Ya Resulullah (s.a.a) uzaktan bir
karaltı geliyor." dediklerinde, "O, Ebuzer'dir" buyurur. Çok
geçmeden Ebuzer orduya ulaşır ve susuzluktan hemen oracıkta yere yığılıverir.
Resulullah'la (s.a.a) bir grup müslüman bir su kırbasıyla yanına koşarlar, ama
o su içmez ve pek zayıf bir sesle "Kırbamda su var." der. Peygamber
"Suyun vardı da içmedin öyle mi?!" diye sorunca "Evet ya
Resulullah," der. "Pek tatlı ve serin bir su buldum. Canımdan daha
aziz olan dostum Resulullah (s.a.a) içmedikçe bu suyu içmemeye ahdettim, sizden
önce içmeye kıyamadım." der ve bayılır![30]
Dünyada hangi okulda, hangi ideoloji ve fikir sisteminde bu tür
fedakarlıklar vardır?
Bu sevgi dolu vurgunlardan biri de Bilal-i Habeşi'dir. Kureyşliler
İslam'dan dönmesi ve tekrar putlara tapıp hz. Muhammed'den (s.a.a) yüz
çevirmesi için ona kızgın kumlar üzerinde kaya parçalarıyla işkence ettikleri
halde Bilal tahammül etmekte ve Resulullah'tan (s.a.a) vazgeçmemektedir.
Mevlana Mesnevinin 6. cildinde bu olayı çok çarpıcı bir üslupla anlatarak şöyle
der: "Ebu Bekir ona, imanını gizlemesini öğütlüyordu, ama Bilal'ın aşkı
gizlenecek gibi değildi:
Bilal işkencelere katlanıyordu
Sahibi vura vura "Muhammed'i bırak!" diyordu
"Benim dinimi nasıl inkar edersin." diye
Onu öldüresiye dövüyordu.
Bilal "Allah birdir!" diyordu sadece
Bu sırada Ebu Bekir geçti oradan
Dinini gizlemesini öğütledi, ama
Bilal "Gizleyemem artık." dedi ona.
"Muhammed canıma-kanıma işlemiş benim
Ben onun sevgisinden nasıl vazgeçerim?
Tevbe eder miyim onu sevmeye
Onun sevgisiyle başladım ben dirilmeye!
Aşkın gücü sarmıştır beni
Kavrayıp kuşatmıştır seveni
Onun sevgisi güneş gibi
Parladı, ışıttı benim gibisini.
Ey sevgili, sen fırtına, ben saman çöpü
Savurur sevgin dilediğince beni.
Ben Bilal isem eğer
Ay gibi güneşin ardınca koşar, ona uyarım.
Aya, kendi başınalık yakışmaz
Gerçek ay, güneşten başkasına uymaz!
Gerçek sevgi besleyenler sele kapılmışlardır
Sevgilinin selinde kaybolmuşlardır.
Değirmen miliyle değirmen taşı gibi tıpkı
Gece gündüz onu kuşatmıştır bu tutku."
Bu tutku ve sevginin bir başka örneği de yine İslam tarihine
"Gazvet-ur Reci" adıyla geçen ve sadr-ı İslam'da vuku bulduğu güne
"Yevm-ur Reci" denilen meşhur hadisedir.
Kureyşlilerle aynı soydan gelen ve Mekke yakınlarında yaşayan
"Ezel" ve "Gâre" kabileleri hicretin 3. yılında
Resulullah'a (s.a.a) gelir ve şöyle derler:
"Kabilemizde bazıları İslam'ı seçmiş durumda. Kur'an'ı ve İslam
hükümlerini öğretmeleri için bize birkaç kişi gönder."
Resulullah (s.a.a) da onlara altı kişilik bir tebliğciler grubu gönderdi ve
bu grubun başına da Mersed b. Ebi Mersed veya Asım b. Sabit adlı birini tayin
etti.
Mübelliğler, söz konusu kabilenin gönderdiği adamlarla birlikte yola
çıktılar. "Huzeyl" kabilesinin yaşadığı bölgede mola verdiler.
Ansızın Huzeyl oğullarının saldırısına uğradılar. Bu bir tuzaktı. Tebliğci
talebinde bulunan insanlar aslında onları buraya çekip tuzağa düşürmüştü. Altı
müslüman hemen silahlarına sarılıp savunmaya geçtiler. Huzeyl saldırganlarının
reisi "Sizi öldürmeye değil, esir almaya geldik, sizi Kureyşlilere teslim
edip onlardan para alacağız." diyerek onlara güvence vermeye kalkıştıysa
da müslümanlardan üçü ve bu cümleden olmak üzere Asım b. Sabit "Biz
müşriklere teslim olmayız!" diyerek yiğitçe savaşıp şehid düştüler, Zeyd
b. Desinne, Hubeyb b. Adıyy ve Abdullah b. Tarık adlı diğer üç kişi ise onlara
teslim oldular.
Huzeylliler onları sıkıca bağlayıp Mekke'ye doğru yola koyuldular. Mekke
yakınlarında Abdullah b. Tarık bir yolunu bulup ellerini çözerek silahına
koştuysa da, üzerine çullanıp bir taşla onu öldürdüler.
Zeyd'le Hubeyb Mekke'ye götürüldüler ve orada bulunan iki Huzeylli esirle
takas edilip Mekkelilere satılmış oldular.
Safvan b. Ümeyye-i Kureşi, Bedir veya Uhud'da öldürülen babasının
intikamını alabilmek amacıyla Zeyd'i satın almış ve onu öldürmek için Mekke
dışına götürmüştü. Mekkeliler bu sahneyi izlemek için toplandılar. Zeyd korkmuyor,
kimseye yalvarmıyordu. Bu sahneyi izlemeye gelenlerden biri de Ebu Süfyan'dı.
Zeyd'in son dakikalarından faydalanmak ve Resulullah (s.a.a) ve İslam'ın
aleyhinde propaganda malzemesi yapılabilecek bir pişmanlık veya tavır
sergileyebilmeyi sağlamak istedi. Zeyd'e yaklaşıp "Allah aşkına
söyle." dedi, "Şimdi burada senin yerine Muhammed'in olmasını istemez
miydin? Senin yerine onun kellesi vurulur, sen de rahatça çoluk-çocuğunun
yanına dönerdin o zaman!"
Zeyd'in verdiği cevap bütün Mekkelileri ürkütmüştü: "Allah'a yemin
ederim ki, ben Muhammed'in (s.a.a) ayağına bir dikenin batmasına bile tahammül
edemem, bu durumda çoluk-çocuğumun yanında rahat rahat oturamam!"
Ebu Süfyan neye uğradığını şaşırmıştı. Mekkelilere "Muhammed'in
adamları kadar sadık ve vefakar kimse görmedim!" dedi, "Müslümanların
Muhammed'i sevdikleri kadar, hiç kimse taraftarlığını yaptığı birini
sevmiş değildir!"
Sıra Hubeyb b. Adıyy'e gelmişti. Onu da öldürmek için Mekke dışına
çıkardılar. Hubeyb, öldürülmeden önce iki rekat namaz kılmak için izin istedi.
Müsaade edilince fevkalade bir huzu ve huşuyla iki rekat namaz kıldı, namazını
bitirdikten sonra kendisini izlemeye gelen Mekkelilere dönüp "Vallahi,
korkusundan uzatıyor diyerek beni karalamayacağınızdan emin olsam, daha fazla
namaz kılmak isterdim!" dedi.
Hubeyb'i öldürmeye hazırlandılar. Darağacına çıkarıldığında söylediği
sözler Mekkelileri pek etkilemiş, çoğu insan korkuyla yerlere kapanmıştı.
Hubeyb darağacında şöyle dua ediyordu yüksek sesle:
"Ya Rabbi! Resulünün bize verdiği vazifeyi yerine getirdik. Bizim
başımıza getirilenleri hemen bu sabah Peygamberine bildir. Ya Rabbi! Bu zalim
güruhun yaptıklarını gör, bunları affetme, bir teki bile sağ kalmayacak şekilde
hepsini helak et!"[31]
Bir diğer örnek de Uhud'dur. Bilindiği üzere Uhud'da müslümanlar ağır bir
yenilgi aldılar. Bu savaşta, aralarında Resulullah'ın (s.a.a) sevgili amcası
Hamza'nın da bulunduğu 70 müslüman şehid oldu. Bu savaşı müslümanlar kazanmıştı
aslında. Ancak, Peygamberin (s.a.a) bir tepeye yerleştirdiği bir grup okçu askerin
disiplinsizliği ve emre itaatsizliği yüzünden bu savaş kaybedildi, kimi kaçtı,
kimi direnip Peygamberi korudu ve neticede kaçmayıp Resulullah'ı (s.a.a)
koruyan bir avuç mümin diğer müslümanları tekrar toparlamayı başararak facianın
daha da büyümesini ve düşmanın daha fazla ilerlemesini önlemeyi başardılar.
Bilhassa Peygamberin (s.a.a) öldürüldüğü söylentisi yayılınca çoğu müslümanlar
geri dönüp kaçmaya başlamış, ama hazretin hayatta ve sağ olduğu öğrenilince
İslam ordusu tekrar moral kazanarak savaş meydanına geri dönmüştü.
Bu sırada pek çoğu ağır yaralanmıştı, bu yaralıların olup bitenlerden
haberi yoktu. Bu yaralılardan biri de Sa'd b. Rabi'di, on iki yerinden ağır
yara almıştı. Kanlar içinde yerde yatan Sa'd'i gören bir müslüman ona yaklaşıp
"Peygamber ölmüş diyorlar." dedi. Sa'd'in cevabı pek ilginçtir
"Peygamber ölebilir, ama onu gönderen Allah da mı öldü ki sizler böyle
kaçıyorsunuz? Muhammed'in dini ölmedi ki! Ne bekliyorsun sen? Dinini neden
müdafaa etmiyorsun kardeşim?!"
Resulullah (s.a.a) savaşın sonlarına doğru ölülerle yaralıları belirlemek
için bir yoklama yaparken Sa'd b. Rabi'nin orada bulunmadığını fark etti,
ve Sa'd'den haber getirecek bir gönüllü istedi, ensardan biri öne çıkıp gönüllü
oldu ve Sa'd'i aramaya gitti. Onu bulduğunda can vermek üzereydi
"Resulullah (s.a.a) senden bir haber götürmem için görevlendirdi
beni." dedi. Sa'd "Benim selamımı ilet ve artık gidici olduğumu
söyle." dedi ve ekledi: "Ben son anlarımı yaşıyorum. Resulullah'a
(s.a.a) benim tarafımdan şunu söyle: Allah Teala, bir peygambere layık olan en
iyi mükafatla mükafatlandırsın seni!"
"Bu arada ensarla muhacirlere de bir vasiyetim var. Onlara benim şu
sözlerimi ilet: Onlar sağ olduğu halde müşrikler Resulullah'ın (s.a.a) bir
kılına dokunacak olurlarsa Allah Teala onların özrünü kabul etmeyecektir
asla!"[32]
Evet, İslam tarihi bu tür inanılmaz fedakarlık ve sevgi örnekleriyle
doludur. Resulullah (s.a.a) kadar ashabı tarafından sevilip sayılan, uğruna can
vermeye hazır yarenleri olan, kadın -erkek, genç-ihtiyar, toplumun bütün
kesiminin candan sevip gönülden saydığı ve bu bağlılığın hiç eksilmediği gibi
giderek de çoğaldığı ikinci bir lider bulabilmek mümkün değildir.
İbn-i Ebi'l Hadid, Nehc'ul Belağa Şerh'inde şöyle der:
"Kim Resulullah'ın (s.a.a) mübarek sesini duyacak olsa o hazrete içi
ısınır, ona karşı derin bir sevgi duyardı. Bu nedenledir ki Kureyşliler
müslümanlara "sobat" yani "vurgunlar, tutkunlar" adını
vermişlerdi, "Velid b. Muğiyre de bu gidişle Muhammed'in dinine gönül
verecek!.." diyorlardı. Bu, şu demekti: "Kureyş müşriklerinin önde
gelenlerinden biri olan Velid, İslam'ı kabul edecek olursa bütün Kureyşlilerin
müslüman olması muhtemeldir. Bu nedenledir ki Mekke müşrikleri Peygamber-i
Ekrem (s.a.a) için "Sözleri cadılıdır, şaraptan daha sarhoş edicidir."
diyorlardı. Resulullah (s.a.a) o kadar cazibeli, etkileyici ve sevecendi ki
Kureyşliler, bu eşsiz insanın çekim sahasına girer korkusuyla evlatlarını
Resulullah'la konuşmaktan bile menetmişlerdi. Resulullah (s.a.a) Kabe'nin
kenarında, Hicr-i İsmail'de oturup Kur'an tilavet ettiği zaman Mekke müşrikleri
Kur'an'dan etkilenmemek için parmaklarıyla kulaklarını tıkar, Peygamberin
sesini duymamaya çalışırlardı. Hatta Resulullah'ın (s.a.a) fevkalade
etkileyici olan bakışları ve mübarek simasının da çekimine yakalanmamak için
yüzlerini-gözlerini bile örtüyor, o hazrete yaklaştıklarında elbiselerini
başlarına çekiyorlardı![33]
İnsanbilim ve toplumbilimle uğraşan her araştırmacıyı büyüleyen
gerçeklerden biri de, İslam dininin, cahiliyet dönemi Araplarında yarattığı
inanılmaz değişim ve inkılaptır. Her bilim adamı şunu bilir ki, o dönemin
Araplarını eğitip yetiştirebilmek için çok uzun bir süreye ihtiyaç vardı; en
azından mevcut neslin tükenmesi ve olmadık ahlaksızlıkları gelenek olarak
kabullenmiş mevcut neslin kökü kuruduktan sonra yeni nesil üzerinde çalışılması
gerekiyordu. Ama İslam'ın ve bizzat Resulullah'ın (s.a.a) cazibe ve çekiciliği
bu süreci asgariye indirdi. Evet, daha önce de belirttiğimiz gibi sevgi, her
nevi kötülük ve çirkinliğin kökünü yakıp kül eden bir ateş gibidir.
Resulullah'ın (s.a.a) sahabesinin büyük bir çoğunluğu o hazrete adeta tutkundu,
ona gönülden bağlıydı. Bu nedenledir ki öylesi kısa bir sürede o insanları
eğitip yetiştirebildi, o cehaletlerden kurtardı ve o cahiliye toplumunda köklü
değişimler yarattı. Sevginin gücünden başka bir şey değildi bu:
Bizim kolumuz kanadımız
Dostun kemendidir aslında
O kement dosta çeker, götürür bizi
Dostumun nuru olmasa
Önümü ardımı nasıl görürüm ben?
Onun nuru dört bir yandan kuşatmıştır beni
Başımın tacı, boynumun kolyesidir ışıl ışıl...
Buraya kadarki bahsimizde sevginin önem ve etkisini açıkladık, dürüst ve
iyi insanları sevmenin dürüstlük ve iyiliğe vesile olduğunu söyledik ve bu
sevginin amaç değil, vesile olduğunu vurguladık. Şimdi Kur'an'la sünnete
eğilelim ve bu iki kıstasın bize tavsiye ettiği bir sevgi ve sevgilinin var
olup olmadığına bir bakalım:
Kur'an-ı Kerim'de bütün peygamberlerin "Yaptığımıza karşılık
insanlardan hiçbir şey beklemiyoruz, bize Allah'ın rızası yeter."
buyurduğu söylenmekte, Resulullah'a (s.a.a) ise özel olarak Hak Teala
hazretleri şu direktifi vermektedir:
"De ki: Sizden, yakın akrabalarımı sevip saymanızdan başka hiçbir
karşılık ve mükafat beklemiyorum."(Şûra, 23)
Burada son derece ilginç bir nokta vardır. Diğer peygamberler hiçbir
karşılığı istemediği halde Allah Teala neden Resulullah'ın (s.a.a)
insanlardan "Yakın akrabamı sevip sayın." gibi bir talepte
bulunmasını emretmiştir?
Bu sorunun cevabını yine Kur'an veriyor:
"De ki: Sizden mükafat ve karşılık olarak istediğim şey de aslında
yine sizin içindir, yararı yine sizedir, benim Allah rızasından başka isteğim
yoktur."
(Sebe, 47)
Ayette açıkça "Karşılık olarak istediğim şey aslında bana değil, size
yarayacak bir şeydir." buyrulmaktadır. Söylenmek istenen şey şudur: Benim
Ehl-i beytime besleyeceğiniz sevgi, sizi kemal ve tekamüle götürecek bir bağdır
aslında. İsmini "karşılık ve mükafat" koysam da gerçekte size benden
ulaşacak olan nice hayırlardan biridir bu da! Çünkü Peygamberin Ehl-i beyti her
nevi pislik, kötülük ve olumsuzluktan arınmış, tertemiz kılınmışlardır.
Hiç şüphesiz onları sevmek, insanoğluna, Hakka itaat ve faziletli olma gibi
kazanımlar getirecektir; böylesine temiz ve günahtan arınmış bir Ehl-i beytin
sevgisi elbette ki tıpkı hayat iksiri gibi etki gösterecek ve bireyin kemal
bulmasını sağlayacaktır.
Bu ayetteki "yakınlar"ın en bariz numunesi, hiç şüphesiz İmam
Ali'dir, nitekim tanınmış Ehl-i sünnet alimi Fahr-i Râzi şöyle yazar:
"Zemahşeri'nin Keşşaf'ında şöyle kayıtlıdır: Şûra suresinin 23. ayeti
nazil olduğunda orada bulunan sahabeler "Ya Resulullah, yakın
akrabalarınız içinde kendilerini sevip saymamızın emrolunduğu bu insanlar
kimlerdir, onları isimleriyle tanıtabilir misiniz bize?" diye sordular.
Resul-i Ekrem (s.a.a) buyurdu: "Ali, Fatıma ve onların evlatlarıdır!"
Söz konusu ayetten sonra bizzat hadis-i nebeviyle yapılan bu açıklama
ayette geçen "yakınlar"ın kim olduğunu göstermektedir: Ali, Fatıma,
Hasan ve Hüseyin hazretleri... Onları sevmek hem Allah'ın emri, hem Resulünün
(s.a.a) buyruğudur. Bunu vurgulayan pek çok nokta mevcuttur:
1- Şûra 23'te geçen "Yakınlarıma sevgi ve saygıdan başka hiçbir
şey" ibaresi gayet açıktır. Burada şunun altını önemle çizmek gerekir:
Resulullah'ın (s.a.a) Fatıma'yla Ali'ye (a.s) ve onların evlatlarına olan
sevgisi sırf kan bağından doğan şahsi bir sevgiden ibaret değildir elbet.[34] Resulullah'ın
(s.a.a) Fatıma'ya duyduğu ve açıkça beyan etmiş olduğu derin sevgi ve ilginin
nedeni Hak Teala'ya olan fevkalade yakınlığı, emsalsiz iman ve takvası idi.
Bundan dolayı Peygamberimiz (s.a.a) Fatıma'yı (a.s) pek sevmekte, ona özel bir
ilgi ve saygı göstermekteydi. "Fatıma benim vücudumun bir parçasıdır; onu
seven beni sevmiş, onu inciten beni incitmiş olur." buyurmaktadır. İmam
Ali, Hasan ve Hüseyin'e (aleyhim'us selam) duyduğu derin sevgi de yine aynı
türdendir ki bu hususta da İslam kaynaklarında sayısız hadis ve mütevatir
rivayetler kayıtlıdır. Binaenaleyh onları sevmek, bizzat Allah Teala
hazretlerinin emriyle bütün İslam ümmetine farz edilmiştir; Allah Teala
hazretleri bunu pekiştirmek için "Peygambere uyun, ona itaat
edin, umulur ki böylelikle hidayete kavuşursunuz."
buyurmaktadır.
(A'raf, 158)
Yine bu arada Ahzab suresinin 21. ayet-i kerimesinde şöyle buyrulur:
"Ant olsun sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah'ı
çokça zikredenler için Allah'ın Resulü'nde güzel bir örnek vardır."
Binaenaleyh ayet ve hadisle de sabit olduğu üzere Âl-i Muhammed olarak
bilinen İmam Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'in (a.s) sevgisi bütün müslümanlara
farz kılınmış bir sevgidir.[35]
İmam Ali (a.s) konusunda Resulullah'tan (s.a.a) ulaşan nice hadisler
arasında, Ali'nin (a.s) sevgisini vurgulayan ve müminlerin onu sevmesini
hatırlatan çok sayıda sahih hadis vardır ki bunlardan birkaçını aktarmanın
yeterli olacağı kanaatindeyiz:
1- Tanınmış Ehl-i sünnet hadis ve tarihçisi İbn-i Esir, Resulullah'ın
(s.a.a) Ali'ye (a.s) şöyle buyurduğunu yazar:
"Ya Ali! Allah Teala hazretleri seni öyle şeylerle süsledi ki, Allah
kulları nezdinde bunlardan daha güzeli yoktur: Sen dünyadan öylesine uzak
duruyorsun ki ne dünya senden faydalanabiliyor, ne de sen dünyadan. Miskinlerle
yoksulların dostluğunu bağışladı sana; onlar seni İmam olarak kabul
ettiklerinden dolayı pek mutludurlar, ve sen onların bu tutumundan memnun... Ne
mutlu seni sevene ve bu sevgide samimi ve sadık olana; yazıklar olsun sana
düşman olup senin aleyhinde yalan söyleyene."[36]
2- Siyuti, Resulullah'tan (s.a.a) şu hadisi nakleder:
"Ali'yi sevmek iman, ona düşmanlık duymak nifaktır."[37]
3- Ebu Naim, Resulullah'ın (s.a.a) ensara şöyle buyurduğunu yazar:
"Size; benden sonra sapmamanız için kime sarılmanızı söyleyeyim mi?"
(Ensar evet deyince şöyle buyurdular:) "Ali'ye sarılın! Bana gösterdiğiniz
sevgi ve saygıyı ona da gösterin, Rabb'im, Cebrail vasıtasıyla bunu sizlere
böylece duyurmamı emretti!"[38]
Ehl-i sünnet kaynaklarında hz. Ali'nin (a.s) sevgisi hakkında geçen bir
diğer rivayette o hazretin çehresini seyredip sesini dinlemenin bile ibadet
olduğu kayıtlıdır:
1- Taberi, Ümm'ül müminin Ayşe'den şöyle nakleder:
Babam, sık sık Ali'nin çehresini seyreder, hayranlıkla ona bakardı. Bir gün
"Baba, Ali'nin yüzüne neden o kadar bakıyor, onu hayranlıkla
seyrediyorsun?" diye sordum. "Kızım, Resululah'ın (s.a.a) Ali'nin
simasını seyretmenin ibadet olduğunu buyurduğunu kendi kulağımla duydum."
dedi. (Riyaz'un Nezire c:2 s:219) Aynı konuda diğer Ehl-i sünnet eserlerinde
20'ye yakın rivayet vardır).
2- İbn-i Hacer de yine Ayşe'den şöyle rivayet eder:
Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: "Kardeşlerimin en
hayırlısı Ali, amcalarımın en hayırlısı Hamza'dır. Ali'yi anıp hatırlamak ve
onun hakkında konuşmak bir ibadettir." (Sevâik'ul Muhrika, İbn-i Hacer
s:74.) Ayrıca diğer Ehl-i sünnet kaynaklarında da aynı mevzuda 5 hadis vardır.
Hz. Ali, Allah ve Resulü indinde diğer insanların en sevileni ve en
hayırlısıydı. Enes b. Malik şöyle rivayet eder:
Her gün, ensardan birinin büyük çocuğu Resululah'a (s.a.a) hizmet ederdi.
Benim sıramın olduğu bir gün Ümm-ü Eymen kızarmış bir tavuk getirerek "Ya
Resulullah, bu tavuğu kendim aldım, kendim pişirdim, sizin için..." dedi,
bunun üzerine Resulullah (s.a.a) elini kaldırıp "Ya Rabbi" buyurdu,
"Bu yemeği benimle birlikte yemesi için kullarının en sevgili olanını bana
gönder!" Duanın hemen ardından kapı çalındı, hazret "Enes, git kapıyı
aç!" buyurdular. Ben "Keşke gelen ensardan biri olsa..." diye
geçirdim içimden. Kapıyı açtım, gelen Ali'ydi, "Peygamberin önemli bir işi
var." diyerek onu geri gönderdim, Peygamberin bu duası ve Ali'nin gelişi 3
kez tekrarlandı, üçüncü defasında Resulullah (s.a.a) "Ey Enes,"
buyurdu, "Git ve onu içeri al! Sen, kavmini seven ilk insan değilsin. Onun
senin kavminden -ensardan- olmadığını biliyorum!"
Bunun üzerine mahcubiyetle gidip Ali'yi getirdim, oturup birlikte yemek
yediler."[39]
Ali'nin gönülleri fethetmesinin sırrı nedir?
Sevgi ve tutkunun sırrını henüz kimse keşfedebilmiş değildir. Yani şöyle
olursa şöyle olur şeklinde beli bir formülü yoktur sevginin.
Ama sevginin de elbette ki bir sırrı vardır.
Sevilende öyle bir güzellik ve cazibe vardır ki seveni kendi çekim sahasına
almakta, onu çekmektedir. Sevgi ve çekiciliğin doruk noktası "aşk"
kelimesiyle tanımlanmaktadır bugün. Hz. Ali de insanların gönlünde taht kurmuş,
yürekleri fethetmiştir. Neden? Hangi yönde? Aşkları böylesine tahrik eden,
kalpleri böylesine cezbeden ve sevgisini ölümsüzlüğe kavuşturan fevkaladeliği
nedir Ali'nin?
Neden gönüller onu aşina bilmekte, esasen onu ölmüş değil de adeta hep
hayattaymış gibi algılamaktadır?
Bu sevgi ve ilginin fiziki bir sevgi olmadığı muhakkak; zira onun vücudu ve
bedeni bugün bizim aramızda değildir ve mesela bizler hz. Ali'yi görmüş ve ona
dokunmuş da değiliz.
İmam Ali'ye duyulan bu sevgi, her millette varolan "Kahraman insana
duyulan sevgi" türünden bir sevgi de değildir.
Keza, Ali (a.s) sevgisinin insani erdem ve faziletlerin sevgisi olduğunu
söylemek ve ona sevgi duymanın salt insancıl ve hümanist bir sevgi olduğunu
söyleyebilmek de mümkün değildir. Evet, Ali (a.s) gerçek anlamda bir
"kamil insan"dı ve her insan, böylesine örnek insanları sever. Ama
burada çok önemli olan bir nokta vardır: Ali (a.s) bütün bu hasletlere sahip
olsaydı; bütün o insani haslet ve erdemlere, o ilim ve hikmete, onca fedakarlık
ve özveriye, alçakgönüllülüğe, o emsalsiz sevgi ve şefkate, zayıf ve muhtaçlara
destek vermeye, adalet ve hürriyet timsali olmaya, insana sevgi beslemeye,
cesaret ve mertlikte benzersiz olmaya ve Mevlana'nın da dediği gibi
"Cesarette Allah'ın aslanı, mertlik ve mürüvvette akla hayale sığmayacak
bir haslete, onca bağışlayıcılık ve onca cömertliğe"... Evet, Ali (a.s)
bütün bu haslet ve bunca insani erdeme sahipti; ama o, bütün bunlara sahip olup
da Allah'a iman etmiş ve inanmış bir mümin olmasaydı, evet, sadece bu sıfatı
taşımıyor olsaydı yine bunca sevilecek, bunca ilgi görecek miydi? Elbette ki
hayır!
Hz. Ali'nin (a.s) gönüllere böylesine taht kurmasının sebebi, gerçek
anlamda Allah'a inanmış ve O'na itaat ve ibadet etmiş olmasıdır.
İnsanoğlunun gönül ve fıtratının derinliklerinde, fıtri olarak yüce
Yaradan'a karşı bir sevgi ve bir tutku vardır; Allah sevgisi hepimizin
yaradılışına yerleştirilmiş bir hakikattir; bu nedenledir ki Ali'nin Allah'a
onca itaatkar ve O'nun ayet ve sıfatlarının muazzam bir tecellisi olduğunu
gören her mümin insan Ali'yi de sevmekte ve ona gönülden bir ilgi duymaktadır.
Yani Ali'ye duyulan sevginin ardında, müslümanın Hak Teala hazretlerine
beslediği ve fıtratında var olan "Allah sevgisi" vardır. Allah
sevgisi her insanın canına, kanına işlemiş bir sevgidir, fıtratlar ölümsüz
olduğu için bu tür sevgiler ölümsüzdür ve bu cümleden olmak üzere (evliyaullah
konusunda olduğu gibi) hz. Ali'ye (a.s) duyulan sevgi de gerçek ve ölümsüz bir
sevgidir.
İmam Ali'de pek çok nurlu ve dikkat çekici özellikler vardır, ama ona
sürekli bir parlaklık ve nur kazandıran asıl özelliği onun müslüman, mümin ve
ihlaslı bir kul olmasıdır; ondaki muazzam manevi cazibenin sırrı budur işte.
Hz. Ali'nin (a.s) yoluna baş koyan tanınmış isimlerden biri de asr-ı saadet
döneminin müminelerinden Sevde-i Hemdani'dir. Bu yiğit ve imanlı kadın,
Muaviye'nin hz. Ali'ye beslediği kin ve nefreti görüp de kendisinden Ali'yi
kötülemesini isteyince "Allah Ali'ye rahmet eylesin!" dedi, "Onunla
birlikte adalet ve mertlik de toprağın bağrına gömüldü. Haktan başka hiçbir
şeye değer vermemeye ahdetmişti, ahdini tuttu, hak ve imanla yoğrulmuş bir
kişiliği vardı Ali'nin!"
İmam Ali'nin (a.s) seçkin karakterine vurulanlardan biri de Sa'saa b. Suhan-ı
Abdi'dir. İmam Ali'nin (a.s) toprağa verildiği gece, orada bulunan çok az
sayıdaki seçkin müminden biridir Sa'saa. İmamın mübarek naşı toprağa
verildikten sonra Sa'saa bir elini yüreğine bastırıp diğer eliyle İmamın
mezarından aldığı toprağı başına dökmekte ve şöyle demekteydi:
"Ölüm afiyet olsun sana! Yaradılışın tertemiz, sabrın pek güçlü,
cihadın pek büyüktü senin! Düşündüğün şeye ulaştın, ticaretin pek karlı oldu!
Yüce yaratıcına ulaştın, seni memnuniyetle karşıladı O; melekleri
senin etrafına toplandılar, Peygamberimize komşu olma saadetine ulaştın, Allah
Teala seni en yakın kullarından kıldı, kardeşin Mustafa'nın huzuruna ulaştın
işte, onun dolu dolu kasesinden içtin doyasıya.
Rabb'imden dileğim, Resulullah'tan (s.a.a) sonra sana uyup seni izleyen,
senin yolunla-yordamınla yaşayanlardan olmamızdır. Umarım senin dostlarını
seven, düşmanlarına düşman kesilen ve seni sevenlerle haşrolunanlardan oluruz
biz de!
Başkalarının ulaşamadığı şeye ulaştın, başkalarının algılayamadıklarını
algıladın. Kardeşin Peygamberle omuz omuza cihad ettin, Allah'ın dini için
gerektiği şekilde kıyam ettin, sünnetleri koruyup ihya ettin, anarşi ve
kargaşayı düzeltip ıslah ettin, böylece İslam ve imana bir düzen verdin. Selam
sana, selamların en güzeliyle selam olsun sana!
Senin sayende müminlerin arkası kuvvetli oldu, senin sayende -hz.
Peygamberden sonra- yollar aydınlandı, sünnetler ayakta kalabildi. Senin
fazilet, erdem ve hasletlerine kimse ulaşamadı. Sen, Resulullah'ın (s.a.a)
çağrısına "lebbeyk" dedin ve bu hususta herkesten öne geçtin. Bir an
bile yardımını esirgemedin, canın pahasına bile onu korumaktan vazgeçmedin.
Korku ve dehşet zamanları gelip çatınca Zülfikar'ınla yiğitçe saldırıp
zalimlerle zorbaları hakladın. Şirkin ve kötülüğün kökünü kazıdın, tuğyankar
sapmışların kellesini uçurdun... Bu nedenledir ki ölüm sana kutlu olsun, -bu
tatlı şerbet- afiyet olsun derim ey müminlerin emiri!
Peygambere (s.a.a) en yakın insandın sen. İslam'a ilk inanan da sen oldun!
Yüreğin yakinle dolu, inançlı ve kararlıydı, herkesten daha fedakardın sen;
hayır konusunda herkesten fazlaydı senin nasibin! Rabb'im sana matem tutma
sevabından mahrum etmesin bizi, senden sonra hor- hakir kılmasın hiçbirimizi!
Vallahi, senin hayatın hayrın anahtarı, şerrin kilidiydi (hayrı açar, şerri
kilitleyip yok ederdin), ölümünle hayırlar kilitlenip şerler açılacaktır...
Eğer insanlar seni kabullenebilselerdi yerden ve gökten nimetlere boğulurlardı;
ama ne yazık ki dünyayı ahirete tercih ettiler!"[40]
Sa'saa'nın da söylediği gibi insanlar dünyayı tercih ettiler. Hz. Ali'nin
(a.s) kimseye ayrıcalık tanımayan, haktan zerrece taviz vermeyen adaletine
tahammül edemediler. Derken, yozlaşmışlar ve donuklaşmışlar Ali'yi şehid etti.
Uğruna can vermeye hazır olan,
uğrunda darağaçlarına koşup gözünü kırpmadan ölümün kucağına atılan, sevgi ve
imametine gönül veren yarenlere sahip olma açısından hz. Ali (a.s) gerçekten
İslam tarihinin ender, hatta emsalsiz simasıdır. İslam tarihi, onun sevgisi,
adaleti ve imameti uğruna canlar veren, hamasiler yaratan fevkalade örneklerle
doludur ki her birinin hayatı ve ölümü, İslam dini için birer iftihar vesilesi,
gurur kaynağıdır. Ziyad b. Ebih'le oğlu Übeydullah, Haccac b. Yusuf, Mütevekkil
ve hepsinin başını çeken Ebu Süfyan oğlu Muaviye'nin kanlı eli, insanlık ve
İslam tarihinin bu nadide şahsiyetlerinin kanına bulanmıştır.
Bahsimizin bu bölümünde İmam Ali'nin (a.s) dört yıldan biraz fazla süren
hilafet döneminden söz edeceğiz. Daha önce de belirttiğimiz gibi Ali (a.s)
daima iki güce sahip bir kişilik taşımıştır, o her zaman hem çekim gücüne, hem
iticilik gücüne sahip olmuştur. İslam'ın ilk yıllarından itibaren bu yalın
gerçeği çok net bir şekilde görebilmek mümkündür İslam toplumunda: Daha ilk
günlerden itibaren kimileri onun etrafında pervane misali dönmeye başlamış,
kimi de ona kin duymuş, onun varlığından hep rahatsız olmuştur.
Ne var ki, Ali'nin (a.s) bu mümtaz kişiliği daha çok onun pek kısa süren
hilafet dönemiyle; kişiliğinin tarihi zuhur dönemi diyebileceğimiz şahadetinden
sonraki dönemlerde gözler önüne serilmiş, herkesçe müşahede edilmiştir.
Hilafetinden önceki dönem insanlarla yakın irtibatlarının azaldığı bir dönem
olduğundan, söz konusu dönemde Ali'nin çekicilik ve iticilik hassalarının
tecellisi de daha azdır.
İmam Ali (a.s) insanları cezbedip çektiği kadar, bazı tipleri de fevkalade
dışlayıcı ve itici bir karaktere sahipti ve açıkçası onları "düşman
ediniyordu!" Hz. Ali'nin (a.s) en ilginç ve aynı zamanda en iftihar edilir
özelliklerinden biriydi bu. Belli bir fikir, görüş ve inanca sahip bulunan ve
hele "inkılabi" bir yapıya sahip olan herkes, yüce amaçlar ve ulvi
hedefler taşır ve Kur'an'ın da deyimiyle "Allah yolunda cihad eden ve
kınayıcıların kınamasından da korkmayan." (Maide, 54) biri elbette ki
kendisine epey düşman da edinir. Bu nedenledir ki, bilhassa hayatı döneminde
onun düşmanları, dostlarından daha az denilemeyecek kadar çok olmuştur.
Bugün de durum aynıdır. Eğer İmam Ali'nin (a.s) kişilik, karakter ve tavırları
saptırılmadan, tahrif edilmeden gerçek yüzüyle tanıtılacak olursa, bugün onu
sevdiğini iddia edenlerin pek çoğu onun karşısında yer alacaklardır!
Aslında hiç de şaşılacak bir şey değildir bu.
Yemen fethi sırasında bununla ilgili ilginç bir örnek yaşanmıştır.
Hz. Resulullah (s.a.a) Ali (a.s) komutasındaki bir orduyu Yemen'e
göndermişti. Ali (a.s) Yemen dönüşünde, Mekke yakınlarında ordunun komutasını
bir başkasına devrederek Resulullah'a (s.a.a) rapor sunmak ve şehre nasıl
gelmeleri gerektiğini belirlemek için daha önce Mekke'ye ulaşmıştı. Vekil
komutan, şehre yeni elbiselerle girmiş olmak için, Yemen'den getirilen ganimet
ve hediye elbiseleri askerlerin giymesine izin verdi ama Ali (a.s) geriye
döndüğünde bunu büyük bir disiplinsizlik sayarak komutanı azarladı. Çünkü bu
hususta karar vermesi gereken bizzat hz. Peygamberdi (s.a.a) ve beyt'ül mal
konusunda fikir yürütme ve emir verme hak ve yetkisi Resulullah'a aitti. Bu
nedenle yeni elbiselerin derhal çıkarılmasını ve bizzat Resulullah'ın (s.a.a)
emri ilan edilinceye kadar kimsenin bu elbiselere dokunmamasını emretti.
Ordudaki komutan ve askerler bundan pek rahatsız olmuşlardı, Resulullah'ın
(s.a.a) huzuruna varır varmaz ilk işleri Ali'yi şikayet etmek oldu. Resulullah
(s.a.a) "Ey insanlar!" buyurdu. "Ali'den nasıl şikayetçi
olursunuz? Vallahi o, kimsenin şikayetine gerek bırakmayacak kadar Allah
yolunda azimli ve tavizsizdir!"[41]
Evet, Ali (a.s)nin en belirgin vasıflarından biri Allah yolunda kimseye
ayrıcalık göstermemesiydi; onun şu veya bu şahsa karşı farklı tavırlarının
nedeni daima adaletin gereği ve Allah'ın rızası olmuştur. Bu tür bir tavrın
insana düşman kazandırıcı bir tavır olduğu; tamahkar ve nefsine düşkün tiplerin
bu tavırlardan asla hoşlanmayacağı apaçık ortadadır.
Hz. Resulullah'ın (s.a.a) onca
sahabesi arasında, hiç kimsenin hz. Ali'ninki gibi fedakar ve serdengeçti
dostları olmadığı gibi, hiç kimsenin düşmanları da onun düşmanları kadar
münafık ve tehlikeli değildir. Ali (a.s) öyle bir yiğitti ki, ölümünde cenazesi
bile düşmanlarının saldırısından kurtulamadı. Bu, daha önceden Resulullah
(s.a.a) tarafından kendisine bildirilmiş olduğundan, cenazesinin gizlice
toprağa verilmesini ve mezarının yerinin gizli tutulmasını vasiyet etti.
Nitekim İmam Ali'nin (a.s) mezarı bir asır boyunca gizli tutulmuş, bu süre
zarfında evlatlarından başka mezarının yerini kimse bilememiş ve nihayet Emevi
devleti yıkıldıktan ve Hariciler de tam anlamıyla varlıklarını yitirip
tükenmeye yüz tuttuktan sonra, yani ona duyulan nefretler ve beslenen amansız
düşmanlıklar bir nebze olsun azaldıktan sonra İmam Sadık (a.s) tarafından
mezarının yeri açıklanmıştır.
İmam Ali (a.s), hilafeti döneminde üç grubu kendisinden uzaklaştırıp
dışlamış ve onlarla savaşmıştır: Bunlardan biri, bizzat İmam Ali (a.s)
tarafından "Nakisin" adıyla adlandırılan Cemel ashabıdır, diğer ikisi
de yine kendi tabiriyle "Kasitin" olan Sıffin ashabıyla,
"Marikin" adını verdiği Hariciler, yani Nehrevan ashabıdır.[42]
İmam, bunu şöyle anlatır: "Halife olduğum zaman şu ümmet arasından bir
taife çıkıp biatini bozdu (Nakisin), bir güruhu dinden çıktı (Marikin) ve bir
güruh ise işin başından beri hep isyan edip tuğyanda bulundu (Kasitin)."[43]
"Nakisin" güruhu, para düşkünüydü; paraya pula önem veren,
insanlar arasında ayırım gözeten, ayrıcalıklara inanan kesimdi, İmamın adalet
ve eşitlik konusundaki konuşmalarının çoğunda muhatap alınan kesim bunlardır.
"Kasitin" adını verdiği güruhsa her şeyi politikaya alet eden
hilekar, düzenbaz ve sahtekar iki yüzlülerdi. İktidarı ele geçirmek ve Ali'nin
(a.s) yönetimini akamet ve başarısızlığa uğratmak için ellerinden geleni
yapıyorlardı. Bunlardan bir kısmı İmama gidip bu isteklerinin kısmen de olsa
giderilmesi ve çıkarlarının gözetilmesi halinde onu destekleyeceklerini
söylemiş, ama İmam Ali bu teklifi reddetmiştir. Hz. Ali'den (a.s) bundan daha
farklı bir yaklaşım beklemek de mümkün değildir aslında. Zira o, zulmün altına
imza atmaya değil, zulmün kökünü kazımaya niyetliydi. Diğer yandan Muaviye'yle
ona benzer tipler, İmam Ali'nin kendisine de, onun iktidarına da öteden beri
karşı olan tiplerdi zaten. İktidarı ele geçirmek ve beyt'ül malı kendi
aralarında yağmalamak isteyen bu tiplerin Ali'yle uzlaşması düşünülemezdi.
Muaviye ve çevresindekiler, İslam aleminin halifesi olmaya niyetlenmişlerdi.
İmamın "Marikin" adıyla tanımladığı diğer güruh, dinin özünü ve
ruhunu kavrayamamış olan kıt görüşlü, dar ufuklar, yersiz asabiyet ve reva
olmayan taassuplara sahip cahil insanlardı, mukaddes görünümlerinin ardında
karanlık ve tehlikeli bir cehalet besliyorlardı.
Hz. İmam Ali (a.s) bu üç grubun hepsine karşı durmuş, onları reddetmiş,
onlarla uzlaşma kabul etmez bir mücadeleye tutuşmuştur.
Evet, İmam Ali'nin (a.s) çok boyutlu mükemmel kişiliği ve "insan-ı
kamil" olarak tarihe geçen fevkalade şahsiyetinin en bariz özelliklerinden
biridir bu; farklı güruhları karşısına almış, türlü sapma ve bozulmalarla
karşılaşmış ve bunların hiçbirine taviz vermeyip hepsinin karşısına
dikilmiştir!
Kimi zaman dünya düşkünü zengin ve müreffeh kesimin, kimi zaman her şeyi
politikaya alet eden bin bir suratlı hilekar kesimin, kimi zaman da dindar
görünümlü cahil ve yobaz kesimin karşısında ve onlara karşı mücadele halinde
görülür Ali (a.s) .
Burada bilhassa Hariciler üzerinde durmak istiyoruz. Bugün artık Harici bir
cemaat yoksa da ve her ne kadar bunların nesli artık tükenmişse de; son derece
ibret verici bir tarihi vardır Haricilerin. Birey olarak ölüp gittikleri ve
nesilleri tamamen tükendiği halde o sapık fikirleri yok olmamış, kendileri gibi
cahil ve dogmatik karakterli insanların zihnini zehirleyerek günümüze kadar kök
salmayı başarmış olan "Haricilere has düşünce tarzı", öteden beri
İslam'ın ve müslümanların ilerlemesini engelleyen en önemli manialardan biri
olagelmiştir.
"Harici" kelimesi "isyancı" anlamına gelir.[44] Bu güruh,
Sıffin'de hakemiyet olayında ortaya çıktı.
Sıffin'de savaşında İmam Ali'nin (a.s) savaşı kazanmak üzere olduğunu gören
Muaviye, Amr b. Âs'ın yardımıyla şeytanca bir oyuna başvurdu; kendisini
müslümanmış gibi gösterip "Aramızda Kur'an hakem olsun." demeye
getirerek mutlak bir yenilgi ve hezimetten kurtulabilmek için askerlerinin
mızrakları ucuna Kur'an mushafları taktırıp öne sürdü. Halbuki daha önce Ali
(a.s) "Gelin aramızda Kur'an'ı hakem edinelim, onun emrine göre haksız
taraf kimse, onu tespit edip cezalandıralım, boşuna kan dökülmesin."
demiş; ama Muaviye, savaşı kazanacağından emin olduğu için İmamın bu teklifini
kabul etmemişti. Şimdiyse birilerinin cahilliğinden faydalanarak mutlak yenilgi
ve ölümden kurtulabilmek için bu hileye başvurmuştu!
Bunun şeytanca bir oyun olduğunu bilen Ali (a.s) "Vurun, onlara
aldanmayın! Kur'an'ı kalkan gibi kullanıp kendi canlarını kurtarmak istiyorlar
aslında. Bunlar İslam düşmanlarıdır, oyuna gelmeyin, vurun!" diye
bağırıyor ve ekliyordu: "Bunların yaptığı şey, Kur'an'ı Kur'an'la
vurmaktır. Kur'an'ın kendisi karşısında Kur'an sayfalarının yazılı olduğu şu
kağıt parçalarının ne değeri kalır ki? Bunlar, mana ve hakikati ortadan
kaldırabilmek için o kağıtlardan medet umuyorlar aslında!"
Teşhis gücü zayıf olan ve dinin sadece dış görünümünü kavrayabilmiş bulunan
kıt görüşlü bir grup, birbirine kaş göz işareti ederek "Ali ne diyor? Ne
demek istiyor?" diyorlardı. Meseleyi kavrayamadıklarından, "Biz
Kur'an'a karşı kılıç çekmeyiz! Biz Kur'an için savaşıyoruz, bunlar da Kur'an'a
teslim oldular işte. O halde ne diye savaşalım?" diyerek Muaviye'nin
tuzağına düştüler. Resulullah'ın (s.a.a) "ilim şehrinin kapısı"
olarak tanımladığı bilgeler bilgesi İmam Ali "Ben de Kur'an için savaşalım
demekteyim, ama bunlar sizi oyuna getiriyor, anlamıyor musunuz? Bunların
Kur'an'la ne işleri var? Kur'an'ı kalkan gibi kullanıp canlarını kurtarmak
niyetindeler, hepsi bu!" dedi.
İslam fıkhının "cihad" babında "Kafirlerin müslüman esirleri
kalkan olarak kullanması" diye bir bölüm vardır. Yani düşman, bir grup
müslümanı esir alıp ön cephede siper olarak kullanır ve İslam ordusunun her
türlü müdafaa veya saldırı girişimi bu esir müslümanların ölümüyle sonuçlanacak
bir hal alırsa, İslam'ın hükmü "Parçayı bütüne feda et" esasına
dayalıdır ve bu durumda o müslüman esirlerin öldürülmesiyle sonuçlanabilecek
bir saldırı veya müdafaa girişimi caizdir. Evet, diğer müslümanların canını
korumak ve ümmetin maslahatını savunabilmek için bu girişime izin vermiştir
İslam. Bu durumda söz konusu müslüman esirler şehid düşmüş olurlar; ayrıca, kan
paraları (diyetleri) da, beyt'ül maldan onların varislerine ödenmelidir.[45] Kaldı ki bu
sadece İslam fıkhına ait bir kural da değildir; düşmana karşı koyabilmek için
başka çıkar yol kalmıyorsa, kendi güçlerinizin ölümünü göze almak esası, bütün
dünyada bilinen ve geçerli bir askeri zarurettir.
İslam'ın zaferi ve ümmetin bekası için gerekirse müslümanı ve canlı varlığı
vur diyen İslam dininde, sırf kağıt parçalarının[46] nasıl bir konumda olacağı apaçık
ortadadır. Kağıt ve yazıyı değerli kılan anlam ve muhtevadır, söz konusu anlam
ve muhtevanın öldürülmeye çalışıldığı bir durumda onları bırakıp, üzeri yazılı
kağıtlara sarılmanın nasıl bir açıklaması olabilir?
Ne var ki cehalet ve tutuculuk, o müslümanların hakikati görebilmelerine
engel olmuştu. "Biz bu Kur'an'lı mızraklara kılıç çekmeyeceğimiz gibi; bu
işe kalkışacak olanla da savaşırız!" dedi ve İmamın karşısına dikildiler.
Bu tartışmanın başladığı sıralarda İslam ordusunun zafer kazanmasına ramak
kalmıştı. İmamın güçlü ve azimli komutanlarından Malik Eşter, Muaviye
ordularını çil yavrusu gibi dağıtmış, Muaviye'nin çadırına yaklaşmıştı.
Muaviye'nin tam bir bozguna uğramasına ve bu kanser tümörünün ortadan
kaldırılmasına ramak kalmıştı. İşte böyle bir anda, söz konusu cahiller güruhu
İmam Ali'yi zorlayarak "Malik'e, derhal savaşı bırakmasını emret, yoksa
onu arkadan vururuz!" dediler. İmam Ali (a.s) her ne kadar onları ikna
etmeğe, aydınlatmaya çalıştıysa da fayda etmedi.
İmam Ali (a.s) başka çare kalmadığını görünce Malik'e bir adamını gönderip
geri çekilmesini emretti.
Malik buna şaşırmıştı, emri getiren askere "İmama söyle, çok kısa bir
fırsat tanırsa düşmanın işini bitiririz!" dedi. Bu haber ulaştığında
Hariciler kılıçlarını çekip İmamın etrafını sardılar "Ya hemen şimdi
Malik'i geri çağırırsın, ya da vallahi, seni şuracıkta öldürürüz!"
dediler!.
Malik'e ulaşan haberci "İmamı sağ görmek istiyorsan derhal geri
çekil!" demiş, Malik geri dönmek zorunda kalmıştı. Mutlak bir ölümden
kurtulan Muaviye, Ali'nin (a.s) ordusundaki bu cahil mukaddesmeapları oyuna
getirmenin coşku ve sevinci içindeydiler şimdi!
Böylece Kur'an'ın emirlerini ortadan kaldırmaya azmederek saltanat peşinde
koşan Muaviye, İmam Ali (a.s) ile aynı kefeye koyuldu. "Aranızda Kur'an
hükmetsin" diyerek hakemiyet önerdiler. Taraflar arasında Kur'an'la
sünnetin hakem olması kararlaştırıldı.
Taraflar hakem seçimine gittiler. Muaviye tarafı hiç tereddüt etmeden
hilekar Amr b. Âs'ı hakem seçti. Ali (a.s) de iyi bir politikacı olan
Abdullah b. Abbas'ın veya yiğit, fedakar ve basiretli bir mümin olan Malik
Eşter'in hakem seçilmesini istedi; ancak ahmaklar güruhu -Hariciler-
kendilerine benzer birinde ısrar ettiklerinden, hem basiretsiz, hem de Ali'yle
arası pek iyi olmayan Ebu Musa Eş'ari'yi hakem olarak öne sürdüler. İmam Ali
(a.s) ve dostları her ne kadar Ebu Musa'nın bu işi beceremeyeceğini söylediyse
de Hariciler kendi bildiklerini yapmaktan vazgeçmediler. İmamın emrini bir kez
daha çiğneyerek Ebu Musa'yı hakem seçtiler.
Aylar süren meşveret, toplantı ve görüşmelerden sonra Amr, Ebu Musa'ya
"İyisi mi ne Ali olsun, ne Muaviye, gel senin damadın Abdullah bin Ömer'i
seçelim." dedi. Ebu Musa damadının adını duyunca hemen gevşeyip
"Olur" dedi ve bu işin nasıl gerçekleşeceğini sordu. Amr "Kolayı
var" dedi, "Sen Ali'yi azledersin, ben de Muaviye'yi. Halk bu durumda
mutlaka senin damadını seçer, böylece fitne biter, ihtilaf ve anlaşmazlıklar da
son bulur!"
Bu tevafuktan sonra hakemlerin görüşlerini açıklayacağı duyuruldu. Herkes
kararı dinlemek üzere camiye toplandı. Ebu Musa, Amr'ın minbere çıkmasını
istediyse de Amr onun zaafını bildiğinden, hemen nefsini okşayarak "Sen
Peygamberin büyük ashabındansın, sen dururken benim öne geçmem yakışır mı hiç?!"
dedi ve onu öne sürdü. Böylece, nefsani zaafları nedeniyle bir kez daha oyuna
gelen Ebu Musa hemen öne geçip minbere çıktı, neticeyi heyecanla bekleyen
cemaate dönüp "Ümmetin maslahatını düşünerek Ali'yi de Muaviye'yi de
iktidardan uzaklaştırmaya karar verdik, halife bir başkası olsun, siz
seçersiniz nasıl olsa!" dedi ve parmağındaki yüzüğü çıkarıp "Ben
tıpkı şu yüzüğü çıkardığım gibi, Ali'yi halifelikten azlediyorum!" dedi ve
minberden indi. Onun ardından minbere çıkan Amr "Ben de Ali'yi
azlediyorum." diyerek parmağındaki yüzüğü çıkardı ve sol elinin parmağına
takıp "Onun yerine, tıpkı şu yüzük gibi Muaviye'yi tayin ediyorum!"
diyerek Ebu Musa'nın bön bakışları altında minberden indi.
Bir anda ortalık karıştı, orada bulunan halk öfkeyle Ebu Musa'ya saldırıp
tartakladı. Ebu Musa linç edilmekten kurtularak Mekke'ye kaçtı, Amr da Şam'ın
yolunu tuttu.
Bu duruma sebebiyet veren Hariciler, yaptıkları hatayı pek geç anlamış, ne
yapacaklarına karar veremeyerek orta yerde kalakalmışlardı. Sonucun acı ve hata
olduğunu anlamış, ama nerede hata ettiklerini henüz kavrayamamışlardı.
Muaviye'nin oyununa gelip de savaşı durdurmuş olmalarının bu faciaya yol
açtığını bir türlü kabullenemiyor, hele hakemlik olayında yine Ali'yi (a.s)
dinlemeyip Ebu Musa'yı öne sürmekle ne büyük bir hata işlemiş olduklarını
itiraf edemiyorlardı. Bu nefsaniyet fırtınasında hatalarını sürdürerek "O
iki kişiyi hakem seçmekle hata ettik, insan hakemlik edemez, hakem sadece
Allah'tır!" dediler ve Ali'ye gidip şöyle konuştular:
"Biz hakemiyet olayında büyük bir hata işleyerek günaha girdik; hem
biz hem sen, kafir olmuş olduk. Biz şimdi tevbe etmiş bulunuyoruz, sen de tevbe
edersen, işe kaldığımız yerden başlarız!"
Böylece mesele hallolmadığı gibi daha da büyümüş, kambur üstüne kambur
oluşmuş oldu...
İmam Ali "Tevbe her hal-ü karda iyidir. Günah işleyen biri elbette
tevbe eder," dedi. Hariciler "Bu yetmez" dediler, "Hakemlik
olayının günah olduğunu ve bu işe senin de karıştığını, dolayısıyla senin de
günah işlediğini kabul edip tevbe etmen gerekir." İmam "Hakemlik
olayının müsebbibi ben değilim ki, bunu ortaya atan siz oldunuz, yaptığınızın
neticesini de gördünüz! Kaldı ki, hakem edinme olayı bizatihi haram değildir ki
bunu yapan veya yaptıran günah işlemiş olsun! İslam'ın meşru saydığı bir şeyi
ben nasıl gayri meşru sayarım? Dahası, işlemediğim bir günah için ne diye tevbe
ettim diyeyim?!" dedi.
Bu tartışmalardan sonradır ki, Hariciler sırf siyasi bir akım olarak değil,
mezhebi bir güruh olarak da gündeme geldiler. Önceleri isyankar bir güruh
olduklarından "Hariciler" adını aldılar; ancak, giderek birtakım özel
ilkeler de öne sürüp dini bir renge büründüler ve batıl bir mezhep olarak İslam
tarihine geçtiler. Bu arada kendilerini tanıtmak için yoğun propagandalar
başlattılar. Derken, İslam dünyasında güya fesadın kökünü bulmak istediler ve
şu sonuca ulaştılar: "Osman, Ali ve Muaviye'nin her üçü de hatalıydı ve
günah işlemiş kimselerdi, biz fesatla mücadele etmeli, iyiliği emredip
kötülükten alıkoymalıyız." Böylece Haricilerin mezhebi "iyiliği emredip
kötülükten alıkoyma" amacına yönelik bir mezhep olarak tanıtıldı.
Oysa, bilindiği gibi iyiliğin emri ve kötülüğün engellenmesinin her şeyden
önce çok önemli iki ön şartı vardır: 1- Dinde basiret 2- Amelde basiret.
Dinde basiretli olma şartı bulunmazsa, rivayette de belirtilmiş olduğu
üzere, iyiliği emr ve kötülüğü nehy işinin zararı faydasından çok daha fazla
olacaktır.
Amelde basiretli olmanınsa iki önemli gereği ve vazgeçilmez şartı vardır;
fıkıhta bunlara "Etkili olma ihtimalinin bulunması" ve "Daha
beter bir kötülük ve fesada yol açmaması" denilir ki bu ikisinin
gerçekleşmesi için akıl ve mantıktan faydalanmak şarttır.[47] Hariciler, fevkalade cahil ve
basiretten yoksun oldukları gibi, amelde basiretin gerekliliği şartını da
reddetmekteydiler. Onlara göre marufa davet ve münkerden sakındırma; neden,
niçin ve nasıl sorulmadan yerine getirilmesi gereken bir ibadetti.
Hariciliğin temel dayanağını şunlar oluşturmadaydı:
1- Ali, Osman, Muaviye, ashab-ı Cemel ve ashab-ı hakemiyet (hakemlik olayına
katılanlar veya bu olaya rıza gösterenler) tamamen kafirdirler, sadece hakemlik
olayına rıza gösterip de sonradan tevbe edenler bunun dışında tutulur.
2- Yukarıdakilerin tekfir edilmesini kabul etmeyenler de kafirdirler.
3- İman sadece kalbi bir akide değildir; İslam'ın emirlerini uygulayıp nehy
edilen şeyleri terk etmek de imanın esaslarındandır. Bu anlamda iman, inanma ve
amel etmenin bir bileşimi ve terkibidir.
4- Zalim yönetici ve imama karşı isyan ve kıyam etmek, kayıtsız şartsız
farzdır. İyiliği emredip münkerden nehy etmenin hiçbir ön şartı ve gereği
yoktur; her zaman ve her hal-ü karda bu ilahi emri derhal uygulamak gerekir.[48]
Evet, Hariciler bu düşüncelerle sabahladılar; kendileri dışındaki herkesi
kafir, kanı helal ve ebedi cehennem ehli bilerek.
Haricilerin, günümüz dünyasının yenilikçilerine ilginç gelen tek görüş ve
fikirleri onların halifelik konusundaki teorileridir. Bu konuda demokratik
düşünceye sahiplerdi. Halifeliğin serbest seçimle gerçekleşmesi gerektiğine
inanıyorlardı. Kureyşten olsun olmasın, tanınmış kabilelerden veya Arap
ırkından olsun olmasın; gerekli iman, takva ve liyakate sahip her insan halife
olarak seçilebilirdi. Birisi halife olarak seçilip de kendisine biat edildikten
sonra İslam ümmetinin maslahatlarını gözetmez ve aykırı davranacak olursa hemen
azledilmesi ve halifelikten uzaklaştırılması gerekir, buna direnmesi halinde
ise öldürülünceye kadar ona karşı kıyam edilir.[49]
Hariciler, halifeliğin Allah Teala tarafından belirlenmesi gerektiğine
inanan Şia'ya karşı oldukları kadar, halifenin mutlaka Kureyşten olması
gerektiğine inanan Ehli sünnete de karşıdırlar.
Tarihi belgelerden anlaşıldığı kadarıyla Haricilerin halifelik konusundaki
görüşleri, bu mezhep veya akımın ortaya çıktığı ilk günlerde şekillenmiş bir
görüş değildi. Nitekim kendilerinin ilk çıkışlarında öne sürdükleri
"Allah'tan başka hakem yoktur." sloganı ve Nehc'ul Belağa'dan da
anlaşılacağı üzere ilk dönemlerde Hariciler İslam toplumunun esasen devlete,
hiçbir yönetici, imam ve halifeye ihtiyacı olmadığı ve herkesin kendi başına
Allah'ın hükümlerine uymasının yeterli olacağı inancındalardı.[50] Ancak, daha
sonra bu inançlarından dönüp Abdullah b. Veheb-i Râsıbi'ye biatte
bulunmuşlardır.[51]
Halifeler Konusunda Haricilerin Görüşü
Ebu Bekir'le Ömer'in halifeliğini doğru buluyor, bu ikisinin doğru
seçimlerle işbaşına geldiğini kabul ediyorlardı. Haricilere göre bu iki halife
sonradan sapmamış, yoldan çıkmamıştı. Ali'yle Osman'ın seçimini de doğru
buluyor, ama Osman'ın hilafetinin 6. yılının sonlarından itibaren sapmaya
başladığına ve müslümanların maslahatına aykırı davrandığına, bu nedenle
halifelik hakkını kaybedip aslında azledilmiş bulunduğuna, ama buna rağmen
halifelik makamını bırakmadığı için Osman'ın kafir olup kanının helal olduğuna
ve neticede öldürülmeyi hak ettiğine inanıyorlardı. Ali de onlara göre hakemlik
olayını kabul ettiği, ama daha sonra Haricilerle birlikte tevbe etmediği için
kafir olmuş ve öldürülmeyi hak etmişti! Bu nedenledir ki Hariciler, hilafetinin
7. yılından sonra Osman'dan ve hakemlik vakıasından itibaren de Ali'den
teberride bulunmuşlardır.[52]
Hariciler diğer halifeleri de reddetmiş ve onlarla daima savaş halinde
olmuşlardır.
Bu güruh, hicretin 1. yy'ının
ilk yarılarının sonlarında, çok tehlikeli bir hata ve sapma neticesinde
teşekkül etmiş, ancak, bir buçuk asırdan fazla varlıklarını sürdürememiştir.
Çok aşırılığa varan öfkeli çıkışları ve yerli yersiz isyana kalkışmaları
neticesinde halifeler tarafından daima takibe alınmış, kendilerini ve
mezheplerini mahva ve tam bir yok oluşa sürüklemişlerdir. Abbasi devleti
kurulur kurulmaz Haricilerin kökü kazınmış, soyları tükenmiştir. Hiçbir mantık
ve akli delili kabul etmeyen aşırı dogmatik tutuculukları, sinirli ve mantıksız
çıkışları, hayatın gerek ve gerçekleriyle hiç bağdaşmayan yöntemleri ve nihayet
normal bir çerçevede olması gereken takiyyeyi büsbütün bir kenara bırakan son
derece fevri ve salt sabırsızlıktan kaynaklanan çıkışları Haricilerin sonunu
hazırlayıp tarihten silinmelerine neden olan başlıca sebeplerdir. Haricilik,
kalıcı bir mezhep ve ekol değildi zaten; ama bu batıl mezhebin etki ve izleri
tamamen silinmedi, onların batıl düşünceleri birçok İslam mezhebini de
etkiledi. Bugün tamamen Harici denilebilecek çok sayıda sapık vardır ve tıpkı
Ali (a.s) döneminde olduğu gibi İslam ümmetini kendi içinden tehdit eden en
büyük tehlikeyi bunlar oluşturmaktadır. İslam tarihinde Muaviye ve Amr b. Âs
gibileri daima vardır. Bu ikili, her zaman olduğu gibi çağımızda da Haricileri
avuçlarına almakta ve şom emelleri için onları oyuncak gibi
kullanabilmektedirler.
Hariciler meselesini bir mezhep olarak tartışmanın hiçbir anlamı ve etkisi
yoktur, zira bugün böyle bir mezhep yoktur artık dünyada. Ama toplumumuzu ve
bütün bir İslam ümmetini "ibret verici" olması açısından pek yakından
ilgilendiren bir mesele olarak Haricilerin görüş ve tavırlarını ele alıp
incelemenin zaruri olduğu da kuşkusuz. Zira Harici mezhebi bir mezhep olarak
ortadan kalkmışsa da Haricilik ruhu ve fikirleri bugün pek çok müslümanın
zihninde yuvalanmış durumdadır.
Bu meseleyi iyice açmadan önce kısa bir açıklamanın faydalı olacağı
inancındayız:
Bazı mezhep veya ekollerin slogan açısından ölü, ama ruh ve öz açısından
diri olabilecekleri gibi, slogan açısından pek canlı ve hararetli olduğu halde
ruh ve öz itibariyle ölmüş, bitip tükenmiş de olabilirler. Binaenaleyh bazı
birey veya grupların slogan açısından falan mezhebin izleyicisi sayılması, ama
özü itibariyle onların söz konusu mezheple hiçbir gerçek bağlarının bulunmaması
mümkündür. Bunun tam tersi de olabilir. Bir mezhebe veya fikre gerçek anlamda
bağlanmış olduğu halde onun slogan ve şiarlarını kabullenmemiş kimseler de
olabilir.
Bilindiği üzere, Resulullah'ın (s.a.a) rıhletinden hemen sonra müslümanlar
Sünni ve Şia olmak üzere iki grup teşkil ettiler ki her birinin kendisine has
akide ve sloganları vardır.
Şia "Resulullah'ın (s.a.a) kendinden sonraki ilk halifesi Ali'dir.
Çünkü Resulullah (s.a.a) Allah'ın emriyle onu kendisinden sonra halife ve imam
olarak seçip müslümanlara da iblağ etmiştir bunu, dolayısıyla da
Peygamberimizden sonra halifelik Ali'nin (a.s) hakkıydı." der.
Ehl-i sünnet ise "İslam, hükümleri belirlerken halifelik ve imamlık
konusunu belirlememiş, kimin yönetici olacağı hususunu halka bırakmıştır, halk
seçsin demiştir."der ve halifelerin Kureyşten olması gerektiğini de
şart koşar.
Keza Şia "Resulullah'ın (s.a.a) sahabesi olarak ün yapmış birçoklarını
ciddi eleştirilere tabi tutar ve sahabe arasında iyiler olduğu gibi, kötüler ve
münafıklar da vardı." der.
Ehl-i sünnet ise bu konuda tam karşı noktada yer alıp "sahabe"
olarak bilinen herkese aşırı derecede iyimserlikle bakar ve "Peygamberin
istisnasız bütün sahabeleri iyi ve dürüsttü, hepsi de tam anlamıyla adil birer
müçtehit idi."der. Şia'nın bu konulardaki yaklaşımı eleştiri, itiraz ve
araştırma temeline, Ehl-i sünnetin yaklaşımı ise "İnşaallah hepsi de iyi
ve dürüsttü." esasına dayalı bir inşaallahçı ve temennici yaklaşımdır.
Hal böyleyken, mesela "Hz. Ali (a.s) Peygamberimizin kendinden sonraki
ilk halifesiydi." diyen herkesi Şia olarak tanımlamak ve "Bu kadarı
yeterli." deyip başkaca hiçbir esasa uymasını gerekli görmemek; hangi
zihniyeti taşırsa taşısın, ne yaparsa yapsın, onu sırf bu sözü yüzünden
"Ali Şia'sı" olarak tanımlamak mümkün müdür?
Sadr-ı İslam döneminde durum hiç de böyle değildir... Şia denildiğinde
güçlü bir anlam anlaşılmaktadır. O dönemde Şia olarak bilinen müslümanlar,
Resulullah'ın (s.a.a) Ali (a.s) hakkındaki tavsiye ve vasiyetlerini
hakkıyla dinleyip yerine getirenlerdi. Bunun tam karşısında yer alan diğer
müslümanlar ise, Resulullah'ı (s.a.a) can-u gönülden sevmelerine ve o hazrete
karşı tam bir sevgi ve iman taşıyor olmalarına rağmen; birtakım sudan bahaneler
ve geçersiz gerekçeler öne sürerek o hazretin vasiyetlerini yerine getirme
hassasiyetini göstermeyen ve birtakım tevil ve yorumlarla işin içinden
sıyrılmaya çalışanlardı.
Bu bölünme ve çatlağı oluşturan ana neden, bir grubun müslümanlar arasında
(ki bunlar çoğunluğu da oluşturmadaydı) meselelere sathi bir yaklaşımla bakması
ve gözleri önünde cereyan eden olayların neden ve sonuçlarını tahlil edebilecek
basirete sahip bulunamamasıydı. Meselelerin sadece dış görünüşünü görebilen bu
insanlar her zaman her şeyin "doğru ve yolunda" olduğu zannındaydı,
aşırı bir iyi niyet ve safdillikle değerlendiriyorlardı etraflarında vuku bulan
her şeyi. "Peygamber efendimizin sahabesi, İslam'ın ilk dönemlerindeki o
yaşlı insanlar belli bir yol tutturmuş, bazı şeyler yapmış, öyle
yaşayıvermişler işte, iyisi mi, onlara hiç dokunmayalım, o mübarek zatların hiç
hataları olmamıştır inşaallah diyelim." şeklinde meselelere yaklaşanlara
karşın azınlıkta da olsa belli bir grup vardı ki "Hayır efendim."
diyorlardı, "İnsanlar hak ve hakikate saygılı oldukları sürece
saygındırlar. Söz konusu mübarek zatlar da İslam'a ve peygamberin emirlerine
uygun davrandıkları sürece mübarektirler, İslam usul ve prensiplerini çiğnemeye
ve açıkça bu prensipleri ayaklar altına almaya başladıkları andan itibaren bu
yaşlı ve mübarek zatların saygınlığı da sona erer ve yaptıkları her şeyin
hesabını vermeleri gerekir. Önemli olan şahıslar değil, Allah'ın hükmüdür,
ilahi prensipler ve bu prensiplerin doğru bir şekilde uygulanmasıdır." Şia'nın
oluşumunda etkili olan ruh da budur aslında.
İslam tarihinde Ebuzer-i Gıfari, Selman-ı Farsi, Mikdad-ı Kindi, Ammar-ı
Yasir gibi sahabelere şöyle bir bakınız: Onları Ali'nin etrafında toplanıp onun
fedaisi haline getiren, ekseriyetin yerine Ali'yi tercih etmelerine sebep olan
hakikat nedir? Bu konu dikkatle incelendiğinde, söz konusu nadir sahabenin usul
ve prensip sahibi olduğu görülür, hem dindar, hem dinşinasdır bunlar
"Aklımızı ve düşüncemizi başkalarına teslim etmemeliyiz." diyorlardı,
"Yoksa, başkalarının hatasına biz de ortak olmuş oluruz!" Bu
insanların ruhu, hak ve hakikatin egemen olduğu bir ruhtu, şahsın veya
şahsiyetlerin değil!
İmam Ali'nin (a.s) yakın yarenlerinden biri Cemel vakıası sırasında büyük
bir ikileme kapılmış, çetin bir şüpheye düşmüştü. Bir tarafta Ali'yle onun
safında yer alan seçkin sahabeleri görüyor, diğer tarafta onların karşısına
dikilen ve Kur'an'ın "anneniz" (Ahzab, 6) diye tanımladığı Ayşe'yi
müşahede ediyordu. Onun yanında Talha gibi iyi isim yapmış şöhret sahabeler.
Savaş meydanlarının mahir okçusu, İslam'a hizmetler etmiş bir isimdi Talha.
Zübeyr ise Talha'dan da ünlü, ondan daha fazla hizmetleri olmuş biriydi. Sakife
günü Ali'nin evinde toplanan boykotçulardan biri de Zübeyr'di!
Adamcağız bu sahneyi görüyor, bu olayları bir türlü kavrayamıyordu; ne
yapacağını bilememenin şaşkınlığıyla kalakalmıştı öylece. Ali, Talha ve Zübeyr,
İslam'ın ünlü isimleri, savaş meydanlarının erleriydiler, ama şimdi bu isimler
yekdiğerinin karşısında yer almış, birbirlerine kılıç çekmişlerdi! Hangisi
haklıydı acaba? Hak kimden yanaydı şimdi? Bu çetin anda tercih ne de zordu
sahi!
Bugünün müslümanları için son derece ibret verici ve düşündürücü bir
gelişmedir bu. Büyük bir dikkatle incelenmesi gereken bir olay vardır burada.
Hz. Ali'nin safındaki o adamcağızı, kapıldığı bu şiddetli ikilem ve şüpheden
dolayı hemen kınamaya kalkışmak asla doğru değildir. Onun yerine biz
olsaydık, Talha ile Zübeyr'in parlak geçmişine bakarak biz de bu şüphe ve
tereddüde kapılabilirdik pekala!
Ali, Ammar ve Üveys-i Karani gibi insanların karşısında Ayşe, Talha, Zübeyr
gibilerini gördüğümüz zaman bizler bugün o şüphe ve tereddüde artık kapılmıyor
olabiliriz. Çünkü kimimize göre ikinci grupta yer alanlar, canilikleri
yüzlerinden belli olan katil sıfatlı kimseler gibidir, adeta çehrelerinden
bellidir ne kadar kötü oldukları, ateş ehli oldukları. Ama eğer o dönemde
yaşamış olsaydık belki bunca emin olmayacak ve bizler de aynı şüpheye
kapılıverecektik kolayca.
Bugün ilk grubun haklı, ikinci grubun haksız olduğunu kolayca teşhis
edebiliyor olmamızın nedeni, aradan geçen bunca zaman sürecinde tarihi
hakikatlerin birer birer su yüzüne çıkmış olması ve Ali'yle Ammar'ın olduğu
gibi, Ayşe'yle Talha'nın da kişilik, karakter ve gayelerinin olanca netliğiyle
anlaşılmış bulunmasıdır. Bu durumda yargıda bulunup belli bir sonuca
varabilmek, doğruyla yanlışı teşhis edebilmek elbette ki zor değildir. Dahası,
gerekli inceleme ve araştırmaları yapabilecek bilgisi olmayanlar da, en azından
öteden beri bu hakikatleri duyarak büyümüş ve neticede karar verebilmesi
kolaylaşmıştır.
Ama o günlerde bu faktörlerin hiçbiri yoktu, bu kolaylıkların hiçbiri vuku
bulmuş değildi henüz.
İşte bu nedenledir ki, adamcağız dayanamayıp Ali'nin yanına gitti,
açıkça ve samimiyetle içindeki soruyu sordu, "Ayşe ile Talha ve Zübeyr'in
batılda elbirliği edip yanlış bir ortak karara varmaları mümkün müdür?"
dedi.
Bunlar büyük sahabelerdi, böylesine ulu insanların bu şekilde batıl üzere
birleşmesi nasıl mümkün olabilirdi?!
Çağdaş Ehl-i sünnet araştırmacılarından ünlü yazar Mısırlı Dr. Taha Hüseyin
"Hz. Ali'nin (a.s) bu adama verdiği cevap, bugün de aynı şüpheleri taşıyan
bazılarımız için fevkalade doyurucu ve yeterlidir." demekte ve şöyle
eklemektedir: "Vahiy kesildikten ve semavi mesajı ileten Resulullah
(s.a.a) vefat ettikten bu yana kimse böylesine güçlü bir söz söyleyebilmiş
değildir. Hz. Ali (a.s) bu adama diyor ki: "Belli ki aldanmış, hakikati
anlayamamışsın. Hakla batıl, kişilerin mevki, makam ve ünü esas alınarak
tanınamaz. Önce belli bazı şahısları ölçü edinip, sonra da o ölçüyle hakkı veya
batılı teşhis edebilmen mümkün değildir. Falan şey haktır, çünkü falancalar
buna muvafıktırlar, filan şey batıldır, çünkü filancalar ona karşıdırlar."
denilemez. Şahıslar asla hak ve batılın ölçüsü olamazlar. Bilakis; şahısların
durumu hakla ölçülür; hak ve batıldır ölçü olan!"[53]
Hz. Ali'nin (a.s) öğrettiği ölçü çok dakiktir: Şahıslar ölçü değildir, hak
ve batıl ölçüdür diyor İmam. Yani hakla batılı tanımak, neyin hak neyin batıl
olduğunu öğrenmek lazımdır, o zaman hangi konumda bulunsa bulunsun, herkesi bu
hak ve batıl ölçütüyle ölçüp tartabilirsiniz. O zaman hakka uygun olanı kabul
eder, olmayanı bırakırsınız. Binaenaleyh sırf ünlü oldukları için "Talha,
Zübeyr ve Ayşe hiç batıl üzere olabilir mi?" diye sormanın hiçbir tutarlılığı
yoktur.
Görüldüğü gibi Ali (a.s) için haklılığın ölçüsü bizzat hakkın kendisidir.
Şiiliğin ruhu da budur aslında. Bugün Şiilik okulu da şu veya bu şahıstan
türemiş bir düşünce değil; özel bir dünya görüşü ve İslam'ın naslarıyla
esaslarından taviz verilmemesi gerektiğine inanan bir okuldur. Bu nedenledir ki
İslam tarihinin ilk Şiaları, taviz vermeyen ve eleştirel yaklaşımlı insanlar
olarak yetişmişlerdir.
Hz. Resulullah'ın (s.a.a) rıhletinden sonra Ali (a.s) otuz üç yaşında bir
gençtir; olaylar fırtınasında her şeyi göze alıp da onun safında haktan ve
haklıdan yana yer alanların sayısı bir elin parmaklarını geçmemektedir. Onun
karşısında yer alanlarsa hep ellisini altmışını geçkin yaşlılar, ak
sakallılardır. Toplumun tamamına yakın ekseriyetini de kendi saflarına
çekmişlerdir. Ekseriyetin görüşü ve mantığı şudur o sırada: "Yaşlılar ve
saçı-sakalı ağarmış olanlar bu işi daha iyi bilir, hem, gelenek de böyle gelmiş
olduğundan, geleneği bozmayalım (halbuki İslam kuralları gelenekleri de ıslah
etmek için inmiştir), yaşlılarla büyükler ne yapsalar doğrudur, onlar hata
etmezler, bu nedenle biz bu yaşlılara ve toplumun saçı-sakalı ağarmış
büyüklerine uymaktayız!"
Evet, çoğunluğun öne sürdüğü görüş ve mantık özetle böyleydi. Azınlık ise
"Hata etmeyen yaşlılar değil, sadece hakikatin kendisidir, hakikat
yaşlılara değil, yaşlılar (ve gençler) hakikate uymalıdır!" diyordu.
İslam tarihinin geçmişinde vuku bulan bu yalın hakikate bakarak Şia sloganı
verenin pek çok, ama gerçek Şia ruhuna sahip olanınsa pek az olduğu kolayca
anlaşılmaktadır.
Şiilik de, tıpkı Şiiliğin ruhu
gibi hakikati doğru teşhis edebilme ve teşhis ettiği hakikate sadakatle
bağlanmadır ki bunun en bariz izlerinden biri, kişinin çekicilik ve
iticiliğidir. Ancak her nevi çekicilikle iticiliğin bu sahaya girmediğini de
defalarca belirttik. Batılı cezbedip hakkı itmek elbette ki olumlu bir
çekicilik ve iticilik değildir. Burada kastedilen ve olumlu olan şey, İmam Ali
türü bir çekicilik ve iticiliktir: Hakkı çekmek, batılı itmek! Şia, İmam
Ali'nin (a.s) kopyası ve benzeyeni demek olduğuna göre, Şia olan herkesin bu
iki insani ve İslami hasleti birlikte taşıması ve hem haktan yana, hem batılın
karşısında yer alması ve böyle bir haslet ve tavır içinde olması gerekmektedir.
Daha önceki bahsimizde bir okul veya bir mezhebin ölebileceğini, ama onun
ruhu ve fikrinin bir başka okula, hatta muhalif bir okul ve mezhebe
sıçramasının pekala mümkün olabileceğini söylemiştik. Bugün Haricilik mezhebi
de ölmüştür. Yani dün olduğu gibi bugün de İslam ümmeti arasında Haricilik diye
bir mezhep mevcut değildir artık, Hariciler diye belli bir güruh da yoktur
bugün.
Ama, "Haricilik" fikri ve ruhu da ölmüş müdür Haricilerle
birlikte? Bugün şu veya bu müslümanın kafasında aynı türden batıl fikirler yok
mudur gerçekten? Bugün biz Müslümanlar arasında, bilhassa dindar kesimle
mukaddes görünümlü bazıları arasında aynı fikirlerin her an türeyebilme ihtimal
ve tehlikesi yok mudur gerçekten?
Bunlar, ayrı bir başlık altında cevaplanması gereken sorulardır, ama
Haricilik ruh ve düşüncesinin alt yapısı, gereğince tanınıp bilinecek olursa bu
sorulara cevap verebilmek mümkün olacaktır. Hariciler konusunu ele alıp
incelemenin bütün önemi de buradan kaynaklanmaktadır işte. Bugün bütün müslümanlar
şunu bilmeli, öğrenmelidir artık: Hz. Ali (a.s) Haricileri neden itti, onları
neden dışladı? Ali'nin (a.s) cazibe ve çekiciliği onları neden etkilemedi de, o
hazretin iticiliğine muhatap oldular?
Bahsimizin daha sonraki bölümlerinde de inceleyeceğimiz üzere Haricilerin
psikolojik yapısını oluşturan özelliklerin tamamı Ali'nin (a.s) iticilik gücüne
muhatap olmuş değildir; onların da varlık ve psikolojik yapılarında pek çok
aydınlık nokta vardı. Ama ne yazık ki karanlık ve batılları çok daha fazlaydı
ve bu karanlıkları, söz konusu aydınlıklarını boğup yutacak kadar fazla
olmasaydı elbette ki onlar da Ali'nin (a.s) çekicilik gücüne muhatap
olacaklardı. Ne var ki dogma ve karanlıklarının pek fazla oluşu, Ali'nin (a.s)
düşmanlarının safında yer almalarına neden olmuştur.
Müminlerin emiri Ali'nin (a.s) Haricilere karşı tavrı gerçek anlamda bir
demokrasi örneğidir. O halifeydi ve Hariciler de herkes gibi onun tebası
durumundaydı; ama buna rağmen Ali (a.s) onlara karşı hiçbir siyasi dayatmada
bulunmadı, hapse attırmadı, kırbaçlatmadı, hatta beyt'ül maldan herkese
verildiği gibi onlara da verilen aylıklarını kesmedi, herkese nasıl davrandıysa
onlara da öyle davrandı. Hz. Ali (a.s) gibi birinin bu tür bir davranış örneği
sergilemiş olması bizler için elbette ki beklenmedik ve fevkalade bir davranış
değildir. O büyük insandan bundan başkasını beklemek mümkün değildir zaten; ama
burada dikkati çekmek istediğimiz nokta, bugün demokrasi havarisi kesilenler
tarafından bile böyle bir davranışın gösterilmiyor olmasıdır. Gerçekten, modern
geçinen günümüz dünyasında bile pek nadir rastlanan bir uygulama ve karakter
örneğidir bu. Hariciler ülkenin dört bir yanında tam anlamıyla hür ve
serbesttiler, fikirlerini açıkça söylüyorlardı ve kimse onlara
karışmıyordu. Ali (a.s) ve ashabı onlarla özgür bir ortamda oturup
tartışırlardı, taraflar kendi inanç ve fikirlerini tam bir serbesti içinde öne
sürer, delillerini beyan eder, diğeri de ona cevap verirdi.
Günümüz dünyasında bile, en azılı muhaliflerine bunca serbesti tanıyan ve
bunca demokratik davranabilen bir devlet ve hükümete rastlayabilmek mümkün
değildir. Hatta Hariciler kimi zaman camide İmam Ali'nin (a.s) konuşma ve
hutbelerini kasten keser, ortalığı bulandırabilmek için, kelimenin tam
anlamıyla parazit yaratmaya çalışırlardı. Bugün bizlere tuhaf görünse de
Ali'nin (a.s) hükümet sisteminde bu tür örnekler sıkça yaşanıyordu. İmam Ali
(a.s) bir gün camide hutbe okurken adamın biri ayağa kalkıp bir soru sorar,
İmam hemen orada o soruya mükemmel bir cevap verince, camide bulunan
Haricilerden biri yüksek sesle "Hay Allah öldüresice! Ne kadar bilge şu
adam yahu!" diye bağırır. Camidekiler öfkeyle adamın üzerine yürümek
isteyince İmam müdahale eder ve "Bırakın onu." der, "Sadece
banaydı onun hakareti."
İslam devletinin başkanı olan Ali, kendi şahsına
yönelik olduğu için -ve İslam prensiplerine yönelik bulunmadığı için- bu ağır
hakareti ve bu açık zulüm ve densizliği kolaylıkla affeder!
Haricilerin densizlik ve hakaretleri bundan ibaret değildi sadece. Camiye
geliyor, cemaat namazında Ali'ye (a.s) uymuyor, "Ali kafirdir."
diyorlardı. Camide namaz kılmamakla da yetinmiyor, sürekli Ali'yi (a.s)
rahatsız etmeye, onu öfkelendirmeye çalışıyorlardı.
Bir gün İmam Ali camide cemaat namazı kıldırırken, saflarda duran
"İbn-i Kevva" adlı bir Harici Ali'yi iğnelemek ve incitmek amacıyla
yüksek sesle şu ayeti okudu:
"... Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz, senin amellerin boşa çıkacak
ve sen elbette hüsrana uğrayanlardan
olacaksın!"
(Zümer, 65)
Bu ayet Resulullah'a (s.a.a)
hitaben inen ayetlerdendi ve "Sana ve senden önceki bütün peygamberlere
böyle vahyettik ve şirk koşacak olursanız amellerinizin boşa çıkacağını ve
ziyana uğrayanlardan olacağınızı hatırlattık." buyrulmaktaydı. İbn-i
Kevva, bu ayeti yüksek sesle söylerken Ali'yi (a.s) kastediyor ve şöyle demek
istiyordu: Senin parlak bir geçmişin olduğunu biliyoruz, evet sen ilk müslüman
olan insansın, uhuvvet günü bizzat Peygamberin (s.a.a), kendisine
"kardeş" olarak seçtiği müminsin, "ölüm ve terör gecesi"
Resulullah'ın (s.a.a) yatağına yatarak canın pahasına o hazreti kurtarmayı göze
alabilmiş insansın, İslam uğrunda emsalsiz hizmetlerin inkar edilemeyecek kadar
çoktur, ama Allah Teala Peygamberine bile "Bak, müşrik olursan bütün
amellerin boşa gider." diyor. "Sen de bize uyup hakemiyeti
kabullendiğin, ama daha sonra bizim gibi tevbe etmediğin için kafir oldun ve
geçmişteki amellerinin tamamının boşa gitmesine neden oldun!"
Hz. Ali'nin (a.s) namaz sırasında bu hakarete karşı tavrı pek ilginçtir.
Hem namazını bozmadan ona gereken cevabı vermekte, hem de onun batıl niyetle
okuduğu ayet-i kerimeye yine bir ayetle karşılıkta bulunmaktadır. O konuşurken
İmam susuyordu. Çünkü adam ayet okumadaydı ve A'raf suresinin 204. ayet-i
kerimesi gereğince "Kur'an okunduğu zaman hemen dinlenmesi ve
susulması." gerekiyordu.
Cemaat namazında imamın Kur'an ayetleri okurken cemaatin susması gerektiği
de bu yüzdendir.
Harici, cemaat namazını bozabilmek için söz konusu ayeti birkaç kez yüksek
sesle okuduktan sonra umduğunu bulamayınca sustu. O susar susmaz, Ali (a.s)
namazda "... Sen sabret; hiç şüphesiz, Allah'ın vaadi haktır, kesin
bilgiyle inanmayanlar da sakın seni telaşlandırıp hafifliğe kapılmana neden
olmasınlar."[54]
ayetini okur. (Rum,60)
Hariciler önceleri sakin bir güruhtu, sadece tartışıyor, eleştiriyor,
bununla yetiniyorlardı. Hz. Ali (a.s) de onlara karşı yapıcı davranmaya
çalışıyor, ameli müdahalede bulunmuyordu. Daha önce de belirttiğimiz gibi,
beyt'ül maldan paylarına düşen aidatı bile kestirmemişti. Ama onlar, Ali'nin
(a.s) umdukları gibi küfrünü kabul edip tevbede bulunmayacağından emin olunca
ayaklanmaya karar verdiler. Yandaşlarından birinin evinde toplanıp görüştüler.
Ev sahibi, heyecanlı ve etkileyici bir konuşma yaparak marufu emr ve münkerden
nehy etmeye ve Ali'ye (a.s) karşı ayaklanmaya davet etti ve şöyle dedi:
"... Allah'a hamd-u senadan sonra: Allah'a iman edip de Kur'an'a
uyduğu halde dünyayı, "iyiliği emredip kötülükten menetme"
ilkesine tercih etmek ve dünyayı Hakk'ın emrinden daha tatlı bulmak yakışmaz.
Tehlikeli ve ziyan verici de olsa bu ilkeden vazgeçilemez. Bu yolda tehlike ve
ziyanla karşılaşanları Allah Teala ebediyen cennetle ödüllendirecektir.
Kardeşler, bu zulüm şehrinden çıkıp dağlara, ovalara, çevre şehir ve kasabalara
dağılın, bu saptırıcı bidatlere karşı kıyam edelim, onları engelleyelim!"[55]
Tahrike zaten müsait olan Hariciler bu heyecanlı konuşmayla kendilerinden
geçip ayaklandılar, yolların güvenliğini bozdular, terör ve gasp eylemleri
başlattılar.[56]
Böylece anarşi yaratarak Ali'nin (a.s) iktidarını zaafa uğratmak ve hükümeti
devirmek istediler.
İşi bu safhaya vardıranlara
serbesti tanımak mümkün değildi artık; zira fikir değil, silaha sarılmışlardı
bu sefer. Ülke çapında güvenliği bozmaya, anarşi yaratmaya başlamışlardı. Bu nedenle
Ali (a.s) Nehrevan'da bu güruhu kuşattı. Önce etraflı bir konuşmayla nasihatte
bulundu, silahlarını bırakıp tevbe etmelerini tavsiye etti, sonra da seçkin
sahabelerden Ebu Eyyub Ensari hazretlerini bir sancakla ileri çıkararak bu
sancağın altında toplananların amanda olacağını duyurdu. On iki bin kişilik
Harici ordusundan ayrılan sekiz bin kişi bu sancağın altında toplanarak tevbe
etti, geri kalanlar İmam Ali (a.s) karşısında hezimete uğradılar, sağ
kurtulanların sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdı.
Haricilerin kendilerine has, tuhaf bir psikoloji ve yapıları vardı.
İyilikle kötülüğün ve güzellikle çirkinliğin bir karışımı olan bu güruh,
giderek Ali'nin (a.s) düşmanlarının safında yer alıp ona karşı savaş açacak
noktaya geldiler ve onun çekiciliğinin değil, iticiliğinin muhatabı oldular.
Burada, onları çok tehlikeli ve dehşetengiz bir güruh haline getiren bu
"karma" yapılarını inceleyecek ve iyi özelliklerine ilaveten kötü ve
çirkin özelliklerine de değineceğiz:
1- Hariciler kavgacı ve fedakar bir yapıya sahipti, inançları uğruna
kolayca ölüme koşabilen insanlardı. Haricilerin geçmişine bakıldığında, başka
güruhlarda örneğine pek nadir rastlanan bir fedakarlık ve serdengeçtiliğe sahip
bulundukları görülür; bu da onlara cesur ve savaşçı bir yapı kazandırmıştı.
İbn-i Abd'i Rabbih, Fecr-ul İslam kitabında Haricileri tavsif ederken şöyle
der:
"Haricilerden daha inançlı ve çalışkan bir fırka yoktu, her an ölüme
hazırdılar. Savaş sırasında bir Hariciye bir mızrak saplanmıştı, yarası çok
ağırdı, ama o kendisini vuran adama doğru yürüyerek "Allah'ım,"
diyordu, "Senin rızanı kazanmak için sana gelmedeyim."
Muaviye, oğlu Haricilere katılmış bir babayı, oğlunu geri getirmesi
için görevlendirdi. Babası her ne kadar ısrar ettiyse de oğlunu kararından
vazgeçiremeyip "Oğul, şimdi gidip senin küçük çocuğunu getireceğim, onu
görünce babalık duygun kabarır da, gitmekten vazgeçersin belki!" dedi.
Harici "Vallahi," dedi, "Ben ağır bir darbe yemeyi, evladımdan
daha fazla istemekteyim şimdi!"[57]
2 -Hariciler ziyadesiyle ibadet eder, sünnetlerle nafileleri kaçırmamaya
çalışırlardı. Geceleri bile ibadetle geçerdi. Dünya ve maddiyata düşkün
değillerdi. Hz. Ali (a.s), Haricilere öğütte bulunması için İbn-i Abbas'ı
göndermişti. İbn-i Abbas döndüğünde "Fazlaca ibadet ettiklerinden alınları
nasırlaşmış on iki bin kişi." dedi, "Kızgın kumlarda secde edip
Allah'a yakardıkları için ellerinin ayası devenin dizi gibi katmanlaşıp
sertleşmiş... Eskimiş elbiseler giyiyorlar, kararlı ve azimli
görünüyorlar."[58]
Hariciler İslam'ın dış görünüşüne çok önem verir, şeriat kurallarının
zahirine uymaya pek özen gösterirlerdi. Günah olduğuna inandıkları şeylerden
ciddiyetle sakınmaya çalışır, günah işleyenlerden uzak durmaya özen
gösterirlerdi. Ziyad b. Ebih, bir Hariciyi öldürmüştü; kölesine onun nasıl bir
adam olduğunu sordu, kölesi "Ne gece yemek yerdi, ne de gündüz. Gündüzü
oruç tutmakla, geceyi ise ibadetle geçirirdi." dedi.[59]
Hariciler her şeylerini inançlarına göre ayarlamaya özen gösterir, inançları
doğrultusunda yaşarlardı. Hz. Ali (a.s) onlar hakkında bir konuşmasında şöyle
buyurur: "Benden sonra Haricileri öldürmeyin. Zira hakkı arayıp da batıla
düşenle, batılı murad edip batılı bulan kimse elbette ki aynı değildir."[60]
İmam (a.s) şunu demektedir: Haricilerle Muaviye taraftarları çok farklıdır.
Hariciler hakkı arayan, ama hataya kapılan insanlardır. Muaviye ve taraftarları
ise sahtekar ve düzenbazdırlar, öteden beri batılda olmuş, her zaman
batıla niyetlenmişlerdir. Artık bundan sonra onları öldürmeniz Muaviye'nin
işine yarar, Muaviye onlardan çok daha tehlikelidir.
Haricilerin diğer özelliklerine geçmeden önce bu noktayı biraz
açmakta yarar var. Haricilerin takva, züht ve ibadetinden söz açılmışken, şu
noktaya temas etmek zorundayım: Hz. Ali'nin (a.s) hayatındaki fevkalade
şaşırtıcı, cesur ve bilgece girişimlerinden biri, işte bu ruhsuz ve cahil
"dindar görünüşlü, tutucu ve mağrur akılsızlar"a karşı mücadele
etmesi olmuştur.
Dış görünüşü bunca dindar olup haktan yanaymış gibi tavır takınan, köhne
elbiseler giyinip gece gündüz ibadetle uğraşan bu insanlara karşı durabilmiş,
savaş kaçınılmaz olunca onların tamamını kılıçtan geçirmiştir!
Eğer o gün biz Ali'nin (a.s) ashabı arasında olsaydık büyük bir ihtimalle
duygularımız kabarır ve "Böylesine dindar ve ibadet ehli insanlara kılıç
çekilir mi hiç!?" diye feveran ederdik.
Genelde bütün İslam tarihi ve özelde Şia tarihinin en öğretici, en
düşündürücü ve en ibret verici sayfalarından biri burasıdır işte: Hariciler
fitnesi!
Bizzat Ali (a.s) de bu işin olağanüstü bir durum olup belli fevkaladelikler
taşıdığını bilmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Bu fitnenin gözünü çıkaran kimse benim! Karanlık ve şüphelerle dolu
dalgaları iyice kabarıp da kuduzluğu iyice arttıktan sonra, benden başka kimin
böyle bir girişimde bulunabilecek cüreti vardı?!"[61]
Hz. Ali (a.s) burada iki önemli özelliğine değiniyor Hariciler hadisesinin:
Birincisi; bu vakıanın fevkalade şüpheli, karanlık ve müphemlerle dolu
olmasıdır. Haricilerin dış görünüşü, mümin olan her insanı etkileyecek ve
şüpheye kapılmasına neden olacak şekildeydi. Bu nedenledir ki bu vakıa şüpheli
ve karanlık bir hadiseydi, anlaşılması güçtü, olaya yaklaşanlar meseleyi tam
kavrayamıyor, bu nedenle de sağlıklı bir karar veremiyorlardı.
İmamın kullandığı ikinci ilginç tabirse "kuduzluk" halidir.
Arapça "keleb" olarak geçen bu kelime, mesela köpeklerde bilinen
kuduzu ifade eder, kuduran bir hayvan etrafına saldırır, önüne çıkanı ısırır,
pek tehlikeli kuduz mikrobunu yayar. Kuduz hayvanın salyasından kana geçen
mikrop diğerinin de kuduza yakalanmasına yol açar. Kuduz hali bu şekilde
süregider de engellenmez veya ortadan kaldırılmazsa toplum için çok ciddi bir
tehlike haline gelir.
Diğer insanların sağlığını koruyabilmek için akıllı insanlar kuduran bir
köpeği öldürürler.
Hz. Ali (a.s) "Bunlar kudurmuş bir hayvan kesilmişlerdi artık."
diyor, "Tedavileri mümkün değildi, öldürülmekten başka kurtuluş yolu
bırakmamışlardı; herkesi ısırıp bu mikrobu yayıyor ve kuduzların sayısının
hızla artmasına neden oluyorlardı."
Hiçbir meselenin aslından haberdar olmayan cahil insanlar inatla bir konuda
ayak direyip de dindar görünümüyle "İlle de benim dediğim doğrudur!"
dediklerinde vay o müslüman toplumun haline!...
Efsunu imkansız bu yılanlar bir toplumu sarmaya başladığında kim durabilir
onların karşısında? Bu züht ve takva görünümlü tiplerin karşısına hangi kuvvet,
hangi güçlü karakter dikilebilir sahi? Böylelerinin tepesine kılıç
indirebilecek ve bu sırada eli titremeyecek, ayağı sürçmeyecek olan kim var?
Bu nedenledir ki İmam Ali (a.s) "Benden başkasının böyle bir şeye
cüreti yoktur." buyurmaktadır.
Allah'a, Resulüne (s.a.a) ve kıyamete inanan müminler içinde; gerekli
basiret ve tartışılmaz iman ve cesarete sahip Ali'den (a.s) başka kim böyle bir
taifeye kılıç çekebilecek cürete sahiptir?!
Dış görünüşe bakılırsa, bu tür insanları iman ve takva sahibi müminler
değil, inançsız insanlar öldürebilir ancak.
Bu nedenledir ki İmam Ali'nin (a.s) en büyük başarılarından ve övgüye layık
girişimlerinden biridir bu; kendisi de bunun altını çizmekte ve şöyle
demektedir: "İslam'ın ruhunu anlayamayan bu cahil insanlara karşı
çıkabilen ve bu tehlikeyi sezip ortadan kaldıran tek kişi ben oldum, secdeyle
nasırlaşmış alınları, köhne giysileri ve zikri terk etmeyen dilleriyle olanca
dindar dış görünüşlerine rağmen onlara aldanmadım, basiretimi kaybetmedim.
Ortadan kaldırılmamaları halinde herkesi kendilerine benzeteceklerini ve
İslam'ı ruhsuz ve gerici bir dine dönüştürüp yobazlığı yayacaklarını gördüm.
Nitekim Resulullah (s.a.a) da "İki güruh beni pek rahatsız etmiştir: Biri
ilmiyle amel etmeyen lakayt ve laubali alim; diğeri de dindarlık taslayan ama
dinin aslından bihaber olan cahil ve bilgisiz insan!" buyurmuyor mu?"
Hz. Ali'nin (a.s) bu sözü pek düşündürücüdür; "Ben bunlarla
savaşmasaydım benden sonra hiç kimse bu dindar görünüşlü Haricilere kılıç
çekmeye cüret edemeyecekti." diyor. "Secdeye varmaktan alınları
nasırlaşmış bu dindar görünümlü insanların, aslında İslam'ın karşısına dikilen
bir engel olduğu, İslam'a hizmet ettiğini sanan ve gerçekte İslam'a azılı
düşmanlık eden bu güruhun ortadan kaldırılması gerektiği gerçeğini kim idrak
etmiş ve bu cüreti kim gösterebilmişti?"
Hz. Ali'nin (a.s) bu girişimi, daha sonra ortaya çıkan bu tür dindar
görünümlü ahmak din düşmanlarına karşı savaşılabileceğini gösterdi ve benzeri
bir olay vuku bulduğunda müslümanlar bu tür gruplarla savaşmaları gerektiği
hususunda tereddüde kapılmadılar artık.
3- Hariciler cahil ve bilgisiz insanlardı, bu nedenle de olayları ve
hakikatleri kavrayamıyorlardı, yanlış yorumlara kapılıyor, tevillerde
bulunuyorlardı. Bu batıl gidişatı giderek bir mezhebe dönüştürdü ve
mezheplerini korumaya çalıştılar. Bu mezhebin çıkışı da münkerden nehy esasına
dayanıyordu. Yani bir tek hedef gösteriyorlardı: Hz. Peygamberin onca
sünnetinden biri olan "münkerden alıkoymak."
İşte burada, İslam tarihinin önemli noktalarından biri çıkmaktadır
karşımıza:
Nebevi sünnet dikkatle mütalaa edilecek olursa Mekke'deki 13 yıllık tebliğ
dönemi boyunca Resulullah'ın (s.a.a) müslümanlara müdafaa için bile olsa savaş
izni vermediği görülür. Hatta bu durum müslümanları pek sıkıntıya düşürmüş,
birçok müslümanın Habeşistan'a hicret etmesine neden olacak bir raddeye
varmıştı. Diğer müslümanlar Mekke'de kaldı ve olmadık eziyetler gördüler, ancak
Medine'ye hicretin ikinci yılında müslümanlara cihad izni verildi.
Mekke dönemi, müslümanların eğitilip yetiştirildiği dönemdir; müslümanlar
bu merhalede İslam'ın özü ve ruhuyla tanışmış oldular, İslami zeka ve akıllılık
ruhlarına işledi. Nitekim müslümanlar Medine'ye geldiklerinde her biri iyi
birer mübelliğdi. Resulullah (s.a.a) İslam'ı tanıtıp anlatmaları için onları
Medine çevresindeki kabilelere gönderdiğinde bu işi iyi becerebiliyorlardı
artık. Cihada gönderildikleri zaman da niçin savaştıklarını biliyorlardı.
Emir'ül müminin Ali'nin (a.s) de tabiriyle: "Netleşmiş ve her şeyi inceden
inceye hesaplanmış olan fikir ve inançlarıyla birlikte basiretlerini de
kılıçlarına yükleyebiliyorlardı artık."[62]
İşte böylesine yetişmiş ve olgunlaşmış insanlar İslami görevlerin yerine
getirilmesinde etkili olmuşlardır. Tarih mütalaa edilip de bu kavmin müslüman
olmadan önceki durumu incelendiğinde; deveyle kılıçtan başka bir şey tanımayan
cahiliyet dönemi Arab'ının akidevi ve sosyal konumu hatırlandığında onca kısa
sürede bu kavmin böylesine İslami bir bilinç ve olgunluğa nasıl kavuştuğuna
şaşmamak elde değildir.
Hz. Peygamberden (s.a.a) sonra bu olgunluk ve bilinci kemale erdirme
yerine, toprakları genişletme ve fütuhata önem verildi. İslam dini Arab'ı da
diğer ırkları da cezbediyor, herkesin ilgisini çekiyordu. Bu da adil, eşit ve
tevhide dayalı bir sistem olmasından kaynaklanıyordu. Bu fetihler ve İslam'a
yönelişlerin sıkı bir İslami eğitim ve terbiyeyle içiçe olması gerekirken buna
önem verilmedi, halbuki çeşitli ırk ve görüşlerden gelen bu insanların
eğitilmesi ve İslam'ın ruhuyla gereğince aşina kılınmaları gerekirdi.
Hariciler ister Arap, ister gayr-i Arap olsun cahil insanlardı, İslam'ın
ruhunu ve özünü kavrayamamışlardı, bu dini gereğince özümseyememişlerdi. Bütün
eksiklik ve boşluklarını uzun rüku ve secdelerle gidermeye çalışıyor,
noksanlarının tamamını, ibadete yüklenerek telafi edebileceklerini
sanıyorlardı. Hz. Ali (a.s) onları tanımlarken şöyle demektedir:
"Öfkeli, sert ve kaba insanlar. Yüce insani fikirler ve ince duygudan
yoksun. Aşağılık ve köle ruhlular; şuradan buradan gelmiş eşkıya tıynetli
serseriler güruhu. Bunlar öncelikle eğitilip yetiştirilmesi gereken
insanlardır. Her şeyden önce İslam'ı öğrenmeli, İslami bir eğitim ve terbiyeden
geçmelidirler, İslam kültür ve ahlakıyla kültürlenip ahlaklanması gerekir
bunların. Bunlar elde kılıç, dilediklerini yapıp İslam konusunda diledikleri
gibi fikir serdetme salahiyetine sahip insanlar değiller! Bunların başında bir
kayyum ve velileri olmalıdır, bir büyüğün sözünü dinlemeleri gerekir, böylesine
başına buyruk olmamalıdırlar. Bunlar ne İslam için evini-barkını terkeden
muhacirlerdir, ne de bu hicret edenlere kanat gerip barındıran ensar..."[63]
Tamamen cahil olduğu halde dindar görünümlü de olan bir güruhun (ki
Hariciler de bu güruhtan biriydi) türemesi İslam dinine pek pahalıya mal oldu.
Dahası; bütün olumsuzluklarına rağmen hiç olmazsa cesaret ve fedakarlık
faziletine sahip bulunan Haricilerin bu özelliklerini bile taşımayan diğer bir
dindar görünümlü grubun türemiş olmasıdır ki bu güruh İslam'ı ruhbanlık ve
inzivaya itti; yalan, riya, gösteriş ve ikiyüzlülüğü yaygınlaştırdı. Bunlar,
iktidardakilere kılıç çekebilecek cesarete sahip olmadıklarından, erdem ve
fazilet sahibi insanlara dilleriyle saldırmayı yeğlediler; inançlı ve erdemli
insanları fasıklıkla suçlayıp iftira ve tekfirde bulunmayı hüner saydılar.
Haricilerin en belirgin özelliklerinden biri cahillikleri idi. Bu cehaletin
en bariz örneği; Haricilerin, Kur'an'ın zahiri (hat ve cildi) ile manasını
ayırt edemez olmalarıydı. Muaviye ve Amr b. Âs'ın sinsice oyununa düşmelerinin
nedeni de bu cehaletleriydi işte.
Hariciler güruhunda cehaletle ibadet içiçeydi. İmam Ali (a.s) onların
cehalet boyutuyla savaşmak istiyordu, ama onların ibadet, züht ve takva
yönlerini bu cehaletlerinden ayrı mütalaa edebilmek mümkün müydü?
Haricilerin ibadeti de bizzat cehaletti.
Birinci sınıf bir İslam uzmanı olan Ali (a.s) açısından cehaletle
bütünleşmiş bir ibadetin hiçbir değeri yoktu. Bu nedenledir ki İmam Ali (a.s)
onların görünüşteki takva ve dindarlıklarına aldanmadan onlara karşı
savaşabildi.
Bu tür cahil birey veya grupların yarattığı en büyük tehlike, kurnaz
insanların oyuncağı olmaya elverişli bulunmaları ve İslam'ın yüce hedeflerine
karşı kolaylıkla kullanılabilmeleridir. İnançsız münafıklar, dindar olan
ahmakları daima İslam'a karşı kullanmışlardır. Bu yobaz cahil güruh, İslam'ın
sinsi düşmanları için bir kılıç ve onların yayında kurulu bir ok olmuş ve
İslam'a darbe vurmuşlardır daima!
İmam Ali (a.s) onların bu ilginç durumunu çok çarpıcı bir şekilde ifade
ederek şöyle der:
"Şüphesiz, halkın en kötüsü sizlersiniz! Şeytanın yayında kurulu oklar
kesilmişsiniz, hedefe sizinle nişan almada, sizi göstererek halkı şaşkına
uğratıp şüphe ve tereddüde sürüklemede!"[64]
Evet, Hariciler güruhu başlangıçta güya İslami bir sünneti ihya etmek için
ortaya çıkmış bir güruhtu, ama cehalet ve basiretsizlik onları öyle bir noktaya
getirdi ki Kur'an ayetlerini yanlış yorumlamaya başladılar. İşte bu noktadan
itibaren batıl bir mezhep ve söylem olarak ortaya çıktılar. Kur'an'da En'am
suresinin 57. ayet-i kerimesinde "Hüküm yalnızca Allah'ındır. O, doğru
haberi verir ve O, ayırt edenlerin en hayırlısıdır." buyrulmaktadır.
Bu ayet-i kerimede "hüküm" sadece Allah'a ait bir şey olarak
takdim ediliyor, ancak, burada geçen "hüküm" kelimesiyle neyin
kastedildiğine dikkat edilmelidir.
Bu ayette geçen "hüküm" kelimesiyle kast edilen şey "kanun
koyuculuk"tur, "insanoğlunun hayatını düzenleyecek kural ve
prensipleri belirleme"dir. Bu ayette kanun koyuculuk hakkının sadece
Allah'a -veya O'nun yetki verdiği kimseye- ait olduğu ve Allah'tan başka
kimsenin "kanun" belirleme hak ve yetkisi taşımadığı
vurgulanmaktadır.
Haricilerse bu kelimeyi, hakemiyeti de kapsayacak şekilde genelleştirip
şiar edindiler. "Allah'tan başka hiç kimse kanun koyuculuk hakkına sahip
olmadığı gibi, devlet ve yöneticilik hakkına da sahip değildir, Allah'tan başka
hiç kimse insanları yönetmeye kalkışamaz!" dediler.
İmam Ali (a.s) namaz kıldığı veya minberde hutbe verdiği sırada Hariciler
genellikle müdahale edip bu ayeti yüksek sesle okur ve Ali'nin (a.s) yönetim
hakkının olmadığını ve hakemlikte de bulunamayacağını ima ederlerdi.
İmamın onlara verdiği cevap fevkalade çarpıcıdır:
"Söz doğru, ama söyleyenin maksadı batıl. Evet, kanun koyuculuk hakkı
elbette ki sadece Allah'ındır, ama bunlar, "Allah'tan başkası insanları
yönetemez, yönetici olamaz." diyorlar! Oysa ki insanların bir yöneticiye
ihtiyacı vardır, yöneticisiz toplum olmaz, iyi veya kötü; bir yöneticinin
varlığı zaruridir. Bir yönetici sayesindedir ki mümin insanlar Allah rızası
için yapmak istediklerini yaparlar, kafir olanlar dünyadan faydalanırlar ve bu
minval üzere Allah Teala onları götürür. Bir devlet ve yönetim sayesindedir ki
vergiler toplanır, düşmanla savaşılır, yollarda ve şehirlerde güvenlik
sağlanır, zayıf ve güçsüzün hakkı, zorba ve zalimden alınır. Devlet ve yönetim
sayesindedir ki iyiler huzur bulurlar, insanlar kötülerin şerrinden amanda olurlar."[65]
Evet, kanun kendiliğinden uygulanmamaktadır; bunun için mutlaka bir
yöneticiye ve yönetim kadrosuna ihtiyaç vardır.
4- Haricilerin bir diğer özelliği de dar ve kıt görüşlü olmalarıydı, bu sığ
insanların düşünce ufku pek dar, pek aşağıydı. İslam'ı ve müslümanları bu dar,
sığ ve aşağı seviye ve kıt çerçevede mütalaa ediyorlardı. Yeryüzünün bütün kıt
görüşlü ve dar ufuklu insanları gibi onlar da kendilerinden başka herkesi
bilgisiz ve eksik görmede, kendilerinden başka herkesin batıl yolda olduğunu sanmadalardı.
Onlara göre herkes cehennemlikti. Bu tür dar görüşlülerin ilk işi, bu sığ
düşünceleri birtakım dini kalıplara dökerek meşrulaştırmaya çalışmaktır. Onlar
Allah'ın rahmet ve bağışlayıcılığını bu dar kalıplarına sığdırmaya kalkışır ve
O yüceler yücesinin rahmetini pek sınırlı ve mahdut gibi gösterirler. Allah
Teala hazretleri onların gösterdiği ufukta sürekli öfkeli ve gazaplıdır;
kullarının her hareketini gözetler ve onların bir açığını yakalayıp derhal
ebedi azaba uğratmak için fırsat kollar!
Haricilere göre yalan söylemek, içki içmek, gıybet etmek gibi büyük
günahlardan birini işleyen İslam dininden çıkmıştı, kafir olmuştu ve ebediyen
cehennemde kalacaktı. Binaenaleyh çok az sayıda insandan başka herkes
cehennemlikti!
Dini sığlık ve mezhebi dar görüşlülük Haricilerin en bariz özelliklerinden
biriydi ve bugün bu özelliğe bazı müslümanlarda da rastlanmaktadır maalesef.
Evet, Haricilerin slogan ve mezhepleri tarihten silinmiştir; ama daha önce de
belirttiğimiz gibi bu batıl görüşün ruhunu taşıyanlar bugün de mevcuttur.
Bugün kendisi gibi düşünmekte olan belli bir azınlıktan başka herkesi kafir
görüp tekfir eden ve İslam'ın yüce ufkunu böylesi daraltıp sığlaştıran niceleri
vardır.
Haricilerin İslam'ın özü ve ruhuyla aşina olmadıklarını, ama cesur
olduklarını söylemiştik. Hariciler cahil oldukları için sığ ve kıt
görüşlüydüler, sığ oldukları için kolayca herkesi tekfir edebiliyor, fasıklıkla
suçlayabiliyorlardı. Giderek İslam'ı ve müslümanlığı sadece kendilerine mahsus
bir inanç gibi görme noktasına geldiler. Kendileri gibi düşünmeyen diğer
müslümanları kafir olarak gördüler; cesur olduklarından kolayca iktidarın
başında bulunan güçlere gidip kendi zanlarınca onları iyiliğe çağırıyor,
kötülükten men ediyorlar ve bu yolda öldürülüyorlardı. Zaman geçtikçe bu
cesaret ve şecaat yok olup gitti, ama sığlık, kıtlık dar görüşlülük ve
dindar görünümlü yobazlık onlardan miras kaldı bu ümmete.
İşte bu merhaleden sonra cesur Haricilerin yerine korkakları beliriverdi.
Bu korkak Hariciler; yani cesur olmayan dindar görünümlü sığ ve cahiller,
kılıcı bir kenara attılar, başlarına dert açabilecek olan iktidardakileri
iyiliğe emredip kötülükten menetme prensibinden de vazgeçtiler ve bunun yerine
dil kılıcına sarılıp erdemli ve faziletli insanlara saldırmaya başladılar.
Nerede erdemli ve kemal sahibi biri varsa şu veya bu şekilde onu eleştirdiler;
derken onların bu töhmet ve eleştiri yağmurundan kurtulan bir tek erdemli insan
kalmadı; birini Allah'ı, diğerini ahireti inkar etmekle, bir başkasını da
"Peygamberin bedeniyle değil, sadece ruhuyla miraca gittiğini" dediği
için suçladılar. Kimini tasavvufla, kimini başka şeylerle suçladılar. İşi öyle
bir noktaya getirdiler ki bugün bu ahmak ve akılsızların fikir ve laflarını ölçü
alacak olursanız gerçek bilgin ve alimlerden hiçbirinin müslüman olmadığını
sanırsınız! İlim şehrinin kapısı olan Ali'yi (a.s) tekfir ettikten sonra
gerisini varın siz düşünün! İbn-i Sina, Hâce Nasiruddin Tusi, Sadr'ul
Muteellihin-i Şirazi, Feyz-i Kâşâni, Seyyid Cemaleddin Esedâbâdi ve nihayet son
dönemlerde de Pakistanlı merhum Muhammed İkbal bu aşırı ve akılsız güruhun
zehirli saldırılarından paylarını aldılar!
İbn-i Sina tekfir edildiğini duyunca şöyle der:
Beni tekfir etmek kolay mı sanırsınız?
Bendeki iman hanginizde var?
Benim gibisi bile kafirse eğer sizce
Artık müslüman kalmamış demektir yeryüzünde!
İslam dünyasının düşünür ve alimi Hâce Nasiruddin Tusi "Nizam'ul
Ulema" lakaplı birinin kendisini tekfir ettiğini öğrendiği zaman şu
mısraları söylüyor:
Nizamsız Nizam kafir demiş bana
Yalan mumunun ışığı olmaz.
Ben de müslüman derim ona, çünkü olmaz
Yalanın yalandan başka cevabı.
Hariciler, karşılarına çıkan herkesi kolayca tekfir edecek kadar sığ ve kıt
görüşlü insanlardı. Ali (a.s) onları uyarmaya, bu düşünce tarzının yanlış
olduğunu anlatmaya çalışıyor ve ekliyordu: "Allah'ın Resulü kısas hükmünü
uygulatıyor, ama hakkında kısas uygulanan şahsın cenaze namazını da bizzat
kılıyordu! Büyük günahlardan birini işlemek insanı dinden çıkarsa ve kafir
olmasına vesile olsaydı Resulullah (s.a.a) bir kafire cenaze namazı kılmazdı.
Çünkü kafire cenaze namazının kılınması caiz değildir ve Allah Teala Tevbe
suresinin 84. ayetinde bunu yasaklamıştır! Resul-i Ekrem (s.a.a) içki içene had
uyguladı, hırsızın elini kesti, evli olmayan zinakara kırbaç vurdu, ama
onları İslam ümmeti çerçevesinden dışlayıp atmadı; beyt'ül maldan paylarına
düşen aidatı kesmedi, müslümanlarla evlenmelerini asla engellemedi! Resulullah
(s.a.a) İslam'ın öngördüğü cezaları suçlular hakkında uygulamış, ama onların
adını müslümanların adı dışında tutmamıştır."[66]
İmam şöyle demekteydi: Mesela benim günah işlediğimi farz edecek olsak bile
diğer müslümanları tekfir etmek niye?! Biri bir hata işledi diye bütün bir
toplumu cezalandırabilir misiniz? Ne diye kılıçlarınızı elinize almış, suçlu
suçsuz demeden önünüze çıkan herkesin kellesini uçurmadasınız?
Dikkat edilecek olursa İmam Ali (a.s) Haricileri iki açıdan
eleştirmektedir; onun iticilik özelliği bu iki boyutta itmektedir Haricileri:
Birincisi, bir günahı herkese genelleyerek günahsızı da sorumlu tutup
cezalandırma yoluna gitmeleri. İkincisi, günah işlemeyi kafirlik sebebi sayarak
İslam'ın geniş af ve merhamet sahasını kendi sığ fikirleriyle daraltıp
kısıtlamaları ve İslam'ın herhangi kurallarından birini çiğneyeni hemen dinden
çıkmakla suçlayıp İslam hanesinden kaydını silme aşırılığına kapılmalarıdır.
İmam Ali (a.s) bu sığlık ve dar görüşlülüğe karşı çıkmakta ve onların
şahsına değil, bu batıl ve tehlikeli düşüncelerine karşı savaş açmaktadır.
Böyle olmasalardı Ali (a.s) onlarla savaşmayacaktı şüphesiz. Hakkın batıldan
ayırt edilmesi, Kur'an'ın doğru anlaşılması, müslümanların İslam'ı, Kur'an'ı ve
şeriatı Allah'ın belirlemiş olduğu gerçek yüzüyle görüp tanıyabilmesi için İmam
Ali (a.s) onlarla savaşmıştır.
Hariciler bunca sığ oldukları ve İslam'ı yanlış anladıkları için Kur'an'ın
mızraklara takılmasındaki şeytanca oyunu fark edemeyerek kolayca tuzağa
düştüler ve böylece İslam ümmeti için en büyük tehlikeyi oluşturdular; Muaviye
ve onun başını çektiği münafıkları ortadan kaldırıp nifak, hile ve
sahtekarlığın kökünü tam kazıyacağı sırada Ali'yi (a.s), savaşı bırakmaya
zorladılar. Haricilerin bu cahilce ve yoz tavırları neticesinde İslam ümmeti
olmadık felaketlere uğradı, olmadık bozulmalar yaşadı ve Sıffin savaşındaki bu
itaatsizlikleri İslam ümmetine ve bu ümmetin geleceğine çok pahalıya mal oldu.[67]
Bu kıt görüşlülük ve
sığlıkları nedeniyledir ki Hariciler, kendilerinden başka kimseyi müslüman
saymıyor, onların kestiği eti yemiyor, onlarla evliliği haram biliyorlardı.
Kur'an'ı mızraklara takma politikası 13 yüzyılı aşkın bir zamandır
müslümanlar arasında yaygın bir politika haline gelmiş bulunuyor. Bilhassa
gösterişçilerle dindar görünümlü mukaddesmeaplar artmaya ve kendilerine biraz
taraftar bulmaya başladıklarında fırsatçılar hemen bu politikaya başvurmakta ve
Kur'an'ı hemen mızrakların ucuna geçirivermektedirler.
Burada, alınması gereken önemli dersler vardır:
1- Alınması gereken birinci ders şudur: Cahiller ve İslam'dan habersiz
gafiller, mümin olarak tanınıp da halk onları gerçek müslüman sıfatıyla anmaya
başladığında çıkarcı ve fırsatçı çevreler için kullanılabilecek iyi bir vesile
doğmuş olur. Bu fırsatçı çevreler söz konusu mukaddes görünümlü cahilleri kendi
çirkin emellerine alet eder ve gerçek müminlere karşı onları bir kalkan ve
siper olarak kullanırlar. İslam düşmanlarının, bu tipleri bir kalkan olarak
kullandığı sıkça görülmüştür, yani İslam'ı yine İslam'a karşı kullanmışlardır.
Batı sömürüsünün bu sahada bir hayli tecrübeli olduğu bilinmektedir. Batı
sömürüsü bilhassa mezhebi farklılıkları bu şekilde tahrik etmekte,
müslümanların yaralarını bu yolla deşmektedir. Müslümanları ecnebi nüfuzundan
kurtarmak için uğraşan salih bir müslümanın karşısına; bizzat kurtarmak
istediği bu müslüman kitleler tarafından din ve mezhep adına engeller ve
duvarlar oluşturulmasını düşünmek bile ne kadar acıdır gerçekten! Evet,
müslüman kitleler cahil ve bilinçsiz olduğunda münafıklar bizzat İslam'ı
İslam'a karşı kullanırlar. İşte halkının, Resulullah'ın (s.a.a) Ehl-i
beytine beslediği sevgiyle iftihar etmekte olduğu şu İran'ımızda, münafıklar ve
İslam düşmanları bizzat bu Ehl-i beyt sevgisini İslam ve Kur'an'ın aleyhine ve
işgalci siyonist yahudilerin lehine olacak şekilde kullanabilmektedirler; bu
ise İslam'a, Kur'an'a, Resulullah'a (s.a.a) ve o hazretin mübarek Ehl-i beytine
(a.s) yapılabilecek en büyük zulümdür. Nitekim Peygamber-i Ekrem (s.a.a)
şöyle buyurmaktadırlar:
"Ümmetimin yoksul veya fakir düşmesi değildir beni korkutan. Ümmetim
için endişelendiğim şey, ters fikirler ve eğri düşüncelerdir. Benim ümmetime
ekonomik yoksulluk değil, fikir ve düşünce fakirliği zarar verir."
2- Ders alınması gereken bir diğer nokta, Kur'an'ı anlama yöntemimizin
doğru olmasına dikkat etmemiz gerektiğidir. Kur'an, ancak hakkında doğru
düşünüldüğü zaman, bilgiyle ve alimane bir şekilde tefsir edildiği ve Kur'an
konusunda en sağlam olan "Ehl-i Kur'an"ın kılavuzluklarından
faydalanıldığı zaman hidayet kitabı ve kurtuluş vesilesi olur. Kur'an'ı anlama
tarzımız sahih ve doğru olmadığı sürece ve Kur'an'ı anlama ve Kur'an'dan
faydalanmanın yolunu-yordamını gereğince öğrenmediğimiz müddetçe Kur'an'dan
faydalanabilmemiz mümkün olmayacaktır. Çıkarcılar veya cahiller kimi zaman
Kur'an okur, ama batıl ihtimal doğrultusunda hareket ederler. Nehc'ul Belağa'da
müminlerin emiri Ali'nin (a.s) dilinden bir örnekle bunu
şöyle aktarmıştık: "Hakkı söyler, ama batılı kastederler; batılı umarak
haktan söz ederler." Bunun ise Kur'an'la amel edip Kur'an'ı diriltmek
olmadığı, bilakis, Kur'an'ı öldürmek olduğu apaçık ortadadır. Kur'an'la amel
edebilmek, ancak Kur'an'ı doğru olarak anlayabilme bilgi ve gücüne kavuşmakla
mümkündür.
Kur'an bütün meseleleri genel olarak ve ana prensipleriyle ele almıştır; bu
geneller ve prensipleri detaylara uygulamak ise bizim doğru anlama ve doğru
algılayabilmemize bağlıdır. Yani, mesela Kur'an'da "Falan gün, falan yerde
Ali'yle Muaviye arasında vuku bulacak olan savaşta haklı taraf Ali'dir."
denilmemektedir, Kur'an'da geçen hüküm şundan ibarettir:
"Müminlerden iki topluluk
çarpışacak olursa aralarını bulup barıştırın. Eğer biri diğerine haksızlık ve
zulümde bulunacak olursa, haksızlık ve zulümde bulunanı Allah'ın emrine
çevirinceye kadar onunla savaşın."
(Hucurat,9)
Evet, budur Kur'an'ın genel hükmü. Kur'an, meseleleri bu şekilde -genel ve
kapsayıcı temel prensip ve kıstasları öğreterek- ele alıp inceler; "Falan
savaşta falanca haktır, diğeri batıldır." demez.
Kur'an sadece temel bilgiler ve ölçüler öğretir; Kur'an her konuyu tek tek
isim verip açıklamaz; "Kırk küsür yıl sonra Muaviye adlı biri çıkıp
halifelik iddiasında bulunacak ve Ali'yle savaşa tutuşacaktır, o zaman siz
Ali'nin saflarında yer alın." demez. Kur'an bir anayasa kitabıdır,
teferruata girmez ve girmesi de beklenemez. Kur'an her olayı, her hadiseyi tek
tek sayıp dökecek bir kitap değildir. Böyle bir şey esasen mümkün değildir
zaten. Kur'an ebediyen kalıcı olmak ve bütün zaman ve mekanların ihtiyaçlarına
cevap vermek amacıyla inmiştir; bu nedenle de genel prensipler ve temel
ölçüleri öğretir, böylece hangi asır ve mekanda hakla batıl karşı karşıya
gelecek olursa, Kur'an'ı doğru olarak anlayabilmiş bir insan Kur'an'dan
öğrendiği ölçülerle haklı taraf ve haklı konumu kolaylıkla teşhis eder.
Binaenaleyh, ayette geçen "müminlerden iki topluluğun çarpışması"
halinde nasıl davranılması gerektiğini yine bizzat Kur'an öğretmededir, bu
durumda mümine düşen vazife, dikkat etmek ve Kur'ani ölçüyü kullanarak haksız
ve zalim tarafı tespit edip, Allah'ın hükmüne getirinceye kadar onunla
savaşmaktır. Hakkı kabullenip sonucuna katlanması halinde onu kabullenmek, ama
işi hile ve sahtekarlığa döküp canını kurtarmak ve gücünü toparladığında
zulmüne tekrar devam edip yeniden saldırganlığa yeltenmekse, yine ayetteki
hüküm gereğince "...Eğer haksızlıkla zulümde bulunacak olursa, Allah'ın
emrine dönünceye kadar onunla savaşmak"tır!
Bütün bunları teşhis edebilme
sorumluluğu bizzat bireyin uhdesindedir. Kur'an, müslümanların sosyal ve akli
olgunluğa erişmesini ve bu olgunluk sayesinde haklıyı haksızdan ayırt etmesini
istemektedir. Kur'an-ı Kerim, tıpkı bir velinin, velayeti altındaki çocuğa
davrandığı gibi insanlara sürekli kayyumluk etmek, onların hayatları boyunca
vuku bulacak bütün teferruatları onlar adına üstlenip gerçekleştirmek ve her
şeyi duyusal ve somut işaretlerle belirlemek için inmiş değildir.
Aslında insanları tanımak bireylerin yetenek ve salahiyet miktarlarını
bilmek, İslam ve İslami ölçülere ne kadar vakıf ve bunlara ne ölçüde bağlı
olduğunu anlamak bir müslümanın vazifesidir ve her müslüman bunları bilmek, bu
hususlara dikkat göstermekle mükelleftir, ama ne yazık ki bugün çoğumuz bu
önemli vazife ve sorumluluğumuzun farkında değiliz.
Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:
"Doğru yolda yürümeyen ve hakkı çiğneyen insanı fark edip
tanıyamadığınız sürece doğru yolu ve hakkı bilip tanımanız mümkün
olmayacaktır."[68]
Yani özel durum ve teferruatlara gereğince uyarlanamadıkça genel ölçü,
kural ve prensipleri bilmenin hiçbir faydası olmayacaktır. Zira bireyleri
gereğince tanımama, bu hususta hataya kapılma ve özel durumları gereğince
değerlendirip kavrayamama halinde pekala hak ve İslam adına ve İslami
sloganlarla hak ve İslam'ın aleyhine ve batılın lehine davranılabilinecektir...
Kur'an zulmü ve adaleti anlatmış, ölçü ve kıstaslarını göstermiş, kime
adil, kime zalim denilebileceğini belirlemiştir, ama bunu bütün olay ve
şahıslara uyarlamak insanın uhdesine bırakılmıştır. Bu bilgi çerçevesinde bize
düşen hakkı batıl, batılı hak zannetmemek ve kendi zannımızca Kur'an'daki bu
kıstaslara dayanarak hakkın kellesini uçurmamaktır.
Savaş ve mücadelelerin en çetini nifakla savaşmak, münafıkla mücadele
etmektir; aptalları kullanan sinsi zekilerle savaşmaktır yani. Bu savaş,
küfürle savaşmaktan daha zordur; zira küfürle savaş; belirli bir akım veya
kimseyle savaşmaktır; nifakla savaşmaksa, gizli ve çehresi örtülü bir küfürle
savaşmak demektir. Nifakın iki yüzü, iki çehresi vardır: Bir yüzü
müslümanlıktır ve bu onun görünen çehresidir; bir de görünmeyen asıl çehresi
vardır ki küfür ve şeytanlıktan, hile ve sahtekarlıktan ibarettir. Bu ikinci
yüzün anlaşılıp bilinmesi alelade insanlar ve avam kitleler için fevkalade zor,
hatta kimi zaman imkansızdır. Nifaklarla girişilen mücadelelerin genellikle
yenilgiyle sonuçlanmış olmasının nedeni de budur zaten; zira avam halk
kitlelerinin idrak ve anlayış kapasitesi ancak görünenle sınırlıdır. Halk
kitleleri gizli-saklı şeyleri görememekte, gördüğü şeylerin batınına ve
derinine inememektedir.
Müminlerin emiri İmam Ali (a.s), Muhammed b. Ebu Bekir'e yazdığı bir
mektupta şöyle demektedir:
"Hz. Peygamber bana şöyle buyurdu: Ümmetim konusunda müminlerle
müşriklerden yana bir endişem yoktur, zira Allah Teala mümini imanı nedeniyle
-günahtan- vazgeçtirir, müşriki de şirki nedeniyle hor kılar -ve onu bilip
tanımanızı sağlar-. Sizin için tek endişem, yağlı dilli, münafık kalpli
sinsilerdir; onlar sizin hoşlanacağınız şeyleri söyler, ama hoşlanmayacağınız
-haram- şeyleri yaparlar."[69]
Görüldüğü gibi burada Resul-ü Ekrem (s.a.a), münafıklar ve nifak konusunda
müslümanları uyarmakta ve bir tehlikenin haberini vermektedir. Zira ümmetin
avam kesiminin oluşturduğu çoğunluk dış görünüşe bakarak hüküm vermekte ve
neticede kolaylıkla yanılabilmektedir.[70]
Hatırlatılması gereken bir diğer nokta da cahillerle aptalların artması
halinde ortamın münafıklar için elverişli olacağı ve cehaletin artmasının
sadece nifak ortamına yarayacağıdır. Bu nedenledir ki cehalet, bilgisizlik ve
ahmaklıkla mücadele etmek, aynı zamanda nifaka karşı da mücadele etmek
demektir, zira ahmaklar, münafıkların oyuncağı olmaya daima elverişlidirler.
Binaenaleyh cehalet ve ahmaklıkla savaşmak, münafığı silahsızlandırmaktır,
cahilin bilgilendirilip cehaletinin giderilmesi, münafığın kılıcının elinden
alınması demektir.
Hz. Ali'nin (a.s) hayatı, ahlakı, kişiliği, sözleri ve davranışları
baştanbaşa bir örnek, mükemmellikler dizisi, eğitim, öğretim ve terbiye
okuludur.
İmam Ali'nin (a.s) çekicilikleri gibi iticilikleri de bütün müminler için
öğretici ve eğiticidir.
Ehl-i beyt İmamlarından ulaşan
ziyaret dualarında Ali (a.s) ve diğer Ehl-i beyt İmamlarına hitaben "Sizin
dostlarınızla dost, düşmanlarınızla düşmanız." demekteyiz; bunun bir
anlamı da şudur aslında: Biz, sizlerin çekim sahanızda bulunmakta ve o sahada
olmaya özen göstermekte, sizlerin itim sahanızdansa özenle uzak
durmaktayız."
Buraya kadar anlattıklarımız Ali'nin (a.s) fevkalade güçlü çekicilik ve
iticilik hasletinin sadece bir parçası, küçük bir kesitidir aslında. Bilhassa
onun iticilik boyutuna çok özet olarak değinebildik.
Bahsimizi noktalamadan önce bu konunun altını bir kez daha çiziyor ve
diyoruz ki:
Müminlerin emiri İmam Ali (a.s) iki kesimi kendisinden kesinlikle uzak
tutmuş ve onları itmiştir:
1- Sinsi ve zeki münafıkları
2- Dindar ahmakları
Ali Şia'sı olduğunu iddia eden ve o hazreti gönülden sevip onu imam olarak
seçenler için bu iki ders yeterlidir sanırız. Ali Şia'sı bunu dikkate almalı,
münafıkların oyununa gelmemeli, keskin görüşlü olmalı, dış görünüşe
aldanmamalıdır. Zira İslam dünyası bugün bu iki derde müptela durumdadır ve ne
çekiyorsa sinsi ve zeki münafıklarla, dindar camianın basiretsiz ve cahil
kesiminden çekmektedir.
Hidayete uyanlara selam olsun.
[1] -Bugünse insan vücudu makinaya,
boşaltım sistemi de tulumbaya benzetilmektedir.
[2] -Elektro-mıknatıs olayının tam
tersi bir durumdur bu; mıknatısta zıt kutuplar birbirini çeker
sadece.
[3]- - Evet, Resulullah (s.a.a)
alemler için bir rahmetti; hayvanları, bitkileri dağı- taşı bile severdi.
Nitekim her sarığının, her kılıcının, her atının bir adı vardı. Bu da bütün
varlıkları sevmesinden, bütün cisimlerin şahsiyeti olduğuna inanmasından
kaynaklanırdı. Bu özelliğe sahip ikinci bir insan görülmüş değildir tarihte.
İnsanlık sevgisinin sembolüydü o. Uhud dağının yanından geçerken sevgiyle dağa
bakar ve "Biz bu dağı severiz, o da bizi sever!" buyururlardı. Evet,
Resulullah (s.a.a) dağları, taşları bile severdi, bütün alemler için bir
rahmetti.
[4]- Bihar'ul Envar, yeni
baskı c: 42 s: 193-194.
[5]- Burada geçen karşı
koyma ve cezalandırmanın, sevginin bir tezahürü olduğu söylenebilir. Nitekim
bir duada Allah Tealaya yakarılırken "Ey
rahmet ve sevgisi gazabına üst gelen! Merhamette bulunmak istediğin içindir
gazaba gelişin; sevgi ve rahmetin olmasa gazaplanır mıydın hiç?!"
denilmektedir. Burada durum, tıpkı çocuğunu seven ve onun geleceğine karşı
ilgisiz kalamayan bir babanın durumu gibidir. Çok sevdiği çocuğu kötü bir şey
yaparsa ona öfkelenmekte, sert davranmakta, hatta tokat atabilmektedir. Oysa
aynı baba; başkalarının çocuklarında çok daha kötü davranışlar gördüğü halde onlara
karşı asla böyle davranmamakta ve kendi çocuğuna gösterdiği tepkiyi
göstermemektedir. Bunun sebebi kendi çocuğuna duyduğu ilgi ve ona karşı
beslediği sevgidir.
Kimi zaman da sevgi,
gerçekle birliktelik sunmaz, duyguya dayanır; aklın ve prensibin yer almadığı
bir sevgidir, Kur'an-ı Kerim'de bu tür sevgiye işaret edilerek şöyle buyrulur:
"... Eğer Allah'a ve
ahiret gününe iman ediyorsanız onlara Allah'ın dinini uygulama konusunda acıma
duygusuna
kapılmayın."
(Nur, 2)
Evet, suçlunun
cezalandırılması gerekiyorsa duyguya kapılıp gevşek davranmayın denilmektedir.
Zira İslam bireyi sevdiği kadar toplumu da sevmektedir.
Günahın en büyüğü,
insanın bir günahı önemsiz sayması ve günah işlemeyi küçük bir şeymiş gibi
görmesidir. Müminlerin emiri hz. Ali'nin (a.s) de buyurmuş olduğu gibi:
"Günahın en kötüsü, hafife alınan günahtır." (Nehc'ul
Belağa, 340. vecize)
Bu nedenledir ki İslam
dini; bir günahın başkalarının huzurunda işlenmesi ve başkalarının bu günahın
farkına varması halinde, günahı işleyenin cezalandırılmasını, gerekiyorsa had
veya tazir vurulmasını emreder. İslam fıkhı gereğince, bir farzın terki veya
bir haramın işlenmesi halinde ya tayin olunan had vurulur, ya da had tayin
edilmemişse tazir uygulanır. Tazir, "had"den daha az miktarda
bir cezalandırmadır ve miktarını şer'i hakim -kadı- tayin eder.
Bir bireyin günah
işlemesi ve hele günahının bilinip anlaşılması halinde toplum günaha bir adım
yaklaşmış veya (eğer günah alenen işlenmişse) itilmiş olur ki bu da toplum için
büyük bir tehlikedir. Bu nedenle toplumdaki bu sapmayı düzeltmek ve işlenen
günahın hafife alınmasını önlemek için günahkarın (alenen günah
işlemişse) mutlaka cezalandırılması gerekmektedir.
Bu açıklamadan da
anlaşılacağı üzere cezalandırma olayı hem fert, hem toplum için bir rahmet ve
sevgi ürünüdür.
[6] - Nehc'ul Belağa, 11. vecize.
[7] - Bkz: Hatem-i Peygamberan 1. cilt,
önsöz, s:11,12.
[8] - Nehc'ul Belağa, 139. hikmet.
[9] - Nehc'ul Belağa, 149. hutbe.
[10] - İkbal'in tüm şiirleri, Farsça
metin s: 6 ve 7.
[11] İslam tarihinin fevkalade çarpıcı sayfalarından
biridir bu: Celaluddin Siyuti, Dürr'ul Mensur tefsirinde Beyyine suresinin 7.
ayetini açıklarken İbn-i Asakir'in, Cabir b.
Abdullah Ensari'den aktardığı şu hadiseyi rivayet eder:Resul-i Ekrem'in (s.a.a)
yanında oturduğumuz bir sırada Ali'nin bize doğru gelmekte olduğunu gördük.
Peygamber efendimiz bakışlarını Ali'ye dikerek "Canımı elinde tutan
Rabb'ime ant olsun ki, şu Ali ve onun Şia'sı kıyamet günü kurtuluşa
erenlerdendir!" buyurdular. Bu olay, birçok İslam kaynağında teferruatıyla
geçer. Bkz: Künuz'ul Hakâik: Münâvi (iki rivayetle naklediliyor), Mecme'uz
Zevâid: Haysemi, Sevâik'ul Muhrike: İbn-i Hacer.
[12] - Nehc'ul Belağa, 42. hikmet.
[13] - Bk: Bihar'ul Envar c: 40 s:
281-282 yeni baskı. Ayrıca bk: Fahr-i Razi'nin Tefsir-i Kebir'i, Kehf suresi,
9. ayetin tefsirinde "Em hesibte..."
[14] - Burhan-ı Kati'de şöyle yazar:
İksir eriten, birleştiren ve tamamlayıcı bir unsurdur. Bakırı altına çevirir.
Ayrıca faydalı baharatlara ve kamil mürşide -evliyaya- da iksir derler.
"Bu özelliklerin her üçü de aşkta vardır, hem eritici, hem birleştirici, hem
tamamlayıcıdır. Ancak, en önemli boyutu "tamamlayıcı ve kemale
erdirici" oluşudur. Bu nedenle şairler ötedenberi aşka tabib, ilaç,
derman, Eflatun, Calinus vb. isimler de vermişlerdir. Mevlana da bir şiirinde
şöyle der: "Ey tutkun gönül, şen ol/Ey bütün dertlerimizin dermanı/Ey
bütün hastalıklarımızın ilacı/Ey bizim Eflatunumuz ve Calinusumuz, şen
ol!"
[15] - Vahşi-i Kirmani.
[16] - Lisan'ul Gayb: Hafız.
[17] - Allame Tabatabai.
[18] - Mesnevi.
[19] "Onda sükun ve huzur bulup
durulmanız için size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda sevgi
(meveddet) ve merhamet yaratması da O'nun ayetlerindendir. Hiç şüphe yok ki
bunda, düşünebilmekte olan bir kavim
için
gerçekten
ayetler
vardır."
(Rum, 21)
[20] Evlilik Ve Ahlak, Farsçası s:134.
[21] - İbn-i Sina: Risale-i Aşk, Sadr'ul
Müteellihin: Sefer-i Sevvum-i Esfar.
[22] - Said İbn-i Cübeyr, İbn-i Abbas'tan
şöyle rivayet eder: "Bu ayet inince, sevmemiz emredilen yakınların kimler
olduğunu sordum. Peygamber (s.a.a); Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin ve evlatları
(diğer 9 İmam)" buyurdu. Bkz: Mecme'ul Beyan c:2 s:388,389 -Çevirenin
notu-
[23] - Sefinet-ul Bihar c:1 s:201
"Hubb" kelimesi.
[24] - Ae s:662 "Sema"
kelimesi.
[25] - Mesnevi
[26] - Sa'di, Bustân.
[27] - Şerh-i İşarat c:3 s:383, yeni
baskı.
[28] Aşkın kusurlarından biri de, sevgilinin kusur
ve ayıplarını görememek, onun aşkından başka şey tanıyamamaktır. Sevgi, gözü
bağlar, gönle perde çeker. İmam Ali'nin Nehc'ul Belağa'da geçen 107. hutbesinde
de belirtildiği gibi "Kişinin bir şeyi çok sevmesi gözlerini kusurlu,
kalbini hasta eder." Veya Sa'di'nin deyişiyle "Herkesin aklı pek
mükemmel gibi gelir kendisine, herkesin kendi çocuğu güzel ve tatlı görünür
gözüne."
Aşkın bu yan etkisi, akıl ve zekada hassasiyet yaratan
özelliğiyle çelişmez aslında. Aşk, aptalı akıllı eder demiştik, çünkü varolan
aklı aktif eder, harekete geçirir, bu doğrudur. Ama aşkın yan tesiri insanı
aptallaştırması değil, gafil etmesi, gaflete kapılmasına yol açmasıdır.
Aptallıkla gafletse tamamen farklı şeylerdir. Nitekim nice insanlar vardır ki
fazla zeki değildirler, ama duygusal konularda kendilerini kaptırmadıkları ve
dengeli davrandıkları için, başkalarına (ve icabında kendilerinden daha zeki
olanlara bile) oranla daha az gaflete kapılırlar.
Aşk, zeka ve anlayışı
artırır, keskinleştirir, ama bütün dikkatin de bir noktaya toplanmasına neden
olduğundan, bireyin başka konulara olan dikkatini azaltır.
Dahası, aşk ve sevgi
sadece kusurların göze çarpmamasını sağlamaz, onların hüner gibi görünmesine
bile neden olur! Çünkü aşkın bir özelliği de, yansıdığı her şeyi
güzelleştirivermesidir; zerrece güzelliği güneş eder, karayı ak, zulmeti nurmuş
gibi gösterir.
Şair
Vahşi'nin de deyişiyle:
Göz
çukurlarıma gelip oturacak olursan,
Leyla'nın
güzelliğinden başka şey görmezsin.
Bu nedenle olsa gerektir;
aşk, bilgi gibi, bilenin elinde olan bir şey değildir, bilgi, bilene tabidir,
aşksa seveni alıp götürür. Yani sevgi, güzelliğe bağlı bir sonuç değildir,
sevenin kapasite ve çapına bağlıdır. Aşık aslında belli bir kapasite ve
özelliğe sahiptir zaten, yeri gelir gelmez bu özellik ve maya kendisini
gösteriverir -bunun nedeni belli değildir, bu nedenledir ki "aşkın belli
bir sebebi yoktur" denilmiştir-. Sevenin sevgisi coştuğunda, kendi
kapasite ve çapı oranında sevdiğinde güzellik ve iyilik görür; sevdiğinin
gerçek iyilik ve güzelliği miktarınca değil! Sevenin, sevdiğindeki
kusurları bile güzellik ve iyilik olarak görmesi, ondaki dikenleri çiçek
sanması bundandır işte!
[28] -
Bihar'ul Envar c:15 Kitab'ul Aşere s:51 Eski baskı.
[30] - Bihar'ul Envar c:21 s:215-216 Yeni
baskı.
[31] - İbn-i Hişam Siyeri c:2 s:169-173.
[32] - İbn-i Ebi'l Hadid Şerhi, Beyrut
basımı, c:3 s:574 ve : İbn-i Hişam Siyeri c:2 s:94.
[33] - Nehc'ul Belağa Şerhi, İbn-i Ebi'l
Hadid c:2 s:220 Beyrut baskısı.
[34] Resulullah'ın (s.a.a) onlara duyduğu sevginin
nedeni, bizzat Allah Tealanın onları "örnek insanlar" olarak görüyor
ve seviyor olması ve "örnek insanlar" olarak diğer müminlere tavsiye
buyurmasıdır. Resulullah'ın (s.a.a) Fatıma'dan (a.s) başka evlatları da
vardı, ama Allah Teala İslam ümmetini, onları sevmekle mükellef etmemiştir,
sevgi ve saygısı farz olan isimler, bizzat Resulullah'ın (s.a.a) da
açıklamış olduğu gibi Ali'yle Fatıma ve onların evlatlarıdır.
[34] -
Ehl-i sünnetin temel kaynak eserlerinden olan Fahr-i Râzi'nin Tefsir-i Kebir'i
c:27 s:166 Mısır basımında konuyla ilgili daha birçok belge aktarılmıştır.
Ayrıca Katade, Taberi ve Müstedrek-i Sahiheyn'de de yüzleri bulan belge
kaydedilmiştir.
[36] - Usd'ül Gabe c:4 , s:23.
[37] - Kenz'ul Ummal, Siyuti'nin Cem'ul
Cevâmi'si 6/156.
[38] - Hilyet-ul Ulyâ 1/63. Bu husustaki
hadisler pek çoktur. Kısa bir inceleme sonrası sadece Ehl-i sünnet
kaynaklarında hz. Ali'yi sevmenin faziletleri hakkında 90'dan fazla hadis
buldum. Şia kaynaklarından Meclisi'nin Bihar'ında 123 rivayet vardır ki yeni
baskının "Emir'ul müminini sevmek ve ona buğzetmek" başlığı altında
kayıtlıdır.
[39] - Müstedrek-i Sahiheyn c:3 s:131. Bu
olay Ehl-i sünnetin diğer sahih kaynaklarında 18'den fazla yerde ve değişik
şahıslarca rivayet edilmiştir.
[40] - Bihar'ul Envar c:42 s:295-296,
yeni baskı.
[41] -Bkz: İbn-i Hişam Siyeri, c:4 s:250.
[42] - Bu grupları bizzat hz.
Resulullah'ın (s.a.a) kendisi İmam Ali'ye (a.s) haber vermiş ve "Ya Ali,
benden sonra üç grup seninle savaşa tutuşacaktır, bunlar Nakisin, Kasitin ve
Marikin'dirler." buyurmuştur. Bu ünlü rivayet, tanınmış Ehli sünnet
tarihçilerinden İbn-i Ebi'l Hadid'in Nehc'ul Belağa Şerhi'nde de geçer (bk: c:1
s:201) İbn-i Ebi'l Hadid "Hz. Resulullah'ın (s.a.a) peygamberliğini
ispatlayan hadislerden biridir bu." der ve şöyle ekler: "Zira gaybdan
verdiği bu haber hiçbir yorum ve tevile yer bırakmayacak bir netlikle ve tıpkı
o hazretin buyurmuş olduğu gibi vuku bulmuş ve bütün gelişmeler onun önceden
haber verdiği seyirde cereyan etmiştir."(Ae)
[43] - Nehc'ul Belağa, Şıkşıkiye Hutbesi,
3.
[44] - El Müncid'e bkz. Hariciler, hz.
Ali'ye (a.s) karşı huruc -isyan- ettikleri ve kendilerinden bir mezhep
uydurdukları için bu adla anılmışlardır. Belli bir mezhep ve akide
taşıdıklarından, her isyancıya bu ad verilmemiş, İslam literatüründe sırf
sözkonusu sapık güruh için kullanılmıştır. Bu sapık görüşler sonraları
başkalarına da geçmiş, hiçbir zaman iktidar olamasalar da sapık bir mezhep
olarak varlıklarını korumuşlardır (bk: Zuha'l İslam c:3 s:240-247, 6. basım).
Amr b. Ubeyd vb. gibi, Harici olup da hiç huruc etmeyenler de vardır (Bazı
Mutezile mensupları gibi). Emri bil maruf veya büyük günah işleyenin ebediyen
kafir olacağı gibi fikirleri olanlara "Hariciler gibi düşünüyor."
denilmiştir. Tarihte Harici kadınlara da rastlanır (Müberred, Kamil c:2 s:154).
Binaenaleyh Hariciler denildiğinde İslam literatüründe sadece bu güruh
kastedilir.
[45] - Lüm'a. c:1, Kitab'ul Cihad, 1.
fasıl ve: Şerayi, Kitab'ul cihad.
[46] - Normal durumlarda ayet yazılı
mushaflara saygısızlıkta bulunabileceği anlamı çıkarılmamalıdır bundan. İ.
Bendiderya.
[47] Bu noktayı biraz açmakta
yarar var:
İslam'ın önemli
emirlerinden biri olan iyiliği emredip kötüden nehy etme esasının amacı
"iyiliği yaymak ve kötülüğün kökünü kazımak"tır. O halde ancak bu
gayeye hizmet edilebileceği şartlarda bu işi yapmak, yani iyiliği emredip
kötülüğü nehy etmek gerekir. Aksi takdirde, hiçbir etkisi olmayacak bir girişimi
farz kabul etmek mümkün müdür?
Diğer bir asıl da, bir
maslahatın tahakkuk bulabilmesidir. Bu durumda; daha beter bir kötülüğe yol
açacaksa, yapılacak eylemin adı elbette ki "iyiliği emr ve kötülükten
nehy" olmayacaktır tabi... Bu iki aslın şartı ise amelde basiretli
olabilmektir. Amel ve davranışında basiret gösteremeyen ve bu melekeden mahrum
bulunan birinin, yapacağı bir işin etki ve sonuçlarını da bilemeyeceği ve doğru
hesaplar yapamayacağı ortadadır. Basiretten yoksun birinin, girişeceği bir
davranışın daha kötü sonuçlar doğurup doğuramayacağını da hesaplayamayacağı
bellidir. Bu nedenledir ki hadislerde de geçtiği üzere, cahilce yapılacak emr
bi'l maruf ve neyh-i an'il münker girişimlerinin doğuracağı olumsuzlukların,
olumlu etkilerinden çok daha fazla olacağında şüphe yoktur.
İslam'ın vazife olarak
belirlediği diğer amellerde "Faydalı olma ihtimali varsa yap, faydası
olmayacaksa yapma." şeklinde bir ön şart yoktur. İslam'ın emrettiği
her şeyde bir hayır ve maslahat vardır; ama bu emirlerin muhatabı olan Müslüman
kullar, söz konusu emirlerin hikmet ve maslahatlarının ne olduğunu teşhis
etmekle mükellef tutulmamışlardır. Mesela namaz konusunda "Eğer kendin
için faydalı buluyorsan kıl, faydalı olacağına inanmadığın vakitlerde
kılma" diye bir hüküm yoktur. Keza, oruç için de "Faydalı olacağına
ihtimal verirsen oruç tut, aksi takdirde oruç tutma" şeklinde bir emir
verilmiş değildir, sadece "Sana zarar veriyorsa tutma." denilmiştir.
Hac, zekat ve cihad konusunda da durum aynıdır, "Faydalı görüyorsan yap,
faydalı görmüyorsan yapma." denilmemiştir. "İyiliği emr
ve kötülüğü nehy" konusunda ise durum tamamen farklıdır, "Bu farzı
işlemeden önce ölç-biç, düşün ve etkisinin ne olacağını hesapla!" denilmiş
ve bu girişime, ancak İslam'ın ve Müslümanların yararına olacaksa izin verilmiştir.
Yani burada maslahatın ne olduğu konusundaki teşhis yetkisi tamamen bireyin
kendi uhdesine ve onun sorumluluğuna bırakılmıştır.
"Emr bi'l maruf ve
nehy-i an'il münker" de bulunacak şahıs, yapacağı işin İslami gayelere
faydalı olup olmayacağını düşünüp hesaplamak ve bu konuda akletmek zorundadır,
akledip düşünmekle yükümlüdür. Bu amel, diğerlerinden farklıdır ve taabbüdü
değildir, yani "Sebebi ve illeti sadece emir olan, aklın muhakemesine ve
ferdin teşhisine bağlı bulunmayan, sırf emrolunduğu için yapılan ve
neticesinden kulun sorumlu tutulmayacağı bir amel." değildir asla.
Bütün İslam mezhepleri, iyiliği emr ve kötülüğü
nehy konusunda basiret, düşünce ve akletmenin zaruri ve farz olduğunu söylemiş
ve bu hususta ittifak sağlanmışken, buna aykırı düşen tek mezhep
"Haricilik" mezhebi olmuştur. Hariciler tamamen dogmacı ve yobaz
olduklarından "Her emir gibi emr bi'l maruf ve nehy-i an'il münker de sırf
emrolunduğu için yapılması gerekli bir ibadettir, üzerinde düşünüp taşınmaya
gerek yoktur" demiş, bu amelin etki ve sonuçlarının iyice düşünülüp
hesaplanması gerektiğini kabullenmemişlerdir. Gerçekte bu sakat görüş, onların
bütün davranışlarına egemendi. Nitekim hiçbir faydası olmayacağı ve hiçbir
olumlu neticeye yol açmayacağını bile bile kıyam veya terör eylemlerine
girişmiş olmalarının ardında yatan sebep; bu cehalet, basiretsizlik ve düşünce
tembelliğinden başkası olmamıştır.
[48], 49 - Bk: Zuha'l İslam c:3 s:330'da
"Kitab'ul Fark Beyn'el Firak"tan iktibasla.
[50] - Nehc'ul Belağa 40. hutbe. Ve: İbn-i
Ebi'l Hadid Şerhi c:2 s:308.
[51] - İbn-i Esir, El-Kamil'i c:3 s:336.
[52] - Şehristani, El-Milel Ve'n Nihel.
[53] Ali ve Evlatları s:40
[54] - İbn-i Ebi'l Hadid c:2 s:311.
[55] - El- İmame Ve's Siyase s:141-143 ve
Kamil-i Müberred c:2.
[56] - Ae.
[57] - Fecr'ul İslam s:243.
[58] - İgd'ul Ferid c:2 s:389.
[59] - Kamil-i Müberred c:2 s:116.
[60] - Nehc'ul Belağa 60. hutbe.
[61] - Nehc'ul Belağa, 92. hutbe.
[62] - Nehc'ul Belağa, 148. hutbe.
[63] - Nehc'ul Belağa. 236. hutbe.
[64] - Nehc'ul Belağa 125. hutbe.
[65] - Nehc'ul Belağa, 40. hutbe.
[66] - Nehc'ul Belağa, 127. hutbe.
[67]- Bu batıl
güruhun neden olduğu hadiseler müslüman ümmete pek ağır ruhi ve manevi darbeler
indirdi. Kur'an-ı Kerim İslami davet ve çağrının ilim, bilgi ve basiret
temeline dayalı olmasını şart koşmakta ve bu şart çerçevesinde akli idrak ve
içtihad yolunu insanlara bizzat açarak şöyle buyurmaktadır: "... O halde
müminler arasında neden her gruptan, her sınıftan bir kesimi çıkıp da derin bir
kavrayış elde etmek için göç etmiyor?" (Tevbe,122)
Bu ayette
"tafakkuh" kelimesi geçmektedir ki bir şeyi sathi ve yüzeysel bir
seviyede anlamak değildir bu; bir şeyi derinlemesine anlamak, basiret ve
tefekkürle kavramak anlamına gelir.
Enfal
suresinin 29. ayetinde "Ey iman edenler, eğer Allah'tan korkup sakınır,
takvalı olursanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış
verir." buyrulmakta ve Ankebut, 69'da "Bizim yolumuzda çaba ve gayret
gösterenlere yollarımızı gösteririz" denilmektedir.
Hariciler
bunun tam tersini yaptılar; İslami fıkhın daima canlı ve hareketli kalmasını
öngören Kur'an'ın bu eğitim ve direktifinin tersi cihette hareket edip
yozlaşma, durgunluk ve donukluğu başlattılar, İslami bilim ve emirleri ölü ve
durağan algıladılar ve İslamda şekilcilik ve görünüşü ön plana çıkardılar.
İslam, insan hayatının
şekilciliğine ve dış görünüş biçimine öncelik tanımamıştır asla; İslam
prensipleri insanı yüce insani hedeflere götüren mana ve anlamları, yol
ve yordamları ön plana çıkarmıştır, şekilleri değil Yüce İslam dini insanoğluna
ulaşması gereken İslami ve insani yüce ülkü ve hedeflerle mana ve mefhumları
göstermiş, bu hedef ve manalara ulaşma yollarını gösterip öğretmiş, bu çerçeve
dahilinde insanı serbest bırakmış, bunlar dışında insana kendi iradesiyle
davranma hürriyeti tanımış, böylece kültür ve medeniyetin genişleyip
yayılmasını önleyecek her nevi girişim ve çatışmadan kaçınmıştır.
İslam dininde kutsal
kabul edilmiş ve mukaddes olduğu vurgulanmış hiçbir maddi nesne, biçim ve şekli
nicelik yoktur. Müslümanın uymakla yükümlü kılındığı hiçbir "görünüş"
ve "şekilcilik" yoktur. Bu nedenledir ki ilmi ve medeni kalkınmanın
şekli ve dış görünüşleriyle uğraşıp bu şekilciliklerle çatışmaktan uzak durmuş
olması; İslam dininin zaman ve çağların gereklerine intibak etmesini
kolaylaştıran bir özellik olmuş ve bu dinin süreklilik ve kalıcılığını
engelleyebilecek önemli bir maniayı ortadan kaldırmıştır. Dinle aklın
bütünleşip içiçe olması da budur işte! Bir taraftan usul ve ana prensipleri
sabit tutmuş ve onları değiştirilemez kılmıştır, diğer taraftan bu değişmez
usul ve prensipleri dış görünüş ve şekilden ayrı mütalaa etmiştir. İslam genel
ve külliyatı belirleyip belirtmiştir, bu bütün ve genellerin çeşitli dış
görünüm ve çeşitli şekil ve biçimleri olabilir; şekil ve biçimlerin değişmesi
ise hakikat ve gerçeği değiştirmez.
Ne var ki
hakikatin dış görünüm ve şekillerle tatbiki de herkesin kolayca uhdesinden
gelebileceği bir şey değildir, bunun için doğru bir anlayış, detayları bilme ve
derin bir kavrayış gereklidir. Hariciler donuk fikirli insanlardı,
duyduklarından ötesini idrakten acizdiler. Bu nedenledir ki İmam Ali (a.s)
hakikatleri anlamaları için onlarla konuşup görüşmek üzere İbn-i Abbas'ı
görevlendirdiğinde ona şöyle diyordu:
"Onlarla
konuşup tartışırken Kur'an'dan örnek ve delil göstermeye çalışma, zira
Kur'an'da çeşitli yorum ve ihtimallere imkan bırakan nice konular vardır, sen
bir şey söylersin, onlar başka bir şey söyler -ve tartışma sonuçsuz kalır-. Bu
nedenledir ki sünnetten örnek ve belge sun onlara; Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a)
hadis ve sözlerindeki delilleri göster, hadis ve sünnet, tevil ve yoruma yer
bırakmayacak kadar net ve açıktır, bu apaçık belge ve delillerden kaçış mümkün
değildir."
Yani Kur'an
genel ve ana hükümlerden ibarettir. Kur'an'dan delil getirilecek olursa onlar
da başka hükümlere dayanacak ve bu tartışmadan hiçbir sonuç alınamayacaktır,
zira onlar, Kur'an'ın hakikatlerinden bir şeyler anlayacak ve bunları değişmez
ölçülerle ölçebilecek kadar bir bilgiye sahip değildirler. Bu nedenle onlara
sünnet ve hadislerden delil gösterilmelidir, zira hadisler bütün ölçü ve
kıstasları net olarak belirlemiş, onların altını çizmiştir. Bu tavsiyede Ali
(a.s), Haricilerin önemli bir özelliğine daha değinmekte ve onların
dindar görünümlerinin yanısıra akılsız ve yoz düşünceli olduklarını da
hatırlatarak dindarlıkla akıllılığın bu taifede yekdiğerinden ayrılmış
olduğunu vurgulamaktadır.
Hariciler
salt cehaletle fikri donukluğun ürünüydüler. Düşünme, kavrama ve araştırma
melekesinden yoksun olan bu insanlar genelle ölçü arasındaki farkı
kavrayamıyor, genelden ölçü ve kıstası ayıramıyorlardı. Sırf belli bir konuda
yanlış netice verdi veya falanca konuda uygulanması bir hata oldu diye hakemlik
meselesini tümüyle batıl addetmiş, artık hiçbir konuda insanların hakemlik
yapmaması gerektiğini sanmışlardır. Hakemlik denilen şeyin genel anlamda doğru
bir şey olduğunu, ama mesela falan konuda uygulanmasının pekala hatalı
olabileceğini kavrayamamışlardır. Bu nedenledir ki Sıffin'deki hakemlik
olayında üç merhale göze çarpar:
1- Tarihi
belgelerin de açıkça ortaya koyduğu üzere hz. Ali (a.s) hakemlik olayına razı
değildi; bunu Muaviye'nin tertiplediği bir oyun ve komplo olarak tanımlıyordu,
bu görüşünde ısrarlıydı.
2- Hakemlik
meselesinin aslında bir oyun olduğunu bilen İmam Ali, Haricilerin zorbaca
dayatmaları karşısında "Madem ille de hakemlik istiyorsunuz, bari Ebu Musa
Eşari'yi hakem seçmeyin, o tedbirsiz ve basiretsiz biridir" diyor, bu iş
için gerekli salahiyete haiz adayları gösteriyordu:"Ya İbn-i Abbas, ya da
Malik-i Eşter hakem olsun." diyordu.
3- İmam Ali
(a.s) genel bir kural olarak hakemliği temelinden reddetmiyor,hakemliğe
başvurmayı mutlak hata saymıyor, bu geneli de ısrarla savunuyordu. Ebu'l Abbas
Müberred "El-Kamil Fi'l Lügati Ve'l Edeb" adlı eserinin 2. cildinin
134. sayfasında şöyle yazar:
"Ali,
Haricileri bizzat aydınlatıp onlara deliller göstererek şöyle dedi:" Allah
aşkına, söyleyin, aranızda benim kadar hakemlik olayına karşı olan var
mıydı?" Onlar "Allah da bilir ki hayır." deyince, İmam "Siz
beni hakemliği kabul etmeye zorlamadınız mı?" dedi, "Evet"
dediler. "O halde ne diye bana karşı geliyor ve beni suçluyorsunuz
şimdi?" dedi İmam. Hariciler "Biz hakemlik esasını kabul etmekle
büyük bir günah işlemiş olduk, ama şimdi tevbe ettik, sen de tevbe et." dediler.
İmam "Her günah işleyen tevbe etmelidir zaten." deyince sayıları altı
bini bulan Hariciler "Ali tevbe etti." dediler, "Şam'a doğru
hareket emrini vermesini bekliyoruz!" Bunun üzerine Kaysoğlu Eş'as, İmam
Ali'ye gidip "Sizin hakemliği haram saydığınız ve alınan sonuca uymayı
küfür bildiğiniz söyleniyor." deyince, İmam minbere çıkıp bir konuşma
yaparak şöyle dedi: "Benim hakemlik olayından döndüğümü söyleyenler
yalancıdır, hakemlik esasını bir sapma ve kafirlik sayanın kendisi sapmış ve kafir
olmuştur!" Bu sözler üzerine Hariciler camiden çıkıp tekrar hz. Ali'ye
karşı ayaklandılar."
Yukarıdaki
tarihi belgeden de anlaşılacağı üzere Ali (a.s) bizzat hakemliğe değil, Sıffin
savaşındaki hakemlik olayına karşıdır ve bunun Muaviye'yle Amr b. Âs'ın
tertiplediği bir komplo olduğunun farkındadır. Ebu Musa'nın böyle bir oyunu
bozabilecek basiret ve ferasette olmadığını söylemiş ve bunu Haricilere bir
türlü kabul ettirememiş, ama sırf bu yüzden "Zaman ve mekanın hiçbir
diliminde insanların hakemliğe başvurmaması gerektiği" şeklindeki
Haricilerin batıl dayatmalarını da asla kabullenmemiştir.
İmam Ali
(a.s) Kur'an yönetimiyle, Kur'an'ı bilen inançlı insanların İslami yönetimini
yekdiğerinden ayrı şeyler olarak mütalaa etmiyordu. Kur'an hükümeti demek,
Kur'an'da belirlenen bir olay karşısında, tıpkı Kur'an'ın emri doğrultusunda
davranmak demekti. İnsanların yönetimiyse, insanın fikir ve görüşünün de yer
aldığı bir yönetim demektir. Kur'an insanlarla bilfiil konuşamayacağına
göre Kur'an'ın hakikatleri insanın görüş ve düşüncesi vasıtasıyla elde
edilebilir ancak. İmam Ali (a.s) bu konuda şöyle diyor:
"Biz
insanları değil, Kur'an'ı hakem olarak seçtik, Kur'an, şu satırlarda yazılı
olan şeydir işte! Kur'an'ın dili yoktur ki insanla konuşabilsin; Kur'an, onu
bilen mümin ve alim insanlar vasıtasıyla konuşur sizinle. Şamlılar bizden
Kur'an'ı hakem seçmemizi istediler, biz de Kur'an'dan yüz çevirecek insanlar
olmadığımız için bunu kabul ettik. Allah Teala da Kur'an'da "Bir konuda
anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah'a ve Resulüne havale edin." buyurmuyor
mu? Allah'a havale edip O'na başvurmak demek, Allah'ın kitabına bakıp onu hakem
seçmek ve Allah'ın kitabının hükmüyle hükmetmek demektir. Resulüne havale etmek
de, Resulünün sünnetine uymaktır. Eğer hakkıyla Allah'ın kitabına ve Resulün
sünnetine müracaat edilecek olursa insanlar arasında bu işe bizim herkesten
daha layık anlaşılır."[67]
Burada,
Nehc'ul Belağa, 2. hutbede de belirtildiği üzere; İslam'da yönetim ve
yöneticilik işi nasla belirlendiği ve tayinle vaki olduğu halde hz. Ali'nin
(a.s) neden hakemiyet olayına teslim olduğu ve sonra da bunu neden ısrarla
savunduğu sorusu akla gelebilir.
Bu sorunun
cevabı bizzat İmam Ali'nin (a.s) konuşmasında geçmektedir. İmam, "Eğer
Kur'an'a ve sünnete müracaat edilir de Allah'ın kitabı hakem olursa, imamet ve
yöneticilik işinin hak olduğu ve bu hakkın da kendisine ait bulunduğunun
anlaşılacağı"nı söylemektedir.
İslam
Fırkalarının Yekdiğerine Tesiri
Hariciler tarihi; müslümanların inanç, fıkıh,
siyasi düşünce ve fikir hayatı gibi çeşitli boyutlarına tesir bırakmış olması
açısından bir hayli önemli ve incelemeye değerdir. Daha önce de hatırlattığımız
üzere slogan ve şiar açısından farklı olsa da bir mezhebin ruhu ve ana fikri,
pekala bir diğer mezhebin ruhuna işleyebilmektedir. Bu da insan tabiatının
hırsız olmasından kaynaklanır. Bazı insanlar vardır ki Sünni olmalarına rağmen
ruh ve mana bakımından Şii'dirler, bunun aksine rastlamak da pekala mümkün.
Bazı insanlar da vardır ki tabiat olarak Zahirci olmalarına rağmen ruh
bakımından tasavvufçudur, bunun aksi de bulunabilir. Kimileri de vardır ki şiar
olarak Şii görünür, ancak ruh ve amel bakımından Haricidir. Bu etkileşim,
fertler için geçerli olduğu gibi milletler için de geçerlidir.
Eğer farklı
mezhep mensupları bir arada yaşıyor iseler, bunların şiarları mahfuz kalsa bile
inançları ve yaşam tarzları yekdiğerine sirayet edecektir. Mesela başa bıçakla
vurulması veya kösler vurulup borular öttürülmesinin Kafkas Ortodokslarından
İran'a geçmesi gibi. Ancak halkın psikolojik hali bunu kabule müsait olduğundan
hemen sirayet etmiştir. Binaenaleyh fırkaların ruh ve psikolojik yapılarını iyi
bilmek gerekir. Kimi fırkalar bütün görüş ve akidelerini hüsn-ü zan üzerine
kurarlar, mutlak anlamda bir iyimserlikleri vardır. Mesela Ehl-i sünnette, ünlü
şahsiyetlerin tamamına karşı mutlak bir hüsn-ü zann vardır, buna karşılık bir
başka mezhep, mesela sadr-ı İslam Şia'sı şahsa ve bireylere değil, onların
İslam'a ne kadar uygun davranıp davranmadıklarına bakabilmekte ve şahısları
İslami hassasiyetlerine göre ölçebilmekte ve neticede olaylara mutlak bir
iyimserlik penceresinden değil, inançsal bir hassasiyetle yaklaşmaktadır. Yine
kimi fırkalar bireyin ruhuna, batınına ve iç dünyasına önem verirken
(tasavvufçular gibi), kimi fırkalar da, Haricilerde olduğu gibi sadece dış
görünüşe saplanmakta, donuk ve yoz olmaktadırlar.
Fırkaların
ruh ve iç yapısı, ilk tarihi oluşumları tanınacak olursa daha sonraki
yüzyıllarda hangi akide ve görüşlerin giderek yekdiğerine yaklaştığı ve farklı
isim ve şiarlarına rağmen aslında diğer akide ve fırkayla bütünleşmiş olduğu
kolayca anlaşılır. Bu anlamda fikir ve inançlar da tıpkı bir dildeki kelimeler
ve deyimlere benzer; hiçbir kasıt ve ön hazırlık olmadan sırf yakın ilişki
neticesinde bir dilin deyim ve kelimeleri nasıl diğer bir dile geçip
kökleşebiliyorsa inanç ve fikirler de böyledir. Mesela İran'ın Müslümanlar
tarafından fethiyle birlikte birçok Arapça kelimenin Farsça'ya geçtiği
bilinmektedir, keza bunun tersi de olmuş ve binlerce Farsça kelime ve deyim de
Arapça'ya geçmiştir. Aynı şekilde Türkçe de Arapça ve Farsça'ya geçmiş ve bunun
tersi de vuku bulmuştur. Abbasi halifesi Mütevekkil zamanının Türkçe'siyle
Selçuklu Moğollarının Türkçe'si bunun en bariz örneğidir. Dünyanın diğer
dillerinden tutun da bireyler ve kavimlerin kendilerine has gelenek, estetik ve
zevklerine varıncaya kadar hepsinde aynı kural ve karşılıklı etkileşim
geçerlidir.
Ruhsuz bir tutuculuk,
fikri donukluk ve akıllılıkla dindarlığın ayrılması şeklindeki Harici düşünce
yapısı İslam tarihi boyunca çeşitli şekillerde müslüman topluluklarına sirayet
etmiştir. Haricilere karşı olan nice görüş ve fırkalarda bugün Haricilik
fikirlerinin görülmesi buradan kaynaklanmaktadır işte: Bireyler ve toplumlar
yekdiğerinden etkilenmekte, karşılıklı bir etkileşim süreci yaşamaktadırlar.
Haricilik
ruhunu taşıyanlar daima var olmuştur, yeni olan her şeye karşı çıkmış, her yeni
gelişme ve yeniliği tekfir etmişlerdir. İslam'da araç-gereç ve maddi şeklin
niceliğinin önem taşımadığını belirtmiştik; bu tür yoz insanlar şu veya bu yeni
araç-gerecin kullanımını bile kolayca haram sayabilecek bir yapı ve temel
taşımaktadırlar veya şu ya da bu eşyaya kutsallık atfetmektedirler.
Bugün nice
İslam fırkaları arasında -ilmi veya fıkhi- akılcılıkla dindarlığın ayrı mütalaa
edildiğini ve tam bir Harici yapı arzettiklerini görmekteyiz; hakikatin
anlaşılması veya mesela İslam'da varolan genel ve temel bir kanundan, çağ için
gerekli cüz'i ve özel bir kanunun çıkarılmasına (içtihad) engel olur, bunu
haram sayar ve bid'at addederler. Oysa ki Kur'an-ı Kerim nice ayetlerde
insanları düşünüp akletmeye çağırmış ve insanoğlunun basiretini ilahi çağrının
desteği olarak tanımlamıştır.
Hicri 2.
yüzyılın başlarında oluşmaya başlayan Mutezile mezhebi, küfürle imanın ne
anlama geldiği konusundaki tefsir ve kelam bahislerinin bir neticesidir
aslında; büyük günahlardan birini işlemenin küfre sebep olup olmayacağı
şeklindeki bir tartışmanın hasılı olan mezkur fırka, Haricilikle bağdaşan bir
okuldur. Mutezililer belli ölçüde hür düşünmek ve akla ve mantığa uygun bir
yaşam biçimi belirlemek istemişlerdi başlangıçta. Gerekli ilmi birikim ve
bilgiden yoksun oldukları halde İslami meseleleri dilediklerince tartışıp
inceleme yoluna gittiler, etraflı bilgilerinin bulunmadığı konularda fikir
yürüttüler, bazı hadisleri belli bir yere kadar eleştirdiler, sadece
kendi içtihad(!) ve kendi bilgilerinin elverdiği yere kadar inceleyip belli bir
karar verdikleri konuları kabul ettiler.
Bunlar
başlangıçta Hadisçilerle Zahircilerin eleştirisine uğradılar; karşılarındaki
güruh hadis ve ayetlerin sadece kelime anlamıyla dış görünüşünü esas alıyor,
anlam ve maksat konusunda düşünmeyi haram sayıyordu. Onlara göre aklın ve
mantığın net hükmünün hiçbir geçerliliği yoktu. Mutezile akıl ve tefekküre ne
kadar değer veriyor idiyse, onlar da zahire o kadar değer veriyorlardı.
Mutezilenin
bu ortaya çıkışından 1,5 asra yakın bir zaman süresi, bu mezhep mensuplarının
türlü arayışlarıyla geçti, nice inişler çıkışlar yaşadılar ve derken Mutezileden
"Eş'ari" mezhebi doğdu, bu defa tam 180 derecelik bir dönüşle akıl ve
mantık verilerini büsbütün reddedip İslami tabirlerin sadece zahirine inanmanın
farz olduğunu söylediler. İslami hükümler, hadisler ve ayetler etrafında
tefekkür edip nedenleri ve nasılları araştırmanın haram olduğu gibi bir
neticeye vardılar! Böylece iş öyle bir noktaya vardı ki dört Ehl-i sünnet
mezhebinden birinin imamı olan İmam Ahmed b. Hanbel, Mutezile görüşlerine
şiddetle karşı çıkar bir hale geldi, hatta bu yüzden hapislere düştü, işkence
gördü ve kırbaç darbeleri altında bile Eş'ariliği savunup Mutezile esaslarını
reddetti.
Bu
keşmekeşlerde nihayet Eş'ariler kazandılar ve akılcılığın defterini dürüp bir
kenara fırlattılar. Bu zafer, İslam dünyasının fikri ve akli hayatına ağır bir
darbe vurmuş oldu.
Eş'ariler,
Mutezilileri bid'at ehli saymadaydı. Eş'arilerin Mutezililere galip gelişinden
sonra bir Eş'arinin şiirinde geçen şu mısralar bir hayli düşündürücüdür:
Bid'atcıların
iktidar faslı bitti
Kökleri
kazındı, işleri bitti.
Şeytanın bir
araya getirdiği bu hizip
Kendi
kendisini yiyip bitirdi, dağılıp gittiler böylece,
Kardeşler! Bu
güruhun fakihi veya imamı
Kendisine
uyulabilecek doğrulukta mıydı sahi?!
Hicri 11 ve
12. yy'larda doruğuna ulaşan ve Ehl-i sünnetin Hadisçileri ve Zahirileri
grubuna pek benzeyen Şia fıkıh kolu Ahbariler de bir nevi akılcılıkla
dindarcılığın ayrımından türemiş bir ekoldür. Ahbarilerle Ehl-i sünnetin
Zahirilerinin fıkhi yöntemleri birbirine çok benzer, hatta yegane farkları
hangi hadislerin esas alınması gerektiğinden ibarettir.
Ahbariler de aklı ve
mantığı büsbütün bir kenara bırakmış bir ekoldür. İslami metinlerden hüküm ve
kuralları bulup çıkarma konusunda akıl ve mantıktan faydalanmayı haram saymış
ve yazdıkları eserlerde, yine bir başka Şia fıkhi kolu olan Usulcülere şiddetle
saldırarak "Sadece kitap ve sünnet hüccettir, akla ve mantığa
dayanılamaz!" demişlerdir. Kitabın hüccet oluşunu da ancak sünnet ve
hadislerin tefsiri yoluyla esas almaktaydılar; bu nedenle de gerçekte Kur'an'ı
da temel belge ve hüccet olarak kabul etmemiş ve sadece hadislerin zahirini
"temel hüccet" olarak kabullenmişlerdir.
Bu kitapta amacımız
çeşitli İslami düşünceleri irdelemek ve Hariciliğin ana ruhu olan
"dindarlıkla akılcılığı birbirinden ayıran" ekolleri incelemek değil elbet.
Son derece geniş bir bahis olan bu konuya derinlemesine girecek olursak
konumuzun dışına çıkmamız gerekecektir. Biz burada sadece çeşitli fırkaların
yekdiğerinden etkileşimini vurgulamak ve Hariciliğin bir mezhep olarak tarihten
silinmiş olmasına rağmen çeşitli İslam fırkaları üzerindeki etkisinin sürdüğünü
hatırlatmak istedik. Öyle ki, bugün bile çağdaş müslüman aydın ve yazarların
bir kısmı, Haricilerin fikirlerini modern ve çağdaş kalıplar içinde sunar hale
gelmiş ve gerçekte Haricilikten başka bir şey olmayan bu fikir ve ekolü hissi
felsefeyle aşılama ve örtüştürme yoluna gitmişlerdir.
[68] - Nehc'ul Belağa, 147. hutbe.
[69] - Nehc'ul Belağa, 27. Mektup.
[70] - Bu nedenledir ki İslam tarihi boyunca ne zaman
bir ıslahatçı, halkın sosyal ve dini durumunu ıslah edip düzeltmek amacıyla
kıyam etmiş ve zalimlerle çıkarcıların menfaatini tehlikeye düşürmüşse söz
konusu zulüm ve çıkar çevreleri hemen renk değiştirip dindarlık kisvesine
bürünmüş ve takvalı görünmeye çalışarak gerçek yüzünü gizlemiştir.
Halifeler
arasında israf ve ayyaşlıklarıyla meşhur olan ünlü Abbasi halifesi Memun
er-Reşid, Alioğullarının (Aleviler) harekete geçip kıyama başladıklarını
görünce yamalı hırkayla halka görünmüş ve avamı bu dış görünüşle
kandırabilmiştir. Nitekim ondan para-pul da almamış ve saraydan beslenmemiş
olduğu halde Ebu Hanife İskafi adlı şair onun bu haline övgüler dolusu şiirler
yazmış ve bir şiirinde şöyle demişti:
İslam
yöneticileri arasında onca zenginliğine rağmen
Memun'dan
daha sade kim var yaşayan?
Öylesine eski-püsküydü
ki onun cübbesi
Soramadan
edemediler "Bu da nesi?"
Memun
"Şahların adı kalır ardından"dedi
Ne
giydiğinin ne önemi var şimdi?
Diğer
halifeler de çeşitli şekillerde aynı yönteme başvurarak Kur'an'ı mızraklara
geçirme politikasıyla; bütün zahmetlerin boşa gitmesine ve kıyam hareketlerinin
henüz başlamadan tükenmesine neden oldular. Bunun yegane sebebi, sloganla
gerçeği ayırt edemeyen avamın cehalet ve bilgisizliğidir. Bu da kıyam ve ıslah
yolunu kendi yüzlerine kapatmalarına neden olmuştur. Gafletten uyandıklarında
ise ön hazırlıkların tümünün yok edildiğini görmüş ve işe baştan başlamaları
gerektiğini anlamışlardır.
Hz. Ali'den
(a.s) öğrenilmesi gereken çok önemli bir nokta da bu tür mücadelelerin belli
bir grup veya cemiyete mahsus olmadığıdır. Bilakis, müslüman veya dindar
görünümlü bir grubun, sömürücü ecnebilerin çıkarlarına elverişli girişimlerde
bulundukları dönemlerde söz konusu ecnebiler veya münafık güçler onları kalkan
olarak kullanmış ve çirkin oyunlarına alet etmişlerdir. Bu nedenledir ki
onlarla mücadeleye kalkışanın, öncelikle bu kalkanla mücadele etmesi ve kalkanı
ortadan kaldırması kaçınılmazdır.
Bu arada
Muaviye'nin, Haricileri tahrik ettiği ve ayaklanmaya kışkırttığı da gözden
kaçmamalıdır. Muaviye ve Eş'as b. Kays gibileri o günlerde anarşik konularda
Haricileri kullanmış, muhalefeti körüklemiş ve kışkırtmışlardır.
Hariciler
hadisesi, her şeyden önce bu aptal ve yoz kalkanların ortadan kaldırılması
gerektiğini, aksi takdirde düşmanın kalbine ulaşılamayacağını öğretmektedir.
Nitekim İmam Ali (a.s) de hakemlik komplosundan sonra önce Haricilerin üzerine
yürüyüp onları ortadan kaldırmış, onların işini bitirdikten sonra tekrar
Muaviye'nin üzerine yürümüştür.