Index Next

ALLAME MURTAZA ASKERÎ

EHL-İ BEYT VE EHL-İ SÜNNET EKOLLERİ

Mütercim: Cafer BENDİDERYA

İsmail BENDİDERYA

BİRİNCİ CİLT BİRİNCİ BÖLÜM

İTHAF

Bismillahirrahmanirrahim

Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketleri senin üzerine olsun ey Asrın İmamı!

Ey efendim, ey Resulullah'ın (s.a.a) torunu!

Bu naçiz çabamı sana hediye ediyorum.

"Ey aziz! Bize ve âilemize darlık dokundu, değersiz de bir sermaye ile geldik; ama sen bizim için tam bir ölçü ver, bize tasadduk eyle; çünkü Allah, tasad-duk edenleri mükâfatlandırır."

Ey cömert ve kerim olan! Günahlarımızı bağışlaması, bizden ve milletimizden sıkıntı ve kederi gidermesi için, Allah

Tealâ'nın huzurunda bize şefaatçi ol.

Doğrusu O, esirgeyen ve bağışlayandır.

Küçük Hizmetçiniz Murtaza Askerî

Kur'ân-ı Kerim:

"Sözü dinleyen ve onun en güzeline uyan kullarımı müjdele! İşte onlar Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlardır

aklıselîm sahipleri." (Zümer, 17-18)

KİTABIN İÇERİĞİNE BİR BAKIŞ

Elinizdeki kitabın giriş bölümü, Ehlibeyt ve Hilâfet Ekolleri'nin ihtilâf kaynaklarını açıklığa kavuşturmakta ve kitabın konuları iki bölümden oluşmaktadır.

Birinci bölümde iki ekolde İslâm dininin kaynakları ve İslâm inanç ve hükümlerinin temelini oluşturan bu kaynaklara ulaşmanın yolları ele alınmış ve bu bölüm beş konuda incelenmiştir:

1- Sahabeler konusunda Ehlibeyt ve Hilâfet Ekolleri'nin görüşleri.

2- İki ekolün, İslâm dini ve gerçek İslâm'a ulaşmanın kaynağı olan imamet ve hilâfet konusundaki görüşleri.

3- İki ekolün, İslâm dininin kaynakları hakkındaki görüşleri ve bunun iki kısma ayrılışı:

a) İki ekolün Kur'ân-ı Kerim hakkındaki görüşü.

b) İki ekolün Resulullah'ın (s.a.a) sünneti hakkındaki görüşü ve Hilâfet Ekolü'nün içtihat ve reyle amel etmeyi İslâm dininin kaynaklarından biri sayıp, onu Kur'ân-ı Kerim'le ve Resulullah'ın (s.a.a) sünnetiyle aynı derecede görmesi. Daha sonra İslâm dininde ve Hilâfet Ekolü'nde ona ulaşmanın yolu geniş bir şekilde incelenmiştir.

4- Resulullah'ın (s.a.a) sünnetinden içtihat ve reyle amel etme sonucu meydana gelen sapmalara karşı İmam Hüseyin'in (a.s) kıyamı.

5- İmam Hüseyin'in (a.s) kıyamından sonra Ehlibeyt İmamları'nın, Resulullah'ın (s.a.a) sünnetini İslâm toplumuna iade etmeyi başarması ve ardından Ehlibeyt Ekolü'nün Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sünnetini yayma konusunda yaptığı faaliyetler. Bundan sonra Ehlibeyt Ekolü'nde, İslâm dininin kaynakları ve onu elde etmenin yoları incelenmiş ve son olarak iki ekolün düşüncesinin temelleri ele alınmıştır.

GİRİŞ

Yüce Allah rububiyeti gereğince, insanlar için bir din koymuş, insanların hayatlarını ona göre düzenlemelerini ve onun kurallarına uyarak insanî kemal derecelerine ulaşmalarını istemiştir. Dolayısıyla peygamberleri vasıtasıyla onları "İslâm" diye adlandırdığı[1] bu kurallara yönlendirmiştir. Aynı şekilde tüm varlıkların ruhuna, kendilerinin fıtrat ve yaratılışlarına uygun olan ve onları kemale ulaştıracak olan düzenler koymuş veya onları, ilham ya da sarih ve net bir şekilde açıklama yoluyla bu süreci kat etmeğe yönlendirmiştir.[2]

Başından beri Allah'ın peygamberlerinden biri ölünce, o ümmetin güç sahipleri ve zenginleri, o Peygamber'in getirmiş olduğu dinin kendi istekleriyle çelişen bazı bölümlerini tahrif ediyor veya saklıyor, onun yerine kendi uydurdukları tahrif edilmiş hüküm ve kuralları yerleştiriyor, onu da Allah ve Peygamber'ine isnat ediyordu. Nihayet yüce Allah başka bir peygamber göndererek dinini yeniliyor, saptırılmış ilke ve kuralları kaldırıyordu. Yüce Allah Hz. Muhammed'i (s.a.a) peygamberliğe seçip beraberinde Kur'ân'ı gönderince ve ona akait ve hükümlerden ibaret olan İslâm'ın esaslarını muhkem ayetlerle nazil edince, Kur'ân'da Resulullah'a (s.a.a) nâzil olan şeylerin detaylı  açıklamalarını da insanlara bildirmek için ona vahyetmiştir.[3] Peygamber (s.a.a) de İslâm'ın kanunlarını, meselâ namazın kılınış tarzını, rekatlarını, oruç ve şartlarını, sakınılması gereken şeyleri, Kâbe'nin tavafını, tavaf sayısını, başlangıç ve bitiş noktasını ve diğer farzları, müstehapları, haramları ve mekruhları insanlara öğretti. Böylece bunlarla Müslümanların elindeki "Nebevî hadisler" oluştu. Yine yüce Allah, İslâm'ı Resulü'nün siretinde uyguladı ve insanların ona uymasını emretti: "Andolsun... Allah'ın Resulü'nde güzel bir örnek vardır."[4] Resulullah'ın (s.a.a) hadis ve siretlerinin toplamına "Sünnet" ismi verilmiş ve Allah ve Resulü de bu sünnete uymamızı emretmiştir.[5] Böylece yüce Allah, İslâm'ı Kur'ân ve Peygamber'inin sünneti yoluyla insanlar için tamamlamış; ama Resulullah (s.a.a.) irtihalinden önce Müslümanları kendisinden sonraki sapıklıklardan haberdar etmiş, önceki ümmetlerin başına gelenlerin İslâm ümmetinin de başına geleceği konusunda Müslümanları uyarmış ve "Önceki ümmetlerden  biri bir kertenkele deliğine girmişse bile bu ümmette de birisi kalkarak böyle yapacaktır." diye ikaz etmiştir![6] Bu ümmetteki tahrif meselesine gelince; yüce Allah'ın kendisi, Kur'ân'ı her türlü tahriften koruyarak şöyle buyurmuştur: "Hiç şüphesiz, zikri (Kur'ân'ı) biz indirdik; onun koruyucuları da gerçekten biziz."[7] Başka bir yerde ise şöyle buyurmaktadır: "Bâtıl, ona önünden de, ardından da gelmez. (Çünkü Kur'ân,) hikmet sahibi, çok övülen (Allah)'tan indirilmedir."[8]

 Ama hadis ve sîret olarak elimizde bulunan sünnete gelince; yüce Allah onu tahriften korumamıştır. Resulullah'tan (s.a.a) nakledilen elimizdeki hadisler arasındaki ihtilâf ve çelişkiler bunun en açık göstergesidir. Resulullah'ın (s.a.a) hadislerindeki bu ihtilâf ve çelişkiler, âlimlerden bazılarını bu ihtilâfları halletmeye sevk etmiş ve "Tevil- Muhtelefi'l-Hadis"[9], "Beyân-u Müşkili'l-Hadis"[10] ve "Beyân-uMüşkili'l-Âsâr"[11] gibi kitapların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Resulullah'tan (s.a.a) nakledilen hadislerdeki ihtilâflardan dolayı Müslümanlar Kur'ân-ı Kerim'i anlama konusunda ihtilâfa düştüler ve tarih boyunca aralarında hiç bitmeyen farklılıklar, ihtilâflar günümüze kadar devam etti. Ayrıca, muhtelif kavimlerden oluşan Müslümanların, diğer milletlerden olan çeşitli din ve inançların mensuplarıyla görüşmeleri de Müslümanların İslâm'ı anlamada daha çok ihtilâfa düşmelerine sebep oldu. Nitekim onlardan bazıları ellerindeki sahih hadisleri ve Kur'ân ayetlerini kendi görüş, anlayış ve reylerine göre yorumlamaya başladılar. Bu da aralarına ayrılık düşmesine, kendilerine muhalif olanların görüşlerini dinlememelerine sebep oldu ve nihayet birbirlerini tekfir edecek kadar ileriye götürdü onları. Bütün bunları iç kargaşaların etkenleri olarak sayabiliriz. Ama bunların yanında, bunlara yardımcı olarak tahrifle uğraşan dış etkenler de vardı. Şimdi bunları görelim:

Yıkıcı Dış Etkenler

Hadis, siyer ve tefsir kitaplarından oluşan İslâmî kaynaklarda tahrif ve tahribe yol açan faktörlerden bir kısmını oluşturan hâricî etkenleri şöyle sıralayabiliriz:

1- Ka'bu'l-Ahbar ve Temimu'd-Dârî gibi bazı Ehlikitap râvilerine ait rivayetlerin, İslâmî kaynaklara sızması.

2- Yine İbn Ebi'l-Avcâ ve Seyf b. Ömer et-Temimî gibi zındıkların uydurup İslâmî kaynaklara ve çevrelere  sızdırdıkları rivayetler.[12]

3- Son zamanlarda sömürgeci kâfir güçler, Müslüman ülkelere ve İslâm'a karşı en korkunç ve en yıkıcı silâhlarını kullanmaya başladılar. Bu da Yahudi ve Hıristiyan bilginlerinin, müsteşrik (oryantalist) adı altında İslâmî kaynaklarımızdaki zaaflarımızı bulup, onlarla İslâm'a karşı savaşmak üzere görevlendirilmeleriydi. Onlar bu görevlerini yerine getirmek için İslâm kaynaklarından fihristler hazırladılar ve elde ettiklerini çok dikkatli bir şekilde yayınladılar. Böylece kaynaklarımızın bütün içeriklerini elde ettiler. Ondan sonra çeşitli kitaplardan İslâm'ın çehresini çirkin gösteren (Garânik masalı gibi) yalan ve uydurma konuları seçerek onları "Dâiretu'l-Meârifi'l-İslâmî" [İslâm Ansiklopedisi] ve "Muhammed Siyasî Peygamber"gibi o dönemde beğeni kazanan güzel, göz alıcı isimlerle yayınladılar.[13] Fakat mütecaviz sömürgecilerin İslâm'a karşı açtıkları savaş bundan daha acı ve daha tehlikeli idi. Çünkü onlar, kendi fikrî ekollerinde yetişen uşaklarını, kendi düşünce ve medeniyetlerinin tebliğcilerini

İslâm topraklarına gönderdiler, ellerindeki bütün kitle iletişim imkânlarını onların faaliyetlerinin hizmetine vererek onları İslâm ülkelerinde aydın, ilerici, İslâm'ın ıslah edicileri vb. çekici isimlerle meşhur ettiler. Sömürgeci güçlerin ellerinde yetişen bu grup, dıştan ithal ettikleri görüş ve düşünceleri, sömürgecilerin kendilerine vermiş olduğu çeşitli basın yayın araçlarıyla güzel bir şekilde, çekici ve aldatıcı isimlerle Müslümanlar arasında yaydılar.   Hindistan'daki Aligere İslâmî Üniversitesi'nin kurucusu Sir Seyit Ahmed Han, genç neslin üstadı ismiyle tanınan Ahmet Lütfî, Mısır'da Kasım Emin, bunlara ilişkin birkaç örnektir. Benzer şeyleri İran'da, Irak'ta ve diğer İslâm beldelerinde de yaptılar. Tabii ki, bu dışarıdan ithal edilen aydınlarla İslâm'ın gerçek koruyucuları arasında çatışma çıkacak, sömürgeciler ve uşakları müsteşriklerin talebelerini savunacaklardı. Bunların İslâm'a karşı açmış oldukları savaşta kullandıkları en keskin silâh, İslâm'a getirdikleri yeni tanımlamalar, İslâm tarihinde yaptıkları tasarruflar ve İslâmî şahsiyetleri kafalarına göre tanıtmalarıydı. Bunun bâriz örneklerini Sir Seyit Ahmet Han'ın yazmış olduğu sözde Kur'ân tefsirinde veya Corci Zeydan'ın yazmış olduğu hikâye ve romanlarda bulmak mümkündür.

 Evet bunların ve müsteşrik üstatlarının bütün çabaları, tek hedefe yönelmekteydi, o da bunlardan birisinin deyişiyle, "Dini, ancak din kılıcıyla katletmek mümkündür!" Bu hedefe ulaşmak için sömürgecilerin uşakları ve müsteşriklerin elinde yetişen kimseler, Kur'ân'ı tefsir ediyor, Resulullah'ın (s.a.a) hadislerini açıklıyor, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) ve Ehlibeyt İmâmları’nın sîretlerini yazıyorlardı. Bunlar çalışmalarında sürekli olarak Kur'ân'ın ve hadisin gayb âlemiyle ilişkisini inkâr etmeye ve onu insanın fıtratından kaynaklanan tabii bir şeymiş gibi göstermeye çalışıyorlardı. Bazen imalı bir şekilde, bazen de açıkça tüm İslâm kanunlarının kendi zamanına uygun olduğunu, İslâmî kuralların kendi döneminde ileri ve o günün insanlarına yararlı olduğunu; ancak, zaman gereklerine ve insanların ihtiyaçlarıyla uyum sağlaması açısından, bugün İslâm hükümlerinde köklü bir reforma ve kanunlarının yeniden gözden geçirilmesine  gerek duyulduğunu dile getirirlerdi. Bunlar bu aldatıcı ve gizli silâhla, İslâm ve Müslümanlar için, sömürgecilerin uşaklığını yapan politikacılardan ve onların İslâm ülkelerinde başa geçirdikleri hükümdarlardan çok daha  ehlikelidirler! Çünkü bunlar İslâm'ı tanıtma ve İslâm'ı zamanın gerekleriyle uzlaştırma adı altında, İslâm'ın gerçeklerini tahrif ederek bizim İslâmî inanç ve düşüncelerimizle savaşmaktadırlar.

 Bütün bunlardan şu sonucu elde etmekteyiz: Bugün Müslümanlar, İslâm'a inen ağır akidevî darbelerden sonra, İslâmî vahdeti korumayı gerekçe göstererek, bütün bu fikrî sapıklıkların karşısında sessiz kalma tavrını benimseyen bazı ateşli Müslümanların görüşünün aksine, bütün İslâm fırkalarının görüşlerini derinlemesine incelemeye, bu alanda araştırma yapmaya ve onları her türlü bulaşıklık ve tahriften arındırmaya muhtaçtırlar. Bunların bahsettikleri vahdet, bütün Müslümanları tekfir eden ve sadece kendilerini Müslüman görüp diğer bütün Müslümanları müşrik sayan Hâricîlerin varlığıyla nasıl gerçekleşebilir acaba? Halife Osman, Emirü'l-Müminin Ali (a.s), Ümmü'l-Müminin Âişe, Talha, Zübeyir, Muaviye, Amr b. As ve bunların beraberindekilerden uzak duran, bunlardan nefret eden, bütün Müslümanlara lânet eden Hâricîlerle[14] vahdet nasıl mümkün olabilir?! Müslümanlar arasında, Resulullah'ın (s.a.a), Ehlibeyt İmâmları'nın (a.s) ve diğer Müslümanların mezarlarını ziyaret etmek, onlarla teberrük edinmek, onları şefâatçi kılmak, onlarla yüce Allah'a tevessül etmek isteyen kimseleri müşrik sayan, onları İslâm'ın dışında ve bid'at ehli olarak gören kimselerle sağlıklı bir vahdet nasıl gerçekleşebilir? Evet bu düşünce tarzına göre bütün Müslümanlar –hicretin üçüncü yılından bugüne kadar- müşrik sayılırlar. Bu düşüncelerinden dolayı da Hira mağarası yolunda ve benzeri mukaddes mekânlarda yapılmış olan bütün camileri ve mukaddes binaları, Müslümanların imamlarının, müminlerin annelerinin (Resulullah'ın zevceleri), Resulullah'ın (s.a.a) amcasının ve amcasının oğlunun, ashabının ve hatta Uhud şehitlerinin mezarlarını yıkıp yerle bir ettiler! Bunlar, dünya Müslümanlarının çoğunluğuna karşı yaptıklarını, Yahudilere ve Hıristiyanlara yapmıyor; üstelik onlarla dostluk anlaşması imzalıyor ve onlara "müşriksiniz" demiyorlar! Oysa onların ibadet merkezlerinde haç ve Hz. İsa'yla Hz. Meryem'in (a.s) putları vardır ve onlar açıkça Hz. İsa'yı (a.s) rabb olarak addetmekte ve Allah'ı üç ilahtan biri olarak saymaktadırlar.

Diğer taraftan, bu ve benzeri konular, bir Müslümanın kişisel meseleleri türünden konular (namazda elleri bağlayıp bağlamama veya abdestte ayakları yıkama veya meshetme durumu buna bir örnektir. Hanefî, Şafiî ve Hanbelî fıkhında namazda ellerin bağlanmasına, Ehlibeyt Ekolü'nde ve Mâlikî fıkhında ise ellerin iki yana salınması gerektiğine hükmedilmiştir) değildir ki, her Müslüman diğerinden farklı olarak taklit veya içtihat yoluyla kendisine sabit olan hüküm gereğince amel edebilsin ve bütün bu farklılıklara rağmen İslâm toplumunda bir arada yan yana yaşayabilsin. Zira bu tür konular, İslâm toplumunun temellerinin dayandığı meselelerdendir.

 Yani bir toplum, ya bu inanç ve düşünce temellerine dayanmalı ve diğeri yok edilmeli, ya da diğer düşünce temellerine dayanılarak bu yok  edilmelidir. Aynı şekilde bu konular, dinle alakası olmayan birtakım siyasî meseleler de değildir ki İslâmî vahdeti korumak için görmezlikten gelinsin. "Ve Câe Devru'l-Mecus" (Mecusilerin Devri Başladı…) gibi kitapları takma veya gerçek isimlerle ve milyonlarca tirajda bastırıp dağıtanların ve bunları finanse eden bazı devletlerin, İslâm ümmetinin büyük bir kısmını İslâm'dan çıkmakla suçlamalarını; aynı şekilde, akıl almaz paralar harcayıp, dünyanın dört bucağına tebliğciler göndererek, okullarda, medreselerde, üniversitelerde, camilerde ve mümkün olan her yerde, kendi malum düşüncelerini yayarak kendileri dışında kalan bütün Müslümanları müşrik olarak tanıtmalarını, sadece siyasî gerekçelerle açıklamak asla mümkün değildir. Hatta bunları, "Müslümanlar arasına ayrılık düşürmek için sömürgeci güçler tarafından ortaya atılmıştır." şeklinde değerlendirip "O hâlde Müslümanların maslahatı için bunları görmezden gelip susalım." demenin de bir mantığı yoktur. Zira bu düşünceler, bizzat Hanbelîlerin imamı Ahmed b.

Hanbel'in (öl. 240 hicrî) ve onun izleyicilerinden olan İbn Teymiyye'nin (öl. 728 hicrî) döneminden itibaren, hatta onlardan da önce yayılmış ve bugüne kadar İslâm toplumunda varlığını sürdürmüştür. Yüz binlerce Müslümanın katledilmesi, İslâm topraklarının çeşitli bölgelerinde ve çeşitli dönemlerde kütüphanelerin yakılması, bu iddiamızın açık delilidir. Elbette bu durumdan, çeşitli devletler veya sömürgeci güçler de siyasî amaçları doğrultusunda yararlanmış, halâ da yararlanmaktadır. Buna bir çare bulunmadığı ve bu bozuk düşüncenin kökü İslâm toplumundan kazınmadığı sürece, bu durum böylece devam edecektir.

Belirttiğimiz gibi, bunlar tespit edilmiş inançlar olduğundan bu acı olay karşısında susmak, İslâmî vahdeti, yakınlaşmayı ve uyumluluğu sağlamayacağı gibi; bu yarayı daha da derinleştirecek, ayrılığı daha da arttıracak ve bunun tedavisini daha da güçleştirecektir. Şimdi bu iddiamızı daha geniş bir şekilde izah edip delillendirmek için, İslâm ümmeti arasında gördüğümüz bazı ihtilâflı konuların etkilerine ve sonuçlarına değinmek istiyoruz.

MÜSLÜMANLARIN ARASINDAKİ İHTİLAFLI KONULAR VE SONUÇLARI

Müslümanların birbirlerini tekfir etmelerine dair zikrettiğim ve daha sonra zikredeceğim hususların tümüne, basılıp yayınlanan kitaplarda, çeşitli İslâm ülkelerine yaptığım seyahatlerde ve özellikle de hac ziyaretlerimde ve çeşitli İslâmî fırkalara mensup Müslüman âlim ve düşünürlerle yaptığım görüşmelerde şahsen tanık oldum.

Mekke'ye İlk Yolculuğum

Mekke-i Mükerreme'ye ilk yolculuğumu, Kral Abdülaziz Âl-i Suud döneminde yapmıştım. Irak hacılarından oluşan kâfilemiz, Arabistan'ın Ramah şehrine vardığında, orada 24 saat konaklamıştı. Bu süre zarfında, konakladığımız bölgedeki camide cemaat namazlarına katılıyor, oranın ahalisiyle birlikte namaz kılıyorduk. Biz, o şehirden ayrılırken, oranın ahalisinden bazıları da etrafımızda toplanarak bizim hareketimizi izliyordu.

 Aralarından, oranın ileri gelenlerinden ve aydınlarından olduğu her hâlinden belli olan biri çıkıp hemşerilerini muhatap alarak, bizlere işaret etti ve âvâmî lehçesiyle, "Bunların hepsi müşriktir... Bunlar Hasan ve Hüseyin'e ağlıyorlar..." dedi. Sonra beni göstererek sözlerini şöyle sürdürdü: "Bu adam da bunların imamı ve önderidir. Elime düşseydi başını keser, kanını içerdim." Aramızdan biri, "Biz niçin müşrikmişiz?! Bizler, hacca gittik, Resulullah'ın (s.a.a) mezarını ziyaret ettik ve..." diye itiraz etti. Bunun üzerine o adam öfkeyle, "İşte bu sözlerinle sen müşrik oldun; Ebu Suud'un babası bile artık seni elimden kurtaramaz. Muhammed kim oluyor ki? Muhammed de benim gibi bir insandır ve şimdi de ölmüştür!" dedi. Iraklı hacı, bu tehditten korktu ve titreyerek, "Öyleyse ne diyelim?" dedi. Arap, "Allah'tan başka hiç kimse, yarar veya zarar dokunduramaz, de!" dedi. Iraklı hacı da aynı sözleri tekrarladı.

 Ama bu arada kâfilemizdeki hacılardan başka biri, o Suudî'ye hitaben, "Muhammed de senin gibi miydi?" dedi. Suudî, "Evet, Muhammed de benim gibi bir insandı ve şimdi ölmüştür." diye cevap verdi. Hacı, "Muhammed'e (s.a.a) Kur'ân iniyordu, sana da iniyor mu?" dedi. Suudlu adam bu sözlerin karşısında cevapsız kaldı ve biz de bineklerimize binerek süratle oradan uzaklaştık. Şunu da söyleyeyim ki, bizim kafilemizde Irak'ta ikamet eden Suudî Arabistanlı bir hacı da vardı. Kafilemiz sınıra ulaştığında gümrük memuru bizimle birlikte olan Arabistanlı adamın pasaportunu görünce bağırarak, "Sen İslâm topraklarından ayrılıp küfür ve şirk topraklarına mı gittin?" dedi. Bunun üzerine adam, elinden aldığı pasaportunu geri vermesi için görevliye rica edip yalvarmaya başladı. Adam çok yalvardıktan sonra görevli pasaportunu geri verdi.

Mekke'ye İkinci Yolculuğum

İkinci kez Mekke'yi ziyarete gittiğimde Irak uleması İslâm hükümlerini uygulamak için büyük çaba gösteriyor, kendi haklarını alması için İslâm ümmetini camilerde ve toplantılarda bilinçlendiriyor, teşvik ediyor ve İslâmî olmayan kanunlara açıkça karşı çıkıyordu. Biz o sırada, dünyanın dört bir yanında Müslümanların İslâm hükümlerini ihya etmek doğrultusundaki hareketlerini izliyor ve bunlarla ilgili haberleri var gücümüzle yaymaya çalışıyorduk. Cezayir halkının Fransa'ya karşı kıyamını destekliyor, Filistinlilerin kıyamına bütün maddî ve manevî gücümüzle katkıda bulunmaya çalışıyorduk. Hıristiyan Habeşlilere karşı Eritre halkının kıyamını izleyerek onu destekliyor, İslâm hükümlerinin tekrar hâkim kılınması için  bu gibi durumlarda Müslümanlara ümit verilmesi, onlara yardım edilmesi ve aradaki ihtilâfların unutulması gerektiğine inanıyorduk. Yine 1382 şevvalinin yirmi beşinde İran ulemasıyla tağut Şah rejimi arasında Kum Feyziye Medresesi'nde çatışma başlayınca[15] biz bu mukaddes kıyamı büyük bir müjde kabul ederek tüm gücümüzle onu destekledik ve kendimizi elimizdeki bütün imkânlarla birlikte ona yardım etmeye adadık. Diğer âlimlerle birlikte Bağdat'ta bu büyük İslâmî hareketi yüceltmek için üç gece büyük toplantılar düzenledik.

 Bu toplantılarda onun etkilerini ve sonuçlarını açıklayan konuşmalar yapıldı. Böyle bir ortamda hac ziyaretine gittik. Bu yolculukta tüm Müslüman ülkelerde İslâm'ı ihya için Müslümanların vahdet ve birliğini şiar edinmiştim.

 Plânım ise İslâm uleması önderliğinde İran Müslüman halkı tarafından gerçekleştirilen İslâmî kıyamın yaygınlaşmasıydı; ben bunu öneriyordum. Bu yolculukta, İran'da böyle bir kıyamı gerçekleştiren etkenleri Müslümanların ileri gelenlerine ve bilginlerine açıklayarak onları da harekete ve kıyama teşvik ediyordum. İslâm'ın hüküm ve kanunlarına dönmek için başlatılan İslâmî hareket ve kıyam, dünyanın neresinde zafere ulaşırsa, bunun, dünyanın dört bir yanında etki bırakacağını açıklıyordum. Bütün bu faaliyetlerde tek arzum, İran Müslüman halkının başına gelen musibetlere ve onların hedefinin hepimizin ortak hedefi olduğuna dair sözlerimi duyacak, anlayacak bir kulak bulmaktı! Ben bu yolculukta Suriye'de İhvanu'l-Müslimin'in önderiyle, Mekke'de Said Ramazan'la, Arafat'ta Eritre inkılapçılarının önderi Muhammed Adem'le, Ürdün ve Beytulmukaddes'te Filistin aydınlarıyla, gazetecilerle, İslâm ulemasıyla ve hatipleriyle, İslâmî hareketlerin önderleriyle, yine Ebu'l-Hasan Nedvî ve o dönemlerde Pakistan İslâmî cemiyetler genel başkanı olan Ebu'l-A'lâ Mevdudî'yle ve diğerleriyle görüşüp konuştum. Faaliyetlerim, Medine'de İran İslâm inkılabını desteklemek için hacılar arasında dağıtılmak üzere hazırlanmış olan bildirilerin yazılmasıyla başladı. Ben o zaman o bildirilerin metninde ve dağıtılmasında bazı düzeltmeler yapmıştım.

 O bildirilerde İran İslâm kıyamının boyutlarını saymış, tağutların ve onların uşaklarının İran halkına yapmış olduğu zulümleri ve o hükümeti kâfirlerin başa geçirdiğini, onların gayr-i İslâmî ülkelerin uşakları olduklarını ifade etmiş ve Müslümanları, İranlı Müslümanların yardımına koşmaya davet etmiştik. Ben bu bildirilerin Meş'aru'l-Haram'da hacılar arasında dağıtılması için bayram gecesini uygun görmüştüm. Ama zilhiccenin yedisinde bildirilerin dağıtımıyla görevli olan kimsenin onların bir bölümünü Mescidu'l-Haram'da hacılara dağıttığını ve ardından Harem'- deki Suudî görevlileri tarafından tutuklandığını, bütün bildirilere de el konulduğunu duydum. Bayram günü, Irak ve İran uleması olarak toplandık, o dönemde Suudî Arabistan veliahdı olan Faysal'la görüşüp tutuklanan görevlimizin serbest bırakılmasını ve bildirilerin de geri verilmesini istedik. Ben bu fırsattan yararlanarak Faysal'a hitaben şöyle dedim: Ülkenizde Kur'ân hükümlerini uyguladığınızı iddia eden sizin hükümetiniz de, İslâm hükümlerini uygulamak ve ülkelerinin kanunlarını İslâm hükümlerine uygun hale getirmek için kıyam eden diğer Müslümanlara yardım etmeli ve küfür hükümlerini uygulamayı isteyen güçlere karşı çıkmalıdır.

 Yine Mekke'yi onların elinden kaçanlara sığınak etmeli ve onlara yardım etmelidir. Nitekim, "Kendileri için birtakım yararlara şahit olsunlar..." ayeti de bunu buyurmaktadır. Daha sonra Kum Feyziye Medresesi'nde İran İslâm ulemasının kıyamını açıkladım ve o kıyamın boyutlarını elimden geldiği kadar izah ettim. Bu arada bu kıyam karşısında Müslüman liderlerin vazifelerini, özellikle Suudi hükümetinin vazifesini saydım ve konuşmamın sonunda Müslümanlardan yardım talebimizle ilgili bildirileri Harem-i Şerîf'te dağıtan ve bu yüzden tutuklanan görevlimizin durumuna değindim. Ardından aramızda bazı konuşmalar geçti ve nihayet onun serbest bırakılması sağlandı. Hac amellerini yapıp Mekke'ye döndükten sonra mahallî gazetelerde cuma günü "Hindî Camisinde" Üstat Mevdudî'nin bir konuşma yapacağı ve bütün üslümanların davetli olduğuyla ilgili bir bildiri yayınlandı.[16] Biz de yatsı namazından sonra onun konuşmasını dinlemek için o toplantıya katıldık.

 Mevdudî konuşmasında İslâmî hayatın topluma yeniden kazandırılması için Müslümanlara sekiz öneride bulundu. Üstat Mevdudî'nin konuşmasından sonra ben kürsüye çıkarak onun sözlerini takiben şöyle dedim: "Bugün Müslümanlar, İslâmî hareketlerinde üç şeye muhtaçtırlar: Birincisi, asrı saadetten on dört asır geçmesinden ve İslâm tarihinde yaşanan onca olaydan sonra, İslâm kaynaklarından hükümleri nasıl elde edeceğimizi, hadis ricalini tanımayı, hadis ve sünneti gerektiği gibi anlamayı bize sağlayacak yepyeni ve geniş bir araştırmaya ve artık sadece gözü kapalı bir şekilde geçmişleri taklit ile vakit geçirmeyi bırakmaya muhtacız. İkincisi, İslâm topraklarına saldıran sömürgeciler, Müslümanların arasına ihtilâf düşürmeyi, onların birliğini yok etmeyi ve bu yolla dünyanın herhangi bir noktasında gerçekleşen İslâmî hareketi kolayca ezmeyi başarmıştır. Bu arada Cezayir halkının Fransa'ya karşı ayaklanmasını, Eritre Müslümanlarının Habeşlilere karşı olan direnişini ve İran ulemasının yabancıların uşağı olan ve onlar tarafından başa geçirilen tağuta karşı olan kıyamını geniş bir şekilde açıklayıp Müslümanların mutlaka onlara yardım etmeleri gerektiğini vurguladım. Üçüncü olarak dedim ki: "Bugün Ebuzer, Ammar ve Sümeyye'nin imanı gibi bir imana muhtacız."

 Ardından o büyük insanların İslâm yolunda bu Mekke'de ne gibi işkencelere tahammül ettiklerini açıklamaya çalıştım. Benim çeşitli İslâm temsilcileriyle görüşmelerim ve Bağdat ulemasından şu özelliklere sahip olan birinin Medine-i Münevvere'de olduğu haberi, Medine'de İslâm Üniversitesi müdürü Abdülaziz b. Baz'a ulaştı; "Bağdat uleması" kelimesinden, benim Ehlisünnet âlimlerinden biri olduğumu sanmış olacak ki bu yüzden beni yeni kurulmuş olan Medine İslâm Üniversitesi'ni görmeye davet etti. Bu amaçla Irak Üniversitesi hocalarından, ileri gelenlerinden ve âlimlerden bir grupla birlikte oraya gitmemiz için üniversitenin arabalarından birkaçını bizi almak üzere gönderdi. Söz konusu üniversite hocaları oranın büyük salonunda toplanmış bizi bekliyorlardı; içeri girdiğimizde sıcak bir şekilde bizi ağırladılar.

 Salon çok kalabalıktı, hatta üniversite öğrencileri de bizi görmek için pencerelerin arkasına toplanmışlardı. Onlar bizi ağırladıktan sonra, ben kalkarak bir konuşma yaptım. Allah'a hamd ve senadan sonra Irak ulemasının onlara selâmını söyledim. Medine-i Münevvere İslâm Üniversitesi'nin kuruluşundan dolayı tebriklerimi ve bundan duyduğum sevinci ifade ettim. Ardından şu konuşmayı yaptım:

Resulullah (s.a.a) bu kutlu şehre girince muhacirlerle ensar arasında kardeşlik bağları kurdu; bu kardeşlik bağları üzerine büyük İslâm toplumunu bina etti. Şimdi siz burada tahsil gören kırk beş ülkenin öğrencilerini bulundurarak Resulullah'a (s.a.a) uyabilir, İslâm'a ve Müslümanlara o büyük

hizmeti tekrar gerçekleştirebilirsiniz. Onlar yeryüzünün çeşitli noktalarında, sömürüyle ve mütecaviz güçlerle mücadele hâlindeler. Onlardan bazıları, sömürgeci güçlerin çizmeleri altında inlemekte, bazıları da sömürgecilerin başa geçirmiş oldukları uşaklarının pençesinde, sömürgecilerle ve uşaklarıyla mücadele etmektedirler.

Cezayir Müslümanları Fransa' ya karşı savaşmakta, belâlara ve musibetlere katlanmaktadır. Eritre'de inkılapçı savaşçılar, Habeş İmparatoru Haile Selasiye ile savaş hâlindeler; bu yüzden ağır darbeler alıyorlar. İran İslâm uleması kâfir sömürge güçlerini İslâm topraklarından çıkarmak ve topraklarına İslâm hükümlerini geri getirmek için tağuta ve sömürgeci efendilerine karşı boş elleriyle kıyam etmiş ve başlarına şu ve şu belalar gelmiştir... Ben, Müslümanların tefrika ve ayrılıkları sonucu başlarına gelen acı geçmişleriyle ilişki kurup, yeteri kadar açıkladım ve çeşitli örnekler getirerek konuşmamı bitirdim. Sonra konuşma sırası gözleri görmeyen konuğumuz Şeyh İbn Baz'a geldi. Ben konuşurken ona, benim Ehlibeyt Ekolü mensupla rından ve o ekolün ulemasından biri olduğum söylenmiş olacak ki yerinden kalkarak birkaç defa öksürdükten sonra, "Siz müşriksiniz! Önce Müslüman olun, sonra Müslümanlardan sizinle vahdet olmalarını isteyin." dedi. Bu sözleri duyunca damarlarımda kanım kaynadı. Çaresiz onunla tartışmaya başladım. Aramızda çok sözler geçti; ama yeri olmadığı için burada onlara değinmiyorum.[17]

* * *

Mekke'ye yapmış olduğum çeşitli yolculuklarımda Mekke ve Medine'nin Cuma hutbelerini ve cemaat imamlarının vaazlarını çok dinlemişimdir; bazen akşamla yatsı namazı arasında çeşitli hatiplerle konuşmak için Hiyf Mescidi'ne gidiyor, dinleyici olarak Mekke'de düzenlenen Râbıtatu'l-Alemi'l-İslâmîye toplantılarına katılıyordum. Yolculuklarımda, Mısırlı bilginlerle, özellikle el-Ezher, Lübnan, Körfez ülkeleri, Hindistan, Pakistan gibi diğer Müslüman ülkelerden gelen bilginlerle konuşuyor, önerilerimi onlara söylüyor ve bazen de onlardan söylenmeyecek şeyler duyuyordum. Ben Müslümanların çeşitli gruplarının ileri gelenlerine ve bilginlerine önerilerimi sunarken, Müslümanların ihtilâf konularını araştırıp onların nereden kaynaklandığını incelemeden ve bu ihtilâfları kaldırmaya çalışmadan onların arasında vahdet ve birliğin sağlanamayacağı sunucuna vardım. "(Bunu her şeyden) haberi olan Allah gibi sana (hiç kimse) haber veremez."[18] Dolayısıyla ihtilâfları kaldırmak için iki ekol arasındaki ihtilâflı konuların nereden kaynaklandığını incelemek zorunda olduğumuzdan, burada bu ihtilâflı konulardan birkaçına değiniyoruz. Daha sonra ihtilâflı konuları yok etmenin doğru yollarından bahsedeceğiz. Konuya yüce Allah'ın bazı sıfatlarıyla ilgili ihtilâflara değinerek başlıyorum.

  Index Next