HiDAYET ÖNDERLERİ
HZ.MUHAMMED (SAA)

İÇİNDEKİLER

 

Back Index Next

 

Hz. Peygamber'in (s.a.a) yüzünün her tarafını hüznün kapladığı açıkça görülüyordu. Kendisine: "Ey Allah'ın Resulü, daha önce bize böyle olmayı yasaklamamış mıydın?" diye sordular. Hz. Peygamber bu soruya: "Ben üzülmeyi yasaklamadım. Benim yasakladığım şey, yüzleri tırmalamak, yakaları parçalamak ve şeytandan gelen feryatlardır." dedi.[392]

Bir başka rivayete göre de sahabîlerin az önceki sorusuna: "Bu bir merhamet, bir acıma duygusu ifadesidir. Merhamet etmeyene merhamet edilmez." karşılığını verdi.[393]

Hz. Peygamber'in yüce Allah nezdindeki itibarının yüksekliğinden ve insanların iman etmelerini sağlayan birçok mucize göstermiş olmasından dolayı bazı Müslümanlar İbrahim'in öldüğü gün güneşin tutulmuş olmasının onun ölümü ile bağlantılı bir ilâhî mucize olduğunu sandılar.

Fakat Hz. Peygamber (s.a.a) böyle bir hurafenin bir sünnete ve cahiller tarafından benimsenen bir inanca dönüşmesinden kaygılanarak bu asılsız yakıştırmayı derhal reddetti ve şöyle dedi: "Ey insanlar, güneş ile ay Allah'ın üstün gücünü kanıtlayan ayetlerden (belirtilerden) iki ayettir. Bunlar, biri öldü veya hayata kavuştu diye tutulmazlar."[394]


PUTPERESTLİĞİN YARIMADA'DAN TASFİYESİ

1- Müşriklerle İlişkilerin Kesilmesinin İlân Edilmesi

Hoşgörü esasına dayanan İslâm şeriatı ve İslâm inancı, Arap Yarımadası'nın her yanına yayılıp insanların çoğu bu inancı ve şeriatı benimsedikten sonra, bu bölgede az sayıdaki bazı kişiler dışında müşriklik ve putperestlik geleneğini devam ettiren kimseler kalmadı. Bu noktada en büyük siyasî ve ibadetle ilgili toplantıları oluşturan törenlerdeki müşriklik ve putperestlik görüntülerini ortadan kaldıran açık ve kesin ifadeli bir açıklamanın yapılması gerekli hâle geldi.

İslâm devletinin, ilkelerini her yerde ilân ederek önceki aşamanın gerekli kıldığı işi idare etme ve kalpleri uzlaştırma aşamasına son verdiğini ilân etmenin uygun vakti gelmişti.

Hz. Peygamber (s.a.a) bu açıklama için zaman olarak Hicret'in dokuzuncu yılının zilhicce ayının onuncu gününe rastlayan Kurban Bayramı gününü ve yer olarak Mina bölgesini belirledi. O gün Ebu Bekir'i bu konu hakkında inen ve bütün müşrikler ile ilişki kesmeyi açıkça içeren Tevbe Suresi'nin başından on üçüncü ayetin sonuna kadarki bölümünü okumakla görevlendirdi. Bu ilişki kesme ilânı somut olarak şu maddeleri içeriyordu:

1- Kâfirler cennete giremezler.

2- Hiç kimse Beytullah'ı çıplak olarak tavaf edemez. Çünkü cahiliye geleneklerine göre Beytullahı'ı çıplak olarak tavaf etmek serbest idi.

3- Bu yıldan sonra hiçbir müşrik hac edemez.

4- Kimin Resulullah (s.a.a) ile arasında bir anlaşma varsa bu anlaşma, süresinin sonuna kadar geçerlidir. Fakat Peygamber ile arasında anlaşma olmayanlara dört aylık bir süre verilecektir. Bu sürenin sonunda Daru'l-İslâm (İslâm Yurdu) sınırları içinde müşrik olarak bulunan kimseler öldürülecektir.

Bu arada Hz. Peygamber'e şu önemli ilkeyi tebliğ emekle ilgili olarakden bir ilâhî vahiy indi: "Bu açıklamayı ya kendin yapacaksın veya senden olan bir kişi yapacaktır." Bu ilâhî vahiy üzerine Hz. Peygamber (s.a.a), Hz. Ali'yi çağırdı ve ona kulağı yarık devesine binerek Ebu Bekir'e yetişmesini ve söz konusu ilânı içeren belgeyi ondan alarak kendisinin insanlara duyurmasını emretti.[395]

Belgeyi Ebu Bekir'den alan Hz. Ali, hacılar topluluğu arasında ayağa kalkarak söz konusu ilâhî duyuruyu, kararın kesinliği ve açık sözlülüğü ile örtüşen bir güç ve cesaretle okudu. İnsanlar çekingenlik içinde ve dikkatle onu ayakta dinlediler. Bu açıklamanın müşrikler üzerindeki etkisi, Müslümanlığı kabul etmiş olarak Resulullah'a (s.a.a) gelmeleri şeklinde görüldü.

2- Necran Hıristiyanlarıyla Mübahele

Necran Hıristiyanlarının liderleri ile düşünce adamları, Hz. Peygamber'in (s.a.a) kendilerini İslâm'a çağırmayı içeren mektup konusunu incelemek üzere bir araya geldiler. Yaptıkları bu toplantıda kesin bir görüşe varamadılar. Çünkü ellerinde İsa Peygamber'den sonra bir peygamberin geleceğini haber veren kutsal metinler vardı ve Hz. Muhammed'in sergilediği görüntü onun peygamber olduğuna işaret ediyordu. Bundan dolayı Necranlı Hıristiyan liderler ile düşünürler Hz. Peygamber'le (s.a.a), kendisi ile bizzat görüşerek onunla diyalog kurmakacak için bir heyet göndermeye karar verdiler.

Hz. Peygamber (s.a.a) bu büyük heyeti karşıladı. Fakat yüzünde, putperestlik karakterini yansıtan görüntülerinden hoşlanmadığını belirten bir ifade açıkça belirdi. Çünkü halis ipekten ve ipekli kumaşlardan dikilmiş cüppeler giymişlerdi, altın takıları vardı ve boyunlarında haçlar taşıyorlardı. Aynı kişiler ertesi gün dış görünüşlerini değiştirerek ikinci defa geldiklerinde, Hz. Peygamber kendilerini hoş karşıladı, kendilerine saygılı davrandı ve dinî törenlerini uygulamaları için onlara alan açtı.

Arkasından onlara İslâm'ı takdim etti ve kendilerine Kur'ân'dan bazı ayetler okudu. Ancak onlar İslâm'ı kabul etmeye yanaşmadılar ve aralarındaki tartışma uzun sürdü. Sonunda Hz. Peygamber'le (s.a.a) mübahele yapmayı kabul ettiler. Bu, yüce Allah'ın emrinin gereği idi. Mübahele günü olarak da sözbirliği ile ertesi günü kararlaştırdılar.

Resulullah (s.a.a) yüce Allah'ın aşağıdaki ayetinde ifadesini bulan ilâhî emir uyarınca Necran Hıristiyanlarının karşısına mübahele amacı ile çıktı. Onlarla karşılaşmaya çıkarken Hz. Hüseyin'i kucağına aldı, Hz. Hasan'ın elinden tuttu; kızı Fatıma ile amcasının oğlu Ali b. Ebu Talip de arkasında yer almışlardıduruyorlardı. Allah'ın emrini içeren ayette şöyle buyuruluyor: "Artık sana gelen bilgiden sonra kim onun hakkında seninle tartışacak olursa de ki: Gelin, biz kendi oğullarımızı, siz kendi oğullarınızı, biz kendi kadınlarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz kendimizi ve siz kendinizi çağıralım. Sonra da dua edelim de Allah'ın lânetini yalan söyleyenlerin üstüne kılalım."[396]

Hz. Peygamber bu saydığımız yakınları dışında başka hiç kimseyi yanına almadı. Amacı, peygamberliğinin ve ilâhî elçiliğinin doğruluğunu herkese ispat etmekti. Bu durum karşısında sırada Necran'ın baş papazı ileri atılarak şunları söyledi: "Ey Hıristiyanlar, ben karşımda öyle yüzler görüyorum ki, eğer Allah'tan bir dağı yerinden oynatmayı isteseler, Allah o dağı yerinden oynatır. Sakın onlarla mübaheleye, karşılıklı lânetleşmeye kalkışmayın ki, yok olursunuz ve yeryüzünde bir tek Hıristiyan kalmaz."

Necranlılar Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt'i (tümüne Allah'ın selâmı olsun) ile karşılıklı lânetleşmeden vazgeçince, Allah'ın Resulü onlara şöyle dedi: "Madem ki lânetleşmekten kaçındınız, öyleyse Müslüman olmak suretiyle onların sahip oldukları hak ve sorumluluklara siz de sahip olun. " Bunu da reddettiklerinde, Hz. Peygamber onlara: "O hâlde ben sizi savaş meydanına davet ediyorum." karşılığını verdi. Hz. Peygamber'in bu meydan okuması üzerine şöyle dediler. "Bizim Araplarla savaşacak gücümüz yok. Biz seninle, bize saldırmaman ve bizi dinimizden döndürmeye çalışmaman şartı ile barış anlaşması yapmak istiyoruz. Teklif ettiğimiz bu anlaşmanın şartı olarak sana bin tanesi safer ve bin tanesi recep ayında olmak üzere yılda iki bin top kumaş elbise ile otuz tane demirden yapılmış normal zırh vermeyi taahhüt ediyoruz."

Hz. Peygamber Necranlı Hıristiyanlar ile bu şartla anlaşma yaptıktan sonra şunları söyledi: "Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, yok olmak, Necran halkının üzerine inmek üzereydi. Eğer lânetleşselerdi, çarpılarak maymunlara ve domuzlara dönüşeceklerdi. Vadileri tutuşup üzerlerine ateş yağdıracaktı. Necran bölgesinin ile bu bölgenin halkı, ağaç tepelerindeki kuşlara varıncaya kadar, yok olacaktı. Hıristiyanların üzerinden bir yıl geçmeden hepsi helâk olacaklardı." Böylece Necran Hıristiyanlarının temsilcileri Müslümanlığı kabul etmeden beldelerine döndüler.[397]

Rivayet edildiğine göre Necran Hıristiyanlarının Seyyid ve Akıb isimli liderleri çok kısa bir süre sonra Müslümanlığı kabul ettiklerini açıklamak üzere Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanına geri döndüler.[398]

3- Veda Haccı

Resul-i Ekrem (s.a.a) insanlığın tümü önünde güzel bir örnek oldu. Allah'ın ayetlerini insanlara duyuruyor, ayetlerionları yorumluyor ve hükümlerini yalın bir dille ayrıntılı biçimde açıklıyordu. Müslüman topluluklar da sözde ve davranışta ona uymaya özen gösteriyorlardı. Hicret'in onuncu yılının zilkade ayı girince, Hz. Peygamber (s.a.a) hac farizasını yerine getirmeye karar verdi. Daha önce hac farizasını yerine getirme fırsatı bulamamıştı. Böylece Müslüman ümmete hac farizasının içerdiği hükümleri fiilen göstermiş olacaktı.

Onun bu kararını öğrenen binlerce Müslüman Medine'ye akın etti ve Hz. Peygamber (s.a.a) ile birlikte hac ziyareti yapmak için gereken hazırlıkları yaptılar. Öyle ki, Medine'den olanlardan katılanlarlaın, çöllere dağılmış yerleşim birimlerinden ve kabilelerden gelen bu hacı adaylarının sayısı yüz bin Müslümana ulaşmıştı.

Bu büyük kalabalığı birleştiren temel faktörler sahici bir sevgi, İslâm kardeşliği ve başkomutan elçinin çağrısına verilen olumlu cevap idi. Oysa onlar daha düne kadar birbirine karşı nefret duyguları besleyen düşmanlar, cahiller ve kâfirlerdi. Hz. Peygamber (s.a.a) yanına bütün eşleri ile kızı Hz. Fatıma'yı almıştı. Hz. Fatıma'nın eşi Hz. Ali, Resulullah (s.a.a) tarafından bir göreve gönderildiği için bu yolculuğa katılamamıştı. Hz. Peygamber, Medine’de yokluğu sırasında yerini almak üzere ensar Müslümanlarından Ebu Dücane'ye yetki vermişti.

Zulhuleyfe adı ile anılan yerde Hz. Peygamber (s.a.a) beyaz kumaştan oluşan iki parçayla ihrama girdi. İhrama girerken şu sözleri söyleyerek telbiye getirdi: "Lebbeyk, allahumme lebbeyk, lebbeyk lâ şerike leke lebbeyk, inne'l-hamde ve'n-nimete leke ve'l-mülk, lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk: Emrin baş üstüne Allah'ım, emrin baş üstüne. Yoktur ortağın senin, emrin baş üstüne. Hamd, nimet ve egemenlik sana mahsustur, emrin baş üstüne. Yoktur ortağın senin, emrin baş üstüne."

Zilhicce ayının dördünde Hz. Peygamber (s.a.a) Mekke'ye bakan tepeye vardı ve telbiye getirmeyi kesti. Sonra Mescid-i Haram'a girdi. Bu sırada sık sık Allah'ı övüyor, O'na hamd ve şükrediyordu. Arkasından Hacerü'l-Esved'e elini sürüp ziyaret etti, Beytullah'ı yedi kere tavaf etti, İbrahim makamının yanında iki rekât namaz kıldı, sonra Safâ ile Merve tepeleri arasında sa'y yaptı. Arkasından hacılara dönerek: "Sizden kim beraberinde kurbanlık hayvan sevk etmemişse, ihramdan çıksın ve buraya kadar yaptığını haccını umre kılsın. Kim kendisiyle kurbanlık hayvan sevk etmişse, ihramlı olmaya devam etsin."(Peygamber (s.a.a) kendisiyle birlikte kurbanlık getirmiş olduğundan ihramdan çıkmadı.)

Bazı Müslümanlar, Peygamber gibi yaparak ihramdan çıkmamaları gerektiği düşüncesi ile Hz. Peygamber'in (s.a.a) emrini yerine getirmediler. Hz. Peygamber (s.a.a) onların takındıkları tavra kızarak: "Eğer önceden yapmış olduğumu şimdi yapacak olsaydım işimle ilgili geleceği bilseydim, sizin gibi sonradan öğrenmiş olmayacaktım [yani, böyle bir hükmün geleceğini bilseydim, sizin gibi ben de kurbanlık deve getirmezdim]; size emrettiğim şeyi ben de yapardım." dedi.[399]

Bu arada Hz. Ali (a.s), Resulullah'a (s.a.a) katılmak üzere Yemen'den Mekke'ye hareket etti. Yanında otuz dört kurbanlık hayvan getirdi. Mekke'ye yaklaşınca hemen şehre girmek istedi ve kendi yerine seriyesindekilerden birini bıraktı. Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Ali ile buluşmaktan ve onun Yemen'de gerçekleştirdiği başarıdan dolayı sevindi ve ona: "Git, Beytullah'ı tavaf et ve arkadaşlarının yaptıkları gibi ihramdan çık." dedi. Hz. Ali (a.s): "Ben senin tehlil getirdiğin (ihrama girdiğin) niyetle ihrama girdim." dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti: "Ben ihrama girdiğimde şöyle dedim: Senin kulun, nebin ve resulün Muhammed nasıl tehlil getirdiyse, ben de aynı niyetle tehlil getiriyorum." Sonra Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Ali'ye seriyesinin başına dönmesini ve onları yanına alarak Mekke'ye gelmesini emretti. Seriyeyi oluşturan savaşçılar Mekke'ye döndüklerinde Hz. Ali'yi Hz. Peygamber'e (s.a.a) şikâyet ettiler. Çünkü Hz. Ali, onların kendi yokluğu sırasında gerçekleştirdikleri hatalı bir tasarruflarına karşı çıkmıştı. Hz. Peygamber (s.a.a) söz konusu seriyenin mensuplarına şu cevabı verdi: "Ey insanlar, Ali'den şikâyetçi olmayın. Vallahi o, Allah'a itaat konusunda kendisinden şikâyet edilemeyecek derecede sert ve tavizsizdir."[400]

Zilhicce ayının dokuzuncu günü Hz. Peygamber (s.a.a) yoğun Müslüman kalabalığın beraberinde Arafat'a yöneldi.

Resulullah (s.a.a) zilhicce ayının dokuzuncu günü güneş batıncaya kadar Arafat'ta kaldı. Havanın kararması ile birlikte devesine binerek Müzdelife'ye indi ve gecenin bir bölümünü orada geçirdi. Tan yerinin ağarmasından güneşin doğuşuna kadar Meşaru'l-Haram'da vakfe yaptı. Sonra zilhiccenin onuncu günü Mina'ya vararak oraya ait ibadetleri yaptı; şeytan taşladı, kurban kesti ve tıraş oldu. Sonra hac farizasının geriye kalan diğer ibadetlerini tamamlamak üzere Mekke'ye doğru yola çıktı.

Bu hacca "Veda Haccı" adı verildi. Çünkü Resulullah (s.a.a) bu hac sırasında vefatının yakın olduğuna işaret ederek Müslümanlar ile vedalaştı. Ayrıca bu hacca "Belâğ Haccı" da denir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.a) bu hac sırasında kendisinden sonra yerine kimin geçeceği konusunda Rabbinden inen talimatı Müslümanlara tebliğ etti. Bazıları ise bu haccı "Haccetu'l-İslâm" (İslâm Haccı) diye adlandırdılar. Çünkü bu hac, Hz. Peygamber'in (s.a.a) gerçekleştirdiği ilk hacdır ve kendisi bu ziyaret sırasında hac göreviyle ilgili sabit hükümleri fiilen açıklamıştır.

Veda Hutbesi

Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.a) bu hac sırasında çok sayıda konuyu ele alan bir konuşma yaptı. Söze başlarken Allah'a hamd ettikten ve O'nu övdükten sonra şunları söyledi:

"Ey insanlar, beni dinleyin, size bazı açıklamalar yapacağım. Bu yıldan sonra burada bir daha sizinle belki de bir daha buluşamayacağım. Ey insanlar, bu beldede ve bu aydaki bu gününüz sizin için nasıl saygın ve dokunulmaz ise, kanlarınız ve mallarınız da Rabbinize kavuşuncaya dek birbiriniz için aynı şekilde saygın ve dokunulmazdır. Hey, tebliğ ettim mi? Allah'ım şahit ol. Kimin yanında bir emanet varsa, onu sahibine versin. Cahiliye döneminden kalan faiz alacakları geçersizdir. İlk geçersiz saydığım faiz sözleşmesi, amcam Abdulmuttalip oğlu Abbas'ın faiz alacağıdır. Cahiliye döneminden kalma kan davaları geçersizdir. İlk geçersiz saydığım kan davası, Amir b. Rebia b. Haris b. Abdulmuttalib'in kan davasıdır. Kâbe'nin bakım ve hacıların su ihtiyaçlarının giderilmesi dışında kalan cahiliye döneminden kalma bütün ayrıcalıklar geçersizdir. Kasten adam öldürmenin cezası, öldürülmektir. Yarı kasıtlı cinayetlerde ise, sopa ile ve taşla adam öldürmenin diyeti yüz devedir. Kim daha fazlasını isterse, o cahiliye dönemi ehlindendir."

"Ey insanlar, şeytan bu bölgenizde kendisine tapılmaktan ümidini kesti. Fakat tapılmanın dışında kalan ve sizin küçümsediğiniz davranışlarda kendisine itaat edilmesine razıdır."

"Ey insanlar, haram aylardaki savaş yasağını başka aylara aktararak ertelemek kâfirlikte daha ileri gitmektir. Kâfirler bu yolla sapıklığa sürüklenirler. Onlar Allah'ın haram kıldığı ayları sayıca denk getirmek için bu ertelemeyi bir yıl helâl sayarken, bir sonraki yıl haram kabul ederler. Zaman döndü ve Allah'ın gökler ile yeryüzünü yarattığı günkü gibi oldu. Allah'ın gökleri ve yeryüzünü yarattığı günden beri geçerli olan evrensel yasasına göre O'nun katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. Bu dört ayın üçü birbirini izlerken dördüncüsü diğer aylar arasında kalan tek bir aydır. Bu dört ay; zilkade, zilhicce ve muharrem ayları ile cemaziyülâhir ile şaban ayları arasında kalan recep ayıdır. Hey, tebliğ ettim mi? Allah'ım şahit ol."

"Ey insanlar, sizin nasıl kadınlarınız üzerinde haklarınız varsa, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin onlar üzerindeki haklarınız, yatağınızı sizden başkasına çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri sizden izinsiz evlerinize almamaları ve fuhuş yapmamalarıdır. Eğer bunlardan birini yaparlarsa, onları engellemenize, kendilerini yataklarında yalnız bırakmanıza ve şiddetli olmayacak şekilde onları dövmenize Allah izin verdi."

"Eğer yaptıkları kötü işlere son verir ve size itaat ederlerse, örfe uygun şekilde yiyeceklerini, içeceklerini ve giyeceklerini karşılamakla yükümlüsünüz. Kadınlarınız sizin yanınızda çıplaktırlar; kendileri için hiçbir şeye sahip değildirler. Onları Allah'ın emaneti ile aldınız ve Allah'ın sözü gereğince namusları size helâl oldu. O hâlde kadınlar hakkında Allah'tan korkun ve onlara iyi olanı tavsiye edin."

"Ey insanlar, müminler birbirinin kardeşleridir. Gönül rızası ile verilmedikçe hiç kimseye kardeşinin malı helâl değildir. Hey, tebliğ ettim mi? Allah'ım şahit ol."

"Benden sonra birbirinizin boyunlarını vuran kâfirlere dönüşmeyin.

Ben size öyle iki şey bıraktım ki, eğer onlara sarılırsanız, kesinlikle doğru yolu kaybetmezsiniz. Bunlar Allah'ın kitabı Kur'ân ile benim soyum olan Ehl-i Beyt'imdir. Hey, tebliğ ettim mi? Allah'ım, şahit ol."

"Ey insanlar, Rabbiniz birdir, atanız birdir. Hepiniz Adem'in soyundansınız ve Adem de topraktan yaratılmıştır. Allah katında en üstününüz, kötülüklerden en çok kaçınanınızdır. Arabın Arap olmayana, karşı kötülüklerden sakınma titizliği dışında bir üstünlüğü yoktur. Hey, tebliğ ettim mi?"

Dinleyenlerin: "Evet." diye karşılık vermeleri üzerine Hz. Peygamber (s.a.a): "O hâlde bu sözlerimi burada olanlar burada olmayanlara iletsin!" dedi [ve ardından şöyle devam etti]:[401]

"Ey İnsanlar, yüce Allah her mirasçının mirastaki payını belirlemiştir. Hiçbir miras bırakanın mirasının üçte birlik bölümünden fazlası üzerinden vasiyet etmesi caiz değildir. Çocuk kimin yatağında doğmuşsa, ona aittir. Fuhuş yapan ise, taşlanarak öldürülür. Babasından başkasının, babası olduğunu iddia eden kimse veya velilerinden başkalarının, velisi olduğunu ileri süren kimse, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lânetine maruz kalır. Allah ondan ne bir fidye, ne de azabı geri çevirerek bir ameli kabul eder... Selâm ve Allah'ın rahmeti üzerinize olsun."[402]

4- Vasi Tayini[403]

Müslümanlar Hz. Peygamber'i (s.a.a) dört bir yandan kuşatmış ve aralarına almış bir durumda haclarını tamamladılar. Hac farizasını ondan öğrenme işi gerçekleşmişti. Resulullah (s.a.a) Medine'ye dönmeye karar verdi. Büyük hac kafilesi Gadir-i Hum denen yerin yakınındaki Rabığ adı ile anılan mıntıkaya varmıştı. Burada hacılar dağılıp kendi beldelerine döneceklerdi. İşte bu dağılma öncesinde emredici ve uyarıcı bir tebliğ ayeti içeren şu ilâhî vahiy indi: "Ey Elçi, Rabbin tarafından sana indirilen mesajı tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur."[404]

Bu ilâhî hitap, son derece önemli bir ilâhî emir içeriyordu. Acaba Resulullah'tan (s.a.a) gerçekleştirilmesi istenen ve onun o ana kadar gerçekleştirmemiş olduğu bu önemli tebliğ görevi ne idi? Bilindiği gibi Hz. Peygamber (s.a.a) ömrünün yaklaşık son yirmi üç yılını Allah'ın ayetlerini ve hükümlerini insanlara duyurmakla ve onları Allah'ın dinine çağırmakla geçirmişti. Kendisine: "Allah'ın elçisi olma görevini yerine getirmemiş olursun." denmesin diye bunca büyük sıkıntılara, belâlara ve zorluklara katlanmıştı.

Çok sıcak bir gündü. Öyle ki, insan yerin aşırı şiddetinden dolayı başının ve ayaklarının üzerini örtmek zorunda kalıyordu. İşte böyle bir anda Hz. Peygamber s(s.a.a) geride kalanlar baş taraftakilere yetişsinler diye kafilelere durmalarını emretti. Maksadı hacılara ilâhî emri okumak, onlara peygamberlik görevinin son duyurusunu iletmekti. Duyurunun bu mekânda ve bu şartlarda gerçekleşmesi ilâhî bir hikmete dayanıyordu. Böylece bu duyuru, geçecek zaman boyunca ümmetin vicdanına yapışık ve hafızasında canlı bir şekilde kalarak ilâhî risaleti ve İslâm ümmetini koruma altında tutacaktı.

Hz. Peygamber (s.a.a) büyük bir cemaatle namaz kıldıktan sonra deve eyerlerinden üst üste yığılması ile kurulan minbere çıktı ve Allah'a hamd-ü sena ettikten sonra orada bulunan herkesin işitebildiği yüksek bir sesle şu konuşmayı yaptı:

"Ey insanlar, yakında çağrılacağım ve o çağrıya icabet edeceğim (dünyadan göçüp gideceğim). Ben sorumluyum, siz de sorumlusunuz. O hâlde ne diyeceksiniz?" Dinleyenler: "Senin aldığın mesajları duyurduğuna, nasihat ettiğine ve elinden gelen çabayı harcadığına şahadet ederiz. Allah seni hayırla ödüllendirsin." dediler. Hz. Peygamber (s.a.a) sözlerine şöyle devam etti: "Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in onun kulu ve elçisi olduğuna, Allah'ın cennetinin gerçek olduğuna, kıyamet anının geleceğinde hiçbir şüphe olmadığına ve Allah'ın, mezarlardaki ölüleri tekrar dirilteceğine şahadet etmiş değil misiniz?" Dinleyicilerin: "Evet, bunlara şahadet ediyoruz." karşılığını vermeleri üzerine Hz. Peygamber (s.a.a): "Allah'ım, şahit ol." dedi ve arkasından sözlerine şöyle devam etti: "Ben, önceden havuzumun başına varıp sizi bekleyeceğim. Siz bana, havuzumun yanında geleceksiniz. Havuzumun genişliği San'a ile Busra arası kadardır. Orada yıldızların sayısınca gümüş bardaklar vardır. Benim arkamdan iki değerli emanetime karşı nasıl davranacağınıza bakın."

Dinleyenlerden biri: "Ey Allah'ın Resulü, bu iki değerli emanet nelerdir?" diye seslendi. Hz. Peygamber (s.a.a) bu soruya şu cevabı verdi: "En büyük emanet Allah'ın kitabıdır. Bir tarafı yüce Allah'ın elinde, öbür tarafı sizin ellerinizdedir. Ona sarılın, o takdirde doğru yolu kaybetmezsiniz. İki emanetin öbürü ve küçüğü, benim soyumdur. Lütufkâr ve her şeyden haberdar olan Allah bu ikisinin havuzumun başında benim yanıma gelinceye kadar birbirinden ayrılmayacaklarını haber verdi. Ben de onlarla ilgili olarak bunu Rabbimden istedim. Öyleyse bu ikisinin önüne geçmeyin; yoksa helâk olursunuz. Gerilerinde de kalmayın, yoksa yine helâk olursunuz."

Sonra Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Ali b. Ebu Talib'in elini tuttu ve her ikisinin koltuk altı beyazlığı görülecek şekilde havaya kaldırdı. Onu oradaki Müslümanların tümü tanıdı. Arkasından karşısındakilere: "Ey insanlar, müminler için kendilerinden önde gelen kimse kimdir?" diye sordu. Dinleyenlerin: "Allah ve O'nun Resulü daha iyi bilir!" karşılığını vermeleri üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle dedi: "Allah benim mevlâm ve ben müminlerin mevlâsıyım. Ben müminler için kendilerinden daha evlâ (onlar üzerinde tasarruf ve yetki sahibi) kişiyim. Ben kimin önderi, velisi isem, Ali de onun önderi ve velisidir." Hz. Peygamber bu son cümleyi üç kere üst üste tekrarladı.

Arkasından şöyle dedi: "Allah'ım, kim ona dost olursa, sen de onun dostu ol. Kim onun düşmanı olursa, sen de ona düşman ol. Kim onu severse, sen de onu sev. Kim ondan nefret ederse, sen de ondan nefret et. Kim onu desteklerse, sen de onu destekle. Kim onu yüzüstü bırakırsa, sen de onu yüzüstü bırak. O ne tarafa dönerse, hakkı da onunla birlikte o tarafa döndür. Hey, bu söylediklerimi burada bulunanlar, burada olmayanlara duyursunlar."

Bu sözlerin arkasından oradaki kalabalık henüz dağılmadan vahiy görevlisi olan Cebrail şu ayetle indi: "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum."[405]

Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şunları söyledi: "Dinin kemale erişi, nimetin tamamlanması ve Rabbimin benim elçiliğimden ve benden sonra Ali'nin velâyetinden hoşnut olması üzerine Allahu ekber!"

Arkasından Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Ali (a.s) için bir çadır kurulmasını ve müminlerin akın akın bu çadıra girerek onun müminlerin emiri olarak teslimiyetlerini bildirmelerini emretti. Orada bulunanların hepsi Hz. Peygamber'in bu emrini yerine getirdi. Hz. Peygamber, başta kendi eşleri olmak üzere orada bulunan kadınların da bu teslimiyetlerini bildirme görevini yerine getirmelerini emretti.

Hz. Ali'yi kutlayanların başında Ebu Bekir ve Ömer vardı. Hepsi ona şöyle diyordu: "Kutlu olsun, kutlu olsun sana, ey Ebu Talib'in oğlu, benim ve erkek-kadın bütün müminlerin önderi olarak sabahladın ve akşamladın."[406]

5- Yalancı Peygamberler

Hacı kafileleri Gadir-i Hum denen yerden dağılarak Irak, Şam ve Yemen'e doğru yola çıktılar. Hz. Peygamber (s.a.a) de Medine'ye hareket etti. Çeşitli istikametlere dağılan hacıların her biri Resulullah'ın (s.a.a) kendinden sonra halifeliği ve liderliği amcasının oğlu Ali b. Ebu Talib'e (a.s) devrettiği yolundaki vasiyetini gittiği yere taşıdı. Böylece İslâmî hareket, Hz. Peygamber'in yöntemi ile devam edecek ve ilk önderin ahirete irtihalinden sonra karşılaşacağı engelleri aşacaktı. Bu aşama, Hz. Peygamber'in (s.a.a) o sonsuzluğa açılan tarihî günde Hz. Ali'yi halife olarak tanıtmasından itibaren başladı. Hatta bu başlangıç, "Yevmu'd-Dar=Ev Günü"[407] olarak bilinen çok eski bir güne kadar geriye gider. Çünkü o gün Peygamberimiz, Hz. Ali'yi yararlı olanı öneren bir yardımcı, destekleyici bir kardeş, savunucu bir kol ve kendisinden sonra herkesin itaat etmesi, tâbi olması, önder ve lider olarak bilmesi gereken bir halife olarak nitelemişti.

Yeni dinin egemenlik alanı genişledikten ve Medine'deki merkezî yönetim güçlendikten sonra herhangi bir topluluğun yeri dinden uzaklaşmasıtığını veya bazı kişilerin Hz. Peygamber'in (s.a.a) getirdiği ilkelerden dönmesi ya da Medine'den uzak yörelerde yaşayan bazı kişilerin şahsî emellerini ve hastalıklı arzularını gerçekleştirmek için din unsurunu araç olarak görmeleri çok tehlikeli bir olay olarak sayılmaz.

İşte bu istikrarı fırsat bildiği anlaşılan Müseyleme adında biri, yalancı bir peygamber olarak ortaya çıktı. Hz. Peygamber'e (s.a.a) gönderdiği bir mektupta kendisinin de peygamber olarak görevlendirildiğini iddia etti ve Hz. Peygamber'den (s.a.a) kendisini yeryüzü egemenliğine ortak saymasını istedi. Hz. Peygamber (s.a.a) gelen mektubun içeriğini öğrenince, mektubu getirenlere dönerek onlara şöyle dedi:

"Elçilerin dokunulmazlığı ilkesi olmasaydı, her ikinizin de boynunu vururdum. Çünkü siz daha önce Müslüman oldunuz ve benim peygamberliğimi kabul ettiniz. Sonra nasıl oldu da bu aptalın peşinden giderek dininizi bıraktınız."

Sonra yalancı Müseyleme'nin mektubuna yine bir mektupla karşılık verdi. O mektubunda şunlar yazılı idi: "Bismillahirrahmanirrahim. Allah'ın elçisi Muhammed'den yalancı Müseyleme'ye. Allah'ın selâmı hidayete uyanların üzerine olsun. İmdi, yeryüzü Allah'ın mülküdür, onun vârisliğine kulları arasından dilediklerini getirir. Akıbet, kötülüklerden sakınanlarındır."[408]

Müslümanlar, Esved-i Ansî, Müseyleme ve Tuleyha gibi bazı deccalların öncülük etmeye kalkıştıkları dinden dönme hareketlerini bastırmayı başardılar.

6- Bizans Savaşı İçin Genel Seferberlik[409]

Hz. Peygamber (s.a.a) İslâm devletinin kuzey sınırlarına büyük önem veriyordu. Çünkü bu sınırların ötesinde düzenli bir devlet yapısına ve güçlü bir orduya sahip olan Bizans devleti vardı. Pers devleti, İslâm devleti için o kadar büyük bir endişe kaynağı değildi. Çünkü bir yandan yıkılma belirtileri gösteriyor, bir yandan da Bizanslıların Hıristiyanlığı gibi, savunacakları köklü bir manevî inanç sisteminin sahibi değildi. Genç İslâm toplumu için asıl tehlike oluşturan güç, Bizans devleti idi. Özellikle İslâm devletinin sınırları içinde karışıklık çıkaran bazı yıkıcı ve münafık unsurların devletin sınırları dışına çıkarıldıktan sonra Şam'a gitmiş olmaları ve onlara başka bozguncu odakların katılması, kuzeyden kaynaklanan bu tehlikeyi daha da arttırıyordu. Bir başka faktör de Necranlı Hıristiyanların varlığı idi. Bizanslılar bunları desteklemeyi siyasî bir koz olarak kullanıyorlardı.

Bununla birlikte bütün bu gerekçeler, Hz. Peygamber'in -Hz. Ali ve onunla birlikte Hz. Peygamber'e samimî olarak bağlı birkaç kişi dışında kalan- büyük sahabîlerin önde gelen simalarından oluşturduğu büyük bir ordu hazırlamasında açıkça görülen büyük önem vermeyi gerektiren ve bir anda ortaya çıkmış faktörler değildi. Aslında Hz. Peygamber (s.a.a), egemenliğin kendinden sonra hilâfet görevinin üstlenmek üzere Hz. Ali'ye intikal etmesini engelleyebilecek bazı unsurlardan siyasî ortamı arındırmak istiyordu. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Ali'nin (a.s) başvurulacak merci olduğunu ve başlatmış olduğu hareketi tamama erdirmekte yeterli olduğunu sürekli vurguladıktan sonra bazı çevrelerde beliren kırgınlığı ve rahatsızlığı somut kanıtlarla belirlemişti. Özellikle Gadir-i Hum'da alınan biatten sonra bu hoşnutsuzluk daha da su yüzüne çıkmıştı. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.a) Medine'deki siyasî ortamın gerginlikten arınmasını ve sakin bir ortamda Hz. Ali'nin (a.s) kendisinden sonra devlet dizginlerini çatışmasız ve karışıklıksız bir şekilde ele alabilmesini sağlamayı istiyordu.

İşte bu düşünce ile hazırladığı sancağı genç yaşında komutanlığa atadığı Usame b. Zeyd'e teslim etti. Böylece komutan olmak için yaşın değil, yeterliliğin önemli olduğuna dair anlamlı bir işaret vermiş oldu. Ensarın ve muhacirlerin yaşlı simalarını emrine verdiği Usame'ye şu talimatı verdi: "Babanın öldürüldüğü bölgeye git ve onları atının ayakları altında çiğne. Bu orduyu senin emrine veriyorum. Sabah vakti Unbna halkı üzerine saldırıya geç." Hz. Peygamber Hicret'in on birinci yılının safer ayında Usame'ye sancağı teslim etme töreni düzenlemişti.

Fakat serkeşlik ruhu, iktidar hırsı ile disiplin eksikliği, bazı unsurları Hz. Peygamber'in (s.a.a) emrine tam teslim olmamaya sevk etti. Belki de bu unsurlar Hz. Peygamber'in (s.a.a) güttüğü amacın farkında idiler. Bundan dolayı Curf karargâhında toplanan ordunun hareketini geciktirmeye kalkıştılar. Hz. Peygamber (s.a.a) bu geciktirme girişimini haber alınca kızdı. Vücudunu saran yüksek ateşten dolayı alnına sargı bağlamış ve kadife bir örtüye bürünmüş bir hâlde evinden ayrıldı ve mescide giderek minbere çıktı. Allah'a hamd-ü sena ettikten sonra şunları söyledi:

"İmdi, ey insanlar, Usame'yi komutan tayin etmemle ilgili olarak kulağıma gelen bazılarınızın sözleri de ne oluyor? Eğer şimdi Usame'yi komutanlığa getirdim diye beni eleştiriyorsanız, daha önce babasını komutan yapmamı da eleştirmiştiniz. Allah'a yemin ederim ki, babası Zeyd komutanlığa lâyık idi ve ondan sonra oğlu da komutanlığa lâyıktır. Babası, benim en sevdiğim insanlardan biri idi. Bu baba ve oğul her ikisi bütün hayırlara lâyıktırlar. Onun için hayır tavsiye edin. Çünkü o sizin hayırlılarınızdan biridir."[410]

Resulullah'ın (s.a.a) ateşli hastalığı şiddetini artırmıştı. Fakat hastalığının ağırlaşması, ordunun sefere çıkmasına verdiği büyük önemi aklından çıkarmıyordu. Ashabından kendisini ziyaret etmeye gelenlere sürekli olarak: "Usame ordusunu harekete geçirin!" diyordu.[411] Bu konudaki ısrarını, "Usame ordusunu sefere hazırlayın, Allah'ın lâneti bu ordudan ayrılanların üzerine olsun!"[412] diyerek pekiştiriyordu. Bazı Müslümanlar Hz. Peygamber'in hastalığının ağırlaştığı yolundaki haberleri Curf'taki ordu karargâhına ulaştırmışlardı. Bu haberler üzerine Usame, Hz. Peygamber'i (s.a.a) ziyaret etmeye gitti. Ziyaret sırasında Hz. Peygamber, Usame'yi kendisi için çizdiği hedefe doğru ilerlemek hususunda teşvik etti ve ona: "Allah'ın bereketi üzerine, erken sefere çık!" dedi.

Hz. Peygamber'in bu ısrarlı direktifi üzerine Usame b. Zeyd, hemen ordusunun yanına dönerek onları yola çıkmaya ve kendisine verilen görevi gerçekleştirmeye yönelmeye teşvik etmeye girişti. Fakat işi ağırdan alanlar ve halifelikle ilgili ihtiras besleyenler, ordunun yola çıkışını engellemeyi başardılar. Bahaneleri Hz. Peygamber'in komaya girdiği yolundaki söylenti idi. Oysa Resulullah (s.a.a) bir an önce yola çıkılmasını ve Usame komutasındaki ordunun omuzlarına yüklediği görevin savsaklanmamasını ısrarla vurgulamıştı.


RESULULLAH'IN (S.A.A) SON GÜNLERİ

1- Vasiyet Yazımına Engel Olunması

Hz. Peygamber'in (s.a.a) yüksek ateşinin ağırlığına ve hastalığının verdiği acıya rağmen cemaate namaz kıldırmak ve önceden hırsla göz koydukları halifelik ile liderliği ele geçirmek için plânlar yapan fırsatçıların bu şekilde yollarını kesmek üzere Hz. Ali ile Fazl b. Abbas'a dayanarak, onların kollarında evinden çıkıp mescide gitti. Çünkü sözünü ettiğimiz fırsatçılar Resulullah'ın (s.a.a) Usame b. Zeyd'in komutasındaki ordunun yola çıkması ile ilgili Resulullah'ın (s.a.a) emirlerine bütün yalınlığı ile karşı koymuşlardı. Hz. Peygamber namazdan sonra cemaate dönerek şöyle dedi: "Ey insanlar, ateş [fitne ateşi] yakıldı ve fitne, karanlık gece katmanları gibi üzerinize doğru geliyor. Allah adına yemin ederim ki, elinizde bana karşı hiçbir bahaneniz yoktur. Ben size sadece Allah'ın helâl kıldıklarını helâl ve yine sadece Allah'ın haram kıldıklarını haram ilân ettim."[413]

Hz. Peygamber bu sözleri ile emirlerine karşı gelmemeleri yolunda bir başka uyarı yapıyordu. Gerçi ufukta kötü niyetler açıkça görülüyordu. O kötü niyetler ki, ümmetin başına cahiller geçtiği takdirde başına belâlar açacaktı.

Hz. Peygamber'in (s.a.a) hastalığı şiddetlendi. Sahabîler evinde bir araya geldiler. Bir araya gelenler arasında Usame komutasındaki ordudan ayrılanlar da vardı. Hz. Peygamber (s.a.a) bu ayrılmalarından dolayı onları azarladı. Onlar da geçersiz bahaneler ileri sürerek mazeret beyan ettiler. Hz. Peygamber (s.a.a) İslâm ümmetini alçalma ve gerileme tehlikesi karşısında korumak için başka bir yola girişti. Yanındakilere: "Bana kalem ve kâğıt getirin, size bir yazı yazayım ki, ondan sonra doğru yoldan sapmayasınız." dedi. Oradakiler arasında bulunan Ömer b. Hattab: "Allah Resulü ağrıya yenik düşmüştür, Kur'ân elinizin altındadır, Allah'ın kitabı bize yeter!" dedi.[414]

Bu şekilde tartışma ve ihtilâf meydana geldi. Orada bulunan kadınlar perde arkasından: "Allah'ın Resulü'ne istediklerini getirin." dediler. Fakat Ömer onlara: "Susun, siz Yusuf Peygamber'e gönül kaptıranlar gibisiniz. Hasta olunca ağlıyor görünmek için gözlerinizi yumarsınız. Sağlığı yerine gelince ise, ona musallat olur boğazını sıkarsınız." dedi.

Resulullah (s.a.a): "Onlar sizden daha iyidirler."[415] karşılığını verdikten sonra: "Kalkın yanımdan, yanımda tartışmanız yakışık almaz." dedi.

Oysa bu ümmet, Resulullah'ın (s.a.a) bu yazılı belgesine o kadar şiddetle muhtaç idi ki! Nitekim İbn-i Abbas, bu olayı her hatırlayışında üzüntü ve esef içinde şöyle derdi:

"Resulullah'ın yazmasını engelleyen ve bizi ondan mahrum eden olay, [İslâm için] en büyük musibetti."

Bazı sahabîlerin Hz. Peygamber'in yanında tartışmaya girişmelerinden sonra rahmet peygamberi olan Allah'ın Resulü, bir belge yazma hususunda ısrar etmedi. Çünkü edepsizliği sürdürmelerinden ve karşı gelmelerini daha ileri boyutlara vardırmalarından çekindi. Zira içlerinde sakladıkları duyguları artık biliyordu. Tekrar yazılı belge konusunda kendisine döndüklerinde: "Söylemiş olduğunuz sözlerden sonra mı?!" [416] diye söyledikten sonra sahabîlere üç konuyu vasiyet etti. Fakat tarih kitapları bu üç konunun sadece iki tanesini kaydederler. Bunlar, müşrikleri Arap Yarımadası'ndan çıkarmak ve ziyarete gelmek isteyen heyetlere o güne kadar olduğu gibi serbestlik tanımaktı.

Bu konuda Seyyid Muhsin Emin Amilî, şu yorumu yapıyor: "Olayları iyice irdeleyebilen birisi, hadisçilerin bu üçüncü vasiyet konusunu unuttukları için değil, kasten yazmadıklarından, onları o konudan söz etmemeye, onu unutmuş gibi görünmelerine zorlayan faktörün siyaset olduğundan ve yine bu sessizlikle geçiştirilen vasiyet maddesinin, Hz. Peygamber'in belge yazmak üzere kalem, kâğıt isteyerek mesi belge olarak yazmak istediği şey olduğundan şüphe etmez."[417]

2- Hz. Fatıma'nın (a.s), Babasını Ziyaret Etmesi

Hz. Fatıma, tamamen hüzne bürünmüş ve gözlerini babasına dikmiş olarak çıkageldi. Babası o anlarda Rabbine kavuşmanın eşiğinde idi. Kalbi kırık ve gözlerinden yaşlar akan bir perişanlıkta şu beyti mırıldanarak yanına oturdu:

"Beyaz yüzlüdür. Yüzü hürmetine bulutlardan yağmur istenir / Yetimlerin koruyucusu, dulların sığınağıdır."

O anda Hz. Peygamber (s.a.a) gözlerini açtı ve kısık bir sesle: "Bu mırıldandığın beyit, amcan Ebu Talib'in söylediği bir beyittir. Onu okuma, fakat şu ayeti oku:

"Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce daha nice peygamberler gelip geçti. Şimdi eğer o ölür veya öldürülürse, topuklarınızın üzerinde geri mi döneceksiniz? Kim iki topuğu üzerinde geri dönerse, bilsin ki Allah'a hiçbir zarar vermez. Allah şükredenleri ödüllendirecektir."[418]

Anlaşılan Hz. Peygamber (s.a.a), kızı Fatıma'yı (a.s) ilerde cereyan edecek olan müessif olaylara hazırlamak istiyordu. Bu yüzden az önceki ayet ilerdeki müessif olaylara, Ebu Talib'in (r.a) söylediği beyitten daha uygun düşer.

Bir süre sonra Hz. Peygamber (s.a.a) sevgili kızı Fatıma'ya (a.s) kendisine yaklaşmasını, ona bir şey söyleyeceğini işaret etti. Hz. Fatıma, Hz. Peygamber'e doğru eğildi, o da onun kulağına bir şey söyledi. Bunun üzerine Hz. Fatıma ağlamaya başladı. Arkasından yine kulağına bir şey daha söyledi ve bu defa Hz. Fatıma gülümsedi. Bu görüntü oradakilerin bazılarının dikkatini çekti ve Hz. Fatıma'dan bunun sırrını sordular. Ama Hz. Fatıma (a.s) onlara: "Allah Resulü'nün sırrını açıklayamam." karşılığını verdi.

Fakat aynı soru kendisine babasının vefatından sonra bir daha sorulunca, şu cevabı verdi: "Allah'ın Resulü bana ölümünün iyice yakın olduğunu ve bu hastalığında canının alınacağını haber verdi. Bu yüzden ağladım. Sonra da ailesinin kendisine en önce katılacak ferdi olacağımı bana haber verdi, bu verdiği haber üzerine de gülümsedim."[419]

3- Hz. Peygamber'in (s.a.a) Son Anları

Hz. Ali (a.s), Resulullah'la (s.a.a) hayatının son anlarına kadar gölgenin gölge sahibi ile olan beraberliği gibi beraberdi. Bu ayrılmazlık ilişkisi sürecinde Hz. Peygamber ona tavsiyelerde bulunur, bilgi verir ve sırlarını kendisi ile paylaşırdı. Resulullah (s.a.a) son anlarında: "Bana kardeşimi çağırın!" dedi. O sırada Hz. Peygamber onu bir iş için bir yere göndermişti. Resulullah'ın (s.a.a) onun çağrılmasını istemesi üzerine başka bazı Müslümanlar hemen yanına koştular. Fakat Hz. Ali (a.s) gelinceye kadar Resulullah (s.a.a) yanına gelenlerle ilgilenmedi. Hz. Ali gelince, Hz. Peygamber kendisine: "Bana yaklaş!" dedi. Hz. Ali'nin (a.s) kendisine yaklaşması üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) ona dayandı. Bir süre ona dayalı kalarak kendisine bir şeyler söyledi ve arkasından kendisinde son nefesini verme belirtileri görüldü.[420] Bir süre sonra Hz. Ali'nin (a.s) meşhur hutbesinden birinde belirttiği gibi Allah'ın Resulü (s.a.a), onun kucağındayken vefat etti.[421]

4- Hz. Peygamber'in (s.a.a) Vefatı ve Defnedilmesi

Hz. Peygamber'in (s.a.a) son anlarında yanında sadece Hz. Ali, Haşimoğulları ve onun eşleri vardı. İnsanlar, sevdiklerinin ayrılmasının üzüntüsü ile Allah Resulü'nün evinden yükselen çığlıklardan ve feryatlardan onun öldüğünü öğrendiler. Allah'ın kullarının en şereflisinin ahiret yolculuğuna çıkmış olması, kalplerin yuvalarından çıkacakmış gibi çarpmalarına yol açan bir şok etkisi meydana getirdi. Hz. Peygamber'in vefatı, ateşin kuru otlar arasında yayılmasına benzeyen bir hızla Medine halkı arasında yayıldı. İnsanlar üzüntüden kendilerini kaybetme aşamasına girdiler. Oysa Hz. Peygamber (s.a.a) bu acı olayın daha önce zeminini hazırlamış, bizzat kendisi ölüme yakın olduğunu birkaç kez haber vermiş, ümmete vekili ve kendisinden sonraki halifesi olan Ebu Talip oğlu Ali'ye gereken itaati göstermesini vasiyet etmişti. Onun vefatı Müslümanların vicdanlarını sarsan ağır bir darbe oldu. Medine şehri, halkı ile birlikte heyecan kasırgasına tutuldu. Bu sırada Hattap oğlu Ömer'in söylediği bir söz karşısında Resulullah'ın (s.a.a) evi önünde toplanan insanların şaşkınlığı katlanarak arttı. Ömer, herkesi kılıcı ile tehdit ederek şöyle dedi: "Bazı münafıklar Resulullah'ın (s.a.a) öldüğünü sanıyorlar. Vallahi, o ölmedi. Fakat İmrân oğlu Musa nasıl Rabbine doğru (Tur dağına) gittiyse, o da Rabbine gitti."[422]

Gerçi Musa Peygamber'in (a.s) gaybete çekilmesi ölümü ile Hz. Muhammed Peygamber'in (s.a.a) vefatı arasında benzerlik yoktu. Fakat Hattap oğlu Ömer'in daha sonra sergilediği tutumlar belki de onun bu konuda karşılaştırmada niçin ısrar ettiği sorusu üzerindeki perdeyi kaldırır.

Evet, Ömer b. Hattap bir türlü sakinleşmiyordu. Sonunda Ebu Bekir Sunuh'tan geldi, Resulullah'ın (s.a.a) evine girdi, yüzünü açıp baktı ve hızla evden çıkarak kalabalığa şu sözleri söyledi: "Ey insanlar, kim Muhammed'e tapıyor idiyse bilsin ki, Muhammed öldü. Ama kim Allah'a kulluk ediyor idiyse bilsin ki, Allah diridir ve ölümsüzdür." Arkasından: "Muhammed sadece bir peygamberdir, ondan önce daha nice peygamberler gelip geçti."[423] cümleleri ile başlayan ayeti okudu. Bunun üzerine Hattap oğlu Ömer'in feveranı dindi ve Kur'ân'da böyle bir ayetin varolduğunun farkında olmadığının bilincine vardı.[424]

Ebu Bekir ile Ömer, Resulullah'ın (s.a.a) vefatı sonrasında yerine kimin halife olacağı konusunda Benî Saide Sakifesi'nde olağanüstü bir toplantı düzenlediğini öğrendikten sonra bazı arkadaşları ile birlikte hemen söz konusu bu toplantı yerine gittiler. Böyle bir toplantıya katılanlar, Ebu Talip oğlu Ali'nin halife olarak tayin edilmiş olduğunu ve kendilerinin de biat ettiklerini unutmuş göründükleri gibi, ayrıca Resulullah'a (s.a.a) ve üzeri örtülü henüz soğumamış naaşına saygısızlık sayılan bir davranış sergilediklerinin farkında değildiler.

Ebu Talip oğlu Ali (a.s) ile onun ailesine gelince; onlar, Resulullah'ın (s.a.a) cenaze hazırlığı ve toprağa verilmesi ile meşgul oldular. Hz. Ali, Hz. Peygamber'in bedenini, giydiği gömleği üzerinden çıkarmadan yıkadı. Cenazeyi yıkama işinde ona Abdulmuttalip oğlu Abbas ile oğlu Fazl yardım etti. Hz. Ali, cenazeyi yıkarken: "Babam, anam sana kurban olsun; sağlığında da, ölü iken de ne güzel kokuyorsun." diyordu.[425]

Sonra Resulullah'ın (s.a.a) naaşını bir sedirin üzerine koydular. Hz. Ali (a.s) şöyle dedi: "Resulullah (s.a.a) ölü veya diri olsun imamımızdır. Bu yüzden gruplar hâlinde arka arkaya yanına girsinler ve cenaze namazını imamsız olarak kılıp gitsinler." Onun cenaze namazını ilk kılanlar, Hz. Ali ile Haşimoğulları oldu. Sonra bunların arkasından ensar Müslümanları cenaze namazı kıldılar.[426]

Hz. Ali, Resulullah'ın cenazesinin karşısına geçerek şunları söyledi:

"Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun, ey Peygamber. Allah'ım, onun kendisine indirilen ilâhî mesajı tebliğ ettiğine, ümmetine nasihat ettiğine; Allah'ın, dinini üstün getirerek sözü tamam oluncaya kadar O'nun yolunda cihat ettiğine şahitlik ediyoruz. Allah'ım, bizi Allah'ın ona indirdiği mesaja uyanlardan, onun arkasından gösterdiği yolda sabit kalanlardan eyle ve bizi onunla bir araya getir."

Hz. Ali bu sözleri söylerken orada bulunanlar "amin" diyordu. Böylece onun cenaze namazını önce erkekler, sonra kadınlar ve sonra da çocuklar kıldı.[427]

Hz. Peygamber (s.a.a) için içinde vefat ettiği odada bir mezar kazıldı. Hz. Ali onun naaşını mezara koymak istediğinde ensar Müslümanları duvarın arkasından şöyle söylediler: "Ey Ali, sana Allah'ı ve bugün Allah Resulü ile ilgili hakkımızın elden gitmesini hatırlatıyoruz. Bizden birini içeri al ki, onunla Resulullah'ı toprağa verme işinde biz de pay sahibi olalım." Bu uyarı üzerine Hz. Ali, "Evs b. Hulî içeri girsin!" dedi. Bu zat, Avfoğulları'ndan erdemli ve Bedir Savaşı'na katılmış bir kişi idi.

Arkasından Hz. Ali (a.s) mezara indi, Resulullah'ın yüzünü örten örtüyü kaldırdı ve yanağını toprağa yasladı ve üzerini toprakla örttü.

Benî Saide Sakifesi'ne giden sahabîlerin hiçbiri Hz. Peygamber'in (s.a.a) defin merasimine ve cenaze namazına katılmadı.

Ey Allah'ın Resulü, doğduğun gün, vefat ettiğin gün ve yeniden diriltileceğin gün Allah'ın selâmı üzerine olsun.


SON İSLÂM RİSALETİNİN BAZI ÖğretileriZELLİKLERİ

Muhammed Peygamber (s.a.a) Ne İle Gönderildi?[428]

Yüce Allah, Hz. Muhammed'i (s.a.a) peygamberlerin sonuncusu, kendisinden önceki peygamberlerin şeraitlerinin neshedicisi olarak siyahı ve beyazı ile, Arap'ı ve Arap olmayanı ile bütün insanlığa gönderdi. Onun gönderildiği dönemde yeryüzü hurafelerle, akıldışı saçmalıklar ile, bidatler ile, çirkinlikler ile ve puta tapıcılık uygulamaları ile dolmuştu.

Hz. Peygamber (s.a.a) bütün dünyanın karşısına dikilerek herkesi tek, yaratıcı, rızk verici, her olaya ve gelişmeye malik, faydayı ve zararı elinde tutan, egemenlikte ortağı olmayan, zelillikten  sebebi ilekimseyi dost edinmeyen bir velisi bulunmayan, bir eşdost edinmemiş olan, doğmamış, doğrulmamış olan ve hiçbir dengi olmayan Allah'a iman etmeye çağırdı.

Yüce Allah onu, sadece kendisine kulluk etmeyi emredici olarak, ne fayda ve ne zarar verebilen, düşünmeyen, işitmeyen, ne kendisine ve ne başkasına yönelik bir belâyı ve zulmü geri çeviremeyen putlara ve heykellere tapmayı ortadan kaldırıcı olarak, ahlâkî erdemlerin tamamlayıcısı olarak, güzel sıfatların teşvikçisi olarak, her türlü iyinin emredicisi ve her türlü kötünün yasaklayıcısı, olarak sadece kendisine kulluk etmeyi emredici olarak, gönderdi.

İslâm Şeriatının Kolaylığı ve Hoşgörülüğü

Hz. Peygamber (s.a.a), insanlardan sadece "Lâ ilâhe illallah, Muhammedun Resulullah" demelerini, namaz kılmalarını, zekât vermelerini, ramazan ayında oruç tutmalarını, Beytullah'ı ziyaret etmelerini ve İslâm'ın hükümlerini benimsemelerini istedi. "Lâ ilâhe illallah, Muhammedun Resulullah" cümlelerini söylemek, bu cümleleri söyleyenin Müslüman'ın haklarını elde etmesi, sorumluluk ve yükümlülüklerini üstlenmesi için yeterli sayılmıştır.

İslâm İlkelerinin Yüceliği

Hz. Peygamber (s.a.a), bütün insanların haklar bakımından aralarında eşitlik olması, bir kişinin diğer kişiden ancak takva ve kötülüklerden sakınmakla üstün sayılacağı, müminlerin birbirlerinin kardeşi, birbirlerine  oldukları, aralarında eşit oldukları, yani kanlarının birbirine denk değerlerde olduğu ve en aşağı sosyal konumda olanın sosyal güvenlik talebinin karşılanması gerektiği ve yine İslâm'a girenlerin genel affa kavuşacakları ilkeleri ile gönderildi.

Hz. Peygamber (s.a.a) yüce Allah'tan aldığı parlak bir şeriat ve adil bir yasal sistem ortaya koydu. Bu yasal sistem, insanların ibadetlerini, fertler arasındaki ilişkileri ve muameleleri, dünya hayatları ile ahiretleri için ihtiyaç duyacakları düzenlemeleri bir bütün olarak içeriyordu. Bu yasal sistem ibadetle, siyasetle, sosyal ilişkilerle ve ahlâkla ilgili ayrıntıları kapsıyordu. Gelecekte insan hayatında meydana gelecek ve insanoğullarının ihtiyaç duyacakları hiçbir gelişmeyi dışarıda bırakmıyordu. Başka bir deyimle meydana gelen her yeni gelişmenin, vuku bulan her olayın İslâm şeriatında Müslümanlar tarafından kabul edilmiş ve gerektiğinde başvurulacak bir dayanağı, bir temeli vardı.

Üstelik, İslâm dininde ibadetler sadece ibadetle sınırlı bir işlev taşımıyordu. Bu ibadetlerde ibadet olmalarının yanı sıra bedensel, sosyal ve siyasî faydalar vardı. Meselâ taharet ibadeti temizlik faydasını içeriyordu. Namazda psikolojik ve bedensel egzersiz vardı. Cemaatle kılınan namazlar ve hac, açıkça görülen sosyal ve siyasî faydalar içeriyordu. Oruncun insan sağlığına sağladığı yararlar inkâr edilemezdi. İslâm hükümlerinin gizli faydaları bir yana, bu hükümlerin açık faydalarını tek tek sayıp dökmek ya imkânsız veya çok zor bir iştir.

Bu din birçok güzellikler içerdiği gibi akılla uyuşan hükümlere sahiptir. Uygulanması kolaydır ve hoşgörülüdür. Zorluğu kaldırmıştır. İki şahadet cümlesi ile yetinmektedir. İlkelerinde yücelik, kesin kararlılık ve ciddiyet vardır. Bu yüzden insanlar bu dine akın akın girdiler. Bu dinin mensupları yeryüzündeki ülkelerin önemli bir bölümüne hâkim oldular. Bu dinin ışığı yeryüzünün doğusunu ve batısını aydınlattı. Yeryüzünün bütün bölgeleri ve yöreleri dönem dönem bu dinin sancağı altına girdi. Bu din sayesinde ırkları ve dilleri birbirinden farklı olan milletler birbirleriyle kaynaştı.

Bu dinin ilk ortaya çıktığı dönemde Hz. Peygamber (s.a.a) Mekke'yi gizlice terk etmek zorunda kaldı. Sahabîleri işkence görüyor, aşağılanıyor ve dinlerinden döndürülme girişimlerine maruz kalıyorlardı. Bir defasında gizlice Habeşistan'a göç ediyorlar, başka bir defasında saklana saklana gerçekleştirdikleri yolculuklarla Medine'ye sığınıyorlardı. İşte bu önder adam, sözünü ettiğimiz sahabîleri ile önce zamanında yapamadığı bir umre ziyaretini gerçekleştirmek üzere Mekke'ye ayak basıyor, çağrısının düşmanları onu önleyemiyor, engelleyemiyor. Kısa bir süre sonra ise Mekke'ye bir fethedici sıfatı ile giriyor, bu şehrin halkına bir damla kan dökmeden egemen oluyor. İnsanlar İslâm dinine isteyerek ve bazen de istemeyerek giriyor. Arap kabilelerinin şefleri gönderdikleri heyetler aracılığı ile itaat dizginlerini o önder adamın ellerine veriyorlar.

Bu önder adam, daha Mekke şehrini fethetmeden öyle bir güce ulaştı ki, elçilerini ve temsilcilerini Kisra, Kayser ve onlardan alt düzeydeki dünya hükümdarlarına göndererek onları İslâm'a çağırabildi. Bütün zorluklarına rağmen Kayser'in, yani Bizans imparatorluğunun bazı bölgelerine askerî seferler düzenledi. Yüce Allah'ın Nasr, Feth ve diğer surelerindeki açık vurgulamaları uyarınca ve tarih kitaplarının bize haber verdikleri üzere Rabbinin kendisine vaat ettiği gibi bu önder adamın getirdiği din bütün diğer dinlere üstünlük kurdu.

Bu din, ona insafsız bir dille saldırmak isteyenlerin anlattıkları gibi kılıca ve baskıya dayanan bir yayılma yöntemi uygulamadı. Tam tersine yüce Allah'ın şu emrini ilke edindi: "İnsanları Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır, onlarla üslûpların en güzeli, en etkilisi ile tartış."[429] Hz. Peygamber, Mekke halkına ile ve diğer Araplara karşı savaş başlatmadı. Aksine, onlar Hz. Peygamber'e karşı savaş açtılar, onu öldürmek istediler ve onu Mekke'den çıkardılar. Hakkında semavî kitap inen dinlerin bağlılarının dinlerine bağlı kalmalarını onayladı, onları İslâm'a girmeye zorlamadı.

Kur'ân-ı Kerim

Yüce Allah, Peygamberi'ne, onu peygamber olarak gönderdiğinde açık ifadeli, hiçbir tarafına batılın sızmadığı Arapça bir Kur'ân indirdi. Hz. Peygamber (s.a.a) onunla belâgat ustalarını âciz ve fesahat ustalarını dilsiz bıraktı. Onun üzerinde belâgat ve fesahat ustalarına meydan okudu; ama onlar onun benzerini ortaya koyamadılar. Oysa bu kimseler Arapların en önde gelen fesahat ustaları idi, hatta fesahat ve belâgat onlarda son buluyordu. Hakîm ve Alîm olan Allah katından indirilmiş olan bu yüce kitap, dinî hükümleri, geçmişteki toplumların haberlerini, ahlâkı arındırmayı, adaleti emredip zulmü yasaklamayı, onu gökten inen kitaplardan bile farklı yapacak şekilde olağan dışılıkta her şeyi açıklamayı içeriyordu. Birbirini izleyen çağlarda ve gelip geçen günlerde rağmen sürekli okunmasına rağmen çekicilik ve yeniliğini korumuşturtatlı, iştah açıcıdır. Açıklama tarzı akılları şaşkınlığa uğratır. Okunması ne kadar tekrarlanırsa tekrarlansın, çağı ne kadar eskide kalırsa kalsın insan zevkine bıkkınlık vermez.

Kur'ân-ı Kerim, cahillerin yaşadıkları cahiliye karanlıkları içinde bilimsel ve kültürel bir devrim meydana getirmede bir mucizedir. O bu Ddevrimin temellerini sağlam ve tutarlı bir ilmibilimsel bir yönteme dayandırdı. İlmi teşvik etti ve onu insanın kendine lâyık kemale doğru yükselmesinin ilk faktörü saydı. Düşünmeyi, akıl yürütmeyi, denemeyi, tabiatın görüntülerini incelemeyi ve tabiatın kanunlarını ve yasalarını keşfetmek için bu alanda derinleşmeyi teşvik etti. İnsanın sosyal hayatının dayanağını oluşturan bütün ilim dallarını zorunlu kıldı. Kelâm, felsefe, tarih, fıkıh ve ahlâk gibi teorik ilimlere önem verdi. Taklidi ve zanna dayanmayı yasakladı ve açık delile sarılmanın temellerini attı.

Çalışmaya, ciddiyete, iyiliklerde yarışmaya özendirirken aylaklığı, tembelliği yasakladı. Birliğe çağırdı ve ayrılığı reddetti. Irkçılığı ve cahiliye kültürünün körüklediği kabile taassubunu ortadan kaldırdı.

İslâm yaratılışta, doğal oluşumda, yasa yapımında, sorumlulukta, cezada ve ödülde adaleti esas kabul etti. Bu din, insanoğullarının Allah'ın kanunu ve şeriatı önünde eşit olma hakkına sahip olduğunu haykıran, sınıf ayrılığını, ırk ayrımcılığını kınayan, Allah katında üstünlük gerekçesini manevî bir kriter olan kötülüklerden sakınmaya ve iyiliklerde yarışmaya bağlayan, bu üstünlüğü insan toplumunun fertleri arasında sınıfsal bir ayrıcalık sebebi saymaya izin vermeyen ilk din oldu.

İslâmiyet güvenliği korumaya, mal, kan ve ırz dokunulmazlığına büyük önem verdi. Güvenliğin ve adaletin berkarar olması için gereken ortamı pekiştirdikten sonra güvenliğin ihlâl edilmesine veya ortadan kaldırılmasına şiddetli cezalar öngördü. Ama cezaları bu tür sosyal hastalıkların tedavisinde en son başvurulacak bir ilâç olarak kabul ettiği gibi, bu ilâca başvurduğunda da verilecek cezanın, insan için öngördüğü özgürlükle bağdaşık olmasını şart koştu. Bundan dolayı İslâm şeriatında yargı, gerekli bütün teminatlar ile birlikte adalet, güvenliği yerleştirme ve yasal hakların sahibine verilmesi ilkesi üzerine oturtulmuştur.

İslâmiyet sağlığın, organik ve psikolojik sağlık ve esenliğin korunmasına son derece büyük bir özen göstermiş, bütün yasal düzenlemelerini hayatta önemli olan bu ilke ile uyumlu olarak belirlemiştir.

İslâm Şeriatında Farzlar ve Yasaklar

İslâm şeriatında gereklilikler (farzlar) ve haramlar gerçek fıtrî temellere, şu insanı cahiliye karanlıklarından çıkarıp hak ve kemal aydınlığına yönlendirmek için gelen yüce şeriatın amaç velarının karakterinin gerektirdiği hususlara dayanır. İnsanın kemale ermesi için ihtiyaç duyduğu ve ermeye çalıştığı kemal hedefi için dayanak olan her şey İslâm şeriatında insan karşısına emir olarak çıkarılmış ve ona ulaşmanın yolları şeriat tarafından hazırlanmıştır. Bunun yanı sıra İslâm şeriatı, insanı arzu edilen gerçek mutluluktan mahrum eden her şeyi haram ilân etmiş ve bedbahtlık çukuruna düşmeye götüren bütün geçitleri kapatmıştır.

İslâmiyet, şeriatın ilkeleri ile çelişmeyen, kemal merdiveninin basamaklarını çıkmayı engellemeyen, dünya hayatına ait bütün nimetleri, hazları ve güzellikleri serbest ilân etmiş, yüce amaçlara paralel ve o amaçlarla eş zamanlı olarak bu dünyalık hazların sınırlarını belirlemiş, bunların içinde zararlı olanları haram ederek insana benimsenmesi ve uyulması yaraşanları gerekli ve farz saymıştır.

Bununla birlikte İslâm şeriatı, ahlâkî erdemleri akıllı ve zeki bir insanın bu dünyada edinip mutluluğa ulaşacağı ve ahirette de sürekli ve ebedî bir hayat yaşamasını garanti edeceği temel hedefler olarak saymıştır.

İslâm, kadına son derece büyük bir özen göstermiş, onu ailenin temel direği ve evlilik hayatında mutluluğun temeli kabul etmiş, ona şerefini ve onurunu garanti eden, kendisinin, çocuklarının ve içinde yaşadığı toplumun mutluluğunu gerçekleştiren haklar tanımış ve görevler yüklemiştir.

Kısacası İslâmiyet, insan toplumunun gelişmesi ve ilerlemesi için ihtiyaç duyacağı hiçbir yasal düzenlemeyi ihmal etmemiştir.


SON PEYGAMBER'İN MİRASI

Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ümmîler arasından kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen Allah'tır. Kuşkusuz onlar, daha önceleri apaçık bir sapıklık içinde idiler."[430]

İslâm tarihi ile ilgili incelemeler, bize son peygamber Hz. Muhammed'in gönderilişinin getirdiği önemli sonuçları açıkça gösteriyor. Bu ilâhî görevlendirmenin başta gelen kazanımlarını şöyle sıralayabiliriz:

1- Hz. Peygamber'in bütün insanlığa tebliğ etmeye çalıştığı kapsamlı bir ilâhî risalet.

2- Bu risaletin meşalesini taşıyan ve ilâhî mesajı diğer milletlere aktaran Müslüman bir ümmet.

3- Bağımsız bir siyasî yapının ve benzersiz bir ilâhî düzenin sahibi olan bir İslâm devleti.

4- Önder Peygamber'in halifeliğini üstlenen ve onu en iyi şekilde temsil eden masum bir önderlik.

Eğer bakışlarımızı kulaktan kulağa geçen veya yazıya geçirilen ve derlenip toparlanan İslâm’ın kültürel mirası üzerinde yoğunlaştırırsak ve son Peygamber'den (s.a.a) kalan mirası "onun okuduğu vahiy veya ondan duyulan söz olmak üzere insanlığa ve İslâm ümmetine sunduğu kazanımların tümü" şeklinde tarif edersek, onun insanlığa ve İslâm ümmetine sunduğu mirası şu şekilde tasnif etmemiz gerekir:

1- Kur'ân-ı Kerim

2- Sünnet-i Nebevî

Bu iki miras kaynağının ortak özelliği, göğün bu yüce peygamber aracılığı ile insana sunduğu bağışlar olmalarıdır. Çünkü bu iki kaynak da yüce Allah'ın hevâdan konuşmayan Hz. Muhammed'in kalbine indirdiği vahyin ürünüdür.

Kur'ân-ı Kerim'in ilk karakteristik özelliği şeklinin ve muhtevasının, bir başka deyişle sözünün ve özünün bir arada Allah'tan gelmesidir. Onun ifade tarzı ilâhî ve mucizevî olduğu gibi, içeriği de öyledir. Bunun yanı sıra sahih rivayetler ile tarihî kaynakların kanıtladıklarına göre Kur'ân-ı Kerim'in toplanması ve bir kitap hâlinde derlenmesi işlemleri bizzat Resulullah'ın (s.a.a) döneminde tamamlandı ve Kur'ân, orijinal şekli ile hiçbir değişikliğe uğratılmadan bize kadar geldi.

Kur'ân'ın, Resulullah'ın (s.a.a) zamanında bir kitap hâlinde derlendiğini kanıtlayan tarihî belgeler az değildir. Biz burada biri Kur'ân'dan ve öbürü Kur'ân dışından alınan iki belge ile yetiniyoruz. Kur'ân'dan alınan belge yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Yine onlar: 'Bu Kur'ân, onun başkasından yazdırıp da kendisine sabah-akşam okunmakta olan, öncekilere ait masallardır.' dediler."[431]

Kur'ân dışından alınan belge ise, Emirü'l-Müminin Ebu Talip oğlu Ali'den (a.s) gelen bir rivayettir ki, o rivayete göre Hz. Ali şöyle diyor:

"...Resulullah'a (s.a.a) inen hiçbir ayet yoktur ki, bana okutmuş olmasın ve bana yazdırmış olmasın. Böylece ben o ayeti kendi yazımla yazardım. Yine ona inen hiçbir ayet yoktur ki, bana onun tevilini, tefsirini, neshedenini, neshedilenini, muhkemini, müteşâbihini, özel nitelikli olanını, genel nitelikli olanını öğretmiş olmasın. Arkasından Allah'ın bana onları kavramayı ve aklımda tutmayı nasip etmesi için dua etti. Bu yüzden onun benim için yaptığı bu duadan sonra, ne Allah'ın kitabından olan bir ayeti ve ne bana yazdırdığı bir bilgiyi hiç unutmuş değilim."[432]

Hz. Peygamber'in (s.a.a) Kur'ân'ı eksiksiz olarak tebliğ ettiği, günümüzde Müslümanlar arasında elden ele dolaşan Kur'ân'ın Hz. Peygamber (s.a.a) zamanında elden ele dolaşan Kur'ân'ın aynısı olduğu, o Kur'ân'a bir şey eklenmediği gibi hiçbir eksilmeye de uğratılmadığı konusunda bütün Müslümanlar hemfikirdirler.

Sünnete ve nebevî hadise gelince; bu kaynağın sözü beşerî, fakat içeriği ilâhîdir. Temel karakteristiği, tam bir fesahat örneği olmasıdır. Bu metinler Resulullah'ın büyüklüğünü, kemalini, masumluğunu ve ilâhî desteğe mahzar oluşunu somut bir şekilde yansıtmaktadır.

Bundan dolayı Kur'ân-ı Kerim, yasal düzenlemelerin ilk kaynağı ve insanlığın hayatı boyunca ihtiyaç duyacağı bilginin esas pınarıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "De ki, doğru yol sadece Allah'ın yoludur. Eğer sana gelen bilgiden sonra onların arzularına uyacak olursan, Allah tarafından ne bir dost ve ne bir yardım edici bulamazsın."[433]

Kur'ân-ı Kerim, sünneti ilâhî yasa koyma işleminin ikinci kaynağı saymıştır. Çünkü Hz. Peygamber Kur'ân'ın yorumlayıcısı ve kendisine uyulacak bir örnek olması itibarı ile, onun sünneti Kur'ân'ın ardından ikinci derecede yasa koyma kaynağı kabul edildi ve insanlara onun emirlerine uyup yasakladıklarından kaçınmaları talimatı verildi.[434]

Fakat üzülerek belirtelim ki, Resulullah'ın (s.a.a) sünneti ondan sonra, özellikle ilk halifeler döneminde kötü bir durumla karşı karşıya bırakıldı. Çünkü Ebu Bekir ile Ömer, Resulullah'ın (s.a.a) hadislerinin derlenmesini yasakladılar; hatta bazı sahabîlerin yaptıkları derlemeleri yaktılar. Bu olumsuz tutumun özellikle Ömer tarafından ısrarla savunulan gerekçesi, Kur'ân-ı Kerim'e yönelik titizlikti. Onlara göre hadisleri derlemek ve bunlara önem atfetmek, yavaş yavaş Kur'ân'ı ihmal etmeye veya hadis metinleri ile ayet metinlerinin birbirine karışması ile Kur'ân'ın kaybedilmesine yol açacaktı.

Fakat Ehl-i Beyt, onların bağlıları ve birçok Müslüman Resulullah'ın (s.a.a) sünnetine lâyık olduğu saygı ve kutsallaştırma yaklaşımını sergilediler. Bu yaklaşımı gösterirken ilhamlarını Kur'ân'dan aldılar. Bunun sonucu olarak bu konuda aralarında hadis ezberleme, birbirine aktarma, derleme ve metinleri karşılaştırma faaliyetlerini yürüttüler. Bütün bu faaliyetleri, derlemeye yönelik resmî yasaklamaya rağmen gerçekleştirdiler. Öyle anlaşılıyor ki, bu derleme yasağının arkasında söylenenin dışında başka bir gerekçe vardı. Çünkü ileri sürülen gerekçelerin asılsızlığı ortaya çıkmıştı. Nitekim bu yasaklayıcı dönemden sonra bilginler ve halifeler bu yasağa karşı çıkarak hadis derlemeyi teşvik etmeye yöneldiler.

Sünneti derlemeye ilk girişen ve bu işe son derece büyük önem veren kişi, Resulullah'ın himayesinde yetişip büyüyen ve vasisi olan Ebu Talip oğlu Ali'dir. Hz. Ali bu konuyu şöyle anlatıyor:

"Ben her gündüz ve her gece birer defa Resulullah'ın (s.a.a) yanına girerdim. O benimle baş başa kalırdı. O nereye giderse, ben de onunla birlikte giderdim. Resulullah'ın (s.a.a) ashabı onun benden başka hiç kimseye böyle davranmadığını biliyorlardı... Ben ona bir soru sorduğumda, cevap verirdi. Sustuğumda ve sorularım tükendiğinde, o benimle konuşmaya başlardı. Resulullah'a (s.a.a) inen hiçbir ayet yoktur ki, bana okutmuş olmasın ve bana yazdırmış olmasın. Böylece ben o ayeti kendi yazımla yazardım. Yine ona inen hiçbir ayet yoktur ki, bana onun tevilini, tefsirini... öğretmiş olmasın. Allah'ın ona öğrettiği bütün helâlleri, haramları, emirleri, yasakları, eskiden olanları ve bundan sonra olacakları, daha önceki peygamberlere inen itaat ve günahla ilgili bütün ilâhî bilgileri mutlaka bana öğretti. Ben de bunları ezberledim ve bir tek harfini bile unutmadım..."[435]

Hz. Ali (a.s) Resulullah'ın (s.a.a) kendisine yazdırdığı hadislerden oluşan derlemeleri Kitab-u Ali ve el-Camia veya Sahife adları ile bilinen kitaplarında toplamıştır.

Hicrî 450 yılında vefat eden Ebu Abbas Necaşî şöyle der: Muhammed b. Cafer (Temimî lakaplı, nahiv bilgini ve onun icazet hocası) bize Azafir Sayrefî'ye dayanarak haber verdiğine göre Azafir Sayrefî şöyle dedi: "Bir defasında Hakem b. Uteybe ile birlikte İmam Bâkır'ın (a.s) yanındaydım. Hakem, İmam Bâkır'a soru sormaya başladı. İmam ona saygı besliyordu. Bir konuda görüş ayrılığına düştüler. Bunun üzerine İmam Bâkır: 'Yavrum, kalk ve Kitab-u Ali'yi çıkar.' dedi. O, bir muhafaza içinde saklı büyük bir kitap çıkardı. İmam, muhafazayı açtı ve kitaba bakmaya başladı, sonunda tartıştıkları meseleyi bulup çıkardı ve 'Bu kitap Ali'nin yazısı ve Allah Resulü'nün yazdırmasıdır.' dedikten sonra Hakem'e dönerek şunları söyledi: Ey Ebu Muhammed, sen, Seleme ve Ebu Mikdam sağa-sola, istediğiniz yere gidin. Allah adına yemin ederim ki, Cebrail'in üzerlerine indiği hiçbir kavmin yanında ondan daha güvenilir bilgi bulamazsın."[436]

İbrahim b. Haşim'den nakledildiğine göre İmam Bâkır (a.s) şöyle dedi: "Kitab-u Ali'de tırmalama cezasına varıncaya kadar ihtiyaç duyulan her şey vardır."[437]

"Sahifet-u Ali" veya "el-Camia" adlı esere gelince; bu eser Hz. Ali tarafından derlenmiş bir başka hadis kitabıdır. Uzunluğu yetmiş dirsek boyudur. Ebu Basir'in verdiği bilgiye göre İmam Sadık ona bu kitap konusunda şunları söyledi: "Camia, bizim yanımızdadır. O, bir sahifedir ki uzunluğu Resulullah'ın (s.a.a) ziraiyle yetmiş zira eder. Peygamber söylemiş, yazdırmış, Ali de yazmıştır. Onda bütün helâller, haramlar ve insanların ihtiyaç duyacakları her şey vardır. Hatta birini tırmalayıp yaralamanın cezası bile onda yazılıdır."[438]

İşte Ehl-i Beyt'in sünnet karşısındaki tutumu budur.

Ama ilk iki halifenin dönemlerindeki resmî devlet tutumuna gelince; bu tutum, geride çok büyük olumsuz sonuçlar bıraktı. Çünkü söz konusu yasak bir yüzyıldan az olmayan bir süre devam etti ve birçok hadisin kaybolmasına yol açtı. Bu durum İsrailiyat'ın Müslümanların kültür kaynaklarına sızmasına kapı açtı. Ayrıca şahsî görüş (re'y) ve istihsan kapısının ardına kadar açılması sonucunu getirdi. Öyle ki, şahsî görüş (re'y), yasa koymanın kaynaklarından biri oldu; hatta bazıları bunu apaçık nebevî sünnetin metinlerinin önüne geçirdi. Çünkü birçok hadis metni bilimsel eleştiri karşısında ayakta kalamadı. Bu da Ehl-i Sünnet nezdinde hadis metinlerinin kıt kalmasına ve sonraki yüzyıllarda ümmetin bu alandaki ihtiyacına cevap vermeye yetmemesine yol açtı.

Fakat Ehl-i Beyt bütün kararlılıkları ile bu azgın akıma karşı koydular ve gerek yönlendirici çabaları ve gerekse imamlık ve meşru halifelik sıfatlarının gereği olarak sünnetin müminler arasında kaybolmaktan korunmasını başardılar. Çünkü nasla belirlenmiş imamın ve halifenin başta gelen görevi, şeriatı ve onun metinlerini kaybolmaktan korumaktır.

Bundan dolayı sünnet araştırmacılarının, Ehl-i Beyt ile bağlılarının nezdindeki sünnet kaynaklarına başvurmaları zorunludur. Çünkü onlar Peygamberimizin evinde içinde neler olduğunu en iyi bilen kimselerdir.

Ehl-i Beyt'e göre sünnet; inancın, fıkhın, ahlâkın, eğitimin ve insanlığın hayatın her alanındaki ihtiyaç duyduğu bütün düzenlemelerin ayrıntılarını kapsar.

Hz. Peygamber'in (s.a.a) torunlarından İmam Cafer b. Muhammed Sadık (a.s) bu gerçeği şu sözü ile ifade ediyor: "Hiçbir şey yoktur ki, onun hakkında kitapta bir ayet veya sünnette bir açıklama olmasın."[439]

Resulullah'ın (s.a.a) Mirasından Örnekler

1- Akıl ve İlim

a) Resulullah (s.a.a) akla son derece büyük bir önem verdi. Onu tarif etti, hayattaki görevini ve rolünü, görev, ve sorumluluk, davranış ve mükafatı hakketmekarşılık düzeyinde görevini ve rolünü, açıkladı. Bunların yanı sıra gelişmesinin ve tekâmül etmesini sağlayan faktörleri sayarak şöyle buyurdu:

"Akıl, cehalete düşmekten koruyan bir bağ, bir dizgindir. Nefis, en pis bir hayvan gibidir. Eğer dizginlenmezse şaşırır. Buna göre akıl cehalete düşmekten koruyan bir dizgindir. Yüce Allah aklı yarattı ve ona 'Gel.' dedi. O da geldi. Arkasından ona 'Geri dön.' dedi, o da geri döndü. Sonra Allah (Tebareke ve Tealâ) ona şöyle dedi: İzzetim ve celalim hakkı için senden daha önemli, daha büyük ve daha itaatkâr bir şey yaratmadım. Seninle [hilkati] başlatır, seninle yenileyeceğim. Sevap sana ve ceza da senin aleyhinedir."

"Akıldan yumuşak huyluluk (hilim) çıkar. Hilimden ilim, ilimden rüşt (olgunluk), rüştten afiflik, afiflikten sakınmak, sakınmaktan hayâ, hayâdan vakar, vakardan hayra devam etme, hayra devam etmekten kötülükten nefret etmek ve kötülükten nefret etmekten iyiliğe tavsiye edene itaat çıkar."

"Bu sayılanlar, hayır türlerinin on tanesidir. Bu on hayır biriminin her birinin on türü vardır..."[440]

b) Önder Peygamberimiz (s.a.a) ilme ve marifete büyük önem verdi. İlmin hayattaki fonksiyonunu ve diğer kemal türleri ile karşılaştırıldığında taşıdığı değeri açıklamak üzere şöyle buyurdu:

"İlmi aramak, onun peşinden koşmak her Müslüman için farzdır. İlmi bulunabileceği yerde arayın, onu ehlinden alın. İlmi Allah için öğretmek hasene (sevabı olan bir iş), onu aramak ibadet, onu müzakere konusu yapmak tespih, onunla amel etmek cihat, onu bilmeyenine öğretmek sadaka, onu ehli olana sunmak yüce Allah'a yaklaştırıcı bir davranıştır. Çünkü ilim helâl ve haramın göstergesi, cennet yollarının işaret feneri, yalnızlıkta yoldaş, gurbette ve teklikte arkadaş, uzlet köşesinde konuşan, sevinçte ve üzüntüde rehber, düşmanlara karşı silâh ve dostlar yanında ziynettir. Allah onun sayesinde bazı kavimleri yükselterek hayırda önder yapar. Öyle ki, onların eserleri iktibas edilir, davranışları ile yol bulunur, görüşlerine başvurulur. Melekler dostluklarını arzular, kanatları ile onları okşarlar, dualarında onları kutsarlar. Denizlerdeki balıklar ile böceklere, karadaki yırtıcılar ile küçükbaş hayvanlara varıncaya kadar kuru, yaş her varlık onlar için Allah'tan af diler. İlim, kalpleri cehaletten kurtaran hayat, gözleri karanlıktan koruyan ışık ve bedenlerin zaafını gideren güçtür. İlim, kulu seçkinlerin mertebelerine, iyilerin meclislerine, dünyada ve ahirette yüksek derecelere ulaştırır. İlimdeki müzakere oruca ve onu öğrenip hıfzetmek namaza denktir. Onun sayesinde Rabbe itaat edilir, onun sayesinde akrabalık ilişkileri gözetilir, yine onun sayesinde helâl ile haram bilinebilir. İlim, amelin imamı, önderidir; amel ona tâbidir. Allah, ilmi iyi kullara ilham eder, kötüleri ise ondan mahrum bırakır. Allah'ın ilim payından mahrum etmediği kimselere ne mutlu!"

"Akıllı kişinin özellikleri, kendisine karşı cahilce davranana yumuşak davranması, kendisine zulmedene karşılık vermemesi, kendisinden aşağı olanlara alçakgönüllü davranması, kendisinden üstte olanlar ile iyilikte yarışmasıdır. Akıllı kişi konuşmak istediğinde önce düşünür. Eğer söyleyeceği söz hayır ise konuşur ve kazanç elde eder. Eğer söyleyeceği söz kötü ise susar ve kurtulur. Eğer fitne ile karşılaşırsa Allah'a sığınarak elini ve dilini tutar. Fazilet gördüğü zaman onu fırsat bilir. Hayâ kendisinden hiç ayrılmaz. Hiçbir zaman hırslı görünmez. İşte akıllı kişi bu on hasletle tanınır."

"Cahilin nişaneleri, kendisi ile düşüp kalkanlara zulmetmesi, kendisinden aşağı konumda olanlara karşı saldırgan olması, kendisinden üst konumda olanlara karşı gelmesidirir. Konuşması tedbirsiz ve düşüncesizdir. Eğer konuşursa, günah işler ve eğer susarsa, gaflete dalar. Eğer karşısına fitne çıkarsa, ona balıklama ve acele ile dalıp helâk olur. Eğer karşısına fazilet çıkarsa, ona arka döner ve ağırdan yaklaşır. Eski günahlarından korkmaz ve ömrünün geri kalan bölümünde günah işlemekten vazgeçmez. İyilik karşısında yavaş ve geç kalır. Kaçırdığı veya kaybettiği iyiliğe üzülmez. Bu on haslet de akıldan yoksun cahilin niteliklerini oluşturur."[441]

2- Şeriatın Kaynakları

c) Resullerin sonuncusu olan Hz. Peygamber (s.a.a) bütün insanlara gerçek mutluluğun yolunu gösterdiği gibi, kendilerine açıkladığı talimatlara uymaları şartı ile o mutluluğa ulaşmayı da garanti etti. Resulullah'ın (s.a.a) açıklamalarına göre mutluluk yolu, biri diğerinin yerine geçmeyen iki önemli emanet olan temel kaynağa sarılmaktır. Hz. Peygamber bu konuda şöyle buyurmuştur:

"Ey insanlar, ben sizin öncünüz, önden gideninizim (sizden önce sizden ayrılacağım). Sizler havuzun başında bana geleceksiniz. Ben size iki emaneti soracağım. O iki emanet konusunda benden sonra ne yapmanız gerektiğine bakın. Çünkü lütufkâr ve her şeyden haberdar olan Allah bu iki emanetin bana varıncaya dek birbirinden ayrılmayacağını bana haber verdi. Ben bunu Rabbimden istedim, o da bunu bana verdi. Haberiniz olsun ki, bu iki emaneti size bıraktım. Bunlar Allah'ın kitabı ile soyum olan Ehl-i Beyt'imdir. Ehl-i Beyt'imin önüne geçmeyin ki, ayrılığa düşersiniz. Onların gerisinde kalmayın ki, helâk olursunuz. Onlara bir şeyler öğretmeye kalkışmayın ki, onlar sizden daha bilgilidirler."

"Ey insanlar, sizi arkamdan birbirinizin boynunu vuran kâfirler olarak bulmayayım, yoksa beni önüne geleni silip süpüren bir sel yatağı gibi bir ordu içinde bulursunuz."

"Haberiniz olsun ki, Ebu Talip oğlu Ali benim kardeşim ve vasimdir. O benden sonra Kur'ân'ın tevili üzerinde, benim tenzili üzerinde savaştığım gibi savaşır."[442]

Kur'ân ve Onun Benzersiz Fonksiyonu

d) Hz. Peygamber (s.a.a) en geniş ve fasih ifade ile Kur'ân'ın büyüklüğünü tanımladı. Bu tanımlamayı oOnun hayattaki rolünü, ona tam anlamı ile sarılmanın değerini bütün insanlara hitap ederek ortaya koydu. Bu konudaki sözleri şunlardır:

"Ey insanlar, sizler bir dinlenme, bir geçiş yurdundasınız. Bir yolculuğun sırtındasınız. Yolculuk sizi hızla götürüyor. Gecenin, gündüzün, güneşin, ayın, her yeniyi yıprattıklarını, her uzağı yakınlaştırdıklarını, her vaadi ve tehdidi yanınıza getirdiklerini gördünüz. O hâlde geçişin uzaklığına uygun malzemeyi cihazı hazırlayın. Burası belâ ve sınav, kesilme ve yok olma yurdudur. İşler üzerinize karanlık gece katmanları gibi çöreklenip karışık göründüğü zaman Kur'ân'a sarılın. Çünkü Kur'ân, şefaati kabul gören bir şefaatçi ve tanıklığı onaylanan bir şikâyetçidir. Kim onu önüne alır ve kendine imam edinirse, o onu cennete götürür. Kim onu arkasına atarsa, o onu cehenneme sürükler. Kim onu rehber edinirse, o ona doğru yolu gösterir. O, meselelerin nihaî çözümünü ayrıntılarıyla içeren bir hüküm kitabıdır, bir açıklamadır, kesin bilgilerin kaynağıdır. O, hak ile batılı kesin olarak ayırır, şaka değildir. Onun zahiri ve batını vardır. Zahiri Allah'ın hükmü, batını ise Allah'ın ilmidir. Zahiri güzel, batını ise derindir. Onun sınırları, işaretleri ve sınırlarının, işaretlerinin üzerinde de sınırları ve işaretleri vardır. Acayipleri sayıya sığmaz. İlginç şeyleri eskimez. Hidayet kandillerini içerir. Hikmetin işaret feneridir. Sıfatını tanıyan [çıkarsamada bulunabilen] için marifet rehberidir. Şu hâlde kişi gözünü dört açsın, bakışını netleştirsin. O zaman helâk olmaktan kurtulur ve tıkanıp kalmaktan uzaklaşır. Çünkü düşünmek, kalp gözünün hayatıdır. Tıpkı ışıktan aydınlık alan birinin karanlıkta yürümesi gibi. Bu durumda sizin için kurtuluş kolaylaşır ve korkulu gözlerle etrafı gözetlemeniz azalır."[443]

Dinin Rüknü Ehl-i Beyt

e) En son Peygamber (s.a.a), büyük emaneti, yani kendi Ehl-i Beyti olan Hz. Ali ile on bir oğlunu ve torununu çeşitli şekillerde tarif etti. Bu konuda söylediklerinden biri, son konuşmalarından birini oluşturan şu konuşmasıdır:

"Ey muhacirler ile ensar topluluğu ve ey cinlerden ve insanlardan bugün ve bu saatte beni dinleyenler! Söylediklerimi burada bulunanlar burada bulunmayanlara iletsin. Haberiniz olsun ki, size Allah'ın kitabı Kur'ân'ı bırakıyorum. Bu kitapta, nur, hidayet ve açıklama vardır. Allah o kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedi. O benim için Allah'ın size karşı hüccetidir. Bunun yanı sıra size en büyük bayrağı, dinin bayrağı ve hidayet ışığı olan vasim Ebu Talip oğlu Ali'yi bırakıyorum. Haberiniz olsun, o, Allah'ın ipidir. Hep birlikte ona sarılın, sakın ondan ayrılmayın. Allah'ın size bağışladığı nimeti hatırlayın. Hani bir zamanlar düşman olduğunuz hâlde O, kalplerinizi uzlaştırdı da O'nun bu nimeti sayesinde kardeş oldunuz."[444]

"Ey İnsanlar, bu Ebu Talip oğlu Ali, bugün ve bugünden sonra Allah'ın hazinesidir. Kim onu bugün ve bugünden sonra sever ve dost edinirse, o verdiği sözü yerine getirmiş ve kendisine düşen görevi gerçekleştirmiş olur. Kim bugün ve bugünden sonra ona düşmanca davranırsa, kıyamet gününde kör ve sağır olarak gelir ve Allah nezdinde kendi lehine bir hüccet bulunmaz."

"Ey insanlar, yarın benim yanıma Ehl-i Beyt'im dağınık, toz toprak içinde, itilip kakılmış, mazlum durumda, kanları önünüzde akan vaziyette, boyunlarınızda sapıklık biatlerinin ve cahillik şuralarının sorumluluğunu taşıyarak dünyaya taze bir gelinmiş gibi gönül kaptırmış olarak gelmeyin."

"Haberiniz olsun ki, bu işin adamları ve ayetleri vardır. Allah onların isimlerini kitabında bildirdi ve ben de size onları tanıttım. Bana gönderilen mesajı size ilettim. Fakat ben sizi cahilce davranan bir toplum olarak görüyorum. Benden sonra Allah'ın kitabını bilgiye dayanmadan tevil eden, sünneti arzunuza uyduran, dininden dönmüş kâfirlere dönüşmeyin. Çünkü Kur'ân'a ters düşen her sünnet, her hadis ve her söz, geçersiz ve batıldır."

"Kur'ân hidayet imamıdır. Onun kendine ileten bir önderi vardır. İnsanları hikmet ve güzel öğütlerle ona çağırır. O benden sonraki veliyyulemr'dir (yetki sahibidir). O benim ilmimin, hikmetimin, gizli sırlarımın ve açığa vurduklarımın ve benden önceki peygamberlerin bıraktıkları mirasın vârisidir. Ben hem vârisim, hem geride mirasçı bırakanım. Sakın nefsiniz sizi yalanlamasın."

"Ey insanlar, Ehl-i Beyt'im hakkında Allah'ı göz önünde bulundurun. Çünkü onlar dinin temel direkleri, karanlıkların kandilleri ve ilmin madenleridirler. Ali benim kardeşim, vârisim, yardımcım, güvendiğim (yakınım), işimin yürütücüsü, sünnetim uyarınca taahhüdümün yerine getiricisidir. Bana ilk inanan ve ölümüm sırasında en son görüşeceğim ve kıyamet günü benimle buluşacakların ortasında yer alacak olan kimsedir. Bu söylediklerimi burada olanlarınız burada olmayanlara iletsin. Kim ümmetin içinde kendisinden daha bilgilisi varken, bir kavme kör gözlü bir imamlıkla imam olursa, kâfir olur."

"Ey insanlar, kimin yaptığım işlerden dolayı üzerimde bir hakkı varsa, kimin benimle ilgili vadesi ileride dolacak bir hesabı varsa, bu konularda Ebu Talip oğlu Ali'ye gelsin. O onların hepsini tazmin eder. Böylece hiç kimsenin üzerimde hakkı kalmasın."[445]

3- İslâm İnancının Temel İlkeleri

Yaratıcı Nitelenemez

"Yaratıcı, kendisini nitelediği sıfatlardan başka hiçbir sıfat ile nitelenemez. Duyu organlarının kendisini algılamaktan âciz olduğu, vehimlerin erişemediği, tasavvurların sınırlandırmadığı, gözlerin kapsayamadıkları yaratıcı nasıl nitelenebilir? O niteleyicilerin nitelemelerinden yücedir. Yakınlığında uzak ve uzaklığında yakındır. Nasıl'a nasıllık verip nasıl olmasını sağladığı için ona 'Nasıl?' denemez. 'Nerede'yi nerelendirdiği için O'nun hakkında 'Nerede?' denemez. O nasıllıktan ve neredelikten kopuk ve bağımsızdır. O kendisini nitelediği gibi tek ve sameddir. Niteleyiciler O'nu niteleme derecesine eremezler. O doğmadı, doğrulmadı ve hiç kimse O'nun dengi değildir."[446]

Tevhidin Şartları

"Kul; 'Lâ ilâhe illallah' (Allah'tan başka ilâh yoktur) dediği zaman cümlenin beraberinde tasdik, tazim, haz duyma ve saygı olmalıdır. Kul; 'Lâ ilâhe illallah' dediğinde eğer bu cümlenin beraberinde tazim yoksa, o kul bidat ehlidir. Eğer o cümlenin beraberinde haz duyma yoksa, o kul iki yüzlü bir gösterişçi; eğer beraberinde saygı yoksa, o kul fasıktır."[447]

Allah'ın Rahmeti

"İsrailoğulları'ndan iki kişi vardı. Biri ibadette gayretli, öbürü ise günahkârdı. İbadette gayretli olan kişi öbürüne: 'Yaptıklarından geri dur.' der, günahkâr kişi de: 'Beni Rabbim ile baş başa bırak.' derdi. Sonunda bir gün ibadette gayretli kişi öbürünü ağır olarak değerlendirdiği bir günah işlerken buldu ve yine: 'Yaptığından geri dur.' dedi. Günahkârın karşılığı: 'Beni Rabbim ile baş başa bırak, başıma gözetleyici olarak mı görevlendirildin?' oldu. İbadet düşkünü Yahudi, öbürüne: 'Allah adına yemin ederim ki, Allah seni affetmez ve seni cennetine koymaz.' dedi. Yüce Allah her ikisine bir melek gönderdi, gelen melek ikisinin de canını aldı ve her ikisi Allah'ın huzurunda bir araya geldi. Yüce Allah günahkâra: 'Rahmetimle cennete gir.' buyurdu. Öbürüne de: 'Sen benim kuluma yönelik rahmetime yasak koyabilir misin?' dedi. İbadet düşkünü Yahudi: 'Hayır, ey Rabbim.' dedi ve Allah: 'Bu kulumu cehenneme götürün.' buyurdu."[448]

Ne Zorlama ve Ne Tam Serbestlik

"Allah ne zorlayarak kendisine itaat ettirir ve ne mağlup edilerek kendisine isyan edilir. Ayrıca kullarını sultasında ihmal etmemiştir. Fakat O, kullarını güçlü kıldığı konular üzerine kadir olandır. Onları malik kıldığı şeylerin malikidir. Eğer kullar aldıkları emre uyarak Allah'a itaat ederlerse, bu itaate engel olan ve ondan vazgeçiren bulunmaz. Eğer ona karşı gelen bir iş yaparlar da o kulları ile o iş arasına girmeyi dilerse, bunu yapar. Senin ile bir şey arasına girmeyi dileyebilen ancak bunu yapmayan bir gücü düşün. Eğer bu durumda kul o işi yaparsa, oraya girip engel olmayan güç, adamı o işe sokmuş anlamına gelmez."[449]

Hz. Peygamber'in Ayrıcalıkları

"Altı konuda diğer peygamberlere üstün tutuldum: Bana özlü sözler verildi. Bir aylık yoldan düşmana korku salmakla desteklendim. Ganimetler bana helâl kılındı. Yeryüzü benim için secde yeri, temiz ve temizleyici kılındı. Bütün kullara peygamber olarak gönderildim. Benimle peygamberlere son verildi."[450]

Beni Allah Seçti

"Allah, İbrahim'in çocuklarından İsmail'i, İsmail'in çocuklarından Kenaneoğulları'nı, Kenaneoğulları'ndan Kureyş kabilesini, Kureyş kabilesinden Haşimoğulları'nı ve Haşimoğulları'ndan beni seçti. Yüce Allah şöyle buyuruyor: Size kendinizden öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz ağırına gider. Size son derece düşkün, müminlere karşı şefkatli ve merhametlidir."[451]

Ben Yağmura Benzerim

"Allah'ın benimle gönderdiği hidayet ve ilim, yeryüzüne düşen bol yağmura benzer. O yeryüzünün bir kesimi iyidir; suyu içine kabul eder; çayır ve bol ot bitirir. O yeryüzünün bBir kesimi ise çoraktır; suyu dışında tutar; Allah onunla insanlara yararlanma imkânı verir. O sudan kendileri içerler, hayvanlarına su verirler ve tarım yaparlar. Yağmurun bir bölümü ise başka bir yeryüzü kesimine düşer. Orası düz ve engin bir çölden ibarettir. Ne suyu tutar ve ne ot bitirir. İşte bu, Allah'ın dinini anlayan ve onun benimle gönderdiği mesajdan faydalanıp bu mesajı öğrenen ve başkalarına öğreten ile bu mesaja başını kaldırıp bakmayanın, getirdiğim ilâhî hidayeti kabul etmeyenin örnekleridir."[452]

Resulullah'tan (s.a.a) Sonraki İmam

"Ey Ammar, benden sonra facialar ve felâketler olacaktır. Bu facialar birbirlerine kılıç çekmelerine, birbirlerini öldürmelerine, birbirleri ile ilişkilerini kesmelerine kadar varacaktır. O olayları gördüğünde bu sağ tarafımdaki asla'dan,[453] yani Ebu Talip oğlu Ali'den ayrılma. Eğer bütün insanlar bir vadinin yolunu tutarlar da Ali başka bir vadinin yolunu tutarsa, sen Ali'nin girdiği vadinin yolunu tut, insanlardan ayrı kal."

"Ey Ammar, Ali seni hidayetten ayrı düşürmez, seni alçalmaya doğru sevk etmezyedmez."

"Ey Ammar, Ali'ye itaat etmek bana itaat etmek demek, bana itaat etmek demek Allah'a itaat etmek demektir."[454]

"Kim benim vefatımdan sonra şimdi oturmakta olduğum bu yerde Ali'ye zulmederse, benim peygamberliğimi ve benden önceki peygamberlerin peygamberliklerini inkâr etmiş gibi olur."[455]

Hz. Ali'nin (a.s) Üstünlüğü

"Eğer Hıristiyanların Meryem oğlu İsa hakkında söylediklerini bazı grupların senin hakkında söylemelerinden çekinmeseydim, bugün senin hakkında öyle bir söz söylerdim ki, bu gruplardan birinin yanından geçerken mutlaka ayağının altındaki toprağı alırlardı."[456]

Resulullah'tan (s.a.a) Sonraki İmamlar

"Benden sonra soyumdan gelecek olan imamlar, İsrailoğulları'nın nakıblerinin ve İsa'nın havarilerinin sayısı kadardırlar. Kim onları severse, o mümindir. Kim onlardan nefret ederse, münafıktır. Onlar Allah'ın kulları arasında O'nun hüccetleri ve yaratıkları arasında O'nun hidayet önderleridir."[457]

Hakkkın İmamları

"Ey Ali, sen benden sonraki imam ve halifesin. Sen Müslümanlar için kendilerinden önce gelirsin (onlar üzerinde tasarruf ve yetki sahibisin). Sen geçip gidince, oğlun Hasan Müslümanlar için kendilerinden önce gelir. Hasan geçip gidince, Hüseyin müminler için kendilerinden önce gelir. Hüseyin geçip gidince, oğlu Ali b. Hüseyin müminler için kendilerinden önce gelir. Ali geçip gidince, oğlu Muhammed müminler için kendilerinden önce gelir. Muhammed geçip gidince, oğlu Cafer müminler için kendilerinden önce gelir. Cafer geçip gidince, oğlu Musa müminler için kendilerinden önce gelir. Musa geçip gidince, oğlu Ali müminler için kendilerinden önce gelir. Ali geçip gidince, oğlu Muhammed müminler için kendilerinden önce gelir. Muhammed geçip gidince, oğlu Ali müminler için kendilerinden önce gelir. Ali geçip gidince, oğlu Hasan müminler için kendilerinden önce gelir. Hasan geçip gidince, Kaim Mehdi müminler için kendilerinden önce gelir. Allah yeryüzünün doğusunu ve batısını onun aracılığıyla fetheder. Bunlar hakkın imamları, doğrunun sözcüleridir. Kim bunları desteklerse desteklenir; kim onları yüzüstü bırakırsa perişan olur."[458]

Hz. Peygamber'in (s.a.a), Mehdi'nin (a.s) Geleceğini Müjdelemesi

Ahmed'in rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: "Yeryüzünü zulüm ve saldırganlık doldurduktan sonra soyumdan biri çıkıp yeryüzünü adalet ve insaf ile doldurmadıkça kıyamet kopmaz..."[459]

Abdurrahman b. Ebu Leyla'nın rivayet ettiğine göre babası şöyle dedi: Hz. Peygamber (s.a.a), Hayber Savaşı'nda İslâm'ın sancağını Ali'nin eline verdi ve Allah onun elinde Müslümanlara fetih bağışladı. Sonra Gadir-i Hum denen yerde Hz. Peygamber, Ali'nin, kadın-erkek bütün müminlerin önderi olduğunu bildirdi. Hz. Peygamber sözlerine devam ederek Ali'nin, Fatıma'nın, Hasan'ın ve Hüseyin'in bazı faziletlerini saydı ve sonra şöyle dedi:

"Cebrail bana haber verdi ki, Ehl-i Beyt'im benden sonra zulme uğrayacak. Bu zulüm onlardan olan Mehdi ortaya çıkıncaya, onların şânı yücelinceye ve İslâm ümmeti onları sevmekte birleşinceye kadar devam edecektir. O dönemde onları kötüleyenler azalacak, sevmeyenleri zelil olacak ve övenleri çoğalacaktır. Bütün bunlar ülkelerin değişmeye uğrayacağı, kulların zayıf duruma düşeceği ve Mehdi'nin çıkmasından ümit kesileceği bir dönemde gerçekleşecektir. İşte o zaman benim soyumdan olan Kaim, bir kavimle ortaya çıkacak ve Allah bu kavim aracılığıyla hakkı üstün getirip onların kılıçları ile batılı söndürecektir… Ey insanlar, Mehdi'nin çıkışı ile müjdelenin. Çünkü Allah'ın vaadi gerçektir, boşa çıkmaz. O'nun hükmü geri çevrilmez. O, her şeyi hikmet üzere yapar ve her şeyi bilir. Allah'ın fethi yakındır."[460]

Ümmü Seleme'den nakledilir ki: Resulullah'tan (s.a.a): "Mehdi benim soyumdan Fatıma'nın torunları arasından çıkacaktır." dediğini duydum.[461]

Huzeyfe b. Yeman şöyle diyor: Bir gün Allah'ın Resulü bize hitap etti ve bize kıyamet gününe kadar neler olacağını anlattı. Sözlerinin devamında: "Eğer dünyanın sadece bir günü kalsa, Allah o günü benim soyumdan olan ve ismi benim ismimin aynı olan bir kişiyi gönderinceye kadar uzatır." dedi. Selman-ı Farisî, ayağa kalkarak: "Ey Allah'ın Resulü, o kişi hangi torununun soyundan gelecek?" diye sordu. Hz. Peygamber eli ile Hüseyin'e dokunarak: "O kişi bu torunumun soyundan gelecek." karşılığını verdi.[462]

4- Resulullah'ın (s.a.a) Mirasına Dayalı Şeriat Düzenlemelerinin Temel İlkeleri[463]

a) İslâm'ın Karakteristik Özellikleri

1- İslâm yücelir, hiçbir şey onun üstüne çıkamaz.

2- İslâm kendinden öncekini [yani işlenmiş günahları] siler, yok eder.

3- İnsanlar bilmedikleri sürece bilgi sahibi olmadıkça genişlik içindedirler muamele görürler.

4- Ümmetimden yanılgının, unutmanın ve zorla yaptırılan işlerin sorumluluğu kaldırılmıştır.

5- Şu üç kimseden kalem kaldırıldı: Çocuk, deli, uyuyan kişi.

b) İlim ve Âlimlerin Sorumluluğu

1- Kim zamanının imamını bilmeden ölürse, cahiliye ölümü ile ölmüştür.

2- Kim bilgiye dayanmadan Kur'ân üzerinde bir söz söylerse, cehennemdeki yerini hazırlasın.

3- Kime bildiği bir şey sorulur da bilgisini saklarsa, Allah onun ağzına ateşten bir gem vurur.

4- Kim bilgiye dayanmadan fetva verirse, gökteki ve yeryüzündeki melekler kendisine lânet eder.

5- Her fetva veren kişi tazmin ile sorumludur.

6- Her bidat sapıklıktır ve her sapıklığın yolu cehenneme çıkar.

7- Allah kim için iyilik isterse, onu din alanında derin bilgili yapar.

8- Farzları öğrenin ve bu ilmi insanlara öğretin. Çünkü bu alan ilmin yarısıdır.

9- Size benim bir hadisim getirildiği zaman onu Allah'ın kitabına sorun. Ona uyanı kabul edin. Ona ters düşeni duvara çarpın.

10- Bidatçilik başını alıp yürüdüğü zaman âlimler ilimlerini ortaya koysunlar. Kim bunu yapmaz ise, Allah'ın lâneti üzerine olur.

c) İslâmî Tutumun Genel Kuralları

1- İslâm'da ruhbanlık yoktur.

2- Yaratıcıya karşı gelindiği konuda kula itaat edilmez.

3- Takiyesi olmayanın dini yoktur.

4- Farzlara zarar verdiklerinde, nafilelerde hayır yoktur.

5- Problemli her işin çözümü için kura çekilir.

6- Ameller niyetlere bağlıdır.

7- Kişinin niyeti amelinden daha etkilidir.

8- Amellerin en faziletlisi, en çetin olanlarıdır.

9- Kim bir kavmin dinini benimserse, onların hükmü kendisi için bağlayıcı olur.

10- Kim bir iyi çığır açarsa, yaptığı iyiliğin sevabı ile birlikte kıyamete kadar açtığı çığırdan gidenlerin sevabı kadar sevap kazanır. Buna karşılık kim bir kötü çığır açarsa ise, yaptığı kötülüğün cezası yanında açtığı çığırdan gidenlerin alacakları ceza kadar cezaya çarptırılır.

d) Yargı İle İlgili Genel Hatlar

1- Hâkim çaba sarf edip de yanılırsa, bir sevap kazanır; eğer çabası sonucu isabetli olursa, ona iki sevap vardır.

2- Aklı başında kimselerin kendi aleyhlerindeki ikrarları geçerlidir.

3- Şahit göstermek iddia sahibine, yemin etmek iddiayı inkâr edene düşer.

4- Ancak Allah adına yemin edilir.

5- Şüphe varsa, hadleri uygulamayın. (Şüpheler sebebi ile hadleri düşürün.)

6- Kim malı uğruna öldürülürse, şehittir.

7- Aldığın şeyin sorumluluğu sahibine teslim edilinceye kadar sana aittir.

8- Vahşi hayvanların verdikleri zayiatın karşılığı yoktur, kovuşturma konusu edilmez.

9- Baba, oğlunun suçundan sorumlu tutulamayacağı gibi, oğlu da babasının suçundan sorumlu tutulamaz.

10- İnsanlar malları üzerinde egemendirler.

e) Ana Hatları İle İbadetler

1- Şüphesiz, dinin direği namazdır.

2- Yapacağınız ibadetleri benden öğrenin.

3- Beni namaz kılarken gördüğünüz gibi namaz kılın.

4- Mallarınızın zekâtını verin ki, namazlarınız kabul edilsin.

5- Fitre zekâtı her erkek ve kadına için farzdırverilmelidir.

6- Benim için yeryüzü secde yeri, toprağı temiz ve temizleyici kılındı.

7- Camilerinizi satışlarınızdan, satın almalarınızdan ve husumetlerinizden uzak tutun.

8- Ümmetimin seyahati oruçtur. [Oruç, gezip dolaşmak gibi insana canlılık ve ferahlılık kazandırır.]

9- Her maruf (güzel davranış) sadakadır.

10- Cihadın en faziletlisi, zalim bir hükümdarın önünde söylenen hak sözdür.

f) Aile Düzeninin Bazı Temel İlkeleri

1- Evlenmek benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.

2- Evlenin ve çoğalın. Çünkü ben kıyamet günü sizin ile diğer ümmetlere karşı övünç duyarım.

3- Evlenin ve eşlerinizi boşamayın. Çünkü boşamaktan, Rahman olan Allah'ın arşı sarsılır.

4- Menilerinizi akıtacağınız eşleri dikkatlice seçin, birbirine denk olanları evlendirin ve öyle olanlarla evlenin.

5- Çocuk kimin yatağında doğmuşsa, ona aittir. Fuhuş yapan ise, taşlanarak öldürülür.

6- Kadının cihadı, kocasına karşı vazifesini en iyi şekilde yerine getirmektir.

7- Kadınlar için cuma namazı, cemaatle namaz kılmak, ezan okumak, kamet getirmek, hasta ziyaret etmek, Safâ ile Merve tepeleri arasında koşarcasına hızlı yürümek, cihat, Hacerü'l-Esved'e el sürmek, hâkimlik görevi üstlenmek ve (hacda) başı tıraş etmek yoktur.

 

Back Index Next