Ehl-i Beyt
dostlarının üçüncü imamı olan İmam Hüseyin (a.s),
meşhur görüşe göre hicretin 4. yılında, Şâban
ayının 3'ünde,[1] Perşembe
günü dünyaya gelmiştir.[2] Annesi,
kadınların efendisi Hz. Fatıma (s.a), babası Müminlerin
Emiri İmam Ali (a.s), dedesi iki cihan güneşi Hz. Muhammed (s.a.a),
ninesi Peygamber hanımlarının en üstünü Hz. Hatice'dir (s.a).
Aşura
harekâtı onun öncülüğüyle başlamış, insanlık
tarihi yine onun kanıyla aydınlanmıştır. Kerbela
kıyamıyla her nesle özgürlük, fedakârlık ve izzet dersi
vermiştir. Bugün yeryüzünde İslam'dan ve Müslüman'dan bir eser varsa,
Muhammedî din hâla yâd ediliyorsa, İslam'ın şartları
gerektiği gibi yerine getirilebiliyorsa, Kuran ve sünnet kavramları
zihinlerden silinmemişse bu, onun ve yarenlerinin Kerbela'da
akıttıkları oluk oluk kanların vesilesiyledir.
Onun
hayatı, ilmi, ahlakı, fazlı, keremi, zühdü, şecaati, sabrı,
musibetleri ve mazlumiyeti ne dile getirmek, ne de sayfalara dökmekle tükenmez.
O ki; çocukluğunu Resul-u Ekrem'in (s.a.a) dizlerinin dibinde, ilim
şehri babasının kucağında, gelmiş geçmiş
kadınların en üstünü anası Fatıma'nın (s.a)
bağrında ve kendi gibi, cennet gençlerinin efendisi olan kardeşi
Hasan'ın (a.s) yanında geçirmiştir. Yeryüzünde onların
nesebi kadar pak ve temiz bir nesep; ilimde, amelde, sabırda,
şecaatte, fedakârlıkta, adalette ve kısacası her alanda
onlardan daha üstün bir insan yokken İsrailoğullarının
peygamberlerini öldürdükleri gibi, Muhammed (s.a.a) ümmeti de onları
öldürdü, ölümü onlara reva gördü. Halbuki kanlı Kerbela sultanına
Hüseyin adını veren, "Hüseyin bendendir, ben de ondan; Allah onu
seveni sever, ona kin besleyene kin güder; o torunlarımdan biridir, Allah
onun katiline lânet etsin"[3] diyen Resul-u
Ekrem'den başkası değildi.
O ki; alemlere
rahmet olarak gönderilmiş, peygamberlik süresince ümmeti için hep
hayrı istemiş, "Sizden, tebliğime karşılık
bir ücret istemiyorum, istediğim, ancak yakınlarıma
sevgidir"[4] demişti. Ancak vefatından sonra
ümmeti onun bu sözlerini unuttu ve adeta pusuya yatan düşmanlar gibi
ciğerparelerinin zuhur etmelerini bekledi. Bu gerçekleştiğinde
de yattıkları pusudan kalkarak üzerlerine hücum etti,
hayatlarına son verdi. Ehl-i Beyt imamlarından hiçbiri eceliyle
ölmedi; onların ecelleri Muhammed ümmetinin kâh
kılıçlarında, kâh zehirli ellerinde tecelli etti. Kimileri
bununla sevinirken, kimileri de karalar giyindi, yas tuttu,
gözyaşlarıyla onları andı...
İmam
Hüseyin (a.s), babasının şehadetinin ardından itaatkâr bir
kardeş olarak sürekli İmam Hasan'ın yanında yer aldı.
Muaviye'yle imzaladığı barış antlaşmasından
sonra Medine'ye giden kardeşiyle birlikte o da Medine yolunu tuttu.
Hicretin 39 veya 40. senesinde şehit olan kardeşinin ardından
İmamet makamını üstlendi. O, bu tarihten itibaren musibetlerle
dolu yaşamını tek başına sürdürmeye başladı.
Dedesi Resul-u Ekrem (s.a.a) zamanındaki şirin günlerin özlemini
duyuyordu. Annesi, babası, dedesi, kardeşi ve sadık
dostları onlarlayken geçirdiği güzel günler, dedesinin vefatıyla
maziye karışmıştı. Tüm yakınlarının
şehadetini acı bir zehir gibi içmiş,
yalnızlığını Kerbela'da Şimr melununun
kılıcıyla noktalamıştı...
Yezid'in
hilafetini ilan etmesiyle birlikte zor günler başlamıştı.
Yezid, babasının vasiyeti üzerine öncelikle İmam Hüseyin,
Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Zübeyr'den biat alarak işe başlamak
istiyordu. Fakat İmam, Yezid'in aşağılık, liyakatsiz
ve şeytan sıfatlı biri olduğunu çok iyi biliyor; bu nedenle
de kesinlikle Yezid'e biat etmeyi düşünmüyordu.
Yezid, biat
almak için Medine valisi Velid b. Ukbe'yi görevlendirdi. Ancak o,
devraldığı bu görevi yapmak istemiyordu. Şehirdeki Ehl-i
Beyt dostları ve Haşimoğullarından oldukça korkuyordu.
Diğer taraftan da Mervan, Velid'i bir hayli
sıkıştırıyordu. Bu amaçla İmam'ı evine davet
ederek Mervan'ın huzurunda biat etmesini istedi. Bunun üzerine İmam,
şöyle buyurdu:
"Ey emir!
Bilesin ki biz; meleklerin gidip geldiği, Allah rahmetinin nüzul yeri olan
nübüvvet hanedanı ve risalet madeniyiz. Allah bizim hürmetimize
kapıları açmış, bizim hürmetimize de
kapamıştır. Oysa ki Yezid içki içen, cinayet işleyen,
fıskını açıkça ortaya koyan bir kimsedir. Benim gibi biri,
onun gibi birine asla biat etmez. Biz sabahlıyoruz, siz de
sabahlayın; biz bekliyoruz, siz de bekleyin; hilafete ve biate kim daha
layıkmış, birlikte göreceğiz."[5]
İmam bu
sözlerinin ardından evine gitmeyip geceyi Resul-u Ekrem'in türbesinde
geçirdi. Ertesi gün eve giderken yolda Mervan b. Hakem ile
karşılaştı. Mervan, İmam'ı görünce; "Ey
Hüseyin, beni dinle de nasihatime kulak ver!" dedi. İmam; "Ne
söylemek istiyorsun?" diye sordu. Mervan; "Yezid'e biat edersen iki
cihanda da saadet ehlinden olursun!" diye cevap verince İmam
şöyle buyurdu:
"İnna
lillah ve inna ileyhi raciûn (Allah'tan geldik ve ona döneceğiz); selam
olsun İslam'a (elveda İslam'a)! Resul-u Ekrem'in ümmetinin
başına geçen Yezid gibi fasık bir halifenin ardından
artık kaybolan Müslümanlığa elveda demek gerek. Ben, kesinlikle
ceddim Resul-u Ekrem'den işittim: "Hilafet Ebu Süfyan ailesine
haramdır, onu benim minberimde görecek olursanız karnını
deşin" diyordu. Oysa ki Medine halkı onu Resu-lullah'ın
(s.a.a) minberinde görmüşlerdi de bu söze itaat etmemişlerdi. Sonra
da Allah, Yezid gibi fasık birini onlara musallat etti!"[6]
O halde sen beni Yezid gibi içki içen fasık birine biat etmeye mi davet
ediyorsun? Sen daha ananın karnındayken Resul-u Ekrem sana lânet
etmişti. Ey Allah düşmanı! Bizim Allah Resulünün Ehl-i Beyt'i
olduğumuzu, hakkın dışında ağzımızdan
bir şey çıkmadığını bilmiyor musun?"
Mervan, bu
cevabın ardından oradan ayrıldı ve durumu Yezid'e
bildirerek savaş hazırlıklarını başlattı. Bu
arada Basra ve Kûfe halkının vaatlerle dolu mektupları
aralıksız olarak İmam'ın evine yağmaya
başlamıştı. İmam sonuç olarak Müslim b. Akil'i Kûfe'ye
gönderdi ve kendisi de hanedanıyla birlikte Mekke'ye doğru harekete
geçti.
Kûfelilerin
biatlerini bozarak Müslim b. Akil'i şehit etmeleri, Irak
ortamını olumsuz yönde etkilemişti. İmam, buna rağmen
hicri 60 senesinde, Zilhicce ayının 8'inde Mekke'den Kûfe'ye
doğru yola çıktı. Kûfe'ye varmadan önce Kerbela'da Yezid'in
ordusu tarafından muhasara altına alındı. Ancak o,
Yezîdilere teslim olmayıp zilleti seçmektense ölümü tercih etti. Neticede
71 yareniyle birlikte burada şehit edildi. Kerbela vakıası ve
İmam'ın şehadeti ölü kalplerin dirilmesine, vicdanların
harekete geçmesine sebep oldu. Hüseynîlerin akıttığı
kanlar, Emevî hükümetini kısa sürede yokluğa sürükledi.
İmam
Hüseyin 10 Muharrem'de, hicretin 60. senesinde Şimr b. Zülcevşen
tarafından şehit edildi. Ancak o bu savaşta ölmedi; Hüseyin ve
Hüseynîler hep diri kaldılar, Yezîdilerle savaştılar, bundan
böyle de savaşacaklar. 10 Muharrem, hayat var oldukça; yeryüzünde Ehl-i
Beyt dostu baki kaldıkça devam edecek, zihinlerde daima tazelenecek.
Akıtılan kanların karşılığında
gözyaşları dökülecek, Yezid ve Yezîdiler lânetlerle
anılacak, «Her yer Kerbela, her gün Aşura» şiarları sonsuza
dek devam edecektir...
Asıl
adı Abbas,[7] künyesi Ebulfazl (Fazl'ın
babası)'dır. En meşhur lakapları Sakka (su
dağıtan), Alemdar (bayraktar), Bâbü'l-Havaic (hacetler
kapısı), Abdun Salih (salih kul) ve Kamer'i Benî Haşim
(Haşimoğullarının parlak hilali)'dir. Annesi Ümmül Benin[8]
lakaplı Fatıma bint-i Hizam b. Halid, babası İmam Ali'dir.
İmam (a.s) ilk eşi Hz. Fatıma bint-i Muhammed'in (s.a.a)
vefatından sonra Ümmül Benin ile evlenmiş,[9]
neticede Ebulfazl hicretin 26. senesinde 4 Şâban'da, Medine'de dünyaya
gelmiştir.
Hz. Ebulfazl,
çocukluk yıllarını babasıyla geçirmiş, 14
yaşındayken babasının şehadet acısına
tahammül göstermiş; sonuç olarak, 34 yaşlarındayken kardeşi
İmam Hüseyin ile birlikte Kerbela'da şehit edilmiştir.
Güçlü, cesur, at
kullanmasını iyi bilen, hoş endam ve iri cüsseli biri olan
Ebulfazl, ata bindiği zamanlar ayakları neredeyse yere değecek
gibi olduğu için görenleri şaşkına çevirirdi. İlimde,
takvada, fazilet ve ahlakta babası Ali (a.s), kardeşleri Hasan ve
Hüseyin'in (a.s) ilim ve iman pınarlarından en fazla faydalanan
kimseydi.
İmam
Sâdık (a.s) onun hakkında şöyle buyurmuştur:
"Amcamız Abbas'ın oldukça etkin basireti, sarsılmaz
imanı vardı. İmam Hüseyin ile birlikte savaştı, güzel
bir imtihan verdi ve şehit oldu."[10]
Hz. Ebulfazl,
Ubeydullah b. Abbas'ın kızı Lubabe (babasının
amcazadesinin kızı) ile evlendi ve ondan Ubeydullah ve Fazl
adlarında iki oğlu oldu. Ebulfazl, oğlu Fazl'ın
doğumundan sonra daha çok bu künyeyle (Ebulfazl) anıldı.
Oldukça nurani
ve parlak simasından dolayı Kamer-i Benî Haşim, Kerbela
vakasında başta çocuklar olmak üzere tüm Hüseynîlere Fırat'tan su
getirip dağıttığı için Sakka[11]
ve savaş sırasında Hüseynî ordunun bayrağını
taşıdığı için de Alemdar lakaplarını
aldı. O hayatta olduğu sürece Kerbela'da Ehl-i Beyt
çadırları güven içerisindeydi. Onun şehadetiyle düşman erleri
Ehl-i Beyt çadırlarına hücum etmeye başladı. İmam
Hüseyin (a.s) onun ardından oldukça gözyaşı dökmüş,
ağlamıştır.
Hz.
Ebulfazl'ın yüceliğini anlatmak için ne yazılsa azdır. O
ki, Ehl-i Beyt'ten olup Ehl-i Beyt'in içinden yetişen eşsiz bir
fedaiydi. İmam Hüseyin'in Tasuâ günü (9 Muharrem) Ebulfazl'a hitaben
söylediği şu sözler onun yüce makamını gözler önüne seren
en güzel örnek olsa gerek: "Ey kardeşim, canım sana feda olsun!
Atına bin ve onların (düşmanların) yanına git, niçin
buraya geldiklerini sor."[12]
İmamların
makamı hakkında az-çok mütalaası olan; Ehl-i Beyt'in ilimde,
hilimde, ahlakta ve kısacası her alanda eşsiz olduğuna
inanan bir kimse için Ebulfazl'a hitaben "Canım sana feda
olsun!" diyen İmam Hüseyin'in bu sözüyle muhiplerine neyi anlatmak
istediği oldukça düşündürücüdür. Şüphesiz onun gibi bir masum
imamın kardeşine bu şekilde hitap etmesinde hiç kimsenin
bilemediği ilginç ve tahminden öteye erişilmesi mümkün olmayan sırlar
vardır.
İmam
Zeynelabidin de (a.s) o yüce şahsiyet hakkında şöyle
buyurmuştur: "Hz. Ebulfazl'ın (a.s) Allah katında öyle bir
makamı vardır ki kıyamet günü bütün şehitler ona gıpta
edeceklerdir."[13]
Hz. Ebulfazl
Kerbela'da, şehit düştüğü yer olan Gaziriye yolu üzerinde
toprağa verilmiştir. Bugünkü türbesi de buradadır.
Caferîlerin
dördüncü imamıdır. Babası İmam Hüseyin (a.s) ve annesi
Yezdgird kızı Şehribânu'dur. Asıl adı Ali, en
meşhur lakapları Zeynelabidin (abitlerin süsü) ve Seccad (çok secde
eden)'dır.
Şeyh Mufid,
Şeyh Tabersî ve Seyyid b. Tavus'a göre İmam Zeynelabidin (a.s), 15
Cemaziyülevvel 36 hicrîde;[14] Kuleynî'ye
göre, 38 hicrîde[15] dünyaya
geldi. İmam'ın doğum tarihi hakkında pek çok rivayet
vardır. Yukarıda açıklananların yanı sıra 15
Cemaziyülahır, Perşembe günü; 9 Şâban 38 hicrî ve 37 hicrî
diyenler de vardır.[16]
Keşf'ül-Gumme'de
İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilmiştir: "İmam
Seccad (a.s), Emir'ül-Müminin Ali'nin (a.s) şehadetinden sonra, hicretin
38. senesinde dünyaya gelmiştir. İmam Ali ile iki yıl, İmam
Hasan ile 10 yıl, İmam Hasan'ın ardından muhterem babasıyla
da 10 yıl geçirmiş ve imamet süresi 35 sene sürmüştür."
Şehadeti
hakkında da ulema arasında ihtilaf vardır. Bazıları
hicretin 94. senesinde Muharrem Ayı'nın 18'inde[17]
şehit edildiğini rivayet ederken Şeyh Tûsî, aynı yıl
Muharrem'in 15'inde[18] ve Şeyh
Kuleynî de daha farklı olarak hicretin 95. senesinde[19]
şehit edildiğini rivayet etmişlerdir. İbn-i
Şehrâşub da diğerlerinden daha farklı olarak hicretin 95.
senesinde, Muharrem Ayı'nın 11 veya 12. gününde, Cumartesi günü
şehit edildiğini ileri sürmüştür.[20]
İmam
Zeynelabidin (a.s), babasının arkasından 20 yıl (bir
rivayete göre de 40 yıl) ağlamıştır. Kendisine yiyecek
sunulduğunda ağlar, su getirildiğinde
hıçkırıklarına mani olamazdı.
Bir gün gulamlarından
biri O'na yaklaşarak, "Ey Allah resulünün evladı! Korkarım
bu ağlayışlarınla bir gün kendini öldürecek, helak olup
gideceksin!" dedi. Bunun üzerine İmam (a.s) şöyle buyurdu:
"Hüznümü ve derdimi Allah'a şikâyet ediyorum ve ben, Allah
tarafından sizin bilmediklerinizi bilmedeyim."[21]
Ne zaman Fatıma evlatlarının katledilişleri aklıma
gelse gözyaşı ve hıçkırık boğazımda
düğümlenir.
İmam (a.s),
çok ibadeti yanı sıra cesaretiyle de tanınmıştır.
Hem Yezid'in, hem de Ubeydullah b. Ziyad'ın sarayında bir tarafta
ölüm tehditleri, bir tarafta babasının kesik başı, bir
diğer tarafta da esir yakınları olmasına rağmen
yiğitçe hakkı savunmuş, galip geldiklerine inanan Ehl-i Beyt
düşmanlarını aşağılamış ve Ehl-i Beyt
aşıklarınca Yezid'in saltanatına son verilmesi için ortam
hazırlamıştır.
Şehitlerin
efendisi İmam Hüseyin (a.s)'ın şehadet acısının
ardından İmam Zeynelabidin (a.s)'ın acıları sona
ermedi. Hatta bu olay, onun hayatının en elim olayı olmakla
beraber yeni acıların başlangıcı olmuştu.
Kerbela
faciasından bir süre sonra Yezid tarafından yakınlarıyla
birlikte Medine'ye gönderildi. Hicrî 63'te Yezid'e karşı kıyam
eden ve ilk iş olarak da Medine valisi Osman b. Muhammed b. Ebu
Süfyan'ı şehir dışı eden halk, Medine'de boy gösteren yaklaşık
bin kişilik nüfusa sahip Ümeyye oğullarını abluka
altına aldı. Emevîlerin Medine'deki öncülüğünü üstlenen ve iyice
yaşlanmış olan Mervan b. Hakem, hayatının tehlikede
olduğunu görünce Abdullah b. Ömer'den, ondan yardım alamayınca
da İmam Zeynelabidin (a.s)'dan sığınma isteğinde
bulundu. İmam (a.s), onun sığınma isteğini kabul
ederek yakınlarıyla birlikte onu Yenba'a gönderdi. Taberî'ye göre
Mervan, bu nedenle İmam'a daima minnettar kalmıştı.
Bu arada
halkın ayaklandığını haber alan Yezid, Müslim b.
Ukbe'yi on iki bin kişilik ordusuyla Medine'ye gönderdi ve üç gün boyunca
şehri yağmalamalarını, 4. gün cinayet ve yağmalamalara
son vermelerini ve bu süre içerisinde İmam Zeynelabidin (a.s) ve ailesine
dokunmamalarını, onlara iyi davranmalarını istedi. Zira
Yezid, İmam'ın bu kıyamda bir rolü olmadığına
inanmaktaydı.
Tarihte
"Harra Olayı" olarak bilinen bu içler acısı olaydan
sonra Medine halkı, hazin bir yenilgiye uğradı. Müslim b. Ukbe,
ordusuyla birlikte üç gün boyunca Medinelileri kılıçtan geçirdi ve halkın
namusuna saldırdı. Dördüncü gün ordusunu toplayarak Yezid için
halktan "kulu-kölesi olduklarına dair" biat aldı. Taberî'ye
göre Harra Olayı, hicretin 63. senesinde, Zilhicce Ayı'nın 27
veya 28'inde, Çarşamba günü meydana gelmiştir.
***
İlim,
irfan, takva ve ibadetiyle de eşsiz kişiliğe sahip olan
İmam Zeynelabidin (a.s)'ın en meşhur lakaplarından biri de
Secced'dır. Çok secde ettiği için "çok secde eden"
anlamına gelen "Seccad" lakabı verilmiştir. İmam
Muhammed Bâkır (a.s), bu konuda şöyle buyurur:
"O, çok
secde ederdi. Üzerinden bir bela kalktığında, kötülüğünü
isteyenin şerrinden kurtulduğunda, namazını
tamamladığında veya birbirine düşman olan iki kişinin
arasını kurduğunda hemen secdeye kapanır,
şükrederdi." Nitekim, Kerbela olayının üzerinden çok geçmemişken
Muhtar'ın zaferini haber alan İmam Zeynelabidin (a.s), secdeye
varmış, İmam Hüseyin'in ve yetmiş bir yareninin
intikamının alındığı için Allah'a
şükretmişti.
Gerek Şiî,
gerekse Sünnî uleması, İmam Zeynelabidin'in yüceliği, üstün
erdemi, ağırbaşlılığı, fakihliği,
dindarlığı ve takvası konusunda hemfikirdirler. Medine
halkı, onun bu özelliklerinden dolayı ona saygı duyar,
saygıda asla kusur etmezlerdi.
Rivayet edilir
ki; Hişam b. Abdulmelik, babası Abdulmelik veya kardeşi Velid'in
hilafeti döneminde hacca gitmişti. Ziyaret sırasında
kalabalık yüzünden Hacer'ül-Esved'e dokunup öpemedi. O sırada
İmam Zeynelabidin de çıkageldi. Halk, onu fark edince
Hacer'ül-Esved'in etrafından uzaklaşıp ona yer verdi. Bunun
üzerine Hişam öfkelendi. Yanındaki bir yabancı, İmam'ı
göstererek onun kim olduğunu sordu. Hişam, İmam'ı çok iyi
tanıdığı halde öfkesinden ya da onu
tanımayanların ona karşı sempati duymalarını
istemediğinden "tanımıyorum" diye cevap verdi. O
sırada, yakınlarında bulunan meşhur Arap şairi
Ferazdak araya girerek ikisine de şiirle karşılık verdi:
Kulların en
hayırlısı; her türlü kusurdan arı ve temiz, herkesin
tanıdığı bir kimse...
Tanımıyorum
demen hiçbir şeyi değiştirmez; zira herkes tanır onu; Arap
da, Acem de...
İmam Zeynelabidin
(a.s) herkesten daha cömert, daha şefkatli, fakir yanlısı ve
muhtaçların dayanağı sağlam bir kapı idi. Her Ramazan
bayramında kölelerini azat ederdi. Devesiyle yirmi iki kez hacca gitmesine
rağmen bir kere olsun onu incitmedi. Devesi öldüğünde
etrafındakilerden onu defnetmelerini istemiş, hatta bunu vasiyet
etmişti.
İmam
Muhammed Bâkır (a.s) bu konuda şöyle buyurur: İmam
Seccad'ın (Zeynelabidin), birlikte yirmi iki kez hacca gittiği bir
devesi vardı. Bu süre içerisinde bir kere olsun onu tartaklamadı.
İmam'ın şehadetinin ardından bir ara hizmetçilerden biri
gelip devenin dışarı çıktığını, onu
İmam Zeynelabidin (a.s)'ın kabrinin yanı başında
bulduğunu ve başını kabre sürüp feryat ettiğini haber
verdi. Üstelik deve, İmam'ın türbesinin yerini hiç görmemişti."
Bir başka
rivayette de bu olayın devamı şöyle anlatılır:
İmam Bâkır (a.s) devenin, babasının mezar-ı
şerifine gittiğini haber alır almaz oraya gitti. Deve yüzünü
toprağa sürüyor ve ağlıyordu. Bunun üzerine İmam, ona
kalkmasını ve yerine geri dönmesini emretti. Deve de söyleneni
yaptı. Bir süre sonra deve tekrar yerinden çıkarak İmam
Zeynelabidin (a.s)'ın mezar-ı şerifine koştu. Kabre
varıp yüzünü sürdü ve ağlamaya başladı. İmam Bâkır,
yanındakilerle birlikte kabre vardıklarında aynı manzarayla
karşılaştılar. Devenin yaklaşıp ondan
kalkmasını istedi. Deve, bu kez kalkmadı. Bunun üzerine
İmam, yanındakilere; "Onu kendi haline bırakın, veda
ediyor" dedi. Deve üç gün orada kaldı. Dördüncü gün sahibinin
hicranına dayanamayıp hayata gözlerini kapadı ve İmam
Zeynelabidin (a.s)'ın vasiyeti üzerine toprağa verildi.[22]
Medine
halkının İmam Zeynelabidin'e olan yoğun ilgisini
saltanatları için bir tehlike olarak gören Hişam b. Abdulmelik,
kardeşi Velid b. Abdulmelik ile işbirliği yaparak
İmam'ı zehirle şehit ettirdiler. Bazı kaynaklara göre de,
Velid b. Abdulmelik, bizzat kendi elleriyle İmam'ı
zehirlemiştir.
İmam
zehirlendikten sonra sayısız hekim tedavî için onun evine koştu.
Ancak zehir pek etkili olduğu için bu uğraşlar fayda etmedi.
Ölüm döşeğinde sürekli şöyle derdi:
Allah'ım!
Bana merhamet et, şüphesiz sen merhamet bağışlayacak kadar
cömertsin. Allah'ım! Bana merhamet et, şüphesiz sen merhamet edecek
kadar merhametlisin!"[23]
İmam
Bâkır, babasının ölüm anında ettiği bir vasiyeti
şöyle anlatır: "İmam'ın şehadet anı gelip
çattığında beni bağrına basıp şöyle dedi:
Oğulcağızım! Allah'tan başka intikam
alıcısı olmayan kimseye zulmetmekten kaçın!"[24]
İmam
Zeynelabidin'in şehadetiyle birlikte Medine halkı, onun yüz fakir
aileye yardım ettiğini anlamıştı. Bu fakir aileleri, o
zamana kadar kimin tarafından yardım aldıklarını
bilmiyor-larken onun vefatıyla geceleri sırtında çuval çuval
yiyecek taşıyan, bu çuvalları fakir evlerin kapılarına
bırakıp gizlice çıkıp giden kişinin İmam Seccad
(a.s) olduğunu anladılar. Bir grup Ehl-i Beyt dostu, gusül
sırasında İmam'ın sırtındaki çuval izlerini
bizzat gözleriyle görmüştü.[25]
İmam
Muhammed Bâkır (a.s) babasını guslettikten sonra ağlamaya
başlamış, onu tesellî etmeye çalışanlara şu
yanıtı vermişti: "Onu guslederken bedenindeki zincir
izlerini gördüm. Bunu görünce de aklıma esaret döneminde çektiği
işkenceler aklıma geldi..."[26]
İmam
Zeynelabidin (a.s)'ın şehadet tarihi konusunda da ulema arasında
ihtilaf vardır. Bazılarına göre 18 Muharrem 94 hicrîde,[27]
Şeyh Tûsî'ye göre 25 Muharrem 94 hicrîde,[28]
Kuleynî'ye göre 95 hicrîde, [29] İbn-i
Şehrâşub'a göre de 11 veya 12 Muharrem 95 hicrîde[30]
şehit olmuştur. Meşhur görüşe göre, İmam (a.s)
şehit olduğunda 56 veya 57 yaşlarındaydı.
Kabr-i
Şerifi, Medine'de, bugünkü Bakî Mezarlığı'nda, İmam
Hasan (a.s)'ın mezarının yanı başındadır.
Annesi Hz.
Fatıma (s.a) ve babası da İmam Ali'dir (a.s). Hicretin 5.
senesinde, 5 Cemaziyülevvel'de[31] Medine'de
dünyaya geldi. Akilet-u Benî Haşim (Haşimoğullarının
zekî kadını), Alime Gayru Mualleme (kimseden ders almadan bilen),
Muvassaka (güvenilir), Arife, Alime, Muhaddise (hadis rivayet eden),
Fazıla (üstün), Kâmile, Abidet-u Âl-i Ali (Ali hanedanının abit
kadını), başlıca lakaplarındandır. Hayatı
boyunca dedesi Resul-u Ekrem'den (s.a.a), babası İmam Ali'den (a.s)
ve annesi Hz. Fatıma'dan (s.a) hadis nakletmiştir. İffeti,
cesareti, ilmi, güzel ahlakı, hitabesi, fesahat ve belagatıyla da
meşhurdur.
Hz. Zeynep[32]
Hayatını hicretin 17. senesinde amcazadesi Abdullah b. Cafer (Cafer-i
Tayyar'ın oğlu) ile birleştirdi ve ondan Muhammed, Avn, Ali ve
Ümmü Kulsum adlarında dört çocuk dünyaya getirdi.[33]
Muhammed ve Avn, Kerbela faciasında İmam Hüseyin'le birlikte
şehit edildiler. Eşi Abdullah b. Cafer'in o sıralar 72
yaşlarında olduğu ve yaşlılığından
dolayı Hüseynîlere katılamadığı rivayet
edilmiştir.
İmam
Hüseyin (a.s) Medine'den hareket ettiğinde Muhammed ve Avn,
babalarının yanında kalmışlardı. Abdullah b.
Cafer, bir müddet sonra onların tehlikeye doğru gitmekte
olduklarını sezinleyerek İmam Hüseyin'i Kûfe'ye gitmemesi üzere
ikna etmeleri için Muhammed ve Avn'i yazdığı bir mektupla arkalarından
gönderdi. Oğulları, Hüseynîler henüz Kûfe'ye varmadan onlara
yetişerek babalarının yazmış olduğu mektubu
İmam'a ulaştırdılar. Mektupta kısaca şöyle
yazılıydı:
"...Mektubum
elinize geçer geçmez Allah aşkına yolculuğunuzu yarıda
keserek geri dönün. Kötü şeylerin olacağına ve sizin
öldürüleceğinize dair içimde garip bir his var. Eğer size bir
şey olursa yeryüzü karanlığa boğulur. Zira, bugün halk bir
yerlere gidip gelebiliyorsa bu, sizin ışığınız
sayesindedir; halkın ümidi, size olan imanlarıdır. O halde
seferini tamamlamada acele etme, ben de bu mektubun ardından kendimi size
ulaştırmaya çalışacağım."[34]
Abdullah b.
Cafer mektubunun ardından İmam'ı Mekke'ye geri getirebilmek için
uğraştı. Zamanının Mekke valisi Amr b. Said b. As'la
görüşerek "döndüğü takdirde Mekke'de güvende
olacağına" dair İmam Hüseyin'e bir mektup
yazmasını istedi. Amr b. Said, Abdullah'a dilediği her şeyi
yazması ve mektubunu kendi mührüyle mühürlemesi konusunda yetki verdi.
Ancak Abdullah, daha ikna edici olabilmesi için mektubun, valinin kardeşi
Yahya b. Said tarafından gönderilmesini istedi. Amr onun bu teklifini de
kabul edip kardeşi Yahya'yı Abdullah ile birlikte gönderdi. Hüseynî
kervana ulaştıklarında mektubu İmam'a göstererek geri
dönmelerini istediler. Fakat İmam, onların bu isteklerini reddederek
şöyle buyurdu:
"Ceddim
Resul-u Ekrem'i rüyamda gördüm; bana yapmam gereken bir vazifeyi yerine
getirmemi emretti. Sonucu ister yararla bitsin, ister zararla; onu mutlaka
yerine getirmeliyim!"
Resul-u Ekrem'in
neyi emrettiğini sorduklarında İmam şöyle cevap verdi:
"Bunu
kimseye söylemedim ve Allah ile mülakat edinceye kadar da kimseye
söylemeyeceğim!"[35]
Abdullah b.
Cafer, İmam'ın bu sözlerinden onun dönmeye niyeti
olmadığını anlayınca Muhammed ve Avn'e dönerek
İmam'ın yanında kalmalarını ve onu korumak için
ellerinden geleni yapmalarını tembihledi.[36]
Daha sonra vedalaşarak yanlarından ayrıldı.
Muhammed ve
Avn'in şehadet haberleri Medine'ye ulaştığında daha
önce azat ettikleri kölelerinden Ebu Selasil gözyaşlarıyla Abdullah'a
gelerek şehadetlerinden dolayı duyduğu üzüntüyü dile getirdi ve
tüm bunların İmam Hüseyin'in yüzünden olduğunu söyledi.
Abdullah, çocuklarının şehadetini duyar duymaz "İnna
lillah ve inna ileyhi raciûn (Allah'tan geldik, ona döneceğiz)" dedi
ve öfkeyle Selasil'e dönerek şöyle çıkıştı: "Ey
edepsiz! İmam Hüseyin (a.s) gibi mukaddes bir şahsiyete
karşı bu ne küstahlıktır? Allah'a şükürler olsun ki
benim çocuklarım onun yanında şehit oldular, keşke ben de
onlarla birlikte olsaydım da onlardan daha önce şehadete
erişseydim. Allah'a ant olsun ki Hüseyin'in (a.s) yanında
kalmalarını ve uğrunda can vermelerini ben onlardan
istemiştim. İmam Hüseyin (a.s) gibi yüce bir şahsiyetin şehadetinin
yanında onların şehadeti benim için huzur kaynağıdır."[37]
Hz. Zeynep,
evlenmeden önce şart olarak "İmam Hüseyin'den ayrı kalmaya
dayanamadığı için o nerede olursa kendisinin de onunla
olması gerektiğine dair" Abdullah'a bir şart
koşmuş, o da bu şartı kabul ettikten sonra onunla
evlenmişti.
Kardeşleri
Hasan ve Hüseyin'i inanılmaz derecede seviyordu. Hatta Abdullah ile olan
evliliği dahi onlara olan bu sevgiyi azalmamıştı. Her gün
onları ziyarete gider, kucaklaşır, sohbet eder, sağ-salim
olduklarını görüp sevinir, Allah'a şükrederek evine geri
dönerdi. Ceddi Resul-u Ekrem'in, babası İmam Ali'nin, annesi Hz.
Fatıma'nın ve kardeşi İmam Hasan'ın
şehadetlerinin ardından geriye tek tesellisi İmam Hüseyin
kalmıştı.
Kerbela'da onun
da acısını sinesine çekerek esirler kervanıyla Kûfe'ye
getirildi. Burada yeğeni İmam Seccad ile birlikte esir
olmalarına rağmen Kerbela'nın mesajını korkusuzca
halka iblağ etti. Şam'daki konuşmalarıyla Ehl-i Beyt'i
tanımayan halkı aydınlattı. Medine'ye kadar varan esaret
altındaki yolculukları sırasında geçtikleri her yerde
olağanüstü hitabesiyle Kerbela kıyamını, Hüseyin'in
mazlumiyetini, Yezid ve Yezîdilerin zulmünü çekinmeden insanlara aktardı.
Bu konuşmalarla Ehl-i Beyt'in hakkaniyetini gözler önüne serdi, Yezid ve
yandaşlarının gerçek kimliklerini su yüzüne çıkarmayı
başardı.
O, Kerbela
faciasının ardından ölene dek gözyaşı döktü. Dedesi
Resul-u Ekrem'in (s.a.a) ardından sabır gözyaşları döken
anası Fatıma (s.a.a) gibi, o da "Sabırlı
Kahraman" olarak anıldı. Sonuç olarak hicretin 62 veya 64.
senesinde[38] hayata gözlerini kapadı. Zeynebiye
adı verilen türbesi, bugünkü Suriye'nin başkenti Şam'dadır.[39]
İmam
Hasan'ın (a.s) oğullarındandır. Hasan-ı Müsenna
lakabıyla meşhurdur. Amcası İmam Hüseyin'in (a.s)
yanında Kerbela'ya gelmiş, Hüseynîlerle birlikte Yezidîlere
karşı savaşmıştır.
Hasan, Kerbela
kıyamı öncesi amcasından iki kızı Sakine veya
Fatıma'dan birini istemiş, İmam Hüseyin de ikisinden birini
seçmesi konusunda onu serbest bırakmıştı. Hasan, hayâ edip
cevap veremeyince İmam ona şöyle buyurmuştu: Senin için Allah
Resulünün kızı Fatıma anama (s.a) daha çok benzeyen
Fatıma'yı seçtim.
Bu evlilik,
İmam Medine'den hareket etmeden önce veya Medine ile Kerbela yolu
arasında gerçekleşmişti. İmam Hüseyin'in (a.s)
kızı Fatıma ise Kerbela'da taze gelin idi.[40]
Âşura günü
Hasan-ı Müsenna meydana koşmuş, savaşmış ve
birçok yaralar almıştı. Düşman erlerinden on yedi melunu
öldürdükten sonra yaralarının etkisiyle yere düşüp
bayılmış, Muharrem ayının 11. gününe kadar baygın
kalmıştı. Düşman erleri öldüğünü sanarak ona
dokunmamışlardı.
Aşura
ertesi, Ömer b. Sâd'ın emriyle şehitlerin başları
bedenlerinden ayrıldığında Hasan-ı Müsenna'yı
yarı canlı halde bulmuşlardı. Hasan'ın annesi
Havle'nin yakın akrabalarından Esma b. Harice olaydan haberdar olunca
öne çıkarak Ömer b. Sâd'dan onu affetmesini istemiş, o da bu
isteği geri çevirmeyerek Hasan'ı öldürmekten vazgeçmişti.
Hasan,
Esma'nın kontrolü altında esirlerle birlikte Kûfe'ye giderken yolda
kendine gelmiş, kaygıyla amcası İmam Hüseyin'in nerede
olduğunu sormuş, olaydan haberdar olunca da oldukça üzülmüş, göz
yaşı dökmüştü.
Kûfe'de
sağlığına kavuştuktan sonra yine esirlerle birlikte
Medine'ye dönmüş, eşi Fatıma'yla birlikte
yaşamış, sonuç olarak 5. Emevî hükümdarı Abdulmelik b.
Mervan tarafından 35 yaşlarında zehirle şehit
edilmişti.
Kabri, bugünkü
Bakî mezarlığındadır. Tabatabâ lakabıyla da
anılan Hasan-ı Müsenna, Tabatabâî olarak adlandırılan
seyitlerin atasıdır.[41]
Gündüzlerini
oruçla, gecelerini ibadetle geçiren; ilim ve ibadet ehli, iffetli bir hatun
olan Fatıma, İmam Hüseyin'in (a.s) kızıdır. Annesi ise
Talha b. Ubeydullah'ın kızı Ümmü İshak'tır.[42]
Kerbela esirleri arasında olan Fatıma, Kûfe'deki esaret döneminde
gerek Yezid'in, gerekse Ubeydullah b. Ziyad'ın zulümlerini etkin bir dille
halka ifşa etmiş, anlattığı gerçeklerle gafil
halkı aydınlatmayı başarmıştır.
Diğer
kız kardeşlerinin aksine, tarih kitaplarında onun adından
oldukça söz edilmektedir. Faziletli, yüce ve oldukça güzel sîmalı bir
hatun olduğu, hatta bu güzelliğinden dolayı cennet hurilerine
benzetildiği de rivayet edilmiştir.[43]
İmam
Hüseyin onu Aşura öncesi kardeşinin oğlu Hasan b. Hasan
(Hasan-ı Müsenna) ile evlendirmiştir. Yaşça oldukça büyük
olduğunu Kerbela sonrası Garra ve Kûfe'de yaptığı
konuşmalarıyla ortaya koymuştur.[44]
Fatıma,
Hasan b. Hasan'ın (Hasan-ı Müsenna) şehadetinin ardından
Medine'de çadır kurarak matem tutmuş, kocasının
ardından gözyaşları dökmüştür.
İmam
Sadık'ın (a.s) dönemine kadar yaşayan bu yüce hatun hicretin
117. senesinde, 70 yaşlarındayken Medine'de vefat etmiştir.
Mübarek kabri bugünkü Bakî mezarlığındadır.[45]
İmam
Hüseyin'in (a.s) kızlarından olan Rukayye (s.a) hakkında tarih
kitaplarında geniş bir bilgi kayda geçmemiştir. Hatta Rukayye'nin
varlığı dahi, ulema arasında ihtilaf konusu olmuştur.
Şianın meşhur ulemasından Şeyh Mufid
İrşad'da, İsa İrbilî Keşf'ul-Gamme'de, Taberî
Delail'ul-İmame'de, İbn-i Şehr-i Âşub Menakıb'ta,
Tabersî Îlam'ul-Vera bi-Âlâm'il-Huda'da Rukayye'den söz etmemişlerdir.
Çoğu
muhaddisler İmam Hüseyin'in Sakine ve Fatıma adlarında iki
kızının olduğunu kaydederken bazıları da Zeynep
adında bir kızının daha olduğunu iddia
etmişlerdir.[47]
İmam
Hüseyin'in kızı Zeynep hakkında da pek fazla bir bilgi yoktur.
Gerek Kerbela öncesi, gerekse Kerbela sonrası olaylarda tarih
kitaplarında bu Zeynep'in adından söz edilmemiştir. Ancak
İmam'ın kız kardeşi Zeynep ile ona Zeynebeyn (iki Zeynep)
dendiği, İmam'ın kız kardeşine Zeyneb-i Kübra, ona da
Zeyneb-i Süğra adı verildiği rivayetler arasındadır.
Geçmiş
muhaddislerden sadece İsa İrbilî, Kemal'ud-Din'den naklederek
İmam'ın altısı erkek, dördü de kız olmak üzere toplam
on çocuğunun olduğunu rivayet etmiş ancak, isimlerini
zikrederken o da Sakine, Fatıma ve Zeynep'i kayda geçmiş, dördüncü
kızının adını belirtmemiştir.[48]
Buna göre, dördüncü kızının Rukayye olma ihtimali vardır.
Allame Hairî
Maali's-Sıbtayn adlı eserinde başta Muhammed b. Talha Şafiî
olmak üzere bazı Şiî ve Sünnî ulemasının İmam'ın
dördü kız ve altısı erkek olmak üzere on çocuğunun
olduğunu, kızlarının da sırasıyla Sakine,
Fatıma Süğra, Fatıma Kübra ve Rukayye olduklarını
kaydetmiş, ancak yazısının devamında Rukayye'nin 5 ya
da 7 yaşlarında vefat ettiğini, annesinin de Yezdgird'in
kızı Şah-ı Zenan olduğunu belirtmiştir,[49]
ki bu rivayetin doğruluk derecesi çok azdır. Zira, İmam
Zeynelabidin'in de annesi olan Şah-ı Zenan (Şehr-i Bânu),
Kerbela hadisesinden yaklaşık 23 veya 24 sene önce, İmam
Zeynelabidin'in (a.s) doğumu sırasında vefat etmiştir.
Dolayısıyla, bu rivayete göre; 5 veya 7 yaşlarında
Şam'da vefat ettiği iddia edilen Rukayye'nin Kerbela'daki Rukayye
olması imkânsızdır. Ancak, annesinin Şah-ı Zenan
olmadığını varsayarsak bu durumda doğruluk derecesi
daha inandırıcı olabilir.
Meşhur
görüşe göre Hz. Rukayye'nin annesi Ümmü İshak'tır.[50]
Ümmü Cafer-i Kazaiye diyenler varsa da bu, zayıf bir görüştür.[51]
Kısaca,
İmam'ın Rukayye adında bir kızının Şam
Harabesi adıyla meşhur yıkıntı bir evde vefat
ettiğine değinen en eski kaynak, Kâmil-i Bahaî[52]
adlı eserdir. Merhum muhaddis Kummî Nefes'ul-Mehmum, Muntehe'l-Âmal ve
daha bir çok eserinde Rukayye'den söz ederken bu kitabı kaynak
göstermiştir.
Hz. Rukayye'nin
elim vefatını kaydeden bir diğer eser de Mecma'ul-Bahreyn'in
sahibi Şeyh Fahrettin Turayhî[53]
tarafından kaleme alınan Muntahab-ı Turayhî adlı eserdir.
Bu eserde Rukayye'nin adı ve özellikleri açıkça yer almaktadır.
Bu rivayetlere
binaen, Kerbela faciasını kaleme alan tarihçilerin naklettikleri
rivayetlere bakacak olursak, Hz. Zeynep ve diğer esirlerin
başından geçen şu olay dikkat çekmektedir: Esirler Kûfe'ye götürülürken
Hz. Zeynep mızrakların ucuna geçirilen kesik başlar
arasında kardeşi İmam Hüseyin'in başını görünce
gözyaşları arasında bir şiir okumuş, şiirinde
küçük Fatıma'dan söz ederek şöyle demiştir:
Ey hilal! Kemale
erdiğin şu saatlerde görüyorum ki ay gibi tutulmuşsun
Ey
kardeşim! Şu küçük Fatıma'yla konuş; konuş ki
hüznünden neredeyse kalbi duracak![54]
Bu durumda akla
gelen ilk soru şudur: Hz. Zeynep'in dilinden nakledilen bu rivayetteki
küçük Fatıma acaba kimdir? Kesinlikle Hasan b. Hasan'ın
hanımı olan Fatıma değildir. Çünkü Hasan ile evlenen
Fatıma, küçük yaşta değildi, hatta Kûfe'de halka karşı
konuşabilecek kadar büyüktü. Buna göre, birçok tarihçinin de iddia ettiği
gibi bu küçük kızın Rukayye'den başka birinin olması
imkânsızdır.
Kerbela
faciası sırasında Rukayye'nin annesi hayatta değildi.
İmam Hüseyin, bu yüzden kardeşi Zeynep'ten onunla ilgilenmesini, bir
başka deyişle de Rukayye'ye annelik etmesini istemişti.
Rivayetlerden de anlaşıldığı üzere İmam'ın
ilgilenilmesini istediği küçük kızı, Rukayye'den
başkası değildi.
Tüm bunlara
rağmen, değerli muhakkiklerden merhum Muhammed Haşim Horasanî
Muntahab'ut-Tevarih adlı eserinde bu küçük hatunun
varlığını doğrulayan bir rivayet daha vardır ki,
bu rivayeti mütalaa edenler ağlamaktan kendilerini alamazlar; merhum
Horasanî eserinde şöyle der:
"Dimeşk
(bugünkü Şam) ulemasının saygın şahsiyetlerinden olan
Şeyh Muhammed Ali Şamî, Necef İlim Havzası'nda ilim tahsil
ettiği dönemlerde bir gün bana şöyle anlattı:
«Anne
tarafından dedem olan merhum Seyyid İbrahim Dimeşkî,
değerli alimlerden Alem'ul-Huda Seyyid Murtaza'nın
torunlarındandı. Dimeşklilerin oldukça sevip
saydığı muhterem bir zat olan dedem, o sıralar doksan
yaşının üzerindeydi ve sadece üç kızı vardı;
erkek evladı yoktu.
Bir gece, büyük
kızı rüyasında Hz. Rukayye'yi (İmam Hüseyin'in
kızı) gördü; Rukayye ona hitaben "Babana söyle Dimeşk
hükümdarına desin ki: Mezarımda su birikmiş[55]
ve bedenim bundan oldukça rahatsızlık duyuyor; bir an evvel gelip
mezarımı tamir etsinler!" diyordu. Büyük kızı, ertesi
sabah bu rüyasını babası Seyyid İbrahim'e anlattı.
Ancak Seyyid İbrahim Ehl-i Sünnet'in çokluğundan korktuğu için
bu rüyaya aldırış etmedi.
O gece ortanca
kızı da aynı rüyayı gördü. Ertesi sabah o da
rüyasını babasına anlattı. Seyyid İbrahim, yine
aldırış etmedi. Üçüncü gece küçük kızı da aynı
rüyayı görüp babasına anlattı ve Seyyid İbrahim yine
oralı olmadı. Dördüncü gece, bu kez de Seyyid İbrahim'in kendi
rüyasında Hz. Rukayye'yi gördü. Azarlarcasına Seyyid İbrahim'e:
"Niçin hükümdara haber vermedin?" diyordu.
Ertesi sabah
Seyyid İbrahim erkenden hükümdarın karşısına
çıkarak gördükleri ilginç rüyayı ona da anlattı, türbenin
temizlenmesi ve tamir edilmesi için ondan yardım istedi. Hükümdar,
Dimeşk'in en meşhur Şiî ve Sünnî ulemasını toplayarak
gusül almalarını ve temiz elbiseler giymelerini, bunları
yaptıktan sonra topluca Hz. Rukayye'nin türbesine gitmelerini, türbenin
kilidi kimin eliyle açılırsa tamir işini de onun
yapmasını istedi. Ulema bu istekleri tek tek yerine getirdi ancak
kilit kimsenin eliyle açılmazken sadece Seyyid İbrahim'in eliyle
açıldı. Kapının açılmasıyla birlikte Seyyid
İbrahim'in eşliğinde içeri girildi. Bir an evvel toprağı
kazmaya çalıştılar ancak Seyyid İbrahim'in küreğinin
dışında kimsenin küreği yere eser etmiyordu. Alimler bunu
görünce türbenin içini boşaltıp Seyyid İbrahim'i yalnız
bıraktılar. Seyyid, toprağı kazıp cenazeye vardı.
Üzerindeki toprağı temizleyip minik cenazeyi kollarının
arasına aldı ve mezarından çıkardı; ne kefeni
eskimişti, ne de bedeni[56] ama,
mezarın içi gerçekten de suyla dolmuştu.
Seyyid
İbrahim, Hz. Rukayye'nin minik bedenini gözyaşları arasında
üç gün dizlerinin üzerinde bekletti ve bu süre zarfında türbe tamamen
yenilendi. Seyyid, üç gün boyunca sadece namaz kılmak için yerinden kalkar
ve minik bedeni pak ve yumuşak bir şeyin üzerine koyar, namazdan
sonra onu tekrar dizleri üstüne alırdı.
Bu minik hatunun
kerametlerinden hatıra olarak geriye kalan şu olmuştu ki; Seyyid
İbrahim, bu üç gün içerisinde ne acıkmış, ne
susamış, ne de aptes ihtiyacı duymuştu. Defin
sırasında doksan yaşındaydı ve erkek evladı da
yoktu. Bu yüzden dua ederek Allah'tan bir erkek evlat istedi. Yaşlı
olmasına rağmen Allah da ona bir erkek evladı nasip etti ve
adını da Mustafa koydu.
(O zamanlar
Dimeşk, başkenti İstanbul olan Osmanlı
İmparatorluğu sınırları içerisindeydi) Bu olayın
ardından Dimeşk hükümdarı hadiseyi Osmanlı
padişahı Sultan Abdulhamid'e iletti. Bunun üzerine Sultan Abdul-hamid
Hz. Zeynep, Hz. Rukayye, Hz. Sakine ve Hz. Ümmü Kulsum'un türbelerinin
bakım işlerini Seyit İbrahim'e havale etti. Bu makam onun
vefatından sonra oğlu Seyit Mustafa'ya, onun ardından da
oğlu Seyyid Abbas'a geçti. Bu olay, büyük bir olasılıkla
yaklaşık olarak 1280 (Hicrî) tarihinde
gerçekleşmiştir."[57]
Ebu Ubeyd b.
Mesud b. Umeyr'in oğlu olan Muhtar, hicretin birinci yılında
Taif'de dünyaya geldi. Babası Ebu Ubeyd Sakafî, İslam ordusuna
komutanlık da etmiş tanınmış şahsiyetlerdendi.
Ömer'in hilafeti döneminde Kadisiye Savaşı'nda öldürülmüştü.
Muhtar bu savaşta henüz 13 yaşında bir çocuk olmasına
rağmen babasının yanında yer almıştı. Ancak
yaşının küçük olması dolayısıyla babası onu
tehlikeden uzak tutmuş ve savaşa katılmasına mani
olmuştu.
Muhtar;
mertliği yanı sıra üstün zekâsı, cesareti, cömertliği,
hazır cevapçılığı ve mücadeleciliğiyle
tanınırdı. Yaşıtlarına nazaran oldukça atak ve
kurnazdı. İmam Ali'yi görme şerefine erişenlerden Asbag b.
Nubate, onun hakkında şöyle der:
"Muhtar'ı
çocukluk yıllarında bir gün İmam Ali'nin dizleri üzerine
oturmuşken gördüm. İmam, eliyle Muhtar'ın başını
sıvazlıyor, 'Seni gidi kurnaz, seni gidi kurnaz'[58]
deyip gülüyordu." Bu nedenle ona "Keysan" (kurnaz), taraftarlarına
da "Key-saniye" (kurnaz yanlısı) denmiştir.
Muhtar
hakkında methedici rivayetlerin yanı sıra
aşağılayıcı rivayetlerin de oluşu tarih boyunca
Şiîleri şüpheye düşürmüştür. Ancak, çoğu tarihçiler
methedici rivayeti esas alarak Muhtar'ın övgüye layık biri
olduğuna inanmışlardır. İmam Bâkır (a.s) bu konu
hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Muhtar'a
sövmeyin; çünkü o katillerimizi öldürmüş, intikamımızı
almıştır..."[59]
Muhtar, Irak'ta
Ehl-i Beyt'in fazilet ve kerametini halka duyurmakla meşguldü. Bu nedenle
bulunduğu bölgede Ehl-i Beyt dostlarının tek mercii
olmuştu. İmam Ali, İmam Hasan ve İmam Hüseyin'in
velayetlerine canı gönülden inanıyor, onları diğerlerinden
üstün tutuyordu.[60]
Kûfe'de sükunet eden
Muhtar, İmam'ın Kûfe'ye elçi olarak gönderdiği Müslim b. Akil'in
şehre ayak basmasıyla onu himayesi altına alıp evinde
ağırladı. Halktan biat toplaması konusunda ona
yardımcı oldu.
Müslim'in
şehadeti sırasında Kûfe'de değildi. Ubeydullah, Müslim'in
şehadetinin ardından Muhtar'ın da tutuklanma emrini verdi.
Askerleri tarafından elleri-kolları bağlı bir şekilde
yanına getirildiğinde öfkeyle karşısına geçip
"Bizim düşmanlarımıza biat toplamaya çalışan sen
miydin?" diye sordu. Muhtar henüz cevap vermeden Ubeydullah'ın
sadık dostlarından Amr b. Hureys öne atılarak "Hayır,
o böyle bir şey yapmaz!" deyip Muhtar'ı korumaya
çalıştı. Bunun üzerine Ubeydullah, Muhtar'a dönerek
"Eğer Amr'ın tanıklığı olmasaydı
kesinlikle seni öldürürdüm" deyip çirkin laflar etmeye başladı.
Elindeki bir çubukla Muhtar'ı öldüresiye dövdü. Öyle ki, bu darbeler
sonucu Muhtar kan revan içinde kalmış, göz kapaklarında çizikler
oluşmuştu. Ubeydullah dövmekten yorulunca askerlerine onu zindana
atmalarını emretti.
O aralar Meysem
b. Temmar[61] da zindana atılanlar
arasındaydı. Bir gün fırsatını bulup Muhtar'a
şöyle dedi: "Sen bir gün kıyam edecek, İmam Hüseyin'in
intikamını alacak ve bizi öldürmeyi hedefleyen şu adamı
(Ubeydullah b. Ziyad'ı) öldüreceksin. Bunu yaptığın zaman
onun kesik başı ayaklarının altına serilmiş
olacak!"[62]
Dolayısıyla
Muhtar, İmam'ın şehadeti sırasında zindandaydı ve
bu sebeple de Hüseynîlere katılamamıştı. Ancak,
İmam'ın şehadet haberini aldıktan sonra zindanda kalmaya
dayanamaz olmuştu. Bu durumu çok iyi bilen Ubeydullah, İmam'ın
kesik başı huzuruna getirilir getirilmez askerlerini
çağırarak Muhtar'ı zindandan çıkarıp yanına
getirmelerini emretti. Muhtar saraya getirildiğinde İmam'ın
kesik başını görüp ağlamaya başladı. Hüznünün
şiddetiyle dayanamayıp bayıldı. Bir müddet sonra
ayıldığında kendisini toparlayıp öfkeyle
karışık Ubeydullah'a "Gününüzü karartacağım günü
iple çekiyorum!" diye bağırdı. Ubeydullah sinirlenerek
Muhtar'ın ölüm fermanını verdiyse de yanındakiler çabucak
onu bu fikrinden caydırdılar. Sonuçta onun tekrar zindana
atılmasına karar verdiler.[63]
Muhtar bu
olaydan sonra zindandan çıkmanın yollarını aramaya
başladı. Bu amaçla kız kardeşi ve aynı zamanda
Abdullah b. Ömer'in eşi olan Safiye'ye bir mektup yazarak serbest
bırakılması için kendi adına kocasından Yezid'e mektup
yazmasını rica etmesini istedi. Muhtar'ın bu mektubu, Zaide b.
Kuddame Sakafî vasıtasıyla Medine'de bulunan Safiye'ye
ulaştı. Safiye kocası Abdullah'ı bir an önce Yezid'e mektup
yazıp durumu izah etmesi için ikna etti. Kısa sürede mektup
Şam'a gönderildi. Yezid, Abdullah'ın mektubunu hükümetine
karşı bir hoşgörü olarak telakki edip onun bu isteğini
kabul etti. Bu amaçla Ubeydullah b. Ziyad'a bir mektup göndererek
Muhtar'ın serbest bırakılmasını istedi.
Ubeydullah, üç
gün içinde Kûfe'yi terk etmesi şartıyla Muhtar'ı serbest
bıraktı. Muhtar yeniden özgürlüğüne kavuşunca Kûfe'den
ayrılarak Hicaz'a[64] doğru
yola koyuldu. Vakısa'da Sâkab b. Züheyr[65]
ile karşılaştı. Birbirleriyle selamlaştıktan
sonra Sâkab ona gözündeki yaraların sebebini sordu. Bunun üzerine Muhtar
şöyle cevap verdi: "Ubeydullah b. Ziyad sopayla vurduğunda böyle
olmuştu. Eğer onu öldürmesem, bedenini paramparça etmesem ve
İmam Hüseyin'in intikamını almasam Allah da benim
canımı alsın! Yahya b. Zekeriyya'yı öldürenlerin
sayısı kadar, yetmiş bin kişiyi öldüreceğim!.."[66]
Muhtar, Hüseynî
kanın intikamını alma hazırlıklarına
başladığı sıralarda nihayet 64 (hicri kameri)
tarihinde (hicretin 64. senesinde) Yezid öldü. Onun bu ani ölümüyle Hicaz
halkı Ubeydullah b. Zübeyr'e, Şam halkı Mervan b. Hakem'e, Basra
halkı da Ubeydullah b. Ziyad'a biat etti.
Bu arada Irak
halkı da kararsız kalmıştı. Öte yandan Kûfeliler
İmam Hüseyin'e yardım etmedikleri için pişmanlık duymaya
başlamışlardı. İmam Hüseyin'in şehadetinin
ardından her sene dökülen gözyaşları Kûfelileri inanılmaz
derecede değiştirmiş, onlarda diriliş duygusunu yeniden
canlandırmıştı. Ortam Yezîdilere karşı ayaklanmak
için bulunmaz bir fırsat haline gelmişti. Süleyman b. Surad bu
fırsattan yararlanarak İmam Hüseyin'in intikamını almak
üzere kıyama kalkıştı. Yaptığı savaşlar
sonucu binlerce Yezîdiyi cehenneme gönderdi. Emevî hükümeti onun bu
kıyamıyla kan kaybetmeye başladı.
Ubeydullah b.
Zübeyr de Hicaz'ı tamamen sultası altına almış,
Abdullah b. Mutî'i Kûfe ve Irak'a vali olarak atamıştı. Onun da
saltanatı gün geçtikçe ilerliyordu.
Bu
olayların gelişmesi üzerine Muhtar, Hicaz'da Abdullah b. Zübeyr'le
bir görüşme yaptı. Onun Ehl-i Beyt'in çizgisinden
saptığını fark edince hayal
kırıklığına uğradı. Bunu kimselere belli
ettirmeden gizlice Kûfe'ye gitti. Hâni b. Ebu Hayya ile görüşerek Kûfe
ortamı hakkında ondan bilgi aldı. Hâni; "Eğer iktidar
sahibi biri çıkar da bayrağı eline alır, Kûfe
halkını etrafında toplayabilirse işte o zaman zaferi ümit
etmek yerinde olur" diyerek Muhtar'ı bu işe teşvik etti.
Muhtar da cevap olarak şöyle dedi: "Allah'a ant olsun ki ben
onları hakkı esas alarak etrafımda toplayacak, onlarla birlikte
zalimlerin üzerine yürüyeceğim!.."
Muhtar daha
sonra büyük bir azimle evine giderek önde gelen Ehl-i Beyt dostlarını
evine davet etti. Onlara İmam Ali'nin (a.s) oğlu Muhammed b. Hanefiye
tarafından Ehl-i Beyt'in kanını yerde bırakmamak ve
intikamlarını almakla görevlendirildiğini açıkladı.
Ehl-i Beyt dostları, bunun üzerine Muhtar'a cevap olarak kendisinin bu
iş için uygun bir kimse olduğunu, ancak Süleyman b. Surad'ın
kıyamını beklemesi gerektiğini söylediler. Fakat Abdullah
b. Zübeyr, Abdullah b. Zeyd ve İbrahim b. Muhammed b. Talha
vasıtasıyla onun gizli işlerinden haberdar olunca yakalatarak
zindana attırdı. Süleyman b. Surad'ın savaşları ve
şehadeti dönemini zindanda geçirdi.
Ancak Muhtar
zindanda da çalışmalarına devam etti. Gizlice mektup yazarak
halkla temasa geçti. Zindanda olmasına rağmen kısa sürede çok
sayıda taraftar topladı.
Öte yandan
eniştesi Abdullah b. Ömer de Abdullah b. Zeyd ve İbrahim b. Muhammed
b. Talha'ya bir mektup yazarak Muhtar'ı serbest
bırakmalarını istedi. Sonuç olarak Muhtar kefaletle serbest
bırakıldı.
Abdullah b.
Zübeyr valilerinin Muhtar'ı serbest bıraktıklarını
öğrenince ikisini de azlederek yerlerine Abdullah b. Mutî'i atadı.
Abdullah b. Mutî, böylece hem Basra'nın, hem de Kûfe'nin tek valisi oldu.
Muhtar'ın
serbest bırakıldığını işiten halk, bir an
evvel biat etmek için gruplar halinde evine hücum ettiler. Çok geçmeden
Muhtar'a biat edenlerin sayısı bini aştı. Bu sayı, her
geçen gün biraz daha artıyordu. İmam Ali'nin (a.s) meşhur
ashabından Malik-i Eşter'in oğlu İbrahim'in de Muhtar'a
katılmasıyla güçleri daha da arttı.
Abdullah b.
Zübeyr tarafından Kûfe ve Basra'ya vali olarak atanan Abdullah b. Mutî,
çok sayıda taraftarı olmasına rağmen Muhtar'ın
karşısında duramayacağını anlayınca
kadın kılığına girerek saraydan kaçtı.
Sarayı ele geçiren Muhtar, kısa sürede tüm Kûfe'yi kontrolü
altına almayı başardı. Bu olay, Süleyman b. Surad'ın
şehadetinin ardından bir yıl sonra gerçekleşti.
Muhtar saraya
yerleştikten sonra askerlerine emrederek Ömer b. Sâd'ın ve ordusunda
görev alan herkesin yakalanmasını emretti. Zindanlar kısa sürede
Ömer'in askerleriyle dolup taşmıştı. Muhtar feci
şekilde onları öldürtüyor, başlarını bedenlerinden
ayırıyordu.
Kesik
başlar gün geçtikçe artıyordu. Öyle ki kısa sürede bu
başların sayısı on sekiz bine
ulaşmıştı.
Uzun süren
savaşlar ve koşuşturmalar sonucu kesik başlar bir bir
artmaya devam ediyordu. Sonunda ele başlarının da kesik
başları gelmiş, İmam Hüseyin'in intikamı
alınmıştı. Vaktiyle Meysem b. Temmar'ın
bildirdiği haber gerçekleşmişti nihayet: Ömer b. Sâd, Şimr,
Harmele, Sinan, Şebs, Ubeydullah b. Ziyad ve daha birçoklarının
kesik başları, artık ayaklarının altındaydı...
Muhtar Sakafî,
"Yâ Lesaret'il-Huseyn!" şiarıyla
başlattığı kıyama, arzu ettiği hedefleri
gerçekleştirerek son vermişti. Ancak Muhtar, bu olaylardan sonra çok
yaşayamadı. On yedi aylık hükümetinin ardından (14
Rebiyülevvel 66 ila 14 Ramazan 67 yılları arası) 67-68
yaşlarındayken Mekke'de, Musab b. Zübeyr'in komutası
altındaki Abdullah b. Zübeyr'in ordusuyla yaptığı
savaşta şehit edildi. Türbesi, Kûfe'de Müslim b. Akil'in türbesine
varan yol üzerine kuruludur.
[1]- Şeyh
Tûsî, güvenilir kaynaklar vasıtasıyla İmam Sadık'tan (a.s)
hadis naklederek İmam Hüseyin'in, hicretin 4. senesinde, Şâban
ayının 5'inde dünyaya geldiğini rivayet etmiştir. (Bkz:
Biharu'l-Envar, Allame Meclisî, c.43, s.260; Tarih-i Çahardeh Mâsum, Allame
Meclisî, 1376 h.ş tarihli Kum basımı, s.475) Gerek Şiî,
gerekse Sünnî kaynaklarda bu konuda ihtilaf vardır: Bazıları 3
veya 5 Şâban'da, bazıları hicretin 4. senesinde 5
Cemaziyülevvel'de, bazıları da Rebiyülevvel'in son gününde hicretin
3. senesinde dünyaya geldiğini kaydetmişlerdir. (Bkz: Tehzib,
Şeyh Tûsi; Durus, Şehit Muhammed b. Mekkî; Tevzihu'l-Makasid, Bahaî)
[2]-
Âlamu'l-Vera, 214; Misbahu'l-Muteheccid, s.758; Tarih-i Çahardeh Mâsum, Allame
Meclisî, s.475.
[3]-
İhkaku'l-Hak, Kadı Nurullah Tesettürî, c.11, s.265; Biharu'l-Envar,
Allame Meclisî, c.43, s.261; Tarihu'l-İslam, Zehebî, c.5, s.97.
[4]-
Şûra, 23
[5]- Luhuf;
s.57.
[6]- Luhuf;
s.57.
[7]- Abbas,
lügatte orman aslanı, aslanların dahi korktuğu aslan
anlamına gelmektedir. (Bkz: Lügatname-i Deh hüda)
[8]- Seyyid
Davûdî, el-Umde adlı eserinde der ki: Hz. Ali (a.s), Arap neseplerini çok
iyi bilen kardeşi Akil'e bir gün şöyle dedi: "Benim için Arap
kabileleri içerisinde en cesur bir kabileden bir kadın seç ki, ondan
doğacak çocuğum ata binmede usta olsun." Akil bunun üzerine
"O halde Hizam b. Halid'in kızı Fatıma'ya ne dersin?
Araplar arasında ondan daha cesur ve daha iyi at kullanan birini
tanımıyorum." dedi. İmam, daha sonra Fatıma'yla
evlendi ve ondan Ebulfezl, Abdullah, Cafer ve Osman adlarında dört
çocuğu oldu. (Bkz: Ebsaru'l-Ayn fi Ensar'il-Huseyn, Muhammed Semavî,
Farsça tercümesi (Hemase Sazan-ı Kerbela), s.90-91) Ümmül Benin Kerbela
vakasının ardından ömrünün sonuna kadar bir başkasıyla
evlenmedi. Emame, Esma bint-i Umeys ve Leyla da aynı şekilde
yaptılar. (Bkz: Keşfu'l-Gumme, s.32; el-Fusulu'l-Muhimme, s.145; Menakıb-ı
İbn-i Şehraşub, c.2, s.76)
[9]- Tarih-i
Taberî, c.6, s.89; Tarih-i İbn-i Esir, c.3, s.158; Tarih-i Ebulfida, c.1,
s.181.
[10]-
Ebsaru'l-Ayn fi Ensar'il-Huseyn, Farsça tercümesi, s.91.
[11]- Allame
Muhammed Bâkır Bircendî (ö: 1352 h.k) Kibrit-i Ahmar adlı eserinde
(c.3, s.24) der ki: Bazı muteber kaynaklarda şöyle bir rivayete
rastladım: "Sıffın Savaşı'nda Muaviye'nin ordusu
İmam Ali'nin (a.s) ashabına su yolunu kapadığında Hz.
Ebulfazl, su yolunu açmak ve suyun kontrolünü ele geçirmek için kardeşi
İmam Hüseyin (a.s) ile birlikte hücuma kalkmıştı."
[12]- Tarih-i
Taberî, c.4, s.315; aynı eserin bir başka nüshasına göre de c.6,
s.237.
[13]- el-Hisal,
Şeyh Saduk, c.1, s.68; Emali, Şeyh Saduk, s.373; Biharu'l-Envar,
c.22, s.274; Sefinetu'l-Bihar, c.2, s.155; Müntahabu't-Tevarih, s.257.
[14]-
Adedu'l-Kaviyye, s.55.
[15]- Usul-u
Kafi, c.1, s.466.
[16]-
Âlam'ul-Vera, s.256.
[17]-
Keşfu'l-Gumme, c.2, s.294.
[18]-
Misbahu'l-Muteheccid, s.729.
[19]- el-Kafi,
c.1, s.468.
[20]-
Menakıb-ı İbn-i Şehrâşub, c.4, s.189.
[21]- Yûsuf,
86
[22]-
Besairu'd-Derecât, s.483; Envaru'l-Behiyye, s.128; Biharu'l-Envar, c.46, s.147;
Tarih-i Çahardeh Mâsum, Allame Meclisî, s.840.
[23]-
Muntehe'l-Âmal, c.2, s.27-28.
[24]-
Envaru'l-Behiyye, s.128; Kafî, c.2, s.331.
[25]-
Keşfu'l-Gumme, c.2, s.266.
[26]-
Sugname-i Âl-i Muhammed, M. Muhammedî İştihardî, s.76
[27]-
Keşfu'l-Gumme, c.2, s.294.
[28]-
Misbahu'l-Muteheccid, s.729.
[29]- Kafî,
c.1, s.468.
[30]-
Menakıb-ı İbn-i Şehrâşub, c.4, s.189.
[31]- Hz.
Zeynep'in doğum tarihi konusunda tarihçiler arasında ihtilaf
vardır. Meşhur görüş, elinizdeki kitapta yazılı olandır.
Ancak bazıları, hicretin 6. senesinde, Şaban ayında dünyaya
geldiğini yazarken bazıları da hicretin 4. senesinde dünyaya
geldiğini kaydetmişlerdir.
[32]- Zeynep
bileşik isimdir. Arapça «zeyn» (ziynet) ve «eb» (baba) kelimelerinin
bileşiminden oluşmuştur. «Babasının Ziyneti»
anlamına gelir. Arapça'da hoş manzaralı ağaca da «Zeynep»
denir.
[33]-
Bazı tarihçiler Hz. Zeynep'in Cafer veya Abbas adında bir
çocuğunun daha olduğunu naklederken bazıları da
Muhammed'in, Abdullah b. Cafer'in Havza adındaki diğer
hanımından olduğuna inanmaktadır. Ancak meşhur olan
görüşe göre Muhammed, Hz. Zeynep'in oğullarındandır. (Bkz:
Müntahabu't-Tevarih; Muhammed Haşim Horasanî, s.275)
[34]-
Maktelu'l-Huseyn, Mukarrem, s.167.
[35]-
Nefesu'l-Mehmum, s.105.
[36]-
Nefesu'l-Mehmum, s.106.
[37]-
Riyahaynu'ş-Şeria, c.3, s.210.
[38]-
Sugname-i Âl-i Muhammed; Muhammed Muhammedî İştihardî, s.290.
[39]- Hz.
Zeynep, esirlerle birlikte Medine'ye getirildikten sonra boş
durmamış, Kerbela mesajını halka duyurmaya devam
etmişti. Halk'ın, İmam'ın ardından matem meclisleri
hazırlayıp aralıksız olarak gözyaşı döktüğü
haberini işiten Yezid, bu faaliyetin önünü almak için Hz. Zeynep'i
Mısır'a sürgün etti. Dolayısıyla Hz. Zeynep'in
Mısır'da vefat ettiğini ve türbesinin de burada olduğunu
iddia edenler de vardır. Elinizdeki kitapta sadece meşhur görüşe
yer verilmiştir. (Şam'da vefat ettiğine dair rivayet edilen
delil ise şöyledir: Kerbela faciasının ardından Medine'de
kuraklık çıktı. Abdullah b. Câfer, bunun üzerine eşi Hz.
Zeynep'i de yanına alarak Şam'a göç etti. Burada bir miktar arazileri
vardı. Hz. Zeynep oraya yerleştikten sonra vefat etti ve kendi
arazilerinde toprağa verildi.)
Bir başka zayıf görüşe göre;
Şam'daki türbe, İmam Hüseyin'in kızlarından Zeyneb-i
Süğra'ya aittir. Zeyneb-i Kübra'nın türbesi ise
Mısır'dadır. (Bkz: el-Uyunu'l-Abberî, s.307)
[40]-
Nefesu'l-Mehmum'dan naklen Sugname-i Âl-i Muhammed, M. Muhammedî
İştihardî, s.287.
[41]-
Sugname-i Âl-i Muhammed, M. Muhammedî İştihardî, s.288'den naklen
Minhac'ud-Dumû, s.323-324 ve Luhuf (Farsça tercümesi), s.145.
[42]-
el-İrşad, Şeyh Mufid, (Farsça tercümesi), c.2, s.137.
[43]-
el-İrşad; Şeyh Mufid, (Farsça tercümesi) c.2, s.22.
[44]-
İhticac-ı Tabersî, c.2, s.27; el-Luhuf, s.127.
[45]- Daha
fazla bilgi için bkz: Âyan'uş-Şia, c.8, s.388; Maktelu'l-Huseyn,
Mukarrem, s.405; el-İrşad, Şeyh Mufid, c.2, s.121;
Biharu'l-Envar, c.45, s.136 ve hayatı hakkında geniş bilgi için
bkz: Fatıma Binti'l-Huseyn; Muhammed Hadi el-Eminî, Mektebetu'l-Hilal
yayınları.
[46]- Rukayye,
Arapça bir kelime olup «terakki» ve «yükselme» anlamına gelir. Bu isim,
İslam'dan önce de vardı. Resul-u Ekrem'in ikinci dereceden dedesi
Haşim'in kızlarından biri de Rukayye idi (Bkz: Biharu'l-Envar;
Allame Meclisî, c.15, s.39). İmam Ali'nin (a.s) Müslim b. Akil ile evlenen
kızının adı da Rukayye idi. Diğer imamlardan da
kızlarına bu ismi verenler vardı. Örneğin; İmam
Hasan'ın bir kızı, İmam Kâzım'ın da iki
kızı (Rukayye Kübra, Rukayye Süğra) bu isimle
çağrılıyorlardı (Bkz: el-İrşad, Şeyh Mufid
(Farsça tercümesi), c.2 s.16 ve 236)
[47]-
Menakıb-ı Âl-i Ebi Talib, c.4, s.77; Delaiul'l-İmame, Taberî,
s.74.
[48]-
Keşfu'l-Gumme, c.2, s.214.
[49]-
Maali's-Sıbtayn, c.2, s.214.
[50]- Ümmü
İshak daha önce İmam Hasan'ın (a.s) eşiydi. İmam
Hüseyin (a.s), kardeşinin vasiyeti üzerine şehadetinin ardından
onunla evlendi. Şeyh Mufid el-İrşad adlı eserinde
İmam Hüseyin'in kızı Fatıma'nın da Ümmü İshak'tan
olduğunu kaydetmiştir. (Bkz: el-İrşad; (Farsça tercümesi),
c.2, s.137)
[51]-
es-Seyyide Rukayye, Amir'ul-Huluv, s.42.
[52]- Mezkur
kitap İsfahan sultanlarından Helaku Han'ın veziri Baha'ud-Din'in
emriyle Şeyh İmaduddin Hasan b. Ali b. Muhammed b. Ali Taberî
tarafından yazılmıştır. Kitabın yazımı
Hicrî 675 senesinde tamamlanmıştır. (Bkz: ez-Zeria ila Tesanif'iş-Şia,
c.17, s.252)
[53]- Merhum
Şeyh Fahruddin Turayhî, 11. asrın tanınmış Fars
alimlerinden olup Hicrî 1085 yılında Irak'ın Rumahiye beldesinde
vefat etmiştir. Başta oğlu Safaddin olmak üzere Allame Meclisî
ve Seyyid Haşim Bahranî gibi birçok Şia uleması ondan rivayet
nakletmişlerdir. (Bkz: el-Kunâ vel-Elkab, c2, s.448)
[54]-
Biharu'l-Envar, Allame Meclisi, c.45, s.114-115; Nefesu'l-Mehmum, Şeyh
Abbas Kummî, s.221-222.
[55]- O
dönemlerde Rukayye'nin türbesinin kenarında küçük bir nehir vardı.
[56]- Bu olay
yaklaşık 1280 (Hicrî) tarihinde meydana gelmiştir. Buna göre,
Hz. Rukayye'nin vefat tarihiyle (Hicri 61) bu olay arasında 1219 sene gibi
uzun bir zaman farkı vardır.
[57]-
Muntahabu't-Tevarih, s.388.
[58]- Arapça
tabiriyle; "Ya keyyis, ya keyyis!"
[59]-
Biharu'l-Envar, c.45, s.343.
[60]- Bihar'ul
Envar, c.45, s.350-353.
[61]-
İmam Ali'nin (a.s) has dostlarındandı. İmam'ın
yanında Kuran ilimleri alanında kendini yetiştirdi. O yüce
şahsiyetin dizleri dibinde bir takım sırlar öğrendi.
İmam ona bir gün şöyle buyurmuştu: "Ey Meysem! Ben öldükten
sonra seni yakalayıp darağacına asacaklar.
Yakalanışının ikinci günü burnundan ve ağzından
kan açılacak, sakalını kana boyayacak. Üçüncü gün karnına
mızrak saplayıp hayatına son verecekler. O halde Amr b.
Hureys'in evindeki darağacına gideceğin günü bekle. Sen
darağacına giden onuncu kişi olacaksın. Senin payına
düşen darağacı diğerlerininkinden daha kısa ve yere
daha yakın olanıdır. Senin için darağacı
yapılacak olan ağacı sana göstereceğim."
İmam iki gün sonra o ağacı Meysem'e
gösterdi. Meysem sürekli bu ağacı ziyaret eder, altında namaz
kılar, "Sen mübarek bir ağaçsın, benim için
yaratıldın!" derdi. Ağaç kesilene kadar da gözetlemeye
devam ederdi. Nihayet bir gün ağaç kesildi, direk haline getirildi.
Meysem, yine onu gözetlemeye devam etti. Kesilen parçaların Amr b.
Hureys'in evine götürüldüğünü gördü. Amr'ın yanına varıp
ona komşu olmak istediğini söyledi. O zamanlar Amr, Meysem'in neyi
kastettiğini bilmiyordu.
Bir gün askerler tarafından yakalanarak
Ubeydullah b. Ziyad'ın huzuruna çıkarıldı. Ubeydullah onun
kim olduğunu sordu. Askerleri "Ali'nin (a.s) katında herkesten
daha saygın makamı olan bir acemdir" dediler. Ubeydullah
şaşırarak; "Bu acem mi onun yanında daha
saygın?" diye sordu. Evet, denilince bu kez de Meysem'e dönerek
"Rabb'in nerededir?" diye sordu. Meysem; "Kâfirler için
pusudadır ve sen de onlardan birisin!" diye cevap verdi. Ubeydullah
bu cevaba sinirlenerek onu Muhtar'ın da içinde bulunduğu zindana
attı. Bir süre sonra ikisinin de ölüm fermanını verdi. Bu arada
Yezid'den bir mektup aldı. Mektupta Muhtar'ın serbest
bırakılması isteniyordu. Ubeydullah bunun üzerine Muhtar'ı
serbest bıraktı, Meysem'i de darağacına gönderdi. Amr b.
Hureys'in evindeki darağacında üç gün asılı kaldı.
Sonunda karnına saplanan bir mızrakla şehit edildi. (Bkz. Nefesu'l-Mehmum;
Şeyh Abbas Kummî, (Farsça tercümesi, Der Kerbela Çigozeşt),
s.162-169.
[62]-
Biharu'l-Envar, c.45, s.353.
[63]- Daha fazla
bilgi için bkz: Tenkih'ul-Makal, c.3, s.204; Fersan'ul-Heycâ, s.242-259.
[64]- Eskiden
Medine şehrine de Hicaz denirdi. Dolayısıyla Hicaz'dan
kasıt, Medine'dir.
[65]- Bir
başka görüşe göre Muhtar burada İbn-i İrk ile
karşılaşmıştır.
[66]-
Biharu'l-Envar, c.45, s.353; Nefesu'l-Mehmum, s.332