HZ. HÜSEYİN VE KERBELA OLAYI
Yrd. Doç. Dr. Ali YAMAN
Yeditepe Üniversitesi Antropoloji
Bölümü Misafir Öğretim Üyesi
İÇİNDEKİLER
Kerbela'da Hz. Hüseyin'in Makamı
Aşure Lokması İçin Dua
Aşure
Yendikten Sonra Okunacak Dua
Edebiyatımızda
Kerbela ve Hz. Hüseyin
*********************************
Gündüz hayalimde gece
düşümde
Gel dinim
imanım İmam Hüseyin
Yılın oniki ay sabah
seherinde
Her dertlere derman İmam Hüseyin
Dividim var kalem tutmam elimde
Hakkın
kelamın okurum dilimde
Muhammedin
sancağının dibinde
Salınır da mazlum İmam Hüseyin
Pir Sultan
ne güzel bulmuş yerini
Ben pirime
kurban verdim serimi
Muaviye
oğlu Mülcem soyunu
Sürülsün
dergahtan der İmam Hüseyin
*********************************
Konunun zaman, mekan ve kısa dönemli etkileri gözönüne
alındığında Araplar'a özgü bir sorun olarak görünmekle birlikte, Şii-Sünni
ayrılığı ve bunun uzun dönemli etkileri nedeniyle İslamı benimsemiş bütün toplulukları ilgilendiren bir
sorun olduğu söylenebilir. İslam tarihinin en ilginç bu dönemi
şüphesiz, Dört Halife sonrasında Emevilerin iktidarı elde
ediş ara dönemidir. Bu ara dönemin genelde
yüzeysel olarak bilindiği ve değerlendirildiği
kanısındayız. Bu çalışmada öncelikle bu dönemin baş aktörlerinden Muaviye ve oğlu Yezid
dönemleri ele alınmak suretiyle, hafızalarda
kötü iz bırakmış bu iki simanın icraatleri de
sergilenecektir. Bu çalışma kaynakçada belirttiğimiz
çalışmalardan yapılmış alıntılara
dayanmaktadır. Verilen bilgiler halkın anlayacağı dilde verilmeye özen gösterilmiştir.
Zihnimi kurcalayan şu sorulardır ki bu konuları ele alma
isteğimin kökenini oluştururlar: Muaviye ve oğlu Yezid neler yapmışlardır da böyle kötü
ün salmışlar ve hatta lanetle anılır olmuşlardır? Niçin , İslamı benimsemiş diğer
toplumlarda birçok kullanılan Arap kökenli ad varken Muaviye ve Yezid adları kullanılmamaktadır, hatta bu
şahısları övenler ve yakınlarında dahi Muaviye ve Yezid adları yoktur? Umarız kendi zihnimizdeki
sorulara yanıt ararken, okuyucuya da yararlı bilgiler sunarız. Verdiğimiz bilgileri daha çok
uzmanlarından alıntı yaparak gerçekleştireceğiz.
Tam adı Muaviye bin Ebi Süfyan'dır. 602 yılında
Mekke'de doğan Muaviye önceleri Hz. Muhammed'in karşısında
yer alan Abdü'ş-Şems kabilesindendi. Hz. Muhammed'in Mekke'yi ele geçirmesinden sonra müslüman oldu.
İkinci Halife Ömer döneminde kardeşi Yezid bin Ebu Süfyan'ın
ölmesi sonrası Şam Valisi olarak sadece Şam ordugah ve
vilayetini idareyle memur edilen Muaviye'nin gücü, Ömer'in ölümü sonrasında iyice arttı. Çünkü Muaviye'nin akrabası olan
Osman Üçüncü halife olmuştu. Osman'ın halifeliğiyle Muaviye Şam'ın yanısıra Suriye'nin
diğer vilayetlerini de idaresi altına aldı. Böylece Muaviye,
bütün Suriye ve çevresinin valisi olup, servet ve iktidarını günden
güne arttırmaktaydı. Muaviye, Üçüncü halife
Osman öldürüldüğünde hem siyasi, hem de ekonomik açıdan oldukça güçlü bir konuma gelmiş bulunuyordu. Bu gücü nedeni iledir ki,
müslümanların irtifak ile halifeliğe getirdiği Hz. Ali'nin meşru halifeliğini
tanımamış, Osman'ın kanını talep
iddiasını öne sürerek Hz. Ali ile savaşa
girmiştir. Yine Muaviye, Osman'ın intikamcısı rolüne
sarılmakla kalmıyor; halife Osman'ın
katillerini teslime rıza gösterdiği taktirde Hz. Ali'ye biat
etmeğe razı olduğunu ilan ediyordu ki, bu
apaçık siyasi bir manevraydı. Muaviye bu manevradan Sıffin
Savaşı öncesindeki müzakerelerde oldukça
yararlanmıştı. Şöyleki Osman'ın katledilmesiyle Hz. Ali'nin herhangi bir ilgisi yoktu ve Osman'ın katillerinin
bulunamayacağı ortadaydı. Çünkü Osman'ın bulunduğu
yeri sararak onu katleden kitle
yüzlerle ifade ediliyordu Esasen Osman'ın katledilmesinde bilinen birçok neden rol oynamıştır.
Öyleki, Hz. Peygamberin eşlerinden Ayşe bile Halife
Osman'ın aleyhinde
bulunmaktaydı. Osman'ın akrabalarına olan Emevi Ailesi
mensuplarına sağladığı mevkiler ve parasal ayrıcalıklar da yoğun tepkilere yol
açmıştı. Bu şekilde halife Osman muhtelif çevrelerde muhalifler yaratmış idi.
Emevi sülalesi İslam'ın doğuşu ile kaybettikleri nüfuz ve
iktidarı yeniden ele geçirebilmek için
akıl almaz yollara başvurmuşlardır. Özellikle Muaviye'nin
ve Yezid'in davranışlarını, bazı Sünni
yazarların ileri sürdükleri gibi, "içtihad" farkıyla
açıklamaya kesinlikle imkan yoktur. Muaviye
"kısas" adıyla din kisvesine büründürdüğü siyasi
ihtirasını ne pahasına olursa olsun tatmin için uğraşmış, bu
amaçla başvurulmadık yol bırakılmamıştır.
Şüphesiz Muaviye'nin bu cüretkâr
hareketlerde bulunurken en büyük dayanağı 20 yıllık Suriye Valiliği sırasında sağladığı kazanımlardı. Muaviye'nin
başlıca eseri, siyasetine körü körüne itaat eden birliklerden
oluşan Suriye Ordusu oldu.
Muaviye, ordunun rahatına ve donanımına çok dikkat ediyor,
ücretlerini fazlasıyla ve o
zamana kadar alışılmamış bir düzen ile ödemeye
çalışıyordu. Muaviye kendi amaçlarının önünde engel
olarak gördüğü, her kim olursa olsun, ortadan kaldırmakta tereddüt etmemekteydi. Muaviye'nin bu siyaseti
icraatlerinde açıkça görülmektedir.
Muaviye, tüm bu sözü edilen önlemler dışında servetini de
siyasal başarısı için seferber etmiş durumdaydı.
Karşıtlarından kiminin öldürülmesi yolu benimsenirken, kiminin
de para ile satın alınması yoluna
gidilebiliyordu. Tahsis ettiği maaşların ve cömertçe
ihsanların altın zinciri ile en inatçı
aleyhtarlarının dizginlerini elinde tutmayı
başarmış idi. Emevi halifeleri, Muaviye de dahil, kendi siyasetlerine düşman olanların aynı zamanda
İslama da karşı olduklarına kanaat getirmişlerdi.
Çeşitli İslam Tarihi uzmanlarınca dile getirilen ve
Muaviye'nin suçlanmasına yol açan davranışlarını
şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Muaviye, Şam dışındaki bütün İslam
eyaletlerinin meşru halifesi olan Hz. Ali'ye savaş açmış ve
esasta iktidarı elde etme amacını
Osman'ın kanını talep iddiasıyla hasıraltı etmeyi
amaçlamış, dolayısıyla o zamana
kadarki İslami teamüllere karşı çıkarak hilafeti gaspetmiştir.
2. Muaviye, siyasi amaçlan uğruna, vali ve hakimlere ferman göndermek
suretiyle Hz. Ali'ye, Ebu Türap lakabıyla
birlikte küfür ettirir, lanet okutturur, sövdürürdü. Ebu Türap,
toprağın babası anlamında olup, Hz.
Muhammed tarafından Hz. Ali'ye verilmiş bir ad idi ve
Hz. Ali de bu lakabı çok
severdi. Muaviye ile başlayan bu adet diğer Emevi hükümdarları
zamanında da sürdü. Mescidi Nebevi'de,
Peygamberin manevi huzurunda, onun minberinde en çok sevdiği zata
karşı yakışık almayan
küfürleri savurmak adet bile oldu. Hatta Muaviye, Medine'de Hz. Peygamber'in mescidinde de ashabın itirazlarına, Hz.
Peygamber'in eşlerinden Ümmü Seleme'nin bizzat mescide gelip Resulullah'ın "Ali'ye söven
bana, bana söven Allah'a sövmüş olur." hadisiyle kendisine ihtarda bulunmasına rağmen bundan
vazgeçmemişti.
3. Muaviye, diyet uygulamasında sünnete aykırı
davrandığı gibi, ganimet mallarının dağıtılmasında da Allah'ın Kitabı ve
Resulü'nün sünnetinin açık hükümlerine aykırı
davranmıştır. Emevi soyunun idarecileri, Ömer b. Abdülaziz
istisna edilecek olursa, Kur'an ve Sünnet'i dünyevi hırs ve menfaatler uğruna feda edebilmiş ve tarihte
"İslam" değil "Arap" devleti adıyla
şöhret kazanmışlardır.
4. Muaviye, valilerini o zamanki yasalardan üstün sayıyordu. Valilerinden
Ziyad b. Ebih ve Büsr İbni Ertat'ın
yaptıkları katliamlar ve zulümler tarihçilerce oldukça yer verilen
konulardandır. Muaviye ise bu zulümlere sessiz
kalıyordu. Muaviye'nin Basra valiliğine getirdiği Ziyad b. Ebih,
İrak'ta haksız yere binlerce insanı
öldürttü. Muaviye'nin komutanlarından Büsr İbni Ertat, Mekke, Medine ve Yemen'de zalimce icraatleriyle ortalığa dehşet
saçtı.
5. Muaviye, amaçlarına engel olarak gördüğü kişilerden
kurtulmak için hiçbir hareketten çekinmezdi ve kanlı
emelleri uğruna pek çok değerli şahsın ölmesi onun idaresi
dönemine rastlar. Mesela Ammar b. Yasir, Ester b.
Malik, Muhammed İbn-i Ebu Bekir ve Hucr b. Adî bunlardandır. Bu şahıslarının tümünün de ortak yanı, Hz. Ali'nin tarafında yer almış
oluşlarıydı.
6. Muaviye, Hz.
Hasan'la yaptığı anlaşmayı hiçe sayarak, ölmeden önce
oğlu Yezid'e biat edilmesini istedi. Böyle bir durum, o zamana kadar
Arapların ve Müslümanların anlayışına uymadığı gibi, Yezid de serbest
hareketlerinden dolayı fasık sayılıyordu ve böyle bir
kimsenin halifeliğe
adaylığını kabul etmek mümkün değildi. Böylece,
Muaviye, Yezid El-Humur diye adlandırılmış,
kaynaklarda içki içen ilk halife olarak geçen oğlu Yezid'i, kendisine
halef tayin etmiş oluyorduki bu
durum hilafetin saltanata dönüştüğünün açık bir göstergesiydi.
Sonuç olarak Muaviye o zamana kadar ki İslami teamüllere
aykırı birçok kötü hareketi meşrulaştırmış,
kendinden sonrakilere kötü örnek olmuştur. G. Levi Della Vida'nın da
dile getirdiği gibi, Muaviye'nin
halifeliği, İslam'ın
devlet teşkilatı tarihinde yepyeni
bir dönem açıyordu. Artık halife, sünnetin vücut
bulunduğu anlarda buna bizzat şahit olup da sünneti uygulayan veya devam ettiren kimse olmaktan
çıkıyor, Arap aleminin belli başlı siması, askeri kuvveti, aile ilişki ve etkileri, kendi
şahsi itibarı sayesinde, kabile reisleri arasında en başta
geleni oluyordu. Artık halife,
resmi unvanı bakımından olmasa bile, fiilen bir
"melik", daha doğrusu Yunanlıların
"tiran" dediği türden bir hükümdardı.
Aslında Muaviye, iktidarı elde edebilmek için her yola
başvurabileceğini açıkça ifade ediyordu. Şeyh Ekber Muaviye'nin bu durumunu yansıtan şu
sözlerine yer veriyor: "Yükselmek ve büyük mevkilere erişmek için gayret ve çabanızı
arttırımz ki muradınıza vasıl olasınız.
Nitekim ben ehil olmadığım halde, himmet ve gayret göstererek
muradıma vasıl oldum ve istediğimi elde ettim." Muaviye bu sözleriyle kendisinden önceki dört halifeden oldukça farklı
bir anlayışa sahip olduğunu sergilemekteydi. İktidarının meşruluğunu zorla ve
savaşla elde eden Muaviye daha önce de dile getirdiğimiz gibi, fiilen bir melik, daha doğrusu
Yunanlıların "tiran" dediği türden bir
hükümdardı. İktidarı elde ediş
ve iktidarda kalış sürecinde meydana gelen olaylar, Muaviye'nin ve
sonraki Emevi hükümdarlarının islam
halifeliğinin gerektirdiği niteliklere sahip
olmadıklarını ortaya koymaktadır.
Kısmen Halife Osman döneminde başlayan Emevi valilerin debdebeli
yaşam biçimleri, Muaviye'nin iktidarı eldesiyle
iyice belirginleşmişti. Saray adabı ve merasimlere
aşırı derecede önem verilmeye başlandı.
Muaviye, İslam öncesi dönemdeki Arapların teklifsiz ve serbest hal ve tavırlarını, hemen tamamıyla muhafaza
etmişti. Yine T. W. Arnold'un dile getirdiği gibi, Emeviler devrinde, hükümdarların çoğu imamlık görevine devam
etmekle birlikte, hilafet görevlerinin dinsel
yönlerine de fazla ilgi gösterilmemişt; Zira Ömer b. Abdülaziz müstesna
olmak üzere, bu hükümdarlar dinsel düşünce ve
sorunlara pek önem vermemiş görünmektedir. İşte sözü edilen tüm bu nedenlerden dolayı, Süheyli'nin de ifade ettiği gibi
Muaviye halife değil emirdir.
Muaviye'nin kötülüklerini daha önce belirtmiş idik. Yezid'e geçmeden
evvel ünlü Oryantalist H. Lammens'in kaleminden bunların
bazılarını yineliyoruz: "Muaviye'nin dört suçu vardır ki, bunlardan birisi bile onu lekelemeye yeterdi: Milleti
kıymetsiz insanların elinde bırakmış idi (Yezid'e biat ettirmek suretiyle); Kendisine sormadan, milletin
mukadderatını, idare hakkını, hem de birçok peygamber sahabesinin ve faziletli insanların
yaşadığı dönemde ve bunların zararına olarak
gaspetmiş idi; İpeklilere bürünmüş ve çalgı çalmaktan
hoşlanan İslah kabul etmez bir sarhoşu kendisine halef tayin
etmiş, Ziyad'ı kardeş edinmiş ve nihayet Hucr b. Adî'yi
ölüme mahkum etmiş idi." Lammens,
tarafsız bir tarihçinin Muaviye'yi bu ithamlar karşısında
temize çıkarmasının
oldukça zor olduğunu da ekliyor. Ayrıca Emevi İdaresinin, Hz.
Ali'den rivayet edilen pek çok
şeyin gizli kalmasında büyük etkisi olduğu da muhtemeldir. Çünkü
cami minberlerinden Hz. Ali'ye lanet
ettirenlerin, Hz. Ali'nin ilminden bahsedip onun fetva ve sözlerini ve bilhassa
hükümet teşkilatıyla ilgili
görüşlerini nakletmek hususunda ilim
adamlarına serbesti
tanımaları da makul
değildir.
Muaviye'nin iktidara geliş ve iktidarda kalış biçimine
ilişkin icraatlerine değindikten sonra Yezid konusuna
geçebiliriz. Yezid hilafetin haksız varisi, Hz. Hüseyin'in öldürülmesinin
ve mukaddes şehirlere
saldırılmasının suçlusu olarak müslümanların
hafızasında çok kötü bir isim bırakmıştır. N.
Kemal'in Büyük İslam Tarihi adlı eserinde verdiği bilgilere
göre: "Muaviye her yönden dört
halife devrinin sadelik, dürüstlük, eşitlik, adalet, kanaat
kapılarını kapamış, Suriye'ye sinen Bizans ve İran saray politikası
ile ihtişamının esiri olmuştu.
Esasında Halife eşitler arasında birinci olmak ve ileri
gelen kişilerden oluşan şuranın öğütlerine göre hareket etmek üzere kendisine eşit düzeydeki
kişilerce seçiliyordu. Ne varki, Muaviye henüz
sağken, çevresindekilere kendisinden sonra oğlu Yezid'e biat
etmelerini sağladı. Böylece seçim(biat) geleneğini br yana itti
ve o zamana değin Araplara yabancı bir kavram olan babadan oğula
geçen bir saltanat uygulamasını başlattı. Bu şekilde,
Halife'nin seçimi ve liyakati gibi unsurlar geri
plana itilmiş oluyor ve bu müessese bir tür saltanat kurumu haline dönüştürülüyordu ki, bu durumun sakıncaları Emevi soyu
idarecileri ele alındığında açıkça görülmektedir.
Bilindiği üzere Hz. Ali 24 Ocak 661 'de öldü ve daha önce Hz. Ali'nin
halifeliğini tanımış -Şam ve Mısır dışında- bütün eyaletler Hz. Hasan'a
biat ettiler. Muaviye bunu haber alınca 60 bin kişilik bir ordu ile İrak'a yürüdü. Hz. Hasan da 40 bin
kişilik bir ordu ile yola çıktı. Ancak Hz. Hasan karşı tarafın askeri gücünden ve yandaşları
arasındaki ayrılıklardan çekinerek, savaşı göze alamadı ve yapılan bir anlaşma sonucunda halifelikten
çekildi. Anlaşmaya göre,
Hz. Ali yandaşlarına eziyet edilmemesi,
Camilerde Hz. Ali'nin kötülenmemesi,
Halifeliğin Muaviye'den sonra Hz.
Hasan'a devri,
Hz. Ali soyundan gelenlere maddi katkıda bulunulması,
gibi konular hükme bağlanıyordu. Ancak sonraları askeri ve
siyasi gücünü iyice sağlamlaştıran Muaviye "Hasan'la olan ahdim ayağımın
altındadır." demek suretiyle, anlaşma hükümlerini bir bir çiğnemiştir. Muaviye'nin Yezid'i yerine getirmesi, bazı
sözde tarih erbabını gerçekten zor durumda
bırakmış, bu durumu açıklarken çok dolambaçlı yollar
benimsemeye itmiştir. Hiç şüpheniz
olmasın bu yalancılar, eğer Muaviye Yezid'i atamamış
olsaydı şöyle diyeceklerdi: "Eğer Muaviye yaşasaydı, Yezid'i halef tayin
etmezdi. Yezid o ölünce zorla iktidara geldi.
Sünni tarihçilerden es-Suyutî'nin(Öl. 1505) de belirttiği gibi
"Hilafetin, Muaviye'nin ölümü halinde, Hasan'a iade
edilmesi" maddesi, el-İmame ve's Siyase'de de bulunmaktadır.
Ayrıca İbni Haceri'l-Heytemi, bu maddeyi
"Muaviye kendisinden sonra kimseyi yerine tayin etmeyecek; aksine bu iş (hilafet), ondan sonra müslümanların
şurası ile tespit olunacaktır." şeklinde nakleder. Ancak sonuçta Muaviye daha sağlığında oğlu Yezid'i
yerine geçirmiş ve Hz. Hasan'la yaptığı anlaşmanın bir kandırmacadan ibaret olduğu apaçık
ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine doğaldır ki,önce Hz. Hasan'ın ortadan kaldırılması gerekiyordu
ve Muaviye'de öyle yaptı.
Muaviye, Mervan b.
Hakem'i Medine'ye bu iş için yolladı. Mervan çeşitli hilelerle
Hz. Hasan'ın eşi Ca'de binti
Eş'as'ın, Hz. Hasan'ı zehirlemesini sağladı ve böylece
Muaviye oldukça rahatladı.
Böylece Muaviye, oğlu Yezid'i kendinden sonra Emevi hükümdarı
yapma şeklindeki düşüncesini yürürlüğe
koydu. Böyle bir durum, o zamana kadar Arapların ve müslümanların anlayışlarına uygun olmadığı gibi, Yezid de
serbest hareketlerinden dolayı fasık sayılıyordu ve böyle bir kimsenin halifeliğe adaylığını kabul
etmek mümkün değildi. Yezid'in veliahtlığı bir hayli tepki görmesine karşın, Muaviye çeşitli girişimlerle
Yezid'e biat sağlıyordu. Hatta Muaviye'nin kendisi bu amaçla kalkıp Mekka'ye ve Medine'ye geldi ve buraların
halklarına, Yezid'in veliahtlığını
öteki bütün eyalet ve şehirler de kabul etmiş gibi göstererek ve
tehdit ederek onların da biatini sağladı.
Sadece Hz. Hüseyin, İbn-i Zübeyr ve İbn-i Ömer biat etmediler.
Muaviye 18 Nisan
680'de Şam'da ölünce Yezid daha önce kendisine veliaht olarak biat edildiğinden babasının yerine
saltanat tahtına geçti. Onun için önemli bir sorun olarak Hz. Hüseyin, İbn-i Zübeyr ve İbn-i Ömer'in biatleri
meselesi vardı.Yezid, Medine Valisi olan amcası oğlu Velid'e bu üç kişinin biatlerinin bir an önce
sağlanmasını isteyen bir mektup yazdı. Mektubunda özellikle Hz. Hüseyin'in biatinin
sağlanmasını istiyor, "biate yanaşmazsa
başını kestir bana gönder" diyordu.
Bütün Hicaz, zor karşısında sinmişti ama bu
makamın (halifeliğin) ilim, ahlak ve fazilet bakımından gerçek sahibinin Hz. Hüseyin olduğunu çok iyi
biliyordu. Birçokları da Hz. Hüseyin'i, müslümanlan bu makamın layıkı olmayan bu adamdan kendilerini
kurtarmaya çağırıyordu. Hz. Hüseyin de İslam aleminin yaşadığı bu
ızdıraplı dönemi yakından izlemekteydi. Çünkü kendinde, babası Hz. Ali, dedesi Hz. Muhammed'in bütün
vasıflarını toplamış gibiydi. Fakat
karşısında para, servet,
şöhret ve hileye dayanmış Emeviler gibi bir düşman
vardı.
Kendisine saltanatı devreden babası Muaviye ölürken bile
başucunda bulunma gereği duymayan, avlanmakla
gönül eğleyen Yezid, gününü gecesini çalgı dinlemekle, köçek çengi oynatmakla, içip kendinden geçmekle sürdürmeyi adet etmiş bir
kişiydi. Özellikle maymunlara ve köpeklere çok düşkündü. Ebu Kubays
adını verdiği bir maymunu vardı ki, ona alaca bulaca renkli
ipek elbise giydirir, başına ipekten
örülmüş bir külah koyar, dişi bir merkebe bindirir ve atlarla yarışa sokardı. Kendisiyle şarap içenlere,
"Kalkın ey topluluk, dinleyin şarkı söyleyenlerin seslerini; anlamlarla uğraşmayı, bilgilerle oyalanmayı
bir yana atın da boyuna şarap içmeye bakın. Çalgı sesi, Ezan sesinden alıkoymada beni; küplerin içindeki
yıllanmış şarabı hurilerle değiştim ben."
Sıbt İbn'il-Cevzi'ye göre Yezid üç şeyi çok severdi:
Kadın, şiir ve müzik. N. Kemal de şu olayı nakleder:
"Kadınlara karşı son derece düşkündü. Güzel bir
kadın olduğunu duyduğu İrak'ın ileri gelenlerinden
birinin karısı ile evlenebilmek için Muaviye'yi bir hayli
sıkıştırmış, çeşitli hile ve düzenbazlıklara itmişti."
İşte böyle bir kişi, müslümanların başına
geçmiş, İslam'ın temsilcisi sözde halifesi olmuş ve Müminlerin Emiri diye anılmaya başlanmıştı. Bu
duruma oldukça üzülen Hz. Hüseyin, Medine'de kendisine
Yezid'e biat etmesini öğütleyen Mervan'a şu yanıtı
veriyordu: "Başımız sağolsun; çünkü
ümmet, Yezid gibi birinin hükmü altına girmekle büyük bir belaya
uğradı."
Hz. Hüseyin
Peygamberin torunu ve Hz. Ali ile Hz. Fatıma'nın kinci çocuğu
idi. O zamana kadar Araplar arasında
pek rastlanmayan bu adı ona Hz. Muhammed vermiş idi. Bazı kaynaklarda Hüseyin doğduğu zaman Hz.
Muhammed'in kulağına " O cennet çocuklarının
efendisi (Seyyid)dir." diye seslendiği yazılıdır.
Peygamber Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'i çok severdi.
"Bunlar benim
oğullarımdır, kızımın oğullarıdır;
Allahım ben onları seviyorum, sen de onları sevenleri sev." dediği birçok kaynakta yazılıdır.
İmam Hüseyin'in çocukluğu Peygamberin derin sevgi ve şefkati
içinde geçti. Ancak bu durum kısa sürdü. Daha 5
yaşındayken dedesini yani Hz. Muhammed'i; ve kısa bir süre sonra
da annesi Hz. Fatıma'yı kaybetti. Bu durumun
onu oldukça etkilediği muhakkaktır. Daha çocukken birgün
İkinci halife Ömer minberde hutbe okurken Hz. Hüseyin'in Ömer'in
yanına giderek "Babamın
minberinden in ve babanın minberine git." diye
çıkıştığı da kaynaklarda
yazılıdır.
Üçüncü halife Osman'a
karşı gerçekleşen isyanda Hz. Ali onu ve abisi Hz. Hasan'ı halifenin evine göndererek eve kimseyi
sokmamalarını emretti (656). İsyancılar buradan içeri giremediler, ancak başka bir evden geçerek
Osman'ı öldürmeyi başardılar. Bunun üzerine Hz. Ali
oğullarını sert bir şekilde azarladı. Hz. Hüseyin
babasının halife olmasıyla birlikte Kûfe'ye gitti ve onunla bütün seferlere katıldı. Hz. Ali'nin şehadeti
sonrasında abisi Hz. Hasan'a itaat etmeyi yeğledi. Çünkü babası ölürken ona abisine uymasını
vasiyet etmişti. Ancak abisinin Muaviye'nin hileleriyle zehirletilerek şehid edilmesinden sonra yaşanan
gelişmeler onun o zaman kadarki durumunu
değiştirdi. Yezid'e biat etmemekteki kararlılığı
onun bu yolda sonuna kadar gideceğini gösteriyordu.
Daha önce de söz ettiğimiz gibi, Muaviye ölmeden önce çeşitli
hile ve tehditlerle halkı oğlu Yezid'e biat
ettirmiş; Hz. Hüseyin ve bazı ileri gelenler biat etmemişlerdi.
Yezid ilk iş olarak babasının
yarım bıraktığı bu işi tamamlamak üzere, Velid'e
yolladığı mektupta "her ne suretle olursa olsun Hz. Hüseyin, İbn-i Zübeyr ve İbn-i Ömer'in
biatlerinin sağlanmasını, eğer bu mümkün olmazsa, boyunlarının vurulup, başlarının
kendisine gönderilmesini" istiyordu. İktidar hırsının
iştahlarını kabarttığı Emeviler'in
yapamayacakları iş yoktu. Babası Muaviye'nin izinden giden Yezid, gerekirse Peygamberin sevgili torununun dahi başını
kesmeye, Ehli Beyt'e zulüm etmeye kararlıydı.
Doğal olarak Hz. Hüseyin, Yezid'e biat etmedi ve Velid'in
çabaları sonuç vermedi. 4 Mayıs 680 gecesi
kardeşi Muhammed Hanefi'nin de tavsiyesiyle bütün aile fertleriyle
birlikte Mekke'ye gitti. Ayrıca bu sırada Hz.
Hüseyin'in Mekke'ye gittiğini öğrenen Kûfeliler de Hz. Hüseyin'e
elçiler göndererek Kûfe'ye davet ederek kendisini halife olarak tanımaya
hazır olduklarını bildirdiler. Bunun üzerine
Hz. Hüseyin de amca oğlu Müslim b. Akıyl'i oradaki durumu yerinde
görmek ve uygun bir zemin sağlamak üzere Kûfe'ye gönderdi. Önceleri Müslim
Kûfe'deki çalışmalarında
başarılı oldu ve Hz. Hüseyin de bunun üzerine Mekke'den Kûfe'ye
doğru yola çıktı.. Hz. Hüseyin
kendisini Kûfe'ye gitmekten alıkoymaya yönelik girişimlere
"Rüyasında dedesi Hz. Muhammed'i
gördüğünü ve başladığı iş ister lehine ister
aleyhine olsun, dönmeyeceğini" söylüyordu.
Bu arada Müslim'in faaliyetleri Yezid tarafından haber alınınca,
Küfe Valiliğine zalim Ubeydullah getirildi ve
Müslim yakalanarak idam edildi. Ubeydullah'ın Küfe valiliğine
atanması şüphesiz anlamlıydı. Çünkü o Muaviye'nin
Irak Valisi Ziyad b. Ebih'in oğluydu. Zalimlikte babasından aşağı değildi. Ubeydullah'ın
Küfe Valiliğine atanmasıyla Hz. Hüseyin'i davet eden onbinler korku ve tehditle sindirildi.
Hz. Hüseyin,
Mekke'den Kûfe'ye doğru yola çıktığında amca oğlu
Müslim Yezid'in adamlarınca
öldürülmüştü. Hz. Hüseyin kafılesiyle ilerlerken yolda, ünlü Arap
Şair Ferezdak ile karşılaşıldı. Hz.
Hüseyin ondan Kûfe'deki durumu sorunca, Ferezdak, "Halkm kalbi seninle, kılıçları ise Beni
Ümeyye(Emeviler) iledir; kaza ise gökten iner ve Allah dilediğini
işler." dedi. Hz. Hüseyin de "Doğru söyledin ,
Allanın dediği olur." dedi ve yola devam edildi. Hz. Hüseyin Müslim'in Yezid'in adamlarınca
acımasızca öldürüldüğünü yolda öğrendiğinde oldukça
üzüldü. Kûfelilerin
kalleşliği ve dönekliği ortada olduğu, Müslim'e oynanan
oyun herşeyi gösterdiği halde, hatta kendisi için
başkoyduklarını söyleyenler dağılıp
kaçtığı halde o, Mekke'den yola çıkan ailesi ve fedakar dostlarıyla , yola devam etmekten
çekinmedi. Hatta ordunun geldiğini haber alınca yanındakilere zaman varken kendisinden gece
ayrılabileceklerini ifade ettiyse de, yanında bulunanlar "hayatlarını kurtarmak
için onu terketmek alçaklığını yapmayacaklarını
ifade ettiler. Hz. Hüseyin ya
başarıya ulaşacak, müslümanları eşitlik,
kardeşlik ve adalet ülküleri içinde yaşatacak, Yezid'in
saltanatına son verecek yada bu yolda boyun eğmeden şehid
olacaktı. İşte Hz. Hüseyin, bu asil duyguların esiri olarak adım adım Kerbela'ya,
her neye malolursa olsun gidecekti.
Burada anahatlarıyla ele alacağımız bu olay, sadece
islam tarihinin değil insanlık tarihinin de en kara ve acıklı sayfalarını oluşturur.
Peygamberin cennetin efendileri olduklarını söylediği iki sevgili torunundan Hz. Hüseyin'in acımasızca şehid
edildiği bu olayı Emevi yandaşı zavallıların açıklarken nasıl kılıktan kılığa
büründüklerini ibret ve hayretle görüyoruz.
Hz. Hüseyin ve beraberindekiler Kerbela'ya geldiklerinde hem susuz
bırakılmış, hem de binlerce
kişilik ordu tarafından sarılmış durumdaydılar.
İnsanlık değerlerinden yoksun Küfe Valisi zalim Ubeydullah, Hz.
Hüseyin'in geri dönmek, Yezid'le görüşmek veya İslam
sınırlarından herhangi birine
gitmek isteklerinden hiçbirini kabul etmedi. Esasen onun görevi Yezid'in emrini
yerine getirmek yani Hz. Hüseyin'i
şehid etmekti. Çünkü biliyordu ki, Hz. Hüseyin
yaşadığı sürece efendisi Yezid'e rahat yoktu.
Şimdi sözde müslümanlardan oluşan koskoca bir ordu, kendi dinini
kuran Hz. Muhammed'in her yönden üstün yaratılış ve niteliğine
sahip torununa ve ve onun ailesine saldırıyor,
öldürmeye çabalıyordu. Karşılarındaki bir avuç insan ise
günlerdir susuzdu,.hararetten insanların
dudakları çatlamış, dilleri kurumuş,
bağırları yanmıştı. Fakat
karşılarındaki paralı askerlerde insaf yoktu, acıma bilmiyorlardı, kana
susamışlardı, şan ve şöhretin esiriydiler. Meğer insanoğlu, servet, şöhret ve makam için
sırasında ne kadar küçülüp, alçalabiliyordu.
Nihayet 10 Ekim 680 (Hicri 10 Muharrem 61) günü Hz. Hüseyin son
hazırlıklarını yaptı ve Yezid'in ordusuna yaklaşarak onlara hitab etmek istedi. Ancak bu çok
veciz konuşma gözleri dönmüş azgınlardan oluşan bu
orduyu pek etkilemedi. Hz. Hüseyin'in bu sözlerinin edebi bakımdan da ayrı bir değeri
vardır. Allah'a hamd ve sena, Hz. Muhammed'e, meleklere ve nebilere salattan sonra şöyle diyordu:
"Peygamberimizin kızının oğlu, vasisinin
oğlu, amcasının oğlu ben değil miyim? Şehidlerin efendisi Hamza babamın amcası değil midir; şehit Cafer
Tayyar amcam değil midir? Tanrı elçisinin benim için ve kardeşim için, cennet halkı
çocuklarının seyyidleridir ve sünnet ehlinin gözbebekleridir, sür urlarıdır, dediğini
duymadınız mı?"
"İmdi benim soyumu araştırınız ve benim kim olduğumu
görünüz. Sonra kendi vicdanlarınıza eğiliniz, onları ayıplayınız ve beni öldürmenin
haram ve yasaklanmış olan kanımı dökmenin sizin için
helal olup olmadığını düşününüz.!..." Bu
konuşma bir başka kaynakta ise şöyle nakledilir: " Hz. Hüseyin atını sürerek iki ordu
arasında bir yerde durdu ve Yezid'in ordusuna hitaben: "Ey Küfe
halkı benim kim olduğumu ve sonra da vicdanınızın
sesini dinleyiniz. Ben Peygamberin
torunu değil miyim? Benim katlim size helal olur mu? Peygamberin hadisini
ne çabuk unuttunuz. O, bizler için -Siz ehlibeytin seyyitlerisiniz- diye
buyurmuştu. Bunu bilmiyor musunuz?
Ben o büyük Peygamberin kızının oğlu, vasisi ve amcazadesi
olan zatın oğlu değil miyim?
Şayet bu hadisi unuttu iseniz, içinizde bunu size hatırlatacak
kimseler vardır. Benden ne istiyorsunuz?
Medine'de Resulullahın ravzai mübarekesinin yanında kendi halimde
yaşarken beni orada bırakmadınız. Mekke'de itikafa
çekilmeme müsade etmediniz. Davetnameler göndererek, ricalar ederek, yalvararak beni buraya kadar
çağırdınız. Ben sizin bu davetiniz üzerine buralara kadar geldim. Şimdi beni
öldürmek istiyorsunuz. Bu akıbete müstehak olabilmek için ben sizlere ne yaptım? İçinizden birisini mi
öldürdüm? Yoksa birinizin malını mı gasbettim? Eğer beni istemiyorsanız
bırakınız gideyim. Bu ne gaddarlık ve bu ne
hilekarlıktır...."
Hz. Hüseyin'in bu hitabı sonrasındaki gelişmeleri Fuzuli
şöyle nakleder: "Cemaat bir ağızdan
yaptıklarını inkara kalkıştılar. Hazreti
İmam, mektupları onların önüne koyup böylece inkara mecal bırakmadıktan sonra mektupları ateşte
yaktırdı. O zaman Ömer b. Sa'd gelip:
- Ey Hüseyin! Dedi, bu hikayelerden bir sonuç çıkmaz. Ya Yezid'e biat
edersin yahut da ölümü göze alırsın.!...
Bu sözleri söyledikten sonra eline bir ok alıp:
- Ey Küfe halkı, şahit olun ve Ubeydullah b. Ziyad huzurunda da
şahitlik edin ki, Hz. Hüseyin'le savaşa
tutuşan ilk defa ben oldum.
Bunları söyleyerek o oku Hz. Hüseyin'e doğru fırlattı.
Hz. Hüseyin sakalını eline alarak:
- Ey kavim Allahın gazabı yahudilere "Aziz Allahın oğludur!"
dedikleri zaman son şiddetini bulmuştu. Ve yine
Tanrı'nın kahrı, Hıristiyan kavmine "Mesih,
Allahın oğludur" dedikleri zaman, indi. Allahın
gazabı bugün de size Al-i Resule (Ehli Beyt'e) kasdettiğiniz için
erişmektedir. Bedeninizdeki her
kıl, demirine su verilmiş bir hançer olsa "Allah
sabırlıları sever..." emrinden dışarı çıkmam. Ve her biriniz
ayrı ayrı bana kasdetmek için kin tutan askerlerden olsanız,
"Allah sabırlıları
sever!" buyruğunu bırakmam. Rivayet ederler ki, Yezid'in
askerleri İbni Sa'd'ın gayretini
gördüğünde ona uyup Hz. Hüseyin'i öyle bir ok yağmuruna tuttular ki
atılan oklardan güneş
görünmez oldu. Hz. Hüseyin bu hücum karşısında süvarilerine
dönüp yanındakilere şunları söyledi:
- Ey vefakâr
arkadaşlar ve benim için canlarını ortaya koyan insanlar! Kavgaya kendinizi hazırlayın ki, kanların döküleceği zamandır.
"
Çok dengesiz bir şekilde başlayan savaşta Hz. Hüseyin'in 23
süvari ve 40 piyadeden oluşan askerleri öğle
üzeri olduğunda iyice azalmış durumdaydı. Hz. Hüseyin de bu
az sayıda susuz ve bitkin insanla yaya olarak
savaşıyordu. Sonunda Şimr'in emriyle her yandan hücum edilerek
Hz. Hüseyin şehid edildi. Peygamberin torunu Hz.
Hüseyin'in vücudunda otuzüç ok, otuz dört kılıç ve kargı yarası vardı (10 Muharrem 61-10 Ekim 680). Hz. Hüseyin'in
şehadetini Kastamonulu Şazi eserinde
şöyle dile getiriyor:
Yüzü üstüne bıraktı
Seyidi
Kesti başını
hemandem o lain
Kanı yere çün döküldü ol
zaman
Zelzele
düştü yere-ü darügir
Gulgula kıldı melayik
ağladı
Yer gök
oldu karagü ol zaman
Çaldı
pıçağı işit kim neyledi
Hem
şehit oldu Hüseyn-ü pak din
Düştü kavga aleme oldu figan
Göğe değin
çıktı feryad-ü nefir
Ay güneş nurunu ol dem
bağladı
Yaradılmış
cümlesi kıldı figan
Bir başka Maktel yazarı Kâzım Paşa'nın ise ünlü
beyiti şöyledir:
Düştü Hüseyn
atından Sahrayı Kerbelâ'ya Cibril var haber ver Sultanı Enbiyaya
Hz. Hüseyin'in şehadeti ardından kadınlar feryada
başladılar. Aczî'nin ifadesiyle:
Bir taraftan ahu
feryadü figan-ı Ehli Beyt Bir taraftan nara vü cuş ü
huruş-ı eşkıya
Sonra çadırlar ve kadınlar yağma edildi, hasta ve yatakta
olan İmam Zeynel Abidin Ali de öldürülmek istendi. Bu
kanlı savaşın bitiminde İmam Zeynel Abidin yatak ve
yorganlara sarılarak saklanmıştı. Hz. Hüseyin'in şehid
edilmesi sonrasında çadıra koşan Şimr "Hüseyin'in bir oğlu
daha olacak o nerede?" diye aramaya başladı. Çadırın
her tarafını arayıp çocuğu buldu. Fakat bu esnada çadırda bulunan kadınlar Şimr'e hücum ederek Zeynel Abidin'i
bu caninin elinden kurtardılar. Bu çirkin savaşın en küçük
kurbanı ise daha altı aylık bir bebek olan Hz. Hüseyin'in
oğlu Ali Asgar'dı. Hz. Hüseyin'in yanındakilerden şehid
olanlar yetmiş iki kişi idi. Yezid ordusunun komutanı, bu şehitlerin başlarını Vali
Ubeydullah'a gönderdi. Hz. Hüseyin'in kızları,
kızkardeşleri ve çocuklar
da Kûfe'ye Ubeydullah'ın huzuruna getirildiler. Ubeydullah'ın
Peygamberin soyuna karşı
davranışı çok çirkin ve kaba idi; kendilerine hakaretler ve
tehditler savurdu, hatta İmam Zeynel
Abidin'i öldürmek dahi istedi. Ubeydullah bundan sonra İmam Zeynel
Abidin'in ellerini bağlatıp,
Kerbela'da öldürülenlerin kesilmiş başlarını, çoluk
çocuğu Şam'a Halife Yezid'in yanına yolladı.
Şam'a vardıklarında onları götüren Züheyr, Halife Yezid'in
yanına girip başarıyı(î) müjdelemiş
ve Kerbela savaşının ayrıntılarını
anlatmıştı.
Hz. Hüseyin'in ailesini
getiren kafile Yezid'in sarayına getirilmişti. Kısa süre sonra ehlibeyt kadınlarını Yezid'in
huzuruna çıkardılar. Kadınlar İmam Hüseyin'in kesik
başım Yezid'in önünde
görünce feryad ve figan etmeye başladılar. Kadınlarla birlikte
zincirli bir şekilde İmam Zeynel Abidin de Yezid'in huzuruna
getirilmişti. Manzaranın dehşetinden Yezid'in yanında bulunanlar bile dehşete
kapılmışlar ve bunu açıkça belirtmişlerdi. Yezid Hz.
Hüseyin'i ortadan kaldırdıktan
sonra artık rahatlamış sayılırdı. Şimdi Ehli
beyte yalandan da olsa saygılı davranabilirdi. Derhal Zeynel Abidin'in zincirlerini çözdürdü. Yezid'in
kadınları da Ehli beyt kadınlarını
teselli etmeye çalışıyorlardı. Artık Yezid
yaptığı kötülükleri ve cinayetleri unutturabilmek için Ehli Beyt'e iyi
davranıyor, sarayda onlarla konuşuyor, her isteklerinin yerine getirileceğini belirtiyordu. Daha sonra
Numan bin Beşir komutasındaki bir muhafız kıtası
eşliğinde onları
Medine'ye kadar götürdü. Yezid, Zeynel Abidin'i uğurlarken şu
yalanı bile uydurabiliyordu: "Allah,
İbni Mercame'ye lanet eylesin. Vallahi ben olsaydım babanın her
isteğini yerine getirirdim. Lakin
kaderi İlahi böyleymiş ne yapalım!..."
Ne Allah'tan
korkuları vardı, ne de Peygamberden çekinmeleri vardı, ne de
utanma biliyorlardı. Şu da muhakkak ki, yeryüzünde Yezid gibi ahlak
yönünden düşük insana az rastlanabilir.
Onun bu işleri yapan eli Ubeydullah ise kötülük ve
ahlaksızlıkta, zalimlikte efendisi ile yarış halindeydi. Şunu da bilmek lazımdır
ki, Kerbela'da hak yolunda kendisinin yüz katı bir orduya karşı duran Hz. Hüseyin'in bu
kahramanlığına da rastlamak imkânsızdır. Sonuç olarak Kerbela Olayı yüzyıllara
damgasını vurmuş hüzünlü bir destandır. Öyle ki
yabancı araştırmacı Gibbon "Yıllar
sonra bile insanlar nerede olurlarsa olsunlar Hüseyin'in bu trajik ölümü en soğukkanlı okuyucuyu bile
üzecektir..." demektedir.
İmam Hüseyin'in ve yanındakilerin Kerbela'da böyle feci
şekilde katledilmeleri ve Peygamber sülalesinin
akla gelmedik şekilde ihanete cüretleri halkı o kadar etkiledi ki,
adeta Emevi saltanatı kökünden
sarsıldı. Olay İran ve Hicaz"a duyulunca halkta Emevilere
karşı büyük bir kin ve ayaklanma istekleri başladı. Bu
durum karşısında da Yezid'in paralı kulları büsbütün
kudurdu. Zulüm yolunda hiç çekinmez oldular.
Medine halkı fasık ve günahkar olarak gördüğü Yezid ve
iktidarına karşı ayaklanarak, valiyi şehir dışına atmış yerine
Abdullah'ı valiliğe getirmişlerdi. Yezid bu durumu haber
alınca Akabe oğlu Müslim adlı
zalimi onikibin askerle hemen Medine'ye gönderdi ve şu talimatı
verdi: "Şehir halkına üç gün süre ver.
İsyandan vazgeçmezlerse, onlarla savaş. Zafer kazanıldıktan
sonra da bütün şehri yağma et." İslam'ın bu kutsal
şehrinde sözde halife Yezid'in arzulan doğrultusunda İmam Zuhri'nin bildirdiğine göre on
binden fazla insan öldürüldü. Evlere saldıran askerler, ellerine geçirdikleri
malları almakla yetinmediler, masum bini aşkın kadına da
tecavüz etmekten de kaçınmadılar.
Tarihçi H. M. Balyuzi bunu şu şekilde anlatıyor: "...Medine
düştüğü zaman Hz. Muhammed'in
geride kalan dostlarından seksen kişi ve yediyüz hafız öldü.
Peygamberin şehri yağmacılara
teslim edildi; yapılan barbarlık ve tecavüz inanılır gibi
değildi. Peygamberin mescidi dahi
kurtarılamadı. Etrafı ahır alanı oldu. Medine
sınırları içinde daha pek çok insan kılıçtan geçirildi, kalanı da şehri terketti.
Ölümden yakasını kurtaranlar Yezide yalnız halife olduğu
için değil aynı zamanda
onların efendisi ve amiri olarak itaat etmek zorunda
bırakıldılar. Karşı çıkanlar ise
kızgın demirle dağlanırlardı...." Oysa ki Hz.
Muhammed, "Medine halkını, zulmetmek suretiyle korkutanlar, Allah'ı korkutmuş gibidir.
Allah'ın, meleklerin ve bütün halkın laneti onların üzerinedir." demişti. İbn-i
Kesir'in yazdığına göre, alimlerin büyük bölümü bu hadise
istinaden "Yezid'e lanet etmeyi" uygun görmüşlerdir. 26
Ağustos 683'te gerçekleşen bu Medine'ye Yezid'in saldırması olayı, Hurre Savaşı olarak
bilinir.
Medine'yi kanlı bir şekilde susturan Yezid Ordusu daha sonra
Mekke'ye yöneldi. Tepeler üzerine
yerleştirilen mancınıklarla şehir taş yağmuruna
tutuldu. Kuşatma iki ay kadar sürdü ve Kabe'ye de
mancınıkla taş atıldığı gibi, şehirde
yer yer yangınlar çıktı. Bu kuşatma Yezid"n öldüğü haberinin Mekke'ye
ulaşmasına kadar sürdü. Böylece Yezid, Kabe'ye saldırma
şerefini (!) de elde etmiş oldu. Yezid 11 Kasım 683'te kötü bir
nam bırakarak öldü. Kendisi hükümdarlığını , devlet işleri ve adaletli bir idareden çok,
şaraba, müziğe, eğlenceye ve kendisine rakip olarak gördüğü insanları, Peygamberin ailesi de
olsa, katletmeye hasretmişti.
Yezid'in, Hz. Hüseyin'e, Hz. Ali soyuna ve yandaşlarına
yaptıkları, Mekke ve Medine'ye saldırması
İslam tarihinin en kara sayfalarını oluşturur. Yezid,
hilafetin haksız varisi, Hz. Hüseyin'in
katledilmesinin ve mukaddes şehirlerin kirletilmesinin baş sorumlusu
olarak müslümanların hafızasında kötü bir isim
bırakmıştır. Emevi zalimleri Hakkı
tanımamışlar, azgınlaşmışlar
ve Peygamber'in Ehli Beytine olmadık şeyler
yapmışlardır. Bütün bunlar sonrasında Emevi saltanatı kökünden sarsıldı ve yıkıldı.
İslam alemi yüzyıllardır Peygamber torunlarına yapılan bu zulmü unutmadı. Nihayet bir gün Muhtar isimli bir
kahraman arkadaşları ile birlikte ayaklandı. Küfe şehrindeki Ömer bin Sa'd ile Kerbela
Olayı'na katılanlardan 210 kişi kılıçtan geçirildi. Bu karışıklıklar sırasında kaçmaya
çalışan Hz. Hüseyin'in katili Şimr de yakalandı ve katledildi.
750 yılında Emevi Hanedam'nı deviren Abbasiler, onlardan öyle
bir öç aldılar ki, ölülerinin
kemiklerini bile mezarlarından çıkarıp yaktılar.
İslam tarihinde Muharrem ayı içerisinde gerçekleşen bu facia
her yıl canlandırılır.
Ehli Beyt için ağıtlar,
mersiyeler söylenir, matem tutulur. Kerbela'da Hz. Hüseyin ve Abbas adına
birer cami
yapılmıştır. Hz. Ali'nin
türbesi ise Neceftedir. İmam Hüseyin
Camisinde, Ali Ekber, Ali Asgar ile
birlikte Kerbela'da şehid düşen 72 kişinin mezarı
vardır.Hz. Ali'nin türbesinin bulunduğu yere Meşhed-i Ali denir. Meşhed bir
şehidin şehid olduğu yer demektir. Minareleri ve kubbe
şeklindeki tavanları altın yaldızlı bakırla
kaplıdır. Meşhed-i Ali'nin çok görkemli ve göz kamaştırıcı bir görünümü
vardır. Meşhed-i Hüseyin ise ormanlarla çevrilmiş, minareler ve
kubbe altın yaldızlı
bakırla kaplı büyük ve güzel bir abidedir.
Kerbela İmam Hüseyin'in şehadetinden bu yana İslam
Dünyasında özellikle Anadolu Alevileri için büyük bir kudsiyete sahip olmuştur. İran ve Türk
Edebiyatlarında Maktel-i Hüseyin adı altında bir edebi türe de yol açan bu facia yüzyıllardır hafızalardan
silinmemiştir.
Kerbela Şehri, Bağdat'tan 80 km. Ve Fırat'ın 25 km.
Batısında bulunmaktadır. Hem Şah İsmail hem Kanuni, Necef le birlikte Kerbela'yı ziyaret etmişler ve
İmam Hüseyin'in türbesine karşı çok saygı ve bağlılık göstermişlerdi.
Hz. Hüseyin'in Kerbela'daki makamı 108x82,5 m büyüklüğünde bir
avlu içinde bulunur. Bu avlunun çevresini
livanlar ve hücreler kuşatır. Duvarları boydan boya Kur'an
sureleri, mavi zemin üzerine beyaz yazı ile
yazılmış olan bir pervaz süsler. Yaldızlı dehlizden
geçilerek varılan üçgen şekilli orta
kısım, üzeri kemerler ile örtülü bir koridor (bugün cami) ile
kuşatılmıştır ki, ziyaretçiler burada makamı tavaf ederler. En ortada yaklaşık 2m
yüksekliğinde, 4m genişliğinde ve çevresi gümüş maşrabi eserler ile çevrili İmam Hüseyin'in
sandukası, bunun ayak ucunda beraber bulunan oğlu muharebe arkadaşı Ali Ekber'e ait daha küçük bir
sanduka vardır.
Türbenin kıble tarafındaki yüzünde gayet zengin işlemeli
süslemeler vardır. Giriş kapısının iki tarafında iki minare bulunur. Üçüncü bir minare de doğu
kenarındaki binalar önünde yükselir. Güneyde takriben 16m geride, avluyu kuşatan binaların cephesine
rastlanır. Bu tarafta avluya bitişik, oldukça
büyük bir medrese bulunur. Bunun yaklaşık 26 metrekare şekilli
bir avlusu olduğu gibi hususi bir camisi de vardır. Bu türbenin yaklaşık
600m kuzeydoğusunda Hz. Hüseyin'in üvey kardeşi Abbas'ın türbesi vardır. Şehirden batıya
doğru giden yol üzerinde Hz. Hüseyin'in çadırlı karargahı
bulunur. Burada yapılmış olan bina çadır şeklini
andırdığı gibi, kapısının iki tarafında
deve semerlerine benzetilerek yapılmış
olan taşlar vardır.
Bir başka kaynakta ise İmam Hüseyin'in Türbesi şöyle
anlatılıyor. Altın kaplı muhteşem kubbesi, adeta yine altın kaplı güzel minarelerini kaplayan İmam Ali'nin makamını andırır.
Minareler altın kaplı
tuğlalarla ve diğer kısımlar kâşi taşlarla
süslenmiştir. Bu türbede -Bağdat'taki Musa Kazım Türbesi'nde olduğu gibi ve ondan fazla-
altınlar, gümüşler, aynalar, türlü işlemeler, süsler çok bol ve cömertçe harcanmıştır. Okul,
medrese, mescid, sebil, dergah gibi birbirine bitişik dört köşeli geniş
bir alan üzerinde yükselen türbe gerçekten göz
kamaştırıcıdır. Hele duvarları, köşeleri kaplayan aynalar, gümüşten veya renkli
billurdan dökülmüş yazılar, kabartma altın yaldızlı
pek ince dallar, budaklar,
çeşit çeşit güller ve hep göze, gönüle dokunan HÜSEYN-İ
ŞEHİD VE HÜSEYN-İ
MAZLUM yazıları, yakıcı mersiyeler ve sonra billur avizeler,
şamdanlar, geceleri bunlardan dökülen altın
ışıkların akisler yapan görünümü görülmeye değerdir.
Gerçekten de Hz. Hüseyin'in
makamı Hz. Hüseyin'in şanına layıktır.
Halk arasında Hz. Hüseyin'in türbesi çevresinde gömülenlerin cennete
gidecekleri inancı yaygındır. Bu
nedenle birçok yaşlı ve sakat ziyaretçi, hayatlarının son
günlerini yaşamak üzere bu türbe civarına
gelirler veya ölüler buraya nakledilerek, türbe civarına defnedilirler.
Her yıl Muharrem ayında Kerbela ziyaretçi akınına
uğrar. Feryatlar, ahlar, dualar yalnız türbenin kubbesini değil, gök kubbeyi de çınlatır. Kerbela
faciasının yıldönümleri burada yaşamı tümüyle etkileyen en önemli olaydır.
Kerbela'yla ilgili, Mehmet YAMAN şu değerlendirmeyi yapıyor:
"İslam Dini ve İslam devletleri tarihinin en
zalim ve hilekar hükümdarları Muaviye ile oğlu Yezid'dir.
Çağdaş devletlerin en zalim
krallarına, Avrupa tarihinin bütün kan dökücü ve haşin
imparatorlarına taş çıkartacak kadar
ihtiraslı ve fenalığa düşkün bir baba oğul idiler.
Elele vermiş ve tam bir bütünleşme içinde milyonlarca
insanın aralarına bölücülük ve düşmanlık
sokmak suretiyle yalnız kendi kişisel çıkarlarını elde
etmeye çalışan ve bu uğurda yüzbinlerce masum insanın kanını döken bu müstebit ve zalim
hükümdarlar, İslam tarihlerinin daima lanetle
anacakları ve şimdiye kadar anıp geldiği birer
şahsiyettir. Bu Emevi soyunun Ehli Beyt
evladına yaptıkları büyük fenalık, dünya durdukça hiç
unutulmayacak kadar müthiş bir facia ile başlamış ve yine korkunç ve kanlı facialarla
sürmüştür.
Yalnız İslam tarihinin değil, genel tarihlerin, bütün dünya
tarihinin bile en vahşi ve en kanlı bir tasvir ve tanımlamayla
kaydettikleri "Kerbela Olayı" ile İslam alemine
soktuğu ikilik ve bundan doğan mezhep
çatışmaları, yine bu insanlık düşmanı Emevi
krallarının sahneye koyduğu en kanlı ve aşağılık oyunun kötü örnekleridir. İşte
bunun içindir ki, bunlardan başta Yezid'in adı bütün dillerde fenalıkların bir sembolü olarak
kalmıştır.
Hainliği, vahşiliği, fenalığı ile dikkati
çeken bozguncu ve ahlaksız kimselere bugün bile "Yezit" diye hitap edilmekte , bu tür insanların
aşağılıklarını belirtmek üzere bu isim kullanılmaktadır. Evet, özellikle islamlar arasında bu
lanetli isim, dünya durdukça duracak, fakat bir hayır ile değil; her an ve her zaman fenalığın
alçaklığın, iki yüzlülüğün, hilenin ve zulmün sembolü ; bütün çirkin ve aşağılık inançların
timsali olacaktır.
Tarihlere yalnız fenalıkları, yalnız kötülükleri ile
mal olan Yezid, bu kanlı zalim; bütün dudaklarda nefretle
anılırken; her fenaya, her alçağa ve her fesat ruhlu insana da
daima nefretle haykıracaktır
insanlık;
Yezit!... Yezit!...
Hz. Hüseyin Yezid ordusunun karşısına vardığında
atını durdurup, onlara şöyle seslenmişti: "Ey Şamlılar! Sizinle savaşa ilk
başlayan ben değilim. Fesadı siz çıkardınız. Yakınlarımı ve çocuklarımı öldürdünüz. Şimdi
de askerlerinizin çokluğuna güvenerek, Yezid'e biat etmemi istersiniz. Benim için zilletle yaşamaktansa, izzetle ölmek
yeğdir. Amacınıza eremeyeceksiniz. Hz. Resul'e zerrece
saygınız varsa, bu işlerin sonunun nereye
varacağını düşünün.
Yağlığınız zulümlerden tövbe ve istiğfar edin.
Bana fırsat verin ki Ehli Beyt kadınlarını ve çocuklarını gurbet ellerde ayaklar
altında bırakmayayım."
Bu sözler üzerine ordunun dağılacağını
düşünen Yezid'in komutanları toplu hücum emrini verdiler. Fakat yine de Hz. Hüseyin'in karşısına tek olarak
kimse çıkmak istemiyordu. Onu hep birlikte ok
yağmuruna tuttular. İmam Hüseyin attan aşağı
düşmüştü. Mecalsizdi, bir çok yara almıştı. Kan
kaybından ve susuzluktan bitkindi. Sinan b. Enes ve Şimr
adlarında iki bedbaht kumlar üzerinde yatmakta olan Hüseyin'in üzerine
atıldılar. Sonsuza dek insanlığın bağrında kanayacak olan yarayı açtılar.
Kerbela Olayı öyle bir faciadır ki, Hz. Muhammed'in öpüp
kokladığı bir başın acımasızca kesilip
şehir şehir dolaştırılmasını, susuzluktan
bunalmış meme emmekte olan bir masumun oklanıp şehid edilmesini, Hz. Muhammed'in torunlarından
oluşan kadınların ve şehid cesetlerinin üzerine vahşetle saldırılıp
çiğnenmesini, talan ve yağma edilmesini anlatmaktan insanlık
adına utanç duyuyoruz.
Hz. Hüseyin,
vicdansız ve insanlıktan uzak Yezid'in bu zulmü
yapacağını bile bile Kerbela'ya
gitmişti. Böylesine bir facianın ortasında Hz. Hüseyin,
inancının kutsallığını, gücünü, Hakkın ve insanlığın zulme,
batıla, ahlaksızlığa karşı olan zaferini cihana
eşsiz biçimde göstermiştir. Dedesinin ve babasının yoluna
sahip çıkmıştır. Hz. Hüseyin, yanındakilerle birlikte
insanoğluna, yücelme yolunda, insanlık ve Allah yolunda
gerektiği zaman neler yapılabileceğini kimseye nasip olmayacak bir düzeyde
öğretmiştir.
Öte yandan insanların, çıkar uğruna nerelere kadar
düşebileceklerini, ne ölçüde insafsız ve vicdansız olabileceklerini de Yezid ve yandaşları Kerbela'da
göstermişlerdir. Biri insanları yüceltiyor alabildiğine... Uyarıcı, yol gösterici, sözüne
sadık, dürüst ve cesur. Öteki, aşağılık, hilekâr,
yalancı, bencil ve tiksindirici...Kerbela meydanı o gün,
insanların yüzyıllardan beri okuduğu
ve sonsuza kadar da okumaya devam edeceği Tanrısal bir destana
tanık oluyor...
İmam Hüseyin, iki şeyden birini yapabilirdi. Zilletle
yaşamak, izzetle ölmek... O ikincisini üstün buldu. Savaşa girişti. Dostları birer birer, gözü
önünde öldüler. Kardeşinin kolları kesildi. Fırat kıyısına düştü, on dokuz yaşındaki
oğlu paramparça edildi, kardeşinin on bir yaşındaki
oğlu göz göre göre öldürüldü, altı aylık
yavrusu kucağında oklandı. Kardeşinin küçücük çocuğu
yanında can verdi. Kendisi de açtı ve
susuzdu. Fakat arslanlar gibi doğuştu ve inancına can verdi,
başı kesildi, mızrağa dikildi,
vücudu atların nallarıyla ezildi, çiğnendi.
Bu bir beylik
davası değildi, bu bir aldanış değildi, bu bir
körükörüne tehlikeye atılış değildi. Bu bir inanç davasıydı; bu bir
anlayış örneği; bu bir şeref savaşıydı.
Hz. Hüseyin, inandık diyen Yezitlerin inanmadıklarını,
uyduk diyenlerin münafık olduklarını,
insanız diyenlerin insanlıktan çok uzak bulunduklarını
kanıtladı...O biliyordu ki otuz iki bin kişilik bir orduya yüz kişiyle karşı durulmaz.
O biliyordu ki, kuvvete kuvvetle karşı konulur, biliyordu ki
yaşamak ölümden daha tatlıdır. Fakat gene biliyordu ki
azlık, bir an içindir ve mağluplar vardır ki zaman geçtikçe
gelenleri alt ederler. Kuvvet, kuvveti yense bile gerçeği yenemez, ölüm acıdır ama, şerefsiz
yaşamak, ölümden beterdir. Zulüme karşı durmazsa biliyordu ki, gerçek bildiği Dedesinin yolu yok
olacak, kutlu saydığından eser kalmayacak, yüceltmek istediği alçalıp ezilecek, adı
bile anılmayacak.
Böylece Hz. Hüseyin, yalnız inanç sahibi olmadı, şeref,
izzeti nefs ve insanlık şehidi de oldu. Zilletle yaşamayı
kabul edenler onun hareketini manasız bulur, onu gafil sanır,
mazurdur bunlar. Fakat izzetli ölmeyi bilenler onun şehadetini kutlar, onu
en uyanık bir er, bir fedakarlık bayrağı sayar.
İmam Hüseyin bize mazlumluğuyla zulme karşı
durmayı, izzeti nefsimizi korumayı, şerefli ölümüyle
şerefle yaşamanın bir hak ve bir vazife olduğunu
gösteriyor, bildiriyor. Yalnız bu anmalarda
uydurma olmasın, yalan olmasın, yalan olmasın:
Hüseyni meşreb ol,
isterse dünya Kerbela olsun Yeter alemde namın Bende-i Al-i Aba olsun
Ünlü Alman şairi Goethe, Nerther adlı eserinde diyor ki:
"Mesela insanlar kıra gezmeğe giderler ve dönüşte
eğlendiklerine sevinirler. Halbuki onlar gezinti sırasında
ayaklarının altında sayısız karınca öldürmüşlerdir. Bunu hiç fark etmez ve düşünmezler.
Aşure günü Kerbela'da bu cinayetleri işleyenler bunun
farkında değillerdi. İnsan havsalasının alamayacağı, kavrayamayacağı,
mantıkin kabul edemeyeceği akılları durduran bu cinayetleri onlar nasıl işlediler? İşlerler, çünkü
Ümeyye oğulları ve müşrik çocukları bu işleri görürler.
Fırat'ın yolunu kes. Peygamber soyunu susuz bırak,
erkeklerini şehit et. Kundaktaki Ali Asgar'ı
boğazına nişan alarak öldür. Çadırları yak. Hüseyin'in
göğsüne basarak başını kesip mızrağa tak. Dudaklarına sopa ile vur. Şehitlerle
aileleri efradının eşyalarını yağmala. Ehli
Beytin kadınlarını
çıplak develere bindirip Şam'a sarayına getirt. Ehli Beyt'in
kanları üzerine tahtta otur.
Sonra da kendini halife tanıt, ben peygamber vekiliyim, halifeyim de.
Bu mudur müslümanlık? Bu mudur islamiyet ve insaniyet? Allahın
emirlerine itaat ve Peygamberin yoluna
uymak bu mudur?
O gün güneş battığı zaman gök de kızıldı,
yer de. Gökte güneş kızıllığı, yerde Hak yolunda katledilen kefensiz, çöl ortasında bırakılan ve atların
ayakları altında çiğnetilen yüze yakın şehidin haksız yere dökülen kanları, yanmış
çadırların kokusu.
Oryantalist Browne diyor ki: Kerbela gününün olayı Ali ile
oğullarını sevenlerin yüreklerinde daha parlak ve sıcak,
daha kuvvetli bir ateş yarattı. En vahşiyane bir tarzda;
işkence, azap ve susuzluktan sonra
şehid edilen Peygamber torununun kanının dökülmesi onların
müthş nefretlerine yol açtı.
Kuatremere adlı bir başka oryantalist ise şöyle diyor: Bu
facia İslam alemi için yeni ve büyük bir matem oldu.
Yezid'in askerleri o gün öyle bir vahşilik gösterdiler ki o güne kadar
kimse böyle bir şeyi hatırlamıyor. Böyle
bir facianın eşi ne işitilmiş, ne okunmuş ve ne de
görülmüştür.
Yine Osmanlı döneminde basılmış olan Mir'at-ı
Kâinat adlı tarih kitabında da şu bilgiler yer alıyor:
"Muaviye'nin lanetli oğlu Yezit hakkındadır; işi
gücü zina ve kötülük olan ahlaksızın biriydi. Peygamberin Ehli Beyti'ne, Mekke ve Medine halkına reva
gördüğü çeşitli zulümler, kıyamete kadar
lanetle anılmasına yol sebep olmuştur. Ulu Tanrı'dan umulur
ki ; aşağılıkların en aşağısında
kafirler ve şeytanlarla birlikte olsun. Hz. Peygamber buyurduki: "Yolumu
bozan Ümeyyeoğullarından Yezid
adlı birisi olacaktır." Rivayet edilir ki Ömer b. Abdülaziz'in
yanında birisi Yezid'i -müminlerin önderi Yezid- diye anınca,
onu kınadı ve cezalandırdı ve böyle bozguncu, lanetli, zalim ve dinsiz herife, müminlerin önderi demek
dinimizde caiz değildir dedi."
Aleviler yüzyıllardır, Hz. İmam Hüseyin'in Kerbela'da
şehid edilmesinin anısına, Muharrem ayının 1-12 günleri arasında matem orucu tutarlar. Bu
oruç, Kur'an'da ve Peygamberimizin hadislerinde de yer almaktadır. Matem
(yas) orucuna Kurban Bayramı'ndan 20 gün sonra niyet edilir.
Bu ayda düğün, eğlence yapılmaz, hayvan kesilmez, su
içilmez, gönül kırılmaz. Halk cemevinde
toplanarak Kerbela Olayını anlatan Saadete Ermişlerin Bahçesi,
Gülzarı Haseneyn ve Kumru gibi
kitapları okurlar.
Bism-i
Şah...Allah Allah... Er Hak-Muhammed-Ali aşkına, İmam
Hüseyin Efendimizin susuzluk orucu niyetine Kerbela'da şehid
olanların temiz ruhlarına, Patıma Anamızın şefaatına, Oniki İmamlar
aşkına oruç tutmaya niyet eyledim. Ulu Dergah kabul eylesin...
Bism-i Şah...Allah Allah...
Barekallah.
Şehidler Şahı İmam Hüseyin Efendimizin ve Kerbela
şehidlerinin yüce ruhlarının
şad olması için barekallah. Cümle erenlerin ruhu için barekallah.
Yurdumuzun, Ulusumuzun,
Cumhuriyetimizin esenlikte olması için barekallah.
Ordularımızın güçlü olması
için barekallah. Ahirete göçenlerimiz ve bugün yaşayanlarımız
için barekallah. Gökten
hayırlı rahmet, yerden hayırlı bereket vermesi için
barekallah. Muhammed Mustafa, Aliyyel
Mürteza, İmam Hasan, İmam Hüseyin, Kerbela Şehidler i ve Hünkâr
Hacı Bektaş Veli hakkı için el-Fatiha ve salevat. Gerçeğe
hû...
Bism-i Şah ...Allah Allah...
Allah, Muhammed, Ali,
Oniki İmam Efendilerimizin ruhu revanları, şad ve handan ola. Münkir ve münafıklar mat ola, müminler
şad ola. Lokmalarımız dertlere deva ola.
Matem-i Hasan ve Hüseyin ola.
Cümlemize haklı hayırlı kısmetler verilmesi için ... Nur-u
Nebi, Kerem-i Ali, Pirimiz Hünkâr Hacı Bektaş Veli demine hû.
YETİŞ YA İMAM HÜSEYİN
Hz. Hüseyin'in ve ailesinin Kerbela'da uğradığı
faciayı edebi alanda en acıklı tasvir eden Alevilerin Yedi Ulu
Ozam'ndan biri olan FUZULİ olmuştur. Onun bu şiirlerinden
bazıları şöyledir:
Kerbela teşnelerin yad
kılub eşk döken Ateş-i ruz-ı
cezadan elem-ü gam çekmez Şüheda halin anub
derd ile yanub yakılan Elem-i şu'le-i
niran-ı cehennem çekmez
Ehl-i Beytin sena-vü-mersiyesi
Ahsen-ü-afdal-i fezayildür
Kim ki bir beyt ol hususda diyer Ol
dahi Ehl-i Beyt-e dahildür
Bir başka şairin beyti de şöyle:
Cihanın sahibinden bir içim su
kıskanılmış aah!..
Fırat ağlar, Murat
ağlar, zemin-ü asuman ağlar
Ayak bastı ol melun kalbi
gahı sırrı Kur 'an 'a
Aliyyü Fatıma, Peygamber-i
ahir zaman ağlar
Can Hatayi'nin Cemlerde de sık sık
söylenen Hz. Hüseyin ve Kerbela'ya ilişkin bir mersiyesi:
Bugün matem günü geldi
Ah Hüseyin Şah Hüseyin
Senin derdin bağrım deldi
Ah Hüseyin Şah Hüseyin
İllallah Şah, illallah
şah...
İllallah, illallah Şahım eyvallah
Kerbela'nın önü yazı
Yüreğimden çıkmaz
sızı
Yezitler mi kırdı sizi
Ah Hüseyin Şah Hüseyin
İllallah Şah, illallah
şah...
İllallah, illallah Şahım eyvallah
Bizimle gelenler gelsin
Serini meydana koysun
Hüseyin'le şehid olsun
Ah Hüseyin Şah Hüseyin
İllallah Şah, illallah
şah...
İllallah,
illallah Şahım eyvallah
Kerbela'nın yazıları
Şehid
düştü gazileri
Fatmana'nın
kuzuları
Ah Hüseyin
Şah Hüseyin
İllallah Şah, illallah
şah...
İllallah, illallah Şahım eyvallah
Kerbela'nın önü düzdür
Geceler bana gündüzdür
Şah Kerbela'da yalnızdır
Ah Hüseyin Şah Hüseyin
İllallah Şah, illallah
şah...
İllallah, illallah
Şahım eyvallah
Hür şehit atından düştü
Kafirler başına üştü
Müminlere matem düştü
Ah Hüseyin Şah Hüseyin
İllallah Şah, illallah
şah...
İllallah, illallah Şahım eyvallah
İşte geldi bahar yazlar
Yazı yazlar, güzü güzler
Fatmana yolların gözler
Ah Hüseyin Şah Hüseyin
İllallah Şah, illallah
şah...
İllallah, illallah
Şahım eyvallah
Kerbela'nın önü çağlı
Benim ciğerciğim dağlı
Hazret-i Ali'nin oğlu
Ah Hüseyin Şah Hüseyin
İllallah Şah, illallah
şah...
İllallah, illallah
Şahım eyvallah
Atan Ali, anan Fatma
Dert üstüne dertler katma
Cidarından mahrum etme
Ah Hüseyin Şah Hüseyin
İllallah Şah, illallah
şah...
İllallah, illallah
Şahım eyvallah
Fatmana zülfünü çözer
Ağlayı ağlayı gezer
Müminlerin bağrın ezer
Ah Hüseyin Şah Hüseyin
İllallah Şah, illallah
şah...
İllallah, illallah
Şahım eyvallah
Gazel oldu bahçe bağlar
Dumanlıdır yüce dağlar
CAN HATAYİ yanar ağlar
Ah Hüseyin Şah Hüseyin
Esirî de Kerbela Olayını
şöyle tasvir ediyor:
Deli gönül çok açılıp şad olma
Kerbela'da Şah Hüseyn'e baksana
Nefsine uyup da kahkaha gülme
Ehl-i Beyt yastadır gama baksana
Yezit kasteyledi vermedi suyu
Orada tutuldu Kasım'm toyu
Sakine ağlıyor nemurat deyü
Fâtıma'nın kınasına baksana
Ümmügülsüm, Zeynep hep yasta âlem
Alemdar Abbas'ın kolları kalem
Takdir-i ezelde böyleydi ilam
Fırat suyu kan ağlıyor baksana
Ümmügülsüm, Zeynep çekerler te'sif
Kerbela çölleri İmam'a nasib
Siması peygamber, cemali Yusuf
Al'Ekber'in Leylasma baksana
Çok cefaya mâlik Zeyneb-i Sâni
Müseyb Gazi ala onlardan hayfı
Hür Şehid de Kerbela'nın kurbanı
Haymegâh'ın ateşine baksana
ESİRİ gûş eyle bu dünya cefa
Bunca kahramanlar sürmedi sefa
Ağalar ağası ey Necef Şaha
Marabada Sâkine'ye baksana
Büyük Ozan Pir Sultan Abdal'a ait mersiyeler de
şöyle:
Türbesin üstünü nakış eylediler
Aşık olan canı şaz eylediler
Seni dört köşeye baş eylediler
Gel dinim imanım İmam Hüseyin
Akan sular gibi akasını gelmez
Şehrine girersem çıkasım gelmez
Yezid'in yüzüne bakasım gelmez
Gel dinim imanım İmam Hüseyin
Senin abdalların yanar yakılır
Katarımız Oniki İmama katılır
Bunda Yezitlere lanet okunur
Gel dinim imanım İmam Hüseyin
İmam Hüseyin'in yolları bağlı
Aşık olanların ciğeri dağlı
Hazreti Ali'nin sevgili oğlu
Gel dinim imanım İmam Hüseyin
Senin aşıkların semam tutar
Kadir gecelerişem'alar yanar
Mezhebim İmam Cafer'e uyar
Gel dinim imanım İmam Hüseyin
*
* * * *
Dedesi Hüseyin'i verdi
hocaya
Elif be demeden
çıktı heceye
Günde bir kafir kırardı geceye
Su içmeyip şehid olan Hüseyin
Hüseyin'in de yapılıdır odası
Daim Haktan gelir onun gıdası
Dal boyunca nazar kılmış dedesi
Su içmeyip şehid olan Hüseyin
Hüseyin'i de götürdüler asmaya
Yezidler ulaştı başın kesmeye
Ali oğlu değil ki mürvet basmaya
Su içmeyip şehid olan Hüseyin
Pir Sultan Abdalım ellerim bağlı
Yezidin elinden ciğerim dağlı
Muhammed torunu Ali'nin oğlu
Su içmeyip şehid olan Hüseyin
Şah Hatayi ise Hz. Hüseyin'e şöyle sesleniyor:
Evvel baştan Muhammede salevat
Kalk gönül gidelim Hüseyne doğru
Ecel gelmiş pervaneler dönmeye
Kalk gönül gidelim Hüseyne doğru
Hasan'la Hüseyin, Ali'nin oğlu
Şehidler yoluna giderler doğru
İmam Zeynel, İmam Hüseyin oğlu
Kalk gönül gidelim Hüseyne doğru
Muhammed Bakır'in aldık keremin
Caferi Sadık'in sürelim demin
Musa Kâzım alsın gönlümüz gamın
Kalk gönül gidelim Hüseyne doğru
İmam Rıza'dan ola inayet
Taki'den, Naki'den ere hidayet
Hasan-ül Askeri Şah-ı Velayet
Kalk gönül gidelim Hüseyne doğru
ŞAH HAT AYİ'm der beri gel aman
Müminin kalbinden çıkmasın iman
Ahiri zamanda Mehdi-i Zaman
Kalk gönül gidelim Hüseyne doğru
·
Aczi, Remzi : Yeni Gülzar-ı Haseneyn Vaka-i Kerbela, İstanbul, 1955.
·
Ahmet Cevdet
Paşa : Kısas-ı Enbiya ve
Tevarih-i Hülefa, c. 1.
·
Arnold, T. W. :
"Halife", İSLAM
ANSİKLOPEDİSİ, c. V/I, s. 150.
·
Ateş,
Ahmed : "Hüseyin" md., İSLAM ANSİKLOPEDİSİ, c. V/l, s. 636.
·
Balyuzi, H. M.
: Hz. Muhammed ve İslam Devri, İstanbul,
1996.
·
Brockelmann,
Cari: İslam Ulusları ve
Devletleri Tarihi,ĞAnkara, 1992.
·
Buhl, Fr. :
"Sıffın", İSLAM
ANSİKLOPEDİSİ, c. X, s. 553.
·
Çağatay,
Neşet: "Ziyad b. Ebih", İSLAM ANSİKLOPEDİSİ c. XIII, s. 617.
·
Fığlalı,
Ethem Ruhi : Türkiyede Alevilik
Bektaşilik, İstanbul, 1990.
·
Fuzuli : Saadete Ermişlerin Bahçesi, İstanbul Maarif Kitaphanesi.
·
Gölpmarlı,
Abdülbaki : İslam Tarihi, İstanbul,
1975.
·
Gölpmarlı,
Abdülbaki: Tarih Boyunca İslam Mezhepleri
ve Şiilik, İstanbul, 1979.
·
Gölpmarlı,
Abdülbaki: Oniki İmam, İstanbul,
1979.
·
Huart, Cl. :
"Ali", İSLAM
ANSİKLOPEDİSİ, c. I, s. 307.
·
Huart, Cl. : "Ester" md., İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
·
Karahan,
Abdülkadir : Fuzuli (Muhiti,
Hayatı ve Şahsiyeti), İstanbul, 1996.
·
Karahan, Abdülkadir
:
Anadolu Türk Edebiyatında Maktel-i
Hüseyinler, İstanbul
Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi mezuniyet Travayı, 1939.
·
Katip Çelebi: Mizanü'1-Hak Fi İhtiyari'1-Ahak, Ankara, MEB Yayınları,
·
Kennedy, H. : The Prophet and the Age of Caliphates, London, 1986.
·
Lamınens,
H. : "Muaviye", İSLAM
ANSİKLOPEDİSİ c. VIII, s. 438.
·
Lammens, H. :
"Büsr", İSLAM
ANSİKLOPEDİSİ, c. II, s. 841.
·
Mevdudi: Hilafet
ve Saltanat, İstanbul, 1972.
·
Noyan, Bedri : Bektaşilik-Alevilik
Nedir?, Ankara, 1985.
·
Özgürel, Nihad : İslamın
Belası Yezid, İzmir, Moripek matbaası, 1958.
·
Reckendorf, H. :
"Ammar" md., İSLAM ANSİKLOPEDİSİ c. 1.
·
Sertoğlu,
Murat: Kerbela, İstanbul, İtimat Kitabevi, 1983.
·
Üner, Ragıp
: "Kerbela Vak'asına Dair", HAYAT TARİH MECMUASI, sayı:
9, Eylül 1974, ss. 74-78.
·
Vida, G. Levi
Della : "Osman", İSLAM ANSİKLOPEDİSİ, c. IX, s. 427-431. Vida, G. Levi
Della : "Emeviler", İSLAM ANSİKLOPEDİSİ, c.
IV, s. 242. Wellhausen, J. : İslamiyetin İlk Devrinde Dini-Siyasi
Muhalefet Partileri, Ankara, 1989. Weir, T.H. : "Diyet", md., İSLAM
ANSİKLOPEDİSİ c. III, s. 626.
·
YAMAN, Ali : "Muaviye
Oğlu Yezid'e Dair I", CEM, sayı: 40, Eylül 1994, ss. 42-44.
(Bu makalenin devamı için bk. CEM,
sayı: 41, ss. 42-44; CEM, sayı: 42, ss. 46-48.)
·
Yaman, Mehmet:
"Kerbela ve Sonrası", CEM, sayı: 50, Temmuz 1995,
ss. 20-22.
·
Yaman, Mehmet: Alevilik,İnanç-Edeb-Erkân,
İstanbul, 1993.
·
Yıldız,
Hakkı Dursun : "Yezid b. Muaviye" md., İSLAM
ANSİKLOPEDİSİ c. XIII, s. 413.
ONİKİİMAMLAR
CÜMLEMİZİ
KATARINDAN
DİDARINDAN
A YIRMASIN.
GERÇEĞE HÛ.