"Bilinmeyen" Yönleriyle

EBU BEKİR BİN KUHAFE

Hazırlayan: Muhammed Hüseyin İPEK
 


İÇİNDEKİLER

çeşİtlİ

Şiîler ve Ebu Bekir'in Hilâfeti
Şıkşıkıyye Hutbesi
Hz.Fatıma (as) Ebu Bekir ve Ömer'i Şahit Tutuyor
Ebubekir ve Ömer b. Hattab'ın Hz. Fatıma'yı (a.s) Ziyaret Etmeleri
Beraet Suresinin Mekke Halkına Tebliğ Edilmesinde Ebu Bekr’in Azledilip Ali’nin (as) Görevlendirilmesi
Ebu Bekir ve Usame Ordusu
Mürtet Olma veya Ebu Bekir'in Hilâfetinin Kabullenilmesi
Hilafet Konusunda Ömer ve Ebubekir'in Görüşü
Ömer bin Hattab'ın Ebubekir'e Biat Konusundaki Görüşü
Namazda İmamlık Etmek Liderliğin Şahidi Olamaz

Ebu Bekir’in Namazda Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Yerine Geçmesi Meselesi
Halifelerin İlahî Hükümlerden Haberdar Olmayışı
Ebubekir, Kendinden Sonra Hilafete Ömer’i Tanıtıyor
Ebu Bekir ve Ömer'in İlginç İtirafları

Ebu Bekir'in Bilgi Yetersizliğinin Örnekleri
Sakife ve Ebubekr’e Biat
Ebu Bekir'e Biat Etmeyen Bazı Sahabeler
Ebu Kuhafe'nin Ebu Bekir'in Hilafetini Eleştirmesi
Fatıma’nın (s.a) Evine Sığınmak
Hz. Fatıma'nın (s.a) Evine Saldırı
Ebu Bekir'in Üç Arzusu ve Üç Pişmanlığı
Fedek'in Gasp Edilmesi
Hz. Zehra'nın (a.s) Mescid-i Nebevî'de Yaptığı Konuşma
Fatıma'nın (a.s) Konuşmasına Halife'nin Gösterdiği Tepki
Ümmü Seleme'nin, Fatıma'nın (a.s) Hakkını Savunması
İlişkileri Kesme İlanı
Fedek'in Sembolik ve Siyasal Anlamı
Yeni Durum Karşısında İmam Ali'nin (a.s) Alternatifleri
Barışçı Karşı Duruş ve Hz. Zehra'nın (a.s) Rolü
Hz. Fatıma'nın (a.s) Evine Saldırı (2)
Hz. Zehra (a.s) İle Yüzleşme
Hz.Fatıma'nın (as) İmamet Hakkı ve Ehl-i Beyt'e Yapılan Zulümler İle İlgili Sözleri
Son Günlerinde Fatıma (a.s)
Hasta Yatağında Fatıma (a.s)
Medineli Kadınların Fatıma Efendimizi (a.s) Ziyaret Etmeleri
Hz. Fatıma'nın (a.s) Yaptığı İkinci Konuşma
Ebubekir ve Ömer B. Hattab'In Hz. FatIma'yI (a.s) Ziyaret Etmeleri
Ahiret Yolculuğundan Önceki Son Saatleri
Hz. Zehra'nın (a.s) İmam Ali'ye (a.s) Vasiyeti


A-EBU BEKİR VE YANDAŞLARININ TE’VİL VE İÇTİHATLARI

(1) SAKIFE MACERASI
(2) ÖMER EBU BEKİR’İN TAVSİYESİ İLE HALİFE OLUYOR
(3)  ZEYD B. HARİSE’NİN KOMUTA3buNLIĞI
(4) ÜSAME’NİN ORDUSUNDAN YÜZ ÇEVİRMEK

(5) MUELLEFET-U GULUBİHİM PAYININ KALDIRILMASI
(6)  Zİ’l-KURBA HİSSESİNİN KALDIRILMASI
(7)  PEYGAMBERLER DE MİRAS BIRAKIRLAR
(8) PEYGAMBER (S.A.A)’İN KIZININ MÜLKÜ OLAN FEDEĞİN GASBEDİLMESİ
(9) ALLAH RESULÜNÜN YEGANE YADİGARININ İNCİTİLMESİ
(10) PEYGAMBER (S.A.A)’İN EMRİNDEN YÜZ ÇEVİRMEK
(11) TEKRAR PEYGAMBER (S.A.A)’İN EMRİNDEN YÜZ ÇEVİRME
(12) EBU BEKİR’E ZEKAT VERMEYENLERLE SAVAŞ
(13) MALİK B. NÜVEYRE’NİN HALİD B. VELİD’İN EMRİ İLE ÖLDÜRÜLMESİ VE EBU BEKİR’İN OLAYA DUYARSIZ KALMASI
(14) HADİS YAZIMININ YASAKL14ANMASI
(15) MÜŞRİKLERİN EBU BEKİR VE ÖMER TARAFINDAN TASDİK EDİLMESİ

B-ÇEŞİTLİ YÖNLERİYLE EBU BEKİR

GİRİŞ...EBU BEKİR
RESULULLAH'IN ZAMANINDA EBU BEKİR
RESULULLAH'TAN (S.A.A.) SONRA EBU BEKİR
HZ. FATIMA'YI YALANLAMASI VE HAKKINI GASPETMESİ
FATIMA KUR'AN'IN NASSIYLA MASUMDUR
FATIMA (S.A.) BU ÜMMETİN KADINLARI'NIN HANIMEFENDİSİDİR
FATIMA (S.A) CENNET EHLİ KADINLARININ HANIMEFENDİSİDİR
FATIMA, RESULULLAH'IN (S.A.A.) BİR PARÇASIDIR; ONU GAZAPLANDIRAN, RESULULLAH'I GAZAPLANDIRMIŞ OLUR
EBU BEKİR'İN ZEKAT VERMEYEN MÜSLÜMANLARI KATLETMESİ
EBU BEKİR, ÖMER VE DAHA SONRA OSMAN TARAFINDAN RESULULLAH'IN SÜNNETİNİN YAZILMASININ YASAKLANMASI
EBU BEKİR'İN, HİLAFETİ ÖMER'E BIRAKMASI

C-Ebu bekir b. Ebu Kuhafe (SIDDIK)'In PEYGAMBER'E (S.A.A) MUHALEFETİ

1- Peygamber'in Sözüyle Muhalefet:

2- Peygamber'in Fiiliyle Muhalefet:

3- Peygamber'in İkrarIyla Muhalefet:

FAYDALANILAN BAZI ESERLER

------------------------------------
 

© www.IslamKutuphanesi.com
Bilinmeyen Yönleriyle Ebu Bekir bin Kuhafe
Ekim / 2007 Istanbul
Hiç Bir Hakkı Saklı Değildir
Üzerinde Herhangi Bir Değişiklik Yapılmadan Dağıtılabilir
Muhammed Hüseyin İPEK

İTHAF
Bu eKitabı
Irak'ta Yezidlerin Zulüm ve Tecavüzlerine Uğrayan
Tüm Mazlumlara İthaf Ediyoruz...
Allah'ın Onlara "Yeni Bir Hayber" Nasib Edeceği Gün
Yakındır İnşallah




Şiîler ve Ebu Bekir'in Hilâfeti

Şiîlerin ve Ali'yi (a.s) Hz. Peygamber'in hak halifesi bilenlerin
tavırları, Şiîler ve halifeler ilişkisinde belirleyici rol oynadı. Önemli
olan nokta şu ki Hz. Peygamber'in kabilecilik kültürü yerine İslâm
kültürünü yerleştirmek için gösterdiği bir çok zorlu çabaya
rağmen kabilecilik kültürü tamamen ortadan kalkmadı ve kabileler
arasındaki ihtilâflar kökünden kazınmadı. Hz. Peygamber
(s.a.a) zamanında ensarla muhacirler ve Hazrec kabilesiyle Evs
kabilesi arasında bir çok defa anlaşmazlık baş gösterdi ki Hz.
Peygamber (s.a.a) tümüne karşı çıktı.
Hicretin onuncu yılında özellikle, Beni Huzeyfe, Esed, Kinde,
Gatafan gibi büyük Arap kabileleri arasında baş gösteren irtidat
(dinden dönme) olayı, Ali'nin (a.s) Ebu Bekir'in hilâfetine karşı
tavrında etki bırakmadı denilemez.

Ali (a.s), Nehcü'l-Balâğa'da, yeni İslâm toplumunun imamet
ve rehberliğine kendisini layık bilmesine rağmen, İslâm ümmetinin
içinde bulunduğu duruma ve kendisinin bu durum karşısında
takındığı tavra değinmiştir.
--------------

1- Sahih-i Buharî, c.4, s.165 ve Sahih-i Müslim, c.6, s.4.

İmam, bir taraftan hilâfet ve hakimiyeti ele geçirmek için
yaran ve taraftarının azlığına işaret ediyor; diğer taraftan da İslâm'ın
korunmasının gerekliliğini hatırlatıyor. Bu yüzden imam
(a.s) birinci halifenin hilâfetine muhalefetle birlikte, eşinin vefatından
ve altı ay direnişten sonra, yok olma tehlikesiyle karşı
karşıya kalan İslâm'ı kurtarmak için, hücceti tamamlayarak ve
bütün bahanelerin önünü kapatarak susmayı tercih etmiştir.
İmam sırf temelleri yeni atılmış İslâm'ı korumak, yok olmasını
önlemek için, susmayı, ciddi muhalefetten daha iyi bilmiş ve
ilâhî hakkı olan imamet ve hilâfeti Müslümanlar arasında çıkabilecek
çatışmaları önlemek için talep etmemiştir.

İmam Ali (a.s) ünlü "Şıkşıkiye" hutbesinde Hz. Peygamber'-
den sonraki durumunu şöyle anlatıyor:

"Andolsun Allah'a ki filan ( Ebu Bekir), onu bir gömlek
gibi giyindi; oysa daha iyi bilirdi o, ben hilâfete nispetle
değirmen taşının mili gibiyim; hilâfet benim çevremde
dönerdi; sel benden akardı: hiçbir kuş, uçtuğum
yere uçamazdı. Hilâfetle aramda bir perde çektim; onu
koltuğumdan silkip attım. Düşündüm; kesilmiş elimle
hamle mi edeyim: yoksa bu kapkaranlık körlüğe sabır
mı edeyim? Hem de öylesine bir körlük ki ihtiyarları
tamamıyla yıpratır, çocuğu kocaltır; inanan da Rabbine
ulaşıncaya dek bu zulmette zahmet çeker. Gördüm ki
sabretmek daha doğru; sabrettim; ettim ama gözümde
tiken vardı, boğazımda kemik vardı; mirasımın yağmalandığını
görüyordum. Birincisi, onu falana (Ömer'e) verip
gitti…"1
----------------
1- Nehcü'l-Belâğa, Hutbe: 3

Şıkşıkıyye Hutbesi

Andolsun Allah'a ki filân, onu bir gömlek gibi giyindi; oysa daha iyi bilirdi o, ben hilâfete nispetle değirmen taşının mili gibiydim; hilâfet benim çevremde dönerdi; sel benden akardı; hiçbir kuş, uçtuğum yere uçamazdı. Hilâfetle arama bir perde çektim; onu koltuğumdan silkip attım. Düşündüm; kesilmiş elimle hamle mi edeyim; yoksa bu kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? Hem de öylesine bir körlük ki ihtiyarları tamamıyla yıpratır; çocuğu kocaltır; inanan da Rabbine ulaşıncaya dek bu zulmette zahmet çeker.(4)

Gördüm ki sabretmek daha doğru; sabrettim; ettim ama gözümde diken vardı, boğazımda kemik vardı; mirâsımın yağmalandığını görüyordum. Birincisi, ona falâna verip gitti(5) (sonra A'şâ'nın şu beytini okudular:)

Bugün deveye binmişim; yolculuk zahmetine düşmüşüm;

 

Câbir'in kardeşi Hayyanla bulunduğum günle bu günüm kıyaslanır mı hiç?(6)

 

Ne de şaşılacak şey ki yaşarken halkın kendisini bırakmasını teklif ederdi; ölümünden sonra yerine öbürünün geçmesini sağladı.(7) Bu iki kişi hilâfeti, devenin iki memesi gibi aralarında paylaştılar. O, hilâfeti, düz ve düzgün olmayan çorak bir yere attı; sözü sertti, insanı yaralardı; onunla buluşup görüşeni  incitirdi. Meselelerde şüphesi çoktu; özür getirmesinin sayısı yoktu. Onunla konuşan, arkadaşlık eden, serkeş bir deveye binmişe benzerdi; burnuna geçen yularını çekse burnu yırtılır, yaralanırdı; bıraksa üstündekini helâk olma çukuruna götürür, atardı. Allah'ın bekasına andolsun, halk, onun zamanında ne edeceğini şaşırdı; yoldan çıktı; renkten renge boyandı; oradan oraya yeldi-durdu.(8) Uzun bir zaman, çetin mihnetlere düştüm; sabrettim; derken o da yoluna düzüldü; halîfeliği bir topluluğa bıraktı ki ben de bunların biriyim sanıldı.

Allah'ım, sana sığınırım; ne de danışma topluluğuydu bu. Onlardan benim hakkımda, birincisiyle ne vakit bir şüpheye düşen oldu ki bu çeşit kişilere katıldım ben? Fakat inerlerken onlarla indim; uçarlarken onlarla uçtum; inişte, yokuşta onlarla beraber oldum. İçlerinden biri, hasedinden gerçekten saptı; öbürü, damadı olduğundan ona uydu, benden yüz çevirdi; öbürleri de öyle işler ettiler ki anmak bile çirkin.(9)

Derken kavmin üçüncüsü kalktı; hem de bir halde ki iki yanı da yelle dolmuştu; işi gücü, yediğini çıkaracak yerle yiyeceği yer arasında gidip gelmekti. Onunla beraber babasının oğulları da işe giriştiler; Allah malını ilk baharda devenin otları, çayırı-çimeni yiyip sömürmesi gibi yediler, sömürdüler. Sonunda onun da ipi çözüldü; hareketi tezce yaralanıp öldürülmesine sebep oldu, karnının dolgunluğu onu bu hale getirdi; işini tamamladı gitti.(10)

Derken, halkın benim etrâfıma, sırtlanın boynundaki kıllar gibi üşüşmesi kadar beni üzen bir şey olmadı; her yıldan, birbiri ardınca çevreme üşüştüler; bir derecede ki kalabalıktan Hasan'la Hüseyn, ayaklar altında kalacaktı neredeyse. Koyunların ağıla üşüşmesi gibi çevreme toplandı-lar; bu hengamede elbisem bile yırtılmıştı.(11)

Ama işi elimle aldıktan sonra bir bölük, biatten döndü; ahdini bozdu. Öbür bölük ok yaydan fırlar gibi fırladı, inancından vazgeçti; öbürleri de itâatten çıktı; sanki onlar, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh Allah'ın

"İşte âhiret yurdu; biz onu, yeryüzünde yücelik ve bozgunculuk dilemeyenlere veririz ve sonuç, çekinenleridir" buyurduğunu duymamışlardı (Kasas, 83). Evet, andolsun Allah'a, elbette duydular da, ezberlediler de; fakat dünya, gözlerine bezenmiş bir şekilde göründü, onun bezentisi hoş geldi onlara.(12)

Ama şunu da bilin ki andolsun tohumu yarana, insanı yaratana, bu topluluk, biat için toplanmasaydı, Allah'ın, zâlimin doyup zulmetmemesi, mazlûmun aç kalmaması hakkında bilginlerden aldığı ahd-ü peyman olmasaydı hilâfet devesinin yularını sırtına atardım;  ümmetin sonuncusunu, ilkinin kâsesiyle suvarır giderdim. Siz de anlamışsınızdır ki şu dünyânızın değeri, bir dişi keçinin aksırığından da değersizdir bence.

(Demişlerdir ki: hutbelerinde söz, buraya gelince, Irak ili halkından biri kalktı, Hazrete bir kâğıt sundu. Hazret kâğıdı okumaya daldılar. Okuyup bitince İbn-i Abbas, Ey Müminler Emiri dedi, sözüne, bıraktığın yerden başlasan; Emir'ül-Müminin aleyhisselâm buyurdular ki:)

 

Heyhât ey Abbas oğlu, bu, erkek devenin, esridiği zaman ağzına gelen bir köpüktü; geldi, gene geriye gitti.(13)

---------------------

(4) - Hutbenin baş tarafında geçen "filân"dan maksat birinci halife Ebubekir'dir.

(5) - Buradaki falan"da ikinci halife Ömer'dir.

(6) - A'şâ, Ebu-Basir Meymûn b. Kays'tır. Cahiliyye şâir-lerinden olan, sesi de gayet güzel bulunan bu zat, İmri'ül-Kays ve Nâbıga gibi ünlü şâirlerden sayılmıştır. Vakt-i Saâdete erişmiş, Hz. Rasûl-i Ekrem'e (s.a.a) methiyeler yazmış; onları, huzurunda okumaya giderken Ebu-Süyfan mâni' olmuş, avdetinde, Menfuha denen yerde deveden düşüp ölmüştür. Heyyan, boyunun ulusu olan bir zattı; İran  şâhıyla dostluğu vardı, A'şâ ile de dosttu; sohbet arkadaşıydı. Bâzı sebeplerle ondan uzaklaşmıştı; o münasebetle söylediği kasîdede bu beyit geçer.

Emir'ül-Mümi'nin (a.s), bu beyti inşad ederek Hazreti Rasûl-i Ekrem (s.a.a) zamanındaki haliyle ondan sonraki haline işaret buyurmaktadır.

(7) - Ebubekir'in biatten sonra "Bırakın beni, ben sizin en hayırlınız değilim" dediği rivayet edilmiştir. Bu sözü, "Sizin en hayırlınız olmadığım halde beni, başınıza getirdiniz; siz beni veliyy-i emr ettiniz" tarzında söylediği de rivayetler arasında-dır (Muhammed Abduh Şerhi, s.32, 3. not). Hz. Emir'i, Ebubekir'e götürdükleri zaman, Ömer, biat etmedikçe senden el çekmeyiz deyince Ömer'e, "İyi sağ bu sütü, yarısı senin olacak; bugün onun faydası için düzüp koştuğun bir iş yarın sana dönecek" dediği rivayet edilmiştir.

(8) - Ömer'in, zâtı içtihatlarına işarettir. Meselâ, 9. sûrenin (Tevbe) 60. âyet-i kerîmesinde zekâtın,

yoksullara, hiçbir varlığı olmayanlara, zekât toplayan memurlara, müellefet'ül-kulûb'a (gönülleri Müslümanlığa malla, servetle ısındırılmak istenenlere),

kölelere, tutsaklara, borçlulara, yolda kalmışlara, Allah yolunda savaşanlara verilmesi buyrulmuşken, Ebubekir'in zamanında Ömer, artık müellefet'ül-kulûba vermeye lüzum kalmadı demiş, onlara zekât verdirmemişti. 8. sûrenin (Enfâl) 41. âyet-i kerimesinde ganimetin beşte biri Allah yolunda sarfedilecek, Peygamber'e ve yakınlarına, yetimlerine, hiçbir şeyi olmayanlarına ve bu yolda savaşanlarına verilecekken bu payı kaldırmış, Mâlik b. Nüveyre'yi, Müslüman olduğu halde öldürten ve şer'i süresini beklemeden zevcesini alan Halid b. Velid'i, evvelce onun şiddetle aleyhinde bulunduğu halde, kendi zamanında bağışlamış, hac töreninden umreyi, törenden nisâ tavafını kaldırmış, Müslim'in rivâyetine göre kendi zamanında bile yapıla gelen muvakkat nikâhı yasak etmişti. Ezandan, "Hayye alâ hayr'il-amel-haydin en hayırlı işe" sözünü, halk ibâdete koyulur da savaşı boşlar diye okutmamış, bir kerede üç talak vermeyi, kadın boşamaktan halkı çekindirmek için câiz görmüş, sünnet ve nâfile namazlarda cemâat olmadığı halde terâvih namazını cemaatla kıldırmış, su bulunmadığı vakit teyemmümle namaz kılınmamasını emretmiş, miras ve iddet meselelerinde içtihatlarda bulunmuştu. Daha bu çeşit birçok içtihatları olmuş, sabah ezanına "namaz uykudan hayırlıdır" sözünü katmıştı (Ali kuşçı'nın "Şerh-u Tecrid"inde, "imâmet" bahsinîn sonlarında;  "En-Nass-u ve'l-İçtihâd"a da bakınız, 1383-1943, s. 199-220). Mâlik'in "El-Muvatta"ı ve Zerkaanî'nin Şerhi, cüz' 1, s.25.Abdül-Huseyn Ahmed'il-Emini'nin "El-Gadir-u fi'l-Kitâbı ve's-Sünneti ve'l-Edeb"inin 7. cüz'üne de bakınız; 2. basım, Tehran-1372, s.63-64).

(9) - Ömer yaralanınca vefat edeceğini anlayıp yanında-kilere Ebu-Ubeyde sağ olsaydı onu halife yapardım; Huzeyfe'nin kölesi Sâlim  sağ olsaydı bu işi ona verirdim demiş, sonra yedi kişinin adını söylemiş, bunlardan Sâid b. Zeyd'i kendi soyundan olması dolayısıyla öbürlerine katmamış, Sa'd b. Ebi-Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Talha, Zübeyr, Osman ve Ali'den meydana gelen bir şûrâ kurulma-sını, şûrâya Abdurrahman'ın riyâset etmesini söylemişti. Ancak bunlardan Sa'd'i serttir, Abdurrahman b. Avf'ı, bu ümmetin Karûn'udur diye yerdi. Talha'nın kibirli, Zübeyr'in nekes olduğunu, Osman'ın boyunu sevdiğini, Ali'nin de halifeliğe haris bulunduğunu söyledi. Sonra Suheyb'e, üç gün halka namaz kıldırmasını emretti. Ebu-Talha'yı, elli kişiyle, şûrâ erkânının topladığı evi kuşatmaya memur edip bunların beşi birleşir, birisi ayrılırsa onun öldürülmesini, üçü birini üçü de başka birini tutarsa Abdurrahman'ın bulunduğu tarafın kabûl edilmesini söyledi. Abdurrahman kendisini ve Sa'd'i bu işten ayırdı. Sa'd ise ona; Osman sana biat ederse üçüncü biat eden ben olurum; fakat Osman'ı tayin edersen Ali tarafını tutarım dedi. Nihayet Abdurrahman, Ali'ye, Ebubekir ve Ömer'in yolunu tutup tutmayacağını sordu. Ali, ben Allah'ın kitabı, Peygamber'in sünneti üzere ve kendi içtihadımla hareket ederim cevabını verdi. Aynı suali üç kere Osman'a sordu; Osman her üçüne de müspet cevap verince ona biat etti. Bir de şu var:

Şûrâda riyaset eden Abdurrahman'ın zevcesi ana tarafından Osman'ın kız kardeşiydi. Sa'd b. Ebi-Vakkas, Abdurrahman'ın amca oğullarındandı, ikisi de Zühre oğulları boyundandı; ayrıca Hazreti Emir'le de arası açıktı. Sa'd'in anası, Süfyan b. Ümeyye b. Abdüşşem'in kızıydı; Ali, bu boydan bir çoğunu savaşlarda öldürmüştü. Talha Teyim boyundandı; bu boyun Hâşim oğullarıyla arası açıktı. Nitekim sonradan, Osman'ın kanını almak bahanesiyle isyanı da, gizlediği fikri açığa vurdu. Zübeyr, Ebubekir'in hilâfetinden beri Ali'ye taraftar görünmekteydi, fakat halifeliğe özendiği sonraki isyanıyla meydana çıktı.

Şûrâdan sonra Mikdâd b. Esved'in, Abdurrahman'a, "andolsun Allah'a ki Ali'yi terk ettin ama o, hak üzere hüküm veren ve gerçek olarak adalete riayet edenlerdendi" demiş, "Kureyş'e bakıyorum, en doğru söyleyen, en gerçek olarak hükmeden kişiyi bırakıyor" sözlerini de sözüne eklemişti. Abdurrahman, korkuyorum fitneye kapılmandan, Allah'tan çekin sözüyle Mikdâd'a cevap vermişti. Sonra Osman'ın zamanındaki ayaklanma sırasında Abdurrahman'a, bu, ellerinle hazırladığın şey demiş, o da, ben böyle sanmıyordum, fakat Allah'a and olsun, onunla konuşmayacağım artık demiş, sözünü de tutmuş, ölüm hastalığında kendisini dolaşmaya gelen Osman'dan yüzünü duvara çevirmiş, ona bir söz bile söylememişti (Muhammed Abduh Şerhi, s.34-35, 1. not).

(10) - Osman, Abdüşşems oğlu Ümeyye oğlu Ebi'l-Âs'ın oğlu Affan'ın oğludur. Yetmiş beş, yetmiş altı, diğer rivayette seksen, yahut seksen sekiz yıl yaşamış, hicretin yirmi dördüncü yılında halifelik makamına gelmiş, on iki yıldan on iki, yahut sekiz gün eksik bir müddet hilafet makamında kalmış, hicretin otuz beşinci yılı zilhiccesinin  on sekizinci günü öldürülmüştü. Hazreti Rasûl'ün (s.a.a), Rukayye, sonra da Ümmü Külsûm adlı iki kızını aldığından Zü'n-Nûreyn, yâni iki nur sâhibi diye anılmıştır. Kavmin üçüncüsünden maksatları Osman'dır.

Osman, ana tarafından kardeşi Velîd b. Ukbe'yi Kûfe'ye tayin etmiş, beytülmâli, sıla-i rahimde bulunuyorum diye Ümeyye oğullarına pay etmiş, Hazreti Rasûl'ün (s.a.a) Medîne'den sürdüğü Hakem'i ve oğlu Mervan'ı Medine'ye getirtmiş, kızını Mervan'a vermiş beytülmâlden ona yüz bin dirhem verdiğinden başka Fedek'i de demlik etmiş, Hakem'e yüz bin, Abdullah b. Hâlid b. Üseyyid'e dört yüz bin dirhem ihsanda bulunmuş, diğer kızını Hâris b. Hakem'e verip ona da beytülmâlden yüz bin dirhem bağışlamıştır. Ebu-Süfyân'a iki yüz bin dirhem vermiş, Medine yaylaklarını Ümeyye oğullarının hayvanlarına tahsîs edip Trablus'tan Tanca'ya dek bütün Afrika gelirini Abdullah b. Sa'd b. Ebi-Serh'a bağışla-mıştır. Bütün bunlar, Velid b. Ukbe'nin, Kûfe'de beytülmâli istediği gibi harcaması, şarap içtiği sabit olduğu halde kendisine had vurulmaması, Abdullah b. Mes'ud'un, Ammâr'ın dövülmesi, bunlarla beraber Ebû-Zer'in ve diğer birçok sahâbinin sürülmesi, ehliyle buluşana, kendisinden inzâl olmadıkça gusûl  icâb etmediği hakkındaki fetvâsı, 46. sûrenin (Ahkaaf) 15. âyetinde haml müddetiyle çocuğun sütten kesilmesinin otuz ay, 2. sûrenin (Bakara) 233. âyetinde süt verme müddetinin tamamının iki yıl olduğu bildirilmesine göre haml müddetinin en azının altı ay olduğu anlaşıldığı halde evlendikten altı ay sonra çocuk doğuran bir kadını recmettirmesi, bayram namazını dört rek'at kıldırması, seferde namazları kasretmemesi, umreyi men etmesi, bayram hutbelerinin namazdan önce okunması gibi şeyler de ashabın, Osman aleyhine dönmesine sebep oldu. Başta Âişe, Abdurrahman b. Avf, Talha, Zübeyr olmak üzere bir çok kimseler, şiddetle aleyhinde bulunmaya başladılar. Sonunda isyan başladı ve Osman öldürüldü (Osman'ın icrââtı ve içtihatları için Şeyh Zebihullâh'ı Mahallâti'nin, ana kaynaklara dayanarak meydana getirdiği "Keşf'ül-bunyân der zindegânî-î Cenâb-ı Osmân b. Affân" adlı kitabına bakınız, Tehran 1382, 430 sahife).

(11) - Osman'ın öldürülmesinden sonra kendilerine biat etmek hususunda halkın tehaccümünü anlatıyorlar. (9) Biatten dönenler anlamında "Nâkisin" denmiştir. Bu sözde, 48. sûrenin (Feth),

"Şüphe yok ki seninle biatleşenler, ancak Allah'la biatleşmişlerdir; Allah'ın (kudret) eli, onların ellerinin üstündedir; artık kim dönerse zararı kendi nefsinedir ve kim Allah'la ahitleştiği şeyde durursa ona, yakında büyük bir ecir vardır" meâlindeki 10. âyetine işaret vardır. "Ok yaydan fırlar gibi fırlayanlar" "Mârıkun" diye anılırlar; bunlara ait 4. bölüm olan "İçtimâî-İktisadi hutbeleri"nde, 26. hutbenin şerhindeki 11. notta gereken izâhât verilmiştir. "İtâatten çıkanlar", "Kaasitûn" diye anılmıştır. Kur'ân-ı Mecid'-in 72. sûresinin (Cinn),

"Ve gerçekten de bizden, Müslüman olanlar da var, doğruluk yoluna itâatten sapıp zulmedenler de; artık kimler Müslüman olurlarsa onlardır doğruluk yolunu arayıp bulanlar. Fakat gerçekten sapıp  zulmedenlere gelince,onlar da cehenneme odun olurlar" meâlindeki 14-15. âyet-i kerimelerinde "İtâatten çıkanlar, sapıp zulmedenler", "Kaasitûn" diye anılmışlardır. "Müstedrek'üs-Sahihayn"de, Ömer'in zamanında, Ebû-Eyyüb'ül Ansâri'nin (r.a), Rasûlullah (s.a.a) Ali b. Ebû-Tâlib'e Nâkisin Kaasitûn ve Mârikin ile savaşmasını buyurdu" dediği rivâyet edilmiştir. Buna dair "Müstedrek"te, "Tarihu Bağdad"-da, "Üsd'ül Gaabe"de, Suyûti'nin "Dürr'ül-Mensûr'unda, Kenz'ül-Ummâl'de Mecma'uz-Zevâid'de, bundan başka daha on sekiz hadis vardır. "Kaasıtûn" Muâviye ve ona uyanlardır (Fedâil'ül-Hamse, 2, s.358-363).

Bu bahse son verirken şunu da söylememiz gerekir:

Emir'ül-Müminin Ali (a.s), hilâfeti kendi hakkı olarak görü-yordu; fakat bu görüş Hz. Peygamber'in (s.a.a), tebliğine dayanıyordu; Peygamber'in tebliğiyse vahye istinâd etmekteydi;

çünkü o, kendi dileğine göre söz söylemezdi (53, Necm, 3-4). Rasûlullah (s.a.a) Ali'ye (a.s) kendilerine, Mûsâ'ya Hârun ne menziledeyse o menzilede olduğunu bildirmişler, ancak kendilerinden sonra peygamber gelme-yeceğini beyan buyurmuşlardı; onu kendilerine kardeş edinmişlerdi; zürriyetinin ondan geleceğini bildirmişlerdi;  daha  ilk  tebliğlerinde onu kendilerinin veziri olarak tanıtmışlardı, halifemdir demişlerdi; kendileriyle aynı yaratılışta olduklarını, kendilerinden sonra her inananın velisi  bulunduklarını  söylemişlerdi; ona sövenin, kendilerine sövmüş olacağını bildirerek ileride olacakları anlatmışlardı; bütün bunlara ilâveten, Veda haccından  avdet  ederlerken,  5. sûre-i celilenin (Mâide) 67. âyet-i kerimesine ittibaen Cuhfe denen yerdeki Gadiru Humm'da ashabı toplayıp 33. sûrenin (Ahzâb) 6. âyet-i kerîmesini hatırlatarak, Müminler üzerindeki mutlak vilâyetini tasdik ettirdikten sonra Ali'yi Müminlere veliyy-i emr tayin buyurmuşlardı ve ashab, onu kutlamış, ona biat etmişti (Bütün medrekleriyle bu hadisler için "Fedâil'ül-Hamse'ye 1, s.299-406, merhum Âyetullah Abdül-Huseyn Şerefüddin'in "El Murâcaât"ına, Necef 1383, s.202-222, Âyetullah Ahmed Emini'nin "El-Gadir" adlı muhalled kitabına ve "Hz. Muhammed ve İslâm" adlı eserimize bk. (Milliyet kültür kulübü yayınları, İst. 1969 s.168-174).

Bu hutbenin Şerif Radi tarafından uydurulduğunu söyleyenlerde olmuştur. Ancak, Seyyid Radi, hicri 359 da (969-970) doğmuş, 406 Muharreminde (1015) Bağdad'da ebediyete intikal etmiştir. Halbuki ondan 176 yıl önce vefât eden Hafız Yahyâ b. Abdülhamid-i Himmânî, 246 da (860) vefat eden  Ebu  Câ'fer  Ahmed  b. Mehmed'ül-Barkî, 303'te vefât eden (915) Ebu-Aliyy'ül-Cubbâî, 312 de vefât eden (924) Ebü'l-Hasan Ali b. Furât, 317 de vefât eden (929) Ebü'l-Kaasım'ül-Belhî, 332 de vefât eden (943) Ebû-Ahmed Abdül'aziz'ül-Celûdiyy'il-Bışrî, 360 da vefât eden (970) Hâfız Süeyman b. Almed'üt-Taberânî, 381 de vefât eden (991) Ebû-Ca'fer İbn-i Bâbıveyh'il Kummî, 382 de vefât  eden (992) Ebû-Ahmed Hasan b. Abdullâ'il-Askerî, 412 de vefât eden (1021) Ebû-Abdullah Mufid, 415'te vefat eden (1024) Kaadi Abdülcebbâr'ül-Mu'tezili, çeşitli yollarla kitaplarında bu hutbeyi anmışlar, yazmışlar, kendisinden sonra da "Lisân'ül-Arab" sahibi Ebü'l-Fadl Cemalüddin (711 H. 1311) ve Kaamûs sâhibi Firûzâbadi'ye kadar (816-817 H. 1413-1414) on beş bilgin bu hutbeden bahsetmiştir (El-Gadîr, 7, ikinci basım, s.82-85). Kaldı ki söz, üslûptan anlaşılır ve hutbenin uslûbu tamamıyla Emir'ül-Müminin'in (a.s) üslûbudur.

(12) - 3, 14.

(13) - İbn-i Abbas, Vallahi demiştir, bu sözün yarım kalma-sına eseflendiğim gibi hiçbir söze eseflenmedim; Emir'ül-Müminin (a.s) ne olurdu, dilediği gibi söyleseydi.

 

HZ.FATIMA (AS) EBU BEKİR VE ÖMER'İ ŞAHİT TUTUYOR

İbn-i Kuteybe “El-İmame ves Siyase” adlı kitabının evvelinde tasrih etmektedir ki büyük İslam kadını Hz. Fatıma, Ömer ve Ebu Bekir’e şöyle buyurmuştur: “Allah için söyleyin peygamber’in şöyle buyurduğunu duymadınız mı?: “Fatıma kimden razı olursa ben de ondan razıyım. Fatıma kinden razı olmazsa ben de razı değilim. Onu seven beni sevmiştir. Onu sevindiren beni sevindirmiştir. Onu gazablandıran ise beni gazablandırmıştır.”

Ömer ve Ebu Bekir “Evet, duyduk” dediler.

Bu hadis İslam önderleri ve tahir imamlardan mütevatir bir şekilde nakledilmiştir. Başka bir rivayet olmasaydı bile Fatıma’nın tüm dünya kadınlarından üstün olduğuna bu bir tek rivayet yeterdi de artardı bile.

Acaba müslümanlar arasında böyle bir makamı olan var mıdır? Resulullah kimin hakkında böyle sözler söylemiştir. Zımnen bu cümlelerden Hz. Fatıma’nın (a.s) masum olduğu da istifade edilmektedir. Zira bu cümleler Hz. Fatıma’nın boş yere gazaplanmadığını, sevinmediğini ve razı olmadığını beyan etmektedir. Nitekim Peygamber de böyle idi.

Peygamber (s.a.a) için bu muhtelif haler, heva ve heves üzere vücuda gelmediği gibi Fatıma (a.s) için de sözkonusu değildir. Var olan her şey Allah içindir. Zira eğer Fatıma (a.s) gazablanırsa Peygamber (s.a.a) gazablanmış ve eğer Fatıma sevinirse Peygamber sevinmiştir.
------------
 




Ebubekir ve Ömer B. Hattab'ın Hz. Fatıma'yı (a.s) Ziyaret Etmeleri

Kadın erkek bütün sahabeler peş peşe Fatıma'yı (a.s) ziyaret ettiler; Ebubekir ve Ömer hariç. Bunlar Fatıma'yı ziyaret etmiyorlardı. Çünkü Fatıma (a.s), onlarla ilişkilerini kesmiş, onları reddetmiş ve kendisini ziyaret etmelerine izin vermemişti. Hastalığı iyice ağırlaşıp artık ölmek üzereyken, onu ziyaret etmek zorunda hissettiler kendilerini. Çünkü Mustafa'nın (s.a.a) ciğerparesinin herkesin gözü önünde kendilerine kızgın olarak bu dünyadan ayrılmasını istemiyorlardı. Aksi takdirde bu, kıyamete kadar Halife'nin ve iktidar grubunun alnına sürülmüş bir kara leke olarak kalırdı. Bu yüzden Fatıma'yı (a.s) memnun etmek suretiyle hatalarını örtmek istediler. O zaman her şey bitecekti ve yaptıklarının kötülüğü zaman içinde unutulup gidecekti.

Rivayete göre Ömer, Ebubekir'e şöyle dedi: "Haydi, gel beraber Fatıma'ya (a.s) gidelim. Çünkü onu kızdırdık." Beraber Fatıma'nın (a.s) evine gittiler. Girmek için izin istediler. Fatıma onlara izin vermedi. Bunun üzerine Ali'ye (a.s) gittiler, onunla konuştular. Hz. Ali, onları Fatıma'nın (a.s) yanına götürdü. Fatıma'nın yanında oturdukları zaman, Fatıma yüzünü duvara doğru çevirdi. Fatıma'ya selâm verdiler. Fakat Fatıma onların selâmını almadı. Ebubekir konuşmaya başladı: "Ey Resulullah'ın (s.a.a) sevgili kızı! Allah'a yemin ederim ki, Resulullah'ın (s.a.a) akrabalarını kendi akrabalarımdan daha çok seviyorum. Seni de Aişe'den daha çok seviyorum. Senin babanın öldüğü gün, ölmeyi ve ondan sonra hayatta kalmamış olmayı çok isterdim. Sence ben; seni, senin faziletini ve şerefini bildiğim hâlde, sana ait olan bir hakkı ve Resulullah'tan (s.a.a) sana kalan mirası sana vermeyecek biri miyim? Ne var ki ben Resulullah'ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: Biz peygamberler miras bırakmayız. Bizim geride bıraktığımız mal, sadaka olarak dağıtılır."

Bunun üzerine Fatıma (a.s) şöyle dedi: "Şimdi ben size Resulullah'ın (s.a.a) bir hadisini zikretsem ve siz de bu hadisi duymuşsanız, gereğini yapacak mısınız?" "Evet." dediler. Fatıma (a.s) şöyle dedi: "Sizi Allah adına yemine veriyorum; Resulullah'ın (s.a.a), 'Fatıma'nın rızası benim rızamdır, Fatıma'nın öfkesi benim öfkemdir. Kim benim kızım Fatıma'yı severse, beni sevmiş olur. Kim Fatıma'yı razı ederse beni razı etmiş olur. Kim Fatıma'yı öfkelendirirse beni öfkelendirmiş olur.' dediğini duymadınız mı?" "Evet, bunu Resulullah'tan (s.a.a) duyduk." dediler.

Bunun üzerine Fatıma (a.s) şöyle dedi: "Şu hâlde ben, Allah'ı ve meleklerini şahit tutuyorum ki, siz ikiniz beni öfkelendirdiniz, beni memnun etmediniz. Eğer Peygamber'le (s.a.a) karşılaşırsam, mutlaka sizi ona şikâyet ederim." Ebubekir şöyle dedi: "Ben, Resulullah'ın ve senin öfkenden Allah'a sığınırım, ey Fatıma!" Sonra Ebubekir ağlamaya başladı. Öyle ağladı ki, kahrolacaktı az kalsın. Fatıma (a.s) sözlerini şöyle sürdürdü: "Allah'a yemin ederim ki, kıldığım her namazda ikinize beddua edeceğim." Ebubekir ağlayarak evden çıktı. İnsanlar Ebubekir'in başına toplandılar. Onlara şöyle dedi: "Herkes eşine sarılarak, ailesinin yanında mutlu bir şekilde gecelerken, beni içinde bulunduğum durumla baş başa bıraktınız. Allah'a yemin ederim ki, benim sizin biatinize ihtiyacım yoktur. Biatinizi benden geri alın."[274]

-------------------
[274]- el-İmame ve's-Siyase, 1/31

 

 
Beraet Suresinin Mekke Halkına Tebliğ Edilmesinde Ebu Bekr’in Azledilip Ali’nin Nasbedilmesi

Davetçi: Şii ve Sünni bütün tarihçilerin rivayet ettiğine göre Kur’ân-ı Kerim’in 9. suresi olan Beraet suresinin ilk ayetleri nazil olunca Peygamber (s.a.a) Ebu Bekir’i çağırarak Beraet suresinin ilk 10 ayetini ona verdi ve Mekke’de Hac mevsiminde, Mekke halkına okumasını emretti. Ebu Bekir yoldayken Cebrail nazil olarak Peygamber (s.a.a)’e şöyle dedi:

“Allah-u Teala sana selam ediyor, senin risaletini ancak sen veya senden olan birisi eda edebilir.”

Bu yüzden Peygamber (s.a.a) Hz. Ali (a.s)’ı çağırdı ve O’nu bu büyük işle görevlendirerek şöyle buyurdu:

Git Ebu Bekir’i nerede görürsen Beraat ayetlerini ondan al, kendin Mekke’ye götür ve Mekke müşrikleri için kıraat et.”

Hz. Ali hemen hareket ederek Zi’l- Huleyfe’de Ebu Bekir’e ulaştı, ona Peygamber (s.a.a)’in mesajını iletti. Ayetleri ondan alarak Mekke’de Peygamber (s.a.a)’in risaletini tebliğ etti. Ayetleri Mekkelilere okudu ve sonra Medine’ye dönerek Peygamber (s.a.a)’in huzuruna vardı.

Nevvab: Bu olay bizim muteber kitaplarımızda yer almış mıdır?

Davetçi: Arz ettim ki bu konuda ümmet icma etmiştir. Şii ve Sünni tarihçiler bu olayı ittifak halinde kaydetmişlerdir. Ama emin olmanız için şu anda aklımda olan birkaç kitabı sizlere aktarayım ki gerçekler açıkça ortaya çıksın.

Buhari Sahih c. 4 ve 5’de, Abdi Cem’un- Beyn’es- Sihah’is-Sitte c. 2’de, Beyhaki Sünen s. 9 ve 224’de, Tirmizi Cami’ c. 2 s. 135’de, Ebu Davud Sünen’de, Harezmi Menakıb’da, Şevkani Tefsir c. 2 s. 319’da, İbn-i Meğazili Fezail’de, Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul s. 17’de, Şeyh Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde 18. Bab’da, (muhtelif yollarla Ehl-i Sünnet alimlerinden naklen), Taberi Riyaz’un- Nazre s. 147’de ve Zehair’ul- Ukba s. 69’da, Sibt bin Cevzi Tezkire s. 22’de, imam Nesai Hasais’ul- Alevi s. 14’de (bu Bab’da altı hadis rivayet etmiştir), İbn-i Kesir Tarih-u Kebir c. 5, s. 38 ve c. 7, s. 357’de, Askalani İsabe c. 2, s. 509’da, Celaluddin Suyuti Dürr’ul- Mensur c. 3, s. 208 Beraat süresinin ilk ayetinin tefsirinde, Taberi Cami’ul- Beyan c. 10. s. 41’de, imam Sa’lebi Keşf’ul- Beyan’da, İbn-i Kesir Tefsir, c. 2, s. 333’de, Alusi Ruh’ul- Meani c. 3, s. 268’de, İbn-i Hacer Savaik s. 19’da, Heysemi Mecme’uz- Zevaid c. 7, s. 29’da, Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut- Talib’in 62. babının125. sayfasında (Ebu Bekir’den, Hafız Ebi Naim’den, Hafız Dimaşki’nin Müsned’inden farklı yollarla müsned olarak naklen), imam Ahmed Hanbel Müsned c. 1, s. 3 ve 101’de, yine c. 3, s. 283’de, yine c. 4, s. 164’de, Hakim Müstedrek-i Kitab-i Meğazi c. 2, s. 51’de, yine aynı kitab c. 2, s. 331’de, Mevla Ali Muttaki Kenz’ul- Ummal c. 1, s. 246 ila 449’da ve c. 6, s. 104 Fezail-u Ali’de, tevatür olarak bu olayı rivayet etmiş ve sıhhatini onaylamışlardır.

Seyyid Abdulhayy: Peygamber (s.a.a)’in bütün fiil ve sözleri Allah-u Teala tarafındandır. O halde neden önce bu görevi Ali’ye (k.v) vermedi de Ebu Bekir’e verdi ve sonra da Allah’ın emriyle Ali gidip Ebu Bekir’i yolun yarısından geri çevirdi?

Davetçi: Bu olayın asıl sebebi noktasında kitaplarımızda hiçbir sebep beyan edilemediği için, biz de bir şey demiyoruz. Ama şahsi görüşüme göre bu olay da Hz. Ali (a.s)’ın makamını başkalarına ispat etmek için gerçekleşmiştir, ki siz de 1340 yıl sonra kalkıp siyaset ve yaş büyüklüğü sebebiyle Ebu Bekir’in hilafete daha layık olduğunu söylemeyesiniz. Eğer başta bu görevi Ali (a.s)’a vermiş olmuş olsaydı, sıradan bir iş sayılırdı ve sizler için bu hadis sebebiyle Ali (a.s)’ın faziletlerini ispat edemezdik. Sizler Hz. Ali’nin hilafet makamındaki faziletini ispat eden her hadisi, soğuk tevillerle çok gülünç de olsa tevil ediyorsunuz.

İşte böylece Hz. Ali (a.s)’ın, yaşı küçük olmasına rağmen diğer yaşı büyük kimselerden daha faziletli ve öncelikli olduğu anlaşılmış oldu.

Hz. Peygamber (s.a.a) ilk önce ayetleri Ebu Bekir’e teslim ediyor, Ebu Bekir yola düştükten sonra Hz. Ali (a.s)’ı onun ardından göndererek o ayetleri andan alıp kendisinin o mesajı iletmesini istiyor, Ebu Bekir bu işin sebebini Peygamber (s.a.a)’den sorunca, Allah-u Teala tarafından bu işle görevlendirildiğini, kendisinin veya kendisinden olan birinin bu mesajı halka iletmesinin gerekliliğini beyan ediyor. Binaenaleyh Ebu Bekir’in yolun yarısından döndürülerek bu görevden azledilmesi ve Hz. Ali (a.s)’ın bu görevi üstlenme makamına atanması, O’nun diğer kimselerden daha üstün ve daha öncelikli olduğunu ispat etmektedir.

Hakeza bu olay, Allah-u Teala’nın risaletinin, yani nübüvvet ve hilafetin, yaşlılık ve gençlikle ilgisi olmadığını ispat etmektedir. Kısacası burada kıldan ince binlerce nükte vardır.

Eğer Ebu Bekir’in ilk halife olmasının nedeni siyasetçiliği ve yaşlılığı olmuş olsaydı, böylesine mukaddes bir işten alı konmazdı. Çünkü risalet tebliği sadece Peygamber (s.a.a)’e ve Peygamber (s.a.a)’in halifesine özgüdür.

Seyyid: Bazı rivayetlerde Ebu Hureyre’den şöyle nakledilmiştir: “Ali (k.v) Ebu Bekir’le (r.z) birlikte Mekke’ye gitmekle görevlendirildi. Ebu Bekir insanlara hac merasimini öğretecek, Ali de Beraat suresini kıraat edecekti. Dolayısıyla her ikisi de risaleti tebliğ etmede eşit konumdadır.”

Davetçi: Evvela; bu rivayet Ebu Bekir taraftarlarınca uydurulan bir rivayettir. Çünkü başkaları bunu rivayet etmemiştir. Ayrıca Ebu Bekir’in azledildiği ve Ali (a.s)’ın bu risaleti tebliği için gönderildiği hususunda ümmet ittifak etmiştir. Dost düşman herkes, Sihah ve Müsnedlerde, tevatür haddinde bunu kaydetmiştir. Şüphesiz tevatür haddine varan birçok sahih hadislere dayanmak, ümmetin ittifak etmiş olduğu bir konudur. Eğer haber-i vahid olan bir rivayet birçok sahih rivayetlerle çelişirse, hadisçiler ve usulcülerin kaidesi gereği onun terk edilmesi gerekir. Bu haber-i vahid sahih bile olsa zanna dayanır. Dolayısıyla zanna dayanan bir hadise isnat edip malum olan bir hadisi terk etmek câiz değildir.

Dolayısıyla Ebu Bekir’in azledilmesi, Ali (a.s)’ın bu işle görevlendirilmesi, Ebu Bekir’in hüzün içinde Medine’ye geri dönmesi, Peygamber (s.a.a)’in onunla konuşup kendisine teselli vermesi ve Allah’ın emri olduğunu söylemesi kesin hususlardandır.

Ayrıca bu olay öncelik hakkının yaşla bir ilgisinin olmadığını da ispat etmiştir. Akli ve rivai deliller ümmet arasında öncelik hakkının ilim, bilgi ve takva ile olduğunu göstermektedir. İlim, fazilet ve takva açısından üstün olanlar toplumda öncelik hakkına sahiptir. Nitekim O Hazret de şöyle buyurmuştur: “İnsanlar ölüdür, ilim ehli ise diridir.”

Peygamber (s.a.a) işte bu yüzden Ali (a.s)’ı diğerlerinden öne geçirerek şöyle buyurmuştur. “Ali benim ilim kapımdır.” O halde Peygamber (s.a.a)’in ilim kapısı diğerlerinden daha üstün ve öndedir.

Elbette Peygamber (s.a.a)’e itaat etmede sebat gösterenler, faziletli kimselerdir. Biz de sahabenin faziletini inkar etmiyoruz. Ama onların fazileti asla Peygamber (s.a.a)’in ilim kapısıyla mukabele edemez. Zira O’nun makam ve mertebesi üstünlük-yücelik makamıdır.

Eğer sahabeden birisinin öncelik hakkı olmuş olsaydı, Peygamber (s.a.a) ümmete ona uymasını emrederdi. Şüphesiz bu tür İlahi emirlerin yaşlılık ve gençlikle bir ilgisi yoktur. Allah-u Teala kimi bu makama layık görürse genç veya yaşlı, ümmete ona itaat etmeyi emreder.

                                   EBU BEKİR VE USAME'NİN ORDUSU

        Olayın Özeti: Resulullah, vefatından iki gün önce Rumlarla
savaşmak için bir ordu tertipledi ve Usame - ibni Zeyd'i ordu komutanı yaptı. Ebubekr, Ömer, Ebu Ubeyde gibi Ensar ve Muhacirlerin büyüklerini de bu orduya kattı.

        Sehabiden bazıları Usamenin komutanlığına itiraz edip "Henüz suratında tüy çıkmayan bir genç nasıl bize komutanlık eder" dediler.

        Bunlar önceden Usame'nin babası Zeyd'in komutanlığına da itiraz edip onu İle alayetmişlerdi. itirazları o dereceye vardı ki, Resuluılah sinirlenip hastalığının ağır ve ateşinin fazla olmasına rağmen mubarek başını bağlayıp ayaklarını zorlayerde sürüyerek iki kişinin yardımıyla evden çıkıp mescide geldi ve minbere çıktı.

        Allaha hamd ve sena ettikten sonra şöyle buyurdu: "Ey insanlar; Usame'nin komutanlığı hakkında bazılarınızdan duyduğum bu sözler nedir? Babasını komutan yapmama da itiraz ettiğiniz gibi şimdi de bunun komutanlığına itiraz ediyorsunuz. Allah'a andolsun ki babasının o zaman komutanlığa layık olduğu gibi oğlu da şimdi komutanlığa layıktır"ISonra
hakkı bu işte sur'atlı davranmaya teşvik ederek: Usame'nin ordusunu hareket ettirin". buyurdu: Resuluılah aralıksız bu cümleleri tekrarlıyordu ama bu sözlere kulak veren az idi. Sonunda sahabe ikrahla, "Corf' denilen bir yerde çadır kurdular.

        Bu gibi olaylar beni hep şu soruyla karşı karşıya geıiriyor: Allah ve Resul'una ve emirlerine karşı hakiketen böyle saygısızlıklar olmuş mu? Peygambere bu şekil karşı gelmeler gerçek midir acaba?

        Oysa Resul
- i Ekrem kur'an'ın buyurduğu üzere onların hayrına düşkün ve müminlere şefkaıli ve mcrhameıli idi.

         Ben hiç kimsenin bu tür isyanıarı ma'kul gösterecek ma'kul bir mazeret uydurabileceğine inanamıyorum.

        Her zamanki gibi ben sahabenin şeref ve kerameıini ilgilendiren böyle bir hadiseyle karşılaştığımda
ilk Önce onu inkar etmeye kalkışıyor veya en azından onu görmemalikten gelmek istiyorum. Ama bu boş bir ıeşebbüsten ibarettir. Çünkü tüm şia ve ehl - i sünnet tarihçi ve muhaddislerinin ittifak

---------------------

1- Tebegat ibni Sa'd i  c .1 , s .190.
2.  Tarih - i İhni Esir, c.2 . s.317 .
3 - Sire'tul  helebi  c.3 . s.207.
4 - Tarih -i Teberi  c.3 . s.226




ettikleri bir olayı nasıl yalanlayabilirim ve görmemezlikten gelebilirim? Oysa ki ben, Allah'a karşı hiç bir mezheb lehine ,taassub etmiyeceğime ve haktan başka hiç bir şeye değer ve ağırlık vermeyeceğime dair söz vermişim. Ne var ki hak bu konuda çok acıdır. Resulullah buyuruyor ki: "Hakkı söyle; senin aleyhine dahi olsa, hakkı söyle; her ne kadar bile acı olsa". Bu hadisedeki hak şudur:

        Usamenin komutanlığında şüphe eden sahabe haddı zatında Allah'ın emrine itaat etmemişler, ve te'vil ve şüphe kabul etmeyen sarih nassa muhalefet etmişlerdir. Her ne kadar bazıları sehabilerin şahsiyetini korumak için bazı mazeretler uydurmaya kalkışmışlarsada bu mazeretieri gözleri taassub perdeleriyle kapanan ve neye itaat edilmesi ve neden uzak durulması gerektiğini ayırt edebilmeyen cahil kimselerden başka kimse kabul etmez.

        Ben bu tür davranışlara ma'kul bir mazeret bulmak için çok düşündüm ama her ne kadar fikrettimse bir şey bulamadım. Sonra ehl-i sünnet ulemasının zikrettiği mazeretieri mutalaa ettim. Usame'nin komutanlığına karşı gelen sahabiler, Kureyş'in büyükleri idiler ve İslamı kabul etmede öncelikleri var idi Usa me ise İslamın Bedir, Uhut ve Huneyn gibi önemli savaşlarına katılmamış bir genç idi ve önemlı bir savaş tecrübesi yok idi. Peygamber onu komutan yaptığında yaşı küçük idi. Büyük yaşta olanlar ister istemez kendilerinden küçüklerine itaat etmekten ve onun komutanlığı altına girmekten kaçınırlar bu nedenle onun komutanlığına itiraz edip Hz. Resulullah'tan istediler ki sehabilerin büyüklerden birini Usame'nin yerine komutan olarak seçsin.

        Bu behane, ne aklİ ve ne de şer'i bir delilc dayanır. kur'an okuyan birinin bu gibi bahaneleri reddcl1nekten başka hiç bir çaresi yoktur. Çünkü kur'an buyuruyor ki: "Peygamber size
emrettiği şeyleri tutun ve neden vazgeçmenizi emrederse ondan vazgeçin" (ı) Ve başka yerde de "Allah ve Resul'u bir işe emrettimi erkek olsun, kadın olsun hiç bir inananın o işi istediği bir şekilde yapmakta muhayyet olmasına imkan yoktur ve kim Allah ve Peygamberine isyan ederse gerçekten de apaçık bir sapkınlığa düşüp sapıtıp gitmiştir".2 diye buyuruyor.

        Bu apaçık nasıardan sonra akıılı bir kimsenin kabul edebileceği her mazeret kalır mı! ve ben ResuluHah'1 gazarlandıran bir gurup hakkında ne diyebilirim? Oysa ki onlar Peygamber'i gazaplandırma'nın Allah'ı gazaplandırmakla aynı manaya geldiğini iyice biliyorlardı.

        Bütün bunlar o Hazret'e "sayıklıyor" diyerek iftira etmelerine, hasta olduğu halde o hazretin yanında ihtilaf çıkararak rahatsız etmelerine muteakıp işlenmiştir.

        Yani sahabe, diye övdüğümüz bu zatlar tevbe edip yaptıkları işlerden dolayı kur'an'ın öğrettiği gibi Peygamberden af dileyeceklerine, bir adım daha ileriye giderek kendilerine en çok şefkatli ve merhamelli olan Resulullah'a karşı yeniden isyan ve saygısızlığa kalkıştılar, onun hakkını korumadılar ve ihtiramını gözetmediler. Onu sayıklamakla suçladıktan iki gün geçmeden Usame'yi komutan yapmasına itiraz ettiler. Sonra itiraz ve isyahlarını tarihçilerin kaydetti ği üzere Resulullah(S.A.V) ı üzücü bir halde yani hastalık yüzünden iki kişinin yardımıyla hareket ederek evinden çıkmaya ve halka hitap ederek Usa me 'nin komutanlığa layık olduğuna yemin etmeye mecbur bırakacak derecede şiddetlendirdiler. Bizzat Resulullah
(saa) bu itiraz eden kişilerin Usame'nin babası
 

----------------
1- Haşr / 7-
2- Ahzab
/ 36-



Zeyd ibn-i Haris'in komutanlığına itiraz ettiklerini beyan buyurmuştur. Bu da bu şahısların öncedende Peygamber'e karşı geldiklerini ve bunların Allah ve Resul'u bir işe hüküm verdiğinde gönüllerinde bir rahatsızlık olmadan teslim olan kişilerdenden olmadıklarını, hatta bunların Allah ve Resul'unun hükümleri karşısında kendilerine, karşı gelme hakkını dahi veren şahıslardan olduklarını ortaya koymaktadır.

        Bu sahabelerin açıkça Resulullah'a karşı geldiklerine delil udur; Peygma ber'in sinirlenmesini ve kendi eliyle bayrağı Jsame'ye vermesini ve Usa me 'nin ordusuna katılmaya :mretmesini gördükleri ve duydukları halde yine de gevşeklik :österdiler ve Resulullah(S.A.V) vefat edinceye dek o orduya katılmadılar.

        Resulullah(S.A.V)  bunların bu kadar itaatsizlik ve vefasızlığına şahit olup kalbi dertle dolu olduğu bir halde dünyadan irtihal etti.

        Vefat halinde ümmetinin bu halini gören Resulullah(S.A.V) in belki de en büyük derdi onların çoğunluğunun vefatından sonra dine sırt çevireceklerini ve azaba yöneleceklerini ve az bir gruptan başka kimsenin ilahi azaptan kurtulmayacağını bilmesi idi....

        Bu olayı dikkatle incelediğimizde, ikinci halifenin bu ılayda en önemli unsurlardan olduğunu ve bu muhalefetde nerkez noktada yeraldığını görürüz.

        Çünkü Hz. Resulullah'ın vefatından hemen sonra Ömer, Halife Ebubekr'e giderek ondan Usame'yi komutanlıktan azledip onun yerine bir başkasını geçirmesini istedi. Ama Ebubekir dedi :i: Ey Hattab'ın oğlu, annen yasına otursun, acaba Resulullah'ın
tayin ettiğini benim kaldırmarnı mı istıyorsun? (1) Ömer Ebubekr'in anladığı bu gerçeği anlamaktan aciz miydi? Veya burada tarihçilelin gözlerinden kaçan veyahut Ömer'in şahsiyetine gölge düşürmernek için bilerek gizlemek istedikleri gizli bir yön mü vardır?

        Nitekim Ömer'in söylemiş olduğu "sayıklıyor" anlamına gelen -yehcuru- kelimesin'i kaldırıp yerine "ağrısı ona galip gelmiş" kelimesini koyarak sözkonusu hedefe hizmet etmek istemişlerdir. Ben, "Müsibetli Perşembe gününde" Hazreti Resulullah'ı sinirlendiren, ona "sayıklıyor" "Allah'ın kitabı bize yeter diyen sahabilere şaşırıyorum. doğursu sahi bunlar nasıl Kur'an'a sahip çıkabiliyorlar? Oysa ki, kur'an açıkça "De ki sizler eğer Allah'ı seviyorsanızsa bana uyun da Allah'ta sizleri sevsin" (2) diye buyurmaktadır.

        Yoksa onlar Allah'ın kitabını ve onun hükümlerini, Allah'ın kitabının kendisine indiği şahısıan daha iyi mi
 biliyorlardı!

        O dertli olaydan (Perşembe gününün müsibetinden) sonra yani Hazret'in ölümünden iki gün önce Usarne'ye verdiği komutanlığa itiraz edip emirlerine karşı gelmelerinin üzerine bu defa Resulullah(S.A.V) yatakıa kalmayıp başı bağlı olduğu ve hastalığının siddctinden, ayaklarını yerden sürüklediği bir halde iki kişinin yardımıyla evden çıkıp onlara kamil bir hutbc okudu. Allah'ın birliğine şehadet verdi ve Ona hamd ve sena etti; ta ki onlara sayıklamadığını bildirsin. Sonra onların itirazlarından haberdar olduğunu bildirdi. Daha sonra onlara dön yıl önce de onun sözlerine itiraz eııiklerini hatırlattı. Acaba
-----

1- Tebegât'ul kubra, İbn-i Sad c.2 . s.190,. Tarih-i Taberi c.3,  s.226
2- Ali İmran süresi / 31-


yinede mi onların nazarında Resuluılah sayıklıyordu; ağrısının çokluğundan hezyan konuşuyordu?!

        Allah'ım hamd ve sena ile seni tenzih ederim. Bunlar nasıl Senin Peygamberine karşı bu kadar cür'etkar davrandılar ve onun geçerli kıldığı hükümlere rıza göstermeyip hatta defalarca ona karşı geldiler.

        Resuluılah Hazretleri, Abdullah ibn-i Übeyye'nin cenaze namazını kıldığında Allah seni bu munafıka namaz kılmaktan nehyetmiş" diyerek o hazret'in gömleğinden tutup çekmeye kadar ileri gittiler?

        Sanki Resulullah'a nazil olan ayetleri ona öğretmeye kalkışıyorlardı! Halbuki Sen ey Allah'ım Kur'anında buyurmuşsun ki: Kur'an'ı sana indirdik ki halka indirdiklerimizi onlara açıklayasın" (1)

        Ve bir başka yerde de "Biz sana kitabı insanlar arasında Allah'ın sana gösterdigi gibi hükmedesin diye bir gerçek olarak indirdik; hainleri savunma" (2) buyurmuşsun.
Yine bir başka ayette de hak olarak buyurmuşsun ki: "Nasıl ki içinizden size bir Peygamber gönderdik, size ayetlerimizi okuyor (ahlakınızı) temizliyor, size kitap ve hikmet ögretiyor ve bilmediginiz şeyleri size ügretiyor. (3)

        Gerçekten Resulullah'ın emrine itaat etmeyerek ona sayıklıyor diyen sahabelere şaşmak gerekir ki onun huzurunda gürültü çıkarıp saygısızlık ediyorlardı Veya Zeyd i: bn-i Haris'in ve oğlu Usame'nin komutanlığına itiraz ederek Resulullah'ı incitiyorlardı.
--------------

1- Nahl / 44
2- Nisa / 105
3- Bakara /151


        Bütün bunları inceledikden sonra bir araştırmacı, şia mezhebinin se ha beden bazılarının tutumlarını sorgulaması ve tenkit etmesi konusunda haklı olduklarında nasıl şüphe edebilir?

        Şia, Peygamber ve Ehl-i beyt'e olan muhabbet ve saygısından dolayı haklı olarak bazı sehabilerden (bu tutumlarından dolayı) uzak duruyorlar.

        Ben konunun uzamaması için sahabenin Resulullah'a(S.A.V) muhalefet etmelerine ve ona karşı gelmelerine dört-beş örnek vermekle yetindim. Ama şia alimleri bu türden yüzlerce örnek. toplayıp sehabilerin sarih ve kat'i şer'i hükümlere muhalefet etmelerinin örneklerini kaynaklarıyla birlikte kitaplarında yazmışlardır ve bu hususları ehl-i sünnet'in sahih ve müsnet kitaplarında yeralan hadislere istinad ederek isbatlamışlardır.

        Ben sahabeden bazılarının Peygambere karşı takındıkları tavırları incelerken o sahabeden ziyade sahabenin tümünün devamlı hak üzere olduklarını iddia ederek kimsenin onları tenkit etmesinin caiz olmadığını ileri süren ehl-i sünnet alimlerine şaşırıyorum. Bunlar araştırıcının hakikata ulaşmasına engeloluyorlar ve onu sonu gelmeyen bazı fikri çeliskilere düşürüyorlar.

        Bu yazdıklarıma bir kaç numune yine ekliyorum ki sahabeyi olduğu gibi tanıyalım ve bu konuda şiâ'nın da görüşünü daha iyi anlayabilelim.

        Buhar'i kendi Sahih'inde (c. 4 .s .47) "Es'sabru eleleza" babında ve "Edeb" kitabında (innema yuveffe's' sabirune ecrehum ) ayetinin tersirinde E'meş'in şakik'ten şöyle
duyduğunu söylediğini naklediyor: Resulullah, her zamanki gibi bir şeyi taksim yapmış idi. (Beytulmala ait bir malı müslümanlar arasında bôlmüş idi.) Bunun üzerine Ensar dan biri Şöyle dedi: "Allaha andolsun ki bu taksimde Allahın rızası gôzetilmemiştir." Ben ona "bu sözü Peygambere diyeceğim" dedim ve geldim Resulullah'in yanına vardım. Resulullah ashabının içerisinde oturmuş idi. Aynı sözü hazret'e dedim. Bu söz hazret'e çok ağır geldi; rengi değişti ve öfkelendi: Öyleki, ben bu haberi verdiğime pişman oldum. Sonra Hazreti Resuluılah buyurdu ki: Hz. Musa, bundan daha çok eziyetlere ma'ruz kaldı, ama hepsine sabretti....

Ve Buhari yine "Edeb" kitabının" men'lem yuvacih un nase bit'itab" babında yaziyor ki Ayşe şöyle dedi:Hazret bir iş işledi sonra halkın o işi terketmelerini ruhsat verdi, (yapıp yapmamalarını onların kendi isteğine bıraklı.)

        Ama halk bu ruhsatı kabul etmekten kaçındılar.

        Bu haber Resulullah'a ulaştı. Resulullah bir hutbe okuyarak, Allafia hamd ve sena dedikten sonra buyurdu ki Sizden bir grup neden benim yaptığım şeyden kaçınıyorsunuz, Allafia andolsun ki ben AlIafiın hakkını en iyi bilen ve AlIafitan en çok korkanım Andolsun ki Peygamberin he va ve hevesIne kapılarak doğru yoldan saptığına ve neticede Hazretin yaptığı taksimde Allafiın rızasını nazara almadığma inanan ve Peygamberin yaptığı şeylerden kaçınan ve kendilerini Resulullafitan daha takvalı bilen şahıslar, hiç bir zaman müslUmanların hürmetine layık değiller; Hcle bu gibi şahısları meleklerin seviyesine çıkarıp sahabenin Rcsulullafıtan sonra mahlukatın en üstünü olduklarına, Peygamberin sah9besi oldukları için tüm müslümanların onları örnek alması lazım geldiğine inanmanın ne kadar tcmclsiz vc dclilsiz bir inanış olduğu aşikardır.

        Böylece görülüyor ki, Elh-i sünnetin Hz. Muhammed ve Aline salavat gönderdiklerinde sahabenin umumunu da "ecmein" kaydıyla onlara eklemeleri, savunulması mümkün olmayan bir ameldir. Ehl-i bey te Resulullah ile  birlikte selavat göndermek, önceden de işaret ettiğimiz gibi ilahi emir gereğidir. Eğer Allah-u Teala bu vesileyle bizlere Ehl-i beytin yüce ilahi makamını tanıtmak istiyorsa, biz ne hakla kendi yanımızdan sahabeyi o da ecmein (top yekün) kaydıyla onlara ekliyoruz ve bu vesileyle sahabeyi Allah'ın faziletlendirdiği ve makamlarını her makamdan üstün kıldığı kimselerle aynı sırada zikretmeye kalkışıyoruz?!

        Selavat gönderirken sahabeyi de salavata dahil etmenin tarihi kökenini araştırmak istersek Abbasi ve Emevi dönemlerine dönmeliyiz.

        Resulullah (s.a.v.) ın Ehl-i beytine olan şiddetli düşmanlıkları yüzünden onlara her türlü zülmü reva gören, Ehl-i beyti ve şiileri katledip sürgüne gönderen, avare eden Emevi ve Abbasiler, Allah'ın Ehl-i beyte ihsan eylediği
bu yüce makamdan haberdar olup bunu kendilerine büyük bir tehlike olarak gördükleri için sahabelere de selavat göndererek Ehl-i bey te ekleyerek halkı aldatmağa çalışmışlardır.

        Namazda, Resulullahla birlikte Ehl-i beyte selavaı göndermeyen şahsın namazının şer'an batıl oluşu Ehl-i beytin yüce ilahi makamlarının herkes tarafından bilinmesine sebep oluyordu. Emevi ve Abbasi halifeleri, Ehl-i beyte düşmanlıklarının iğrençliğini azaltmak için sahabeyi de selavatta Ehl-i beyt'e eklemeye kalkışmışlardır. Belki halk, sahabenin de Ehl-i beyt ile aynı seviyede olduklarını veya makamlarının Ehl-i beyt'e yakın olduklarına aldansın ve özellikle Emevlerin ve Abbasilerin bazı büyüklerinin de sahabeden olduklarını nazara alarak Ehl-i beyte karşı yapılan
zulüm ve edaları görmemezlikten gelsinler.

        Bu
uğurda sahabe'den ve tabiinden hadis nakletmekle meşhur olan nice kişileri de para ve makam karşılığında sahabenin fazileti hakkında özellikle hilafet sebebiyle yükselmiş olan ve Emevilerin başa geçmelerine sebep olmuş kişilerin fazilet ve üstünlükleriyle ilgili olarak hadis uydurmağa teşvik etmişlerdir.

        Emevilerin hakimiyeti ele geçirmelerinin sebebinin halifeler olduğunu, tarih en guzel şekilde gôsteermektedir. Mesela Ömer ibn-i Hattab, valilerini iyice kontrol etmek, onlardan hesab sormak ve onları ufak bir hatadan dolayı bile görevden almakla meşhur olmuş bir şahıstır. Ama aynı zat, Muaviye ibni Ebi sufyanı hiç bir zaman sorguya çekmemiş, Muaviye'yi, Ebubekir vali olarak tayin etmişti Ömer'de hilafeti boyunca bu tayini onayladı, Hatta Muaviye hakkinda yapılan çok şikayetlere rağmen; Ömer bir gün dahi Muaviye'yi yaptığı hatalardan dolayı kınamadı. hatta Resulullanın giysi olarak kullanılmasını erkeklere haram kılmasına rağmen, -muaviye'nin ipek elbise giyip altın yüzük taktığını Ömer'e bildirdiklerinde, Ömer, "onu bırakın, o arapların kayseridir" demekle yetindi ve Muaviye yirmi yıldan fazla hiç bir itidiz veya azı ile karşılaşmadan valilik makamında kaldı.

        Osman'ın hilafet döneminde Muaviye'nin hakimiyet alanı daha da genişledi ve onun islam ümmetinin servetlerini daha fazla ele geçirmesi ve sefil insanların yardımıyla ordusunu guçlendirmesi sağlandı. O da bu gucunu ummetin imamına karşı gelmek ve guç zoruyla hilafeti gasbetmck, ve muslumanlardan içki içen fasik oğlu yezide biat toplamak yolunda kullandı. ı

        Bunun hikayesi uzundur Ben şimdilik tefsilatına geçmek istemiyorum. Önemli olan şudur ki; hilafet kürsüsünde oturan bu sahabenin, Kureyşin, Nübuvvet ve hilafeıin Beni Haşim'de toplanmaması gerektiğini ifade eden ggörüşleri doğrultusunda
------------------

1
- Bu konuda detaylı  bilgi için Ebulala Mahmudi'nin "Hilafet vel Mulk" ve Ahmet Emini'nin "Yevm!ul İslam" kitaplarına bakılabilir.

 


hareket etmişler; ve böyle bir fikri yapıya sahip oldukları için Emevi devletinin kurulmasında direkt rölleri olmuştar.

        Emeviler de her kesten daha çok bu zatlara teşekkür borçlu olduklarının farkındaydı, lar ki, raviler kiralayıp kendi buyuklerinin faziletleri hakkında rivayetler uydurdular ve onları, halkın nazarında Ehl-i beytin derecesinden daha yuksek dereceye çıkartmaya kalkıştılar.

        Bu faziletleri şer'i ve mantıki delillerin ışığında incelersek, onlardan zikre değer bir şey kalmayacağı malumdur; meğer ki çelişkili şeyleri kabullenecek derecede basit duşunceli bir kişi olalım.

        Mesela örnek olarak, bizler, Ömerin dillerde destan olan adaleti hakkında çok şey duymuşuz. Ama doğru tarihçilerin yazdığına göre Ömer hicretin yirminci yılında, beytülmalın taksiminde Resuıunanın sunnetine ria'yet etmemiş ve ona bağlı kalmamıştır. Resulullah (s.a.v.) beytülmalı muslumanlar arasında eşit şekilde bölerdi. Kimseyi kimseden ustun tutmazdı. Ebubekir de kendi hilafet döneminde bu sunnete bağlı kaldı. Ama Ömer bin Hattab beytiilmaldan yaptığı ihsanlarda musluman olanları sonradan mAsıLIman olanlara ve Kureyşin muhacirlerini diğer muhacirlere ve Muhacirleri Ensara tercih etmiş; hatta arapları acemlerden, ağaları kölelerden, Mazr kabilesini Rebia'dan ustun tutmuş ve birine diğerinden daha fazla pay vermiştir. ı

        Mesela Mazr kabilesine üçyüz, Rebi'a kabilesine ikiyüz vermiştir.
--------------

1. İbn-i  ebi'l hadid, c. 8 . s. 111.



        Keza A vs kabilesini Hazrec kabilesinden üstün tutmuşturı.

        Acaba bu tür davranışların adaletle nc alakası vardır?

        Yine Ömer ibn-i Hattab'ın ilmi hakkında hadsiz hesapsız övgüler işitmişiz. Sahabenin en bilgini olduğu, bir çok defa Resulullah'la Ömer arasında çıkan görüş farklılıklarında, Kur'an ayetlerinin Ömer'in görüşlerine mutabık olarak indiği ve Ömer'in görüşünü tasdik eyleyerek geçerli kıldığı bile söylenir. Oysa doğru tarih, Kur'an ayetleri indikten sonra bile Ömer'in ayetlere muhalif görüş ortaya attığını açıklamaktadır. Ömer'in hilafeti döneminde sahabeden birisi ondan, cünub olup ve gusül etmek için su bulamaz isem ne yapmalıyım diye sordu. Ömer "O zaman namaz kılmazsın" diye cevap verdi. Bunun üzerine Ammar'ı Yasir, öyle bir şahsın teyemmüm etmesinin gcrckli olduğunu hatırlatmak mecburiyetinde kaldıysa da Ömer yinc de kabul etmek istemeyerek Ammar'a "Bu sözlerinin sorumluluğu kendine aittir" dedi 2.

        Nasıl Ömer Allah'ın indirdiği teyemmüm ayetinden habersiz idi? ve Resulullah'ın sünnetinden haberi yoktu? Oysa ki Resulullah(S.A.V) onlara abdesti öğrettiği gibi teyemmümü de öğretmişti.

        Ömer bir çok yerde kendisinin bilgisizliğine itiraf etmiştir; hatta kadınların bile kendisinden bilgili olduğunu söylemiştir. Yine defalarca "eğer Ali olmasaydı, Ömer hclak olurdu" dcdiği nakledilmiştir. Ömer ölünceye dek "Kclalc'nin" hükmünü bilmedi. "Kelale" hakkında birbiriyle çelişen bir takım hükümler Ömer'den nakledilmiştir. Bunlar, tarihin tesbit ettiği şeylerdir.

        Yine Ömer'in şecaati hakkında da çok şeyler duymuşuz.
-------------------

1- Tarih'i Yakubi ,c.2, s.106
2- Sahih'i Buhari,  c.1. s.2



Mesela Ömerin müslüman oluşuyla müslümanların güç kazandığı, Kureyş'in korku ya kapıldığı ve Hz. Peygamber(s.a.v)in Ömer'in müslüman oluşuna muteakip davetini aşikar ettiği söylenmektedir.

        Ama doğru tarihlerde, Ömer'in kahramanlık ve şecaatini tasdik etmemize yarayacak bir nişane mevcut değildir. Örneğin Ömer'in Bedir, Uhud, Handek ve diğer- muharebelerde bir tek meşhur kahramanı ve hatta normal birisini bile öldürdüğü nakledilmemiştir.

        Oysa ki, tarihçiler onun Uhud savaşında firar edcnlerle birlikte firar ettiğini ve keza Huneyn savaşında da savaşıan kaçtığını yazmışlardır. Hayber şehrinin fethi için Peygamber(s.a.v) tarafından gönderildiğinde, yenilgiye uğrayarak geri döndüğü tarihlerde yazılıdır.

        En son seriyye olan Usame ordusunda bir gencin komutanlığı altındaki bir asker idi. Bundan başka scriyyclerin hiç birinde Ömer komutan değildir.

        Bu tarihi gerçekleri görmemezlikten gelerek nasıl Ömer'in şecaatlı ve kahraman olduğunu iddia cdcbiliriz?

        Yine Ömer'in takvası hakkında söylenenler de çoktur. Hatta diyorlar ki eğer Irak'ta bir katırın
ayağı kaysaydı, Ömer, onun yolunu düzeltmediğinden dolayı Allah'tan korkardı.

        Ama doğru tarihler, Ömer'in, çok haşin olduğunu ve haramdan kendisini muhafaza etmekte titizlik göstermediğini kaydetmektedir. Mesela Kur'an ayeti hakkında soru soranı suçsuz yere kanına bulayıncaya dek dövdüğü nakledilmiştir. Eger Ömer'in takvasıyla ilgili sözler doğru olsaydı nden  Hz. Peygamber vefat ettiğindc kılıcını çekerek Hz. Muhammed(s.a.v) in öldüğünü söyleyecek olan herkesi ölümle tehdit ediyor. Hz. Resulullah'ın vefat etmediğine dair Allah'a yemin ediyordu, O'nun da Hz. Musa gibi Allah'la munacat etmeye gittiğini söylüyordu.(l) Ömer neden Hz. Fatime'nin evini yakmaya teşebbüs ettiğinde Allah'tan korkmuyordu? (2) Hatta Ömer'e, "nasıl bu evi yakarsın, Hz. Fatime bu evdedir" dediklerinde "Fatime bile olsa"... cevabını verdi.

        Keza Ömer'in takvası hakkında söylenenler, onun kendi hilafet döneminde Kur'an'ın ve Resulullah'ın sünnetine muhalif olan hükümler vermesiyle (3) nasıl bağdaşabilir?

Ben bu büyük ve meşhur sahabeyi örnek olsun diye burada zikrederek onun hakkındaki gerçeklerden bir kısmına değindim ve teferruata inmek istemediğimden sadece kısa işarelerle yetindim. Yoksa bu hususlarda uzun kitaplar yazmak mümkündür.

        Bu zikrettiklerim az da olsa yine de sahabenin hakiki durumuna ışık tutarak ehl-i sünnet alimlerinin gerçeklerle çelişen görüşlerinin tutarsız olduğunu göstermekte yeterlidir. Ehl-i sünnet alimleri bir yandan halkı sahabenin hakkında her türlü şüphe ve tereddüt etmekten men'ediyor ve öte yandan onlar hakkında şüphe ve ta'na sebep olan rivayetleri kendi kitaplarında naklediyorlar. Keşke ehl-i sÜnet alimleri sahabenin kerameti ne gölge düşürecek ve onların adaletini soru altına alacak bu rivayetleri kitaplarında yazmasaydılar da bizler bu tereddütlerden kurtulsaydık.

        Hatırlıyorum ki, Necef alimierinden "İmam'ı Sâdık ve dört mezheb" adlı önemli bir eserin yazarı Esed Haydar'la
------------------------

1- Tarih'i Teberi ve Tarih'i ibn'i Esir.
2- el'imamet ves'siyaset,  İbn-i Kuteybe, s.19-20.
3- Bu konuda Seyyid Şerefuddin'in yazmış olduğu "En'nes ve'l İçtihad" isimli kitabına bakın. Tüm kaynaklarını, İslam fırkalarının kabul ettiği eserler arasından seçmiştir.



görüştüğümde O babasına ait şöyle bir kıssayı bana anlatmıştı; O diyordu ki: Babam elli yıl önce haca gittiğinde Tunus'un Zeytuniye şehrinden olan bir alimle Hz. Ali(a.s) nin imameti hakkında tartışmışlar ve babam ona, Hz. Ali'nin imameti hakkında dört veya beş delil söylemiş. Tunus'lu alim "başka delilin var mı? diye sormuş ve babam hayır demiş. Bunun üzerine Tunus'lu alim, babama, tesbihini çıkar ve Hz. Ali'nin Resulullah'm halifesi olduğuna dair benim delillerimi say! demiş. Sonra bu husustaki delilerini zikretmeye başlamış ve babamın bilmediği yüze yakın delil saymış! Esed Haydar sözlerine şunu da ekleyerek diyordu ki: Eğer Ehl-i sünnet, kendi kitaplarında yazılmış olanları bile gerçekten mutalaa edecek olsalardı, onlar da bizim sözlerin aynısını söylerlerdi ve uzun zamanlardan beri aramızdakı ihtilaflar sona ermış olurdu."

        Andolsun ki bu zikrettiklerim haktır. Eğer insan, kör taassublardan kurtularak tekebbürünü bir kenara bırakacak olursa apaçık delillerin önünde teslim olmaktan başka bir çaresi kalmaz.

Mürtet Olma veya Ebu Bekir'in Hilâfetinin Kabullenilmesi

Malik b. Nüveyre[492] ve ailesi uyumuşlardı. Ansızın Halid b. Velid'in emrindeki askerler tarafından kuşatıldılar. Malik'le beraberindekiler korkudan silâha sarıldılar, askerler, "Biz Müslümanız." diye bağırdılar, onlar da, "Biz de Müslümanız!" cevabını verdiler. Askerler, "Doğru söylüyorsanız silâhınızı bırakın." dediler. Onlar silâhlarını bırakarak Halid'in askerleriyle birlikte namaza durdular.[493] Ama namazdan sonra Halid'in emrindeki askerler onları tutuklayıp Halid'in yanına götürdüler! Halid, Malik'in boynunu vurmalarını emretti. Bunun üzerine Malik, çok güzel olan karısına işaret ederek, "Bu kadın mı benim ölümüme sebep oluyor?" dedi. Halid, "İslâm'dan çıktığın için seni Allah öldürüyor!" cevabını verdi. Malik, "Biz Müslümanız ve dinine sadık kişileriz." dedi. Ama Halid'in bir işaretiyle emri yerine getirilmiş Dırar'ın kılıcı Malik'in boğazında sesi kesmiş ve başsız bedenini yere sermişti. Malik'in öldürülmesinden sonra Halid'in emriyle onunla arkadaşlarının başları bir kazana destek yapılarak yakılmıştı. Sonra Halid, daha Malik'in bedeni defnedilmeden, o gece onun genç eşiyle -iddet gözetmesini beklemeden- evlendi!!![494] Kinde kabilesinin mensuplarının da suçu şuydu: Ebu Bekir'in Kinde kabilesindeki görevlisi Ziyad b. Lübeyd el-Beyazî, o kabileden olan bir gencin çok sevdiği dişi bir deveyi zekât

olarak aldı. O genç her ne kadar Ziyad'ın o deveden vazgeçerek yerine başka bir deve almasını rica ettiyse de, Ziyad o deveye zekât diye işaret koymuş olması bahanesiyle kabul etmedi.[495]Genç yılgın ve ümitsiz bir hâlde Ziyad'ın yanından ayrılıp Kabile başlarından Harise b. Serake adlı birine yakınarak Ziyad b. Lübeyd'in, kendisinin çok sevdiği deveyi zekât olarak alıp ona işaret koyduğunu, dolayısıyla onun giderek Ziyad'la konuşmasını ve onun yerine başka bir deve almasını istedi. Harise kabul etti ve o gençle birlikte Ziyad'ın yanına giderek, "Ne olur bu gence lütufta bulun, onun devesinin yerine başka bir deve al" dedi. Ziyad, "O deveye zekât işareti koydum; bu imkânsızdır." dedi! Bu konuşmalardan sonra Ziyad'la Harise tartıştılar, sonuçta Harise öfkelenerek gidip zekât olarak alınan develerin içinden o gencin devesini çekip çıkararak o gence verdi ve "Deveyi al git; seni rahatsız eden olursa benim kılıcımla karşılaşır." dedi. Sonra Ziyad'a dönerek dedi ki: "Resulullah (s.a.a) hayatta olduğu müddetçe biz ona itaat

ediyorduk. Ondan sonra da onun Ehlibeyt'inden birisi başa geçecek olsaydı biz yine itaat ederdik; ama Ebu Kuhafe'nin oğluna itaat etmeyiz. Ebu Bekir'in bizim üzerimizde ne itaat hakkı vardır, ne de biat." Harise daha sonra okuduğu bir şiirde şöyle dedi: Aramızda oldukça itaat ettik Resulullah'a Hayret şu Ebu Bekir'e itaat edenlere! Kinde kabilesinin başlarından diğer biri olan Haris b. Muaviye de Ziyad'a dedi ki: "Sen bizi öyle birinin itaatine davet ediyorsun ki ona itaat ne bize farzdır ve ne de size." Ziyad, "Doğru söylüyorsun; ama biz hilâfete Ebu Bekir'i seçtik!" dedi. O sırada Haris şöyle dedi: "Söyle bakalım, nasıl oldu da siz Resulullah'ın (s.a.a) hilâfetine geçmeye herkesten evlâ olan Ehlibeyt'ini bıraktınız, oysa Allah Tealâ Kur'ân'da buyuruyor ki: "Akrabalar (mirasta) Allah'ın Kitabına göre, birbirlerine (mirasta) önceliklidir."[496] Ziyad, "Muhacir ve ensar kendileri için neyin daha hayırlı olduğunu senden daha iyi bilirler!" dedi. Haris dedi ki: "Hayır vallahi; Resulullah'ın Ehlibeyti'nin hilâfete geçmesine sizin kıskançlığınız engel oldu. Resulullah'ın ölümünden sonra birini ümmetine önderlik etmesi için yerine oturtmadığına kalbim tanıklık etmiyor."

Daha sonra sert bir şekilde öfkeyle Ziyad'a, "Bizim aksimize konuşuyor, soğuk demiri dövüyorsun; git buradan." dedi ve bu şiiri okudu:

İtaat edilecek olan tek kişi Resulullah'tır ki, geçip gitmiştir / Allah'ın salatı ona olsun, kendisinden sonra halife bırakmamış!!! Durumu müsait görmeyen Ziyad, zekât olarak almış olduğu develeri kendisinden önce Medine'ye gönderdi. Daha sonra kendisi Medine'ye giderek Ebu Bekir'le görüşüp olup bitenleri ona anlattı. Bunun üzerine Ebu Bekir onun emrine dört bin asker vererek Kinde kabileleriyle savaşa gönderdi. Ziyad Hadremût'a gitti ve yol üzerinde rastladığı Kinde kabilelerine baskın yapıp erkekleri kılıçtan geçiriyor, çoluk çocuklarını esir alıyordu. Ziyad, Benî Hind Kabilesi'ne saldırarak erkeklerden birçoğunu öldürdü kadınlarla çocuklarını esir etti. Yine her şeyden habersiz evlerinde uyumuş olan Benî Akil kabilesine de saldırdılar, kadınların feryadı, Ziyad ve beraberindekilerin amansız saldırısını erkeklere bildirmişti. Bu yıldırım hızıyla yapılan saldırıda kabilenin erkekleri Ziyad b. Lübeyd'in güçleri karşısında bir saat ancak dayanabildiler, sonunda kaçmak zorunda kaldılar. Ziyad da kadınlarla çocuklarını esir edip, varlarını yoklarını yağmaladı. Yine Ziyad gece yarısı Benî Hacer kabilesine saldırıp iki yüz kişiyi kılıçtan geçirdi, elli kişiyi zincire vurdu, çoluk çocuklarını esir etti, diğerleri de kaçtılar. Bu arada Kinde kabilelerinin başlarından biri olan Eş'as b. Kays, Ziyad'a karşı koydu, sonunda Tim şehrinde Ziyad'ı muhasara etti ve yağmaladığı bütün malları geri alarak sahiplerine verdi, esir alınmış olan kadınlarla çocukları da serbest bıraktı. Bu haberler Ebu Bekir'e ulaşınca Eş'as'a bir mektup yazarak onun hakkında lütufta bulunacağını vaat etti. Eş'as mektubu alınca

Ebu Bekir'in elçisine dönerek dedi ki: "Senin arkadaşın, kendisine muhalefet ettiğimiz için bizi küfürle suçlarken, neden suçsuz ailem ve  akrabalarımın kanını dökmüş olan arkadaşını küfürle suçlamadı?" Ebu Bekir'in elçisi, "Evet doğrudur." dedi: "Sen kâfir oldun; Allah seni Müslümanlara muhalefet etmenden dolayı kâfir saymıştır." Eş'as'ın amcasının oğullarından bir genç, bu sözleri duyunca yerinden fırlayarak bir kılıç darbesiyle Ebu Bekir'in elçisinin başını vurdu. Eş'as da onun bu hareketini överek onayladı! Fakat Eş'as'ın taraftarları onun bu hareketinden rahatsız olarak ondan yüz çevirdiler ve iki bin askerden başka diğerleri onu yalnız bıraktılar. Ziyad b. Lübeyd de kendisinin muhasara edilişini, Eş'as'ın taraftarlarından birinin halifenin elçisini öldürmesini ve diğer meseleleri Ebu Bekir'e bildirdi. Halife Müslümanlarla müşavere ederek Eş'as'a karşı yapılması gerekeni araştırdı. Ebu Eyyub Ensarî dedi ki: "Kindiler sayı bakımından çokturlar, birleşecek olurlarsa çok büyük bir güç oluştururlar. Bu yıl ordularının onları rahatsız etmesini engellersen onlar da seninle uzlaşabilirler ve gelecek yıl mallarının zekâtını kendi istekleriyle verirler." Ebu Bekir, "Vallahi onlar Resulullah'ın kendileri için tayin etmiş olduğundan devenin bir ayağının bağı kadar bile az verecek olurlarsa teslim oluncaya kadar onlarla savaşırım." dedi! Daha sonra İkrime b. Ebu Cehil'e bir mektup yazarak ondan Mekkelilerin yardımıyla Ziyad'ın yardımına koşmasını ve yol üzerindeki kabileleri de Eş'as'la savaşa ve kendilerine yardıma davet etmesini istedi. İkrime halifenin bu emriyle Kureyş'ten iki bin askerle, taraftarları ve aralarında sözleşme olan kabilelerle Ma'rib'e doğru hareket etti. Bu hareketten çok üzülen Diba ahalisi, "Akrabalarımız ve kendileriyle sözleşmemiz olan Kindîleri düşmanla baş başa bırakarak burada sessiz oturmamız yakışır mı bize?!" diyerek ayaklandılar ve hızlı bir hareketle hükümet merkezini işgal edip Ebu Bekir'in görevlisini oradan çıkardılar. Sonra İkrime'yi meşgul ederek onu akrabalarıyla savaşmaktan alıkoymaya karar verdiler. Bu haber Ebu Bekir'i çok öfkelendirdi.

Dolayısıyla İkrime'ye bir mektup yazarak yol üzerinde Diba ahalisine saldırarak iyice ezmesini ve esirlerini de Medine'ye göndermesini emretti. Bu emir üzerine İkrime Diba'ya saldırdı; amansız bir savaş yaptılar; sonunda İkrime Diba ahalisini muhasara etti. Diba ahalisi zekât vererek sulh etmek istediyse de İkrime bunu kabul etmeyip onların teslim olmaları gerektiğini söyledi! Onlar da teslim olmak zorunda kaldılar. İkrime zafer sarhoşluğuyla onların kalesine girdi, kabile başlarını ve ileri gelenlerin ellerini bağlayıp başlarını vurdu, kadınlarla çocuklarını esir etti, mallarına el koydu ve geri kalanlarını da Medine'ye gönderdi. Ebu Bekir esir düşen erkekleri idam edip kadınlarla çocukları da bölüştürmek istiyordu. Fakat Ömer, "Ey Resulullah'ın halifesi! Bunların hepsi Müslümandır ve gerçekten İslâm'dan çıkmadıklarına dair yemin etmektedirler." dedi. Bunun üzerine Ebu Bekir onları zindana attı ve Ebu Bekir ölünceye kadar zindanda kaldılar.

Ömer halife olunca onları serbest bıraktı.  İkrime, Diba halkının işini bitirdikten sonra Ziyad'ın yardımına koştu. Eş'as da bu olayları duyunca sayı bakımından askerinin az olması nedeniyle Necir kalesine sığındı, kadınlarıyla taraftarlarını orada topladı. Eş'as'ın haberi, Ebu Bekir'in elçisinin öldürülmesiyle onun etrafından dağılanlara ulaşınca amca oğullarını düşmanın muhasarasında yalnız bıraktıkları için kendilerini kınadılar ve tekrar savaşmak için harekete geçtiler. Ziyad, Kindîlerin kendileriyle savaşmaya geldiğini haber alınca çok kızdı. Fakat İkrime dedi ki: "Sen Eş'as'la taraftarlarını muhasarada tut, Kindîlerle ben savaşayım." Ziyad, İkrime'nin görüşünü benimseyerek, "Fakat onları ele geçirirsen hiçbirini sağ bırakma." dedi. İkrime ise, "Ben bu yolda ne gerekiyorsa yapacağım." cevabını verdi. İkrime yola koyuldu. Nihayet Kindîlerle karşılaştılar. Aralarında kanlı ve zorlu bir savaş başladı. Savaş süresi içerisinde, sonunda kimin zafere ulaşacağı belli değildi. Diğer taraftan, Eş'as öylece Ziyad'ın muhasarasındaydı ve Kindîlerin son hareketinden haberi yoktu. Muhasaranın uzaması onunla taraftarlarını açlık ve susuzluktan dize getirmişti. Dolayısıyla Ziyad'dan kendisi, ailesi ve taraftarlarından yüce makama sahip on kişi için aman istedi. Eş'as'ın teslim olma şartları yazılıp imzalandı! Bu olaydan sonra, Ziyad, Eş'as'ın mektubunu İkrime'ye gönderdi. İkrime de onu Kindîlere göstererek Eş'as'ın teslim olduğunu haber verdi. Kindîler de bu haberi alınca İkrime'yle savaşmaktan vazgeçerek geri döndüler. Fakat Eş'as teslim olduktan sonra Ziyad kaleye girerek teslim olma şartlarını görmezlikten gelerek kaledeki savaşçıları tutup ellerini bağlayarak cellada teslim etti! Nihayet ona bütün esirleri Medine'ye göndermesini emreden Ebu Bekir'in mektubu ulaşınca geri kalanları zincirlere vurarak Ebu Bekir için Medine'ye gönderdi. [497] Ebu Bekir'e böyle biat edildi. Ömer'in, "Oldu bittiye gelen, hesap edilmemiş bir iş" olarak tanımladığı ve Ömer'le Osman'ın hilâfetlerinin dayandığı ve kendisiyle istidlal edilen biat budur.
--------------------

[492]- Malik b. Nuveyre'nin biyografisi için bk. el-İsabe, c.3, s.336, sayı 7698.

[493]- Tarih-i Taberî, Avrupa baskısı, c.1, s.1927-1928; Tarih-i Yakubî, Beyrut baskısı, c.2, s.131.

[494]- Tarih-i Ebu'l-Fida, s.158; Vefeyatu'l-A'yan, Vesime'nin biyografisinde; Fevatu'l-Vefeyat; diğer kaynaklar ve rivayetin detayıyla ilgili bk. Abdullah b. Saba, Beyrut baskısı, 1403, c.1, s.185-191.

[495]- Futuhu'l-Buldan, Ridde-i Benî Velia ve Eş'as b. Kays.

[496]- Enfâl: 75

[497]- Bu olayı özetle şu kaynaklardan naklettik: Futuhu'l-Buldan, Belazurî, Ridde-i Benî Velia ve Eş'as b. Kays el-Kendî hakkında, s.122-123; Mu'cemu'l-Buldan, Yakut Hamevî, "Hadremut" sözcüğünde; Futuh-. İbn A'sem, c.1, s.57-58. Bu olay tam olarak Abdullah b. Saba kitabında, c.2, s.393-410'da kaydedilmiştir.

Hilafet Konusunda Ömer ve Ebubekir'in Görüşü

Daha önce de dediğimiz gibi Ebubekir, -Benî Saide Sakifesi'nde- şöyle dedi:

"Kureyş dışında hiç kimse bu hükümete lâyık değildir. Çünkü Kureyş soy ve boy açısından Araplar arasında yüce bir mevkie ve merkeziyete sahiptir. Bu yüzden ben size hükümet için her ikisi de Kureyş'ten olan Ömer'le Ebu Ubeyde'den birini öneriyorum. O halde hangisine isterseniz biat edin!"[379]

2- Ömer ise kendi hilafeti döneminde Ebubekir'e biat konusunda şöyle demiştir:

"Ebubekir'e biat oldu bittiye getirilen bir işti; geldi ve geçti" sözü sizleri kendinizle meşgul etmesin; gerçi böyleydi ve Allah onun şerrini uzaklaştırdı. Ama bu sizin aranızda boyunlar kendisine uzanan Ebubekir gibi birisi de yoktu! Eğer ileride biri Müslümanlarla müşavere edip onların görüşlerini almadan insanlardan biat almaya kalkışırsa, ne onu ve ne de biat edeni önemsemeyin; bu durumda ikisi de ölümü hakketmiştir."[380]

İki Halifenin Görüşünün Değerlendirmesi

Biz burada ilk önce Ebubekir'in Benî Saide Sakifesi'ndeki istidlalini inceleyecek, daha sonra Ömer'in kendisinden sonra hilafet için ileri sürdüğü şura planına değineceğiz.

Ebubekir'in Benî Saide Sakifesi'nde söz konusu ettiği istidlali hakkında şunu diyebiliriz ki: O gün bu mücadelenin yöneticilerinin istidlalleri, kavmiyetçilik ve kabile taassubu çerçevesindeydi; çünkü:

Resulullah'ın (s.a.a) cenazesini yerde bırakarak Sa'd b. Ubade'yi hükümet ve hilafete geçirmek için Benî Saide Sakifesi'nde toplanan Ensar, Sa'd'ın diğerlerinden üstün olup hilafete ancak onun layık olduğunu söylemiyorlardı; aksine diyorlardı ki: "Muhacirler sizin topraklarınızda ve sizin elinizin altında yaşıyorlar. Dolayısıyla onların hiç birinin size baş kaldırmaya ve efendilik gütmeye hakkı yoktur. Onun için siz Ensar çaba gösterip hükümeti ele geçirin."

Ensar gibi Benî Saide Sakifesi'ne ulaşan Kureyş Muhacirleri de kavmiyetçilik mantığıyla yola çıkarak diyorlardı ki: "Araplar arasında Kureyş'in yüce bir makamı ve mevkisi var. Biz Resulullah'ın (s.a.a) kabilesinden ve onun ailesindeniz. Onun hükümetini ele geçirmek için kim bizimle savaşmaya kalkışabilir?!" Veya Ensardan olan o adam "bir kişi bizden ve bir kişi de sizden önder olsun" ya da Kureyiş'ten olan bir Muhacir, "Hükümet bizim olsun, vezirlik ve müşavirlik de sizin" cevabını veriyordu.

Bütün bunlar kavmiyetçilik ve kabile taassubu düşüncelerinin belirtileridir.

Kavmiyetçilik meselesi, Avs kabilesinden olan Useyd b. Huzeyr ve orada hazır olan kabilesinin diğer fertlerini, yakın geçmişte vuku bulmuş olan Beas savaşı hatırlayarak Hazrec kabilesinin kendilerine sulta kurmasından endişelenip onların hükümete geçmesini önlemeye yöneltti ve bunun sonucunda şöyle dediler: Vallahi eğer Hazrec kabilesi yalnız bir kere size hükümet edecek olursa her zaman size karşı övünecek ve hükümette size bir pay vermeyecektir. O halde kalkıp Ebubekir'e biat etin.

Sonunda Eslem kabilesinin katılmasıyla Kureyş Muhacirleri başarıya ulaştılar. Çünkü o sırada erzak almak için Medine'ye gelmiş olan ve Medine sokaklarını doldurup taşıran bu kabilenin Ebubekir'e biat etmesi Kureyş Muhacirlerinin Ensara karşı başarısını kesinleştirdi.

İşte bu nedenle olacak ki Ömer haklı olarak, Ebubekir'e biatin oldu bittiye getirilen ve hesap edilmemiş bir iş olduğunu söylemiştir!
------------

 

[379] - Sahih-i Buharî, “hudud” kitabı, "Recmu’l - habla" bölümü.

[380] - Sahih-i Buharî, “hudud” kitabı, "Recmu’l - Hebli" babı.

 

Namazda İmamlık Etmek Liderliğin Şahidi Olamaz
 

Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) sonra ümmetin rehberliği konusunun akait ve mezhep imamları arasında tartışıldığı on dört asır boyunca hiçbir araştırmacının, Ebu Bekir’in hilafetini Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) tayini üzere tevil ettiği ve, “Allah Resulü (s.a.a) Ebu Bekir’in önderliğini kendi hayatı dönemimde insanlara tavsiye etmiştir” dediği görülmemiştir.

Ehl-i Sünnet alimlerinin Ebu Bekir’in hilafeti hakkındaki delileri tümüyle Muhacir ve Ensar’ın kendisine biat etmesi ve onun hilafeti hakkında görüş birliğinde olmalarıdır. Onun liderliğinin Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) tayini esasına dayanmadığı gerçeği ise bizzat Ebu Bekir ve taraftarlarının Sakife toplantısındaki söylemiş olduğu sözlerinde tüm açıklığıyla görülmektedir; çünkü eğer onun liderliği hususunda Peygamberden (s.a.a) bir nas ve delil gelmiş olsaydı o asla Sakife günü Ömer ve Ebu Ubeyde’nin elinden tutmaz ve, “Ben sizin için bu iki kişiden razıyım” demezdi.

Hakeza, Ebu Bekir’in liderliği hususunda semavî vahiy yoluyla da bir nas ve delil inmiş olsaydı asla Sakife toplantısında Kureyş’in Peygamber ile olan akrabalığı ve onların İslam’daki önceliği deliline dayanılmaz veya aynı fikirleri taşıyan dostu (Ömer), halifenin ortaya koyduğu delilleri kendisinin Sevr mağarasında Peygamber (s.a.a) ile yoldaşlığı veya Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerine namaz kıldırması delili ile güçlendirmeye çalışmazdı.

Bizzat Ebu Bekir Sakife günü Ensar’ın adayını eleştirerek şöyle demiştir: “Arap toplumu, yaşam muhiti ve soy açısından diğerlerinden üstün olan Kureyş’ten başkasının hilafetini doğru görmez.” Eğer kendisinin hilafeti konusunda Allah Resulü’nden bir tek kelime ifade edilmiş olsaydı bu gevşek deliller yerine ona sarılması ve şöyle demesi gerekirdi: “Ey İnsanlar! Peygamber falan gün ve falan yıl beni Müslümanların önderi ve lideri olarak seçmiştir.”

Çok ilginç doğrusu! Onun liderliğinin Peygamber-i Ekrem (s.a.a) tarafından tayinle olduğunu söylemek nasıl mümkündür? Oysa bizzat kendisi hasta yatağında, “Keşke Peygamber-i Ekrem’e (s.a.a) hilafet ve ümmetin rehberliği konusunun kime ait olduğu sorsaydım” diye arzu etmişti.

İslam’ın meşhur tarihçisi Taberi bu olayı detaylı bir şekilde naklederek şöyle demektedir: “Ebu Bekir hasta yatağına düşünce Kureyş’in meşhur zengini Abdurrahman bin Avf onu ziyaret etti. Bir dizi iltifat ve konuşmalardan sonra Ebu Bekir büyük bir üzüntüyle oradaki topluluğa dönerek şöyle dedi: “Rahatsızlığım yaptığım üç şeyden kaynaklanmaktadır. Keşke onları yapmasaydım. Diğer üç şeyden de endişe ediyorum; keşke onları da Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) sorsaydım. Yapmamayı arzu ettiğim şu üç şey şunlardı:

1- Arzu ediyorum ki keşke her ne kadar savaş ve cedelleşmeye sebep olsa da Fatıma’nın evini açmasaydım.

2- Arzu ediyorum ki keşke Sakife günü liderlik yükünü yüklenmeseydim. Onu Ömer’in veya Ebu Ubeyde’nin omuzlarına atsaydım ve kendim ise sadece müşavere ve vezaret makamını seçseydim.

3- Arzu ediyorum ki keşke bir haydut olan İyas bin Abdullah’ı ateşte yakmasaydım da onu kılıçla öldürseydim.

“Keşke Allah Resulü’nden (s.a.a) sorsaydım” dediğim şeyler ise şunlardır:

1- Keşke Müslümanların liderlik ve önderlik makamının kime ait olduğunu ve hilafet elbisesinin kimin bedenine dikildiğini sorsaydım.

2- Keşke Ensar’ın bu konuda hakkı olup olmadığını sorsaydım.

3- Keşke hala ve kız kardeşin kızının miras hakkını Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) sormuş olsaydım.”[73]

--------------------

[73] - Tarih-i Taberî, c. 3, s. 234.

Ümmetin Önderliği / Üstat Cafer Sübhani

 

Ebu Bekir’in Namazda Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Yerine Geçmesi

Bazı Ehl-i Sünnet alimleri Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ölüm döşeğinde iken Ebu Bekir’in Peygamber-i Ekrem’in yerine namaz kıldırmasını büyük bir özen ve itina ile nakletmekte ve bu yolla Ebu Bekir için büyük bir fazilet veya hilafeti hususunda bir senet ortaya koymak istemişlerdir. Onlar aslında bu çabalarıyla şöyle demek istemişlerdir: “Peygamber-i Ekrem (s.a.a) onun namaz kıldırmada kendi yerine geçmesinden hoşnut olmuşsa Müslümanlar da dünyevi bir iş olan hilafet ve liderlik hususunda ondan daha iyi bir şekilde razı olmak zorundadırlar.

Bu delil bir çok açıdan reddedilmiştir:

1- Tarih açısında Ebu Bekir’in namazda Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerine geçmesinin bizzat Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) izniyle olduğu kesinlikle sabit değildir. Dolayısıyla da onun kendiliğinden veya bazılarının işaretiyle bu işi yaptığı uzak bir ihtimal değildir. Bu işi teyit eden konulardan biri de Ebu Bekir’in bir defa daha Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) izni olmadan Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerinde durup namaz kıldırmak sorumluluğunu üstlenmiş olmasıdır.

Ehl-i Sünnet dünyasının meşhur muhaddisi Buharî kendi Sahih’inde şöyle nakletmektedir: “Bir gün Peygamber, Benî Amr bin Avf kabilesine doğru gitti. Namaz vakti olunca Ebu Bekir Peygamber-i Ekrem’in yerine namaza durup cemaat imamlığını üstlendi. Peygamber mescide gelip namazın başladığını görünce Müslümanların saflarını yarmak, mihrapta durmak, namazda imamlığı üstlenmek ve Ebu Bekir’in geriye giderek sonraki safta yer almasını sağlamak zorunda kaldı.”[74]

2- Ebu Bekir Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) emriyle onun yerine namaz kıldırmış olsa bile, yine şöyle demek gerekir: Onun namazdaki liderliği asla İslami hilafet ve liderlik gibi çok önemli ve tehlikeli bir işi üstlenebilme salahiyetinin delili olamaz.”

Zira namazda imamlık için doğru bir kıraat sahibi olmak ve namazın hükümlerini bilmek dışında bir şart söz konusu değildir. (Ehl-i Sünnet alimlerinin görüşüne göre hatta adalet sıfatı bile gerekli değildir.) Ama İslami liderlik meselesinin çok önemli bir takım şartları vardır ve onların hiç birisi namaz için imamlık yapacak kimsede gerekli ve lazım sayılmamıştır. Örneğin:

- Şeriatın bütün temel ve fer’î hükümlerini bilmek,

- Müslümanları ilahî hüküm ve hadler esasınca idare edebilme gücüne sahip olmak,

- Günah ve hatadan korunmuş olmak...

Namazda imamlığı Müslümanların liderliğine delil sayanların ifadesinden de anlaşıldığı üzere, onlara göre imamlık makamı çok küçük bir makamdır. Onlar imamlık ifadesinden sıradan bir yöneticilikten başka bir şey anlayabilmiş değillerdir. Bu yüzden de şöyle demektedirler: “Peygamber (s.a.a) Ebu Bekir’i dini bir iş için seçmişse biz de dünyevi bir iş olan liderliğinden hoşnut olmamız gerekir.” Bu cümleyi ifade eden kimsenin İslami liderlikten sadece yüzeysel bir anlam çıkardığı ve dünyadaki sıradan tüm liderlerde bulunan özellikleri kastettiği anlaşılmaktadır. Oysa daha önce de hakkında kısaca bilgi vermeye çalıştığımız gibi Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) halifesi zahiri hakimiyet ve ülke liderliğini idare etmenin yanı sıra, sıradan liderlerde olmayan bir takım manevi makamlara da sahiptir.

3- Ebu Bekir’in cemaat namazında imamlığı eğer Peygamber-i Ekrem’in emriyle olmuşsa o halde Peygamber (s.a.a) neden bir elini Hz. Ali’nin (a.s) ve diğer elini ise Fazl bin Abbas’ın omuzuna bırakarak atarak yürüdüğü o ateşli ve hastalıklı durumuna rağmen mescide girmiş, Ebu Bekir’in kenarında durarak namaz kıldırmaya başlamıştır?! Zira böyle bir amel Ebu Bekir’in namaz kıldırmak üzere görevlendirilmesiyle bağdaşmıyor.

Gerçi Ehl-i Sünnet alimleri Peygamber-i Ekrem’in namaza katılmasını şöyle tevil etmişlerdir: Ebu Bekir Peygambere, insanlar ise Ebu Bekir’e uymuşlar ve bu şekilde namaz kılmışlardır. [75]

Açıkça görüldüğü üzere bu tevil, doğru bir düşünceden ve kabulden çok uzak bir tevildir. Zira eğer durum böyle olsaydı Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ellerini kuzenlerinin omuzuna atarak o ateşli ve hasta haliyle mescide gidip namaza durmasına gerek kalmazdı. Dolayısıyla olayın doğru yorumu şudur: Peygamber (s.a.a) bu ameliyle Ebu Bekir’in imametini ortadan kaldırmak ve namazda imamlığı bizzat üstlenmek istemiştir.”

4- Bazı rivayetlerden anlaşıldığına göre Ebu Bekir’in imamlığı bir defadan fazla gerçekleşmiştir. Dolayısıyla onların tümünün Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) izniyle olduğunu iddia etmek zor ve karmaşık bir olaydır; çünkü Peygamber-i Ekrem (s.a.a) hastalığının başında sancağı Usame bin Zeyd’e vermiş ve herkese Rumlarla savaş için Medine’yi terk etmesini emretmişti. Bu grubun gitmesi hususunda çok büyük bir ısrarda bulunmuş ve defalarca şöyle buyurmuştur: “Usame’nin ordusunu techiz edin; hazırlayın.” Aynı şekilde Usame’nin ordusuna katılmaktan sakınanlara da lanet etmiş, onlar için Allah’ın rahmetinden uzak kalmalarını talep etmiştir.”[76]

5- Tarihçilerle muhaddislerin de kabul ettiği üzere Ebu Bekir namazda imamlık makamını üstlenmek istediği an Peygamber, Ebubekir’in kızı Aişe’ye şöyle buyurmuştur: “Sizler Yusuf’un etrafına toplanan Mısırlı kadınlar gibisiniz.”

Şimdi bu cümleden maksadın ne olduğunu anlamaya ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hedefini tesbit etmeye çalışalım:

Bu cümle, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Aişe’yi kınarken onun Mısırlı kadınlar gibi hıyanette bulunduğunu ortaya koyuyor. Onlar en azından Züleyha’yı Aziz’e hıyanet etmeye teşvik ediyorlardı. Burada düşünülmesi mümkün olan hıyanet ise Aişe’nin, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) izni olmadan babasına, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) yerinde durup namaz kıldırmasını haber göndermesidir.

Ehl-i Sünnet alimleri Peygamber-i Ekrem’in bu cümlesini tefsir ederek şöyle demişlerdir: “Peygamber (s.a.a) Ebu Bekir’in kendi yerine namaz kıldırması hususunda ısrar ediyordu; ama Aişe bundan razı değildi. Zira o şöyle diyordu: “İnsanlar bu işten dolayı kötü tahminlerde bulunur, Ebu Bekir’in namazdaki imamlığını Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ölümünün göstergesi kabul edebilir ve böylece onun Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) ölümünü haber verdiğini düşünebilirler.” Acaba bu tefsir Resulullah’ın (s.a.a) yaptığı şeylerle (mescide gelmesi ve cemaat imamlığını bizzat üstlenmesi ile) bağdaşıyor mu?

Burada sözü kısa tutmak ve bu yorumun sıhhati ve doğruluğu hususunda hüküm vermeyi okuyuculara bırakmak istiyoruz.

-----------------
 

[74] - Sahih-i Buharî, c. 2, s. 25.

[75] - Sahih-i Buharî, c. 2, s. 22.

[76] - Şerh-u Nehc’il Belağa, İbn-i Ebi’l Hadid, c. 6, s. 52; Kitab-u Sakife, Ebu Bekir Ahmet bin Abdulaziz Cevheri’den naklen.

Ümmetin Önderliği / Üstat Cafer Sübhani

 

Halifelerin İlahî Hükümlerden Haberdar Olmayışı
 

Önceki konularda da ispat edildiği üzere kapsamlı dinî bir önderlik, temel ve fer’î hükümler hakkında genel bir ilmin ve İslam toplumunun tüm ihtiyaçları hakkında tam bir bilinç sahibi olmanın ipoteğindedir. Böyle mükemmel bir bilinç olmaksızın dini önderlik mümkün değildir.

Zira insanın yaratılışının hedefi sadece semavî şeriatlerle amel etme sayesinde tekamülden başka bir şey değildir. Peygamberleri göndermek ve kanunları yasamaktan maksat da beşeri, sapıklık ve yanlışlıktan alıkoymak ve ona fazilet ve kemal yolunu göstermekten başka bir şey değildir.

Semavî kanunlarla amel sayesinde tekamül etmek, insanların tüm hüküm ve teklifleri kolayca elde edilebilecek bir konumda olmaları durumunda mümkündür. Böylece tekamül yolunu arayanlar için mazeret kapısı kapanacak veya önündeki engeller tümüyle ortadan kaldırılacaktır.

İnsanın tüm hükümleri kolayca elde edebilmesi ise peygamberden (s.a.a) sonra Müslümanlar arasında toplumun dinî ihtiyaçlarından haberdar olan ve böylece onlara gelişimi ve doğru yolu gösteren bir şahsın varlığını ve yaratılışın hedefinin gerçekleşmesi hususunda hiç bir duraklamanın olmamasını gerektirmektedir.

Üç halifenin hayatı incelendiği taktirde açıkça görüleceği gibi onlardan hiç birisi böyle bir makam ve mevkiye sahip değillerdi. İnsanların dinî ihtiyaç ve hükümler babında bilgileri oldukça azdı.

Kur’an-ı Mecid’den sonra İslam toplumunun yegane tekamül yolu, Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) itibar ve hüccet oluşları tüm Müslümanlar nezdinde kesin bir şeklide kabul gören hadis ve sünnetleri hakkında bilgi ve bilinç sahibi olmaktır. Nitekim Kur’an da bir çok ayetlerinde açık bir şekilde bu sünnet ve hadislere uymanın gerekliliğini açıkça beyan etmiştir: “Peygamber size neyi verirse o halde alın ve neden de sakındırırsa o halde sakının.”

Ama söz konusu halifelerin İslami emirler hakkındaki bilgileri kayda değer bir ölçüde değildi. Onlar bu nakıs ve eksik bilgileriyle insanlık kervanını, İslam’ın emirleriyle amel sayesinde, ulaşılması mümkün olan kemal zirvesine ulaştıramazlar.

Ahmed bin Hanbel’in “Müsned” adlı kitabında Ebu Bekir’den naklettiği rivayetler seksenden fazla değildir.[96] Celaluddin Siyutî ise sadece onları yüz dörde ulaştırmıştır.[97] Sonunda Ebu Bekir’den bize ulaşan hadislerin sayısı sadece yüz kırk ikiyi bulmuştur.[98]

Üstelik bu hadislerden bazısı sadece kendisinden nakledilen bir söz konumundadır. Örneğin hadis olarak ondan nakledilen bu 142 hadisten biri şöyledir: “Şüphesiz Allah Resulü, Ebu Cehil’e kurban hediye etti.” Ayrıca ondan nakledilen bazı hadisler de akıl ve Semavî Kitaba aykırıdır. Örneğin şu iki hadise dikkat ediniz:

1- “Şüphesiz canlıların ölülere ağlamasıyla onlara kaynar sular dökülür.”

Bu rivayetin anlamı şu açılardan reddedilmiştir:

a- Ölü hakkında makul bir ağlama insani duyguların nişanesidir ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu yüzden evladı İbrahim’in ölümünde şiddetle gözyaşı dökmüş ve şöyle buyurmuştur: “Ey İbrahim! Senin için elimizden hiç bir şey gelmez. İlahî taktir de geri dönemez. Babanın gözleri senin ölümüne ağlamakta ve kalbine hüzün ve gam dolmaktadır. Ama asla Allah’ı gazaplandıracak bir söz söylemeyeceğim.”[99]

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Cafer bin Ebu Talib’in Mute savaşında şehit olduğundan haberdar olunca şiddetli bir şekilde ağladı ve gözyaşı taneleri sakalından aşağı döküldü.[100]

b- Böyle bir ağlama farzen doğru olmasa bile neden kişisel bir amelle başka birisi azap görsün. “Herkesin kazandığı kendisinedir, kimse başkasının yükünü taşımaz.”[101] Peygamber nasıl olurda Ebu Bekir’in naklettiğine göre “Bir kişinin ağlamasıyla sığınaksız ölü azap görür” diye buyurmuş olabilir?!

2- “Şüphesiz benim ümmetim için cehennemin sıcaklığı hamamın sıcaklığı gibidir.”

Bu söz de günahkârların küstahlaşmasına sebep olmasıyla birlikte Kur’an-ı Kerim’de cehennem hakkında nakledilen naslarla (Nitekim cehennem ateşinin yakıtı taşlar ve insanlardır, dağları andıran yakıcı alevleri uyanık kalpleri ezmektedir) tamamen muhalefet içindedir.

Evet, görüldüğü gibi Ebu Bekir’den nakledilen bazı rivayetler ya onun sıradan sözleridir ya da akıl ve Semavî Kitab’ın anlamına aykırıdır ve hadis olarak adlandırılabilecek sözleri çok azdır.

Şüphesiz bir birey bu naçiz ilmiyle İslam toplumunun kemale doğru yönlendirip ümmetin ihtiyaçlarını bertaraf kılamaz.

Halifenin kendisi de sözlerinin birinde kendi ilmi seviyesini ifşa etmiş ve şöyle demiştir: “İşlerinizin dizginleri benim elime verilmiştir. Oysa ben sizlerin en hayırlınız değilim. Eğer benim hak üzere olduğumu görürseniz bana yardım ediniz, eğer batıl üzere olduğumu görürseniz karşımda durup yaptıklarıma engel olunuz.”[102]

İslam toplumunun adım adım takip etmesi gereken dinî önderlik ve rehberlik makamı, bu gibi konularda ümmetten yardım almamalı ve ümmetin elinden tutup onu yaratılış hedefine sevk edeceği yerde ümmetten elinden tutmasını ve yanlışlıklarını düzeltmesini istememelidir.

------------------

[96] - Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 2 - 14.

[97] - Tarih’ul Hulefa, s. 59 - 66.

[98] - el-Gadir, c. 7, s. 108.

[99] - Sire-i Halebî, c. 3. s. 34; Bihar, c. 22, s. 157.

[100] Meğazi-i Vakidi, c. 2, s. 766; Bihar, c. 21, s. 54

[101] En’am Suresi, 164. ayet

[102] - Tabakat-i İbn-i Sa’d, c. 3, s. 151.

Ümmetin Önderliği / Üstat Cafer Sübhani

 

 

 


 

Ebubekir, Kendinden Sonra Hilafete Ömer’i Tanıtıyor

Ebubekir ölüm yatağında yalnız Osman’ı çağırarak ona şöyle yazmasını söyledi:

Bismillahirrahmanirrahim

“Bu, Ebubekir Ebu Kahafe’nin Müslümanlara vasiyetnamesidir. Ama sonra;” (Ebubekir bunu söyledikten sonra bayıldı. Bunun üzerine Osman kendi yanından Ebubekir’in vasiyetnamesini şöyle tamamladı:)

“Ben kendi yerime sizin için Ömer b. Hattab’ı seçiyorum. Ben bu seçimde sizin için hayırdan başka bir şey dilemedim.”

O sırada Ebubekir kendine gelerek gözlerini açtı ve Osman’a, “Oku bakayım ne yazdın!” dedi. Osman da kendi yanından yazdıklarını Ebubekir’e okudu. Ebubekir de onun yazdıklarını duyunca tekbir getirerek dedi ki:

“Ben baygınken ölmemden ve benden sonra hilafet konusunda insanların ihtilafa düşmesinden mi korktun?” Osman, “Evet” cevabını verdi. Ebubekir, “Yazdıklarını kabul ediyorum. Allah İslam ve Müslümanlardan dolayı sana hayırlı mükafat versin” dedi ve Osman’ın yazdıklarını imzaladı!

Taberi bu olaydan önce şöyle yazar:

Ömer elinde bir hurma dalı olduğu halde Resulullah’ın (s.a.a) mescidinde halkın arasında oturmuştu. Ömer’in hilafet hükmünü elinde bulunduran Ebubekr’in azad ettiği kölesi Şedid de oradaydı. O sırada Ömer halka şöyle dedi:

“Ey insanlar! Resulullah’ın halifesinin söz ve tavsiyelerini dinleyin ve ona itaat edin. O diyor ki ben sizin hayrınızı dilemekte kusur etmedim.”[292]

Ömer’in bu tutumuyla dün Resulullah’ın (s.a.a) vasiyetnamesinin yazılmasına karşı tutum ve tavrı arasındaki fark nedir acaba?!
------------

 

[292] - Tarih-i Taberi, Avrupa basımı, c. 1, s. 2138.

 

EBUBEKİR VE ÖMER'İN KENDİ İTİRAFLARI



        Buhari, Ömer ibn'i Hattab'ın Menakib babında şöyle yazıyor: "Ömer vurulduğunda çok rahatsızdı; İbni Abbas teselli olarak şöyle dedi: "Ey müminlerin emiri! Her ne olur sa olsun yine sen Resulullah'la beraber oldun bu ve beraberliği iyi yaptın; ondan ayrıldığın vakit o senden razı idi. Sonra Ebubekir ile beraber oldun ve onunla da iyi beraberlik te bulundun, Ondan ayrıldığın zaman o senden razı idi ve ondan sonra onların sahabeleriyle birlikte oldun ve onlara iyi yoldaşlık ettin, Eğer şimdi onlardan ayrılıyorsan şüphesiz senden razıdırlar", Ömer dedi ki: Peygamberle beraberliğim ve onun benden razı olması, Allah'ın bana bir lutfu idi; Ama Ebubekir ile birlikte olup onun benden razı olması o da yine Allah'ın bana bir ihsanı idi, ama benim üzüntüm ve derdim, sen ve senin sahaben içindir. Vallahi eğer dünya dolusu altınım olsaydı Allah'ın azabını görmeden ondan kurtulmak için hepsini verirdim", (1)

        Tarih yine ömer'ın şöyle dediğini de kaydetmiştir: "Keşke bir koyun olup iyice besleneydim, iyice semizledikten sonra sahibim ziyaretine gelen sevdiği bir dostu için beni kesseydi onlar etimden bir kısmını kebap edip yeseydiler Ye, azere olarak çıkarsaydılar; Ama insan olmasaydım" (2)

        Bu sözün benzerini tarih Ebubekir'den de nakletmiştir. Nakle göre Ebubekir ağacın başında duran bir kuşa bakarak şöyle demiştir: Ey kuş, ne mutlu sana sebzelerden yiyor ve  uçup ağacın üstüne konuyorsun; Ne hesap (derdin) var ne de azaptan
-----------------

1- Sahih'i Buhari c. 2, s, 201.
2- İbn'i Teymiye'nin Minhac'us sünnet kitabı c.3. s.131. vc İbn-i Neim'in Hilyetul Evliyası, c.1, s.52



(korkun) keşke bende yol üstünde bir ot olsaydım; Oradan geçen deve beni yeseydi ve ben onun dışkısı ile çıksaydım da insan olmasaydım". (1)

        Ve yine başka bir nakle göre de: "Keşke
annem beni doğurmasaydı; keşke harcın içindeki bir saman olsaydım." demiştir.(2)

        Bu naklettiklerim onların bu tür sözlerinin sadece bir kısmını oluşturur, numüne olarak bu kadarını zikrettim.

        Ama Kur'an'ı Kerim müminleri şöyle müjdeliyor: "Bilin, haberdar olun ki şüphesiz Allah'ın dostlarına ne korku vardır ve ne de onlar mahzun olurlar; Onlar öyle kişilerdir ki inanmışlardır ve onlar takvalıdırlar; Onlar için dünya yaşayışında ve de ahirette müjde var. Allah'ın sözlerinin değişmesine imkan yok, budur en büyük saadet ve kurtuluş". (3)

        Ve yine Hak Teala buyuruyor ki: "Gerçektende Rabbimiz dedikten sonra dosdoğru hareket edenlere melekler indiririz de sakın korkmayın ve mahzun olmayın ve müjdelenin deriz; Sevinin size vadedilen cennetle; Biz dünya yaşantınızda da size dostuz ahirette de; Ve orada canınız ne isterse var. Bağışlayan ve Rahim olandan bir ihsandır bu." (4)

        Müminler böyle müjdelenmişken Ebubekir ve Ömer neden insan olarak yaratılmış olmamayı arzu ediyordular; Halbuki Allah insanı tüm yaratıklarından üstün kılmıştır.

----------------------
1- Tarih'i teberi, s, 41 - Er'riyaz'un nezire c, 1. s. 134. Kenz'ul ummal s. 361. İbn'i teymiye'nin Minhac'us sünnet'i, c.3, s.120.
2- Tarih'i teberi s.41. (Erriyaz'un nezire c.1. s.134, Kenz'ul ummal s.361. Minhac'us sünnet, c. 3, s.120,
3- Yunus / 62 - 63 . 64
4- Füssilet
 / 30-32.



        Hayatında hak uğrunda istikamet gösteren bir normal müminin makamı, melekler ona inerek cennetle müjdeleyecek derecede yükseliyorsa; artık Allah'ın azabından tedirginlikleri ve dünyada bıraktığı için üzüntüleri kalmıyorsa; O halde neden Resulullah'tan sonra bize öğretilenlere göre halkın en üstünü olan sahabe, azere, saman ve tüy olmayı arzu ediyorlardı. Eğer melekler onları cennetle müjdelemiş olsaydı, asla bu gibi şeyler arzu etmeleri düşünülemezdi. Ve dünya dolusu altınları olsa Allah'ın azabından kurtulmak için onu vermek arzusunu taşımazlardı.

        Allah'u Teala buyuruyor ki: 'Zulmeden kişi yeryüzünde ne varsa hepsine sahip olsaydı, kurtulmak için hepsini de bağışlardı; Azabı görünce pişman olurlar ve aralarında adaletle hükmedilir; zulüm görmez onlar" (1)

        Ve yine buyuruyor ki: "Eğer yeryüzünde ne varsa hepsi ve onlarla beraber de dahil misli zülmedenlerin olsa, kıyamet gönü aza bın ın kötülüğünü giderip kurtulmak için elbette bağışlardı ve o gün onların hiç hesaplamadıkları şeyler Allah tarafından karşılarına çıkarılıverecek." (2)

        Bu ayetlerin, Ebubekir ve Ömer gibi büyük sahabeye şamil olmamasını temenni etmekten başka bir şeyelirnden gelmez. Ama bu konu öyle basit değildir; Zira onların Peygamber'le olan ilişkilerini incelemek insanı çok düşündürmekmedir. Bu arada, Resulullah'ın emirlerine itaat etmemeleri ve
onun mubarek ömrünün son zamanlarında gazaplanmasına sebep olacak derecede buyruğuna itinasız davranmaları gözden çıkarılmamalıdır.
----------

1- Yunus / 54
2- Zümer / 47 . 48

---------------------------

Nasıl Hidayete Kavuştum, Prof.Dr.Muhammed Ticani


 

Birinci Halifenin Bilgisizliğinin Örnekleri

Burada halifenin bilgi düzeyini gösteren bir takım örnekler aktarmak istiyoruz. Bu örnekler halifenin dinî meseleler hakkındaki bilgisini apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu örnekler halifenin, karşı karşıya kaldığı bir çok konuların cevabını bilmediğini göstermektedir

1- Büyük annenin miras meselesi de halifenin haberdar olmadığı, ama toplumun karşı karşıya kaldığı sorunlardan biriydi. Halife, torunu ölen ve kendisine bu konuda Allah’ın hükmünü soran yaşlı bir kadına şöyle dedi: “Allah’ın kitabında ve Resul-i Ekrem’in (s.a.a) sözlerinde bu konuda hiç bir şey yer almamıştır.” Daha sonra da o kadına şöyle dedi: “Sen git ben bu durumu Allah Resulü’nün ashabından sorar ve onların bu konuda Peygamberden bir şey işitip işitmediğini öğrenirim.” Orda hazır bulunan Muğire bin Şu’be şöyle dedi: “Ben Peygamber-i Ekrem’in huzurundayken o büyük anne için mirasın üçte birini takdim etti.”[103]

Halifenin bu konudaki bilgisizliği değil, asıl onun Muğire gibi kötü ve günahkâr birine müracaat edip ilahî hükmü ondan öğrenmesidir ilginç olan.

2- Hırsızın birini halifenin huzuruna getirdiler. Bu hırsızın bir eli ve bir ayağı kesilmişti. Bunun üzerine halife onun ayağının kesilmesini emretti; ama daha sonra ikinci halifenin, “Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) bu konudaki hükmü elin kesilmesidir” şeklindeki işaretiyle kendi görüşünden vazgeçti ve ikinci halifenin görüşüne uydu.[104]

Bu iki örnek halifenin İslam fıkhı hakkındaki çok sınırlı bilgisini gözler önüne sermektedir. Şüphesiz bu az bilgi ve Muğire ve benzeri kimselere müracaatla hiç bir zaman temeli, İslam’ın emir ve hükümlerinden haberdar olmaya dayanan manevî önderlik makamı idare edilemez.

---------------

[103] Muvatta-i Malik, s. 335

[104] Sünene-i Beyhaki c. 8, s. 273

Ümmetin Önderliği / Üstat Cafer Sübhani


 

Sakife ve Ebubekr’e Biat

Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra Ensar Benî Saide Sakifesinde toplandı. Muhacirlerden bir grubu da onlara katıldı. Böylece Resulullah’ın (s.a.a) akrabalarından başka o hazretin cenazesinin yanında hiç kimse kalmadı. Resul-i Ekrem’in (s.a.a) cenazesinin yanında kalanlar şunlardı:

Ali b. Ebitalib (Resulullah’ın amcası oğlu), Abbas b. Abdulmuttalib (Resulullah’ın amcası), Fazl b. Abbas (Resulullah’ın amcasının oğlu), Kasm b. Abbas (Resulullah’ın amcasının oğlu), Usame b. Zeyd (Resulullah’ın azat etmiş olduğu kölesi), Salih (Resulullah’ın azat ettiği kölesi), Avs b. Huli (Ensar'dan).[195]

Resulullah’a (s.a.a) gusül verip kefenleyenler yalnız bunlardı. Çünkü dediğimiz gibi Ensar ve Muhacirlerden bir grubu Benî Saide Sakifesinde toplanmışlardı.

Ömer’in Rivayetinde Sakife

Ömer, Sakife olayını şöyle anlatır:

Resulullah vefat edince Ensarın Benî Saide Sakifesinde toplandığını haber aldık. Ben Ebubekir’e "Gidip Ensardan olan kardeşlerimize katılalım" dedim. Ebubekir önerimi kabul edince birlikte Sakife’ye gittik. Ali, Zübeyr ve beraberindekiler bizimle birlikte değillerdi.

Sakife’ye ulaştığımızda Ensarın, Sa'd b. Ubade olduğu söyledikleri kilime sardıkları ateşi olan birini oraya getirdiklerini gördük.

Biz de onların arasında oturduk. Çok geçmeden Ensardan biri kalkarak Allah’a hamd ve sena ettikten sonra şöyle dedi:

Biz Allah’ın dostlar, İslam’ın kalabalık savaşçılarıyız. Fakat siz Muhacirler sıyıca az olan bir grupsunuz...

Ben ona cevap olarak bir şeyler söylemek istedim. Fakat Ebubekir, “Soğuk kanlı ol” dedi ve kendisi yerinden kalkarak konuşmaya başladı. Vallahi o konuşmasında benim söylemek istediğim hiç bir şeyi bırakmayıp ya aynısını ya da daha iyisini söyleyerek dedi ki:

“Ey Ensar! Şüphesiz siz bu saydığınız güzel özelliklere layıksınız. Fakat hilafet ve önderlik sadece Kureyş’e layıktır; çünkü onlar soy-sop açısından Arapların en seçkinidirler. Dolayısıyla ben hayırınızı düşünerek hilafet için bu ikisinden birini öneriyorum; hangisini isterseniz seçip biat edin. Daha sonra benimle Ebu Ubeyde’nin elini tutup kaldırarak onlara tanıttı. Sadece Ebubekir’in bu son sözünden hoşlanmadım!”

O sırada Ensardan biri kalkarak, “Biz Ensar develerin sırtlarını sürterek kaşıdıkları ve gölgesine sığındıkları ağaç gibiyiz. Öyleyse siz Muhacirler kendinize, biz de kendimize bir önder seçelim” dedi.

Bu sözlerden sonra her taraftan tartışma yükseldi. İkilik ve ihtilaf baş gösterdi. Ben bu ortamdan yararlanarak Ebubekir’e, “Ey Ebubekir! Elini uzat da sana biat edeyim” dedim. Ebubekir de elini uzatınca ona biat ettim. Muhacirler de ona biat ettikten sonra Ensar da bize katılarak biat ettiler.

Ebubekir’e biat ettikten sonra Sad b. İbade’nin üzerine yürüdük...

Bütün bunlardan sonra, bundan böyle bir kimse Müslümanlara danışıp onların görüşünü almadan hilafet konusunda birine biat ederse ne ona ve ne de biat alana itaat etmeyin. Çünkü onların her ikisi de ölümü hakketmiş olurlar.”[196]

Taberi, Sakife ve Ebubekir’e biat konusunda şöyle yazar:[197]

Ensar, Resulullah’ın (s.a.a) cenazesini, defnetmeleri için ailesine bıraktılar ve kendileri de Benî Saide Sakifesi’nde toplanarak, “Biz Muhammed’den sonra, hilafet için kendimize Sa'd b. Ubade’yi seçiyoruz” dediler. Onlar hasta olan Sa'd b. Ubade’yi kendileriyle birlikte oraya getirmişlerdi...

Sa'd b. Ubade Allah’a hamd ve sena ettikten sonra dinde Ensarın geçmişini, İslam'da fazilet ve üstünlüğünü saydı; kendilerinin Resulullah’a (s.a.a) ve ashabına kaşı saygılarını, düşmanlarla savaşlarını hatırlatarak Resul-i Ekrem’in (s.a.a) kendilerinden razı olarak dünyadan götüğünü vurguladı.

Sonra dedi ki: Ey Ensar! Şimdi hilafete kendiniz geçin ve onu başkalarına bırakmayın.

Sa’d’ın bu konuşmasından sonra ensan bağırarak, “Doğru söylüyorsun. Biz asla senin sözünden çıkmayız ve seni halife seçiyoruz.

Bu kesin karardan sonra aralarında bazı konuşmalar geçti ve sonunda dediler ki: Kureyş Muhacirleri bizim bu kararımızı kabul etmeyip biz Muhacirler Resulullah’ın (s.a.a) ilk yardımcıları ve akrabalarıyız. Resulullah’ın hilafeti konusunda bize karşı muhalefet etmeye hakkınız yoktur, deseler onlara ne cevap verelim? dediler. Bunun üzerine onlardan bir grubu, Bu durumda, “Biz kendimize biz kendimize, siz de kendinize bir halife seçin!" diyelim dedi. Bunun üzerine Sa'd b. Ubade, “Bu bizim ilk yenilgimiz ve gerilememiz olur” dedi.[198]

Ebubekir ve Ömer bunların duyunca hemen Ebu Ubeyde Cerrah’la birlikte Benî Saide Sakifesi’ne koştular. Useyd b. Huzeyr,[199] Uveym b. Saide,[200] Asım b. Adiy[201] ve Eclanoğulları’ndan[202] bir grubu da onlara katılıp hep birlikte orada düzenli bir şekilde oturdular.

Ebubekir, Ömer’in o toplulukta konuşmasını engelledikten sonra kendisi yerinden kalkarak Allah’a hamd ve senâ edip peşinden Muhacirlerin geçmişinden, onların Resulullah’ın (s.a.a) peygamberliğini diğer Araplardan önce doğruladıklarını hatırlatıp şöyle dedi:

“Muhacirler yeryüzünde Allah’a ibadet eden ve peygamberine iman eden ilk insanlardır. Onlar Resulullah’ın yakın dostları ve akrabalarıdır. Bu yüzden o hazretten sonra hilafete diğerlerinden daha layıktırlar. Bu konuda zalimlerden başka hiç kimse onlarla tartışmaz.”

Ebubekir bu konuşmasından sonra Ensarın fazileti hakkında da konuşarak şöyle devam etti:

Elbette ilk Muhacirlerden sonra bizim yanımızda hiç kimse sizin makamınıza sahip değildir. Hükümet bizim, vezirlik de sizin olsun!”

Bunun üzerine Hubab b. Munzir[203] yerinden kalkarak Ensara şöyle hitabetti:

“Ey Ensar! Hükümeti kendiniz ele geçirin. Muhacirler sizden cirenizden geçinmektedirler. Onlar sizin sayenizde yaşamaktadırlar; hiç kimse size itaatsizlik etme cesaretini gösteremez. O halde ikilik ve ihtilaftan sakının; çünkü ihtilaf işinizi bozar, sizi yenilgiye uğratıp hükümeti elinizden çıkarır. Bunlar kabul etmez ve duyduklarınızdan başka bir şey söylemezlerse bu durumda biz kendi aramızdan birini önder seçeriz, onlar da kendi aralarında birini seçsinler!”

O sırada Ömer yerinden kalkarak şöyle dedi:

“Böyle bir şey imkansızdır. İki kılıç bir kına sığmaz! Vallahi Arap sizin hükümetinizi kabul etmez, çünkü peygamberleri sizden değildir! Arap, peygamberin kavminin hükümetini kabul eder; buna asla karşı çıkmaz. Bizimle muhalefet edenlere karşı bizim şöyle bir sağlam delilimiz var: Hükümet konusunda günahkâr, sapık ve helaket vadisine düşenlerden başka kim Resulullah’ın kavminden olan bizimle muhalefet edip Muhammed’in hükümetini bizim elimizden çıkarmaya çalışır?!”[204]

Hubab tekrar kalkarak şöyle konuştu:

“Ey Ensar! El-ele verin, bu adamla arkadaşlarının sözlerini dinlemeyin; aksi durumda hükümet ve önderlik konusunda hakkınızı kaybedersiniz. Sizin isteğinizi kabul etmezlerse onları topraklarınızdan çıkarıp kendi istediğinizi yapın ve hükümeti kendi elinize alın. Vallahi siz hükümete onlardan daha lâyıksınız. Çünkü kafirler sizin kılıçlarınız karşısında teslim olup bu dini kabul ettiler.

Biz zayıfların ve güçsüzlerin sığınağı ve develerin, sırtlarını kaşımak için sürttükleri ağaç gibiyiz. İşte bu yüzden tekrar savaş ve kan dökmeye başlamak için sizin iradeniz yeterlidir diyorum.”

Bunu duyan Ömer, “Allah canını alsın senin!” dedi. Hubab ise, “Allah senin canını alsın” cevabını verdi.

Bu durumu gören Ebu Ubeyde, Ensara şöyle hitabetti: Ey Ensar! Siz Resulullah’ın (s.a.a) yardımına koşan ve kutlu İslam dinini savunan ilk kişilersiniz. O halde şimdi de dini değiştiren ve dönüştüren ilk kimseler olmayın!”

Daha sonra Beşir b. Sa’d-ı Herzecî Ebu Nuaym b. Beşir kalkarak şöyle konuştu:

“Ey Ensar! Vallahi bizler müşriklerle savaşta ve İslam dinini kabul etmede yüce bir makama ulaştık. Bu yolda Rabb'imizin rızası ve peygamberimizin emrine itaat ve nefsimizi yetiştirmek dışında bir şey istemiş değiliz. O halde o kadar faziletlere sahipken bizlerin insanlara zorbalık etmemiz, onlara minnet bırakmamız ve dünya mal ve mevkilerine kavuşmak için onu araç etmemiz yakışmaz. Allah bizim velinimetimizdir; bu konuda O bize minnet bırakmıştır.

Ey insanlar! Bunu bilin ki Muhammed (s.a.a) Kureyş’tendir ve onun kabilesinden olanlar ona daha yakındırlar. Dolayısıyla onun hükümetine geçmeye kabilesi diğerlerinden daha layıktırlar. Allah Teâla hükümet konusunda onlarla muhalefet etmeyi bana göstermesin. O halde siz de Allah’tan korkun ve onlarla muhalefet etmeye kalkışmayın. Hükümet konusunda onlarla kavga etmeyin.”

Beşir’den sonra Ebubekir kalkarak dedi ki:

“Bu Ömer ve Ebu Ubeyde’den hangisine isterseniz biat edin.” Ama Ömer’le Ebu Ubeyde bir ağızdan, “Vallahi aramızda sen olduğun halde biz böyle bir makamı üzerimize alamayız...” dediler.[205]

Sonra Abdurrahman b. Avf şöyle dedi:

“Ey Ensar! Her ne kadar sizin yüce bir makamınız varsa da, ama buna rağmen aranızda Ebubekir, Ömer ve Ali gibileri yoktur!”

Munzir b. Erkam da kalkarak Abdurrahman’a şöyle dedi:

“Biz ismini söylediğiniz kimselerin üstünlüğünü inkar etmiyoruz; özellikle onların arasında öyle birisi var ki hükümet ve önderlik için ileri çıksaydı hiç kimse ona muhalefet etmezdi. (Maksat Ali b. Ebitalib’dir)[206]

Bunun üzerine Ensarla bazı Muhacirler, “Biz yalnız Ali’ye (a.s) biat ederiz” diye bağırdılar.[207]

Ömer şöyle nakleder:

“Bunun üzerine her taraftan gürültü ve bağrışma sesleri yükseldi. Her köşeden anlaşılmayan sözler duyuluyordu. İhtilafın düzenimizi bozmasından korkarak Ebubekir’e “Elini uzat da sana biat edeyim” dedim!”[208]

Ama Ömer Ebubekir’in elini tutup biat etmeden önce Beşir b. Sa’d daha önce davranarak Ebubekir’in elini tutup ona biat etti!

Olayı seyreden Hubab b. Munzir bağırarak Beşir’e şöyle dedi: “Ey Beşir! Ey ailesinin lanetine uğramış! Amcan oğlunun hükümete geçmesini kıskanarak akrabalık bağlarını mı kopardın?[209]

Beşir dedi ki: “Hayır vallahi; ben sadece Allah’ın bu kavime vermiş olduğu hakk üzerinde onlarla kavga etmek istemedim.”

Avs kabilesi bir taraftan Beşir b. Sa’d’ın bu hareketini ve Kureyş’in iddiasını, diğer taraftan Hazrec kabilesinin Sa'd b. Ubade’yi hükümete geçirmekten güttüklerini hedefi görünce aralarında Useyd b. Huzeyr de bulunan bazıları kendi kabilelerinden olan diğer bazılarına şöyle dediler:

“Vallahi Hazrec kabilesi bir kere de olsa hilafete geçecek olursa devamlı size karşı övünecek ve hiç bir zaman sizleri hilafete ortak etmeyeceklerdir. O halde kalkın Ebubekir’e biat edin![210]

Bunun üzerine hepsi kalkıp Ebubekir’e biat ederek Sa'd b. Ubade ve Hazrec kabilesinin hilafete ulaşma yolundaki planlarını suya düşürdüler.

Oradakiler Ebubekir’e biat etmek için her taraftan gelip izdiham yarattılar; neredeyse bu arada hasta olan Sa'd b. Ubade ayaklar altında ezilecekti. Sa'd b. Ubade’nin akrabalarından biri “Sa’dı ayaklarınız altında ezmemeye dikkat edin” diye bağırdı. Ömer ise, “Allah canını alsın, öldürün onu!” diye cevap vererek önündeki insanları kenara itip kendisini Sa’d’a ulaşarak, “Vücudunda sağlam bir uzuv kalmayacak şekilde ayaklarım altında çiğnemek isterim seni” dedi. Babasının yanı başında olan Kays b. Sa’d yerinden kalkarak Ömer’in sakalını tutup, “Vallahi babamın başından bir tüy eksiltecek olursan ağzında sağlam bir dişin kalmaz!” dedi. Ebubekir de Ömer’e “Sakin ol ey Ömer! Böyle bir durumda yumuşaklı göstermek daha etkilidir” dedi![211]

Ebubekir’in bu sözlerinin üzerine Ömer, Kays’a sırtını dönerek oradan uzaklaştı. O sırada Sa'd b. Ubade Ömer’e dedi ki: “Vallahi eğer hasta olmayıp ayağa kalkabilseydim Medine sokaklarında öyle kükrerdim ki korkudan sen ve arkadaşların saklanacak bir köşe arardınız. Bu durumda vallahi seni düne kadar elleri altında olduğun kimselerin yanına gönderirdim; onların efendisi olamazdın!”

Sonra kendi arkadaşlarına dönerek, “Beni burada uzaklaştırın” dedi. Bunun üzerine Sa’d’ı evine götürdüler.

Ebubekr-i Cevheri Sakife adlı kitabında şöyle der:

“Benî Saide Sakifesinde Ebubekr’e biat ettikleri gün Ömer kollarını sıvayıp Ebubekr’in önünde koşarak “Dikkat! Dikkat! Halk Ebubekr’e biat etti” diye bağırıyordu.”[212]

Böylece Ebubekr’e biat ettiler ve diğerlerinin de biat etmesi için onu mescide götürdüler.

Bu arada daha Resulullah’ın (s.a.a) cenazesine gusül vermekte olan Ali (a.s) ve Abbas mescidden tekbir seslerinin yükseldiğini duydular. Ali (a.s) amcası Abbas’a “Neler oluyor?” diye sordu. Abbas, “Böyle bir şeye rastlamamıştık hiç” cevabını verdi; daha sonra “Demedim mi sana?!” dedi.[213]

O sırada Berra b. Azib, Haşimoğullarının evlerinin kapılarını çalarak, "Ey Haşimoğulları! Ebubekr’e biat ettiler” diye bağırıyordu.

Bu uyarıyı duyan bazı Haşimoğulları dediler ki: “Biz olmaksızın Müslümanlar böyle bir şey yapamazlar; çünkü Muhammed’in hilafetine geçmeğe biz herkesten daha lâyıkız.”

Bunun üzerine Abbas “Ama Ka’be’nin Rabb'ine yemin ederim bunu yaptılar” dedi!

Oysa Muhacirlerin hepsi, Ensarın ise çoğunun Ali'nin (a.s) Resulullah’ın (s.a.a) halifesi olduğunda en küçük bir şüphesi yoktu.[214] Bir rivayete göre, Ensar ve Muhacirlerin Resulullah’tan (s.a.a) sonra Hz. Ali’nin (a.s) hilafetinde şüpheleri yoktu.

Taberi şöyle yazar:

“Benî Saide Sakifesi’nin gerçekleştiği gün bütün Eslem kabilesi Medine’ye gelmişti. Onlar öyle bir izdiham yaratmışlardı ki Medine sokaklarında hareket etmek zordu. Bu kabileye mensup olanlar Ebubekr’e biat ettiler. Ömer bu alanda der ki: Eslem kabilesini görünce muvaffak olduğumuza emin oldum!”[215]

Sakife’de Ebubekr’e biat edildikten sonra biat edenler gelin götürüyormuşcasına onu esenlikle mescide götürdüler. Ebubekir çıkıp Resulullah’ın (s.a.a) minberine oturdu. Akşama kadar halk gelip ona biat ettiler. Biat işi Salı akşamına kadar sürmüş, Resulullah’ın (s.a.a) cenazesini defnetmeyi unutmuş kendileriyle meşgul olmuşlardı![216]

----------------------

[195] - Tabakat-i İbn-i Sa'd, c. 2, k. 2, s. 70; buna yakın olarak el-Bede-u ve't Tarih ve Kenzu’l - Ummal, c. 4, s. 54 ve 60. Bu kitapta şöyle geçer: "Resulullah'ın (s.a.a) teçhizini dört kişi üzerine aldı." Daha sonra yukarıda söylediklerimizi kaydeder. Yine Ikdu’l - Ferid, c. 3, s. 61; Zehebi Tarihi'nde de buna yakın bir tabir geçer, c. 1, s. 321, 324, 326.

[196] - Sahih-i Buharî, “hudud” kitabı, "Recmu’l - Hebla min'ez zina" bölümü, c. 4, s. 120.

[197] - Bu rivayeti biz özetle Tarih-i Taberî 'den, Resulullah'tan (s.a.a) sonra vuku bulan olaylar bölümünde naklettik. Bu alanda Taberi'den başkasından bir şey nakledecek olursak buna dipnotta değineceğiz. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Abdullah b. Seba, 1. bölüm.

[198] - Tarih-i Taberî, hicretin on birinci yılında vuku bulan olaylar, c. 2, s. 456 ve Avrula basımı, c. 1, s. 1838 -bunu Abdullah b. Abdurrahman b. Ebi Umre-i Ensari yoluyla nakleder.- Yine bkz. Tarih-i İbn-i Esir, c. 2, s. 125; yine İbn-i Kuteybe'nin Tarih-i Hulefa'sı, c. 1, s. 5. Yine Ebubekr-i Cevheri Sakife adlı kitabının ikinci cildinde İbn-i Ebi'l - Hadid'in Şerh-u Nehci’l - Belağa'sından, "Ve min kelamihi fi mena'l Ensar" hutbesinden naklen kaydeder.

[199] - Useyd b. Huzeyr'in ismi İbn-i Hişam'ın Sire'sinde, c. 4, s. 335'te geçer. O, Avs kabilesinden Semmak b. Atik b. Rafi' b. Emrî-i Kaysi b. Zeyd b. Abduleşhel b. Hars b. Hazrec b. Amr b. Malik b. Evs-i Ensarî-i Eşhelî'nin torunudur. Useyd ikinci Akabe biatını görmüş, Uhud savaşında sebat göstermiş ve Resulullah'ın (s.a.a) bütün savaşlarına katılmıştır. Useyd, Ebubekir'in yanında yüce bir makama sahipti. Ebubekir onu bütün ensardan öne geçirirdi. Useyd 20 veya 21 hicride vefat etti ve cenazesini taşımaya Ömer de katıldı. Sihah-i Sitte'de ondan 18 hadis rivayet edilmiştir. Biyografisi için bkz. Îstiab, c. 1, s. 33; İsabe, c. 1, s. 64 ve Cevamiu’s - Siret, s. 283.

[200] - Uveym b. Saide b. Aiş b. Kays b. Nu'man b. Zeyd b. Umeyye b. Malik b. Avf b. Amr b. Avf b. Malik b. Evs-i Ensarî-i Evsî, Akabe biati, Bedir gazvesi ve Resulullah'ın (s.a.a) diğer savaşlarına katılmıştır. Uveym, Ömer'in hilafetin döneminde vefat etti. Biyografisi için el-Nubela kitabına müracaat edilsin. O, Ömer'in kardeşiydi. Ömer onu kabri üzerinde şöyle demiştir: Yeryüzündeki hiç kimse bu kabirdekinden daha üstün olduğunu söyleyemez. İstiab, c. 3, s. 170; İsabe, c. 3, s. 45; Usdu’l - Gabe, c. 4, s. 158.

[201] - Asım b. Adiy b. Cedd b. Eclan, Eclanoğullarının ileri gelenlerinden olup ensarla sözleşme imzalayanlardandı. O, Uhud savaşını ve ondan sonraki savaşları görmüş ve hicri 45 yılında vefat etmiştir. İstiab, c. 3, s. 133; İsabe, c. 2, s. 237; Usdu’l - Gabe, c. 3, s. 75.

[202] - Sire-i İbn-i Hişam, c. 4, s. 339.

[203] - Hubab b. Munzir b. Cemuh b. Zeyd b. Heram b. Ka'b b. Ganem b. Ka'b b. Selemî Ensardandı. Nedir ve Resulullah'ın (s.a.a) diğer savaşlarını görmüş ve Ömer'in hilafeti döneminde vefat etmiştir. Bkz. İstiab, İsabe'nin haşiyesinde, c. 1, s. 353; İsabe, c. 1, s. 302; Usdu’l - Gabe, c. 1, s. 364; Cemhere-i İbn-i Hazm, s. 359.

[204] - Emirulmüminin Ali (a.s) muhacirlerin bu delilini duyunca şöyle buyurdu: "Peygamberlik ağacıyla delil getirdiler, oysa onun meyvesini zayi ettiler?" Çünkü peygamberlik ağacının meyvesi Resulullah'ın (s.a.a) Ehl-i Beyti'dir. Ama muhacirler hükumeti ele geçirmek için onu görmezlikten geldiler. Şerh-u Nehci’l - Belağa-i İbn-i Ebi'l - Hadid, birinci baskı, c. 2, s. 2.

[205] - Biz burada özetle yetinerek onların konuşmalarının gerisini getirmekten sakındık.

[206] - Bunu Yakubi yukarıdaki olayları kaydettikten sonra Tarih'inin 2. cildinin 103. sayfasında kaydeder. Zübeyr b. Bekar da bunu Muvaffakiyyat adlı kitabının 579. sayfasında kaydeder.

[207] - Tarih-i Taberî , c. 3, s. 208 ve Avrupa basımı, c. 1, s. 1818 İbrahim'den naklen. İbn-i Esir de kendi Tarih'inde, c. 2, s. 123'te şöyle der: Ömer Ebuberir'e biat ettikten sonra Ensar bunu söyledi!

[208] - Sire-i İbn-i Hişam, c. 4, s. 336 ve "Filte" hadisini kaydeden bütün kaynaklar. "Filte" konusuna, Ebubekir'e biatla ilgili Ömer'in görüşünü incelerken  değineceği.

[209] - Tarih-i Taberî, c. 1, s. 1842, Avrupa basımı.

[210] - Ebubekr-i Cevheri Sakife adlı kitabında şöyle yazar: Avs kabilesi, Hazrec kabilesinin ileri gelenlerinden birinin Ebubekir'e biat ettiğini görünce Avs kabilesinin ileri gelenlerinden sayılan ve Sa'd b. Ubade'nin rakibi olan Useyd b. Huzeyr, Sa'd b. İbade'ye karşı güttüğü düşmanlık yüzünden onun hilafete ulaşmaması için Ebubekir'e biat etti. Şerh-u Nehci’l - Belağa, c. 2, s. 2, "Ve min kelamin lehu fi me'ne'l ensar" hutbesinin şerhinde.

[211] - Burada iki halifenin birbirinden tamamen farklı iki çeşit "sertlik" ve "yumuşaklı" siyasetini uyguladığını görüyoruz.

[212] - Sekife-i Ebubekr-i Cevheri; Şerh-u Nehci'l - Belağa-i İbn-i Ebi'l - Hadid, c. 1, s. 133 ve farklı bir ibaretle, s. 74'de.

[213] - Ikdu’l - Ferid, -İbn-i Abdurabbih- c. 4, s. 258; Ebubekir-i Cevheri Sakife adlı kitabında Şerh-i İbn-i Ebi'l - Hadid, c. 1, s. 132 ve genişçe, s. 74'ten naklen; el-Muvaffakiyyat -Zübeyr b. Bekar-, s. 577-580 ve 583, 592 İbn-i Ebi'l - Hadid'in Nehcu’l - Belağa şerhi, c. 2, s. 2-16'de "min kelamin lehu fi me'ne'l ensar" hutbesinin şerhinden naklen.

[214] - el-Muvaffakiyyat -Zübeyr b. Bekar, s. 580.

[215] - Tarih-i Taberî, c. 2, s. 458 ve Avrupa basımı, c. 1, s. 1843; Tarih-i İbn-i Esir, c. 2, s. 224. Bu kitapta şöyle geçer: "Eslem kabilesi gelerek biat etti." el-Muvaffakiyyat, -Zübeyr b. Bekar- İbn-i Ebi'l - Hadid'in Şerh-u Nehc-il Belağa'sı, c. 6, s. 287'den naklen. Bu kitapta şöyle geçer: "Eslem kabilesinin biatıyla Ebubekir güçlendi. Ama bu kabilenin Medine'ye ne zaman geldiği kaydelilmemiştir. Fakat bu kabilenin Salı günü Medine'ye geldiği sanılıyor." Şeyh Mufid Cümel adlı kitabında, s. 43'te Eslem kabilesinin, kendi ihtiyaçlarını gidermek için Medine'ye geldiğini söyler.

[216] - Muvaffakiyyat -zübeyr b. Bekar-, s. 578; er-Riyazu'n - Nezire, c. 1, s. 164; Tarih-u Hamis, c. 1, s. 188.

 

Ebu Bekir'e Biat Etmeyen Bazı Sahabeler

1- Ferve b. Amr: Zübeyir b. Bekkar el-Muvaffakiyyat adlı kitabında şöyle yazar: Ferve b. Amr Ebu Bekir'e biat etmedi. Ferve, Resulullah'ın (s.a.a) emrinde savaşlara katılmıştı. Savaşlarda bir ata kendisi biner, bir atı da İslâm savaşçıları binsin diye Allah rızası için beraberinde getirirdi. Ferve, kendi kavminin ileri gelenlerinden olup zengin ve sorumluluğunu bilen bir kişiydi. O her yıl hurmalıklarından bin vasak[333] hurma sadaka verirdi. O, Emirü'l-Müminin Ali b. Ebu Talib'in ashabından olup Cemel Savaşı'nda Hz. Ali'nin emrinde savaşmıştır.[334] Zübeyir b. Bekkar, bu sözlerinden sonra Ferve'nin Ebu Bekir'e biat alınmasında yardımcı olan bazı ensara öfkelenmesinden bahsetmiştir.

2- Halid b. Said el-Emevî[335]

Halid b. Said, Resulullah (s.a.a) tarafından Yemen'in San'a bölgesinin valiliğine atanmıştır. Resulullah (s.a.a) vefat edince Halid,

Eban ve Ömer adlı kardeşleriyle birlikte görev bölgesini terk ederek Medine'ye geldi. Ebu Bekir ona: "Niçin görev bölgeni terk ettin?! Valiliğe,

hiç kimse Resulullah'ın (s.a.a) seçmiş olduğu şahıslardan daha lâyık değildir; işinin başına dön." dediğinde, onlar şöyle cevap verdiler: "Biz Uheyha Oğulları Resulullah'tan (s.a.a) sonra hiç kimse için çalışmayız." Halid ve kardeşi bir müddet Ebu Bekir'e biat etmediler. Halid bir konuşmasında Hâşimoğulları'na demişti ki: "Siz (Resulullah'ın Ehlibeyti) sağlam, güçlü ve iyi meyveli ağaçsınız; biz sizin izleyicileriniziz."[336] Halid, iki ay Ebu Bekir'e biat etmedi. O diyordu ki: "Resulullah (s.a.a) beni valiliğe atadı ve hayatta olduğu müddetçe o makamdan almadı." Halid, Ali b. Ebu Talib ve Osman b. Affan'la görüşerek onlara dedi ki: "Ey Abdumenafoğulları! Hükümet ve liderlikten diğerleri ona ulaşsın diye mi el çektiniz?"Halid'in bu sözünü Ebu Bekir'e ulaştırdıklarında, Ebu Bekir bunu önemsemedi; ama Ömer Halid'e karşı içinde bir kin besledi.[337] Bir gün Halid, İmam Ali'nin huzurunu çıkarak, "İzin ver de sana biat edeyim." dedi, "Vallahi bu insanların arasında hiç kimse Resulullah'ın (s.a.a) hilâfetine senden daha lâyık değildir."[338] dedi. Sonunda Hâşimoğulları Ebu Bekir'e biat edince, Halid de Ebu Bekir'e biat etti. Ebu Bekir Şam'a ordu gönderince ordunun dörtte birine kumandan ettiği ilk kişi Halid b. Said'di. Ama Ömer bunu kabul etmeyerek Ebu Bekir'in bu seçimine itiraz etti ve "O, falan işleri yapıp filan sözleri söylediği hâlde onu orduya kumandan mı ediyorsun?"[339] dedi. Ömer'in bu sözleri sonucu Ebu Bekir fikrini değiştirdi ve onu ordunun kumandanlığından alarak yerine Yezid b. Ebu Süfyan'ı tayin etti![340]

3- Sa'd b. Ubâde[341]

Sakife olayından sonra Sa'd b. Ubâde'yi birkaç gün kendi hâline bıraktılar, daha sonra, "Akrabaların da dahil herkes, Ebu Bekir'e biat etti, gel sen de biat et." diye peşine adam gönderdiler. Sa'd ise şöyle cevap verdi: Vallahi okluğumdaki bütün oklarımı size atıp mızrağımın ucunu sizin kanınıza boyamadıkça size biat etmem. Ne sandınız? Kılıcımın kabzası elimde olduğu müddetçe sizin başınıza indiririm; akrabalarım ve kavmimden bana itaat edenlerin yardımıyla var gücümle savaşırım, ama size biat etmem. Vallahi bütün insanlar ve cinler sizin hükümetinizi kabul etseler bile, ilâhî adalette hesap verinceye kadar ben size baş eğmem ve sizi resmen tanımam.[342] Sa'd'ın bu sözleri Ebu Bekir'e ulaşınca Ömer, "Biat almadıkça onu bırakma." dedi. Ama Beşir b. Sa'd dedi ki: O inat etmiştir, onu öldürseniz bile size biat etmesi mümkün değil. Bütün oğullarını ve ailesini, akrabalarından bir grubu öldürmedikçe onu öldürmek de imkânsızdır. Onu kendi hâline bırakın; onu kendi hâline bırakmanızın size bir zararı olmaz; çünkü o şimdilik tek kalmıştır. Beşir'in bu sözlerinden sonra onu kendi hâline bıraktılar.[343] Sa'd onların hiçbir toplantılarına iştirak etmiyor, onların cuma ve cemaat

namazlarına katılmıyordu. Onlarla birlikte hac yapmıyordu... Bu durum Ebu Bekir'in ölümüyle hilâfete Ömer geçinceye kadar devam etti. Ömer hilâfete geçince bir gün Sa'd b. Ubâde'yi Medine sokaklarından birinde görüp ona şöyle seslendi: "Hey Sa'd!" Sa'd da hemen, "Hey Ömer!" diye cevap verdi. Ömer: "Filan işleri yapan sen değil miydin?!" dedi. Sa'd, "Evet, bendim; şimdi bu hükümeti sana mı bıraktılar?! Vallahi arkadaşını senden daha çok seviyordum. Vallahi, seninle komşu olmaktan rahatsızım." dedi. Ömer, "Komşusundan hoşlanmayan evini değiştirir!" dedi. Bunun üzerine Sa'd, "Bundan gafil değilim; yakında senden daha iyi olan birine komşu olacağım." dedi. Sa'd, çok geçmeden Ömer'in hilâfetinin başlarında Şam'a gitti...[344] Belazurî Ensabu'l-Eşraf adlı kitabında şöyle yazar: Sa'd b. Ubâde Ebu Bekir'e biat etmeyerek Şam'a gitti. Ömer bir adamı görevlendirerek ona, "Ne pahasına olursa olsun Sa'd'dan biat al; kabul etmediği takdirde Allah'ın yardımıyla onu öldür." dedi! O adam Şam'a giderek Halep yakınındaki Hevareyn kasabasında Sa'd'la karşılaştı. Hemen Sa'd'dan Ömer'e biat etmesini istedi. Bunun üzerine Sa'd, Ömer'in elçisine dedi ki: "Kureyş'ten olan birine biat etmem." Elçi, "Biat etmezsen öldürürüm seni." dedi. Sa'd, "Beni öldürsen bile biat etmem." dedi. Ömer'in elçisi Sa'd'ın direndiğini görünce, "Sen bu ümmetin kabul ettiği şeyin dışında mısın?!" dedi. Sa'd, "Biat konusunda evet, ben onların dışındayım!" dedi. Ömer'in elçisi Sa'd'ın bu kesin cevabını duyunca kalbine sapladığı bir okla  onu öldürdü![345] Tabsiretu'l-Avam kitabında şöyle geçer: Onlar bu işe Muhammed b. Mesleme el-Ensarî'yi görevlendirdiler. Muhammed de Şam'a giderek bir okla Sa'd'ı öldürdü. Yine demişlerdi ki: O sırada Şam'da olan Halid b. Velid, Sa'd'ı öldürmek için Muhammed b. Mesleme'ye yardım etti.[346] Mes'udî Murucu'z-Zeheb'de der ki: Sa'd b. Ubâde, biat etmeyerek Medine'den çıkıp Şam'a gitti ve hicretin on beşinde orada öldürüldü.[347] Yine İbn Abdurabbih şöyle der: Sa'd b. Ubâde'yi kalbine saplanan bir ok sonucu ölü buldular.

Cinler ona ağladılar ve bu şiiri okuyarak Sa'd'ı öldürmenin sorumluluğunu üzerlerine aldılar: Hazrec kabilesinin reisi Sa'd b. Ubâde'yi biz öldürdük. / Kalbine sapladığımız iki okla onu yere serdik.[348] İbn Sa'd da, Tabakat'ta şöyle yazar: Sa'd b. Ubâde bir çukurda oturmuş idrar yaparken suikasta uğradı ve oracıkta can verdi. Sa'd'ın cenazesini (zehirli ok sebebiyle) yeşile dönmüş bir hâlde buldular. [349]Yine Usdu'l-Gâbe'de şöyle geçer: Sa'd b. Ubâde ne Ebu Bekir'e ve ne de Ömer'e biat etti. O,  Şam'a giderek Havareyn denilen yerde ikamet etti ve sonunda hicretin on beşinde orada öldürüldü. Sa'd, bir tuvalet kenarında, taharet için oturduğu sırada öldürüldü. Cesedi bulunduğunda bedeninin yeşil renge büründüğü konusunda ihtilâf yoktur. Sa'd'ın akrabalarının onun öldürüldüğünden haberleri yoktu. Nihayet bir su kuyusunun başında ölüm haberinin şiir şeklinde okunduğunu duyduklarında onun öldüğünü öğrendiler. Ama kuyuya baktıklarında orada hiç kimseyi bulamadılar![350]

Böylece Sa'd b. Ubâde'nin hayat defteri kapatıldı. Ancak böyle inatçı ve korkusuz bir şahsiyetin, zamanın hükümeti tarafından öldürülmesi zihinlerde soru işareti yarattı. Bu olay, tarihçilerin anlatmaktan hoşlanmadıkları olaylardan olduğu için bazıları önemsemeyerek böyle büyük bir olayı görmezlikten gelirken, bazıları da onun öldürülüşünü hurafelerle karıştırmış ve onun öldürülmesinden cinleri sorumlu tutmuşlardır.[351] Ama bu kişiler böyle bir hurafeyi söz konusu ederken cinlerin Sa'd'a karşı kin ve düşmanlığının sebebinin ne olduğunu ve muhacir ve ensardan oluşan o kadar ashabın arasında oklarının niçin Sa'd'ın kalbini hedef aldığını söylememişlerdir. Bu kişiler masallarını tamamlamak için muteber kaynaklarında -meselâ- "Sa'd b. Ubâde'nin Ebu Bekir ve Ömer'e biat etmeye yanaşmaması, cinlerin önderini rahatsız ettiği için onu ortadan kaldırmaya karar verdiler; dolayısıyla zehirli oklarını sonuna kadar onun kalbine gömerek öteki dünyaya gönderdiler." demiş olsalardı, bu masalda belirsiz bir nokta kalmazdı. Sa'd'ın Biat Etmediğini Rivayet Edenler: Aşağıdaki kişiler Sa'd'ın Ebu Bekir ve Ömer'e biat etmeyişini kendi kitaplarında genişçe veya kapalı olarak ve özetle kaydetmişlerdir: 1- Muhammed b. Cerir Taberî Tarih'inde; 2- İbn Sa'd Tabakat'ında; 3- Belazurî Ensabu'l-Eşraf adlı kitabının birinci cildinde; 4- İbn Abdulbir İsti'ab adlı kitabında; 5- İbn Abdurabbih Ikdu'l-Ferid adlı kitabında; 6- İbn Kuteybe el-İmamet-u ve's-Siyase'de, c.1, s.9; 7- Mes'udî Murucu'z-Zeheb'de; 8- İbn Hâcer Askalanî İsabe'de, c.2, s.28; 9- Muhibbuddin Taberî Riyazu'n-Nazira'de; 10- İbn Esîr Usdu'l- Gâbe'de, c.3, s.222; 11- Diyarbekrî Tarih-i Hamis'de, Ali b. Burhanuddin Sire-i Halebiyye'de, c.3, s.396-397; Ebu Bekir Cevherî

----------------

[333]- Vasak, tahılları tartmak için kullanılan bir ölçü birimidir; bir vasak arpa 186889/150 gr.dır; un edildikten sonra bugünkü ölçüyle yaklaşık 186890 gr. olur. Daha geniş bilgi için Merhum Serdar-i Kabol'un Gayetu't-Ta'dil kitabına bakınız. (Mütercim)

[334] -el-Muvaffakiyyat, s.590. Ensardan olan Ferve b. Amr, Akaba Biati'ni, Bedir Savaşı'nı ve Resulullah'ın (s.a.a) diğer savaşlarını idrak etmiştir. Ferve'-nin biyografisi Usdu'l-Gabe, c.4, s.178'de geçer.

[335] -Halid b. Said b. Âs b. Ümeyye b. Abd-u Şems, ilk Müslümanlardandır. O, üçüncü veya dördüncü ve bir görüşe göre de beşinci Müslümandır. İbn Kuteybe, el-Maarif adlı kitabında, s.128'de şöyle yazar: "Halid b. Said, Ebu Bekir'den önce Müslüman oldu." İbn Ebi'l-Hadid, c.1, s.13. O, Habeş muhacirlerindendir. O, kardeşleriyle birlikte Resulullah (s.a.a) tarafından Mezhec sadakalarının (zekât)

sorumluluğuna atanmış aynı zamanda San'a valisi olmuştur. Halid ve kardeşleri Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra Medine'ye dönmüş Şam Savaşı'na katılmıştır. Sonunda Halid salı günü cemaziyelevvele iki gece kala hicrî 13 yılında Ecnadiyn'de şehit olmuştur. bk. el-İstiab, c.1, s.398-400; el-İsabe, c.1, s.406; Usdu'l-Gabe, c.2, s.82; Şerhu Nehci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Ha-did, c.6, s.13 ve 16.

[336]- Usdu'l-Gabe, c.2, s.82; Şerhu Nehci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, c.2, s.135, Mısır, birinci baskı.

[337] -Tarih-i Taberî, c.2, s.586 ve Avrupa baskısı, c.1, s.2079 ve Tahzibu Tarihi İbn Asâkir, c.5, s.51; Ensabu'l-Eşraf, Belazurî, c.1, s.588; bu kitapta Ha-lid b. Said'in bir müddet Ebu Bekir'e biat etmediği geçer.

[338] -Tarih-i Yakubî, c.2, s.126.

[339] -Usdu'l-Gabe, c.2, s.82; İbn Ebi'l-Hadid, Şerhu Nehci'l-Belâğa, c.1, s. 135'de Cevherî'nin es-Sakife'sinden bu olayı genişçe nakletmiştir.

[340] -Tarih-i Taberî, c.2, s.586 ve Avrupa baskısı, c.1, s.2079; Tehzib-u Tari-h-i İbn Asâkir, c.5, s.51.

[341] -Sa'd b. Ubade b. Duleym b. Harise b. Ebu Huzeyme b. Sa'lebe b. Tarif b. Hazrec b. Saide b. Kâ'b b. Hazrec el-Ensarî: Akabe Biati'ne ve Bedir Savaşı dışındaki (bu savaşa katıldığı şüphelidir) Resulullah'ın (s.a.a) bütün savaşlarına katılmıştır. O, bağış sahibi bir kişiydi. Mekke'nin Fethi'nde ensarın bayrağını eline alarak, "Bugün savaş günüdür. Bugün hiçbir saygınlık yoktur." diye bağırmıştır. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) bayrağı elinden alarak oğlu Kays'a vermiştir. Sa'd ölünceye kadar Ebu Bekir'e biat etmedi. O, hicrî 15 yılında Ömer 'in hilâfeti döneminde, Şam'da kalbine gömülen iki okla öldürüldü ve Havareyn'de toprağa verildi. Biyografisi, İbn Hazm'ın Cemhere'sinde, s. 65'de ve el-İstiab, c.2, s.23-37'de ve el-İsabe, s.2, s.27-28'de kaydedilmiştir.

[342] -Tarih-i Taberî, c.3, s.459 ve Avrupa baskısı, c.1, s.1844; Tarih-i İbn Esîr, c.2, s.126; Kenzü'l-Ummal, c.3, s.134, hadis: 2296; el-İmametu ve's-Si-yaset, c.1, s.10; Sire-i Halebiyye, c.4, s.397, bu kitabın son kısmında şöyle geçer: "Onlardan biriyle karşılaştığında selâm vermiyordu."

[343] - er-Riyazu'n-Nazira, c.1, s.168; ayrıca diğer kaynaklarda da geçer.

[344] -Tabakat, İbn Sa'd, c.3, k. 2, s.145; et-Tehzib, İbn Asâkir, c.6, s.90, İbn Sa'd'ın biyografisinde; Kenzü'l-Ummal, c.3, s.134, 2296; Sire-i Halebiyye, c.3, s.397.

[345] -Ensabu'l-Eşraf, Belazurî, c.1, s.589; Ikdu'l-Ferid, c.3, s.64-65, biraz farkla.

[346] -Tebsiretu'l-Ulum, Tahran, Meclis baskısı, s.32.

[347] -Murucu'z-Zeheb, c.2, s.301 ve 304.

[348] -Ikdu'l-Ferid, c.4, s.259-260.

[349] -Tabakat, İbn Sa'd, c.3, k. 2, s.145; el-Maarif, Ebu Hanife Dinverî, s.113.

[350] -Usdu'l-Gabe, İbn Sa'd'ın biyografisinde; el-İstiab, İbn Abdurabbih, c.2,s.37.

[351] -Meselâ Muhibbuddin Taberî'nin er-Riyazu'n-Nazira kitabında ve İbn Abdulbirr'in el-İstiab kitabında yaptığı gibi.

--------------

EHL-İ BEYT VE EHL-İ SÜNNET EKOLLERİ

 

EBU KUHAFE'NİN EBU BEKİR'İN HİLAFETİNE KARŞI TAVRI
 

     Ebu Bekir hilafet makamına geçtiği vakit, müslümanların çoğu kendisinin bu makama layık olmadığını söylemişler ve Gadir Hum biatinin inkar edildiğini kabul etmişlerdi.

     Bu hususta kendisine çok tepki gelmiş ve en büyük tepkiyi babası, Ebu Kuhafe'den almıştı.

     Hz.Muhammed'in (saa) irtihali esnasında, Ebu Kuhafe Taif'te bulunuyordu.

     Ebu Bekir hilafet makamına geçer geçmez, babasına şöyle bir mektup yazmıştı:

    "Resulullah'ın (saa) halifesi Ebu Bekir'den babası Ebu Kuhafe'ye; Hz.Muhammed'in (saa) vefatından sonra müslümanlar beni hilafet makamına getirdiler. Şimdi ben Allah'ın halifesiyim. Yanımızda bulunursanız sizin için daha iyi olur."

     (Ebu Kuhafe) mektubu getiren elçiye:"Neden hilafet makamını Ali bin Ebu Talip'e (as) vermediniz? Hz.Muhammed (saa) onu Gadir Hum'da kendisinden sonra halife olarak seçmiş ve O'na biat etmişti, O'na edilmişti."

    
Elçi:"Hz.Ali (as) gençlik çağında olması ve Ebu Bekir'in daha yaşlı olmasından dolayı hilafet Ebu Bekir'e verildi." dedi.

     Elçinin bu mantıksız müdafaasına karşı, Ebu Kuhafe ona şu cevabı verdi:

     "Hilafet makamına bir yaşlının geçmesi icab ediyorsa, hilafet makamına oğlum Ebu Bekir değil, benim geçmem gerekirdi, çünkü ben ondan daha yaşlıyım." dedi ve oğlunun mektubuna cevaben şunları yazdı:

     "Ebu Kuhafe'den oğlu Ebu Bekir'e;

     Çelişkili cümlelerden oluşan mektubunu aldım, hilafet hakkının kime ait olduğunu bildiğin halde, başlangıçta kendini Resulullah'ın (saa) halifesi ilan ediyor ve mektubun sonunda da Allah'ın halifesiyim diyorsun. Bana kalırsa ahirette, Allah'ın huzurunda, sorumlu olmaman için, fazla vakit geçirmeden, bu makamdan istifa edip, hilafet makamını sahibine (Hz.Ali'ye-as-) teslim etmelisin."

-----------------------

Kaynak: Ehli Beyt Sevgisi Cennetin Anahtarıdır, Mustafa Ali Bedir, s.69 ( El-Envar'dan naklen)

 

 

Fatıma’nın (s.a) Evine Sığınmak

Ömer b. Hattab der ki:

“Allah Telâ Resulünü kendine davet ettikten sonra Ali, Zübeyr ve beraberindekilerin bizden ayrıldıklarını, bize muhalif olarak Fatıma’nın (s.a) evinde toplandıklarını bildirdiler.”[240]

Tarihçiler, Ebubekr’e biatten sakınarak Ali ve Zübeyr’le birlikte Hz. Fatıma’nın (s.a) evinde toplananları şöyle kaydederler:

1- Abbas b. Abdulmuttalib, 2- Utbe b. Ebuleheb, 3- Selman-i Farsi, 4- Ebuzer-i Gaffari, 5- Ammar b. Yasir, 6- Miktad b. Esved, 7- Berra b.Azib, 8- Ubey b. Ka’b, 9- Sa’d b. Ebi Vakkas,[241] 10- Talha b. Abdullah, Haşimoğulları, Ensar ve Muhacirlerden bir grubu.[242]

Ali (a.s) ve beraberindekilerin Ebubekr'e biat etmekten sakınarak Hz. Fatıma'nın (s.a) evinde toplanmaları konusu tarih kitaplarında, Sihah ve Müsnetlerde, kelam, rical, edebiyat ve... kitaplarında tevatür haddinde nakledilmiş ve bunun doğruluğunda hiç bir şüpheye yer verilmemiştir. Fakat bu kitapların yazarları, Hz. Fatıma'nın (s.a) evine sığınanlarla hakim gücün aralında vuku bulan bütün olayları istemeyerek kalemlerinin işlediği miktar dışında, beyan etmekten hoşlanmadıkları için açıklamamışlardır. Bu önemli tarihî olay hakkında Belazurî'nin kısa olarak kaydetmiş olduğu sözleri şöyledir:

"Ali (a.s) Ebubekr'e biat etmekten sakınınca Ebubekir, Ömer'i göndererek zorla da olsa onu yanına getirmesini istedi! Ömer, Ebubekr'in emrini yerine getirmek isteyince Ali'yle aralarında bir tartışma çıktı. Bunun üzerine Ali, Ömer'e şöyle dedi:

Sütü iyi sağ; çünkü onun yarısın da senin olacak! Vallahi bugün onun hilafeti için çaba harcaman yarın seni diğerlerinden öne geçirip hilafeti sana teslim etmesi içindir..."[243]

Yakubî der ki: Ebubekir ölüm yatağında diyordu ki:

“Dünyada üç şey dışında hiç bir şeye üzülmedim; keşke bu üçünü yapmasaydım: ... Keşke bana karşı savaş için kapanmış da olsaydı Fatıma’nın evinin kapısını açmasaydım...”

Yakubî, Ebubekr'in bu alandaki sözünü kendi Tarih'inde şöyle kaydeder:

"Keşke Resulullah'ın kızı Fatıma'nın kapısını, bana karşı savaşa hazırlanmak için kapanmış bile olsaydı açıp adamları içeri salmasaydım."[244]

---------------------

[240] - Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c. 1, s. 55; Tarih-i Taberi, c. 2, s. 466 ve Avrupa basımı, c. 1, s. 1822; İbn-i Esir, c. 2, s. 124; İbn-i Kesir, c. 5, s. 246; Safvetu’s - Safve, c. 1, s. 97; Şerh-u Nehci'l - Belağa-i İbn-i Ebi'l - Hadid, c. 1, s. 123; Tarih-i Siyutî, "Ebubekr'e Biat" bölümü, s. 45; İbn-i Hişam, c. 4, s. 338; Teysiru’l - Vusul, c. 2, s. 41.

[241] - Ebu Vakkas oğlu Sa'd'ın künyesi Ebu İshak'tır. Yedinci üslüman olan Ebu Vakkas'ın ismi Malik b. Ehyeb b. Abdulmenaf b. Zuhre b. Kilab'tır. O, Resulullah'ın (s.a.a) tüm savaşlarına katılmıştı ve İslam yolunda müşriklere ilk oku atmıştır. Sa'd, Irak fethinde İslam ordusunun kumandanıydı. Sa'd, Kufe'nin temelini atmış ve Ömer tarafından o şehrin valiliğine atanmıştır. Ömer onu altı kişilik hilafet şurasının öyelerinden biri olarak tanıtmıştı. Sa'd, Osman'ın öldürülmesinden sonra insanlardan uzak durmuş, Muaviye döneminde Akik'de vefat etmiştir. Öldükten sonra cenazesini Medine'ye götürerek Baki mezarlığına defnetmişlerdir. İstiab, c. 2, s. 18-25; İsabe, c. 2, s. 30-31.

[242] - Yukarıda geçenler dışında bunların hepsinin Ebubekr'e biat etmekten sakınarak Hz. Fatıma'nın (s.a) evinde toplandıklarını gösteren diğer kaynaklar da vardır. Bu kaynaklar arasında bunlardan bazılarını ismileri geçmiş ve bu kişilerin "Ali"ye biat etmeye geldikleri eklenmiştir. Bkz. er-Riyazu'n - Nezire, c. 1, s. 167; Tarih-u Hamis, c. 1, s. 188; İbn-i Abdurabbih, c. 3, s. 64; Tarih-u Ebu-l Feda, c. 1, s. 156; İbn-i Şuhne el-Kamil'in haşiyesinde, s. 112; Cuheri İbn-i Ebi'l - Hadid'in rivayetine göre, s. 2, s. 130-134; el-Halebiyye, c. 3, s. 394 ve 397.

[243] - Ensabu’l - Eşraf -Belazurî-, c. 1, s. 587.

[244] - Tarih-i Taberî, c. 2, s. 619 ve Avrupa basımı, c. 1, s. 2140 Ebubekr'in ölümünden bahsederken; Murucu'z - Zeheb-i Mesudî, c. 1, s. 414; İbn-i Abdurabbih, c. 3, s. 69, Ebubek'in kendisinden sonra Ömer'i hilafete geçirilmek istemesinden bahsederken; Kenzu’l - Ummal, c. 3, s. 135; Muntehab-u Kenz, c. 2, s. 171; el-İmamet-u ve's Siyase, c. 1, s. 18; Kamil-u Muberrid, İbn-i Ebi'l - Hadid'in Şerh-u Nehc-il Belağa'sının nakine göre, c. 1, s. 130-131; Sakife-i Cevheri, Nehcu’l - Belağa'nın rivayetine göre, c. 9, s. 130; Lisanu’l - Mizan, c. 4, s. 189; Tarih-i İbn-i Asakir, Ebubekr'in biyografisinde; Mir'atu'z - Zaman-i Sıbt İbn-i Cevzî; Tarih-i Zehebî, c. 1, s. 388; Emali-i Ebu Ubeyde, s. 131, bu kitapta Ebubekr'in sözleri şöyle geçer: Yapmamam gerektiği halde yaptığım üç şey falan ve filan şeydir." Falan ve filan işin ne olduğunu söylememiştir! Ebu Ubeyd, "Ben bunun ne olduğunu söylemek istemiyorum" demiştir.

 

 

Hz. Fatıma'nın (s.a) Evine Saldırı

Meşhur tarihçiler Ebubekr'in emriyle Hz. Fatıma'nın (s.a) evine saldıranların şunlar olduğunu kaydederler:

1- Ömer b. Hattab, 2- Halid b. Velid,[245] 3- Abdurrahman b. Avf, 4- Sabit b. Kays-i Şemmas,[246] 5- Ziyad b. Lübeyd,[247] 6- Muhammed b. Mesleme,[248] 7- Zeyd b. Sabit,[249] 8- Seleme b. Selamet b. Vakş,[250] 9- Seleme b. Eslem,[251] 10- Useyd b. Huzeyr.[252]

Ulema bu şahısların Hz. Fatıma-i Zehra’nın (s.a) evine saldırıp nasıl içeri girdiklerini ve oraya sığınanlara nasıl davrandıklarını şöyle kaydederler:

Başta Ali b. Ebutalib ve Zübeyr olmak üzere Ebubekr’e biat etmekten sakınan Muhacirlerden bir grubu silahlı oldukları halde öfkeyle Fatıma’nın (s.a) evine girdiler.[253]

Ensar ve Muhacirlerden bir grubunun Resulullah’ın (s.a.a) kızı Fatıma’nın evine sığınıp Ali b. Ebutalib’in etrafında toplandıklarını Ebubekir ve Ömer’e haber verdiler.[254]

Onlara, Fatıma’nın evinde toplananların hilafet konusunda Ali b. Ebitalib’e biat etmek istediklerini söylediler.[255]

Bunun üzerine Ebubekir, Ömer b. Hattab’a Fatıma’nın evine giderek onları oradan dışarı çıkarmasını ve direnecek olurlarsa onlarla savaşmasını emretti.

Ebubekr’in bu emri üzerine Ömer eline bir meşale alarak Fatıma’nın evine doğru yola koyuldu; Fatıma’nın evini, içindekilerle birlikte yakmak istiyordu. Hz. Fatıma (s.a) Ömer’in karşısına çıkarak ona hitaben:

“Ey Hattab’ın oğlu! Evimizi yakmaya mı geldin?!” dedi. Ömer, “Evet!” dedi, “Ya da ümmetin kabul ettiğini kabul edersiniz (Ebubekr’e biat edersiniz).”[256]

Belazurî, Ensabu’l - Eşraf adlı kitabında bunu şöyle nakleder:

Fatıma, Ömer'i kapıda karşılayarak “Ey Hattab’ın oğlu! Beni evimin içinde yakmaya mı geldin?!” dedi. Ömer, “Evet!...” dedi.[257]

Bu olaydan yıllar sonra Abdullah b. Zübeyr kendi hükumetine teslim olmaları için Mekke’de Haşimoğulları’na baskı uyguladı. Haşimoğulları bunu kabul etmeyince onları bir dağın arasında toplayıp odun getirerek hepsini ateşte yakmalarını emretti!

Abdullah b. Zübeyr’in kardeşi Urve b. Zübeyr, kardeşinin bu hareketine geçerlilik kazandırmak için geçmişte Ebubekir’e biat olayında Ömer’in Hz. Fatıma’nın evini yakmak için görevlendirilmesini delil göstererek şöyle dedi.:

“Kardeşimin bu hareketi sadece bir tehditti; nitekim geçmişte de biat etmeyen Haşimoğulları’nı odun toplayarak yakmayla tehdit ettiler!”[258]

Urve’nin “geçmiş”ten maksadı, Haşimoğulları’nın Ebubekir’e biat etmekten sakındıkları için Fatıma’nın evinin etrafında odun toplayarak evi içindekilerle birlikte yakmaya kalkışmaları olayıdır.

Mısırlı şair Hafız İbrahim bu olayı şiirinde şöyle kaydeder:

 

Ali’ye bir şey söyledi Ömer

Bunu söyleyen de duyan da saygıya layıktır:

Eğer biat etmezsen, Mustafa’nın kızı içinde olduğu halde

Yakarım evini, o evden kimse sağ kurtulamaz.

Adnan savaşçılarının önderi karşısında bu sözü

Hafsa’nın babasından (Ömer’den) başkası söyleyemez.[259]

 

Yakubî kendi Tarih’inde şöyle kaydeder:

“Onlar bir grupla Ali’nin evine saldırdılar... Ali’nin kılıcı kırılınca saldıranlar Ali’nin evine girme cüreti buldular!”[260]

Taberi de kendi Tarih’inde şöyle yazar:

“Ömer b. Hattab, Talha, Zübeyr ve Muhacirlerden bir grubunun sığınmış olduğu Ali’nin evine saldırdı. Zübeyr kılıcını çekerek ona karşı koymak istedi. Fakat tam o sırada ayağı kayarak kılıç elinden yere düştü. Bunun üzerine eve saldıranlar toplanarak onu tutukladılar...”[261]

Ebubekir-i Cevheri ise şöyle nakleder: Ali, “Ben Allah’ın kulu ve Resulullah’ın (s.a.a) kardeşiyim dedi! Nihayet onu Ebubekir’in yanına götürerek Ebubekir’e biat etmesini istediler. Bunun üzerine Ali şöyle dedi:

“Ben hükumet ve hilafete sizlerden daha layıkım. Ben size biat etmem; aksine sizin bana biat etmeniz gerekiyor. Siz hilafeti Resulullah’ın akrabaları ve yakınları olmanız bahanesiyle Ensar’dan aldınız; onlar da bu deliliniz gereğince onu size bıraktılar. Ben de sizin Ensar’a getirmiş olduğunuz delili getiriyorum. O halde eğer nefsi heveslerinize uymuyorsanız ve eğer Allah’tan korkuyorsanız bizim hakkımızda insaflı davranın; Ensar hükümeti sizin hakkınız bildiği gibi size de hükümeti bizim hakkımız bilin; aksi durumda bile bile bize karşı yaptığınız bu zulmün vebali sizin üzerinizedir.”

Ömer, “Biat etmeden kurtulamazsın” dedi. Ali ise, “Ey Ömer!” dedi, “Sağdığın bu sütün yarısı sana ulaşacaktır. Ebubekir’in hükumetinin temellerini bugün sağlamlaştır ki yarın onu sana bıraksın. Vallahi ne seni dinlerim ve ne de ona uyarım.” Ebubekir ise, “Bana biat etmezsen seni mecbur etmem” dedi.

Ebu Ubeyde-i Cerrah da şöyle devam etti: “Ya Eba Hasan! Sen gençsin; bunlar ise Kureyş’ten olan senin yaşlı akrabalarındırlar! Sen ne onların tecrübesine sahipsin ve ne de işleri onlar kadar bilirsin! Bence böyle önemli bir sorumluluğu üzerine alması için Ebubekir senden daha güçlü, sabırlı ve işbilirdir! O halde sen de hükümeti ona bırak, buna razı ol. Ömrün yeter de uzun bir zaman yaşarsan hem fazilet ve Resulullah’a yakın olman açısından, hem de İslam’da önceliğin ve cihadın açısından bu makama geçmeğe herkesten daha layık olursun!”

Ali, “Ey Muhacirler!” dedi, “Allah’tan çekinin; hükümet ve hilafeti Muhammed’in (s.a.a) evinden çıkarıp kendi evlerinize, kendi mahalleniz ve kendi kabilelerinize götürmeyin, onun ailesini halkın arasındaki makamlarından uzaklaştırmayın ve haklarını ayaklar altında çiğnemeyin. Ey Muhacirler; vallahi bizim aramızda Kur’an okuyan, din işlerini bilen, Resulullah’ın (s.a.a) sünnetinden haberdar olan ve yönetim işinden anlayan biri olduğu müddetçe bu ümmetin işlerini üstlenmeye biz Ehlibeyt sizlerden daha layıkız. Vallahi bütün bunlar bizde vardır. O halde nefsî heveslerinize uymayın; aksi durumda haktan adım adım uzaklaşırsınız.”

İmam Ali’nin bu sözlerini duyan Beşir b. Sa’d ona şöyle dedi: “Ensar Ebubekir’e biat etmeden önce seniz bu sözlerini duysaydı senin hükümet ve önderliğini kabul etmede hatta iki kişi bile birbiriyle ihtilaf etmezlerdi; ama -iş işten geçti ve- onlar Ebubekir’e biat ettiler!”

Böyelce Ali orada Ebubekir’e biat etmeden eve döndü.[262]

Yine Ebubekir-i Cevheri yine şöyle der:

“Fatıma, Ali ve Zübeyr’e nasıl davranıldığını görünce evinin kapısında durarak Ebubekir’e şöyle dedi: Ey Ebubekir! Ne kadar çabuk Resulullah’ın (s.a.a) ailesine karşı hile yapmaya başladın! Vallahi hayatta olduğum müddetçe Ömer’le konuşmayacağım.”[263]

Diğer bir rivayette ise şöyle geçer:

“Fatıma hıçkırıklar içinde evden dışarı çıktı, halkı iterek evden uzaklaştırmaya başladı...”[264]

Yakubî de kendi Tarih’inde şöyle kaydeder:

“Fatıma dışarı çıkarak evini işgal edenlere şöyle hitap etti: “Evimden dışarı çıkın; aksi durumda vallahi başımı açarak Allah’a şikayette bulunurum.” Fatıma’nın evine saldıranlar bu tehdidi duyunca dışarı çıkarak oradan uzaklaştılar.”[265]

Mes’udî kendi Tarih’inde şöyle yazar:

“Sakife’de Ebubekr’e biat edilmesinin peşlinden biat edenler Salı günü mescidde biatlerini yeniledikten sonra Ali (a.s) evden çıkarak Ebubekir’e şöyle hitap etti: “Müslümanların işlerini bozdun, bizimle hiç danışmadın ve hakkımızı görmezlikten geldin.” Ebubekir ise, “Doğru söylüyorsun; ama ben fitne çıkmasından korktum” dedi.”[266]

Yakubî yine şöyle kaydeder:

“Bir grup Ali’nin etfarında toplanarak ona biat etmek istediler. Ali (a.s) onlara, “Yarın sabah başlarınızı tıraş ederek burada hazır olun” dedi, ama yarın onlardan üç kişi dışında kimse gelmedi!”[267]

Bu olaydan sonra Ali (a.s) geceleyin Fatıma’yı bir bineğe bindirerek bir bir Ensarın kapısına götürüyor hakkını geri alması için onlardan kendisine yardım etmelerini istiyordu. Fatıma (s.a) da onlardan Ali’ye (a.s) yardım etmelerini istiyordu. Fakat Ensar diyordu ki:

“Ey Resulullah’ın kızı! Biz buna (Ebubekir’e) biat ettik ve iş işten geçti!! Amcanoğlu Ali hilafete geçmek için Ebubekir’den önce davranmış olsaydı elbette ki biz ondan başkasını kabul etmezdik.”

Ali (a.s) ise “Ben Resulullah’ın (s.a.a) cenazesini gusül verip, kefenleyip defnetmeden evinde bırakarak onun hilafetini ele geçirmek için halkla savaşsa mıydım?!” diyordu.

Fatıma (s.a) da şöyle ekiyordu:

“Ebu'l Hasan Ali yapılması yakışanı yaptı. Onlar öyle bir iş yaptılar ki onun hesabını Allah soracaktır ve buna cevap vermek zorundadırlar.”[268]

Muaviye, Ali’ye (a.s) yazdığı mektupta Yakubî’den naklettiğimiz bu konuya şöyle işaret eder:

“Hatırlıyorum ki, dün halk Ebubekir-i Sıddık’a biat edince evindeki mahremini (Hz. Fatıma-i Zehra’yı) bir eşeğe bindirerek Hasan’la Hüseyin’in ellerini tutup sana yardım etmeleri için birer birer Bedir’dekilerin ve ilk Müslümanların kapılarını çaldın.

Eşinle onların kapısına gittin, iki oğlunu iki senet olarak gösterip Resulullah’ın (mağaradaki) arkadaşına karşı onları tahrik ettin! Ama dört-beş kişiden başka hiç kimse sana olumlu cevap vermedi. Vallahi eğer sen haklı olsaydın şüphesiz hepsi sana yönelir, davetini kabul ederlerdi. Ama sen yersiz bir iddiada bulundun, hiç kimsenin inanmadığı bir söz söylüyordun ve olmayacak bir şey yapmak istiyordun.

Seni kıyama teşvik eden Ebusüfyan’a “Emrimde iradeli ve sebatlı kırk kişi olsaydı onlara karşı kıyam ederdim...” diye verdiğin cevabı sen unuttuysan ben hiç unutmadım.”[269]

Muammer'in Zohrî’den ve onun da Ümmü-l Müminin Aişe’den naklettiği hadiste Resulullah’ın (s.a.a) mirası konusunda Fatıma’yla (s.a) Ebubekir arasında geçen tartışmalara işaret edilmiştir. Aişe bu hadisin sonunda şöyle diyor:

“Fatıma yüzünü Ebubekir’den çevirdi ve hayatta olduğu müddetçe onunla konuşmadı. Fatıma Resulullah’tan (s.a.a) sonra altı ay yaşadı. Ölümünden sonra da eşi Ali, Ebubekir’e haber vermeden gizlice ona namaz kılıp toprağa verdi.

Hz. Zehra’nın varlığı Hz. Ali’ye saygı duyulmasına sebep oluyordu. Fatıma hayatta olduğu müddetçe halk Ali’ye saygı gösteriyordu. Ama Hz. Fatıma ölür-ölmez halk ondan yüz çevirdi. Fatıma Resulullah’tan (s.a.a) sonra sadece altı ay yaşadı.”

Muammer der ki: O sırada biri Zohrî’ye, “Bu altı ay içinde Ali, Ebubekir’e biat etti mi?” diye sorunca şöyle cevap verdi:

“Hayır; bu müddet içerisinde Ali ve Haşimoğulları’ndan hiç kimse Ebubekir’e biat etmedi.[270] Ancak Ali biat ettikten sonra diğerleri de biat ettiler. Ali, Fatıma’nın ölümünden sonra halkı kendisine karşı ilgisiz bulunca Ebubekir’e biat etmek zorunda kaldı...”[271]

Belazuri der ki: Arab’ın mürtet olması söz konusu olunca Osman Ali’ye giderek şöyle dedi:

“Ey amcaoğlu! Sen biat etmedikçe hiç kimse bu düşmanlarla savaşmak için dışarı çıkmaz ve ...” Osman o kadar buna benzer şeyler söyledi ki nihayet onu Ebubekir’in yanına götürdü ve Ali, Ebubekir’e biat etti. Ali’nin Ebubekir’e biat etmesinden sonra Müslümanlar sevinerek mürtedlerle savaşa hazırlandılar ve ordu her taraftan harekete geçti.[272]

Evet, Ali, Fatıma’nın (s.a) vefat etmesiyle halkın kendisine ilgisiz davranmasından sonra Ebubekir’e biat etmek zorunda kaldı. Fakat Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra başına gelenlerden devamlı yakınıyor ve şikayet ediyordu. Hatta kendi hilafeti döneminde de bundan ıstırap duyuyor ve acıyla dile getiriyordu. Hz. Ali’nin bu şikayetlerini Nehcu’l - Belağa’nın “Şıkşıkiyye” adlı hutbesinde apaçık görmekteyiz. Biz bu bölümün sonunda bu hutbeyi nakledeceğiz.
------------------

[245] - Ebu Süleyman Halid b. Velid b. Muğayre(...)'nin annesi Haris b. Hüzn'ün kızı ve Resulullah'ın eşi Meymune'nin kız kardeşi Lübabe'dir. Halid, Hudeybiyye barışından sonra Medine'ye hicret etmiş ve Mekke fethine katılmıştır. Ebubekir ordunun kumandanlığını ona vermiş ve onu "Allah'ın kılıcı" anlamında "Seyfullah" diye adlandırmıştır. Halid 21 veya 22 yılında Hams şehrinde veya Medine'de vefat etmiştir. İstiab, c. 1, s. 405-408.

[246] - Sabit b. Kays b. Şemmas ... Uhud savaşına ve Resulullah'ın (s.a.a) diğer savaşlarına katılmış ve Yemame savaşında Halid'in yanında öldürülmüştür. İstiab, c. 1, s. 193; İsabe, c. 1, s. 197.

[247] - Ziyad b. Lebid b. Se'lebe ... Muhacir ve Ensar’dan Beyazoğulları'ndandı.Ziyad ilk önce Mekke’de Resulullah’ın (s.a.a) huzuruna çıkmış ve oradan o hazretin beraberinde Medine’ye hicret etmiştir. Ziyad, Akabe biati, Bedir ve Resulullah’ın (s.a.a) diğer savaşlarına katılmış ve Muaviye’nin hilafetinin başlarında vefat etmiştir. İstiab, c. 1, s.  545; İsabe, c. 1, s. 540. Soy zincirlemesi için bkz. Cemhere-i İbn-i Hazm, s. 356, “Beyaze” kelimesi.

[248] - Muhammed b. Mesleme b. Seleme b. Halid ... Bedir ve Resulullah’ın (s.a.a) diğer savaşlarına katılmış olup Ali b. Ebitalib’e (a.s) biat etmeyen ve o hazretle birlikte savaşa katılmayanlardandır. Muhammed b. Mesleme hicri 43 veya 46 ya da 47 yılında vefat etmiştir. İstiab, c. 3, s. 315; İsabe, c. 3, s. 363-364. Soy zincirlemesi İbn-i Hazm’ın Cemhere’sinde geçer, s. 341.

[249] - Zeyd b. Sabit hakkında bkz. Ensabu’l - Eşraf-i Belazurî, c. 1, s. 585.

[250] - Ebu Avf Seleme b. Selamet b. Vakş ... annesi Seleme bint-i Halid bint-i Adiy-i Ensarî’nin kızı Selma’dır. Ebu Avf birinci ve ikinci Akabe’de ve daha sonra Bedir ve diğer savaşlarda Resulullah’ın (s.a.a) yanında savaşmış ve hicri 45 yılında Medine’de vefat etmiştir.  İstiab, c. 2, s. 84; İsabe, c. 2, s. 63.

[251] - Ebu Said Seleme b. Eslem b. Hureyş b. Adiy ... Bedir ve diğer savaşlara katılmış ve hicri 14 yılında Cisr-i Ebu Ubeyd savaşında öldürülmüştür.  İstiab, c. 2, s. 83, no. 2455; İsabe, c. 2, s. 61.

[252] - Tarih-i Taberi, c. 2, s. 443 ve 444; Sakife-i Ebubekir-i Cevheri İbn-i Ebi'l - Hadid’in Şerh-u Nehci'l - Belağa’sının nakli gereğince, c. 1, s. 130-134 ve c. 2, s. 819. Ayrıca Useyd b. Huzeyr’in kısaca biyografisi elinizdeki kitabın önceki sayfalarının dipnotunda geçmiştir.

[253] - er-Riyazu'n - Nezire, c. 1, s. 218, hicri 1372 - Mısır, ikinci baskı; Sakife-i Ebubekr-i Cevheri, İbn-i Ebu-l Hadid’in Şerh-u Nehci'l - Belağa’sınden naklen, c. 1, s. 132 ve c. 6, s. 293; Tarih-u Hamis, с.2, s. 169, Beyrut - Şaban müessesesi.

[254] - Tarih-i Yakubi, c. 2, s. 126.

[255] - Şerh-u Nehci'l - Belağa-i İbn-i Ebi'l - Hadid, c. 1, s. 134; İbn-i Şühne Haşiye-i el-Kamil’de, c. 11, s. 113.

[256] - İbn-i Abdurabbih, c. 3, s. 64; el-Feda, c. 1, s. 156.

[257] - Ensabu’l - Eşraf-i Belazurî, c. 1, s. 586; Kenzu’l - Ummal, c. 3, s. 140; er-Riyazu'n - Nezire, c. 1, s. 167; Sakife-i Cevheri, Şerh-u Nehci'l - Belağa-i İbn-i Ebi'l - Hadid’den naklen, c. 1, s. 132,  134 ve c. 6, s. 2; Tarih-u Hamis, c. 1, s. 178; Tarih-i İbn-i Şuhne, s. 113, Haşiye-i Kamil-i Muberrid, c. 11, s. 113.

[258] - Murucu'z - Zeheb, c. 2, s.  100; Şerh-u Nehci'l - Belağa-i İbn-i Ebi'l - Hadid, c. 20, s. 481, İmam Ali’nin “Zübeyr-u minna hatta neşee ibnuhu” sözünün şerhinde.

[259] - Divan-ı Hafız İbrahim, Mısır basımı.

[260] - Tarih-i Yakubi, c. 2, s. 126.

[261] - Tarih-i Taberi, c. 2, s. 443, 444 ve 446 ve Avrupa basımı, c. 1, s. 1818, 1820 ve 1822; Abkeriyye-i Akkad, s. 173. Aşağıdaki kaynaklarda Zübeyr’in kılıcının kırıldığı geçer: er-Riyazu'n - Nezire, c. 1, s. 167; Tarih-i Hamis, c. 1, s. 188; Şerh-u Nehci'l - Belağa-i İbn-i Ebi'l - Hadid, c. 1, s. 58, 122, 132, 134 ve c. 2, s. 2 - 5; Kenzu’l - Ummal, c. 3, s. 128.

[262] - Sakife-i Cevheri, İbn-i Ebi'l - Hadid’in Şerh-u Nehci'l - Belağa’sından naklen, c. 2, s. 2-5.

[263] - Sakife-i Cevheri, İbn-i Ebi'l - Hadid’in Şerh-u Nehci'l - Belağa’sından naklen, c. 1, s. 134 ve c. 2, s. 2-5.

[264] - Sakife-i Cevheri, İbn-i Ebi'l - Hadid’in Şerh-u Nehci'l - Belağa’sından naklen, c. 1, s. 134.

[265] - Tarih-i Yakubî, c. 2, s. 126.

[266] - Murucu'z - Zeheb-i Mesudî, c. 1, s. 414; el-İmametu ve's Siyase, c. 1, s. 12 - 14,  biraz farkla.

[267] - Tarih-i Yakubî, c. 2, s. 126; Şerh-u Nehci'l - Belağa-i İbn-i Ebi'l - Hadid, c. 2, s. 4.

[268] - Sakife-i Cevheri, İbn-i Ebi'l - Hadid’in Şerh-u Nehci'l - Belağa’sından naklen, c. 6, s. 25 - 28, Mısır basımı; İbn-i Kuteybe, c. 1, s. 12.

[269] - Şerh-u Nehci'l - Belağa-i İbn-i Ebi'l - Hadid, c. 2, s. 67; Sıffin-i Nasr b. Muzahim, s. 182.

[270] - Tesyiru’l - Vusul, c. 2, s. 46’da şöyle geçer: Vallahi ne o ve ne de Haşimoğulları’ndan hiç kimse ...

[271] - Bu hadisi özet olarak şu kaynaklardan naklettik: Tarih-i Taberi, c. 2, s. 448 ve Avrupa basımı, c. 1, s. 1825; Sahih-i Buharî, "meğazi" kitabı, "Hayber gazvesi" bölümü, c. 3, s. 38; Sahih-i Müslim, c. 1, s. 72 ve c. 5, s. 153, Resulullah’ın “nehnu la nures, mâ terekna sadakatun” buyruğu bölümü, Tarih-i İbn-i Kesir, c. 5, s. 285-286; İbn-i Abdurabbih, c. 3, s. 64; Tarih-i İbn-i Esir, c. 2, s. 126 -özet olarak-; Kifayetu't - Talib-i Genci, , s. 225 - 226; Şerh-u Nehci'l - Belağa-i İbn-i Ebi'l - Hadid, c. 1, s. 122; Murucu'z - Zeheb, c. 2, s. 414; et-Tenbih-u vel İşraf, s. 250, bu kitapta şöyle geçer: “Fatıma hayatta olduğu müddetçe Ali biat etmedi”; Sevaik, c. 1, s. 12; Tarih-u Hamis, c. 1, s. 193; el-İmamet-u ve's Siyase, c. 1, s. 14, bu kitapta şöyle geçer: “Ali, Fatıma’nın vefatından sonra biat etti. Fatıma babasından sonra 75 gün yaşadı”;  İstiab, c. 2, s. 244; bu kitapta şöyle geçer: "Ali, ancak Fatıma'nın ölümünden sonra Ebubekir'e biat etti." Ebu-l Feda, c. 1, s. 156; el-Bedau ve't Tarih, c. 5, s. 66; Ensabu’l - Eşraf, c. 1, s. 586; Usdu'l - Gabe,  c. 3, s. 222, Ebubekir’in biyografisinde, o şöyle yazar: “Doğru görüşe göre Ali altı ay sonra biat etti”; Tarih-i Yakubî, c. 2, s. 105, o şöyle yazar: “Ali ancak altı ay sonra biat etti”; el-Gadir-i Emini, c. 3, s. 102; İbn-i Hazm’ın el-Fasl adlı kitabından naklen, s. 96-97, bu kitapta da Ali’nin altı ay sonra biat ettiği geçer.

[272] - Ensabu’l - Eşraf-i Belazurî, c. 1, s. 587.

 

EBU BEKİR'İN ÜÇ ARZUSU VE ÜÇ PİŞMANLIĞI

İslam’ın meşhur tarihçisi Taberi bu olayı detaylı bir şekilde naklederek şöyle demektedir: “Ebu Bekir hasta yatağına düşünce Kureyş’in meşhur zengini Abdurrahman bin Avf onu ziyaret etti. Bir dizi iltifat ve konuşmalardan sonra Ebu Bekir büyük bir üzüntüyle oradaki topluluğa dönerek şöyle dedi: “Rahatsızlığım yaptığım üç şeyden kaynaklanmaktadır. Keşke onları yapmasaydım. Diğer üç şeyden de endişe ediyorum; keşke onları da Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) sorsaydım. Yapmamayı arzu ettiğim şu üç şey şunlardı:

1- Arzu ediyorum ki keşke her ne kadar savaş ve cedelleşmeye sebep olsa da Fatıma’nın evini açmasaydım.

2- Arzu ediyorum ki keşke Sakife günü liderlik yükünü yüklenmeseydim. Onu Ömer’in veya Ebu Ubeyde’nin omuzlarına atsaydım ve kendim ise sadece müşavere ve vezaret makamını seçseydim.

3- Arzu ediyorum ki keşke bir haydut olan İyas bin Abdullah’ı ateşte yakmasaydım da onu kılıçla öldürseydim.

“Keşke Allah Resulü’nden (s.a.a) sorsaydım” dediğim şeyler ise şunlardır:

1- Keşke Müslümanların liderlik ve önderlik makamının kime ait olduğunu ve hilafet elbisesinin kimin bedenine dikildiğini sorsaydım.

2- Keşke Ensar’ın bu konuda hakkı olup olmadığını sorsaydım.

3- Keşke hala ve kız kardeşin kızının miras hakkını Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) sormuş olsaydım.”[73]

-------------

[73] - Tarih-i Taberî, c. 3, s. 234.

Ümmetin Önderliği / Üstat Cafer Sübhani

 

 

Fedek'in Gasp Edilmesi

Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra Ebubekir iktidara geçtikten on gün sonra, bütün iktidarın dizginlerini iyice eline geçirdi. Sonra Fedek'e birini göndererek Resulullah'ın kızı Fatıma'nın vekilini oradan çıkardı.

Rivayet edilir ki, Fatıma Ebubekir'e şu haberi gönderir: "Sen mi Resulullah'ın (s.a.a) vârisisin, yoksa ailesi mi?" Ebubekir, "Elbette ailesi." diye cevap verir. Fatıma şöyle der: "Öyleyse Resulullah'ın (s.a.a) payına ne oldu?" Ebubekir şu karşılığı verir: "Ben Resulullah'ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: 'Allah, Peygamber'ine bir tadımlık tattırmıştır…' Sonra Allah Peygamber'in ruhunu kabzetti. Onun mirasını da ondan sonra onun yerine geçen kimseye vermiş oldu. Ondan sonra göreve ben geldim. Ben de Fedek'i Müslümanlara geri veriyorum."

Aişe'den şöyle rivayet edilir: "Fatıma Ebubekir'e haber göndererek Resulullah'ın (s.a.a) mirasından payına düşenleri istedi. Fatıma o sırada Medine'de, Fedek'te ve Hayber humusundan Resulullah'ın payına düşen kısımları istiyordu. Ebubekir şu karşılığı verdi: Resulullah (s.a.a): 'Biz peygamberler miras bırakmayız, bizden geride kalan mal sadakadır… Âl-i Muhammed bu maldan sadece yiyebilir.' buyurmuştur. Allah'a yemin ederim ki, ben Resulullah'ın (s.a.a) sadakalarının durumunu hiçbir şekilde değiştirmeyeceğim. Resulullah (s.a.a) zamanında nasıl idiyse, bundan sonra da öyle olacaktır. Bunlar üzerinde Resulullah'ın yaptığı tasarrufun aynısını yapacağım. Böylece Ebubekir Peygamber'in (s.a.a) mirasından Fatıma'ya bir pay vermeyi kabul etmedi."[197]

İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:

"Ali, Fatıma'ya (a.s) dedi ki: 'Git ve baban Resulullah'tan (s.a.a) sona kalan mirasını iste.' Bunun üzerine Fatıma, Ebubekir'in yanına geldi ve şöyle dedi: 'Niçin, babam Resulullah'ın (s.a.a) mirasını bana vermiyorsun? Neden benim vekilimi Fedek arazisinden çıkardın? Orayı Resulullah'ın (s.a.a), Allah'ın emriyle bana verdiğini bilmiyor musun?' Ebubekir şöyle dedi: 'Allah dilerse, hiç şüphesiz sen haktan başka bir şey söylemezsin. Ama bunun için şahitler getirmen gerekiyor.' Bunun üzerine Ümmü Eymen geldi ve Ebubekir'e şöyle dedi: 'Ey Ebubekir! Resulullah'ın söylediği bir sözü senin karşına kanıt olarak sunmadıkça şahitlik etmeyeceğim. Allah adına seni yemine veriyorum, Resulullah (s.a.a), 'Ümmü Eymen cennet ehlinden bir kadındır.' dediğini bilmiyor musun?' Ebubekir, 'Evet, biliyorum.' dedi. Bunun üzerine Ümmü Eymen şöyle dedi: 'Ben şahitlik ediyorum ki yüce Allah, Akrabalara hakkını ver… ayetiyle Resul'üne tavsiyede bulundu, o da Allah'ın bu emri doğrultusunda Fatıma'ya Fedek'i verdi.' Sonra Ali (a.s) geldi, o da aynı şekilde şahitlikte bulundu. Bunun üzerine Ebubekir, Fedek'in Fatıma'ya ait olduğunu belirten bir yazı yazarak ona verdi. Bu sırada Ömer içeri girdi ve 'Bu yazı nedir?' diye sordu. Ebubekir, 'Fatıma, Fedek'in kendisine ait olduğunu iddia etti, Ümmü Eymen ve Ali de onun lehine tanıklıkta bulundular. Ben de ona bu yazıyı verdim.' dedi. Ömer yazıyı Fatıma'dan aldı, içine tükürerek parçaladı. Fatıma ağlayarak dışarı çıktı."

Rivayet edilir ki: "İmam Ali (a.s) mescitte bulunan Ebubekir'in yanına geldi ve dedi ki: 'Ey Ebubekir! Niçin Fatıma'ya Resulullah'tan (s.a.a) kalan mirasını vermiyorsun? Fatıma, Resulullah (s.a.a) yaşarken bu araziye sahip olmuştu.' Ebubekir ona şu karşılığı verdi: 'Burası Müslümanlara kalan bir ganimettir. Resulullah'ın (s.a.a) burayı kendisine verdiğine dair şahit getirmesi gerekir. Aksi takdirde buranın üzerinde bir hak iddia edemez.' Bunun üzerine Emirü'l-Müminin (a.s) şöyle dedi: 'Ey Ebubekir! Sen, bizim hakkımızda, Müslümanlar için verdiğin hükümden farklı bir hüküm mü veriyorsun?' 'Hayır.' dedi. Ali (a.s) şöyle dedi: 'Müslümanların elinde sahip oldukları bir şey varsa, ben gelip bu şey üzerinde hak iddia etsem, kimden belge istersin?' 'Senden isterim.' dedi. Bunun üzerine Ali (a.s) şu karşılığı verdi: 'Öyleyse, şu anda elinde bulunan, üstelik Resulullah'ın (s.a.a) zamanından, onun ölümünden sonraya kadar sahip olduğu bir arazi ile ilgili olarak ne diye Fatıma'dan belge istiyorsun? Niçin Fatıma'nın elinde bulunan bu arazi üzerinde hak iddia eden Müslümanlardan, tıpkı benden istediğin gibi, belge ve şahit istemiyorsun?...' Ebubekir bir şey söylemeden öylece susup kaldı."

"Bunu gören Ömer şöyle dedi: 'Ey Ali! Bizimle konuşmaya son ver. Çünkü senin sunacağın kanıtlara karşı koyabilecek güçte değiliz. Ya adil şahitler getirirsin, ya da orası Müslümanlara kalmış ganimettir; Fatıma'nın da, senin de orada herhangi bir hakkınız yoktur.' İmam Ali (a.s) şöyle dedi: 'Ey Ebubekir! Allah'ın kitabını okuyor musun?' 'Evet.' dedi. 'Peki bana, 'Allah ancak siz Ehl-i Beyt'ten her türlü kötülüğü uzak tutmak ve sizi tertemiz kılmak ister.' ayetinin kimin hakkında indiğini söyler misin? Bizim hakkımızda mı, yoksa başkalarının hakkında mı inmiştir?' dedi. 'Tabi ki, sizin hakkınızda inmiştir.' dedi. Bunun üzerine Ali (a.s) şöyle dedi: 'Peki, bazı kimseler, Resulullah'ın (s.a.a) kızı Fatıma'nın hayâsızca bir davranışta bulunduğuna dair şahitlik etseler, Fatıma'ya ne yaparsın?' 'Diğer kadınlara uyguladığım gibi, ona da had cezasını uygularım.' dedi. Ali (a.s) şöyle dedi: 'O zaman, Allah katında kâfirlerden olursun.' 'Niçin?' dedi. 'Çünkü, Allah'ın, onun tertemiz olduğuna ilişkin tanıklığını reddetmiş, şahitlerin onun aleyhindeki şahitliklerini dikkate almış oluyorsun. Tıpkı Allah'ın hükmünü ve Peygamber'in (s.a.a) Fedek'i Fatıma'ya ait kılan hükmünü reddedip, onun Müslümanlara kalmış bir ganimet olduğunu iddia ettiğin gibi. Oysa Resulullah (s.a.a), 'Belge getirmek, iddia sahibine, yemin etmek de inkâr edene aittir.' buyurmuştur.' buyurdu. Bunun üzerine ortalık dalgalanmaya başladı ve bazıları bazılarının görüşünü reddeder biçimde bir kaynaşma meydana geldi. Sonunda dediler ki: Allah'a andolsun, Ali doğru söylüyor."[198]
------------------
 

[197]- Şerh-u Nehci'l-Belâğa, 16/217

[198]- el-İhticac, Tabersî, 1/234; Keşfu'l-Gumme, 1/478; Şerh-u Nehci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, 16/274

 

Hz. Zehra'nın (a.s) Mescid-i Nebevî'de Yaptığı Konuşma

İktidar grubu Fatıma'ya Fedek'i vermemeyi kararlaştırdıklarında ve Fatıma (a.s) da bundan haberdar olduğunda, mescide giderek zulme uğradığını ilân etmeyi, insanlara bu hususta önemli bir konuşma yapmayı kararlaştırdı. Fatıma'nın aldığı bu karara dair haber bir anda bütün Medine'ye yayıldı. Hz. Peygamber'in (s.a.a) ciğerparesi, gülü, babasının mescidinde insanlara konuşmak istiyordu. Haber Medine'nin her tarafında yankılandı. İnsanlar bu önemli konuşmayı dinlemek için mescidi hıncahınç doldurdular.

Abdullah b. Hasan, atalarından (hepsine selâm olsun), bu konuşmanın bir kısmını bize rivayet etmiştir. Diyor ki: Ebubekir ve Ömer, Fedek'i Fatıma'ya (a.s) vermeme hususunda karar alınca, Fatıma'nın bundan haberi oldu. Derhal başörtüsünü başına bağladı, cilbabını[199] (çarşafını) giyindi, hizmetçilerinden ve akrabalarının kadınlarından oluşan bir grupla birlikte harekete geçti. Yürürken, etekleri yere çekilen uzun bir elbise giymişti. Resulullah'ın (s.a.a) yürüyüşünden farksızdı yürüyüşü. Nihayet Ebubekir'in yanına geldi. Ebubekir muhacir ve ensardan ve başkalarından oluşan bir grupla oturuyordu. Fatıma (a.s) ile diğer insanlar arasına bir perde asıldıktan sonra, (Resulullah'ın mezarı başında) oturdu ve öyle derin bir ah çekti ki, oradakiler de heyecanlanıp ağlamaya başladılar. Ağlama seslerinden mescit âdeta kaynıyordu. Bir süre bekledi. Dinleyicilerin sesleri dindikten sonra, ortalığı derin bir sessizlik kapladı. Allah'a hamd ve sena edip Resul'üne (s.a.a) salât ederek sözlerine başladı. İnsanlar tekrar ağlamaya başladılar. İnsanlar susunca yeniden konuşmaya başladı ve şöyle dedi:

"Hamdolsun Allah'a verdiği nimetler için. Şükürler olsun O'na, ilham ettikleri için. İlk defa var edip sunduğu engin nimetler için övgüler olsun O'na; bahşettiği eksiksiz ve bol bağışları için, sunmuş olduğu tüm nimetleri için. Nimetleri sayılmaz, lütuflarının bölünemez sonsuzluğunun şükrü eda edilemez ve ebedî oluşları kavranabilmelerini imkânsız kılar. Nimetlerini daha da artırmak için insanları şükretmeye çağırmış, nimetlerini bollaştırarak kullarının kendisine hamdetmelerini istemiş ve (kıyamette) benzerlerine davet ederek ihsanını (salih kullara) iki kat artırmıştır."

"Tanıklık ederim ki, tek ve ortaksız Allah'tan başka ilah yoktur. Bu bir sözdür ki, Allah, ihlâsı, sırf kendisine yönelik kulluğu bunun tevili (esası, özü) olarak ön görmüştür. Kalplere, ona bağlılığını yerleştirmiştir. Aklın kavrayabilmesi için tevhit düşüncesini aşikâr etmiştir. O Allah ki, gözlerin O'nu görmesi yasaktır ve dillerin O'nu vasfetmesi ve tasavvurların keyfiyetini algılaması imkânsızdır."

"Varlıkları ilk defa var etti, öncesinde var olan bir şeyden değil. Benzeyen bir örneği karşısına almadan onları meydana getirdi. Onları kudretiyle oluşturdu. Dilemesiyle onları yeşertti. Bunların olmasına da ihtiyacı olduğu için değil. Onlara şekil vermede kendisine bir faydası olduğu için değil. Sadece hikmetini gerçekleştirmek (sağlamlığını bildirmek) için; ibadetine, itaatine dikkatleri çekmek için; kudretini göstermek için, mahlukatının kulluğunu sergilemek (ve onları kulluğa çağırmak) için, davetinin üstünlüğünü ortaya koymak için (onları var etti). Sonra ödülü, kendisine yönelik itaatin karşılığı kıldı ve cezayı, kendisine karşı gelinmesinin karşılığı, kullarını intikamından uzaklaştırmak için, onları toplayıp cennetine sevk etmek için."

"Tanıklık ederim ki, babam Muhammed O'nun elçisidir. Onu elçi olarak göndermeden önce seçti, kendi risaleti için ayırmadan önce isimlendirdi, göndermeden önce tercih etti; henüz mahlukatlar gayp âleminde gizliyken, korku veren perdelerin gerisinde koruma altındayken ve yokluk sınırının eşiğinde bulunuyorken... Çünkü Allah, işlerin varacakları sonu bilir. Zamanın içerdiği hadiseler O'nun bilgisinin kuşatması altındadır. Olguların konumlarına dair malumat O'nun katındadır. Allah, onu emrini tamamlamak için gönderdi, hükmünü yürürlüğe koymaya karar verdiği için, takdir ettiği rahmetini etkin kılmayı dilediği için. Çünkü milletlerin çeşitli dinlere bölündüklerini, ateşlere tapındıklarını, putlara kulluk sunduklarını, bildikleri hâlde Allah'ı inkâr ettiklerini gördü."

"Allah, babam Muhammed (s.a.a) aracılığıyla mahlukatın içinde bulunduğu karanlıkları aydınlattı, kalpleri kıskacına alan buhranları ortadan kaldırdı, gözlerin önündeki bulut perdelerini dağıttı. Böylece insanlara hidayeti gösterdi. Onları sapıklıktan kurtardı. Onları kör iken görür kıldı. Dosdoğru dine iletti onları. Onları doğru yola çağırdı."

"Sonra Allah, şefkatinin ve kendisine özgü kılmanın, seçiminin bir göstergesi olarak onun ruhunu kabz etti. Onu tercih ettiğini, yanına almayı arzuladığını gösterdi. Muhammed (s.a.a), şu dünyanın sıkıntılarından rahat etmiştir; seçkin melekler tarafından kuşatılmış, gafur / bağışlayıcı olan Rabbin hoşnutluğu onu sarmış ve muktedir sultan ulu Allah'ın civarına yerleşmiştir. Allah'ın peygamberi, vahyinin emini, mahlukatın içinde en hayırlısı ve en seçkini babam Muhammed'e salât olsun. Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi onun üzerine olsun."

Sonra orada bulunan dinleyicilere döndü ve şöyle dedi:

"Siz, ey Allah'ın kulları! O'nun emrinin ve yasağının muhatabısınız. Dininin ve vahyinin taşıyıcıları sizsiniz. Allah'ın kendi nefislerine emin kıldığı kimselersiniz. Allah'ın dinini diğer milletlere tebliğ etmekle yükümlüsünüz. O'ndan gelen hakkın lideri (Kur'ân) sizin içinizdedir çünkü. O, Allah'ın size sunduğu bir ahittir ve size halef olarak bıraktığı bir emanettir. O, Allah'ın konuşan kitabı, doğru söyleyen Kur'ân'ı, ışıldayan nuru ve parlak ışığıdır. Kanıtları apaçık ortadadır. Sırları açıktadır. Açık yönleri de göz kamaştırıcıdır. Ona uyanlara gıpta olunur. Ona tâbi olmak, insanı Allah'ın hoşnutluğuna götürür. Onu dinlemek, kurtuluşa vesile olur. Onun aracılığıyla Allah'ın aydınlık kanıtlarına, ayrıntılı olarak açıklanmış azimet gerektiren hükümlerine, yasaklanmış haramlarına, parlak açıklamalarına, yeterli kanıtlarına, teşvik edilen faziletlerine, bağışlanmış ruhsatlarına, yazılmış şeriatlarına ulaşılır."

"Allah sizin için imanı, şirkten arınmanın; namazı büyük günahlardan temizlenmenin; zekâtı, nefsi temizlemenin ve rızkı genişletmenin; orucu, ihlâsı kalıcılaştırmanın; haccı, dini ayakta tutmanın; adaleti, kalpleri uzlaştırmanın aracı kıldı. Bize (Ehl-i Beyt'e) itaati, din için bir düzen (halkın düzene girmesi için) farz kıldı; imametimizi tefrikadan korumak için koydu. Cihadı, İslâm'ın onur ve üstünlük göstergesi; sabrı, ilâhî ödüle kavuşmaya yardımcı; marufu emretmeyi, kötülükten sakındırmayı, halkın genelinin maslahatı icabı farz kıldı. Anne ve babaya iyiliği, ilâhî gazaba uğramaktan korunmanın yolu; akrabalık bağlarını gözetmeyi, ömrün uzamasına ve sayının artmasına vesile kıldı. Kısası, kanların dökülmesini önlemek; adakları yerine getirmeyi, bağışlanmak; ölçü ve tartıyı eksiksiz yapmayı, haksızlığı, eksik tartıp ölçmenin neden olduğu kötülükleri ortadan kaldırmak için farz kıldı. İçki içmeyi yasaklamayı, pislikten arınma aracı kılmış; (zina vb.) iftira atmaktan uzak durmayı, lânete uğramaktan korunmak için; hırsızlığı terk etmeyi iffetliliğin ve toplumda emniyeti hâkim kılmanın bir gereği olarak farz kıldı. Allah, rablığın sırf kendisine özgü kılınmasının bir göstergesi olarak da şirk koşmayı haram kılmıştır."

"O hâlde Allah'tan gereği gibi korkup sakının. Ancak Müslüman olarak ölün."[200]

"Emrettiklerine ve yasakladıklarına uymak suretiyle Allah'a itaat edin. Çünkü ancak alim kulları Allah'tan korkar."[201]

Ardından sözlerini şöyle sürdürdü: "Biliniz ki, ben Fatıma'yım ve babam da Muhammed'dir. Dönüp dönüp tekrar söylüyorum. Söylediklerimde yanlış bir şey yoktur. Yaptıklarımı, haksızlık olarak yapmıyorum. 'Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O; size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.'[202] Eğer onun soyunu araştırıp tanırsanız, kadınlarınızın değil, benim babam olduğunu; sizin erkeklerinizin değil, benim amcamın oğlunun (Ali'nin) kardeşi olduğunu görürsünüz. Gerçekten onun soyundan olmak, onunla aynı nesepten olmak çok güzeldir. O, risaleti açıklayarak tebliğ etmiş, insanları uyarmıştır. Müşriklerin yolundan, hayat tarzlarından ise yüz çevirmiştir. Müşriklerin belini kırmış, nefes borularını kesmiştir. Hikmetle ve güzel öğütle insanları Rabbinin yoluna davet etmiştir. Putları parçalamış, şirkin elebaşlarını yerle bir etmiştir. Nihayet birlikleri dağılmış olarak gerisin geri kaçtılar. Derken gece sabahından ayrıldı, hak en yalın şekliyle ortaya çıktı. Dinin lideri konuşunca, şeytanın şakşakçılarının dili tutuldu. Münafıklığın hasis temsilcisi helâk ile burun buruna geldi (nifakın tacı yere düştü). Küfrün ve hak karşıtlığının düğümleri çözüldü. Karınları (oruçtan) aç, yüzleri ak toplulukla birlikte ihlâs kelimesini söylemeye başladınız. Bundan önce siz bir ateş çukurunun tam kenarında duruyordunuz. Kolayca içilen bir yudumluk su kadar önemsiz ve aç insanın bir kerede yutacağı az bir lokma gibi değersizdiniz. Çabuk parlayıp hemen sönüveren saman alevi gibi dayanıksızdınız. Başka toplumların ayakları altında eziliyordunuz. Develerin kirlettikleri pis su birikintilerini içiyor, tabaklanmamış bir deri parçasıydı yemeğiniz. İtilip kakılan, aşağılanan pespayelerdiniz. Çevrenizdeki toplumların sizi kapıp götürmelerinden korkuyordunuz. Bütün bunlardan ve de nice güçlü erlerin belâsına uğradıktan, Arap kurtlarına lokma olduktan ve Ehl-i Kitab'ın azgınlarına tutsak düştükten sonra Allah sizi Muhammed'le (s.a.a) kurtardı. Onlar her ne zaman savaş ateşini yakmak istedilerse, Allah onu söndürdü. Ne zaman şeytan boynuzunu gösterdiyse ya da ne zaman müşriklerden bir grup ağzını açmak istediyse, kardeşini (Ali'yi) tam ortasına attı. O da onların başlarını ezmedikçe, yaktıkları fitne ateşini kılıcıyla söndürmedikçe onlardan vazgeçmezdi. O, Allah'ın zatı için var gücünü harcar, Allah'ın emri hususunda hiçbir çabadan geri durmazdı. Resulullah'a (s.a.a) yakını, Allah'ın velilerinin önderidir. Kollarını sıvamış, insanlara öğüt veriyordu. Çok çalışıyor, büyük emekler sarf ediyordu. Allah için bir iş yaptığında kınayanların kınamasından korkmazdı. Siz ise refah içinde konforlu hayatınızı sürdürüyordunuz; rahatınız yerinde, bir eliniz yağda, bir eliniz balda olmak üzere can güvenliğine sahip olmanın keyfini çıkarıyordunuz. Bu arada başımıza bir felâket gelmesini dört gözle bekliyordunuz, bizim kara haberimizin bir an önce gelmesi için sabırsızlanıyordunuz. Savaş olunca geri durur, çatışmadan kaçardınız."

"Allah, Peygamber'inin (s.a.a) nebiler yurduna ve seçkinler diyarına intikalini uygun görünce, içinizdeki nifak düşmanlığı açığa çıktı, din kisvesi eskidi. O güne kadar susan hainler konuşmaya başladı, adı sanı bilinmeyen kimseler öne geçmeye, batıl ehlinin soylu develeri (önderleri) böğürmeye başladılar. Bunlar sizin meydanlarınızda itibar görür oldular. Şeytan bir kez daha başını deliğinden çıkardı, sizlere fısıldadı. Gördü ki, onun çağrısına icabet etmeye dünden razısınız, ona kanmayı içinizden geçiriyorsunuz. Derken sizi kışkırttı. Baktı ki, çabuk tahrik oluyorsunuz. Sizi öfkelendirdi; hemen küplere bindiğinizi gördü. Böylece size ait olmayan bir deveye damganızı vurdunuz. Kendinize ait olmayan kaynağın başına kondunuz. Bütün bunlar çok kısa bir sürede oldu; henüz yaramız tazeydi ve kabuk bağlamamıştı. Daha Peygamber'in na'şını kabre koymamıştık. 'Fitne çıkmasından korkuyoruz.' diyerek bu işleri kaşla göz arasında kotardınız. Haberiniz olsun! Tam fitnenin ortasına düşmüşlerdir. Gerçekten cehennem kâfirleri kuşatmıştır."[203]

"Heyhat! Ne oldu size? Allah'ın kitabı elinizde olduğu hâlde nereye yöneliyorsunuz? Halbuki Allah'ın kitabının konuları açık, hükümleri parlak, bilgileri göz kamaştırıcı, yasakları göz önünde ve emirleri apaçık ortadadır. Ama siz onu arkanıza atmışsınız. Yoksa ondan yüz mü çevirmek istiyorsunuz? Yoksa ondan başkasıyla mı hükmediyorsunuz? Zalimler için bu ne fena bir değişmedir![204] Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.[205]"

"Sonra fitnenin oluşturduğu panik biraz yatışıncaya ve kontrol edilebilir hâle gelinceye kadar kısa bir süre beklediniz. Hemen ardından fitne ateşini harlandırdınız, alevlendirdiniz. Yoldan çıkaran şeytanın telkinlerine icabet etmeye başladınız. Şeytanın, dinin göz kamaştırıcı nurunu söndürme, seçilmiş Peygamber'in (s.a.a) sünnetini işlevsiz hâle getirme amacına yönelik vesveselerine kapıldınız. Köpük içiyoruz diyorsunuz ama, sütü de içip bitirdiniz.[206] Peygamber'in (s.a.a) Ehl-i Beyt'ine ve çocuklarına zarar vermek için türlü dolaplar çeviriyorsunuz, gizli saklı plânlar kuruyorsunuz. Yüreğe saplanan bıçak gibi, ok gibi acı veren eziyetlerinize sabrediyoruz ve siz şimdi benim, babamdan miras alma hakkımın olmadığını diyorsunuz. Yoksa siz, cahiliye hükmünü mü istiyorsunuz? Kesin olarak inanan bir kavim için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?! Hâlâ bilmiyor musunuz? Evet, size gün gibi aşikârdır ki, ben onun kızıyım. Ey Müslümanlar! Bana kalan miras zorla elimden mi alınacak?!"

"Ey Ebu Kuhafe'nin oğlu! Allah'ın kitabında, sen babanın mirasını alabilirsin, fakat ben alamam diye mi yazıyor? Öyleyse iğrenç bir şey yapıyorsun. Yoksa bilinçli olarak mı Allah'ın kitabını terk ettiniz, onu arkanıza attınız? Çünkü Allah'ın kitabında, 'Ve Süleyman Davud'a mirasçı oldu.'[207] deniliyor. Zekeriyya Peygamber'in (a.s) oğlu Yahya'dan söz edilirken de şöyle deniyor: 'Bana bir veli lütfet ki, bana ve Yakub'un soyuna mirasçı olsun.'[208] Ve yine şöyle buyurmuştur: 'Allah'ın kitabında akrabaların bazıları, bazılarına (miras hususunda) daha evlâdır.'[209] Yine buyurmuştur ki: 'Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder.'[210] Yine buyurmuştur ki: Eğer bir hayır (mal) bırakıyorsa, baba ve annesine ve yakınlarına verilmesi için adalet ve iyilik üzere vasiyet etmek takva sahipleri için bir borç olarak yazılmıştır.[211]"

"Ama siz, benim bir payımın olmadığını, babamın mirasını alamayacağımı, onunla benim aramızda bir akrabalık olmadığını iddia ediyorsunuz. Yoksa Allah özel olarak size bir ayet indirdi de babamın, miras ayetinin hükmünün dışında tutulmasını mı emretti? Yoksa, her biri başka bir dine mensup iki kişi birbirlerine mirasçı olamazlar mı demek istiyorsunuz? Acaba ben ve babam aynı dinin mensupları değil miyiz? Siz Kur'ân'ın özel nitelikli hükümlerini ve genel nitelikli hükümlerini babamdan ve amcamın oğlundan (Ali'den) daha mı iyi bileceksiniz?"

"Fedek'i hazır süslenmiş olarak al. Ama haşredildiğin gün karşına çıkacağını bil. Allah ne iyi hakemdir! Ve Muhammed (s.a.a) ne iyi önderdir! Kıyamette buluşuruz. Kıyamet kopunca batıl ehli olanlar büyük bir hüsrana uğrayacaklardır. O zaman pişmanlık da size bir fayda sağlamayacaktır. Her haberin gerçekleştiği bir zaman vardır. Rezil eden azabın kime geldiğini göreceksiniz. Kimin kalıcı azaba mahkûm olduğunu da.[212]"

Sonra ensara taraf baktı ve şöyle dedi: "Ey yiğitler topluluğu! Ve ey dinin yardımcıları ve İslâm'ın koruyucuları! Bana yapılanlara karşı içinde bulunduğunuz bu gaflet nedir? Uğradığım zulme karşı bu uyuşukluk da neyin nesi? Babam Resulullah (s.a.a) şöyle demiyor muydu?: 'Kişinin saygınlığı çocuklarında devam eder.' Ne çabuk bozuldunuz? Bu aceleniz ne? Şu anda maruz kaldığım eziyetleri savma gücünüz var oysa. İstediğimi ve istemeye devam ettiğimi geri alacak kudrete sahipsiniz. Yoksa 'Muhammed öldü' mü diyorsunuz? Evet onun ölümü boşluğu doldurulmayacak, çatlağı kapatılmayacak, gediği doldurulmayacak denli büyük bir felâkettir. Onun kaybından dolayı yeryüzü karanlığa gömüldü. Güneşin, ayın yüzü tutuldu. Onun ölümüyle meydana gelen felâket yüzünden yıldızlar söndüler. Ümitler suya düştü, dağlar ürperdi; dokunulmazlıklar, mahremiyetler çiğnenir oldu. Onun ölümüyle birlikte hürmetlere riayet eden kalmadı. Bu, Allah'a andolsun, büyük bir felâkettir. Korkunç bir musibettir. Onun gibi bir felâket görülmüş değildir, şu dünyada onun gibi bir musibet bir daha yaşanmayacaktır. Sizin evlerinizde okunan Allah'ın kitabı bunu duyurmuştu. Bundan önce Allah tarafından gönderilen nebi ve resullerin başlarına neler geldiğini ve bu, değişmez bir hüküm ve kesin kazadan ibaret idi: Muhammed bir elçidir. Şimdi o ölür veya öldürülürse, topuklarınız üzere gerisin geri mi döneceksiniz? Kim topukları üzere dönerse, Allah'a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenlerin ödülünü verecektir.[213]"

Ah Kıyleoğulları,[214] ah! Babamın mirası talan mı edilecek? Hem de ben sizin gözlerinizin önünde duruyorken, sesimi duyabiliyor iken? Meclislerde, toplantılarda davet edildiğiniz hâlde öylece susup bakacaksınız? Şaşkınlık, elinizi-kolunuzu bağlayacak mı? Gerekli sayınız ve donanımınız olduğu hâlde? Gücünüz ve araçlarınız, silâhlarınız ve kalkanlarınız olmasına rağmen size ulaşan çağrıya karşılık vermeyecek misiniz? İmdat çağrısını duyduğunuz hâlde yardıma koşmuyorsunuz. Hâlbuki sizler yiğit ve savaşçı insanlar olarak bilinirsiniz, hayırla ve iyilikle anılırsınız. Sizler ki, biz Ehl-i Beyt için seçilmiş seçkinlersiniz, beğenilmiş hayırlı kimselersiniz. Araplarla savaştınız, zorluklara ve ağır koşullara katlandınız. Milletlerle vuruştunuz, nice yiğitlerle savaştınız. Sizler sürekli bizimleydiniz, bizimle birlikte hareket ederdiniz. Biz emreder, sizler emrimizi hep yerine getirirdiniz. Derken İslâm değirmeni bizim eksenimizde dönmeye, günlerin bereketi, nimet ve rızk akmaya başladı. Şirkin soluğu kesildi, iftiranın coşkusu dindi ve küfrün ateşi söndü. Kargaşa çağrısı sustu. Dinin düzeni egemen oldu. Şu hâlde, gerçek açıklandıktan sonra neden bir kenara çekildiniz? Her şey açıklandıktan sonra neden gizlediniz? Karar verdikten sonra sözünüzden döndünüz? İmandan sonra şirke düştünüz?"

"Verdikleri sözü bozan, Peygamber'i yurdundan çıkarmaya kalkışan ve ilkönce size karşı savaşa başlamış olan bir kavme yazıklar olsun! Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer gerçekten müminler iseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır."[215]

"Dikkat edin! Ben, sizin rahat ve konforlu hayata dört elle sarıldığınızı (bu rahatınızı bozmamak adına ses çıkarmadığınızı) görüyorum. Hilâfete daha lâyık olanı, ondan uzaklaştırdınız. Rahatınız ve keyfinizle baş başa kaldınız. Darlıktan kaçıp genişliğe sığındınız. Böylece daha önce içinize aldığınız şeyleri attınız. Oysa siz bu şeyleri kolaylıkla sindirmiştiniz. Siz ve yeryüzünde bulunan herkes inkâr etse de, Allah ganidir ve övgüye lâyıktır.[216]"

Haberiniz olsun! Ben, yüreğinizi kaplayan sevinci, kalplerinizi kaplayan hainliği bilerek bu sözleri söyledim. Ama bu sözler; keder ve hüznün kapladığı nefsin deşarj olması, öfkenin dışa vurması, canın iyice zayıflaması, göğsün içindekileri artık saklayamaması kabilinden sözlerdir. Önünüze somut kanıtlar koyma amacına yöneliktirler. Varın siz onu (hilâfeti) sırtlanın; hep sırtınızda bir yara gibi kalacaktır. Zayıf karakterinizin bir göstergesi ve utanç lekeniz olacaktır. Cebbar olan Allah'ın gazabının ve ebedî rezilliğin damgası olarak alnınızda kalacaktır. Allah'ın tutuşturulmuş ve kalplere sirayet eden ateşine sürükleyecektir sizi. (Bilin ki,) yaptıklarınız Allah'ın gözünün önündedir. 'Zalimler yakında hangi inkılapla devrileceklerini bileceklerdir.'[217] Ben, sizi önünüzdeki bir azaba karşı uyaran uyarıcının kızıyım. Öyleyse yapın yapacağınızı, biz de yapacağız. Bekleyin bakalım, biz de beklemekteyiz."

Bu konuşmadan sonra Ebubekir, kafaları karıştırmaya, meseleyi çarpıtmaya başladı; pozisyonunu güçlendirmek maksadına yönelik olarak çeşitli manevralar yaptı. Dedi ki: "Ey Resulullah'ın kızı! Hiç şüphesiz senin baban müminlere karşı yumuşak, cömert, şefkatli ve merhametli idi. Kâfirlere karşı elem veren bir azap ve büyük bir ceza gibiydi. Eğer babanın soyunu araştıracak olursak, elbette başka kadınların değil, senin onun kızı olduğunu; başka dostların değil, senin eşinin onun kardeşi olduğunu göreceğiz. O, senin eşini bütün dostlarına tercih etmiş, her büyük olayda ona yardımcı olmuştu. Sizi ancak bahtiyar kimse sever ve size ancak bedbaht, mutsuz ve haktan uzak kimseler buğzeder. Çünkü siz Resulullah'ın (s.a.a) soyusunuz. Soylu seçkinlersiniz. Bize hayır üzere yol gösterdiniz. Bizi cennete giden yollara ilettiniz."

"Ve sen ey bütün kadınların en hayırlısı! Ey peygamberlerin en üstününün kızı! Hiç şüphesiz söylediğin sözler doğrudur. Aklının genişliği bakımından herkesten öndesin. Senin hakkından vazgeçilmez ve doğruluğunun önüne set çekilmez. Allah'a yemin ederim ki, Resulullah'ın (s.a.a) görüşüne düşmanlık etmedim ve sadece onun izniyle hareket ettim. Bir lider halkına yalan söylemez. Ben şahitlik ediyorum -şahit olarak Allah yeter- ki Resulullah'ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: 'Biz peygamberler topluluğu, altın, gümüş, ev ve gelir getiren mülk miras bırakmayız. Sadece kitap, hikmet, ilim ve nübüvveti miras bırakırız. Bizden geriye kalan kazanç üzerinde, yöneticinin kendi hükmüne göre tasarrufta bulunması gerekir.' Senin almaya çalıştığın atlar ve silâhlarla Müslümanlar kâfirlere karşı savaşacak, yoldan çıkan günahkârları cezalandıracaklardır. Bu hususta Müslümanlar arasında görüş birliği vardır ve ben tek başıma bu kararı almadım. Ben görüşünü zorla dayatan biri değilim. İşte benim durumum ve malım ortadadır. Hepsi senindir ve önüne serilmiştir. Hiçbir şey senden esirgenmeyecektir. Senden saklanmayacaktır. Sen ki, babanın ümmetinin önderisin, seyyidesisin. Çocuklarının şecere-i tayyibesisin (temiz ağacısın). Senin faziletini reddetmeyiz. Senin aslın ve soyun inkâr edilemez. Benim sahip olduğum kişisel malım ile ilgili ne karar verirsen, derhal uygulanacaktır. Sence ben bu hususta babana muhalefet etmiş olabilir miyim?"

Bunun üzerine Fatıma (a.s) şöyle dedi: "Suphanallah! Babam Allah'ın kitabına karşı çıkmaz ve onun hükümlerine muhalefet etmezdi. Bilâkis Kur'ân'ın izinden giderdi, surelerini takip ederdi. Yoksa siz, ona yalan isnat ederek hainlikte mi birleşiyorsunuz! Onun vefatından sonraki bu tavrınız, hayattayken başına açılan gailelere benziyor gibi. İşte Allah'ın kitabı adil bir hakemdir. Söyledikleri kesin çözüme bağlayıcı hükümdür. Diyor ki: 'Bana ve Yakub soyuna mirasçı olacak...'[218] Yine diyor ki: 'Süleyman Davud'a mirasçı oldu.'[219] Yüce Allah, adaletli taksimatı öngören açıklamaları yapmış, feraiz ve mirasa ilişkin hükmünü yasalaştırmıştır. Bu mirasta erkeklerin ve kadınların pay almasını mubah kılmıştır. Batıl ehlinin bütün gerekçelerini ortadan kaldırmış, geçmişlerin tüm zan ve kuşkularını gidermiştir. Hayır, nefisleriniz size kötü bir şey telkin etmiş bulunuyor. Bana düşen güzel bir sabırdır. Sizin yakıştırmalarınıza karşı Allah'tan yardım istenir.[220]"

Ebubekir dedi ki: "Allah ve Resulü doğru söylemiştir. Resulullah'ın (s.a.a) kızı da doğru söylemektedir. Sen, hikmet madenisin, hidayet ve rahmetin kaynağı, dinin temeli, kanıtların pınarısın. Senin doğruluğunu uzak görmem ve konuşmanı da nahoş karşılamam. Şu Müslümanlar benimle senin aramızda şahit olsunlar. Yüklendiğim görevi onlar bana yüklediler. Aldığım kararı onların ittifakıyla aldım. Bu kararı alırken büyüklenmedim, zorba bir tutum takınmadım. Kimseyi etkilemeye çalışmadım. Onlar buna şahittirler."

Bu, Ebubekir'in, Müslümanların duygularını bastırma ve Fatıma'ya (a.s) destek olma noktasında görüşlerini çarpıtma hususunda gerçekleştirdiği ilk girişimdi. Böyle yaparken esas yöntemi, zihinleri bulandırmak ve yapıcı, iyi bir görüntü vermekti. Resulullah'ın (s.a.a) sünnetine uyduğunu göstermekti.

Bunun ardından Fatıma (a.s) halka döndü ve şöyle dedi: "Batıl söylemlere hemencecik aldanan, çirkin ve zararlı fiillere derhal göz yuman Müslümanlar topluluğu! Kur'ân'ı hiç düşünmez misiniz? Yoksa kalplerin üzerine kilitler mi vurulmuş? Hayır, hayır! Kalpleriniz kirlenmiştir. Ne de kötüdür amelleriniz! Kulaklarınız ve gözleriniz iptal edilmiş âdeta. Yaptığınız tevil ne kötü! Ne biçim görüş belirtmişsiniz?! Bu nasıl istişaredir?! Hakkı gasp edişiniz ne kötü! Allah'a yemin ederim ki, bunun ne denli ağır bir yük, ne denli taşınmaz bir vebal olduğunu göreceksiniz. Önünüzdeki perde kaldırılıp zorlukların gerisindeki hakikat ortaya çıktığı gün… Rabbiniz katında sizin için tahmin edemediğiniz şeylerle karşılaştığınız gün... O zaman batıl ehli olanlar büyük bir hüsrana uğrayacaklardır.[221]"

Sonra Hz. Peygamber'in (s.a.a) kabrine yöneldi ve şunları söyledi:

"Senden sonra ne haberler var, ne musibetler!

Ağır gelmezdi; bunlara tanık olsaydın eğer

Biz seni yitirdik, yağmuru yitiren yer gibi

Kavmin bozuldu, sen gittin gideli

 

Her ailenin bir yakınlığı, bir menzili, değeri var

Allah katında, en aşağıdan en yakına kadar

İçlerindeki kini bize göstermeye başladı nice adamlar

Sen gittiğin ve seni bağrına bastığı için topraklar.

 

Surat asmaya başladı, bizi küçümser oldu çok kişi bizi görünce

Tüm yeryüzü gasp edilmiş oldu sen gidince

Sen dolunaydın, aydınlatan nurdun bizce

İzzet sahibi Allah katından sana inerdi kitaplar

 

Bize eşlik ederdi Cebrail ayetlerle

Sen gittin hayır gizlendi perdelerle

Ah! Ne olurdu, senden önce buluşsaydık ölümle!

Sen gittin, senden gelmez oldu kitaplar."[222]

Hz. Zehra (a.s) hakkı en açık bir şekilde ortaya koyduğu konuşmasına son verdi. Halifeden açıklama istedi ve onun plânlarını apaçık kanıtlarla ve sağlam ve parlak belgelerle çürütüp utanç verici bir duruma soktu. İslâm'ın istediği gerçek halifenin erdemlerini, olması gereken kemalatını açıkladı. Bunun üzerine ortam gerginleşti. Genel kanaat Fatıma'nın (a.s) lehine değişti. Ebubekir ise köşeye sıkışmıştı, kendini çıkmaz bir sokakta görüyordu.

İbn Ebi'l-Hadid der ki:

Bir gün Bağdat'taki Batı Medresesi'nin müderrisi olan İbnu'l-Farukî'ye sordum: "Fatıma doğru mu söylüyordu?" "Evet." dedi. "Peki, doğru söylediği hâlde, Ebubekir niçin ona Fedek arazisini vermedi?" dedim. Güldü, sonra çok hoş bir cevap verdi: "Eğer o gün Fedek'i sırf Fatıma'nın, o arazinin kendisine ait olduğunu iddia etmesinden dolayı ona verseydi, yarın da ona gelecek ve kocası adına halifelik makamını isteyecekti ve Ebubekir'i makamından uzaklaştırmış olacaktı. Bu noktadan sonra herhangi bir mazeret ileri sürüp karşı durmak mümkün olmazdı. Ve o, ne söylerse söylesin her iddiasında doğru kabul edilecekti. Onun ileri sürdüğü bir hususta kanıta ve tanığa gerek olmayacaktı."[223]

----------------------

[199]- Cilbab; kadının her tarafını kaplayan geniş elbise demektir.

[200]- Âl-i İmrân, 102

[201]- Fâtır, 28

[202]- Tevbe, 128

[203]- Tevbe, 49

[204]- Kehf, 50

[205]- Âl-i İmrân, 85

[206]- Orijinali "teşrebûne hasven fi irtiğa" olan bu deyim, bir şeyi görünürde sergileyen ama asıl amacı başka bir şey olan kimseler için kullanılır. [Dolayısıyla şöyle bir anlam kastedilmiş olabilir: "Beytülmali gizlice dilediğiniz şekilde harcıyorsunuz."]

[207]- Neml, 16

[208]- Meryem, 60

[209]- Enfâl, 75

[210]- Nisâ, 11

[211]- Bakara, 180

[212]- Hûd, 39

[213]- Âl-i İmrân, 144

[214]- Evs ve Hazreç kabileleri

[215]- Tevbe, 13

[216]- İbrâhîm, 8

[217]- Şuârâ, 227

[218]- Meryem, 6

[219]- Neml, 16

[220]- Yûsuf, 18

[221]- Mü'min, 78

[222]- el-İhticac, 1/253-279, Usve Yayınları

[223]- Şerh-u İbn Ebi'l-Hadid, 16/284


 

Fatıma'nın (a.s) Konuşmasına Halife'nin Gösterdiği Tepki

Meclis bir anda karıştı, gürültüden kimse kimseyi duymuyordu. İnsanlar ağlar hâlde dağılmaya başladılar. Herkesin dilinde Hz. Zehra'nın (a.s) konuşması vardı. Neticede Ebubekir tehditler savurmaya ve göz korkutmaya başladı.

Rivayet edilir ki: Ebubekir, Zehra'nın (a.s) konuşmasının insanlar üzerinde bıraktığı etkiyi görünce, Ömer'e şöyle dedi: "Ellerin bağlansın! Beni bıraksan olmaz mı? Belki böylece rüzgar diner ve yırtık da kapanmış olur! Böylesi bizim için daha isabetli değil mi?" Ömer şu karşılığı verdi: "Eğer ona taviz verirsen, bu otoritenin zayıflaması ve emirlerinin ciddiye alınmaması sonucunu doğurur. Ben sadece sana acıyorum." Ebubekir dedi ki: "Yazıklar olsun sana! Muhammed'in kızını ne yapacağız? Bütün insanlar onun ne istediğini ve bizim nasıl ona kalleşlik yaptığımızı biliyorlar?" Dedi ki: "Bu suyun kabarması gibi bir şeydir. Biraz sonra çekilir, eski mecrasına döner, hiç olmamış gibi olur." Bunun üzerine Ebubekir elini Ömer'in omzuna vurdu ve şöyle dedi: "Nice sıkıntıları giderdin ey Ömer!" Sonra insanları cemaat namazına çağırdı. Herkes toplandı. Ebubekir minbere çıktı ve şöyle dedi:

"Ey insanlar! Şu her dedikoduya inanmak da nedir? Bu gibi arzular Resulullah (s.a.a) döneminde var mıydı? Bir şey duyan varsa söylesin. Bir şeye tanık olan varsa konuşsun. [Ama şıracının şahidi bozacı gibi bir durum var ortada.] O, şahidi kuyruğu olan bir tilkiye benzemer. O ki, her fitneyi beslemekte ve şöyle demektedir: 'Yaşlandıktan sonra bir daha onu (fitneyi) gençleştirin!' Zayıflardan yardım istiyorlar. Kadınların arkasına sığınıyorlar. Tıpkı Ümmü Tıhal[224] gibi, onun için ailesinin en sevimlisi azgınlıktır (fuhuştur). Haberiniz olsun! Eğer ben istersem konuşurum. Eğer konuşursam, açık seçik söylerim. Ama, bana karışılmadığı sürece de susarım."

Sonra ensara döndü ve şöyle dedi: "Ey ensar topluluğu! Sizden bazı beyinsizlerin sözlerini duydum. Herkesten daha çok siz Resulullah (s.a.a) dönemindeki gibi davranmaya lâyıksınız. Çünkü Resulullah (s.a.a) size geldi ve siz de onu barındırdınız, ona yardım ettiniz. Haberiniz olsun! Ben, içimizde bunu hak etmeyenlere elimi ve dilimi uzatacak değilim." Ardından minberden indi.[225]

İbn Ebi'l-Hadid şöyle der: Bu konuşmayı Nakib Ebu Yahya Cafer b. Ebî Yahya b. Ebî Zeyd el-Basrî'ye okudum ve dedim ki: "Burada kimi ima ediyor?" Dedi ki: "İma etmiyor, açıkça işaret ediyor." Dedim ki: "Eğer açıkça işaret etseydi, sana sormazdım." Bunun üzerine güldü ve şöyle dedi: "Ali b. Ebu Talib'i ima ediyor." Dedim ki: "Peki, ensar ne söylüyordu ki, böyle bir konuşma yapma gereğini duydu?" Dedi ki: "Ali'nin sözlerini söylüyorlardı. Bu yüzden, işin aleyhlerine bozulmasından korktu ve bir daha bu sözleri tekrarlamalarını yasakladı."[226]
---------------
 

[224]- [O dönemdeki Arapların arasında fuhuş yapmakla bilinen kötü bir kadın.]

[225]- Delalilu'l-İmame, Taberî, s.39

[226]- Şerh-u Nehci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, 16/215


 

Ümmü Seleme'nin, Fatıma'nın (a.s) Hakkını Savunması

Hz. Fatıma'nın (a.s) mescitte yaptığı konuşmadan ve Ebubekir'in bu konuşmanın ardından söylediği sözlerden sonra, Ümmü Seleme (r.a), Fatıma'ya (a.s) yapılanları duyunca şöyle dedi:

"Resulullah'ın (s.a.a) kızı Fatıma (a.s) gibi birisine mi bunlar söyleniyor? Allah'a yemin ederim ki, o, insanlar arasında bir cennet hurisidir. Canın nefesi gibidir. Takva sahiplerinin bağrında yetişmiştir. Meleklerin elinde büyümüştür. Tertemiz kimselerin kucağında yetişmiştir. En güzel bir şekilde gelişmiştir. En güzel terbiye üzere eğitilmiştir. Siz, Resulullah'ın (s.a.a), onu mirasından yoksun bıraktığını ve ona bunu bildirmediğini mi iddia ediyorsunuz? Oysa yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'Yakın akrabalarını uyar.' Sizce Resulullah (s.a.a) onu uyardığı hâlde, o böyle bir istekte mi bulunuyor? Oysa kadınların en hayırlısı ve gençlerin efendilerinin annesi, Meryem'in dengidir. Babasının sayesinde Rabbinin risaletleri kemale ermiştir. Allah'a yemin ederim ki, Resulullah (s.a.a) onu sıcaktan ve soğuktan korurdu. Onun için sağ kolunu yastık ve sol kolunu da yorgan yapardı. Yavaş olun! Resulullah (s.a.a) gözünüzün önündedir. Yarın Allah'ın huzuruna döneceksiniz. Vah olsun sizlere! Yakında bileceksiniz."

Denildiğine göre, bu konuşmasından dolayı Ümmü Seleme'nin o seneki maaşı kesildi.[227]

------------------------

[227]- Delalilu'l-İmame, Taberî, s.39


 

Hz. Fatıma'nın, Hz. Ali'ye Şikâyette Bulunması

Hz. Zehra, topluluğa yaptığı konuşmayı tamamladıktan sonra, Resulullah'ın (s.a.a) kabrinin başında ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki göz yaşlarından kabir ıslandı. Sonra evine çekildi. Emirü'l-Müminin (a.s), onun dönmesini, çıkagelmesini bekliyordu. Zehra (a.s) eve gelince Emirü'l-Müminin'e (a.s) şunları söyledi:

"Ey Ebu Talib'in oğlu! (Ana rahmindeki) cenin gibi dizlerini kucaklamışsın, töhmetliler gibi çömelip kalmışsın. Sen ki savaş meydanlarında, savaş erlerini alt ederdin, şimdi ne oldu da kanatları yolunmuş bir kuş sana ihanet etti. Şu Ebu Kuhafe'nin oğlu, babamın bağışını, oğullarımın rızkını benden zorla alıyor. Açıkça bana karşı çıktı, onu benimle konuşurken inatçı ve sert bir hasım olarak gördüm. Ensar, bana yardımını esirgedi, muhacirler ise akrabalık bağını benim hakkımda gözetmediler. Toplum, bana reva görülen muameleye göz yumdu; ne beni savundular, ne de haksızlıklara engel oldular. Öfkeli olarak çıkmıştım evden, gururu kırılmış ve zelil olarak geri döndüm. Yoksa sen, keskinliğini yitirdiğin gün, boyun mu eğdin? Kurtları avlardın, şimdi topraklara mı yatıyorsun? Konuşmaktan geri durmadın ve batıla hiçbir zaman destek olmadın. Artık benim bir seçeneğim yok. Keşke aşağılanmadan önce, zillete düşürülmeden ölseydim! Sen beni desteklesen de, desteklemesen de, yardımcım Allah'tır. Ah çekerim, her gün doğumunda. Dayanağım öldü. Güçsüz hâle düştüm. Şikâyetim babamadır. Derdimi Rabbime iletiyorum. Allah'ım! Senin gücünden ve kudretinden daha şiddetlisi, senin azabın ve tepelemenden daha keskini yoktur."

Emirü'l-Müminin (a.s) şöyle dedi:

"Senin ah çekmen gerekmez. Asıl ah çekmesi gereken, sana hınç duyandır. Ey seçilmişin kızı! Ve ey peygamberliğin bakiyesi! Heyecanına hâkim ol, sakin ol biraz! Ben dinimde gevşekliğe düşmediğim gibi, yapabilirliğim hususunda da yanılgıya düşmüş değilim. Eğer istediğin yiyecekse, senin rızkın garanti edilmiştir. Sana kefil olan da güvenilirdir. Senin için hazırlanan, senden alınandan daha hayırlıdır. Öyleyse sadece Allah ile yetin."

Bunun üzerine Fatıma (a.s), "Allah bana yeter!" dedi ve sustu.


-------------------------

İlişkileri Kesme İlânı

Hz. Fatıma (a.s), yaptığı bu konuşmayla yetinmedi. Tam tersine, cihadını sürdürdü. Bu aşamadan sonra, Ebubekir'le konuşmama yolunu seçti ve herkesin önünde, "Allah'a yemin ederim ki, yaşadığım sürece seninle bir tek kelime konuşmayacağım." dedi.[228]

Fatıma (a.s) sıradan bir insan değildi. Bu yüzden, halifeyle ilişkilerini kesmesi, etkilenmeyecek, önemsenmeyecek, üzerinde durmaya değmeyen bir davranış olarak algılanamazdı. Fatıma (a.s), Peygamber'in (s.a.a) en aziz evlâdı ve sevgilisiydi. Hz. Peygamber'in (s.a.a) ona gösterdiği özen, ona karşı beslediği sevgi kimseye gizli değildi. O, Peygamber'in (s.a.a) hakkında, "Fatıma benim bir parçamdır, onu inciten beni incitmiş olur." dediği Fatıma'ydı.

Haber yavaş yavaş yayılmaya başladı: Peygamber'in (s.a.a) kızı Fatıma, Ebubekir'e kızgındır ve onunla konuşmuyor!... Bu haberi Medine'nin içinde ve dışında uzak yakın herkes duydu. Birbirlerine sormaya başladı insanlar. Gün be gün halifeye duydukları kin ve nefret artıyordu. Halife, birkaç kere ilişkileri normale döndürmek ve Hz. Zehra (a.s) ile barışmak için girişimde bulunduysa da, o, cihadını sürdürdü ve mazlum bir şehit olarak Rabbinin huzuruna çıkıncaya kadar direnişini kararlılıkla devam ettirdi.
---------------
 

[228]- Keşfu'l-Gumme, 1/477

 

Fedek'in Sembolik ve Siyasal Anlamı

İmam Ali ve Zehra'nın (a.s) İslâm hilâfetini, sapıklık mecrasından çıkarıp yeniden normal çizgisine yerleştirmek için başlattıkları doğrultma hareketi, çeşitli görünümlere ve değişik yöntemlere göre gelişiyordu. Hz. Zehra (a.s), açık siyasal cepheye önderlik ediyordu. İmam Ali'nin (a.s) hilâfet hakkını talep etmede değişik üsluplara baş vuruyordu. Bunlardan biri de Fedek arazisini istemekti. Hatta Fedek arazisini talep ederken de değişik yöntemlere baş vurduğu oluyordu.

Fedek olayıyla ilgili hangi tarihî metni incelersek inceleyelim, bunun maddî bir çekişme ya da dar anlamıyla ve sınırlı realitesiyle bir Fedek ihtilâfı olmadığını görürüz. Bilâkis bu, sapkın yönetimin temellerine yönelmiş bir devrimdi. Fatıma'nın (a.s), bütün ufuklara ulaşmasını istediği bir haykırıştı. Ki Sakife günü atılan temeller sarsılsın, parçalansın.

Hz. Fatıma'nın, mescitte muhacir ve ensar topluluklarının önünde halifeye karşı yaptığı konuşmayı incelememiz, bu hususu ispatlamak için yeterlidir. Çünkü o, bu konuşmasının büyük bir kısmında İmam Ali'yi (a.s) övüyor, sırf İslâm'a hizmet maksadıyla yaptığı cihadı övgüyle zikrediyor; insanlar arasında Allah'ın vesileleri, seçkin hüccetleri, kutsiyetinin ve hüccetinin temsilcileri, hilâfet ve yönetimde peygamberlerinin vârisleri olarak tanıttığı Ehl-i Beyt'in (a.s) şer'î hakkını tescil ediyor.

Hz. Fatıma (a.s), Müslümanların, içinde bulundukları gaflete, düşünmeden ve alelacele yaptıkları seçimin kötülüğüne, hidayete erdikten sonra topuklarının üzerinden geri döndüklerine dikkatlerini çekmeye; susuzluklarını giderecek berrak kaynağın dışındaki kaynaklardan beslendiklerini, yönetimlerini lâyık olmayanlara teslim ettiklerini anlatmaya çalıştı. Büyük bir fitnenin içine düştüklerini göstermek istedi. Hilâfet ve imamet meselesine dair hüküm verirken Allah'ın kitabını terk etmeye ve ona muhalif hareket etmeye kendilerini iten etkenleri gözler önüne sermeyi amaçladı.

Dolayısıyla asıl hedefin, en yüksek amacın konusuyla ilintili olan miktar dışında, mesele, bir mirasın taksimi veya bir bağışı almak meselesi ya da bir gelir kaynağını veya bir evi talep etmek meselesi değildi. Bilâkis, Hz. Zehra (a.s) nazarında bu, İslâm ve küfür, iman ve nifak meselesiydi. Nass ve şûra meselesiydi.

Bu yüce ve açık siyasî tavrının aynısını, kendisini ziyarete gelen muhacir ve ensar kadınlarına yaptığı konuşmada da görüyoruz. Onlara açık bir şekilde, hâkim zümrenin iktidara gelişiyle birlikte hilâfet kurumunun şer'î çizgisinden saptığını söylemişti. Bu tavrının, duygusal bir tepkiden, açığa çıkma fırsatını bulmuş gizli kinlerin deşarjından ibaret olmadığına vurgu yaparak insanların, yönetimi, Allah ve Resulü'nün emrettiği kimseye teslim etmeleri, yönetimin dizginlerini İmam'a (a.s) vermeleri durumunda kuşkusuz Allah'ın rızasına ve dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşacaklarına dikkat çekmişti.

En güçlü zanna göre, Hz. Zehra (a.s), doğruluğundan asla kuşku duymayan İmam'ın (a.s) Şiası ve seçkin arkadaşları içinde, vereceği tanıklıkla İmam Ali'nin (a.s) tanıklığını pekiştirecek, Halife'nin, Fedek'in Fatıma'ya (a.s) ait olduğunu gösteren bir belge getirilmesini istemesi dolayısıyla, bu belgenin teminini sağlayacak adımları atacak kimselerin olduğunu biliyordu.

Bu da açık bir şekilde gösteriyor ki, Hz. Fatıma'nın (a.s) o çok iyi bildikleri yüce hedefi, kendisine verilen bir bağışı veya geçim kaynağı olacak bir mirası ispat etmek değildi. Tam tersine Fatıma'nın (a.s) gayesi Sakife komplosunu etkisiz hâle getirmekti. Bu amaç ise, Fedek ile ilgili bir kanıt/şahit ileri sürmekle gerçekleşebilecek bir şey değildi. Çünkü o zaman, mesele küçük bir olayla sınırlandırılmış olacaktı. Aksine, Fatıma'nın (a.s) amacı, halkın dikkatini, onların saptıklarına, doğru yoldan uzaklaştıklarına çekmekti. Belki o zaman kendilerine gelebilir, doğruyu bulabilirlerdi. Tercihlerini daha güzel bir şekilde yapıp, hayat tarzlarını düzeltirlerdi.

Aynı şekilde Hz. Fatıma'nın (a.s) konuşmasını tamamlayıp mescitten çıktıktan sonra, iktidar grubunun ne kadar korktuğunu ve pozisyonunu korumak için nasıl ısrarla çabaladığını ve halkın zihnini bulandırmak için ne tür girişimlerde bulunduğunu da biliyoruz. Halife'nin tepkisi, bütün bunları en somut şekliyle ortaya koymaktadır. Bu, Hz. Zehra (a.s) ile Halife'nin kavgasının temellerine ışık tutan bir olgudur. Halife, Fatıma'nın (a.s) çabasının bir bağışla veya mirasla ilgili olmadığını; bunun, siyasî bir savaş, İmam Ali'nin (a.s) gasp edilmiş hakkı için verilen bir siyasal mücadele olduğunu; amacının da, ümmetin varlığının devamı açısından, Halife ve arkadaşlarının, İslâm dünyasında gerektiği doğal konumundan uzaklaştırma amacını güttükleri İmam Ali'nin (a.s) ne denli büyük bir rol oynadığını gözler önüne sermek olduğunu anlamıştı.

Bu yüzden Halife'nin, Fatıma'nın (a.s) konuşmasına cevap verirken İmam Ali'ye (a.s) saldırdığını, onu tilki olarak vasfettiğini, her türlü fitnenin hazırlayıcısı ve kışkırtıcısı olduğunu söylediğini, Fatıma'nınsa onun kuyruğu olduğunu ifade ettiğini görüyoruz. Halife, Fatıma'ya (a.s) cevap verirken miras konusuna hiç değinmemişti.

Şunu da belirtelim ki, Fatıma (a.s), Fedek arazisi elinden zorla alındıktan sonra, miras ile ilgili olarak Halife'yle tartıştı. Çünkü o dönemde insanlar kendilerine kalan mirası almak veya mirasçılara mirastan kendilerine düşen payları vermek hususunda Halife'ye başvurmazlardı, bu meseleyi kendi aralarında çözümlerlerdi. Bu konuda resmî prosedürü takip etmek gibi zorluklar yoktu, muameleler kolaylıkla pürüzsüz bir şekilde gerçekleşirdi. Dolayısıyla Fatıma'nın (a.s) Halife'ye başvurmaya ihtiyacı yoktu. Fatıma'nın (a.s) görüşüne göre halife haksız yere iktidara gelen biri olduğu hâlde, miras konusunda gidip onun görüşüne baş vuracak değildi. Öyleyse miras talebinin, Halife'nin Fatıma'ya karşı işlediği bir haksızlığı, mirasla ilgili bir zulmü ve hakkının elinden alınması suretiyle işlenen bir haksızlığı duyurmak gibi bir amacı vardı.

Yine biliyoruz ki, Fatıma (a.s), kendisine miras kalan arazi zorla elinden alınmadıkça, haklarını gidip talep etmemiştir. İşte bunlar açık bir şekilde bize gösteriyor ki, Hz. Fatıma'nın (a.s) miras talebinde bulunması, muhalifleri cesaretlendirecek uygun bir ortam oluşturmuştur. Muhalifler, miras meselesini, gayri meşru halifeye direnmek için bir malzeme olarak kullanmışlardır. Ama bunun için, o gün için İslâm'ın yüksek menfaatleri icabı barışçı bir yöntem esas almışlardır. Bu yöntem çerçevesinde Halife'yi bir hakkı gasp etmekle, şeriatın temelleriyle oynamakla, kanunun saygınlığını hafife almakla suçlamaları mümkündü.

Yeni Durum Karşısında İmam Ali'nin (a.s) Alternatifleri

Olayların baş döndürücü bir hızla meydana gelmesi, sapık tavırların belirginleşmesi, İslâm'a karşı komplolar hazırlamanın peşinde olan çeşitli eğilimlerin su yüzüne çıkması, fitnelerin kapıya dayanmış olması, nebevî bilincin ortadan kaybolmuş olması, ayrıca İslâm inancını bozulmaktan koruma hırsı İmam Ali'yi (a.s), her biri kendi başına büyük bir zorluk anlamına gelen üç yolun ayrılışı noktasına getirivermişti:

Birincisi: Hiçbir engel çıkarmadan Ebubekir'e biat edecekti. Bu açıdan diğer Müslümanlardan farkı olmayacaktı. Belki de yeni iktidar nezdinde üstün bir mevki de elde edecekti ve böylece İslâm davasının gidişatına aldırmadan kendi varlığını, sistemini ve çıkarlarını korumuş olacaktı. Fakat bu, mümkün değildi. Çünkü bu, Resulullah'ın (s.a.a) emirlerine aykırı olarak gerçekleşen bir biatı onaylaması anlamına gelirdi.

İkincisi: Gözünde çöp ve boğazında kemik varmışçasına acı çekerek sessizliği tercih edecekti. İslâm sistemini korumak ve İslâm akidesini bütünüyle yıkılmaktan muhafaza etmek için, ehil olmayan hükümetin sergileyeceği çelişkiler ortasında mutedil, ılımlı bir çizgi izleyecekti.

Üçüncüsü: Kitleleri bilinçlendirecek ve onları Ebubekir'in halifeliğine karşı silâhlı bir ayaklanmaya hazırlayacaktı.

Barışçı Karşı Duruş ve Hz. Zehra'nın (a.s) Rolü

İmam (a.s) nihaî bir karar aldı. Ayaklanma fikrinden vazgeçecek ve zalim yöneticilere açıkça karşı durmayı ön gören naslarla amel etmeyi, halkı Ebubekir ve arkadaşlarına karşı örgütleyecek kudrete sahip olduğunu anlayıncaya kadar erteleyecekti. O günkü ağır sınavda Hz. Ali'nin aldığı karar buydu. Bu amaçla gizlice Müslümanların liderlerini, Medine'nin önde gelen isimlerini ziyaret etmeye başladı.[229] Onlara öğüt veriyor, Hakk'ın ayetlerini ve apaçık belgelerini onlara hatırlatıyordu. Hemen yanı başında eşi bulunuyordu. Onun bu tavrını destekliyor, onun bu illegal cihadına destek oluyordu. Bu gizli ziyaretlerle güttüğü amaç, hakkını elde etmek için savaşmak üzere hazırlayacağı bir parti, bir grup kurmak değildi. Çünkü biz, Ali'nin (a.s), kendi adıyla anılan ve ensardan taraftarlarının oluşturduğu bir grubunun olduğunu biliyoruz. Onun gayesi, halkın desteğini, bu grup etrafında toplamaktı.

Tam bu noktada Fedek meselesi, yeni Alevî siyasetin başlangıcı olmak üzere gündeme oturuyordu. Çünkü Muhammedî nübüvvetin Harun'u ("Musa için Harun neyse benim için sen de osun ey Ali!" anlamındaki hadise bkz.) tarafından büyük bir titizlikle hazırlanan Fatımî rol, bu gece ziyaretlerinin felsefesiyle örtüşüyordu. Bunun da, ortamı Halife'nin aleyhine dönüştürmesi, temsil masalına son verdiği gibi Sıddık'ın hilâfetine de son vermesi pekalâ mümkündü. Tıpkı dramatik bir sahneyi sonlandırmak gibi. Güç ve sayıya dayalı bir iktidarı yıkmak gibi değil.

Bu stratejide Fatımî rol, doğruluk timsali Zehra'nın (a.s), elinden alınan mallarını Ebubekir'den istemesi olarak belirginleşmişti. Bu talebi de, esas meselenin, yani hilâfet meselesinin tartışma konusu yapılmasının aracı olarak kullanacaktı. İnsanlara şunu anlatacaktı: Ali'yi (a.s) bırakıp Ebubekir'e yöneldikleri an, heva ve heveslerine uydukları, ayaklarının sürçtüğü istisnaî bir andı.[230] Onlar bu davranışlarıyla hata etmişlerdi, Rablerinin kitabına aykırı davranmış, asıl membalarından başka bir membaa varmışlardı.[231]

Bu düşünce Hz. Fatıma'nın (a.s) zihninde iyice olgunlaşınca, konjonktürün sapmalarını tashih etmeye, Sakife'de temellerinden birini yitiren İslâmî yönetime bulaşan çamuru temizlemeye koyuldu. Bunu yaparken kullandığı yöntem, iktidardaki halifeyi açık ihanetle ve kanunu hiçe saymakla suçlamaktı. Ebubekir'in halife olarak çıktığı seçim olayını da, Kitab'a ve doğruya aykırı bir netice olarak nitelendiriyordu.[232]

Bu Fatımî direniş iki özellik taşımaktaydı ki, şayet İmam Ali'nin (a.s) kendisi eşinin bu yöntemini kullansaydı, bunları bu etkinlikte kullanamazdı:

Birincisi: Fatıma (a.s), babasını yitirmiş olarak yaşadığı dram nedeniyle, bu koşulları İmam'a (a.s) göre daha iyi kullanabilirdi. Ayrıca babası nezdindeki üstün konumu da herkesin bildiği bir şeydi. Bu yüzden daha etkili bir şekilde duyguları harekete geçirebiliyor, bir ruhsal elektriklenmeyle Müslümanları babasının (Allah'ın selâmı ona olsun) o büyük anısıyla buluşturabiliyordu. O görkemli günleriyle… İşte Fatıma (a.s), duyguları Ehl-i Beyt'in sorunları etrafında yoğunlaştırmak noktasında daha etkiliydi.

İkincisi: Fatıma (a.s) bu kavgasında çeşitli yöntemlere başvurmasına rağmen, bir lideri gerektiren silâhlı bir çatışma yolunu tutmuyordu. Ayrıca kadındı ve Muhammedî nübüvvetin Harun'u (İmam Ali -a.s-) evinde sessizce, insanların davası etrafında toplanacağı günü bekliyordu. Ali (a.s), şartların olgunlaşmasını bekliyordu; uygun zamanda meydana atılmak için. Evet, şartlar olgunluk bakımından en üst düzeye ulaştığı zaman bir ayaklanmaya önderlik edecekti veya istediği şartlar oluşmadığı için fitneyi, dinde çözülmeyi önleme görevini üstlenecekti. Dolayısıyla huri Fatıma'nın (a.s) mücadelesi, Halife'ye karşı toplumsal bir konsensüs oluşturacaktı ya da mücadele sınırlarını aşmayacak, bir fitneye ve bölünmeye ön ayak olunmayacaktı.

Şu hâlde İmam (a.s), o gün, mesajını Fatıma'nın (a.s) ağzından insanlara duyurmayı amaçlıyordu. Kendisi savaş meydanına girmiyor, uygun zamanı ve elverişli fırsatı bekliyordu. Ayrıca tüm Kur'ân ümmetine, Fatımî direniş aracılığıyla, mevcut hilâfetin batıl olduğuna ilişkin bir kanıt sunmayı amaçlıyordu. Nitekim Fatıma (a.s), Alevî hakkı, değişik üslûp ve mücadele yöntemleriyle, güzel tabirlerle en açık ve net biçimde ortaya koyarken, İmam'ın (a.s) istediği gerçekleşmiş oluyordu.

Kısaca Fatımî muhalefet, birkaç alanda kendini gösteriyordu:

Birincisi: Hz. Fatıma'nın (a.s), miras konusunda Ebubekir'le tartışacak ve haklarını talep edecek kimseleri göndermesi.[233] Bu, Hz. Fatıma'nın (a.s), doğrudan işe el koymadan önce uyguladığı ilk adımdı.

İkincisi: Özel bir toplantıda, bizzat Ebubekir'in karşısına çıkması.[234] Bu toplantıda güttüğü amaç, humus gelirlerinden ve Fedek arazisinden ve başka gelirlerden kendisine ait olan hakları kuvvetli bir şekilde savunmaktı. Böylece Fatıma (a.s), Halife'nin direnme gücünü ölçmek istiyordu.

Üçüncüsü: Nehcü'l-Belâğa Şerhi'nde de işaret edildiği gibi, Resulullah'ın (s.a.a) vefatından on gün sonra mescitte halka bir konuşma yapması.[235]

Dördüncüsü: Kendisinden özür dilemek maksadıyla yanına gelen Ebubekir ve Ömer'le konuşması, onlara öfke duyduğunu ifade etmesi ve bu tavırlarıyla Allah ve Resulü'nü (s.a.a) öfkelendirdiklerini bildirmesi.[236]

Beşincisi: Yanında toplanan muhacir ve ensar kadınlarına konuşma yapması.[237]

Altıncısı: Cenaze ve defin işlemlerine, hasım olarak nitelediği hiç kimsenin katılmamasını vasiyet etmesi.[238] Bu vasiyet, Hz. Zehra'nın (a.s), mevcut hilâfete yönelik öfkesinin bir diğer tezahürüydü.

Fatımî hareket, bir anlamda başarısız kalmış, bir başka anlamda ise başarılı olmuştu. Başarısız olmuştu, çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefatının onuncu gününde gerçekleştirdiği son ve önemli hamlesinde Halife'nin hükümetinin düşürülmesi yönünde beklenen etkiyi meydana getirememişti.

Hz. Zehra'nın (a.s), savaşı kaybetmesinin nedenlerini tümüyle ortaya çıkaracak durumda değiliz. Ancak kuşku duymadığımız husus, Hz. Fatıma'nın (a.s), başarısızlığındaki en önemli sebeplerden biri Halife'nin kişiliğiydi. Halife, siyasî yetenekler bahşedilmiş bir kimseydi. Meseleyi müthiş bir yumuşaklıkla karşılamıştı. Bunun en somut örneğini, Fatıma'nın (a.s), mescitte yaptığı konuşmadan sonra, Halife'nin ensara yönelerek yaptığı konuşmada gözlemliyoruz.

Fatıma'ya (a.s) cevap verirken, neredeyse incelikten eriyordu. Ama Fatıma'nın mescidden çıkmasından sonra, alev alev yanan bir ateşe atılmış gibi öfkeleniyordu: "Şu her dedikoduya inanmak da nedir? [Bozacının şahidi şıracı gibi bir durum var ortada.]" diyordu.[239] -Biz önceki sayfalarda bu konuşmanın tamamını verdik.- Bu sakin ve yumuşak hâlden, öfkeli ve şedit hâle geçiş; onun duygularına hâkim olma, şartları değerlendirme, her zamana en uygun olan tavrı sergileme hususunda ne kadar yetenekli olduğunu bize göstermektedir.

Fatıma'nın (a.s) muhalefetinin başarısı da şuradan gelir: O, hakkı karşı konulmaz bir güçle donatmış oldu. Dinî mücadele meydanında hakkın varlığını sürdürme gücüne yepyeni bir güç kattı. Bütün hareketlerinde bu başarının izlerini görüyoruz. Özellikle kendisini ziyarete gelen Sıddık ve Faruk'a karşı söylediği sözleri, başarının doruklarını temsil eder. Onlara şöyle demişti: "Resulullah'ın (s.a.a), sizin de bildiğiniz bir hadisini size anlatsam, gereklerini yapar mısınız?" "Evet." dediler. Dedi ki: "Allah adına sizi yemine veriyorum; Resulullah'ın (s.a.a) şu sözünü duymadınız mı: Fatıma'nın memnuniyeti benim memnuniyetimdir. Fatıma'nın öfkelenmesi benim öfkelenmemdir. Kim Fatıma'yı severse beni sevmiş olur. Fatıma'yı razı eden beni razı etmiş olur. Fatıma'yı öfkelendiren beni öfkelendirmiş olur."[240] "Evet." dediler, "Biz Resulullah'tan (s.a.a) bunu duyduk." Bunun üzerine Fatıma (a.s) şöyle dedi: "Ben Allah'ı ve meleklerini şahit tutuyorum ki, siz beni öfkelendirdiniz, beni razı etmediniz. Eğer Resulullah (s.a.a) ile karşılaşırsam, mutlaka sizi ona şikâyet edeceğim."[241]

Bu hadis, Fatıma'nın (a.s), bu iki hasmına muhalefet etmeye, onlarla ilişkisini kesmeye, onlara öfke ve kin duymaya ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Bu denli ısrar etmesinin nedeni; kavgadan, din ve akide lehine bir sonuç çıkarmaktı. Demek istiyordu ki, Sıddık, kendisini öfkelendirmekten dolayı Allah ve Resulü'nü öfkelendirmiş, kendisine eziyet etmekten dolayı Allah ve Resulü'ne eziyet etmiştir. Çünkü Allah ve Resulü, onun öfkelendiğine öfkelenir, onun kızdığına kızarlar. Sahih nebevî hadis bunu ortaya koymaktadır. Böyle bir kimsenin de Allah ve Resulü'nün halifesi olması caiz değildir.[242] Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"…Sizin Allah Resulü'nü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikâhlamanız asla caiz olmaz. Çünkü bu, Allah katında büyük bir günahtır."[243]

" Allah ve Resulü'nü incitenlere Allah, dünyada ve ahirette lânet etmiş ve onlar için horlayıcı bir azap hazırlamıştır."[244]

"Allah'ın Resulü'ne eziyet edenler için mutlaka elem verici bir azap vardır."[245]

"Ey iman edenler! Kendilerine Allah'ın gazap ettiği bir kavmi dost edinmeyin."[246]

"Her kim kendisine gazabım çarparsa, hakikaten o, yıkılıp gitmiştir."[247]

-------------------------

[229]- bk. Şerh-u Nehci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, 6/13, tahkik edilmiş baskı. Ebu Cafer Muhammed b. Ali (a.s) şöyle rivayet eder: "Ali, Fatıma'yı bir merkebe bindirerek geceleyin ensar evlerini dolaşmaya ve onlardan yardım istemeye başladı. Fatıma da, ensardan Ali'ye yardımcı olmalarını istiyordu."

[230]- bk. Belâğatu'n-Nisa, s.23: Hz. Fatıma (a.s) bir konuşmasında bu anlamda şunları söylüyor: "Şeytan, deliğinden başını çıkardı; sizi, kendisine icabet edenler buldu. Sizi, aldatmasına hazır bir anlayışta gördü. Sizi uyardı, çok çabuk dediğini yerine getiren kimseler olduğunuzu gördü... Böylece siz, size ait olmayan bir deveyi damgaladınız."

[231]- bk. Şerh-u Nehci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, 6/12: Ali (a.s) bir grupla konuşurken şunları söylüyor: "Ey muhacirler topluluğu! Allah'ın hakkını gözetin! Muhammed'in egemenliğini evinin, ailesinin dışına çıkarıp kendi evlerinize, kendi ailelerinize götürmeyin. Onun ailesini, insanlar nezdindeki makamlarından ve haklarından uzaklaştırmayın. Allah'a yemin ederim ki, ey muhacirler topluluğu! Biz Ehl-i Beyt, bu meselede sizden daha çok hak sahibiyiz…"

[232]- bk. Es-Savaiku'l-Muhrika, s.36, Mektebetu'l-Kahire baskısı. İkinci Halife şöyle der: "Ebubekir'e biat edilmesi, bir oldu bittiydi. Allah, bu oldu bittinin şerrinden korudu. Bir daha benzerini yapmak isteyen olursa, onu öldürün…" Ayrıca bk. Tarihu'l-Hulefa, s.67

[233] Şerh-u Nehci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid 16/218-219: Ebu Tufeyl'in şöyle dediği rivayet edilir: "Fatıma Ebubekir'e şu haberi gönderdi: 'Resulullah'ın (s.a.a) mirasçısı sen misin, yoksa ailesi mi?' Ebubekir, 'Ailesi…' dedi."

[234]- age. 16/230

[235]- age. 16/211: Bir grup tarafından rivayet edilmiştir ki: "Fatıma, Ebubekir'in Fedek'i Fatıma'dan almaya karar verdiğini duyunca, baş örtüsünü taktı ve hizmetçilerinden ve akrabalarından oluşan bir grup kadınla birlikte yola çıktı ve muhacir ve ensardan oluşan bir kalabalık arasında bulunan Ebubekir'in yanına gitti…"

[236]- bk. el-İmame ve's-Siyase, İbn Kuteybe, s.31; Şerh-u Nehci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, 16/264, 281. Resulullah Efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Fatıma benden bir parçadır, onu öfkelendiren beni öfkelendirmiş olur." A'lamu'n-Nisa, 4/123; Kenzü'l-Ummal, c.12, Hadis: 34222

[237]- Şerh-u Nehci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid, 16/233

[238]- age. 6/281

[239]- bk. Şerh-u Nehci'l-Belâğa'de yer alan hutbe. 16/214-215

[240]- Bu anlamda başka sahih ibareler de Resulullah'tan (s.a.a) rivayet edilmiştir. Örneğin sahih bir rivayette belirtildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.a) Fatıma'ya (a.s) şöyle demiştir: "Allah, senin kızmandan dolayı kızar. Senin razı olmandan dolayı razı olur…" Bir diğer hadiste de şöyle buyurmuştur: "Fatıma benden bir parçadır; onu rahatsız eden şey, beni de rahatsız eder. Onu inciten şey beni de incitir…"

bk. Sahih-i Müslim, 4/1902, hadis: 93/2449, Dar-u İhyai't-Turasi'l-Arabî basımı; Müstedreku'l-Hâkim, 3/158; Zehairu'l-Ukba, s.47; Müsned-i Ahmed, 4/323, 332; Camiu't-Tirmizî, 5/699, Dar-u İhyai't-Turasi'l-Arabî baskısı, Beyrut; es-Savaiku'l-Muhrika, İbn Hacer, s.190, Kahire baskısı; Kifayetu't-Talib, s.365, Dar-u İhya-i Turas-i Ehli'l-Beyt, Tahran baskısı.

[241]- Fatıma'nın Ebubekir'e yönelik öfkesine dair ifadeleri aşağıdaki kaynaklarda bulabilirsiniz: Sahih-i Buharî, 5/5; Sahih-i Müslim, 2/72; Müsned-i Ahmed, 1/6; Tarih-i Taberî, 4/27; Kifayetu't-Talib, s.266; Sünen-i Beyhakî, 6/300

[242]- bk. Fedek Fi't-Tarih, s.112-119

[243]- Ahzâb, 53

[244]- Ahzâb, 57

[245]- Tevbe, 61

[246]- Mümtehine, 13

[247]- Tâhâ, 81

 

Hz. Fatıma'nın (a.s) Evine Saldırı

İmam Ali (a.s), Ebubekir'e biat etmeyi reddetti ve egemen düzene karşı olduğunu ilân etti. Bununla dünyaya şunu ilân etmiş oluyordu: Resulullah'tan (s.a.a) sonra ilk İslâm'ı seçen bu adamın karşı çıktığı mevcut hilâfet rejimi, Resulullah'ın (s.a.a) gerçek hilâfetini temsil etmiyor. Nitekim Fatıma (a.s) da aynı şeyi yaptı. O da bu muhalefetiyle dünyaya şu mesajı veriyordu: Peygamberlerinin (s.a.a) kızı, onlara öfkelidir; bu rejime boyun eğmiyordur. Şu hâlde egemen düzen, meşruiyetten yoksundur.

Öte yandan İmam Ali (a.s), şer'î hakkı gasp edenlere karşı pasif bir cihat başlattı. Muhacir ve ensarın seçkinlerinden bir grup da İmam'ın (a.s) yanında yer aldılar. Bunlar Hz. Peygamber'in (s.a.a) faziletlerine işaret ettiği kimselerdi. Ki aynı zamanda olayların gerçek yüzünü de idrak edebilecek basirete sahiptiler: Abbas b. Abdulmuttalib, Ammar b. Yasir, Ebuzer el-Gıfarî, Selman-ı Farisî, Mikdad b. Esved, Huzeyme Zu'ş-Şehadeteyn, Ubade b. Samit, Huzeyfe b. Yeman, Sehl b. Hüneyf, Osman b. Hüneyf, Ebu Eyyub el-Ensarî… gibi. Estirilen terör havası ve gürültüler bunları etkisi altına alamamıştı ve bu yiğitler istikametlerini bozmamışlardı. Hilâfeti ele geçiren grubun, başta Ömer b. Hattab'ın tehditleri bunları korkutmamıştı.

Ebubekir'e biat etmeye karşı çıkan sahabelerden bazıları, Ebubekir'le tartıştılar. Mescitte ve başka yerlerde aralarında sert konuşmalar oldu. İktidarın tehditlerine aldırmıyorlardı. Oysa birçok insan bu tehditlerden sonra sinmiş, duygularını bastırmış, konjonktüre uyarak bir kenarda pısmışlardı. Daha sonra bazıları, akılları başlarına gelince hatalarını anlamış, alelacele verdikleri karardan, düşünmeden Ebubekir'e biat etmekten pişman olmuşlardı. İktidar grubunun Ehl-i Beyt'e karşı açık bir düşmanlık sergilemeleri, onların akıllarını başlarına getirmişti.

Medine çevresinde yaşayan, Esed, Fezare, Benî Hanife… gibi bazı mümin aşiretler vardı. Bunlar, Gadir günü (Gadir-i Hum) biatine tanık olan aşiretlerdi. O gün Resulullah (s.a.a), kendisinden sonraki müminlerin emiri olarak Ali (a.s) adına biat almıştı. Bunlar aradan çok zaman geçmeden, Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefat edip yüce dostun katına çıktığını, Ebubekir'e biat edildiğini ve Ebubekir'in hilâfet makamına kurulduğunu duydular. Bu olay karşısında dehşete kapıldılar. Ebubekir'e biat etmeyi topluca reddettiler.[248] Gayri meşru bildikleri yeni yönetime zekât vermeyi kabul etmediler. Ortalığın pustan, dumandan kurtulmasına kadar bekleme kararı aldılar. Bu aşiretler İslâm'a bağlılıklarını sürdürüyor, namaz kılıyor ve bütün İslâmî şiarları uyguluyorlardı.

Fakat iktidar grubu, mevcut yönetim açısından büyük bir tehlike arz eden bu gibi tutumlara bir sınır koymanın uygun olacağını düşündü. İmam Ali'nin (a.s) ve eşinin muhalefeti sürdükçe de bu gibi tutumlar devam edecekti. İmam Ali (a.s) ve eşi Fatıma (a.s), İslâm devleti (!) için bir iç tehlike olarak görülüyordu. Bu aşamada Ebubekir ve yardımcıları, kendilerini ve yönetimlerini saran büyük tehlikeyi fark ettiler. Bu muhalif akımı durdurmayacak olurlarsa, muhalefet dalgası gittikçe büyüyecek ve iktidarlarını yerle bir edecekti. Muhalefetin başı Ali b. Ebu Talib'i (a.s) Ebubekir'e biat etmeye zorlamaktan başka çare yoktu.

Bazı tarihçiler şöyle anlatıyor:[249] Ömer b. Hattab, Ebubekir'e gelip şöyle dedi: "Sana biat etmekten kaçınan bu adamdan neden biat almıyorsun? Be adam! Ali sana biat etmedikçe hiçbir şey yapamazsın! Çağır, gelip sana biat etsin." Bunun üzerine Ebubekir, Kunfuz'u, Emirü'l-Müminin'e (a.s) gönderdi, "Resulullah'ın (s.a.a) halifesinin çağrısına uy." dedi. Ali (a.s) şu karşılığı verdi: "Ne çabuk Resulullah adına yalan söylemeye başladınız?" Kunfuz geri döndü ve Ali'nin (a.s) sözlerini Ebubekir'e iletti. Ebubekir uzun süre ağladı. Ömer bir kez daha söyledi: "Bu adamın, sana biat etmesini geciktirme. Ebubekir Kunfuz'a şöyle dedi: "Ona bir kez daha git ve 'Resulullah'ın (s.a.a) halifesi, kendisine biat etmen için seni çağırıyor.' de." Kunfuz, Ali'nin yanına geldi ve kendisine söylenenleri tekrarladı. Ali (a.s) sesini yükselterek şöyle dedi: "Subhanallah! Bu adam, kendisine ait olmayan bir yetki iddiasında bulunuyor." Kunfuz bir kez daha geri döndü ve Ali'nin sözlerini aktardı. Ebubekir uzun uzun ağladı. Ömer, "Kalk." dedi, "O adama gidiyoruz." Ebubekir, Ömer, Osman, Halid b. Velid, Muğire b. Şu'be, Ebu Ubeyde b. Cerrah ve Ebu Huzeyfe'nin azatlısı Sâlim kalkıp Ali'nin (a.s) evine gittiler.

Fatıma (a.s), izni olmadan hiç kimsenin evine girmeyeceğini sanıyordu. Fatıma'nın (a.s) evinin kapısına gelince, kapıyı çaldılar. Fatıma (a.s) onların seslerini duyunca yüksek sesle şunları söyledi: "Babacığım! Ya Resulallah! Senden sonra, İbn Hattab'dan ve Ebu Kuhafe'nin oğlundan neler çektik! Sizin gibi, çok kötü davranışlar sergileyen bir kavmi hatırlamıyorum. Siz değil misiniz ki, Resulullah'ın (s.a.a) cenazesini elimizde bırakarak, halifelik işini aranızda halledenler? Bu konuda bize danışmadınız ve bizim hiçbir hakkımızı vermediniz."

Kapıdakiler Fatıma'nın (a.s) bu sözlerini duyunca ağlayarak geri çekildiler. Kalpleri parçalanacak, ciğerleri yırtılacak gibi oldu. Ama Ömer yanında birkaç kişiyle orada kaldı. Ömer, odun isteyerek avazı çıktığı kadar bağırdı: "Ömer'in canı elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ya çıkarsınız ya da evi içindekilerle birlikte ateşe veririm." Orada bulunanlardan bazıları, "Ey Eba Hafs! İçinde Fatıma var!" dediler. "Evet." dedi, "İçinde Fatıma olsa da…"[250]

Hz. Fatıma (a.s) kapının arkasında durdu ve kapı önünde bekleyenlere seslendi:

"Yazıklar olsun sana Ömer! Allah'a ve Resulü'ne karşı bu cür'et nereden geliyor? Yoksa sen Allah Resulü'nün neslini dünyadan kesmeyi, zürriyetini yok etmeyi ve Allah'ın nurunu söndürmeyi mi istiyorsun? Ama unutma, Allah nurunu tamamlayacaktır."

Ömer kapıyı tekmelemeye başladı. Fatıma (a.s), hicaba riayet etmek maksadıyla kapı ile duvar arasına saklandı. Evin içine girdiler. Bu sırada kapı ile duvar arasına sıkışan Fatıma (a.s) karnındaki bebeğini düşürdü.

Hep birlikte, yatağında oturan Emirü'l-Müminin Ali'nin üzerine çullandılar. Elbiselerinden tutarak yaka paça sürükleyip Sakife'ye götürmeye başladılar. Fatıma (a.s), kocasını götürmelerine engel olmaya çalıştı ve şöyle dedi:

"Allah'a yemin ederim ki, amcamın oğlunu zulmederek sürüklemenize izin vermeyeceğim. Yazıklar olsun size! Biz Ehl-i Beyt'le ilgili olarak ne çabuk Allah'a ve Resulü'ne ihanet ettiniz? Oysa Resulullah (s.a.a) bize tâbi olmanızı, bizi sevmenizi ve bize sarılmanızı tavsiye etmişti."

Ömer, Kunfuza, "Buna vur." dedi. Kunfuz, Fatıma'ya bir kırbaç vurdu. Kırbaç bir pazubant gibi Fatıma'nın bütün vücudunu sardı.[251]

İmam'ı (a.s) evden çıkararak Ebubekir'in meclisinin kurulduğu Sakife'ye kadar sürüklediler. Onlar onu yaka paça çekiştirip götürürken İmam (a.s) sağa sola bakıyor ve şöyle sesleniyordu: "Ah Hamza! Bugün bir Hamza'm yok benim. Ah Cafer! Bugün bir Cafer'im yok benim." Onu sürüklerlerken kardeşinin ve amcasının oğlunun (Resulullah'ın) mezarının yanından geçmişlerdi. Şöyle seslendi: "Ey anamın oğlu! Bu toplum, beni zayıf düşürdü. Neredeyse beni öldürecekler."

Adiy b. Hatem'in şöyle dediği rivayet edilir:

"Allah'a yemin ederim ki, hayatımda Ali b. Ebu Talib'e acıdığım kadar hiç kimseye acımadım. Elbisesinden tutup yerde süründürerek Ebubekir'e götürmüş ve 'Biat et!' diyorlardı. Ali, 'Ya biat etmesem ne olacak?' diyor, Ömer de, 'Allah'a yemin ederim ki, o zaman senin boynunu vururum.' cevabını veriyordu. Ali, 'O takdirde, Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın kulunu ve Resulullah'ın kardeşini öldürmüş olursunuz.' diyor, Ömer, 'Allah'ın kulunu evet, ama Resulullah'ın kardeşini değil.' diye cevap veriyordu. Ali de bütün bunlara şu karşılığı veriyordu: 'Siz, Resulullah'ın, beni kardeşi olarak ilân ettiğini inkâr mı ediyorsunuz?' İmam (a.s) ile iktidar grubu arasında sert konuşmalar oluyordu."

"Tam bu sırada Fatıma efendimiz (a.s) yetişti. Oğulları Hasan ve Hüseyin'in (a.s) elinden tutmuştu. Haşimî kadınlarından tek kişi kalmamış, hepsi Fatıma ile birlikte evlerinden çıkıp gelmişlerdi. Dışarısı kaynıyordu. Bir velveledir gidiyordu. Fatıma (a.s) şunları söyledi: Bırakın amcamın oğlunu! Bırakın kocamı! Allah'a yemin ederim ki, başımı açar, babamın gömleğini başıma sarar ve size beddua ederim. Bilirsiniz, Salih Peygamber'in devesi, Allah katında benden daha değerli değildir. Onun yavrusu da Allah katında benim oğullarımdan daha değerli değildir."[252]

Ayyâşî'nin aktardığı bir rivayette Hz. Fatıma'nın (a.s) şöyle dediği belirtiliyor: "Ey Ebubekir! Beni dul, evlâtlarımı da yetim mi bırakmak istiyorsun? Allah'a yemin ederim ki, eğer onu bırakmazsanız, saçlarımı açar, bağrımı yırtar, babamın kabrinin başına gidip Rabbime seslenirim." Bunları dedikten sonra Hasan ve Hüseyin'in elinden tutarak Resulullah'ın (s.a.a) kabrine doğru yürüdü. Bunun üzerine sağdan-soldan insanlar Ebubekir'e seslenmeye başladılar: "Ne yapmak istiyorsun? Bu ümmetin başına azap inmesini mi istiyorsun?"

Fatıma (a.s) Resulullah'ın (s.a.a) tertemiz kabrinin başına doğru gitti. Aslında orada olup bitenleri gören, fakat cismanî olarak gaip olan babasından yardım istedi: "Babacığım! Ya Resulallah! Senden sonra İbn Hattab ve Ebu Kuhafe'nin oğlu bize neler yaptılar!" Fatıma'nın (a.s) bu sözleri, bütün kalplarin hüzün olmasına ve bütün gözlerin yaş dökmesine neden oldu.[253]

-----------------------

[248]- Tarihu'l-Umem ve'l-Müluk, Taberî, 4/61, Daru'l-Fikr baskısı

[249]- bk. el-İmame ve's-Siyase, İbn Kuteybe, s.29-30

[250]- el-İmame ve's-Siyase, İbn Kuteybe, s.29-30

[251]- Mir'atu'l-Ukul, 5/320

[252]- el-İhticac, Tabersî, 1/222

[253]- el-Gadir, 3/104; el-İmame ve's-Siyase, 1/13; Tarih-i Taberî, 3/13; İkdu'l-Ferid, 2/257; Tarih-u Ebi'l-Feda, 1/165; Tarih-u İbn Şahne, 11. Yılın Olayları; Şerh-u İbn Ebi'l-Hadid, 2/19

Hz. Zehra (a.s) İle Yüzleşme

Hz. Fatıma (a.s), babasından (s.a.a) bütün bunları duymuş olmasına rağmen, hayatında böyle bir günü yaşayacağını, böyle bir felâketle karşılaşacağını beklemiyordu elbette. Evet, babası bunları ona haber vermişti; ama duymak başka bir şey, bizzat görüp yaşamak başka bir şeydir. Bir felâketi duymanın etkisiyle onu bizzat görmenin etkisi aynı değildir. Evet, babasından, gelişmelerin aleyhlerine döneceğini, vefatından sonra, kendilerine yönelik kin ve nefretlerin açığa çıkacağını duymuştu; ama şimdi o, olacağını önceden haber aldığı bu olayları bizzat yaşıyordu. Topluluk, evine saldırmış, zorla kocasını evden çıkarmışlardı. O ev ki, Resulullah (s.a.a) Fatıma'dan izin almadan içine girmezdi.

Hz. Zehra, Resulullah'ın (s.a.a) kızı Zeyneb'in babasının yanına gelmek üzere hazırlanışını, devesinin hevdecinde Mekke'den ayrılışını, Hebbar b. Esved'in peşine düşüp deveyi mızrakla dürtüp ürkütmesini, hevdecte bulunan Zeyneb'in bu olayın etkisiyle Medine'ye dönerken karnındaki yavrusunu düşürmesini ve Resulullah'ın (s.a.a) Mekke'nin fethedildiği gün Hebbar b. Esved'in kanını helal saymasını düşünüyordu.

Acaba Resulullah (s.a.a), topluluğun, sevgili Zehra'sının (a.s) evinin dokunulmazlığına riayet etmediğini, ona saygı göstermediğini görseydi, ne yapardı? Ciğerparesinin hiçbir saygınlığının kalmadığını, topluluğun iyice küstahlaşıp onu dövdüklerini, korkuttuklarını, bunun da çocuğunu düşürmesine, sonra hastalanıp ölmesine sebep olduğunu görseydi, ne derdi?

İktidar grubu ile Zehra'nın (a.s) yüzleşmesi, Zehra'nın (a.s) evinde, kısa bir süre içinde ve sınırlı bir mekânda gerçekleşmişti; fakat onun (a.s) sesi, nesilden nesile, dilden dile günümüze kadar geldi. Resulullah'ın (s.a.a) bu dünyadan ayrılmasının üzerinden daha birkaç gün geçmemişken, Âl-i Muhammed'e (s.a.a) reva görülen zulüm, onlara karşı sergilenen düşmanlığın acısı, insanın tüylerini diken diken ediyor.

Bu yüzleşmeden hareketle, Hz. Fatıma'nın (a.s) kişiliğini gözler önüne seren bazı noktaları şöylece tespit etmek mümkündür:

1- Hz. Zehra (a.s), derhal Resulullah'ın (s.a.a) vasisini savunmaya geçmiştir. Büyük bir cesaret ve heybet örneği sergileyerek kapının arkasında durmuş ve belki zalimler saldırganlıklarına son verirler diye kesin kanıtlar içeren sözlerle kapı önündeki topluluğa hitap etmiştir. Susmayı tercih etmemiştir. Çünkü o, haklıydı; saldırganlar, şer'î hilâfeti gasp eden kimselerdi.

2- Hz. Ali'yi (a.s) zor kullanarak dışarı çıkardıklarında, Hz. Zehra (a.s), beklemeden yeni bir savunma pozisyonuna geçti. Evine yönelik saldırı sırasında gördüğü onca eziyete ve çektiği onca acıya rağmen, belki yaptıklarına engel olurum endişesiyle kocasının peşinden gitti. Çünkü bu aşamadan sonra artık iki hakkı birden savunuyordu: Birincisi, vasiyi savunma ve hilâfeti geri alma hakkı. İkincisi; Resulullah'ın (s.a.a) kızı olarak saldırgan topluluğun evine yönelik haksız saldırıdan doğan kendini savunma hakkı.[254]

Artık önünde başka çare ve yol kalmayınca, haykırarak, herkesin gözü önünde, Allah ve Resulü'nden yardım isteyerek saldırganlara beddua etmeye başladı. Hiç kuşkusuz Zehra'nın (a.s) bu tavrı, hakkı arayan herkes için açık ve net bir muhalefet örneğiydi. Ki hilâfet makamı sahih çizgisinden sapmış ve meşru sahiplerinden alınmıştır. Fatıma'nın (a.s), hilâfet hakkını asıl sahibine, yani İmam Ali'ye (a.s) iade etme uğruna oynadığı rol son derece önemlidir. En azından İslâmî deneyimin gerçek mecrasına girmesi bağlamında, ümmetin uyanması, ümmetin bireylerinin bilinçlenmesi ve hilâfeti gasp edenlerin rezil olması noktasında büyük bir misyon üstlenmişti ve bunda da son derece başarılı olmuştu. Ayrıca, risalet sahibinin dünyadan ayrılışının üzerinden çok kısa bir süre geçmesine rağmen, hilâfeti gasp edenlerin, bu işe ehil olmadıklarına, Müslümanların liderliği sorumluluğunu taşıma yeterliliğine sahip olmadıklarına vurgu yapmıştı. [İşte bu hususun belirginleşmesinde, ümmetin dikkatinin bu noktaya çekilmesinde Fatıma'nın (a.s) muhalefeti yol gösterici bir rol oynamıştır.]

-------------------

[254]- Fatımatü'z Zehra, İbrahim Eminî, s.123

 

Hz.Fatıma'nın (as) İmamet Hakkı ve Ehl-i Beyt'e Yapılan Zulümler İle İlgili Sözleri

Mahmud b. Lebid'den şöyle rivayet edilir: Resulullah (s.a.a) vefat ettikten sonra, Fatıma (a.s), sürekli olarak şehitlerin mezarlarını ziyaret eder, Hamza'nın mezarının başında uzun süre ağlayarak beklerdi. Bir gün Hamza'nın mezarını ziyaret etmeye geldiğimde Fatıma'yı (a.s) orada gördüm, ağlıyordu. Sakinleşinceye kadar bekledim. Sonra yanına geldim ve selâm verdim. Dedim ki: "Ey dünya kadınlarının efendisi! Allah'a yemin ederim ki, senin döktüğün göz yaşları yüzünden kalbimin damarları kopacak oldu." Dedi ki: "Ey Ebu Ömer! Ağlamak benim hakkım. Ben ağlamayayım da kimler ağlasın?! Ben ki babaların en hayırlısını yitirdim! Ah! Resulullah'ın özlemi!" Sonra şu beyitleri okudu:

"Biri ölünce, yavaş yavaş unutulur, ondan az söz edilir

Babam ise, öldüğünden beri daha çok anılır oldu."

Dedim ki: "Ey Efendim! Sana bir soru sormak istiyorum, içimdeki huzursuzluğu, kararsızlığı dindirmiş olursun." "Sor." dedi. Dedim ki: "Resulullah (s.a.a) vefatından önce, Ali'nin (a.s) imameti hakkında açık bir şey söyledi mi?" Dedi ki: "Hayret! Gadir-i Hum'u unuttunuz mu?" Dedim ki: "Evet, Gadir-i Hum olayı doğrudur. Ama, Resulullah'ın (s.a.a) bir sır olarak bıraktığı bilgiyi istiyorum." Dedi ki: "Yüce Allah şahittir ki, Resulullah'ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: Ali, benden sonra size bırakacağım en hayırlı haleftir. O, benden sonraki imam ve halifedir. Şu iki torunum ve Hüseyin'in soyundan gelecek yedi kişi hayır ve iyilik imamlarıdırlar. Eğer onlara tâbi olursanız, onların hidayet üzere olduklarını ve sizi hidayete götürdüklerini görürsünüz. Ama onlara karşı gelirseniz, kıyamete kadar aranızda ihtilâf eksik olmaz."

Dedim ki: "Efendim! Peki Ali, niçin hakkını istemedi de bir köşede bekledi?" Dedi ki: "Ey Ebu Ömer! Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: İmam -veya Ali- Kâbe gibidir; ona gidilir, kendisi gitmez." Sonra şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim ki, eğer hakkı ehline verseler, Peygamber'in (s.a.a) Ehl-i Beyt'ine tâbi olsalar, Allah'ın dini ile ilgili olarak aralarında ihtilâf olan iki kişi bulunmaz. Bu dinin öncülüğünü, kuşaklar birbirlerinden alıp sonraki kuşaklara aktarırlar. Bu, Hüseyin'in (a.s) soyundan gelen dokuzuncu imam ve Kaim'imiz kıyam edinceye kadar böyle devam eder. Ama ne yazık ki, Allah'ın arkaya attığını, insanlar öne çıkardılar, Allah'ın öne çıkardığını da arkaya attılar. Derken gönderilmişi inkâr ettiler, onunla birlikte sünnetini de mezara koyup gömdüler. Heva ve heveslerinin telkinlerine uymayı tercih ettiler. Kendi görüşlerini esas aldılar. Elleri kuruyasıcalar! Allah'ın şu sözünü hiç mi duymadılar?: 'Rabbin dilediğini yaratır ve seçer, onların seçme hakkı yoktur.' Kuşkusuz bu ayeti duymuşlardır; fakat onların durumu, yüce Allah'ın şu ayette buyurduğu gibidir: 'Gözler kör olmaz, ama göğüslerdeki kalpler kör olur.' Heyhat! Bütün dünyayı kaplayacak şekilde umutlarını yaydılar ve ecellerini unuttular. Yıkılasıcalar, boşa gitti amelleri. Allah'ım! Sıkıntı ve zorluktan sonraki nimetlerin doğurduğu rehavetten sana sığınırım."[255]

Talha'nın kızı Aişe'ye cevap verirken de şunları söylüyordu:

"Bana, kuşları yolan, yürüyenlerin ayaklarını parçalayan, etkileri semaya kadar yükselen ve bir felâket olarak haberi tüm yeryüzüne yayılan şeyi mi soruyorsun? Teym kabilesinin silip süpürücüsü (Ebubekir'e işaret ediyor. Çünkü Ebubekir'in babasının adı Ebu Kuhafe'dir ve Kuhafe de, silip süpürmek anlamına gelen K.H.F kökünden türemiştir) ve Adiy kabilesinin azgını (Ömer'e işaret ediyor), Ebu'l-Hasan'a (Ali) zulmetmek için yarış hâlindeydiler. Açıktan açığa ona karşı çıkmaktan kaçarak gizlice plânlar kurdular. Onun açık hakkını dürüp gizlediler. Dinin nuru sönünce, emin peygamber vefat edince, hemen dile geldiler. İçlerindekini dışarı vurdular. Derhal Fedek'e el koydular. Ama nice melikin mülkü yıkılıp gitmiştir. O, yüce Rabbin vefalı zürriyete bir bağışıydı. Resul'ün soyu ve benim neslim olan çocukların rızkıydı o. Burası Allah'ın bilgisi ve emin peygamberinin [veya Cebrail'in] tanıklığıyla bize verilmişti. Eğer yiyeceğimi elimden aldılarsa, bir parça lokmaya engel oldularsa, ben bunun hesabını haşre bırakıyorum. Andolsun, onu yiyenler, cehennemin kaynaması içinde kızgın bir alev olarak karşılarında bulacaklardır."[256]

--------------------

[255]- Avalimu'l-Maarif, 11/444

[256]- Reyahinu'ş-Şeria, 2/41; el-Emalî, Şeyh Tusî, s.204, Meclis: 7, Hadis: 350

 

Son Günlerinde Fatıma (a.s)

Hz. Fatıma (a.s) babasından sonra, ancak birkaç ay hayatta kaldı. Bu süreyi de ağlamakla, matemle, inlemekle geçirdi. Öyle ki sürekli ağlayanlardan kabul edilmiştir, bir kez olsun güldüğü görülmemiştir.[257]

Ağlaması için sebep ve gerekçe çoktu. En önemlisi, Müslümanların dosdoğru yoldan sapmaları, ihtilâf ve ayrılığa yol açan korkunç vadilere girmeleri, dolayısıyla İslâm ümmetinin yavaş yavaş çöküşe doğru sürüklenmesiydi.

Fatıma (a.s) ki, babasının zamanında İslâm'ın yayılma sürecini yaşamış, değerli olan her şeyini bu uğurda feda etmişti, İslâm'ın zaferini ve adalet prensibinin bütün dünyaya hakim olmasını bekleme hakkına sahipti. Ama hilâfetin gasp edilmesi ve onu izleyen olaylar bütün ümitlerini boşa çıkardı. Kalbini büyük bir hüzün kaplamıştı. Tertemiz ruhu sıkılıyordu. Babası Peygamber-i Ekrem'in vefatından dolayı duyduğu ağır hüzne, daha ağır bir hüzün yükü daha eklenmişti.

Bir gün Ümmü Seleme, Fatıma'nın (a.s) yanına gitti ve dedi ki: "Bu geceyi nasıl geçirdin ey Resulullah'ın kızı?" Dedi ki: "Hüzün ve keder içinde sabahladım. Bir yanda Nebi'nin (s.a.a) vefatı, bir yanda Vasi'nin (a.s) uğradığı zulüm… Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın kitabında indirdiğine ve Peygamber'in (s.a.a) sünnetinde tevil ettiğine aykırı bir şekilde imameti elinden alınan kimsenin mahremiyeti çiğnenmiş oldu. Ama bunun sebebini biliyorum. Bu, Bedr'in kininin ve Uhud'un kalıntılarının açığa vurmasıdır."[258]

Ali'nin (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Peygamber'i (s.a.a) yıkadığım zaman üzerinde gömleği vardı. Fatıma, 'Bana gömleği göster.' diyordu. Fatıma gömleği koklayınca bayıldı. Bunu gördüğümde gömleği sakladım."[259]

Rivayet edilir ki: "Peygamber efendimiz (s.a.a) vefat edince Bilal artık ezan okumak istemedi. 'Resulullah'tan (s.a.a) sonra kimseye ezan okumam.' diyordu. Bir gün Fatıma (a.s), 'Babamın müezzini Bilal'in sesini özledim.' dedi. Bilal bunu duyunca ezan okumaya başladı. 'Allahu ekber… Allahu ekber…' deyince, Fatıma (a.s) babasını (s.a.a) hatırladı ve göz yaşlarına hâkim olamadı. Bilal, 'Eşhedu enne Muhammeden Resulullah…' deyince, Fatıma hıçkırıklara boğuldu, yere yığılıp bayıldı. İnsanlar Bilal'e, 'Dur ey Bilal! Resulullah'ın (s.a.a) kızı ruhunu teslim etti.' dediler. Fatıma'nın (a.s) öldüğünü sanmışlardı. Bunun üzerine Bilal ezanı yarıda kesti, tamamlamadı. Fatıma (a.s) ayılınca, ezana devam etmesini istedi; fakat Bilal yapamadı ve şöyle dedi: 'Ey dünya kadınlarının efendisi! Benim ezan okuduğumu duyduğunda başına bir şey gelmesinden korkuyorum.' Bunun üzerine Fatıma (a.s), Bilal'den bir daha ezan okumasını istemedi."[260]

"Fatıma (a.s), gece gündüz ağlamayı, inlemeyi sürdürdü. Göz yaşları durmadan akıyordu. Sonunda komşuları bu acıya dayanamadılar. Medine'nin ileri gelenleri toplanıp Emirü'l-Müminin'e (a.s) gittiler ve dediler ki: Ey Ebu'l-Hasan! Fatıma gece gündüz ağlıyor. Hiçbirimiz gece yatağında rahat uyuyamıyor, gündüz huzur bulup da kendini işine veremiyor. Rızkımızı temin etmek için çalışamıyoruz. Ona söylesen, ya gece ağlasın ya da gündüz ağlasın."

"Bunun üzerine Emirü'l-Müminin (a.s) Fatıma'nın (a.s) yanına geldi ve şöyle dedi: 'Ey Resulullah'ın (s.a.a) kızı, Medine'nin yaşlıları bana gelip sana, ya gece ya da gündüz baban için ağlamanı istememi önerdiler.' Fatıma (a.s) şu karşılığı verdi: 'Ey Ebu'l-Hasan! Onların arasında çok kalmayacağım. Çok geçmeden onlardan ayrılıp gideceğim.' Sonunda Emirü'l-Müminin (a.s) Bakî mezarlığının arkasında Medine'nin dışında bir ev yapmak zorunda kaldı. Bu eve de 'Beytu'l-Ahzan' (Hüzünler Evi) adını verdi. Sabah olunca Fatıma (a.s), Hasan ve Hüseyin'i (a.s) önüne katarak Bakî mezarlığına gidip ağlıyordu. Akşam olunca Emirü'l-Müminin (a.s) yanına gidiyor, evine kadar ona eşlik ediyordu."[261]

Enes'in şöyle dediği rivayet edilir: "Peygamber'i (s.a.a) kabre koyup geri döndükten sonra Fatıma'nın (a.s) yanına geldim. 'Resulullah'ın (s.a.a) yüzüne toprak örtmeye gönlünüz nasıl razı oldu?' dedi ve ağladı."[262]

İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Fatıma (a.s) büyük bir üzüntü çekiyordu. Bunun sonucunda sağlığı bozuldu. Bundan sonra sadece bir kere gülümsedi, o da ölüm döşeğindeki Esma bint-i Umeys'e baktığı sırada oldu. Kadın ölüm giysilerini giyindikten sonra kendisi için ölümünden önce hazırlanan giysiler içindeki naaşına baktı ve 'Üzerimi örtün, Allah sizin günahlarınızı örtsün.' dedi."[263]

-----------------

[257]- et-Tabakat, İbn Sa'd, c.2, kısım: 2, s.84; Hilyetu'l-Evliya, 2/43

[258]- Biharu'l-Envar, 43/156

[259]- age. s.157

[260]- Biharu'l-Envar, 43/157

[261]- Biharu'l-Envar, 43/177

[262]- Usdu'l-Gabe, İbn Esir, 5/524; Tabakat, İbn Sa'd, c.2, kısım: 2, s.83

[263]- Ehlu'l-Beyt, Tevfik Ebu İlm, s.165
 

Hasta Yatağında Fatıma (a.s)

Fatıma efendimizin (a.s) hastalandığı haberi bütün Medine'ye yayıldı. Herkes, Fatıma'nın (a.s) hasta olduğunu duydu. Hz. Fatıma (a.s) vücudunun herhangi bir yerindeki ağrıdan şikâyet etmiyordu. Yalnızca evine saldırı düzenlendiği gün, kapı ile duvar arasında sıkışması sonucu kırılan kaburgasından acı duyuyordu ve karnındaki bebeğini düşürmesi sonucu acılar içindeydi. Bir de yüzüne vurulan tokatın acısını içinden hissediyordu.

Bütün bunlar sağlığının bozulmasına, artık günlük işlerini göremez hâle gelmesine neden olmuştu. Şefkatli eşi işlerini görüyordu. Esma bint-i Umeys de ona yardım ediyordu.[264] Medineli kadınlar onu ziyaret etmeye geldiler. Fatıma (a.s) -ileride sunacağımız- konuşmasını yaptı. Kadınlar Fatıma'nın söylediklerini kocalarına aktardılar. Bunun üzerine kocaları gelip ondan özür dilediler. Ama Fatıma (a.s) onların özürlerini kabul etmedi ve onlara şöyle dedi: "Benden uzak durun. Suç işledikten sonra özür dilemenin bir faydası yok. Kusur işlendikten sonra söylenecek söz yoktur."

Hz. Fatıma'nın (a.s) iktidar grubundan tiksindiği; susarak ve tepkisiz kalarak iktidar grubuna destek olanlara, Âl-i Resul hakkında inen bütün nasları unutan, Zehra (a.s), kocası ve çocuklarıyla ilgili olarak Resulullah'ın (s.a.a) dudaklarından döküldüğünü duydukları bütün hadislere sırt çeviren kimselere öfke duyduğu haberi her tarafa yayılmıştı. İnsanlarda sonunda bir duyarlılık meydana geldi. Âl-i Resul'ün meşru liderliğini tanımayan, hakkı önemsemeyen, kaba-kuvvet ve kılıçtan başka mantık tanımayan iktidar grubunu desteklemekle hata ettiklerini anladılar.
-------------------

[264]- Biharu'l-Envar, 43/175



Medineli Kadınların Fatıma Efendimizi (a.s) Ziyaret Etmeleri

Muhacir ve ensar kadınlarının Fatıma efendimizi (a.s) ziyaret etmelerinin gerçek nedeninin, onları böyle bir harekete iten asıl etkenin ne olduğunu kesin olarak bilmiyoruz. Acaba erkeklerin etkisiyle mi böyle bir karar almışlardı? Şayet böyle bir ihtimal varsa, bu erkekleri, eşlerini Fatıma'nın (a.s) evine göndermeye sevk eden neydi? Yoksa kadınlar arasında kendiliğinden bir duyarlılık belirdi de hata ettiklerinin, hatta Peygamber'in (s.a.a) kızını yalnız bıraktıklarının farkına mı vardılar ve böylece bu bilinç bütün kadınlar arasında yayıldı da Fatıma'yı (a.s) ziyaret etmek, gönlünü almak, cihanın kadınlarının efendisinin başına gelen üzüntü verici olaylar karşısında vicdanlarını rahatlatmak mı istediler? Siyasî sebeplerden dolayı böyle bir harekete kalkışmış olmasınlar mı? Havayı yumuşatmak, Resulullah'ın (s.a.a) kızı ile o günkü iktidar grubu arasındaki gerginliği ortadan kaldırmak için gelmiş olabilirler mi? Özellikle Hz. Fatıma'nın (a.s) yalnızlığı seçmiş olması, toplumdan uzaklaşması, bütün bu davranışlar üzerinde etkili olmuştur. Daha doğrusu, halkın bilinçlenmesinin başta gelen sebeplerinden biriydi bu. Bir de Emirü'l-Müminin (a.s), Fatıma'yı (a.s) bir deveye bindirerek ensarın evlerini dolaşmış, onlardan yardım istemiş, onları uyarmıştı; ancak onlardan yardım görmemişti, ensarın kendisini yalnız bırakmasıyla karşılaşmıştı.[265]

Bütün bu ihtimallerin yanında, hasta yatağında bulunan Fatıma'yı (a.s) ziyarete gelen kadınların sayısını da bilmiyoruz. Ancak şunu biliyoruz: Gelenler az değildi, önemli sayılacak kadar bir kalabalık toplanmıştı.
-----------------

[265]- el-İmame ve's-Siyase, İbn Kuteybe, s.29


                 Hz. Fatıma'nın (a.s) Yaptığı İkinci Konuşma

Süveyd b. Gufle şöyle der: Hz. Fatıma (a.s) sonunda vefat ettiği hastalığa yakalanınca, muhacir ve ensar kadınları ziyaret maksadıyla toplanıp yanına geldiler. Dediler ki: "Ey Resulullah'ın (s.a.a) kızı! Hastalığın nasıl oldu? Hasta olarak nasıl sabahladın?" Hz. Fatıma (a.s) Allah'a hamd ettikten ve babasına (s.a.a) salât ve selâm gönderdikten sonra şöyle dedi:

"Allah'a yemin ederim ki, dünyanızdan tiksinerek, kocalarınıza öfke duyarak sabahladım. Onları denedikten sonra tutup attım. Onları sınadıktan sonra onlara buğzettim. Ne çirkin bir şeydir kılıçların kırılması, [ciddiyetten sonra oyun,][266] hasımların elinde birer oyuncağa dönüşmek,[267] mızrakların kırılması, görüşlerin karmaşık [ve çelişkili][268] bir görüntü arz etmesi!"

"Nefislerinin önceden hazırladığı şey ne kötüdür! Bu yüzden Allah onlara gazap etti ve onlar ebediyen azaba uğrayacaklardır."

"Hiç kuşkusuz, [Allah'a andolsun ki][269] onun (hilâfetin, Fedek'i veya Ehl-i Beyt'in haklarını gasp etmenin) günahını onların boynuna geçirdim. [Ağırlığını onlara yükledim.][270] Sonuçlarını onların üzerlerine serptim. Zalimler topluluğunun burunları kopsun, boğazları dert görsün! Kahrolsunlar!"

"Yuh olsun onlara! Nasıl da bunu; risalet dağlarından, nübüvvet ve yol göstericilik temellerinden, emin vahyin indiği topluluktan, din ve dünya işlerinin bilge yol göstericilerinden uzaklaştırdılar. Haberiniz olsun! İşte apaçık hüsran budur. Neden Ebu'l-Hasan'dan öç hoşlanmadılar? Allah'a yemin ederim ki, sırf kılıcının kötülere karşı çekilmesinden, [ölüme aldırış etmeden inkârcıların üzerine gitmesinden,] karşı konulmaz darbeler indirmesinden, savaşta düşmanı tepeleyen hücumları gerçekleştirmesinden, Allah için savaşırken hiçbir gaileyi hesaba katmamasından dolayı ondan hoşlanmadılar."

"Allah'a yemin ederim ki, eğer Resulullah'ın (s.a.a) ona yüklediği sorumluluğu ona vermezlerse, Resulullah'ın bıraktığı yoldan yüz çevirirlerse dahi, Ali (a.s) o yolu sevecek, izleyecek ve onları kolaylıkla yola getirecektir. O yol ki, izleyicisini yumuşak bir şekilde, yaralamadan, izleyicisini [yormadan,] hırpalamadan ve dosdoğru bir şekilde maksadına eriştirir. Sonunda onları besleyici, susuzluğu giderici bir tatlı su kaynağına ulaştıracaktı. Bir kaynak ki, ala bildiğine geniş ve iki yakasına kadar su ile doludur. [Bu suyun iki tarafı çer çöple kirlenip kokuşmaz.] İçtiklerinde karınları şişmez. [Gizli, açık onlara öğüt verecekti.] Ki bu su, çevrelerinde bir girdap gibi dönüyordu; ama onlar bundan gereği gibi yararlanamıyorlardı. [Ali, dünyadan herhangi bir pay almamıştı,] sadece bir yudum su almıştı, çok susamış bir kimsenin aldığı küçük bir yudum. [Eğer Resulullah'ın kendilerine yüklediği sorumluluğu hatırlasalardı,] dünyadan uzaklaşan ile dünyanın peşinden gideni, doğru söyleyen ile yalan söyleyeni, birbirinden ayırırlardı.[271] O zaman göklerin ve yerin bereketleri üzerlerine yağardı. Ama Allah, kendi elleriyle işleyip kazandıkları amellerinden dolayı onları sorgulayıp hesaba çekecektir."

"Gel ve dinle! Sen yaşadıkça, zaman, daha sana neler gösterecektir! Eğer şaşırıyorsan, mutlaka bir hadisedir seni şaşırtan. [Ah! Keşke bilseydim,] hangi dayanağa dayandılar, kime güvenip yaslandılar, hangi kulpa sarıldılar, [hangi zürriyete koşup etrafında toplandılar]? [Gerçek ve adil imamın dışında seçilenler ne kötü dost, ne kötü yarendirler! Zalimlerin tercihi ne kötüdür!]"

"Başların yerine kuyrukları, olgun kimsenin yerine düşkün kimseyi tercih ettiler. Güzel bir şey yaptıklarını sanan topluluğun burunları sürtülecektir. Haberiniz olsun, asıl bozguncular kendileridir, ama bunun farkında değildirler."

"[Yuh olsun onlara!] Hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır; yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı? Size ne oluyor? Nasıl hükmediyorsunuz?[272]"

"Ömrüm hakkı için, onların bu davranışları bir gelişmeye gebedir ki, sonuç vermesi çok yakındır. Sonra taze kan dolusu kadehi, acı bir zehiri (sabır) içeceksiniz. İşte o zaman batıl ehli olanlar hüsrana uğrayacaklardır. Ve sonradan gelenler, öncekilerin başlattıkları uygulamaların akıbetini bileceklerdir."

"O zaman dünyanızda huzur içinde mutlu olun(!). kalplerinizi fitnelerin inmesine hazırlayın. Keskin bir kılıcın tepenizde sallanacağını birbirinize müjdeleyin. [Zalim ve azgın bir egemenliği,] her tarafı kaplayan bir kargaşayı ve zalimlerin istibdadını sevinçle karşılayın(!). Bu zalim iktidar tarafından, elinize geçen ganimetin bir küçük lokma kadar olmasına, ekinlerinizin onlar tarafından biçilmesine hazır olun. Yazık size, çok yazık! Artık hidayeti bulmanız ne mümkün; değil mi ki kaybolup gitmiş, sizden uzaklaşmıştır. Siz hidayetten hoşlanmadığınız hâlde, sizi zorla mı ona ileteceğiz?"

Süveyd b. Gufle der ki: "Kadınlar Fatıma'nın (a.s) sözlerini gidip kocalarına tekrarladılar. Bunun üzerine muhacir ve ensarın ileri gelenlerinden bir grup Fatıma'ya (a.s) gelerek ondan özür dilediler ve şöyle dediler: 'Ey efendimiz! Ebu'l-Hasan (Ali) bunu önceden bize söyleseydi, önceden işi karara bağlasaydık, anlaşmayı sağlamlaştırsaydık, bizim ondan başkasına yönelmemiz mümkün değildi.' Bunun üzerine Fatıma (a.s) şöyle dedi:

"Gidin! Sizinle bir işim yok. Suçu işledikten sonra mazeretin bir anlamı, bu kusurdan sonra da size söyleyeceğim bir sözüm yoktur."[273]

-----------------

[267]- el-İhticac'tan

[268]- el-İhticac'tan

[269]- el-Emalî'den

[270]- el-İhticac'tan

[271]- el-İhticac'tan

[272]- Yûnus, 35

[273]- Bu konuşmanın yer aldığı kaynaklar: Maani'l-Ahbar, İbn Babeveyh. el-İhticac, Tabersî. el-Emalî, Şeyh Tusî. Delailu'l-İmame, Taberî. Belâgatu'n-Nisa, Ebu'l-Fadl b. Ebu Tahir. Keşfu'l-Gumme, el-Erbilî. Şerh-u Nehci'l-Belâğa, İbn Ebi'l-Hadid.



Ebubekir ve Ömer B. Hattab'ın Hz. Fatıma'yı (a.s) Ziyaret Etmeleri

Kadın erkek bütün sahabeler peş peşe Fatıma'yı (a.s) ziyaret ettiler; Ebubekir ve Ömer hariç. Bunlar Fatıma'yı ziyaret etmiyorlardı. Çünkü Fatıma (a.s), onlarla ilişkilerini kesmiş, onları reddetmiş ve kendisini ziyaret etmelerine izin vermemişti. Hastalığı iyice ağırlaşıp artık ölmek üzereyken, onu ziyaret etmek zorunda hissettiler kendilerini. Çünkü Mustafa'nın (s.a.a) ciğerparesinin herkesin gözü önünde kendilerine kızgın olarak bu dünyadan ayrılmasını istemiyorlardı. Aksi takdirde bu, kıyamete kadar Halife'nin ve iktidar grubunun alnına sürülmüş bir kara leke olarak kalırdı. Bu yüzden Fatıma'yı (a.s) memnun etmek suretiyle hatalarını örtmek istediler. O zaman her şey bitecekti ve yaptıklarının kötülüğü zaman içinde unutulup gidecekti.

Rivayete göre Ömer, Ebubekir'e şöyle dedi: "Haydi, gel beraber Fatıma'ya (a.s) gidelim. Çünkü onu kızdırdık." Beraber Fatıma'nın (a.s) evine gittiler. Girmek için izin istediler. Fatıma onlara izin vermedi. Bunun üzerine Ali'ye (a.s) gittiler, onunla konuştular. Hz. Ali, onları Fatıma'nın (a.s) yanına götürdü. Fatıma'nın yanında oturdukları zaman, Fatıma yüzünü duvara doğru çevirdi. Fatıma'ya selâm verdiler. Fakat Fatıma onların selâmını almadı. Ebubekir konuşmaya başladı: "Ey Resulullah'ın (s.a.a) sevgili kızı! Allah'a yemin ederim ki, Resulullah'ın (s.a.a) akrabalarını kendi akrabalarımdan daha çok seviyorum. Seni de Aişe'den daha çok seviyorum. Senin babanın öldüğü gün, ölmeyi ve ondan sonra hayatta kalmamış olmayı çok isterdim. Sence ben; seni, senin faziletini ve şerefini bildiğim hâlde, sana ait olan bir hakkı ve Resulullah'tan (s.a.a) sana kalan mirası sana vermeyecek biri miyim? Ne var ki ben Resulullah'ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: Biz peygamberler miras bırakmayız. Bizim geride bıraktığımız mal, sadaka olarak dağıtılır."

Bunun üzerine Fatıma (a.s) şöyle dedi: "Şimdi ben size Resulullah'ın (s.a.a) bir hadisini zikretsem ve siz de bu hadisi duymuşsanız, gereğini yapacak mısınız?" "Evet." dediler. Fatıma (a.s) şöyle dedi: "Sizi Allah adına yemine veriyorum; Resulullah'ın (s.a.a), 'Fatıma'nın rızası benim rızamdır, Fatıma'nın öfkesi benim öfkemdir. Kim benim kızım Fatıma'yı severse, beni sevmiş olur. Kim Fatıma'yı razı ederse beni razı etmiş olur. Kim Fatıma'yı öfkelendirirse beni öfkelendirmiş olur.' dediğini duymadınız mı?" "Evet, bunu Resulullah'tan (s.a.a) duyduk." dediler.

Bunun üzerine Fatıma (a.s) şöyle dedi: "Şu hâlde ben, Allah'ı ve meleklerini şahit tutuyorum ki, siz ikiniz beni öfkelendirdiniz, beni memnun etmediniz. Eğer Peygamber'le (s.a.a) karşılaşırsam, mutlaka sizi ona şikâyet ederim." Ebubekir şöyle dedi: "Ben, Resulullah'ın ve senin öfkenden Allah'a sığınırım, ey Fatıma!" Sonra Ebubekir ağlamaya başladı. Öyle ağladı ki, kahrolacaktı az kalsın. Fatıma (a.s) sözlerini şöyle sürdürdü: "Allah'a yemin ederim ki, kıldığım her namazda ikinize beddua edeceğim." Ebubekir ağlayarak evden çıktı. İnsanlar Ebubekir'in başına toplandılar. Onlara şöyle dedi: "Herkes eşine sarılarak, ailesinin yanında mutlu bir şekilde gecelerken, beni içinde bulunduğum durumla baş başa bıraktınız. Allah'a yemin ederim ki, benim sizin biatinize ihtiyacım yoktur. Biatinizi benden geri alın."[274]

------------------------

[274]- el-İmame ve's-Siyase, 1/31

 

Ahiret Yolculuğundan Önceki Son Saatleri

Hz. Fatıma Efendimiz (a.s), can verdiği gün bütünüyle yatağa düşmüştü. Bir deri, bir kemik kalmıştı. Tamamen iskeletten ibaret bir kemik yığınıydı. Babasını rüyasında görmüş, ona şöyle demişti: "Kızım! Bana gel. Seni çok özledim." Ardından şöyle demişti: "Bu akşam yanıma geleceksin!…"

Uykusundan uyandı, ahiret yolculuğunun hazırlıklarına başladı. Doğru sözlü ve söyledikleri doğrulanan ve "Beni rüyada gören gerçekten görmüştür." diyen babasından yolculuğa çıkacağını duymuştu. Şu hâlde haberin doğruluğundan kuşkulanmaya, tereddüt etmeye gerek yoktu.

Gözlerini açtı. Bütün gücünü topladı. Ölüm öncesi son silkiniş sürecini yaşıyordu belki de. Gerekli hazırlıkları yapmak için ayağa kalktı. Hayatının bu son saatçiklerini ganimet bildi. Hz. Zehra (a.s) duvara tutunarak evin su bulunan tarafına doğru yürüdü. Titrek elleriyle çocuklarının elbiselerini yıkadı. Sonra çocuklarını çağırdı, başlarını yıkadı. Bu sırada İmam Ali (a.s) eve girdi. Sevgili eşinin hasta yatağından kalktığını, ev işlerini yapmaya başladığını gördü.

İmam (a.s), ona bakınca yüreği sızladı. Fatıma (a.s), sağlıklı zamanlarında bile kendisini yoran ağır işlere bu hâldeyken yeniden koşmuş olduğuna yüreği dayanamadı. Sağlığı bozulduğu hâlde, bu ağır işleri yapmaya kalkmasının sebebini sormasında şaşılacak bir şey yoktu elbette. Fatıma (a.s) da büyük bir açıklıkla, bu günün, hayatının son günü olduğunu, çocuklarının başlarını ve elbiselerini yıkamak için kalktığını söyledi. Çünkü bu günden sonra anneleri olmayacak, yetim kalacaklar. İmam (a.s), bu haberin kaynağını sordu, Fatıma (a.s) gördüğü rüyayı anlattı. Fatıma (a.s) bizzat kendisi, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde kendi ölüm haberini eşine vermiş oluyordu.


Hz. Zehra'nın (a.s) İmam Ali'ye (a.s) Vasiyeti

Hayatının bu son demlerinde, uzun süredir, yerine getirilmesini istediği vasiyetini eşine iletmesinin zamanı gelmişti artık.

Ali'ye (a.s) şunları söyledi: "Ey amcamın oğlu! Kuşkusuz, ölüm haberim bana verilmiştir. Durumumun nasıl olacağını bilmesem de, birkaç saat sonra babama kavuşacağım. İçimde sakladığım bazı şeyleri sana vasiyet edeceğim." Ali (a.s) ona şu karşılığı verdi: "İstediğin şeyi bana vasiyet et, ey Resulullah'ın (s.a.a) kızı!" Ali (a.s) Fatıma'nın baş ucuna oturdu, evde bulunan diğer kimseleri dışarı çıkardı. Sonra Fatıma (a.s) konuşmaya başladı: "Ey amcamın oğlu! Seninle beraber olduğum günden beri, sana hiç yalan söylemedim ve ihanet etmedim, benimle yaşadığın sürece sana karşı gelmedim." Ali (a.s) şöyle dedi: "Allah'a sığınırım. Sen, Allah'ı en iyi bilen, iyilik ve takva sahibi, cömert, Allah'tan çok korkan birisin. Allah'a yemin ederim ki, bana karşı gelmişsin diye seni kınayacağım bir davranışın olmamıştır. Senin ayrılığın ve seni yitirmem bana ağır geliyor. Ancak bundan kaçınmamız mümkün değildir. Allah'a yemin ederim ki, Resulullah'ı (s.a.a) kaybetmekle yaşadığım musibetimi yeniledin. Senin ölümün ve seni yitirmem büyük bir musibettir. 'Biz Allah'tan geldik ve ona döneceğiz.' Ne feci, ne elem verici, ne yaralayıcı ve ne hüzün verici bir musibettir bu! Bu musibet karşısında hiçbir teselli beni teskin etmez, hiçbir taziye unutturmaz bu acıyı. Bir yıkımdır ki geride hiçbir şey bırakmıyor."

Sonra birlikte uzun süre ağladılar. İmam, Fatıma'nın başını göğsüne koydu ve şunları söyledi: "Bana istediğini vasiyet et. Bana emrettiğin her şeyi yaptığımı göreceksin. Senin emrini, senin işlerini kendi işlerime tercih edeceğim." Bunun üzerine Fatıma (a.s) şunları söyledi: "Bana karşı sergilediğin bu davranışından dolayı Allah seni hayırla ödüllendirsin. Ey amcamın oğlu! Öncelikle sana şunu tavsiye ediyorum: Benden sonra evlen… Çünkü erkekler kadınsız edemezler." Ardından sözlerini şöyle sürdürdü: "Bana haksızlık eden şu adamlara cenazemi göstermemeni vasiyet ediyorum. Onlar benim ve Resulullah'ın (s.a.a) düşmanlarıdır. Onların ve onlara tâbi olanların cenaze namazımı kılmalarına izin verme. Cenazemi, gözler uykuya daldığı, herkesin uyuduğu geceleyin defnet."[275]

Sonra sözlerini şöyle sürdürdü: "Ey amcamın oğlu! Başımda ağladıktan sonra, beni yıka, vücudumu açma. Çünkü ben temiz ve temizlenmişim. Üzerime, babam Resulullah'ın (s.a.a) üzerine döktüğünüz kafurdan kalanını dök. Namazımı kıl, sonra akrabalarımdan diğerleri peş peşe gelip kılsınlar. Beni gündüz değil, geceleyin; açıkça değil, kimse görmeden gizlice defnet. Kabrimin izlerini yok et, belli olmasın. Bana zulmeden hiç kimseye cenazemi gösterme. Ey amcamın oğlu! Benden sonra evlenmeden edemeyeceğini biliyorum. Eğer bir kadınla evlenirsen, bir gün ve geceyi ona, bir gün ve geceyi de çocuklarıma ayır. Ey Ebu'l-Hasan! Oğullarımın yüzüne bağırma. Kanadı kırık kimsesiz yetimler gibi görmesinler kendilerini. Çünkü onlar dün dedelerini yitirdiler, bugün annelerini yitirecekler."[276]

İbn Abbas, Fatıma'nın (a.s) yazılı bir vasiyetini rivayet etmiştir ve bu rivayette şöyle deniyor:

"Bu, Resulullah'ın (s.a.a) kızı Fatıma'nın vasiyetidir. O bu vasiyette bulunurken Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın kulu ve resulü olduğuna, cennetin ve cehennemin hak olduğuna, kıyamet gününün gelmesinde şüphe bulunmadığına ve Allah'ın kabirlerde bulunan herkesi dirilteceğine şahitlik etmektedir. Ey Ali! Ben, Muhammed'in kızı Fatıma'yım. Allah beni seninle evlendirdi ki, dünya ve ahirette senin olayım. Sen başkalarından daha çok bana yakınsın. Naaşımın üzerine kafur dök, beni yıka ve geceleyin beni kefenle. Namazımı kıl ve cenazemi geceleyin defnet. Hiç kimse bilmesin. Seni Allah'a emanet ediyorum ve çocuklarıma selâm söyle kıyamete kadar."[277]
---------------------

[275]- Ravzatu'l-Vaizin, 1/151. Bir başka rivayette de şöyle geçer: "Sesler kesildiği, gözler uyuduğu..."

[276]- Biharu'l-Envar, 43/178 ve 192

[277]- Biharu'l-Envar, 43/214

 

 

 

A-EBU BEKİR VE YANDAŞLARININ TE’VİL VE İÇTİHATLARI


(1) SAKIFE MACERASI

 

O gün Ebu Bekir Peygamber (s.a.a)’in halifesi adı altında biat için elini uzattığında bir grup kendi isteğiyle ve bir başka grup da istemeksizin biat etmek zorunda kaldı. Ama onların tümü Peygamber (s.a.a)’in kendi hayatı döneminde imamet ve hidayet makamını kardeşi ve amcası oğlu Ali b. Ebi Talibe bıraktığını biliyorlardı.

Onların tümü Resul-i Ekrem (s.a.a)’in kendi nübüvvetinin başlangıcından hayatının son anına kadar defalarca bu konuyu beyan ettiğini ve değişik yollarla açık bir şekilde bu konuya değindiğini hem duymuş hem de görmüşlerdi.

Bu konuda daha geniş bilgi isteyenler “el-Müracaat” adlı kitabımıza müracaat edebilirler. Zira biz bu kitapta bu naslar ve Şia ve Sünni’nin Peygamber (s.a.a)’den sonraki hilafet konusunda söyledikleri şeyleri genişçe bahsettik. Günün el-Ezher üniversitesi şeyhi (Şeyh Selim el-Bişri el-Maliki) ile görüş alış verişinde bulunduk.

Bu görüş alış verişi ve münazaralar, benim Mısır’da bulunduğum yıllarda merhum Şeyh Selim ile Peygamber (s.a.a)’den sonra hilafet mevzusu, naslar ve onun delilleri çerçevesindeydi.

Bu münazara ve mektuplaşmalarda bu konu hakkında yeterli ölçüde bahsettik. İnsaf, hak ve adalet olan şeyi gözettik. Sonuçta el-Ezher şeyhinin karakteri bereketiyle bu konuda en faydalı dini kitaplardan birisi durumuna geldi. Öyle ki hak ve hakikat onda tam anlamıyla aydınlığa kavuşmuştur. Allah’a bize böyle bir lütufta bulunduğu için şükrediyoruz.

Şimdi “el-Müracaat” kitabı, tüm İslam dünyasında yayınlanarak tam bir tarafsızlıkla Şia ve Sünni’nin hilafet konusunda söyledikleri şeyler hakkında herkesi araştırma yapmaya davet etmektedir. Araştırmacıların onu mütalaa etmekten gafil kalmamaları yerinde olur.

Ben siz saygı değer okurlardan, Peygamber (s.a.a)’in hedef ve maksadı, söz ve filleri hakkında iyi düşünmenizi ve duyduklarınızın fikir ve aklınıza gölge düşürmesine izin vermemenizi istiyorum. Aynen Peygamber (s.a.a)’in söz ve fiillerini müteşabih ve mücmel sözler gibi değerlendiren ve sözlerinin hiçbir etkisi olmadığını zannedenler gibi olmayın. Zira Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “O (Kur’ân), şüphesiz değerli, güçlü ve Arşın sahibi (Allah’ın) katında itibarlı bir elçinin (Cebrail’in) getirdiği sözdür. O orada sayılan, güvenilen (bir elçi)dir.) Arkadaşınız (Muhammed) da mecnun değildir.”[1]

O halde ey Müslümanlar! Nereye gidiyorsunuz?!

“O (bildikleri) vahiy edilenden başkası değildir. Çünkü onu güçlü kuvvetli biri (Cebrail) öğretti.”[2]

Şunu da biliniz ki ben, daha Peygamber (s.a.a) defin edilmeden önce hilafet hakkındaki açık ve mütevatir hadisler gibi naslar görmedim.

Peygamber (s.a.a)’in hayatı bi’setten ve tüm yakınlarını Ebu Talib’in evine toplayarak kendi risaletini ilan ettiği günden hayatının son anlarına kadar bu naslarla dolup taşmaktadır. Hatta ölüm yatağında, odası sahabe ile dolu olduğu bir sırada şöyle buyurdu: “Ey İnsanlar! Ben çok yakında aranızdan ayrılacağım. Allah’ın kitabı ve Ehl-i Beytimi aranızda bırakıyorum.” Daha sonra Ali (a.s)’ın elinden tutup havaya kaldırarak şöyle buyurdu: “Bu Ali Kur’ân iledir; Kur’ân Ali iledir. Bu ikisi Kevser havuzu başında bana gelinceye dek birbirlerinden ayrılmazlar.”

Bu iki değerli emanet (Kur’ân ve Ehl-i Beyt) hakkındaki nass ve rivayetler iki fırka (Şia ve Sünni) arasında hakemlik için yeterlidir. Hz. Ali (a.s)’ın özellikleri de bu naslarda tecelli etmiş durumdadır.

“Şüphesiz ki bunda aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır.”[3]

Evet Sakıfe günü (dünya perestler) İslami hilafeti, nasları yorumlamak ve açık naslar karşısında kendi görüşlerine göre içtihat yaparak kendilerine mahsus kıldılar. Ama hiçbir şeye bağlı değillerdi! Kendi aralarında İslami hilafeti ele geçirme işini yerine getirdiler. Ama bu işte Beni Haşim ve taraftarlarından, yani nübüvvet hanedanından, risalet makamından, meleklerin inip çıktıkları yerden hiçbir kimseye haber dahi vermediler. Sanki Peygamber (s.a.a)’in yakınları Hz. Resulullah’tan değillerdi ve ümmet arsında değer ve ihtiramları yoktu.

Sanki onlar Allah’ın kitabının bir eşi,[4] ümmetin ihtilafa düşmemelerinin güvencesi,[5] kurtuluş gemisi[6] ve Hıtta kapısı[7] değillerdi.

Sanki onlar ümmete nispetle başın bedene ve gözün de başa nispetle olan menzilesi (konumu) gibi[8] değillerdi. Bilakis onları, şairin aşağıdaki meşhur şiirde kastettiği kimselerden farz ettiler.

Teym kayıp olduğu vakit işi bitirirler.

Hazır oldukları zaman ise onlardan izin almazlar.

Evet hilafet işi “Sakıfe”de son buldu. Ama bu arada Peygamber (s.a.a)’in cenazesi, Ehl-i Beyti ve dostları arasında üç gün boyunca yerde kaldı. Onlar Peygamber (s.a.a)’in pak bedeni etrafında göz yaşları döküyor, ağlayıp sızlıyorlardı. Öylesine mahzundular ki her gören üzüntüye kapılıyordu; öylesine keder içerisindeydiler ki gönüller ve yürekler yerinden kopacak gibiydi. Onların tümü korku ve rahatsızlık içerisindeydiler.

Ama onlar (Ebu Bekir ve yandaşları) üç gün Peygamber (s.a.a)’in cenazesinden uzak bir şekilde kendi hükümetlerinin temellerini sağlamlaştırma çabası içerisindeydiler. Hilafet meselesi son bulana ve onu kendilerine mahsus kılana dek Peygamber (s.a.a)’in hiçbir işiyle uğraşmadılar.

Henüz Peygamber (s.a.a)’in defin işleminden kurtulmadan O’nun hanedanını ve onların dostlarını biat almak için sıkıştırmaya ve evlerini yakma tehdidine başladılar. Öyle ki şair “Hafız İbrahim” meşhur kasidesinde şöyle diyor:

“Ömer Ali’ye karşı bir söz söylemiştir! Onu duyana saygı duy, onu diyeni ise ulula! Biat etmezsen evini yakarım! İçerisinde Peygamber’in kızı bile olsa bırakmam orada kalasın! Ebu Hafsa’dan (Ömer) başka hiç kimse, Adnan süvarisi ve koruyucusu karşısında böyle bir söz söyleyemezdi.”

Eğer Peygamber (s.a.a)’in hanedanından birisinin hilafeti için kesin ve kat’i nass ve rivayetler olmasaydı veya mesela asaletli bir soya sahip olmasalardı, ahlak, cihat, ilim, amel, iman ve ihlas açısından şöhretleri olmasaydı, tüm faziletlerde herkesten geri olsalardı yani aynen diğer sahabeler gibi sayılsalardı, acaba Peygamber (s.a.a)’in defin merasimi bitene dek biat almanın ertelenmesine veya hilafetin düzgün ve istikrarlı olması için emniyet yönetiminin geçici olarak askeri bir şuraya bırakılmasına şer’î, aklî veya örfî bir engel mani olur muydu?

Acaba bir miktar sabretmeleri, Peygamber (s.a.a)’in onlar arasındaki musibete uğramış emanetleri olan Ehl-i Beyti’ne karşı daha uygun olmaz mıydı? Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

“And olsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, Müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.”[9]

Acaba, ümmetin sıkıntıya uğramasına üzülen, onlara karşı çok düşkün ve şefkatli olan Peygamber (s.a.a)’in kendisinden sonra Ehl-i Beytini rahatsız etmemelerini istemeye veya ümmet tarafından sıkıntıya sokulmamalarını istemeye hakkı yok mudur?

Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti için, O’ndan ayrılmak yeteri derecede üzücü ve keder verici idi. Buna göre onlara baş sağlığı verilmesi, acılarına ortak olunması, onların ihtiramını, ümmetin vahdeti ve birliğinin korunması daha yerinde olurdu.

Ama bunların tümünün aksine onlar neye mal olursa olsun hilafeti Ehl-i Beytin elinden çıkarmaya kararlıydılar. Onlar, Ehl-i Beyte zaman tanımanın aleyhlerine sonuçlanmasından korkmaktaydılar. Zira eğer Ehl-i Beyt Sakıfe’de olsalardı onların getirecekleri deliller kendi haklılıklarını açığa çıkaracak ve sözleri dinlenecekti. Bundan dolayı Beni Haşim’in Peygamber (s.a.a)’in kefenleme ve defin işleri ile meşgul olmalarını ganimet bildiler. Hatta Beni Haşim’den bir kişi dahi olmamasına rağmen biat işini gerçekleştirdiler. Beni Haşim kendini toparlamadan önce onlar her şeyi tamamladılar.

Buna ilave olarak Müslümanların korkuya kapılmalarının ve ayaklarının sarsılmasının onlara büyük bir yardımı olmuştu. Zira Ensar’ın (Medine halkı) bir çoğu Sakıfe’de Sa’d b. Übade’yi (Hazreç kabilesinin ileri geleni) hilafete aday tanınmak için toplandılar. Ama onun amcası oğlu Beşir b. Sa’d b. Salebe ve Useyd b. Hazir (Avs kabilesinin ileri geleni) onun adaylığına muhalefet ederek Sa’d b. Übade’nin seçilmemesi için ellerinden geleni yaptılar.

Buna ek olarak: Avim b. Saide-i Avsi ve Muin b. Udey (gizlice Ebu Bekir, Ömer ve yandaşları ile antlaşmışlardı) Sa’d ile muhalefet için birleştiler. Bu son iki şahıs Peygamber (s.a.a)’in hayatı zamanında da Ebu Bekir’in dostları, Sa’d’in ise azılı düşmanlarından idiler.

Bu yüzden Avim b. Saide hemen Ebu Bekir ve Ömer’in yanına giderek onların Sa’d’e karşı durma azimlerini daha da kuvvetlendirdi. Bu olaydan sonra Ebu Bekir, Ömer, Ebu Übeyde-i Cerrah ve Hüzeyfe’nin kölesi Salim’i de yanına alarak Sakıfe’ye getirdi. Bu sırada bir grup Muhacir de onlara katılmıştı.

Muhacir ve Ensar arsındaki tartışmalar giderek şiddetlendi, öyle ki sesler yükselmeye, eller kılıçlara gitmeye başladı. Neredeyse kan dökülecekti.

Tam bu sırada Ebu Bekir yerinden kalkarak Ensar’ı övücü sözler söylemeye başladı. Onları iyilikleri ile anarak, yavaş ve soğuk kanlılıkla şöyle dedi: “Muhacirler Peygamber (s.a.a)’in vücut ağaçları ve O’ndan çıkan tohumlardırlar.” Daha sonra hilafetin Muhacir’e ulaşması durumunda bakanlık ve valiliklerin Ensar’a verileceğini vurguladı. Daha sonra Ömer ve Ebu Übeyde’nin ellerini havaya kaldırarak hazır olanlara hangisine isterlerse biat edebileceklerini söyledi.

Ama tam bu sırada Ömer ve Beşir b. Sa’d öne atılarak Ebu Bekir’in kendisine biat ettiler. Bu ikisinin henüz biat etmeleri bitmemişken Useyd b. Hazir, Avim b. Saide, Muin b. Udey, Ebu Übeyde b. Cerrah, Ebu Hüzeyfe’nin kölesi Salim ve Halid b. Velid diğerlerinden öne geçerek Ebu Bekir’e biat ettiler.

Daha sonra bu şahıslar hangi yolla olursa olsun halkı Ebu Bekir’e biat etmeye mecbur kıldılar. Bu konuda Ömer diğerlerine oranla halkın biat etmesi için onlara karşı daha sert davranıyordu. Ömer’den sonra Useyd b. Hazir, Halid b. Velid, Konfuz b. Ümeyr b. Ced’an et-Temimî yer almaktaydılar.

Ebu Bekir’e yapılan biat sonra erince, Ebu Bekir’e biat eden grup, gelini zifaf odasına götüren grup gibi neşeli, sevinçli ve şen bir şekilde Mescid’ün-Nebi’ye girdi. Ama henüz Peygamber (s.a.a)’in cenazesi yerdeydi ve Beni Haşim büyükten küçüğe herkesiyle O’nun etrafında göz yaşı dökmekteydi.

Hz. Ali (a.s) ise İslam ve Müslümanların vahdet ve birliğini korumak amacıyla, en önemliyi, önemliye tercih etmek suretiyle Peygamber (s.a.a)’e vermiş olduğu sözü yerine getirdi. Böylece gözünde bir diken, boğazında kemik kalmış birisi gibi sabretmeyi daha uygun bildi.[10]

Ebu Bekir-i Cevheri, Şa’bi’den şöyle bir hadis naklediyor: Ömer ve Halid b. Velid Hz. Fatıma’nın evine doğru yöneldiler. Ömer içeri girdi, Halid ise kapıda durdu. Ömer Hz. Fatıma’nın evine sığınan Zübeyr’e şöyle dedi: Eline aldığın bu kılıç nedir?

Zübeyr: Bunu Hz. Ali’ye biat etmek için hazırladım, dedi. Zübeyr ile beraber Mikdad ve Beni Haşim de Hz. Fatıma’nın evinde toplanmışlardı.

Ömer Zübeyr’in kılıcını alarak evde bulunan bir taşa vurup kırdı. Daha sonra Zübeyr’i Halid b. Velid’in ve yandaşlarının yanına götürdü. Ebu Bekir bu kalabalık grubu Ömer ve Halid’i korumaları için göndermişti!

Daha sonra Ömer Hz. Ali (a.s)’a şöyle dedi: Kalk Ebu Bekir’e biat et! Ama Hz. Ali (a.s) itina etmedi. Ömer Ali (a.s)’ın elini tutarak: Kalk! dedi. Ama Hz. Ali (a.s) kalkmadı. Dışarıda bulunan topluluk içeri hücum ederek Hz. Ali (a.s)’ı da aynen Zübeyr gibi tutarak Halid b. Velid’e teslim etti!

Daha sonra Ömer Hz. Ali (a.s) ve Zübeyr’i sert bir şekilde itmeye başladı. Böylece Ebu Bekir’in yanına geldiler! Bu arada Medine sokakları kalabalıktan dolup taşmaktaydı. Halk grup grup toplanarak bu manzarayı izliyorlardı.

Hz. Ali (a.s)’a bu şekilde saygısızca davranıldığını gören Hz. Fatıma (a.s) ağlamaya ve feryat etmeye başladı. Beni Haşim ve diğer kabilelerden olan kadınlar Onun etrafını sarmışlardı. Hz. Fatıma kendi evine doğru (Hz. Fatıma’nın evi mescide açılmaktaydı) gelip durarak şöyle seslendi: “Ey Ebu Bekir! Ne kadar da çabuk Allah Resulünün Ehl-i Beyti’ne saldırdın! Allah’a and olsun ki yaşadığım müddetçe Ömer’le konuşmayacağım...” [11]

İnsan, onların o günkü işleri hususunda biraz dakkat ettiğinde, Ebu Bekir’in neden ölüm yatağında: “Keşke Fatıma’nın evine zorla girmeseydim...” dediğini iyice anlamaktadır.

Yine Ebu Bekir-i Cevheri es-Sakıfe adlı kitabında Ebu Luhey’a Ebu’l-Esvet’ten naklen şöyle tahriç ediyor: “Ömer ve yandaşları Hz. Ali’nin evini işgal ettiler. Hz. Fatıma feryat ederek Peygamber’in Ehl-i Beyt’ine saldırmamaları için yeminler yağdırıyordu. Ama Onlar Hz. Ali ve Zübeyr’i evden çıkararak zorla Ebu Bekir’in yanına götürdüler.”

Yine Cevheri şöyle rivayet etmektedir: Ömer bir grup Ensar ve birkaç muhacirle beraber Hz. Fatıma (a.s)’ın evine giderek şöyle dedi: Allah’a yeminler olsun ki bu eve sığınanların tümü Ebu Bekir’e biat etmek için dışarı çıkmalıdırlar. Aksi takdirde evi içindekilerle beraber yakacağım.

Zübeyr yalın kılıçla Ömer’e hamle etti. Ömer’in beraberindekiler de ona hamle ettiler. Zübeyr’in elindeki kılıç yere düştü. Ömer kılıcı alıp evde bulunan bir taşa vurarak kırdı. Daha sonra onlar feci bir şekilde onları evden dışarı çıkardılar.[12]

Mevcut ortamdan doğan rahatsızlıklar, Hz. Ali (a.s)’ın öfkelenmesine ve bir köşeye çekilmesine neden oldu. Hatta onu zorla kendi evinden bile dışarı çıkardılar. Hz. Ali (a.s) Ebu Bekir’e hitaben söylediği bir şiirde şöyle buyuruyor:

“Eğer sen hilafeti ele geçirmek için muhaliflerinin karşısına Peygamber (s.a.a) ile olan akrabalığını ileri sürdüysen, Peygamber’e senden daha yakın akrabalığı olan vardır. Eğer halkın sorumluluğunu şura yoluyla ele aldıysan bu nasıl şuradır ki seçmenler orada yoktu?!”

Bu iki beyit şiir Nehc’ül-Belağa’da da mevcuttur. İbn-i Ebi’l-Hadid ve Şeyh Muhammed Abduh Nehc’ül-Belağa’ya yazdıkları şerhlerinde bu iki beyit hakkında okunmaya değer konular yazmışlardır. Daha fazla bilgi için bu iki şerhe ve el-Müracaat adlı kitabımızın 80. Mektubuna müracaat ediniz.

Abbas b. Abdülmüttalib de Ebu Bekir ile yaptığı bir münazarada bu iki beyitten bazı konuları almıştır. Zira Ebu Bekir ile aralarında geçen konuşma esnasında şöyle dedi: Eğer sen hilafeti Peygamber (s.a.a)’le olan irtibatından dolayı ele aldıysan bizim hakkımızı aldın. Eğer müminlerin hayrına göre hareket ettiysen bizim onların arasında önceliğimiz vardır. Eğer iman ehlinin oyuna dayanarak sahiplendiğin makamı meşru biliyorsan, bizim muhalif görüşe sahip olmamız nedeniyle meşru olmanın da hiçbir anlamı kalmayacaktır. İbn-i Ebi’l-Hadid’in Nehc’ül-Belağa’ya yazdığı şerhinde[13] Abbas’ın Ebu Bekir’e bir defasında da şöyle dediği nakledilmiştir:

“Peygamber (s.a.a)’in ağacı olduğunuzu söyledin, ama şunu bilmelisin ki, siz (Mekke muhacirleri) bu ağacın komşularısınız. Ama biz bu ağacın dal ve yapraklarıyız.”

Abbas’ın söylediği söz, Hz. Ali (a.s)’ın söylediği sözün içeriğidir. İmam Ali (a.s) şöyle söylemişti: “Onlar ağacı delil olarak getirdiler ama onun meyvesini zayi ettiler.”

İbn-i Ebi’l-Hadid[14] Nehc’ül-Belağa şerhinde ve Zübeyr b. Bekkar da el-Muvaffakiyet adlı kitapta şöyle naklediyorlar: Fazl b. Abbas şöyle dedi: “Ey Kureyş topluluğu! Özellikle de ey Beni Teym (Ebu Bekir’in kabilesi)! Siz hilafeti Peygamber (s.a.a)’e olan yakınlığınızla ele geçirdiniz. Halbuki biz ona sizden daha lâyığız. Eğer biz layık olduğumuz bu makamı isteseydik, halkın, diğerlerine nispet bize olan kıskançlık ve kinlerinden dolayı isteksizlik göstermeleri daha çok olacaktı. Biz aynı zamanda Hz. Ali’nin Peygamber (s.a.a) ile aralarında olan ve Ali (a.s)’ın kendisini O’na uymaya zorunlu kabul ettiği bir antlaşmanın da var olduğunu bilmekteyiz.”

Ebu’l-Fida’nın Muhtasar’ında ve İbn-i Ebi’l-Hadid’in Nehc’ül-Belağa Şerhi’nde [15] şöyle nakledilir: Utbe b. Leheb etkileyici şu şiirinde Sakıfe olayını şöyle anlatıyor:

“Ben hilafetin Beni Haşim’den, özellikle de Ebu’l-Hasan’dan (Hz. Ali -a.s-) alınacağını kesinlikle beklemezdim. Sizin kıblenize ilk namaz kılan Ali değil midir? Kur’ân ve sünneti en iyi bilen o değil midir? Peygamber (s.a.a)’e en yakın şahıs o değil midir? Yine Peygamber (s.a.a)’in kefin ve defninde Cebrail’in yardımcısı olduğu O değil midir? Ali öyle birisidir ki onun vücudunda olan hiç kimsede yoktur. Onda olan güzelliklerin hiçbirisi muhaliflerinde yoktur. Ama ne oldu ki onlar Ali’den yüz çevirdiler? Biz biliyoruz, bu iş en büyük zararlardan birisidir.”

Zübeyr b. Bekkar Muvaffakiyya’ta ondan bu beyitleri naklettikten sonra şöyle yazmaktadır: Ali, Utbe b. Ebu Leheb’in peşi sıra birisini göndererek onu (bu işten) nehyetti ve bir daha bu konuyu açmamasını istedi! Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Bizim açımızdan dinin güvende olması her şeyden daha önemlidir.!”

Aynı şekilde İbn-i Ebi’l-Hadid Şerh-i Nehc’ül-Belağa’nın 2. cildinde Zübeyr b. Bekkar’dan naklen şöyle yazıyor: Ebu Süfyan Ali’nin bulunduğu evin yanından geçerken durarak şöyle bir şiir inşat etti:

“Ey Beni Haşim! Dikkat ediniz halk size göz dikmesin, özellikle de Teym b. Murre (Ebu Bekir) ve Udey (Ömer). Hilafet sizin evinizdedir ve size doğru yüz çevirmiştir. Ali’den başka hiç kimse ona layık değildir. Ey Ebu’l-Hasan (Hz. Ali)! Hilafeti ele almak için kemerini sıkı bağla; zira sen her açıdan bu makama layıksın.”

Ama Ebu Süfyan’ın sözlerinin Hz. Ali (a.s)’ın yanında hiçbir değeri yoktu. Örneğin bir cevabında Ebu Süfyan’a hitaben şöyle buyurdu: “Peygamber (s.a.a)’in benimle olan bir ahitleşmesi vardır ve ben ona bağlıyım.”

Ebu Süfyan Hz. Ali’yi bırakıp Abbas b. Abdülmuttalib’in evine giderek şöyle dedi: Sen hilafete layıksın. Birader zadenin mirasını almaya herkesten daha hak sahibisin. Elini uzat da sana biat edeyim. Abbas gülerek şöyle dedi: Ali bırakır da Abbas mı istiyor! Ebu Süfyan ümitsizlikle dışarı çıktı.

Onların kendilerinin söylediği gibi Ebu Bekir’e biat, Allah’ın Müslümanları şerrinden koruduğu bir hataydı. Ama bu koruma işlemi, Hz. Ali (a.s)’ın eli ve O’nun meydana gelen tüm sıkıntılar karşısında sabrederek kendi hakkını İslam’ın geleceği için feda etmesiyle sağlandı.

 


 

(2) ÖMER EBU BEKİR’İN TAVSİYESİ İLE HALİFE OLUYOR

 

Ebu Bekir ve yandaşlarının açık nass karşısında içtihat ettikleri ikinci yer ve nokta Ebu Bekir’in vefat anı gelince gerçekleşti. Ebu Bekir beklenen an gelince Ömer’in halife olmasını tavsiye etti! Vay! Vay!

Emir’ul-Müminin Ali (a.s) Nehc’ül-Belağa’da şöyle buyuruyor: “Kendi hayatı zamanında kendisini hilafetten azlederken (kendi diliyle şöyle söylüyordu: Beni bırakın Ali varken ben hiçbir şeyim) ölümünden sonra bu makamı başkası (Ömer) için hazırlamaktaydı. Onu (hilafeti) aynen devenin iki memesi gibi kendi aralarında paylaştılar.” [16]

Vay! Vay! Birisi bir malı sahibinden zorla alıyor ve onu kullanması için istediğine bağışlıyor. Hatta öyle ki yarınki günün azabından hiç de korkmuyor, çekinmiyor! Vay! Vay!

Sanki onu unutmuştu, ya da Peygamber (s.a.a)’in hilafeti Ali ve ondan sonrada O’nun evlatlarına bıraktığını unutmuş numaraları yapıyordu. Onlar (Ehl-i Beyt) iki ağır emanetten birisidir ki kim onlara sarılırsa asla sapıklığa düşmez. Kim din işlerinde onların hareket ettiği gibi hareket etmezse, hakka hidayet olmaz.

Öyle bir Ehl-i Beyt ki, terazinin bir kefesinde Kur’ân ile aynı ağırlıktadır. Kıyamet gününde Kevser havuzu başında Peygamber (s.a.a)’e gidene dek birbirinden ayrılmayacaklar.

Onlar Nuh’un gemisi gibidirler; ona binen kurtulmuş, ondan yüz çevirense boğulup gitmiştir.

Onlar aynen Beni İsrail arasında bulunan Hıtta[17] kapısı gibidirler ki kim o kapıdan girerse, bağışlamış olur. Onlar yer yüzü sakinlerinin İlahi azaptan güvencede kalma sebepleridirler. Onlar ümmetin ihtilafa düşmemelerinin güvenceleridirler. Eğer bir kabile onlarla muhalefet ederse iş ihtilafa dökülür ve hizb’üş-şeytan şeklini alır...

Ehl-i Beyt’in Peygamber (s.a.a)’den sonra hilafet için herkesten daha layık olduğunu ispatlayan daha nice naslar vardır. Biz el-Müracaat adlı kitapta bu naslardan bir bölümünü naklettik; oraya müracaat edebilirsiniz.[18]

 

 (3)  ZEYD B. HARİSE’NİN KOMUTANLIĞI

 

Mute savaşı hicretin 8. Yılının Cemadiy’ul-Evvel ayında meydana geldi. Peygamber (s.a.a) bu savaşta Zeyd b. Harise’yi (serbest bıraktığı kölesi) ordunun komutanlığına seçerek şöyle buyurdu:

“Eğer Zeyd şehit olursa, Cafer b. Ebu Talip komutan olsun; eğer o da şehit olursa, Abdullah b. Revahe komutandır.”

Bu, tüm Müslümanların görüş birliğinde oldukları bir konudur. Ama belki de en doğrusu İmamiye’nin söylediğidir: Ordunun ilk komutanı Cafer b. Ebu Talip, ondan sonra Zeyd b. Harise, ondan sonra da Abdullah b. Revahe’dir.

Bu hususta Ehl-i Beyt’ten birçok rivayetimiz vardır. Konunun şahidi ise Muhammed b. İshak’tan “Meğazi” adlı kitapta nakledilen rivayet (Hisan b. Sabit ve Ka’b b. Malik’ten nakledilmiştir.) ve Cafer b. Ebu Talib’in ağıtında söylenen şiirdir.[19]

Komutanlık sırası nasıl olursa olsun kesin olan şey Peygamber (s.a.a)’in Zeyd b. Harise’nin komutanlığı hakkındaki açık nassıdır. İster birinci, ister ikinci ve isterse üçüncü görüş olsun fark etmemektedir. Önemli olan şey Peygamber (s.a.a)’in askerlere ve sahabeye ona itaat etmeleri emrini buyurmasıdır.

Buna göre onun komutanlığa atanmasından sonra bazı sahabelerin Zeyd’in komutanlığı hakkında homurdanmalarının hiçbir anlamı yoktu. Elbette masum Peygamber (s.a.a)’in açık nassı karşısında masum olmayan bir insanın içtihadının câiz bilinmesi durumu hariç.

Mute savaşının sebebi şuydu: Peygamber (s.a.a) Haris b. Ümeyr adlı bir sahabesini “Busra” (Şam topraklarındadır) padişahını bir olan Allah’a ve Peygamber’e itaate davet için elçi olarak gönderdi. Ama maksada ulaşmadan önce Şerhabil b. Amr onunla karşılaştı ve nereye gittiğini sordu. O cevaben: Şam’a gitmek için hareket ettim,dedi. Şerhabil: Sakın Muhammed’in elçilerinden olmayasın, dedi. Haris: Evet onlardanım, dedi. Şerhabil onu tutuklamalarını emretti, daha sonrada boynunu vurdurdu. Peygamber (s.a.a)’in elçilerinden ondan başka hiçbirisi öldürülmedi.

Bu haber Peygamber (s.a.a)’e ulaşınca O söz konusu grubu söylediğimiz şekilde üç kişinin komutanlığında onlara doğru gönderdi. Bir grubu da Zeyd b. Üsame’yle birlikte Şam’ı fethetmek için gönderdi. Bu üç komutanın her biri sırasıyla büyük kahramanlıklar gösterdikten sonra şahadete erdiler. Bu savaşta üç bin kişi iki yüz bin sayılı Rum ordusu karşısında direniş gösterdi...

 

(4) ÜSAME’NİN ORDUSUNDAN YÜZ ÇEVİRMEK

 

Birinci halifenin, Peygamber (s.a.a)’in açık nassı karşısında içtihat ettiği konulardan birisi de Onun Üsame’nin ordusu hakkındaki emrinin tersine hareket etmesidir. Resul-i Ekrem (s.a.a) bu orduyu Şam civarlarında Rum ordusu ile savaşmak ve önceki yenilgiyi telafi etmek için hicretin on birinci yılında ömrü şeriflerinin son anlarında düzenlemişti. Daha sonra da söyleyeceğimiz gibi bu konuyla ilgili naslara da amel etmediler. Şimdi maceranın geniş şekli:

Resul-i Ekrem (s.a.a) Üsame b. Zeyd’in ordusuna büyük bir önem veriyordu. Öyle ki tüm ashabına Zeyd’in sancağı altında toplanmaları emrini verdi. Bu konuda oldukça vurgulu konuşuyordu.

Daha sonra anların psikolojik güçlerini artırmak için ordunun düzenlenmesiyle bizzat kendisi ilgilendi. Böylece Ebu Bekir, Ömer, Ebu Übeyde b. Cerrah, Sa’d b. Ebu Vakkas vb. gibi sahabenin ileri gelenlerini Üsame b. Zeyd’in ordusunda topladı. Bu hadise hicretin on birinci yılı sefer ayının bitmesine dört gün kala meydana gelmişti.

Ertesi gün Peygamber (s.a.a) Üsame’yi çağırarak şöyle buyurdu: “Ben seni bu ordunun komutanı yaptım, babanın şehit olduğu yere doğru hareket et, onları atların ayakları altına al, Übna[20] halkıyla savaş ve onları yok et. Düşmanın durumundan daha çabuk haberdar olman için süratle hareket et. Eğer Allah seni onlara karşı muzaffer kılarsa aralarında fazla kalma. Kendinle beraber izciler götür. Casus ve öncü birliklerini kendinden önce hareket ettir.”

Seferin yirmi sekizinci günü gelip çattığında Peygamber (s.a.a)’de vefatına neden olan hastalığın etkileri görülmeye başladı. Hemen ardından ateşi yükselip şiddetle başı ağrımaya başladı. Sefer ayının 29. günü sabahı ashabın bu seferberliğe uymadıklarını görünce bizzat kendisi ashabın yanına giderek onları harekete geçirmek için teşvik etmeye başladı.

Daha sonraları iradelerinin takviyesi ve cesaretlerinin tahriki amacı ile sancağı kendi mübarek eliyle açıp Üsame’ye vererek şöyle buyurdu: “Allah’ın adıyla O’nun yolunda ve O’nu inkar eden herkes ile savaş.”

Sonra sancağıyla oradan çıkıp onu Bureyde’ye verdi, ordu ise Curf’ta idi. Ama ashap orada da kusurlar etmeye başladı. Peygamber (s.a.a)’in bir an önce maksada hareket etme hususundaki bunca naslarını görüp duymalarına rağmen yerlerinde kalıp hareket etmediler.

Tüm İslam tarihçileri Ebu Bekir ve Ömer’in de Üsame’nin ordusunda olduklarını yazmıştır. Hatta bu mevzuu kendi kitaplarının kesinliklerinden saymışlardır. Bu konu ihtilaflı olmayan mevzulardandır. Siz değerli okurlar bu asker çıkarma mevzusundan bahseden kitaplar hakkında daha fazla bilgi edinmek için şu kitaplara müracaat edebilirsiniz: Tabakat-ı Muhammed b. Sa’d, Tarih-i Taberi, Tarih-i İbn-i Esir, Sire-i Dehlani ve...

Halebi bu asker çıkarma olayını kendi Sire kitabının 3. cildinde anlatırken güzel bir olay nakleder. Şimdi onun aynısını aktarıyoruz. O şöyle yazıyor:

Mehdiyi Abbasi Basra’ya girdiğinde halkın akıl ve zekada örnek vermek istediklerinde Ayas b. Muaviye’yi örnek verdiklerini gördü. Halbuki o bir çocuktu. Ama dört yüz alim ve hırkalı şahıs onun ardı sıra hareket etmekteydi.

Mehdi: Bu sakallara yazıklar olsun! Bunların arasında, önde yürüyecek bir yaşlı yok mudur? Daha sonra Ayas’tan kaç yaşında olduğunu sordu.

Ayas: Benim yaşım Üsame b. Zeyd’in yaşı kadardır. Peygamber (s.a.a)’in Ebu Bekir ve Ömer’in bulunduğu orduya onu komutan yaptığı vakitteki gibiyim!

Mehdi: Aferin! Sen elbette bunların önderi olmalısın.

Halebi şöyle diyor: Onun yaşı o zaman on yedi idi.

Sahabeden bir grup Üsame b. Zeyd’in yaşının küçük olmasından dolayı Peygamber (s.a.a)’in onu bu makama atamasına mırıldanmaya başladı. Babası Zeyd’in komutanlığına da itiraz ettikleri gibi. Halbuki bu grup Peygamber (s.a.a)’in şahsen onu bu makama seçtiğini, ateşi olduğu halde komutanlık sancağını kendi eliyle açıp ona verdiğini ve: “Seni bu ordunun komutanı yaptım” dediğini duymuşlardı. Ama maalesef tüm bunlar onların homurdanarak itiraz etmelerine ve Peygamber (s.a.a)’i eleştirmelerine engel olmadı.

Resul-i Ekrem (s.a.a) onların bu itiraz ve eleştirilerine şiddetle sinirlendi ve tam hastayken, ateşi çıkmışken, bir havluya sarılı bir şekilde Cumartesi günü Rabi’ul-Evvelin onunda vefatından iki gün önce (elbette Ehl-i Sünnet’in görüşüne göre zira Şia arasında meşhur olan görüş Peygamber (s.a.a)’in 28 Seferde vefat ettiğidir) mescide gidip minbere çıkarak-tüm Şia ve Sünni tarihçileri nakletmişlerdir- Allah’a hamd-u senadan sonra şöyle buyurdu:

“Ey İnsanlar! Üsame’yi bu makama atadığımdan dolayı bazılarınızın söylediği bu sözler nedir? Beni eleştirmenizin hiçbir yeniliği yoktur. Önceden de babasını böyle bir makama atadığımda beni eleştirmiştiniz! Allah’a and olsun ki Zeyd bu makama layıktı, ondan sonra da oğlu bu makama layıktır.”

Daha sonra onlara bir an önce Üsame’nin ordu karargahına gitmelerini emretti. Bundan sonra ashap grup grup gelip Peygamber (s.a.a)’le vedalaşarak karargahın bulunduğu Curf bölgesine doğru hareket ettiler. Resul-i Ekrem (s.a.a) de onları çabuk hareket etmeye teşvik ediyordu.

Hatta Peygamber (s.a.a) hastalığı şiddetlendiğinde bile sürekli şöyle buyuruyordu: “Üsame’nin ordusunun donatılmasına iyi dikkat ediniz, Üsame’nin ordusunu hareket ettirin, Üsame’nin ordusunu uğurlayın yola koyulsunlar.”

Peygamber (s.a.a), bu gibi sözlerini defalarca tekrarlamasına rağmen ashaptan bir grup aynı şekilde gitmede ağır davranıyorlardı.

İkinci gün; yani Rabi’ul-Evvelin 12. günü Üsame karargahtan ayrılarak Peygamber (s.a.a)’in huzuruna geldi. Peygamber (s.a.a) bir an evvel hareket etmesi emrini vererek şöyle buyurdu: “Allah’ın yardımıyla yarın hareket et.” Üsame Peygamber (s.a.a)’le vedalaşarak karargaha geri döndü.

Daha sonra Ömer ve Ebu Übeyde b. Cerrah ile beraber Peygamber (s.a.a)’in yanına geldi. Peygamber (s.a.a)’in evine girdiği zaman Peygamber (s.a.a) ömrünün son dakikalarını yaşamaktaydı. Birkaç dakika sonra ise mele kut alemine göçtü.

Ordu da sancağı ile birlikte Medine’ye döndü. Daha sonraları ashap ordunun hareketini tam olarak iptal etmek istedi. Konuyu Ebu Bekir’e açarak kararları hususunda oldukça ısrar gösterdiler. Ama Peygamber (s.a.a)’in bu ordu ve onun hareketi hususundaki ısrarını, Peygamber (s.a.a)’in ordunun hızla hareket etmesi hususundaki olağan üstü ilgisini, bu konudaki nasları görmüş ve duymuşlardı. Hatta Peygamber (s.a.a) ordu komutanını şahsen atamış, onun sancağını kendi eliyle (mızrağa) bağlamış ve Allah’ın izniyle yarın sabah hareket et diye buyurmuşlardı.

Eğer halife (Ebu Bekir) mani olmasaydı geri kalan ashap tüm orduyu şehre getirerek sancağı düreceklerdi. Ama Ebu Bekir bu işe razı olmadı. Sahabe onun orduyu hareket ettirmede kararlı olduğunu görünce, Ömer b. Hattab Ensar (Medineliler) tarafından elçi olarak Üsame’yi ordu komutanlığından almasını ve onun yerine başkasını atamasını istedi! Ama Ebu Bekir Üsame’yi bu makamdan almayı kabul etmedi. Hatta öyle ki Ömer’in sakalından tutarak[21] şöyle dedi: Ey Hattab’ın oğlu! Annen sana ağlasın, keşke seni doğurmasaydı. Onu Peygamber (s.a.a) atamıştır, sen onu görevden almamı mı istiyorsun?!

Sonunda ordu gönderildi. Üsame bin atlı ve iki bin piyade ile yola koyuldu.

Peygamber (s.a.a)’in de emrettiği gibi Üsame Übna halkına hamle etti ve Allah’ın da yardımıyla babasının (Zeyd b. Harise) katilini öldürdü. Bu savaşta hatta bir Müslüman dahi öldürülmedi. Üsame o gün babasının atına binmişti ve savaş ganimetlerini taksim ederken o süvari birliklerine iki pay piyade birliklerine de bir pay verdi, kendisi de bir pay aldı!

Uzun uzun konuşmalardan sonra Üsame’nin ordusu Medine’den ayrılırken, Peygamber (s.a.a)’in, Üsame’nin ordusunda yer almaları emrini verdiği kimselerden bazıları orduya katılmaktan çekindiler. Halbuki Şehristani’nin[22] (Milel ve Nihel kitabının dördüncü önsözünde) söylediğine göre Peygamber (s.a.a) ashabına şöyle buyurmuştu: “Üsame’nin ordusunu teçhiz edin.  Kim Üsame’nin ordusuna katılmazsa Allah’ın laneti onun üzerine olsun.” [23]

Onların ordunun hareketini iptal etmek istemeleri, daha sonraları da orduya katılmaktan çekinmeleri kendi siyasetlerinin temellerini kuvvetlendirmek istemelerindendi. Bu işi hatta Peygamber (s.a.a)’in açık seçik olan nassına bile tercih ettiler. Zira bu işin siyasi konumlarının korunması için gerekli olduğunu görmekteydiler. Çünkü onların katılmamaları ile ordunun hareketinin iptal edilmeyeceğini bilmekteydiler. Ama onlar Peygamber (s.a.a)’in vefatından önce hareket edecek olsalardı hilafet ellerinden çıkacaktı.

Peygamber (s.a.a) de onların İslam devletinin başkentinde olmamalarını istiyordu. Zira kendisinden sonra Hz. Ali’nin hilafete geçmesi kolaylaşmış olacaktı. Onlar geri döndükleri zaman ise olmuş ve yerine getirilmiş bir işle karşılaşacaklarından ihtilafa düşmeyeceklerdi.

Peygamber (s.a.a)’in 17 yaşında olan Üsame gibi bir genci ordu komutalığına atamasının sebebi bazı fanatiklerin önünü almak, azgınları uslandırmak, memurun amirine karşı olan itaatsizliğini ortadan kaldırmaktı.

Ama onlar Peygamber (s.a.a)’in amacını anladılar. İlk önce Üsame gibi bir gencin komutalığını eleştirdiler. Daha sonra da Üsame ile beraber yola çıkmak konusunda bahaneler getirmeye başladılar. Hatta öyle ki Peygamber (s.a.a) vefat edene dek ordu karargahtan hareket etmedi. Daha sonraları ise ordunun hareketini iptal ve sancağı düşürmek istediler. Sonunda ise onların bir çoğu, herkesten önce de Ebu Bekir ve Ömer orduya katılmaktan çekindiler.

İşte bu, Üsame’nin ordusu macerasında onların açık naslara amel etmedikleri beş mevzudan ibaretti. Çünkü onlar siyasi işlerde kendi görüşlerini tercih etmek ve Peygamber (s.a.a)’in nassı karşısında içtihat yapmak istiyorlardı.

Şeyh’ul-İslam el-Bişri (zamanın el-Ezher Üniversitesi başkanı) mektuplaşmalarımızın birinde onlardan taraf özür getirmişti; şöyle ki: Her ne kadar Peygamber (s.a.a) onları teşvik etmiş ve Üsame’den bir an önce yola çıkmasını hatta sancağı Üsame’ye verirken, yarın Übna halkına saldır, demiş ve ikindi vaktine kadar beklemesine bile müsaade etmemişse de ardından Peygamber (s.a.a) hemen hastalanmışlardır. Hatta hastalığı öyle ağırdı ki bu hastalık sonucu vefat etmesinden korkuluyordu. Bu yüzden sahabe Peygamber (s.a.a)’i o halde bırakıp gidemezdi. Bu nedenle karargahta bekleyerek Peygamber (s.a.a)’in durumunun nasıl olacağını görmek istediler!!!

Bu durum ise onların Peygamber (s.a.a)’e karşı olan büyük saygı ve sevgilerinden kaynaklanıyordu. Onların Üsame’nin ordusuna katılmamaları ise iki sebepten dolayı idi:

a) Bekleyerek ya Peygamber (s.a.a)’in iyileşmesini görerek sevinmek veya O’nun vefatı durumunda Peygamber (s.a.a)’in kefin ve defin işlemiyle feyizlenmek istiyorlardı! Aynı zamanda İslami hükümet için ortamı Peygamber (s.a.a)’den sonra başa geçmesi kararlaştırılan şahıs için müsait duruma getirmeyi kararlaştırmışlardı. Bu yüzden onlar, bu şekilde oyalanmaları ve beklemelerinden dolayı azarlanamazlar!

Onların, Peygamber (s.a.a)’in bu konudaki tüm naslarını görüp duymalarına rağmen, Üsame b. Zeyd’in komutanlığı hakkındaki eleştirileri Üsame’nin genç olmasından dolayıydı. Zira ashap arasında yaşlı kimseler de bulunmaktaydı. Doğal olarak onlar bir gence itaat etmek istemiyorlar ve gönülleri ona teslim olmaya hazır değildi. Bu sebeple onların Üsame’nin komutanlığından hoşlanmamaları bidat değildir. Bilakis İnsanın doğal yapısının derinliklerindendir.

Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra Üsame’nin azledilmesi isteği konusuna gelince; bazı alimler şöyle demişlerdir: Onlar, düşündükleri bir takım maslahatların halife tarafından da kabul göreceğini zannetmişlerdi!

Ama Şeyh’ul-İslam burada şöyle söylemektedir: İnsaf şudur ki ben, Peygamber (s.a.a)’den Üsame’yi azletmesi istendikten sonra O’nun sinirlenerek ağır hasta ve ateş içerisinde olduğu halde mescide gidip minbere çıkması ve hiddetli bir şekilde konuşmasından sonra insan aklının kabul edebileceği bir delil ve sebep bulamadım. Bu yüzden onların bu hadiselerden sonra özür dilemeleri Allah’tan başka hiç kimsenin bilmediği bir mevzudur!

b) Onların Üsame’nin ordusunun hareketinin iptali ve bu konuda Ebu Bekir’e yaptıkları ısrara gelince; onların tümü, İslam’ın başkentinin tüm askeri güçlerden yoksun olduğu bir anda müşriklerin saldırısı karşısında korunması gerektiği fikrini gütmekteydiler! Zira Peygamber (s.a.a)’in vefatı ile nifak ortaya çıkmış, Yahudi ve Hıristiyanlar cüretleşmişlerdi. Arap kabilelerinden bazıları dinden dönmüş ve diğer bazı kabileler ise zekat vermekten kaçınmışlardı.

Bu yüzden Sahabe, Ebu Bekir’den Üsame’nin hareket etmesine mani olmasını istedi. Ama o kabul etmeyerek şöyle dedi: Allah’a and olsun ki! Peygamber (s.a.a)’in emrini yerine getirmeden önce her hangi bir işe başlamam, ölüm benim için bu işten daha iyidir!

Bu, alimlerimizin Ebu Bekir’den naklettikleri bir konudur. Diğer şahısların da İslam’ı korumaktan başka bir kasıtları yoktu. Bu yüzden Üsame’nin ordusunun hareketini reddetmede mazurdular. Ömer, Ebu Bekir ve diğer şahısların Üsame’nin ordusuna katılmamasına gelince; bu konu İslami saltanatı, Muhammedi devleti ve o günlerde İslam ve müslümanları koruyan hilafeti korumak içindi!!!

Şehristani’nin “el-Milel ve’n- Nihel” adlı kitabından naklettiğiniz konuya gelince; biz o hadisi mürsel ve senetsiz olarak bulduk. Halebi ve Seyyid Dehlani Sire kitaplarında şöyle demişlerdir: “Bu konuda bir hadis dahi naklolunmamıştır. Eğer siz Ehl-i Sünnet yoluyla nakledilmiş olan bir hadis biliyorsanız bize de bildirin ki teşekkür edelim size.”

Biz de şeyhin cevabında şöyle dedik: Siz ashabın Üsame’nin ordusuyla hareket etmede oyalandıklarını, hızla hareket etmekle görevlendirildikleri halde ağır davrandıklarını kesin olarak kabul etmiş durumdasınız.

Ve yine Peygamber (s.a.a)’in Üsame’nin komutanlığı hakkında ki naslarını görüp duyduktan sonra bile eleştiri ve itirazlarda bulunduklarını da itiraf ettiniz.

Peygamber (s.a.a)’in Üsame’nin komutanlığı hususundaki eleştirilere sinirlendiği halde ashabın Ebu Bekir’den Üsame’yi azletmesini istediklerini kabul ettiniz. Peygamber (s.a.a)’in hasta ve rahatsız bir şekilde evden çıkarak mescidde bir hutbe okuduğunu Üsame ve babasının komutanlık için layık olduğunu söylediğini de o günün hadiselerinden olduğunu biliyorsunuz.

Yine şunu da kabul etmektesiniz ki sahabe halifeden Peygamber (s.a.a)’in düzenlediği orduyu iptal etmesini ve Peygamber (s.a.a)’in eliyle Üsame’ye verdiği sancağı ondan almasını istemişlerdir.

Şunu da tasdik ediyorsunuz ki; Peygamber (s.a.a)’in, bazılarının Üsame’nin ordusuna katılmalarını emretmesine rağmen orduya katılmadılar.

Siz tarihçilerin naklettikleri, tüm muhaddislerin aktardıkları ve korudukları bütün bu konuları kabul etmektesiniz.

Onların özür sahibi olduğu konusunda söylediğiniz şeylerin özeti şudur: Ashap bu işleri yaparken Peygamber (s.a.a)’in sözlerine göre değil kendi görüşlerine göre İslam’ın maslahatını gütmüşlerdir. Bu konuda biz de bundan başka bir şey iddia etmedik zaten!

Başka bir değişle; sözümüzün konusu şudur ki: Acaba Ashap kendilerini Peygamber (s.a.a)’in tüm sözlerine uymaya zorunlu bilmekte miydiler, yoksa yok? Siz hayır cevabını seçtiniz. Yani siz onların bir takım naslara amel etmediklerini itiraf ettiniz. Bu itirafınız bizim iddiamızı ispatlamaktadır. Ama onlar özürlü müydüler, yoksa özürlü değiller miydi konusu ayrı bir mevzudur.

Onların Üsame’nin ordusu konusunda İslam’ın maslahatını (elbette kendi görüşlerine göre) Peygamber (s.a.a)’in naslarına tercih ettiklerini kabul ettiğiniz halde neden onların Peygamber (s.a.a)’den sonraki hilafet konusunda da (kendi görüşlerine göre) İslam’ın maslahatını Peygamber (s.a.a)’in Gadir-i Hum ve benzeri naslarına tercih ettiklerini söylemiyorsunuz?!

Siz onların, Peygamber (s.a.a)’i, Üsame gibi bir genci, yaşlı başlı kişilerin arasından komutanlık için seçmesi yüzünden eleştirdiklerini ve bunun da insanın tabiatının derinliklerinden kaynaklandığını ve yaşlıların bu gence itaat etmemelerinin doğal bir şey olduğunu söylediniz.

Peki neden aynı bu sözü Hz. Ali (a.s)’ın, sayesinde ümmetin yaşlılarına hükmedeceği Gadir-i Hum naslarına itaat etmeyenler hakkında söylemiyorsunuz? Zira nakledildiğine göre Peygamber (s.a.a) vefat ettiği gün Hz. Ali (a.s)’ın yaşını küçük saydılar. Aynı şekilde Peygamber (s.a.a) Üsame’yi komutanlığa atarken onun yaşının küçüklüğünü bahane olarak ellerinde evirip çevirmekteydiler.

Komutanlıkla hilafet arasında ne kadar bir farklılık olduğunu hepimiz biliyoruz. Buna göre onlar doğal olarak (sizin değiminizle) bir gencin komutanlığına razı olmadıkları takdirde bir ömür boyu tüm dünyevi ve uhrevi işlerinde kendisine müracaat edecekleri bir gencin (Hz. Ali (a.s)) hilafetine razı olmamaları daha yerinde olur.

Buna ilave olarak siz: “Yaşlıların bir gence itaat etmemeleri doğal bir şeydir” dediniz. Eğer kastınız genel bir hükümse biz bunu kabul etmiyoruz. Zira Mümin yaşlıların gönülleri, Allah ve Resulünün, bir gence itaat emrini verdiklerinde hiçbir şekilde kırgınlık ve rahatsızlık hissetmez.

“Hayır, Rabbine and olsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde bir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.”[24]

“Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının.”[25]

“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”[26]

Ama onların Üsame’nin ordusundan kaçtıkları, daha doğru bir değimle bu orduya katılmadıklarına dair olan söze gelince; bu konuyu Şehristani inkar edilmeyecek konulardan saymıştır. Ebu Bekir’in, Ahmed b. Abdulaziz Cevheri’nin “es-Sakıfe” adlı kitapta naklettiği senetli bir hadiste nakledilenin aynısını aktarıyorum:

“Ahmed b. İshak b. Salih, Ahmed b. Yesar’dan, Said b. Kesir Ensari’den kendi hadis ricalinden, Abdullah b. Abdurrahman’dan şöyle naklediyor:

“Resulullah (s.a.a) vefatı ile sonuçlanan hastalığında, Ebu Bekir, Ömer, Ebu Übeydet b. Cerrah, Abdurrahman b. Avf, Talha ve Zübeyr’ gibi Muhacir ve Ensar’ın büyüklerinin de bulunduğu orduya Üsame b. Zeyd b. Harise’yi komutan yaparak şöyle buyurdu: “Üsame, komutası altındaki orduyla beraber babası Zeyd’in öldürüldüğü yer olan Mute topraklarına hamle etsin ve Filistin topraklarında savaşsın.”

Üsame hareket etmede yavaş davrandı orduda bulunanlar da ona uydular. Peygamber (s.a.a) o hastalığıyla (bazen durumu ağırlaşıyor bazen de düzeliyordu) ordunun bir an önce hareket etmesini vurguluyordu. Öyle ki Üsame Peygamber (s.a.a)’e: “Annem babam size feda olsun! Allah (c.c) size şifa verene dek kalmamıza izin verir misiniz?” dedi. Ama Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdu: “Hayır! Çık ve Allah’ın bereketi üzere hareket et.”

Üsame: “Ya Resulellah! Siz bu haldeyken hareket edersem içim rahat etmez.”

Resul-i Ekrem (s.a.a): “Git, zafer ve esenlik üzeresin.”

Üsame: Ya Resulellah! Süvari birliğinin hazır olmadığı hakkında size bir şey söylemek istemiyorum.

Peygamber: “Sana emrettiğim şeyleri icra et.”

Daha sonra Peygamber (s.a.a) bayıldı. Üsame kalkarak hareket için kendini hazırladı. Peygamber (s.a.a) ayılır ayılmaz Üsame ve hareket etmesi gereken orduyu sordu. Peygamber (s.a.a)’e harekete hazırlandıkları söylendi.

Peygamber (s.a.a) sürekli: “Üsame’nin ordusunu harekete geçirin. Kim ondan yüz çevirirse Allah ona lanet etsin” diyordu.

Üsame sancağın altında ve sahabe de etrafını sarmış olduğu halde harekete geçti. Curf’a ulaşınca Ebu Bekir, Ömer ve muhacirlerin bir çoğu, Şübeyr b. Sa’d ve Ensar’ın bir çoğu onunla beraber karargahta konakladılar.

Tam bu sırada Ümmü Eymen’in[27] gönderdiği elçi gelerek, Üsame’ye: Geri dön, Resul-i Ekrem (s.a.a) can vermek üzeredir, dedi. Üsame bunu duyar duymaz kalkıp sancağı da yanına alarak Medine’ye girdi ve sancağı Peygamber (s.a.a)’in evinin kapısına astı. Tam bu anlarda Peygamber (s.a.a) bekâ alemine göçtü.” (Ebu Bekir-i Cevheri’nin sözünün sonu.)

Bir grup tarihçi de bu hadiseyi nakletmiştir. İbn-i Ebi’l-Hadid-i Mutezili de onlardan biridir. Şerh-i Nehc’ül-Belağa, c. 2, s. 20,. Mısır baskısı.

 

(5) MUELLEFET-U GULUBİHİM[28] PAYININ KALDIRILMASI

 

Allah (c.c) Kur’ân-ı Kerim’de gönülleri İslam’a ısındıracak şahıslara zekattan bir pay ayırmıştır:

“Sadakalar (zekatlar) Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, (zekat toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihat edenlere, yolcuya mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.”[29]

Peygamber (s.a.a) bu payı kalpleri İslam’a ısındırılması gereken şahıslara vermekteydi. Bu şahıslar birkaç gruptu: Arap’ın ileri gelenlerinden bir grup. Peygamber (s.a.a) zekattan bir payı onlara ihtisas kılarak Müslüman olmalarını sağlamak istiyordu. Diğer bir grup ise sözde İslam’ı kabul etmiş kimselerdi. İmanlarının kuvvetlenmesi için Resul-i Ekrem (s.a.a) onlara büyük bahşişlerde bulunuyordu. Bu gruptan bazıları şunlardır: Ebu Süfyan. Muaviye b. Ebu Supyan, Uyeyne b. Hisn, Akra’ b. Habis ve Abbas b. Merdas. Üçüncü grup ise Arap’tan diğer bazı şahıslardı. Bu bahşişler ile Arap’ın diğer şahıslarının gönülleri İslam’a ısındırılmak isteniyordu.

Büyük bir ihtimalle Peygamber (s.a.a) birinci gruba kendi malı olan humusun altıda birini veriyordu. Muellefet-u Gulubihim babında zekat verilen bir başka grup da kafirlere karşı yapılan savaşlarda Müslümanlara yardım etmesi istenilen kişilerdi.

Peygamber (s.a.a), söz konusu ayeti kerimenin nüzulünden, beka alemine göçene dek gönülleri İslam’a ısındırılması gerekenlere bu payı vermiştir. Tüm İslam fırkalarının icması ile de bu payı vefatından sonra her hangi bir kimsenin kaldırılmasına izin vermemiştir.

Ama Ebu Bekir iş başına geldiği vakit bu grup aynen Peygamber (s.a.a)’in zamanındaki gibi kendi paylarını almak için onun yanına gittiler. Ebu Bekir de onlara hakları verilmesi için bir emir yazdı. Onlar Ebu Bekir’in bu emrini Ömer’e göstererek onu şahit tutmak istediler. Ama Ömer Ebu Bekir’in yazdığı emri alıp parçalayarak: “Size ihtiyacımız yoktur. Allah İslam’ı değerli kılmıştır, size ihtiyacı yoktur. Eğer Müslüman olursanız olmuşsunuz; aksi takdirde aramızda kılıç çatışacaktır” dedi.

Onlar Ebu Bekir’in yanına dönerek: “Halife sen misin, yoksa Ömer mi?” dediler

Ebu Bekir cevaben: “Allah’ın isteğiyle o halifedir!” diyerek Ömer’in bu işini onayladı.[30]

Ömer’in bu türden olayları oldukça fazladır. Örneğin tarihçiler şöyle nakleder: Uyeyne b. Hisn ve Akra’ b. Habis Ebu Bekir’in yanına gelerek şöyle dediler: Bizim yanımızda hiç ot bitmeyen bir toprak vardır, onu bize bağışla. Onu ıslah edebilsek Allah bu yolla bize bir menfaat verir.

Ebu Bekir yanındakilerle istişare etti. Onlar da kabul ettiler. Ebu Bekir de bir mektup yazarak o araziyi onlara bağışladı. Ama Ömer bu kağıt parçasını onlardan alıp tükürerek yazılan yazıyı sildi. Onlar Ömer’i kınadılar ve ona karşı kaba bir şekilde konuştular. Daha sonra hiddetli bir şekilde Ebu Bekir’in yanına gelerek: “Allah’a yeminler olsun ki biz, halife Ömer mi yoksa sen misin? bilmiyoruz” dediler. Ebu Bekir de: O Halifedir, dedi!

Tam bu sırada Ömer çıkageldi ve Ebu Bekir’in karşısında durarak hiddetle şöyle dedi: Bunlara bağışladığın yer senin kendi malın mıdır yoksa diğer Müslümanlar da ona ortak mıdırlar?!

Ebu Bekir: “Onda diğer Müslümanların da hissesi vardır.”

Ömer: “Peki neden onu bu ikisine bağışladın?!”

Ebu Bekir: “Bu konu hakkında yanımda bulunanlarla istişare ettim.”

Ömer: “Acaba tüm Müslümanlar sizin istişarenizden razıdırlar mı?”

Ebu Bekir: “Ben sana, hilafete benden daha layık olduğunu söyledim ama sen kabul etmedin ve beni bu iş için kani ettin.”

Bu olayı İbn-i Ebi’l-Hadid,[31] İbn-i Hacer Askalani[32] ve diğerleri kendi kaynaklarında nakletmişlerdir.

Keşke Ebu Bekir ve Ömer  de (Beni Saide Sakıfesi’nde) tüm Müslümanlarla istişare etselerdi. Bir müddet sabrederek Beni Haşim’in Peygamber (s.a.a)’in gusül ve defninden ayrılmazken beklemeleri ve onların da bu şurada yer almaları ne kadar da iyi olurdu! Zira halife seçiminde onlar diğerlerine oranla daha büyük bir hakka sahiptirler...

Her neyse usul ilmi üstatlarından birinin güzel bir sözü vardır. Ulaştıracağı faydaları göz önüne alarak onu nakletmek istiyoruz:

Üstat Devalibi[33] “Usul-u Fıkıh” adlı kitabının 239. sayfasında zamanın değişmesiyle değişkenlik gösteren hükümlere örnekler verdiği bölümde şöyle yazıyor: “Ömer’in içtihat ederek Kur’ân-ı Kerim’in Muellefet-u Gulubihim için ayırdığı bağışı kesmesi belki de zamanın ve maslahatın değişmesiyle hükmün de değişmesi ahkamın mukaddimesinde yer almaktadır. Halbuki Kur’ân’ın nassı sabittir ve kesinlikle feshedilmez!”

Sizler de onun sözlerinde biraz düşünün ve onun sonraki sözlerine dikkat edin. Şöyle diyor:

“Mevzu şudur: Allah (c.c) İslam’ın ilk dönemlerinde Müslümanların zayıf olduğu bir zamanda şerlerinden korkulan ve gönülleri İslam’a ısındırılabilecek bir gruba verilmek üzere bir bağış hissesi ayırdı. Bu gruptaki şahıslar, Kur’ân’ın zekatın verilmesi gerektiği şahıslarla aynı seviyededirler. “Sadakalar (zekatlar) Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, (zekat toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihat edenlere, yolcuya mahsustur.”[34]

Böylece Kur’ân-ı Kerim “Muellefet-u Gulubihim”i zekatın verilmesi gereken kimselerin sırasına koymuştur. Aynen günümüz devletlerinin, siyasi amaçları için bazı şahıslara belirli ölçüde bütçe ayırdığı gibi Kur’ân-ı Kerim de onlar için belli bir hisse ayırmıştır.

Daha sonra ise şöyle diyor: “Şu farkla ki İslam güçlenip kuvvetlenince Ömer Kur’ân’ın nassıyla vacip olan bu bağışı keserek iptal etmesi gerektiği kanaatine vardı!”

Biz de diyoruz ki: Üstat Devalibi ikinci bir defa Ömer’in Kur’ân’ın açık bir nasla verilmesini farz kıldığı hisseyi kestiğini itiraf etmektedir. O, halifeyi şu şekilde mazur bilmektedir:

“Ömer’in bu hisseyi kaldırması, onun Kur’ân’ın nassını ayaklar altına aldığı, ayetin hükmünü batıl ettiği anlamında değildir. Bilakis Ömer nassın zahirine değil sebebine bakmaktaydı. O, bu gruba verilmesi gereken hisseyi belli bir zaman zarfı ile sınırlı bilmekteydi. Şu anlamla ki onların gönüllerinin İslam’a ısındırılması veya şerlerinden korkulması İslam’ın zayıf olduğu dönemle ilgiliydi. Ama İslam güç ve kuvvet sahibi olunca bu hissenin onlara verilmesi gereken zaman da değişmiş oldu. Zaman nassın sebebine amel edilmesini ve onların bu hisseden mahrum edilmesini gerektirmekteydi.”

Biz diyoruz ki: Muellefet-u Gulubihim’e verilmesi gereken hisseyi belirleyen Kur’ân nassı kayıtsız ve şartsızdır. Bir başka değimle mutlaktır. Bu durum ayette bile açıkça görülmektedir. Bu hiçbir ihtilaf ve şüphenin bulunmadığı bir konudur. Bizim bu ayeti kayıtlı veya sebepli yapmaya hiçbir hakkımız yoktur. Elbette Allah ve Resulünün hükmü hariç. Bu konuda Allah ve Resulü tarafından hiçbir hüküm veya nişane yoktur.

Peki buna rağmen bu gruba verilmesi gereken bu hisseyi nasıl sebepli ve geçici bir döneme ait bilebiliriz? Nasıl, “Bu hükmün sebebi, İslam’ın zayıf olduğu dönemde kalplerinin İslam’a ısındırılmasıdır” diyebiliriz?!

İlave olarak eğer herhangi bir zamanda (Muellefet-u Gulubihim) şerrinden güvencede bile olsak, onların İslam’a eğilim göstermeleri onlara verilen bu bağışlar sayesinde gerçekleşmekteydi. Bu yüzden sadece bu sebeple bile olsa onların bu hissesi kaldırılmamalıydı. Hatta İslam’ın güçlenmesi ile bu hissenin de çoğalması gerekirdi. Bu ümitle bile olsa onların bu hissesinin kesilmemesi gerekirdi.

Peygamber (s.a.a) bu hisse ile birçok grubun gönlünü elde etmekteydi. Peygamber (s.a.a) bir gruba Müslüman olmaları ve bu yolla kabilelerinin de Müslüman olması, zayıf bir imana sahip olan diğer bir gruba da imanlarının güçlenmesi ve başka bir gruba da şerlerinden uzak kalmak için bağışta bulunuyordu.

Buna binaen eğer biz bu grubun şerrinden güvende isek yine de Peygamber (s.a.a)’in yolunu takip etmemiz gerekir. Peygamber (s.a.a) bu gruba bağışta bulunarak onların ve kavimlerinin İslam’ı kabul etmelerini sağlamak veya iman ve inançlarının güçlenmesine sebep olmak istiyordu. Allah’ın en iyi kulları da, O’nun Resulüne uyan ve O’nun yolunu takip eden kimselerdir.

Bunların tümüne ilave olarak, Müslümanların düşmanlarını mağlup eden ve onların tehlikesinden güvencede kalmalarını sağlayan İslam’ın gücü, daha sonraları Müslümanların zararı doğrultusunda değişkenlik gösterdi, ecnebiler onlara hakim oldular ve Müslümanlar mecburen onların bağış ve yardımlarına göz dikmek ve onlarla uyuşmak zorunda kaldılar. Zira bu asırda gözlerimizle görmekteyiz ve bu durum geçmişe oranla daha da fazla göze çarpmaktadır.

Bu yüzden, İslam’ın kuvvetlendiği bir zamanda bu grubun hissesinin iptal edilmesi o dönemde bazı şahıslarda bulunan gururdan kaynaklanmaktaydı. Ama yüce Kur’ân’ın belirttiği bu emir, her şeyi bilen ve hikmet sahibi olan Allah tarafından gelmiştir ve Allah (c.c) tüm zaman ve asırları göz önüne almıştır.

Şimdi mutlak nassı, onun maslahatıyla kayıtlanmasını ve zamanın gereksinimine göre bazı şeriat hükümlerinin değişime uğraması mevzusunu ele alıyor, bu mevzuu kendine has şartları ile inceliyoruz:

Biz İmamiye Şiası, icma ve tek bir görüşle maslahatı, genelin tahsisinde ve mutlakın kayıtlandırılmasında muteber bilmiyoruz. Elbette şeriatte onun muteber olduğunu belirtecek özel bir nass olursa bu durum hariçtir. Buna göre şeriatte maslahatın muteberliğine olumlu veya olumsuz bir şey olmadığı zaman bizim açımızdan eser ve etki sahibi değildir. Bu yüzden iddia edilen maslahatların varlığı ve yokluğu bizim açımızdan aynıdır. Şafii ve Hanefi’nin de görüşleri budur.[35]

Hanbeli fırkasının görüşüne gelince; bu fırka iddia edilen maslahatı kabul etmiştir. Şu farkla ki onlar bu maslahatı naslarla çelişen olarak değil, bilakis nastan geride kabul etmektedir.

Buna göre Hanbeliler “Muellefet-u Gulubihim” nassını iddia edilen maslahatlarla kayıtlı kılmamaktadırlar. Hanbeliler nassın bulunduğu yerlerde İmamiye, Şafii ve Hanefiye’nin metoduna göre amel etmektedirler.

Maliki fırkasının görüşüne gelince; bu fırka da sözü geçen nass ve benzeri durumlarda aynı şekilde amel etmektedir. Zira gerçi onlar iddia edilen maslahatları muteber ve naslarla çelişkili biliyorlarsa da yine de onu sabitliği kat’i olarak ispatlanamayan haber-i vahid (tek haber, rivayet) ile çelişkili bilirler. Yine onlar iddia edilen maslahatı, Kur’ân’da gelen ve delaleti kat’i olarak belirlenemeyen bir takım genel ve mutlak ayetlerle çelişkili bilirler. Ama “Muellefet-u Gulubihim” gibi sabitliği ve delaleti kat’i olanlarla kesinlikle çelişkili bilemezler.[36] Zira bu nassın dalalet ve sabitliği kesindir.[37]

Sözün kısası: Üstat Devalibi’nin  beyanına ve bizim de açıklamamıza binaen tüm mezheplere göre Usul-u Fıkıh “Muellefet-u Gulubihim”in mahrum bırakılmasına izin vermemekte ve câiz bilmemektedir.

Eğer Ehl-i Sünnet’in birinci ve ikinci halifenin Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra Kur’ân nassı ile vacip olan “Muellefet-u Gulubihim” hissesini iptal etmeleri konusunda icmaları[38] olmasaydı şöyle söylememiz mümkündü: Her ne kadar birinci ve ikinci halife o gün onların hakkını vermedilerse de bu davranışları ayetin hükmüne muhalefet değildir. Zira Allah (c.c) sekiz gruptan oluşan (fakirler, miskinler, memurlar, muellefet-u gulubihim, köleler, borçlular, Allah yolunda cihat edenler ve yolda kalmışlar) bu şahıslara zekat verilmesini emretmiştir. Yani zekat bu sekiz gruptan her birisine verilirse emir yerine getirilmiş olur. Bu sekiz gruptan birisi veya birkaç tanesi istisna edilirse, hiçbir muhalefet edilmiş sayılmaz.

Buna göre kim zekatını bu sekiz gruptan birisine verecek olursa, üzerine farz olan görevi yerine getirmiştir. Aynı şekilde kim zekatını bu sekiz grup arasında bölüştürecek olursa, görevini yapmış demektir.

Bu, tüm Müslümanların icma ettiği bir konudur. Peygamber (s.a.a)’den sonra tüm Müslümanlar böyle yapmışlardır. Buna göre Ömer ve Ebu Bekir, hiçbir zaman değişmeyen nassın hükmünü iptal etmeselerdi ve Ebu Bekir sadece Ömer’in davranışını onaylasaydı artık sorun çıkmazdı.

Bu konuyu sona erdirmeden evvel bir mevzuu hatırlatmak istiyorum: Üstat Devalibi, İmamiye Şiası’na, mürsel (zayıf) maslahatı muteber bildiğine dair bir nispet vermiştir. Şöyle diyor: “Şia mürsel maslahatları muteber bilir ve onu kat’i nastan öncelikli bilir.”[39]

Bu sözün aslı yoktur. Şia’dan bir alim bile bu sözü söylememiştir. Süleyman Tufî ise guluv edenlerdendir. Biz sürekli onu düşman bilmişizdir. Onların suçlarını bize yüklemekteler.

Şia’nın bu konudaki görüşü bir sayfa önce söylediğimiz şeyin aynısıdır. Hatta Şia arasında icmanın bulunduğunu söyledik. Şia’nın usul kitapları da her yerde mevcuttur. Üstat Devalibi, İbn-i Hanbel’in kitabı yerine (Üstat, Şia’nın akidesinde o kitaba müracaat etmektedir) bizim kendi kitaplarımızda nakledilenlere müracaat etsin.

 

(6)  Zİ’l-KURBA HİSSESİNİN KALDIRILMASI

 

Zi’l-Kurba hissesini belirten Kur’ân’ın nassı şudur:

“Eğer Allah’a ve hak ile batılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiri ile karşılaştığı gün, (Bedir savaşında) kulumuza indirdiğimize inanmışsanız, bilin ki ganimet olarak aldığınız her hangi bir şeyin beşte biri Allah’a, Resulüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.”[40]

Arapça’da “Ğenem, Ğanimet ve Muğnem” insanın yararlandığı her şey hakkında söylenir. Lügat kitapları da bu konuyu çok açık bir şekilde belirtmektedirler. Bundan dolayı ganimeti sadece savaşta elde edilenlerle sınırlamamızın hiçbir anlamı yoktur.

Ayette geçen “Min şey’in” kelimesi de “Ma ganimtum” cümlesindeki “Ma”nın beyanıdır. Buna göre ayetin anlamı şöyle olmaktadır: “Yararlandığınız şeylerin ister az olsun ister çok beşte biri (humusu) Allah’a, Resulüne, onun yakınlarına... aittir.”

Buhari ve Muslim kendi sihahlarında İbn-i Abbas’tan şöyle rivayet ederler: Resulullah (s.a.a) Abdülkays’tan gelen heyete, bir olan Allah’a iman etmelerini söyleyerek şöyle buyurdu:

“Bir olan Allah’a iman etmenin ne demek olduğunu biliyor musunuz?” Onlar: Allah ve Resulü daha iyi bilir dediler. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “İman; Allah’ın birliğini, Muhammed’in risaletini ikrar etmek, namaz kılmak, zekat vermek, ramazan ayında oruç tutmak ve elde ettiğiniz her şeyin humusunu (beşte birini) vermektir.”[41]

Ayette geçen şartlı cümlenin (Allah’a inanmışsanız) manası şudur: Humus ayette zikredilen grupların şer’i haklarıdır. Humsun onlara verilmesi ayetin hükmüyle farzdır. O halde ondan vazgeçin ve onu asıl sahiplerine teslim edin, elbette eğer Allah’a inanmış iseniz. Ayette de görüldüğü üzere humusun verilmesi konusu vurgulanmış, onu terk edenlere ise ihtar verilmiştir.

Kıbleye doğru yönelen tüm Müslümanların, humustan bir hissenin Peygamber (s.a.a)’e ve diğer bir hissenin de onun yakınlarına ait olduğu konusunda görüş birlikleri vardır. Peygamber (s.a.a) hayatta olduğu müddetçe bu anlam ve mana işlevliğini sürdürmekteydi.

Ama Ebu Bekir işbaşına geçtikten sonra humus ayetini yorumlayarak Peygamber (s.a.a) ve akrabalarının hissesini O’nun vefatı ile kaldırdı. Bu hisseyi Beni Haşim’e vermeyi uygun bulmadı. Onları da (Beni Haşim) ayette geçen yetimler, fakirler, miskinler ve... grupları ile aynı redife koydu. (Bu konuyu Zemahşeri ve diğer Ehl-i Sünnet alimleri zikretmiştir.)

Zemahşeri “Keşşaf” adlı tefsirinde humus ayeti hakkında şöyle yazıyor: “İbn-i Abbas’tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Humus altı hissedir: Allah ve Resulüne iki hisse, bir hisse de Peygamber (s.a.a)’in akrabalarına. Peygamber (s.a.a) hayatta olduğu müddetçe durum böyle devam etti. Ama Ebu Bekir humusu üç gruba (yetimler, miskinler ve yolcu) indirgedi. Ömer ve ondan sonraki halifelerden de onun şöyle dediği nakledilir: Ebu Bekir Beni Haşim’i humustan mahrum bıraktı...

Buhari ve Müslim kendi senetleriyle Aişe’den şöyle naklederler: Hz. Fatıma (a.s) Ebu Bekir’den Allah Resulünün mirasını, kendilerine bağışladığı Fedek bağını ve Hayber’in humusundan geri kalan kısmını kendisine teslim etmesini istedi. Ama Ebu Bekir sakınarak Hz. Fatıma’ya hiçbir şey vermedi.

Hz. Fatıma (a.s) bu konuda Ebu Bekir’e itiraz etti ama o itina etmedi. Hz. Fatıma (a.s) da ondan incinerek hayatta olduğu müddetçe onunla konuşmadı. Hz. Fatıma (a.s) Peygamber (s.a.a)’den sonra altı ay yaşadı. Şehit olduğu zaman kocası Hz. Ali (a.s) onu gece vakti toprağa vererek ona cenaze namazı kıldı. Ebu Bekir’e ise hiçbir haber vermedi...[42]

Sahih-i Müslim’de Yezid b. Hormuz’dan şöyle nakledilir: “Necdet b. Amir Abdullah b. Abbas’a bir mektup yazdı. İbn-i Abbas mektubu okuyup cevap yazdığı zaman ben onun yanındaydım. İbn-i Abbas şöyle yazdı: Benden Zi’l-Kurba (Peygamber (s.a.a)’in akrabaları) hissesi hakkında soru sorarak onların kim olduklarını söylememi istiyorsun. Biz sürekli onların bizler olduğunu biliyorduk. Ama bizim kavmimiz onu bize vermekten sakındı.[43]

Bu hadisin aynısını Ehl-i Sünnet’in hadis imamı Ahmed b. Hanbel İbn-i Abbas’tan nakletmiştir.[44] Birçok müsned sahipleri bu hadisi değişik yollarla nakletmişlerdir. Bu, Ehl-i Beyt İmamlarından mütevatir olarak nakledilen rivayetlerle aynı doğrultudadır.

Ama buna rağmen Ehl-i Sünnet’in birçok imamı birinci ve ikinci halifenin reyini onaylayarak Peygamber (s.a.a)’in yakınlarına mahsus kılınan humustan hiçbir pay ve hisse ayırmamışlardır.

Malik b. Enes, humusun tümünü Müslümanların önderine vererek nerelerde maslahat bilerse kullanabileceğini ve Peygamber (s.a.a)’in yakınlarının, yetimlerin, fakirlerin ve yolcuların onda hiçbir şekilde haklarının olmadığını söylemiştir.

Ebu Hanife ve yandaşları, Peygamber (s.a.a) ve akrabalarının hissesini Resulullah’ın vefatı ile noktalanmış bilmektedir. Humusun, geri kalan üç grup (yetimler, fakirler ve yolcu) arasında eşit bir şekilde paylaştırılması gerektiğini söylemişlerdir. Ama bu üç grup arasında Beni Haşim ile diğerleri arasında hiçbir fark bırakmamışlardır.

Şafii ise humusu beş bölüme ayırmıştır. Bir hisse Peygamber (s.a.a)’e aittir. Peygamber (s.a.a) bu hisseyi savaş teçhizatı; at, silah vb. gibi Müslümanların maslahatına olan yerlerde harcardı. İkinci hisse ise Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)’in Beni Haşim’den olan akrabalarına verilirdi. Ama Abdüşşems’ten olan akrabalarına bir şey verilmezdi. Bu hisse verilirken erkeklere iki pay kızlara ise bir pay verilirdi. Geri kalan üç hisse ise diğer üç grup (yetim, miskin ve yolcu) için verilirdi.

Ama biz “İmamiye Şiası” humusu altı hisseye ayırıyoruz.[45] Allah ve Resulü için iki hisse. Bu iki hisse, üçüncü hisse (Peygamber (s.a.a)’in yakınları hissesi) ile Peygamber’in yerine geçen İmama mahsustur. Geri kalan üç hisse ise Peygamber (s.a.a)’in evlatlarından yetim, fakir ve yolda kalmış yolcuya aittir. Bu hususta diğerleri onlara ortak değillerdir; zira Allah (c.c) sadakalar ve zekatları onlara haram kılmıştır. Bunun karşılığında ise onlara humusu vermiştir. Bu anlamı Taberi de tefsirinde İmam Ali b. Hüseyin ve evladı Hz. İmam Bakır (a.s)’dan nakletmiştir.

Hatırlatmalar: Bizim fakihlerimiz, şu konuda icma etmişlerdir: Humusun insanın ticaret, iş, çiftçilik, hurma, üzüm vb. gibi yararlandığı şeylerin tümünden verilmesi vaciptir. Aynı şekilde humus, hazine, madenler ve deniz altından çıkarılan eşyalar, fıkıh ve hadis kitaplarında adı geçen diğer şeyleri de kapsamaktadır.

Bu konudaki delilleri ise şu ayet-i kerimedir: “Bilin ki bir şeyden ganimet elde ettiğinizde...” Zira ğenem, ğanimet ve muğnem, insanın yararlandığı şeylerin kapsamına girmektedir. Bu anlamı lügat kitapları da açık bir şekilde belirtmektedir.

Bu konu kendi yerinde (Şia’nın fıkhi kaynaklarında bulunan humus kitaplarında) açıklanmıştır. Buradaki bahsimizin mevzusu, ayet-i şerifenin açık nassına rağmen Ebu Bekir’in içtihat ederek Zi’l-Kurba (Peygamber (s.a.a)’in yakınları) hissesini iptal etmesi ve onun hükmünü kaldırmasıdır.

 

(7)  PEYGAMBERLER DE MİRAS BIRAKIRLAR

 

Peygamberlerin de miras bırakabildiklerinin delili aşağıdaki ayetin genel anlamıdır:

“Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır; ana- babanın ve yakınların bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır. Gerek azından gerek çoğundan belli bir hisse ayrılmıştır.”[46]

“Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder...”[47] miras ayetinin sonuna kadar.

Bütün bu ayetler genel anlamı ile Peygamber (s.a.a)’i ve ondan aşağı makamdaki tüm fertleri de kapsamaktadır. Aynen oruç ayeti gibi:

“Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.”[48]

Ayetin devamı şöyledir: “Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa (tutamadığı günler kadar) diğer günlerde kaza eder.”[49]

Aynen şu ayet gibi: “Allah size ancak ölüyü (leşi)... haram kıldı.”[50]

Ve diğer fıkıhsal ayetler. Bu hükümlerde Peygamber (s.a.a)’le diğer Müslüman fertler arasında hiçbir fark yoktur. Ama şu farkla ki bu ayetlerin muhatabı Hz. Peygamber (s.a.a)’dir. Sebebi ise ilk olarak onun amel etmesi, daha sonra diğerlerine duyurması içindir. Bu yüzden Resul-i Ekrem (s.a.a) şer’i hükme uymada diğerlerinden daha önceliklidir.

Genel olarak Peygamber (s.a.a)’i de kapsayan ayetlerden birisi de şu ayettir: “Allah’ın kitabına göre yakın akrabalar birbirlerine (varis olmağa) daha uygundur.”[51]

Allah (c.c) bu ayette miras hakkını herkesten önce vefat eden şahısın en yakın akrabalarına mahsus kılmıştır. Miras hakkı Cebrail (a.s) tarafından Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)’e ilan edilmeden önce dindeki velayet hukukunun bir parçasıydı. Ama Allah (c.c) İslam ve Müslümanları aziz kıldıktan sonra daha önceleri miras hakkı olan kimselerin payları iptal edildi. Böylece miras hakkı vefat eden şahısın yakın akrabaları ile sınırlandırılmış oldu. Elbette yakın akrabalar hususunda da yakınlık derecesi gözetilmiştir. Bu konuda Hz. Resulullah da istisna edilmemiştir. Aşağıdaki ayet-i kerimeye dikkat ediniz.

“Hani o gizli bir sesle Rabbine niyaz etmişti: Rabbim! Dedi, benden (vücudumdan), kemiklerim zayıfladı... Doğrusu ben, arkamdan iş başına geçecek olan yakınlarımdan endişe ediyorum. Karım da kısırdır. Tarafından bana bir veli (oğul) ver. Ki o bana varis olsun; Yakup hanedanına da varis olsun. Rabbim onu rızana layık kıl.”[52]

Hz. Zehra (a.s) ve onun evlatlarından olan imamlar bu ayeti delil getirerek peygamberlerin de mal mirası bıraktıklarını veya miras aldıklarını söylemişlerdir. Bu ayette geçen irs (miras bırakılan şey) ilim ve nübüvvet değil bilakis “mal”dır.

Peygamber (s.a.a) hanedanının dostları; yani Şia ulemasının büyüklerinin geneli bu konuda Hz. Fatıma (a.s) ve Onun evlatlarından olan imamlara tabi olmuş ve şöyle demişlerdir: İrs lafzı, lügat ve şeriatte vefat eden şahısın geriye bıraktığı ve varise intikal eden menkul ve gayri menkul mallara denir. İrs, malın dışındaki şeylere ancak mecazi olarak atfedilir. Hiçbir delil olmaksızın gerçek manadan mecazi manaya geçiş yapılması doğru değildir.

Hz. Zekeriyya (a.s)’ın duasında söylediği: “Rabbim! Onu rızana layık kıl”[53] Yani bana varis olmak üzere vereceğin veliyi (oğlu) rızana layık kıl ki senin emrini yerine getirsin.” Eğer mirası nübüvvete yorumlamış olursak artık bu anlam ve ifade manasını kaybedecek boş ve abes olacaktır. Zira hiç kimse: “Ya Rabbim! Bizim için bir peygamber gönder, onu akıllı ve güzel ahlaklı kıl” diye dua etmez. Çünkü eğer peygamber olursa, beğenilmişlik ve ondan daha büyük bir özellik de nübüvvette vardır.

Söylediğimiz şeyin onaylayıcısı ise Hz. Zekeriyya (a.s)’ın, kendisinden sonra amca oğullarından korktuğundan dolayı söylediği şu sözdür: “Doğrusu ben arkamdan iş başına geçecek akrabalarımdan endişe ediyorum.”[54] Allah’tan varis istemesi de bu endişeden dolayıdır. Onun endişesi kesinlikle ilim ve nübüvvet konusunda değil bilakis mal açısındandı. Zira Hz. Zekeriyya (a.s)’ın makamı, Allah’ın nübüvvetlik makamını ehli olmayan birisine vermesinden veyahut da ilim ve hikmeti layık olmayan birisine bağışlamasından korkmaktan çok daha yücedir.

Buna ilave olarak o, kendisinin meb’us olmasındaki amacın halk arasında ilim parıltılarının yansıtılması olduğunu biliyordu. O halde o, onun bi’setinin gayesi olan bir mevzudan nasıl endişe edebilir?

Eğer denilse ki: Bu anlam miras bırakma konusunda sizlerin (Şia’nın) zararınadır. Zira böyle bir durumda Peygamber (s.a.a)’e cimrilik nispeti verilmiş olur.

Cevaben şöyle deriz: Biz bu iki mevzuu bir saymaktan Allah’a sığınırız. Zira malı mümin, kafir, iyi veya kötü şahısların elde etmesi mümkündür. Hz. Zekeriyya’nın, amca oğullarının bozguncu olduklarından dolayı onların onun malını ele geçirip uygun olmayan yerlerde harcamalarından endişe duyması gayri mümkün bir şey değildir. Bilakis bu endişe, hikmetin nihayet derecesidir. Çünkü bozguncu kimselerin beğenilmeyen işlerine yardımcı olmak veya onları takviye etmek dini ve akli açıdan mahzurludur. Buna göre eğer birisi bu durumu veya bu anlamı cimrilik olarak algılarsa, bu tam bir insafsızlık olacaktır.

Hz. Zekeriyya (a.s)’ın: “Kendimden sonra işbaşına geçecek akrabalarımdan endişe ediyorum” demesinden, onun endişesinin kendisine varis olacak kimselerin ahlak ve davranışları olduğu anlaşılmaktadır. Kasıt şudur: Varislerimin benden sonra bıraktığım mirası senin haram kıldığın günahlarda kullanmalarından korkuyor, endişe duyuyorum. İşte bu yüzden İlahi! Bana bir varis (oğul) ver ki mirasımı senin rızanın olduğu yerlerde kullansın.

Kısacası bu ayetteki mirası (irsi) nübüvvet veya ilim olarak değil mal olarak algılamaktan başka hiçbir çaremiz yoktur. İrs kelimesinden de ilk etapta anlaşılan şey bu anlamdır. Zira bu kelimeyi mecazi anlama taşıyacak hiçbir delil mevcut değildir. Bunun aksine ayetin kendisinde lafzın hakiki manasında kullanıldığına dair yeterince delil vardır.

Bu, Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’nin bu ayetteki görüşleridir. Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti Kur’ân’ın eşidir ve hiçbir zaman birbirinden ayrılmazlar.

Müslümanların büyük bir kısmı Peygamber (s.a.a)’in kızı Hz. Fatıma (a.s) ile Ebu Bekir’in arasında geçen maceradan haberdardırlar. Hz. Fatıma (a.s) Ebu Bekir’den babasının mirasını istedi. Ebu Bekir ise Peygamber (s.a.a)’in şöyle dediğini: “Biz Peygamberler miras bırakmayız. Bizden geriye kalanların tümü sadakadır” savundu.

Bu hadisi Hz. Fatıma ve onun hanedanından olan imamlar reddetmişlerdir. Bu hadis aynı lafızlarla Sahih-i Buhari’de “Hayber Gazvesi” babında nakledilmiştir. Bu hadis bir ihtimal hariç Hz. Fatıma’nın cevabı olamaz. Bu ihtimal ise şudur: “Sadaka” kelimesi “ma terekna” kelimesindeki “ma” mevsûlesinin haberi olduğuna göre merfu olmalıdır. Bunun ispatı ise mümkün değildir. Zira “ma” kelimesinin “terekna” cümlesinin mefûlü olması “sadaka”nın da “ma” kelimesinin “hâli” olması da mümkündür. Bu durumda ise hadisin anlamı şu olur: “Bizden geriye kalan sadakalarda varislerimizin hiçbir hakkı yoktur.”

Aişe şöyle diyor: “Ebu Bekir Peygamber (s.a.a)’in mirasından Hz. Fatıma’ya hiçbir şey vermedi. Peygamber’den geriye kalan her şeyi Beyt’ül-Mal’a kattı. Fatıma da Ebu Bekir’den incinerek hayatta olduğu müddetçe onunla konuşmadı. O, Peygamber’den sonra altı ay yaşadı. Vefat edince kocası Ali O’nu vasiyeti gereğince geceleyin toprağa verdi. Ebu Bekir’e haber bile vermediler ve sadece Ali’nin kendisi onun cenazesi için namaz kıldı...”

Hz. Fatıma’nın kendi vasiyeti uyarınca gece toprağa verilmesi mevzusunu Sahih-i Buhari’ye şerh yazanlar, Kastalani “İrşad” adlı kitabında ve Ensari “Tuhfe” adlı eserinde nakletmişlerdir. [55]

Ebu Bekir’in haberdar edilmemesi ve cenaze namazını Hz. Ali (a.s)’ın kendisinin kılması konusunu Sihah-ı Sitte yazarları kendi senetleri ile Aişe’den nakletmişlerdir.[56]

Evet Hz. Fatıma (a.s) Ebu Bekir’in davranışına şiddetle şaşırmış ve hiddetlenmişti. İslami hicabını takınarak yanında bulunan birkaç Haşimi kadınla beraber Peygamber (s.a.a)’in yürüyüşünü andıran bir yürüyüşle itiraz etmek için Ebu Bekir’in yanına gitti.

Bu esnada Ebu Bekir Ensar ve Muhacirlerden kalabalık bir grubun arasındaydı. Hz. Fatıma (a.s) ile halk arasına bir perde çekildi. Perde arkasında (Peygamber (s.a.a)’in mescidinde) öylesine içten bir ah çekti ki huzurda bulunanların tümü ağlamaya başladı. Daha sonra Hz. Fatıma (a.s) halkın sesi yatışıncaya kadar bekledi. O anda konuşmaya başladı. Öylesine bir hutbe okuyordu ki sanki Peygamber (s.a.a) konuşuyordu.

Halk Hz. Fatıma (a.s)’ın konuşmasından öylesine etkilendi ve heyecana geldi ki eğer o günün ezici siyaseti olmasaydı her şey tamamdı. Ebu Bekir’in ve yandaşlarının kaderi belirlenecekti. Ama siyaset hiçbir şeye bağlı olmadığı için sonuçta bu heyecanı bastırabildi.

Hz. Fatıma’nın hutbesinden haberdar olanlar onun hükümeti nasıl mahkum ettiğini, kendi irs (miras) ve hakkını ispatlamak için Kur’ân’ın muhkem ayetlerinden nasıl deliller getirerek her türlü bahaneyi onların elinden aldığını çok iyi bilirler.

Ali ve Fatıma’nın evlatları bu hutbeyi aynı günlerde kendi evlatlarına, onlar da kendilerinden sonrakilere öğreterek nesilden nesile bizim elimize ulaştırmışlardır.

Biz Fatıma (a.s) taraftarları da babalarımızdan, onlar da babalarından ve onlar da Hz. Ali ve Fatıma’nın evlatlarından nesilden nesile bu hutbeyi nakletmişlerdir.

Şimdi bile siz değerli okurlar bu hutbeyi Tabersi’nin “İhticac” ve Allame Meclisi’nin “Bihar’ul-Envar” adlı eserlerinde bulabilirsiniz. Ehl-i Sünnet’in geçmişteki büyük alimleri bile bu hutbeyi nakletmişlerdir. Ebu Bekir Ahmed b. Abdulaziz Cevheri “es-Sakıfe ve Fedek” adlı kitabında değişik yol ve senetlerle Hz. Ali (a.s)’ın kızı Hz. Zeynep’ten, bazıları, İmam Muhammed Bakır (a.s)’dan ve onlar da hep birlikte Hz. Fatıma’dan nakletmişlerdir. Aynı şekilde İbn-i Ebi’l-Hadid el-Mutezili de Şerh-i Nehc’ül-Belağa’da c. 4 s. 78’de nakletmiştir.

Yine Abdullah b. İmran el-Merzbani[57] bir takım senetlerle Urve b. Zübeyir’den, o da Aişe’den Hz. Fatıma’nın böyle bir hutbe okuduğunu duyduğunu nakletmiştir.[58]

Yine Merzbani başka bir senetle Zeyd b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebu Talip’ten ve annesi Hz. Fatıma (a.s)’dan nakletmiştir.[59] Zeyd b. Ali’den naklettiği yerde şöyle diyor: “Ebu Talip hanedanından yaşlı kişilerin bu hutbeyi babalarından naklederek evlatlarına öğrettiklerini gördüm.”

Hz. Fatıma (a.s) Ebu Bekir’e hitaben babası Resulullah (s.a.a)’dan miras alma hakkının bulunduğunu ispatlarken Kur’ân ayetlerinden sağlam deliller getirdi. Bunlar reddedilmesi veya inkar edilmesi mümkün olmayan delillerdi. Örneğin:

“Kasıtlı olarak mı Allah’ın kitabını terk ettiniz ve arkanıza attınız? Kur’ân: “Süleyman Davud’a varis oldu”[60] demiyor mu?

Hz. Zekeriyya’nın olayında Allah (c.c) onun dilinden şöyle buyuruyor: “Tarafından bana bir veli (oğul) ver ki bana varis olsun; Yakup hanedanına da varis olsun. Rabbim, onu rızana layık kıl.”[61]

Yine şöyle buyuruyor: “Allah’ın kitabına göre yakın akrabalar birbirlerine (varis olmağa) daha uygundur.”[62]

Yine: “Allah size, çocuklarınız hakkında erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder.”[63]

Yine buyuruyor: “Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek Allah’tan korkanlar üzerine bir borçtur.”[64]

Daha sonra Hz. Fatıma (a.s) şöyle devam etti: “Allah sizleri ayete mahsus kılmış ve benim babamı da istisna mı etmiştir? Yoksa sizler Kur’ân-ı benim babamdan ve amcamın oğlundan (Hz. Ali) daha iyi bildiğinizi mi zannediyorsunuz? Yoksa biz iki dine mensubuz da birbirimizden miras alamaz mıyız diyorsunuz?!...”

Bakınız, Hz. Resulü Ekrem (s.a.a)’in kızı Hz. Fatıma (a.s) peygamberlerin de miras bırakabileceğini ispatlamak için her şeyden önce miras konusunda oldukça açık-seçik olan Hz. Davut ve Hz. Zekeriyya (a.s) ile ilgili ayetleri nasıl da delil olarak getiriyor.

Yeminler olsun ki Hz. Fatıma (a.s) Kur’ân’ın içeriğini, o nazil olduktan sonra İslam’ı kabul eden bu ayetlerdeki mirası (irsi) mala değil de kitap, nübüvvet ve ilime yorumlayan şahıslardan çok daha iyi biliyordu. Zira bu gibi şahıslar ayetin lafızlarını hiçbir delile dayanmaksızın gerçek anlamından mecazi anlamına sevk etmişlerdir.

Eğer bu doğru olmuş olsaydı o gün Ensar ve Muhacir topluluğunun içerisinde bulunan Ebu Bekir ve yandaşları Peygamber (s.a.a)’in kızı Hz. Fatıma (a.s) ile cidalleşmeye başlarlardı. Ama onlar Hz. Fatıma (a.s)’ın getirdiği delillere itiraz edemeyerek susmak zorunda kaldılar.

Hz. Fatıma (a.s) ile onlar arasında geçen konulardan birisi şudur:

Hz. Fatıma: “Eğer sen bugün ölürsen senin mirasını kim alacaktır?”

Ebu Bekir: Çocuklarım ve ailem.

Hz. Fatıma: “Peki neden onun evlatları ve hanedanı değil de sen Peygamber (s.a.a)’in mirasçısı oldun?”

Ebu Bekir: Ey Peygamber’in kızı! Ben yapmadım?!

Hz. Fatıma: “Hayır! Senin işindi; sen Peygamber (s.a.a)’in şahsi malı olan Fedek’i ve Kur’ân’ın bizlere bağışladığı şeyleri bizden aldın.”

Bu hadisi Ebu Bekir b. Abdulaziz-i Cevheri “Sakıfe ve Fedek” kitabında tahriç etmiştir. Nitekim İbn-i Ebi’l-Hadid kendi senedi ile Ümmü Hani’nin kölesinden nakletmiştir.[65]

Yine Ebu Bekir-i Cevheri adı geçen kitabında -nitekim İbn-i Ebi’l-Hadid de Nehc’ül-Belağa şerhinde bunu nakletmiştir[66]- Ebu Seleme’ye dayanan senedinde şöyle tahriç etmiştir: Hz. Fatıma Ebu Bekir’den babasından kalan mirası isteyince Ebu Bekir şöyle dedi: Ben Peygamber (s.a.a)’den şöyle dediğini duydum: “Peygamberler miras bırakmazlar”! Ben Peygamber (s.a.a)’in yaptığı işin aynısını yapacağım, ben bu malları onun harcadığı yerlerde harcayacağım.

Hz. Fatıma (a.s) şöyle buyurdu: “Ey Ebu Bekir! Kızların senin mirasını alabiliyorlar da Peygamber (s.a.a)’in kızları O’nun mirasını alamıyorlar mı?!”

Ebu Bekir: Evet, tam anlamıyla öyledir!!!

Ahmed b. Hanbel silsile senetleriyle buna benzer bir hadis Ebu Seleme’den nakletmiştir.[67]

Yine Ebu Bekir-i Cevheri “es-Sakıfe ve Fedek” adlı kitabında şöyle rivayet eder:

Hz. Fatıma (a.s) Ebu Bekir’e şöyle buyurdu: “Sen öldüğün zaman senin mirasını kimler alacaktır?”

Ebu Bekir: Evlatlarım ve ailem.

Hz. Fatıma (a.s): “Peki neden biz Peygamber (s.a.a)’den miras alamıyoruz da sen alabiliyorsun?”

Ebu Bekir: Ey Peygamber’in kızı! Baban geriye miras bırakmadı!

Hz. Fatıma (a.s): “Hayır! Onun mirası Allah’ın hissesidir ki bizlere ayrılmıştır, o bizim elimizdeydi ama sen onu bizden aldın.

Ebu Bekir: Ben Peygamber’den şöyle dediğini duydum: Bizim elimizde bulunan her şey, Allah’ın bize bahşettiği nimetlerdir. Ben öldükten sonra Müslümanlara ulaştırılmalıdır.

Cevheri buna benzer bir hadis Ebu Tufeyl’den de nakletmiştir. Bu mevzudaki hadisler mütevatirdir. Özellikle Ehl-i Beyt yoluyla nakledilen hadisler.

Yine Cevheri sözü geçen iki kitabında (es-Sakıfe ve Fedek) rivayet ediyor ki, Ebu Bekir Hz. Fatıma (a.s)’ın sözlerinin cevabında şöyle dedi: “Ey Peygamber’in kızı! Allah’a yemin olsun ki ben baban olan Peygamber’i tüm mahluklardan daha çok severim. Babanın vefat ettiği gün Allah’tan bu alemi viran etmesini arzuladım.

Allah’a and olsun ki Aişe'nin fakir olması benim için senin fakir olmandan daha yeğdir. Sen benim, beyaz ve siyah ırkların hakkını onlara verirken senin hakkını vermeyeceğimi mi düşünüyorsun? Oysa sen Resulullah’ın kızısın! Ama bu mallar Peygamber’e ait değildi. Bilakis bunlar tüm Müslümanların Peygamber’e getirdiği ve onun da Allah yolunda harcadığı Beyt’ül-Maldan sayılmaktadır. Peygamber vefat ettikten sonra ben de aynen Peygamber gibi o malları aldım ve yine aynen onun gibi Allah yolunda harcayacağım.”

Hz. Fatıma (a.s): “Allah’a yemin olsun ki bir daha seninle konuşmayacağım.”

Ebu Bekir: And olsun ki ben bu işi yapmayacağım.

Hz. Fatıma (a.s): “Allah’a yeminler olsun ki sana beddua edeceğim.”

Ebu Bekir: And olsun ki ben de sana iyi dua edeceğim.

Hz. Fatıma (a.s) vefat zamanı, Ebu Bekir’in onun cenaze namazına katılmamasını vasiyet etti.[68]

Cevheri bu sözleri “es-Sakıfe ve Fedek” kitabında aynı lafızlarla tahriç etmiştir. Nitekim İbn-i Ebi’l-Hadid de Nehc’ül-Belağa şerhinde, c. 4, s. 80’de bunu nakletmiştir.

Bu rivayet konuşma, müzakere ve münazaraların genelinden anlaşıldığı üzere Ebu Bekir Hz. Davut ve Hz. Zekeriyya (a.s) ile ilgili ve evlatlara miras bırakma konusu ile irtibat halinde olan bu iki ayete cevap verememiştir. Bilakis onun tek iddiası, Peygamber (s.a.a)’den geri kalan malların Hz. Fatıma (a.s)’ya ait olmadığı mevzusuydu. Hz. Fatıma (a.s) da bu delil ve iddiayı kabul etmedi. Zira o babasının işlerini diğer kimselerden daha iyi biliyordu.

Evet, Peygamber (s.a.a)’in kızı ilk önce kendi hakkının ispatı için Kur’ân’ın iki açık ayetini delil olarak getirdi. Daha sonra miras ve vasiyet ayetlerinin genel anlamlarına dayanarak kendisinin babasından miras alabileceğini ispatladı. Bu arada ne Kur’ân’ın, ne de Sünnetin bu iki ayetin içeriğini kayıtlı bir hale getirmediğini açıkça gözler önüne serdi.

Bu hususta Hz. Fatıma (a.s) en şiddetli itirazını şöyle dile getirdi: “Allah irs (miras) konusunda bir ayeti sizlere mahsus kılıp da Peygamber (s.a.a)’i istisna mı etmiştir?”

Hz. Fatıma (a.s) bu itiraz ve soru şekliyle, Kur’ân ayetlerinin genelini kayıtlandırabilecek tüm kayıt ve şartları reddetmiştir.

Daha sonra şöyle buyurdu: “Sizler Kur’ân-ı babam ve amcam oğlundan daha iyi bildiğinizi mi zannediyorsunuz?”

Hz. Fatıma (a.s) bu soru edasıyla onları azarlamış ve Peygamber (s.a.a)’in sünnetinde de ayetleri sınırlayacak bir kayıtın bulunmadığını açıkça belirtmiştir. Bunların da ötesini mutlak olarak reddetmiştir. Zira eğer bu hususta bir kayıt veya şart bulunmuş olsaydı, Allah Resulü veya onun hak halifesi bu durumu ona anlatırdı. Gerçekte böyle bir şeyin var olup da Peygamber (s.a.a)’in veya Ali’nin bunu bilmemesi olanaksız bir şeydi.

Yine bunu Hz. Fatıma (a.s)’ya intikal ettirmede ihmalkarlık göstermeleri de olanaksızdı. Çünkü iblağ ve inzarda bir kusur görülürdü. Aynı zamanda hakkın söylenmemesi, cahillikle aldatması, batıla yönetilmesi, kerametiyle gururlandırılması, onun tartışmalardan alı konulmasında gevşeklik, guruplaşma, kincilik, sebepsiz yere düşmanlık vb. gibi meseleler gerekirdi. Bu ve bunun gibi meseleler Peygamberler ve onların masum vasileri hakkında mümkün değildir.

Diğer taraftan Hz. Peygamber (s.a.a)’in Hz. Fatıma (a.s)’ya karşı olan özen, sevgi, alaka ve muhabbeti diğer babaların evlatlarına olan sevgi ve muhabbetlerinden kat kat fazlaydı. Nebiyyi Ekrem (s.a.a) bu alaka ve sevgisini, ona canını feda ederek açıklıyordu.[69]

Resulullah (s.a.a) özel bir şekilde kızı Fatıma (a.s)’ın terbiye ve eğitimi ile ilgileniyordu. Öyle ki Resulullah (s.a.a) kızını en yüce kemallere ulaştırdı. Peygamber (s.a.a)’in tek yadigarı Hz. Fatıma (a.s), Allah’ı tanıma (marifetullah) ve ilahi hükümleri bilmede Hz. Resulullah’tan çok çok faydalanmıştı. Bütün bunlar göz önüne alınacak olursa, Resulullah (s.a.a)’in sonuçta Hz. Fatıma’nın dini görevleri ile irtibat halinde olan bir mevzuu ona anlatmaması mümkün müdür?

Allah’a and olsun ki hayır. Nasıl olur da Resulullah (s.a.a), kendi vefatından sonra Hz. Fatıma’nın kendi mirasını isteme yolunda uğrayacağı sıkıntıları bildiği halde bu mevzuu gizler? Hatta bu konu öylesine önemliydi ki, Hz. Fatıma’nın miras hakkının elinden alınması İslam ümmetinin büyük bir fitne fırtınasına yakalanmasına sebep oldu.

Hz. Peygamber (s.a.a)’in en yakın ve samimi dostu ve kardeşi Hz. Ali tüm bilgi, hikmet, İslam’daki sabıkası, Peygamber (s.a.a)’in damadı olması vb. gibi unsurlara rağmen nasıl olur da söz konusu hadisi (Biz peygamberler miras bırakmayız hadisini) görmezlikten gelebilir?

Yine nasıl olur da Resulullah (s.a.a), sırrının hafızı, hakkını ifa eden, ilim şehrinin kapısı, hikmet evinin babı, ümmetin en iyi hükmedeni, Hıtta kapısı, Müslümanların kurtuluş ve necat gemisi, ümmetin dağınıklıktan kurtulmasının güvencesi olan Hz. Ali’ye bu konuyu belirtmez de onu öylesine gizli bir şekilde bırakabilir!

Yine Resulullah’ın amcası ve bu hanedanının efradından olan Abbas b. Abdülmuttalib’in bu hadisi duymaması nasıl mümkün olabilir? Neden Peygamber (s.a.a)’in aralarından seçildiği Beni Haşim’in geneli bu hadisi Peygamber (s.a.a)’den duymamışlar ve neticede Peygamber (s.a.a)’den sonra birçok sıkıntılara uğramışlar?

Peki neden müminlerin anneleri olan Peygamber (s.a.a)’in hanımlarından hiçbirisi bu hadisten haberdar değillerdi? Zira eğer bu hadisi duymuş olsalardı, bir adamı Osman’ın yanına göndererek kendilerinin Peygamber (s.a.a)’den miras aldıklarını, ondan bu miras hakkının kesilmesini istemezlerdi.

Yine Hz. Peygamber (s.a.a)’in bu hükmü kendisinden miras alacak fertlere açıklamaması nasıl mümkündür? İlahi hükümleri açıklamamak Peygamber (s.a.a)’in metodu değildi. Buna ilave olarak Peygamber (s.a.a)’in hükümleri açıklamaması, “En yakın akrabalarını uyar”[70] ayeti ile çelişmektedir. Resulullah’ın kendine tabi olanlara gösterdiği özen bile söz konusu iddianın iptali için yeterlidir.

Hz. Peygamber (s.a.a)’in temiz kızının konuşmaları arasında, duyanların tümünü etkileyen ve herkesin boyun eğmesine sebep olan cümleler vardır. Örneğin: “...Yoksa biz iki dine mensubuz da birbirimizden miras almayız mı diyorsunuz?”

Hz. Fatıma (a.s)’ın kastı olanlara, şeriatın miras konusunda belirttiği konuların onların zannettiği gibi istisna veya kayıtlandırma kabul etmediğini anlamaktı. Bu istisna ve kayıtlandırma ancak Hz. Peygamber (s.a.a)’in şu sözüyle mümkündür: “İki ayrı dine mensup olanlar birbirlerinden miras alamazlar.” Bu teoriye göre hükümeti evirip çevirenler hepiniz babamın dinine mensupsunuz.

-Siz beni babamın mirasından mahrum kıldınız- ve benim onun kızı olduğumu biliyorsunuz. Peki ben Müslüman değil miyim? Bu düşünce için (benim İslam’dan çıktığım konusunda) şer’i bir deliliniz var mıdır? “İnna lillah ve inna ileyhi raciun!”[71]

 

(8) PEYGAMBER (S.A.A)’İN KIZININ MÜLKÜ OLAN FEDEĞİN GASBEDİLMESİ

 

Allah (c.c), Hayber kalelerini Resulullah (s.a.a)’in yüzüne açınca Fedek[72] ahalisinin kalbinde büyük bir korku meydana getirdi. Böylece mecburen Peygamber (s.a.a)’in emrini kabul edip arazilerinin yarısını Peygamber (s.a.a)’e bağışlayarak barış yaptılar.[73] Peygamber (s.a.a) de bunu kabul etti. İşte böylece Fedek arazisinin yarısı Peygamber (s.a.a)’in şahsi mülkü olarak kabul edildi. Zira Müslümanlar orayı asker çıkararak ele geçirmemişlerdi. Bu konu tüm Müslümanların ihtilafları olmaksızın kabul ettikleri bir mevzudur.

“Akrabaya hakkını ver”[74] ayeti nazil olunca Peygamber (s.a.a) Fedek’i Hz. Fatıma’ya bağışladı. Ebu Bekir Fedek’i Hz. Fatıma’nın elinden alana dek onun elindeydi.

İşte bu Hz. Fatıma’nın, babasının vefatından sonra tüm ümmetin icmasıyla halife ve müslümanları yargıladığı haktı. Şimdi bu yargılama ile ilgili olanları naklediyoruz:

Fahri Razi kendi tefsirinde[75] şöyle yazıyor: Hz. Peygamber (s.a.a) vefat ettikten sonra Hz. Fatıma babasının Fedek’i kendisine bağışladığını iddia ediyordu. Ebu Bekir Ona: “Sen ihtiyaç açısından benim yanımda herkesten daha azizsin; herkesten çok sana saygı duyarım ama buna rağmen sözlerinin doğruluğuna yüzde yüz inancım olmadığı için[76] Fedek’i sana veremem!!”

Daha sonra Fahri Razi şöyle diyor: “Resulullah’ın hizmetçisi[77] ve Ümmü Eymen Hz. Fatıma’nın lehine şahitlik yaptılar. Ama Ebu Bekir Fatıma’ya, şeriatta şahitlikleri câiz olan şahitler getirmesini istedi. Ama böyle bir şahit yoktu!”

Ehl-i Beyt İmamları ve Şia’lar Peygamber (s.a.a)’in Fedek bağını Hz. Fatıma’ya bağışladığında ve Ebu Bekir onu alana dek onun elinde olduğuna dair hiç şüpheye düşmemişlerdir.

Bu konu için sayın okuyucularımızın Hz. Ali’nin Basra’daki valisi Osman b. Huneyf’e yazdığı mektubu görmeleri yeterlidir. Mektubun bazı kesitleri şöyledir:

“Evet, dünya malından sadece Fedek bizim elimizdeydi. O da bir kavmin hışmına uğradı. Allah ne de güzel hakim ve hükmedendir...”[78]

On iki İmamdan da aynı içerikte mütevatir haddine ulaşan birçok rivayetler nakledilmiştir. Birçok büyük muhaddisler kendi senetleri ile Ebu Said-i Hudri’den şöyle naklediyorlar: “Akrabaya hakkını ver” ayeti nazil olunca Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Fatıma’yı çağırarak Fedek’i ona bağışladı.

Şeyh’ul-İslam Tabersi de “Mecma’ul-Beyan” adlı tefsir kitabında “Akrabaya hakkını ver” ayetinin tefsirinde şöyle yazmaktadır: Abbasî halifesi Me’mun işte bu hadise dayanarak Fedek’i Hz. Fatıma’nın evlatlarına geri verdi.

İbn-i Hacer Heysemi şöyle yazıyor: Hz. Fatıma’nın, babasının Fedek’i kendisine bağışladığı iddiasına Ali ve Ümmü Eymen şahitlik yaptı, ama şahitlerin sayısı yeterli derecede değildi...[79]

İşte bu anlattıklarımız İbn-i Teymiye ve İbn-i Kayyum gibi Ehl-i Sünnet’in ileri gelen alimlerinin naklettiği şeylerdir.

Yazar: Allah bizim ve onların hatalarını bağışlasın. Ebu Bekir’in de hatalarını bağışlasın. Allah Hz. Fatıma, Hz. Peygamber (s.a.a), Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (a.s)’ı da onlardan razı kılsın.

Keşke Ebu Bekir henüz babasının yasını taşıyan Hz. Fatıma’yı incitmeyecek bir yöntem kullansaydı. Hz. Fatıma bazen miras konusunda ve daha birçok konularda incitilmişti.

Keşke Ebu Bekir Peygamber (s.a.a)’in kızının kendisinden ümitsizlikle yüz çevirmesine, bu esef verici hal ile vefat etmesine, Ebu Bekir ve Ömer’in cenaze namazı ve defin merasimine katılmamalarını belirten vasiyetine razı olmasaydı!

Sübhanellah! Ebu Bekir’den naklettikleri o sabır o dönemlerde nerelerdeydi. Onun ileri görüşlülüğüne ne olmuştu. Müslümanların gücüne nispet olan ihtiyatı nereye gitmişti?!

Keşke Ebu Bekir, Peygamber (s.a.a)’in kızının incinmesine sebep olabilecek her şeyi önleseydi.

Eğer böyle yapsaydı daha güzel bir akıbete sahip olur, pişmanlığına sebep olmaz ve kendisinden sonrakilerin de yargılamalarından ve azarlamalarından kurtulmuş olurdu. Bu durum İslam ümmetinin gücünün ve hatta kendi işinin salahı için bile daha münasipti. O, Peygamber (s.a.a)’in emanetinin ve yegane yadigarının incinmesini önleyecek güce sahipti. O, Hz. Fatıma’nın çarşafı yerde sürünür bir halde ondan yüz çevirmesini önleyebilirdi.

Ebu Bekir Peygamber (s.a.a)’in yerine oturduktan sonra Fedek’i, işin içinde muhakeme olmaksızın Hz. Fatıma’ya verseydi ne olurdu?! Zira Müslümanların hakiminin halk üzerinde genel bir yetkisi vardır, bu yetkiye dayanarak bu işi yapabilirdi. Fedek, bu kadar kargaşa, fitne ve bölücülüğün karşısında ne gibi bir değere sahipti veya değeri ne kadardı?

Bütün bunlar geçmişteki ve günümüzdeki Ebu Bekir dostlarının onun için arzuladıkları şeylerdir.

Şimdi günümüz üstatlarından Mısırlı Mahmut Ebu Rayye’nin sözlerini dinliyoruz: “Hakkında açıkça konuşmam gereken bir mevzu daha kaldı. O mevzu ise, Ebu Bekir’in Peygamber (s.a.a)’in kızı Hz. Fatıma’ya karşı davranışı ve onun babasının mirasını isterken Ebu Bekir’in takındığı amel ve tepkidir. Eğer biz, insanlarda zan uyandıran ama yüzde yüzlük bir yakin uyandırmayan haber-i vahidin Kur’ân’ın kesin zahirini kayıtlandırabileceğini kabul edecek ve aynı şekilde Peygamber (s.a.a)’in “Biz peygamberler miras bırakmayız” diye söylediği söz ispatlanacak ve bu hadisin genel anlamı da istisna kabul etmeyecek olursa, yine de Ebu Bekir Peygamber (s.a.a)’in geride bıraktığı şeylerden bazılarını, (örneğin Fedek’i) Hz. Fatıma’ya verebilirdi.

Bu halifenin hakkıydı ve hiç kimsenin ona itiraz etmeye de hakkı yoktu. Zira Müslümanların halifesinin, istediğine istediği şeyi bağışlaması câizdir.

Nitekim Ebu Bekir Peygamber (s.a.a)’in geriye bıraktığı şeylerden bazılarını Zübeyr b. Avam,[80] Muhammed b. Müslim ve diğerlerine bağışladı.[81] Buna ilave olarak üçüncü halife Osman, Ebu Bekir’in Hz. Fatıma’dan geri aldığı Fedek’i çok geçmeden Mervan’a tımar olarak bağışladı.[82] İbn-i Ebi’l-Hadid geçmişteki Ehl-i Sünnet alimlerinin bazılarından, içeriği birinci ve ikinci halifeyi kınamaya ve onların Peygamber (s.a.a)’in kızına karşı sergiledikleri tavırlarından şaşkınlığa uğradığını belirten sözler nakletmiştir. Bu Sünni aliminin sözünün sonunda şöyle demiştir: “Bırakın dini yönleri de onların hilafet makamı bile Hz. Fatıma’ya bu şekilde davranmalarına mani olmalıydı.”

İbn-i Ebi’l-Hadid bu cümlenin hemen peşi sıra şöyle diyor: “Bu cevabı olmayan bir sözdür!”[83]

Yazar: Bizim onların lütuf ve hilafet gerekçeleriyle işimiz yoktur. Konuyu bir mahkemenin gereksimleri açısından göz önüne alıyor ve şöyle diyoruz: Şer’i ölçüler (bu ölçüler Peygamber (s.a.a)’in kızının Fedek meselesinde hakim olduğunu ispatlamaktadır) kamil ve çeşitlidir. Bu durum insaflı akıl sahiplerinden saklı değildir.

Halife ve o günün hakiminin, bu davada iddia sahibinin kutsallık açısından İmran kızı Meryem ile aynı değerde ve hatta ondan da değerli olduğunu, o, Meryem, Hatice ve Asiye’nin (Firavunun hanımı) cennet kadınlarının efendileri olduklarını, o ve diğer üç kadının dünya kadınlarının en faziletli olduklarını ve Peygamber (s.a.a)’in ona hitaben: “Ey Fatıma! Tüm mümin kadınların veya ümmetimin kadınlarının efendisi olmaya razı değil misin?” dediğini bilmesi yeterliydi. Halife bunların tümünü bilmekteydi. Bütün bunlar birçok sahih rivayetler ve açık naslarla nakledilmiştir. Örneğin: İbn-i Abdülbirr “el-İstiab” adlı kitabında Hz. Fatıma’nın biyografisinde ve daha birçokları diğer kaynaklarında Peygamber (s.a.a)’in Hz. Fatıma’nın ziyaretine giderek onun hal-hatırını sorduklarını nakletmişlerdir. Peygamber (s.a.a), onun hal-hatırını sorunca, Fatıma (a.s) cevaben: “Acılar beni rahatsız ediyor ve genellikle yiyecek bir şey olmadığından dolayı rahatsız oluyorum.”

Hz. Resulullah (s.a.a): “Kızcağızım! Dünya kadınlarının veya ümmetimdeki kadınların efendisi olmaya razı değil misin?”

Hz. Fatıma (a.s): “Babacığım! İmran kızı Meryem dünya kadınlarının efendisi değil miydi?”

Hz. Resulullah (s.a.a): “O kendi asrındaki kadınların efendisiydi. Sen de kendi asrının kadınlarının efendisisin. Şunu bil ki, Allah’a yeminler olsun ki ben seni dünya ve ahrette efendi olan birisine nikahladım.”

Hz. Fatıma (a.s)’ın Hz. Meryem’den daha üstün olduğu konusu Ehl-i Beyt İmamları, onların dostları ve diğerlerinin yanında kesin olan mevzulardandır.

Birçok Ehl-i Sünnet araştırmacıları onu tüm dünya kadınlarından hatta Hz. Meryem’den bile faziletli bilmişlerdir. Örneğin: Sebki, Siyuti, el-Bedr, Zerkeşi, Makrizi, İbn-i Ebu Davud ve Menavi ki Allame Nebhani Hz. Fatıma’nın faziletleri hakkında “eş-Şeref’ul-Muebbed” adlı eserinde bu şahsiyetlerden nakletmiştir.

Bu söz, Şafiilerin müftüsü olan Seyyid Ahmed Zeyni Dehlan’ın, bir takım Ehl-i Sünnet’in büyük alimlerinden nakletmiş olduğu mananın aynısıdır. O Sire kitabında Hz. Fatıma’nın evliliği ile ilgili yerde konuşurken bu sözleri nakletmiştir. Hz. Fatıma, Meryem, Hatice ve Asiye’nin cennet kadınlarının en üstünü olduklarını belirten konuyu ise Ahmed b. Hanbel İbn-i Abbas’tan nakletmiştir.[84] el-İstiab adlı eserde de Hz. Hatice’nin biyografisinde Ebu Davut’tan, Hz. Fatıma’nın biyografisinde ise Kasım b. Muhammed’den o rivayet nakledilmiştir.

El-İstiab adlı eserde Hz. Fatıma (a.s) ve diğer üç kadının cennet kadınlarının efendileri olduklarına dair rivayetler Ebu Davut’tan silsile senet ile Enes b. Malik ve Abdulvaris b. Süfyan’dan nakledilmiştir.

Hz. Fatıma (a.s)’ın bu ümmet kadınlarının en üstünü olduğu Sahih-i Buhari, c. 4, s. 64’de, Sahih-i Müslim, c. 2, Hz. Fatıma’nın faziletleri babında, Sahih-i Tirmizi’de, Cem’un Beyn’es-Sahihayn’da (Hamidi), Cem’un Beyn’es-Sihah’is-Sitte’de ve Müsned-i Ahmed, c. 6, s. 282’de nakledilmiştir.

İbn-i Abdülbirr el-İstiab’da ve Muhammed b. Sa’d Hz. Fatıma’nın şerhi halinde (Tabakat-u İbn-i Sa’d, c. 8’de ve Peygamber (s.a.a)’in hastayken buyurdukları babında (Tabakat-u İbn-i Sa’d, c. 2’de) nakletmişlerdir.

Konunun şerhini aynen Sahih-i Buhari’den[85] naklediyoruz: “Mesruk Ümm’ül-Müminin Aişe’den şöyle naklediyor: Biz Peygamber (s.a.a)’in hanımları hepimiz Peygamber (s.a.a)’in huzurundayken Fatıma çıkageldi. Allah’a yeminler olsun ki, Fatıma’nın yürüyüşünün Peygamber (s.a.a)’in yürüyüşü ile hiçbir farkı yoktu. Peygamber (s.a.a) onu görünce şöyle buyurdu: “Kızcağızım! Hoş geldiniz.”

Daha sonra onu sağ veya sol tarafında oturtarak yavaş bir şekilde ona bir şey söyledi. Fatıma (a.s) şiddetle ağlamaya başladı. Peygamber (s.a.a) onun şiddetle hüzünlendiğini görünce yine onun kulağına bir sır söyledi. Fatıma (a.s) bu defasında gülmeye başladı. Peygamber (s.a.a)’in hanımları arasında ben Fatıma’ya şöyle dedim: Peygamber (s.a.a) bizim aramızdan sırrını sadece sana söyledi, sen (yine) ağlıyor musun?!

Peygamber (s.a.a) kalkıp gidince ben Fatıma’dan Peygamber (s.a.a) senin kulağına ne söyledi? diye sordum. Fatıma cevaben şöyle buyurdu: “Ben Peygamber (s.a.a)’in sırrını açıklayamam.” Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra bu sırrı bana söylemesi için Fatıma’ya yeminler verdirdim. Fatıma (a.s) şöyle buyurdu: “Artık söylememin hiçbir sakıncası yoktur, ilk defasında Hz. Peygamber (s.a.a) kulağıma yavaşça şöyle buyurdu: “Cebrail her yıl Kur’ân’ı bir defa bana sunuyordu. Ama bu yıl iki defa sundu. Bunun anlamı yakında ölümün bana geleceğidir. Sen, ben öldükten sonra sabretmelisin. Zira ben kaybettiğin en değerli kimseyim.” İşte bu yüzden -senin de gördüğün gibi- şiddetle ağlamaya başladım. Peygamber (s.a.a) benim dayanamadığımı görünce, ikinci defasında şöyle buyurdu: “Ey Fatıma! İmanlı kadınların hanım efendisi veya İslam ümmeti kadınlarının en üstünü olmak istemiyor musun?!”

İbn-i Hacer’in Savaik’ul-Muhrika adlı kitabında ve diğer muhaddislerin kendi kitaplarında naklettikleri şey şudur: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Dünya kadınlarının efendisi olmak istemiyor musun?”

Her neyse Hz. Fatıma’nın diğer kadınlara olan üstünlüğünü belirten söz konusu hadis sahih ve Peygamber (s.a.a)’in nassı oldukça açıktır. Muhammed b. Sa’d “Tabakat” adlı kitabının 2. cildinde “Peygamber (s.a.a)’in hasta iken söyledikleri” adlı babda kendi senedi ile Peygamber (s.a.a)’in hanımı Ümmü Seleme’den şöyle nakleder: “Peygamber (s.a.a)’in ölüm vakti yaklaşınca, Hazret, Fatıma (a.s)’ı yanına çağırdı, kulağına bir şey söyleyince Fatıma (a.s) ağlamaya başladı. Bir kez daha kulağına bir şeyler söyledi. Bu defa Fatıma (a.s) güldü. Peygamber (s.a.a) hayatta olduğu müddetçe ben ondan bu konuda hiçbir şey sormadım. Ama Peygamber (s.a.a) vefat ettikten sonra o günkü ağlama ve gülmenin sebebini sordum. Hz. Fatıma (a.s) şöyle buyurdu: “Peygamber (s.a.a) bana vefat edeceğini haber verdi. Daha sonra benim cennet kadınlarının efendisi olduğumu bildirdi.”

İbn-i Hacer-i Askalani “el-İstiab” adlı kitabında bu hadisi Ümmü Seleme’den nakletmiştir.

Tüm Müslümanlar da Allah’ın, Peygamber (s.a.a)’in kızını İslam ümmeti kadınlarının arasından seçtiğini çok iyi bilmektedirler. Aynı şekilde iki evladını (İmam Hasan’la İmam Hüseyin’i) ümmetinin oğulları arasından, kocasını ise Müslüman gençler arasından seçmiştir. Peygamber (s.a.a) Necran Hıristiyanları ile lanetleşmek için vahiy geldikten sonra sadece bunları seçmiştir. Lanetleşme (Mübahele) ayeti şöyledir: “Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda çekişenlere de ki: Geliniz, sizler ve bizler de dahil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim de Allah’tan yalancılar üzerine lanet dileyelim.”[86]

Fahri Razi bu ayetin tefsirinde şöyle yazmıştır: Bu ayet nazil olduktan sonra (bu ayetle Allah (c.c) Peygamber (s.a.a)’e ümmetin en iyi evlatlarını, kadınlarını ve Peygamber (s.a.a)’in nefsi ve canı niteliğindeki şahısları Necran Hıristiyanları ile lanetleşmek üzere hazırlaması emrini vermiştir) Peygamber (s.a.a) siyah bir cüppe giyinmiş, Hz. Hüseyin’i kucağına almış Hz. Hasan’ın da elini tutmuş, Hz. Fatıma Peygamber (s.a.a)’in peşi sıra Hz. Ali de onu takip eder bir halde Hıristiyanların karşısına çıkarak şöyle buyurdu: “Eğer ilk önce lanet dilemeye ben başlarsam, sizin iman getirmeniz gerekir.” Necran Hıristiyanlarının Piskoposu şöyle dedi: “Ey Hıristiyan topluluğu! Ben öyle çehreler görüyorum ki, eğer Allah’tan dağları yerinden koparmalarını isteseler, dağları yerinden koparır. Bunlar ile lanetleşmeyin ki helakete uğrarsınız; artık kıyamete dek yeryüzünde bir tek Hıristiyan bile kalmaz.”[87]

Yine tüm Müslümanlar istisnasız bir şekilde aşağıdaki ayetin kapsadığı şahsiyetlerden birisinin Hz. Fatıma (a.s) olduğunu kabul etmişlerdir. Ayet şöyledir: “Ey Ehl-i Beyt! Allah ancak sizden her türlü pislik ve günahı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.”[88]

Yine herkes biliyor ki, Hz. Fatıma (a.s) Allah’ın, sevgilerini İslam ümmetine farz ve onu Peygamber’in risalet mükafatı olarak karar kıldığı kimselerdendir.

Yine Hz. Fatıma (a.s), Allah’ın, kullarından aynen O’nun birliğine ve Peygamberinin risaletine şehadet istediği gibi kendilerine selam gönderilmesi vacip kılınan kimselerdendir.

Savaik’ul-Muhrika ve diğer kitaplarda nakledildiği üzere Şafii ne kadar da güzel söylemiştir: “Ey Ehl-i Beyt! Sizi sevmek Kur’ân’da Allah tarafından farzdır. Sizin büyüklüğünüzün azameti için şu yeterlidir ki, birisi size selam göndermezse, namazı namaz değildir.”

Yine Savaik ve diğer kitaplarda olduğu üzere Muhyiddin Arabi şöyle diyor: “Benim Peygamber (s.a.a)’in hanedanını sevmemin bir farz olduğunu görüyorum. Bu sevgi, başkaları ondan fasıla almasına rağmen beni daha da onlara yakınlaştırıyor. Rahman olan Allah (c.c), Peygamber (s.a.a)’in tebliği ile kullarının hidayeti için O’nun Ehl-i Beyti’ni sevmekten başka bir ücret istememiştir.”

Allame Nebhani “eş-Şeref’ul-Muebbed” adlı eserinde şöyle yazıyor: “Âl-i Taha! Ey en iyi Peygamber (s.a.a)’in hanedanı! Sizin dedeniz Allah’ın seçtiği kimseydi. Sizler de Müslümanların en seçkinisiniz.

Allah daha ilk günden sizden her türlü pislik ve günahı gidermiştir. O zaman siz tertemizsiniz.

Sizin dedeniz din hakkında sizin sevginizden başka hiçbir ücret istemedi; ne de güzel bir ücrettir.”

Böylece Hz. Fatıma (a.s) en güzel iyi iş yapandır. Nitekim Allah (c.c) Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “İyiler ise, kafur katılmış bir kadehten (cennet şarabı) içerler. Onlar, Allah sevgisi ile yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık nede bir teşekkür bekliyoruz.”[89]

Tüm Şia alimleri istisnasız bir şekilde bu ayetin Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (a.s) hakkında nazil olduğunu belirtmişlerdir. Onlar iftarlıklarını üç gün peş peşe yoksula, yetime, esire infak ettiler. Bu yüzden bu ayet onların hakkında nazil oldu.

Zemahşeri aynı konuyu Keşşaf adlı tefsirinde İnsan suresinin, sözü geçen ayetin tefsirinde İbn-i Abbas’tan nakletmiştir. Silsile senet ile Vahidi’den el-Besit kitabında, Sa’lebi, Tefsir-i Kebir’de ve Muvaffak b. Ahmed el-Fezail adlı kitabında getirmiştir.

Güvenilir bir grup alim Menakıb kitaplarında bu konuyu kesin olarak kat’i bilinen şeylerden saymışlardır. Biz de “el-Kelimet’ul-Garra” adlı kitabımızın dördüncü faslında Hz. Fatıma’nın faziletlerini yazdığımız zaman bu konuda araştırmacı bazı alimlerin görüşlerini de ekledik. (Oraya müracaat ediniz.)

Özet ile Hz. Fatıma’nın (a.s) Allah, Resulü ve müminler yanında sahip olduğu kutsîlik makamı, insanın O’na ve takip ettiği davasına karşı tam bir itminan ve güven duymasına sebep olmaktadır. Bu durum öyle bir hadde ulaşmıştır ki davasının ispatı için şahide bile ihtiyaç kalmamaktadır. Zira O’nun dili batılı söylemekten korunmuştur. Hz. Fatıma’nın (a.s) hakkın tersine veya zıddına bir şey söylemesi imkansızdı.

Buna göre O’nun davası başlı başına iddia ettiği şeyin doğruluğuna delalet etmektedir. Hatta daha başka ip uçlarına gerek bile yoktur. Bu, Hz. Fatıma’yı (a.s) tanıyan bir kimsenin şüphe bile etmeyeceği bir meseledir.

Ebu Bekir Hz. Resulullah’ın kızını en iyi tanıyanlardan ve davasında yüzde yüz haklı olduğunu bilen şahıslardan idi. Ali Faruki’nin de (Ali Faruki Bağdat’ın ileri gelmiş alimlerinden ve Bağdat’ın batı medresesinin üstatlarındandır) söylediği gibi aslında mesele başka bir şeydi. Ali Faruki, İbn-i Ebi’l-Hadid Mutezili’nin üstatlarından birisidir.

Bir gün İbn-i Ebi’l-Hadid ondan şöyle sordu: Hz. Fatıma Fedek davasında doğru sözlü müydü?

Ali Faruki: Evet.

İbn-i Ebi’l-Hadid: Peki eğer doğru sözlü idiyse, neden Ebu Bekir Fedek’i ona geri vermedi?

Ali Faruki: Tebessüm ederek her yönüyle ilgi çekici bir cevap verdi: Eğer o gün Ebu Bekir Hz. Fatıma’nın iddiasını kabul ederek şahit istemeksizin Fedek’i verecek olsaydı, Fatıma ertesi gün geri dönerek hilafetin kocası Ali’ye ait olduğunu söyleyecek ve Ebu Bekir’i oturduğu makamdan indirecekti! Ebu Bekir de hiçbir özür getiremezdi. Zira Ebu Bekir Fatıma’nın söylediği her şeyde doğru sözlü olduğunu ve şahide gerek olmadığını önceden kabul etmiştir.

Yazar: İşte bu yüzden Ebu Bekir, Fatıma (a.s)’ın Fedek davasında Hz. Ali (a.s)’ın şahitliğini câiz bilmedi. Hayber Yahudileri bile Hz. Ali’nin Hayber’i fethetmesine ve Yahudilerin başlarını ezmesine rağmen yine de Hz. Ali (a.s)’ın yalan yere şahitlik yapmayacağını çok iyi bilirlerdi.

Yine bu yüzden Ebu Bekir mugalata yaparak malı elinde bulundurup kullanan şahısı müddei (iddia eden) yerine koyarak ondan şahit istedi. Halbuki Ebu Bekir’in kendisinin şahit getirmesi gerekirdi.

Şu söz unutulmamalıdır ki, Ebu Bekir Hz. Fatıma’ya; “Ben senin sözünün doğruluğuna inanmıyorum” dedi. Halbuki onun sözünün kendisi başlı başına en açık hüküm ölçülerine göre Hz. Fatıma’nın faydasınaydı.

Eğer bu şahitlerin tümünü yok sayarsak, Peygamber (s.a.a)’in kızının bunca imtiyazlarına rağmen onu diğer imanlı ve mümine kadınlar gibi bile kabul edersek veya diğer müminler gibi iddia ettiği davasının ispatı için şahide muhtaç olduğunu bile kabul etsek Peygamber (s.a.a)’in kardeşi ve Harun’un Musa’ya olan yakınlığı gibi Peygamber (s.a.a)’e yakın olan Hz. Ali (a.s)’ın Hz. Fatıma’nın davası için şahitlik yapması yeterli idi. Hz. Ali (a.s) cümlelerinden yakin ve doğruluk nurlarının ışıldadığı bir şahittir. Şer’i hakimin yakine ulaştıktan sonra dava sahiplerinden isteyeceği bir şey yoktur. İşte bu yüzden Hz. Resulü Ekrem (s.a.a) Hüzeyme b. Sabit’in şahitliği iki adil şahidin şahitliği gibi kabul etmiştir. Allah da bilmektedir ki bu hususta Hz. Ali (a.s) Hüzeyme ve diğerlerinden daha üstündür.

Eğer bunu da görmezlikten gelerek Hz. Ali’nin de adil müminlerden birisi olduğunu farz ederek adil bir şahit olduğunu söyler isek, peki neden Ebu Bekir Hz. Fatıma’yı ikinci şahit yerine koyarak yemin etmesini istemedi? Eğer yemin etmeseydi davasını reddedebilirdi. Ama Ebu Bekir bunu yapmadı. Hz. Ali (a.s) ve Ümmü Eymen’in şahitliğini geçersiz saydığı yetmezmiş gibi bir de Resul-ü Ekrem’in kızı Hz. Fatıma’nın şahitliğini reddetti.

Saygı değer okurların da bildiği gibi bu iş hiçbir dini kanuna dayanmamaktadır. Halbuki Hz. Ali (a.s), Kütüb-ü Sitte yazarları ve diğer yazarların da naklettiği Sekaleyn hadisine göre Kur’ân’ın eşidir.

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Aranızda iki değerli ve paha biçilmez emanet bırakıyorum. Onlara sarıldığınız müddetçe asla sapıklığa düşmezsiniz; Allah’ın kitabı ve İtretim; Ehl-i Beytim.”

Açıktır ki Ehl-i Beyt’in en ileri geleni Hz. Ali (a.s)’dır. Yine Peygamber (s.a.a)’in buyurduğu hadis uyarınca, Hz. Ali (a.s) daima Kur’ân ile, Kur’ân da Ali iledir. (Kevser) havuzu başında Peygamber (s.a.a)’e gidene dek asla birbirlerinden ayrılmazlar.

Bu hadisi Hakim-i Nişaburi[90] Peygamber (s.a.a)’in hanımı Ümmü Seleme’den naklederek şöyle demiştir: “Bu hadis sahih senetlere sahiptir.”

Zehebi de bu hadisi “Telhis” adlı eserinde naklederek senetlerinin sahih olduğunu belirtmiştir.

Yine İbn-i Hacer[91] Peygamber (s.a.a)’in ölümüyle sonuçlanan hastalığı ve odasının ashapla dolu olduğu bir esnada Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakleder: “Ey insanlar! Ruhumu teslim etmem ve sizin aranızdan ayrılmam yakındır. Şimdi sizlere unutmamanızı istediğim bir şeyi söylemek istiyorum: Ben, Allah’ın kitabı ve Ehl-i Beytimi sizin aranızda (emanet olarak) bırakıyorum.”

Daha sonra Ali (a.s)’ın elini tutup havaya kaldırarak şöyle buyurdu: “Bu Ali Kur’ân iledir ve Kur’ân’da Ali iledir. (Bunlar) Hiçbir zaman birbirlerinden ayrılmazlar.”

Üstelik Hz. Ali (a.s) Mübahele ayetinde Peygamber (s.a.a)’in canı ve nefsi olarak adlandırılmıştır.

Bütün bunlara rağmen Hz. Ali (a.s) bu mahkemede şahitliği hiç sayılan bir kimsedir! Bu, İslam’da meydana gelen büyük bir facia idi. Bu faciadan “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” diye bahsetmek gerekir.

Hz. Fatıma’nın ikinci şahidi ise Sa’lebi’nin “Berke” ismindeki kızı olan Ümmü Eymen’di. Bu kadın Hz. Resul-ü Ekrem’in ebesi ve kadın hizmetçisiydi. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyururdu: “Annemden sonra Ümmü Eymen benim annem idi!” Hz. Resulullah ona baktığında şöyle söylerdi: “Bu, hanedanımdan geriye kalan şahıstır.”

Yine Hz. Resulullah (s.a.a), (İbn-i Hacer’in “el-İsabe” adlı kitabında Ümmü Eymen’in şerhi halinde yazdığı gibi) Ümmü Eymen’in cennetlik olduğunu söylemiştir. İbn-i Hacer İsabe’de, İbn-i Abdülbirr “el-İstiab”da ve diğerleri de kendi kitaplarında Ümmü Eymen’den övgüyle bahsetmişlerdir.

Oğlu Eymen Peygamber (s.a.a)’in yanında Hayber Savaşında şehit olunca Ümmü Eymen bu şehadeti kendisine büyük bir mükafat ve sevap olarak bildi.[92]

 

(9) ALLAH RESULÜNÜN YEGANE YADİGARININ İNCİTİLMESİ

 

Hz. Resulullah'ın kızının incitilmesi, her şey bir kenara açık naslar ve Peygamber (s.a.a)’in kesin sözlerinin tersinedir.

İbn-i Hacer'in, “el-İsabe” adlı eserinde O Hazretin biyografisinde getirdiği ve İbn-i Ebi’l-Asım'ın da kendi senediyle naklettiği şu hadise dikkat etmek yeterlidir. Hz. Resulullah, kızı Fatıma'ya hitaben şöyle buyurdu: “Allah senin gazabınla gazaplanır, senin razı olmanla da razı olur.”

Taberani ve diğerleri bu hadisi kendi senetleri ile rivayet etmişlerdir. (Allame Nebhani Beyruti de eş-Şeref’ul-Muebbed adlı eserinde bu hadisi nakletmiştir.) Buhari, Müslim ve İsabe'nin Hz. Fatıma (a.s)ın hal tercümesinde Musevvir'den şöyle rivayet etmişlerdir: Resulullah (s.a.a) minberde şöyle buyurdu: “Fatıma bedenimden bir parçadır; onu inciten beni incitmiştir, onu gazaplandıran  beni gazaplandırmıştır.”

Yine Şeyh Yusuf Nebhani “eş-Şeref’ul-Muebbed” adlı kitabının Ehval’uz-Zehra bölümünde Buhari’den şöyle nakleder: “Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Fatıma benim bedenimin bir parçasıdır; onu gazaplandıran beni gazaplandırır.”

Yine bir rivayette şöyle buyurmuştur: “Kim onu gazaplandırırsa beni gazaplandırmıştır.”

Cami'us-Sağır adlı eserde şöyle nakledilir: Resulullah (s.a.a) buyurdu: “Fatıma bedenimin bir parçadır; onu rahatsız eden her şey beni rahatsız eder; onu sevindiren her şey beni sevindirir.”

Anam-babam o mukaddes zata feda olsun! Hz. Fatıma'nın kendisi (İbn-i Kuteybe'nin el-İmamet-u ve's- Siyaset adlı eserinde olduğu ve diğer tarihçilerin de yazdığı gibi) Ömer ve Ebu Bekir’e hitaben şöyle buyurdu:

Sizler Peygamber (s.a.a)’in: “Fatıma'nın rızası benim rızam ve Fatıma’nın gazabı benim gazabımdır. Kim Fatıma’yı severse, beni sevmiştir; kim Fatıma’yı sevindirirse, beni sevindirmiştir; kim Fatıma’yı gazaplandırırsa, beni gazaplandırmıştır” dediğini duymadınız mı?

Onlar: “Evet bunu  Peygamber’den duyduk” dediler.

Yazar: Kim Hz. Resulullah’ı iyi bir şekilde tanır da onun bu hadisleri üzerinde gerektiği şekilde dikkat ederse, bu hadislerdeki mefhumun, dünya kadınlarının efendisi Hz. Fatıma’nın masum olduğuna delalet ettiğini görecektir.

Ahmed b. Hanbel ve Ebu Hureyre gibi bir grup Ehl-i Sünnet önderlerinin Hz. Resulullah'ın Ali, Hasan, Hüseyin ve Fatıma’ya bakarak şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: “Ben sizinle savaşanla savaş ve sizinle barış halinde olanla barış halindeyim.”[93]

Hakim-i Nişaburi “Müstedrek” ve Taberani “Mu’cem-i Kebir” adlı eserlerinde bu hadisi Ebu Hureyre’den nakletmişlerdir. İbn-i Hacer de “el-İsabe” adlı eserinde bu hadisin içeriğine benzer bir hadisi Tirmizi vasıtasıyla Zeyd b. Erkam’dan Hz. Fatıma’nın hal tercümesi bölümünde nakletmiştir.

Yine İbn-i Habban sahihinde, Ziya el-Muhtar’ında, Hakim, Taberani ve İbn-i Şeybe Zeyd b. Erkam’dan ve Ebu Ya’li “es-Sünnet” ve Ziya “el-Muhtariyye”de Sa’d b. Ebi Vakkas’tan da rivayet etmişlerdir. İmam Alevi[94] gibi bazı büyükler de bu hadisi nakletmişlerdir.

Ebu Bekir şöyle diyor: “Peygamber (s.a.a)’in kendi çadırında oturup bir kamana yaslandığını, Ali, Hasan, Hüseyin ve Fatıma’nın da çadırda olduğu bir halde şöyle buyurduğunu duydum: “Ey halk! Ben çadırda olan şahıslarla savaşanlarla savaş içerisindeyim; bunlarla barış halinde olanlarla barış halindeyim; bunlarla dost olanlarla dostum.”

Onları, veraset ve doğum açısından saadetli olanlar sever ve yine onlara, veraset, bedbahtlık ve doğum açısından bedbaht olanlar düşman olur.[95]

Bu konunun aynısını Üstad Abbas Mahmud Akkad-i Mısri “Abkariyat-u Muhammed” adlı eserinin “Peygamber (s.a.a), İmam ve Sahabe” başlığı altında nakletmiştir. (Oraya müracaat edebilirsiniz.)

Ahmed b. Hanbel, Abdurrahman Ezrak’tan, o da Hz. Ali’den şöyle nakleder: “Ben yatakta yatmıştım ki, Hz. Resulullah çıkageldi. Tam bu sırada Hasan veya Hüseyin su istedi. Hz. Resul-ü Ekrem yerinden kalkarak süt vermeyen koyunumuzdan biraz süt sağdı. Hasan ileri geldi. Ama Peygamber (s.a.a) sütü ona vermeyerek Hüseyin’e verdi. Fatıma (a.s) şöyle arz etti: Ya Resulellah! Hüseyin’i Hasan’dan daha fazla sever gibisiniz. Hz. Resulullah (s.a.a): “Hayır! Hüseyin ondan önce su istemişti” dedi. Ve daha sonra şöyle devam etti: “Ben, sen (Fatıma), bu ikisi (Hasan ve Hüseyin) ve bu dinlenen (Ali) kıyamet günü bir yerde olacağız.”[96]

Bunların ümmet üzerine özellikle de sahabenin ileri gelenlerinin üzerine olan hakları onların bu gibi facialara uğratılmamasını icap ederdi. Müslümanlar arasında sahip oldukları makam, onların bir kenara atılmamasını ve daima onlarla istişare edilmesini gerektirirdi. Ama böyle olmadı. Hatta öyle bir yere vardı ki, hilafet meselesi onlar huzur bulmadan tamamlandı. Onları hak, mal, miras, humus ve mülklerinden mahrum ettiler. Henüz Peygamber (s.a.a)’in pak nâşı yerdeyken, onların bu büyük hicrandan dolayı duydukları acı dinmemişken onları aynen normal ve sıradan şahıslar gibi saymaya başladılar.

O gün İslâm devletinin yönetimini ele geçirenler, kendi hükümetlerinin temellerini öylesine sağlamlaştırdılar ki, baş kaldırmak isteyen herkesi İslâm ümmetinin birlik ve beraberliğini bölüp parçalamak suçuyla yargılıyorlardı. Böylece Hz. Ali (a.s) ve onun dostlarının direnişlerinden emin oldular. (Bu konunun tafsilatını “el-Müracaat” adlı kitabımızda getirmişiz. İsteyenler oraya bakabilirler.)

O günlerde yapılan işlerden birisi de hiçbir halk sınıfı arasında fark bırakmamalarıdır. Halk arasında çok miktarda mal dağıttılar. İslâm’da uzun bir geçmişe sahip olanlarla yeni Müslüman olanlara aynı gözle bakıldı.

İşte bu yolla halkın rızasını kazanmayı becererek ulaşmak istedikleri maksatları için yolu açmış oldular. Sonucu ise şu oldu: Hz. Fatıma (a.s) onları miras ve hakkını almak için mahkemeye çektiğinde Peygamber (s.a.a)’in bedeninin bir parçası olan Hz. Fatıma’yı aynen diğer kadınlar gibi saydılar. Hatta diğer kadınlar gibi bile saydıkları söylenemez. Zira Müslüman bir kadın kendi iddiasının ispatı için bir adil şahıs getirirse, ikinci şahit yerine onun yemin etmesi yeterlidir. Bu kadının iddiası yemin etmediği takdirde reddedilir. Ama Peygamber (s.a.a)’in değerli kızı Hz. Fatıma (a.s), Hz. Ali (a.s)’ı şahit olarak getirdiğinde bir şahit olduğundan kabul etmediler! Halbuki en azından diğer Müslüman kadınlar gibi ondan yemin etmesi istenmeliydi. Eğer yemin etmekten çekinseydi o zaman davası reddedilmeliydi. Ama onlar ondan yemin etmesini istemeyerek davasını reddettiler.

Halbuki Hz. Fatıma (a.s) henüz Fedek’i elinde bulundurmakta ve ondan yararlanmaktaydı. Şeriat konularına göre iddia eden şahıs delil ve şahit getirmelidir (mal elinde olup onu kullanmakta olan şahıs değil). Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “İddia eden şahit getirmeli, inkar eden ise yemin etmelidir.”

Bu hadisin Peygamber (s.a.a)’den olduğu hakkında hiçbir şüphe ve tereddüt yoktur. Halife, Peygamber (s.a.a)’in bu nassı karşısında içtihat etmiş ve kendi görüşünü Peygamber (s.a.a)’in emrine tercih etmiştir.

 

(10) PEYGAMBER (S.A.A)’İN EMRİNDEN YÜZ ÇEVİRMEK

 

Bir gün Resul-ü Ekrem (s.a.a) ilk defa olmak üzere Ebu Bekir ve Ömer’e emrederek “Zussedye”’yi öldürmelerini istedi. Ama onlar Resulullah’ın emrini yerine getirmediler. Zussedye veya Zulhuysere; Harkus b. Zuheyr-i Temimi’dir. Bu lakapla tanınan bu şahıs haricilerin ele başlarındandı.[97]

İbn-i Esir “Usd’ul-Gabe” adlı kitabında onu sahabe olarak sayılmayan şahıslar arasında yazmıştır. Aynı zamanda Buhari’den naklen Ebu Said-i Hudri’nin şöyle bir hadis söylediğini nakleder: Bir gün Resulullah mal taksim ederken Beni Temim’den olan Zussedye şöyle dedi: “Ya Resulellah! Adaletle taksim et!”

Resulullah (s.a.a): “Vay olsun sana! Eğer ben adaletli davranmayacaksam peki kim adaletli davranacaktır!” (Bu hadis Sahih-i Müslim’de de nakledilmiştir.)

Resulullah (s.a.a) onun çıkarmış olduğu bozgunluk ve serkeşliklerine son vermek için onun öldürülme emrini vermeye karar vermişti. Ama bu serkeş şahıs, namazda yapmış olduğu riya ve gösterişle Ebu Bekir ve Ömer’i kendisine celbetti. Ebu Bekir ve Ömer de Peygamber (s.a.a)’in emrinin tersine onu öldürmekten vazgeçtiler!!!

İbn-i Hacer es Savaik’ul-Muhrika ve Ebu Ya’li ise kendi Müsned kitabında, Sünen ve Sahih yazarlarına tabi olarak Zussedye’nin hal tercümesinde Enes b. Malik’ten şöyle dediğini naklederler:

Peygamber (s.a.a)’in zamanında namazıyla bizi şaşkınlığa uğratan birisi vardı. Biz onun ismini Resulullah’a söyledik. Hazret onu tanımadı. Sıfatlarını söyledik yine tanımadı. Biz onun hakkında konuşuyorken o şahısının kendisi çıka geldi. Biz: “Ya Resulellah! İşte bu adamdır” dedik.

Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Siz bana, yüzünde şeytanın belirtileri olan birisinden bahsediyorsunuz.”

Zussedye, Peygamber (s.a.a) ve ashabın yanına gelerek selam vermeden oturdu!

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Allah aşkına söyle bakalım; acaba bizim karşımızda durduğunda kendi kendine; bu grup arasında benden daha iyisi yoktur, demedin mi?”

Zussedye: Evet, Allah’a yemin olsun ki aynısını dedim, dedi. Daha sonra mescide girerek namaz kılmaya başladı.

Resulullah (s.a.a): “Kim bu adamı öldürebilir?”

Ebu Bekir: Ben, dedi. Yerinden kalkarak onu öldürmek için hareket etti. Bu esnada o namaz kılmaktaydı. Ebu Bekir: Sübhanellah! Namaz kılan birisini nasıl öldüreyim? Halbuki Peygamber (s.a.a) namaz kılan birisinin öldürülmesini yasaklamıştır!” dedi.

Ebu Bekir dışarı çıkınca Resulullah (s.a.a): “Onu öldürmedin mi?!” dedi.

Ebu Bekir: “Namazla meşgul olan birisini öldüremedim, zaten siz de namaz kılan birisinin öldürülmesini yasaklamıştınız!” dedi.

Resulullah (s.a.a) tekrar huzurunda bulunanlara: “Kim onu öldürebilir?” diye buyurdu:

Ömer: Ben, dedi. Daha sonra yerinden kalkarak onu öldürmek için içeri girdi. Bu esnada Zussedye anlını secdeye koymuştu. Ömer de: “Ebu Bekir benden daha iyi biliyor” diyerek geri döndü.

Resulullah (s.a.a): “Ne yaptın?!” diye sordu.

Ömer: “Onu secde halinde gördüm ve öldürmek istemedim.”

Resulullah (s.a.a) tekrar şöyle buyurdu: “Onu kim öldürebilir?”

Hz. Ali (a.s): “Ben” dedi.

Resul-ü Ekrem: “Evet, eğer sen onu görebilir isen öldürebilirsin.”

Hz. Ali (a.s) da onu öldürmek için mescide gitti ama Zussedye gitmişti.

Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Eğer bu adam öldürülseydi, ümmetinden iki kişi arasında bile ihtilaf çıkmazdı.”

Hafız Muhammed b. Musa Şirazi bu hadisi, Yakup b. Süleyman, Mukatil b. Süleyman, Yusuf Kattan, Kasım b. Selam, Mukatil b. Hayyad, Ali b. Harb, Seddi, Mücahit, Katade, Vakiy’, İbn-i Cureyh ve diğerlerin tefsirlerinden tahriç ettiği bir kitabında nakletmiştir.

İleri gelen bazı alimler de bu hadisi, doğruluğu kesin olan hadislerden bilmişlerdir. Örneğin: İbn-i Abdurabbih el-Endülüsi “İkd’ul-Ferid” adlı eserinin birinci cildinin sonlarında “Ashab-u Ehva”nın sözlerine ulaştığında bu hadisi nakletmiştir.

Sonra onun sonunda şöyle söylemektedir: Peygamber (s.a.a) buyurdular ki: “Bu adam benim ümmetim arasında çıkan ilk boynuzdur. Eğer onu öldürseydiniz hatta iki kişi arasında bile ihtilaf doğmazdı. Beni İsrail yetmiş iki fırkaya ayrıldı, bu ümmet de çok yakında yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır; bir fırka hariç diğerleri cehennem ateşinde olacaklardır.”

 

(11)  TEKRAR PEYGAMBER (S.A.A)’İN EMRİNDEN YÜZ ÇEVİRME

 

Ebu Bekir ve Ömer’in, Hz. Peygamber (s.a.a)’in açık nassı karşısında içtihat yaptıkları yerlerden birisi de Resulullah’ın bu mürtet unsurunun öldürülmesi için ikinci bir defa onlara emir vermesidir. Ama onlar yine aynen birinci defasında olduğu gibi Resulullah’ın emrini yerine getirmediler.

Ebu Said-i Hudri şöyle rivayet ediyor:

Ebu Bekir Resulullah huzuruna gelerek şöyle dedi: “Ya Resulellah! Ben filan dereden geçerken namaz kılmakta olan takvalı ve güzel simalı bir adam gördüm.

Resulullah (s.a.a) Ebu Bekir’e: “Git onu öldür!” diye emretti.

Ebu Bekir gidip onu namaz halinde görünce, onu öldürmekten vazgeçerek Peygamber (s.a.a)’in yanına geri döndü!

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Ömer’e dönerek: “Sen git onu öldür!” diye emretti.

Ömer de gidip onu Ebu Bekir’in gördüğü halde görünce, onu öldürmeyip geri dönerek şöyle dedi: Ya Resulellah! Huşu ile namaz kıldığını gördüğümden dolayı onu öldürmekten sakındım.

Resul-i Ekrem (s.a.a) (Hz. Ali’ye dönerek): “Ya Ali! Git o adamı öldür” diye emretti. Hz. Ali (a.s) gidip onu göremeyince geriye dönerek şöyle dedi: “Ya Resulellah! Onu bulamadım.” İşte burada Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular:

“Bu adam ve onun gibi düşünenler Kur’ân okurlar ama henüz Kur’ân’ın okuma sesi ağızlarında tamamlanmamışken okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar! Daha sonra da okun yaya geri dönmediği gibi dine geri dönmezler. Onları öldürün ki onlar yeryüzünde en kötü insanlardır.”

 

Hatırlatma:

Kim, harici olan bu mürtet adam hakkındaki iki hadisi dikkatle incelerse, iki ayrı günde Resul-ü Ekrem’in Ebu Bekir ve Ömer’e bu mürtet ve harici adamı öldürmelerini emrettiğini ama Ebu Bekir ve Ömer’in küstahlıkla bu emri yerine getirmediklerini çok iyi görecektir.

Birinci hadis (Enes b. Malik’in hadisi), Peygamber (s.a.a)’in bu adamı daha önce tanımadığını işte bu yüzden Hazretin onun hakkında bir emir vermediğini ama onu görüp de tanıdıktan ve bencilliğiyle birlikte yüzünde şeytani belirtiler de görünce, onun öldürülme emrini verdiğini açıkça gözler önüne sermektedir.

Ömer ve Ebu Bekir’i şaşkınlığa sürükleyen bu adamın, birici gün mescitte namaz kılarken ölüm emri verilmiştir. Ahmed b. Hanbel’in Ebu Said-i Hudri’den naklettiği hadis açıkça şöyle diyor: Ebu Bekir haricilerden olan bu şahısı, mescitte değil etraftaki derelerden birinde namaz kılarken gördü. Onun namazdaki huşu ve huzusu onu hayranlığa düşürdü. Ebu Bekir de bu durumu Peygamber (s.a.a)’e bildirdi. Peygamber (s.a.a) de hemen onun öldürülmesini emretti. Binaen aleyh bu iki rivayet iki çeşit vakıa hakkında nakledilmiştir. Onlar (Ebu Bekir ve Ömer) Peygamber (s.a.a)’in açık nassı karşısında içtihat ederek kendi görüşlerine göre davranmışlardır.

 

HARİCİLER KİMLERDİR?

Hariciler İslâm dininden çıkarak imam Ali (a.s) ile savaşan kimselerdir. Onlar Sıffin savaşında hakemiyeti zorla Hz. Ali’ye kabullendirerek daha sonra da hakemiyeti bahane ederek adil bir lider olan Hz. Ali'ye karşı ayaklandılar. O zamanlar hariciler sekiz bin kişi veya daha fazlaydılar.

Emir’ul-Müminin Ali (a.s) onları davet ederek Allah ve kıyamet gününü onlara hatırlatmak ve yanlışlıklarını düzeltmek istedi. Ama onlar Hz. Ali’nin bu davetini kabul etmeyip ondan kafir olduğunu itiraf etmesini, daha sonra tövbe ederek Allah’ın onu bağışlamasını istediler.!!!

Hz. Ali (a.s) Haricilerin davetini kabul etmediklerini görünce, Abdullah b. Abbas’ı elçi olarak onlara doğru gönderdi. Abdullah b. Abbas da kendi görevini iyice yaptı ve sağlam delillerle onların yanlışlıklarını meydana çıkararak onlardan kendi başlarına hareket etmekten vazgeçmelerini istedi. Ama Hariciler kendi sapıklıklarında ısrarlıydılar. Sanki kulakları sağırlaşmış kalpleri taşlaşmıştı.

Hariciler kendi görüşleriyle muhalefet eden her Müslüman’ın kafir olduğu kanısına vardılar. Bu nedenle onların kanı, malı ve namusu onlara helal idi! İşte bu yüzden Müslümanların aleyhine ayaklanarak kimi buldularsa öldürdüler. Öldürülen Müslümanlardan birisi de Habbab b. Eret Temimi’dir. Onu öldürüp hamile olan karısının da karnını parçaladılar!

Onların bu şekilde ayaklanmaları ve fesatları şiddetlenince, Emir’ul-Müminin Ali (a.s) onlara nasihatte bulunarak Kur’ân, Sünnet, Müslümanların gidişatı ve Müslümanların resmi halifesinin emirlerine uymalarını istedi.

Ama onlar kendi sapıklıklarında ısrarlıydılar. Aynen Hz. Nuh’un kavmi gibi onun sözlerini duymamak için kulaklarını parmaklarıyla tıkıyorlardı! Müslümanların imamı karşısında dikilip savaş hazırlıkları yapmaya başladılar.

“Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın”[98]

“Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak öldürülmeleridir.”[99]

Yukarıdaki ayetlerin hükmü uyarınca Hz. Ali (a.s) da onlarla savaştı. Haricilerden on kişiden fazla kurtulamadı. Hz. Ali (a.s)’ın ordusundan da on kişiden fazla şehit olan olmadı. Elbette Hz. Ali (a.s) bu haberi Haricilere bir sohbetleri esnasında vermişti ama onlar itina etmemişlerdi.

Daha sonra sapıklardan bir başka grup, Haricilerden savaşta öldürülmeyen bu küçük gruba katıldılar ve Sıffin’deki hakemiyet olayını ve Haricilerin görüşlerini teyit ettiler. (Ne Hz. Ali (a.s)’ın ve ne de Muaviye’nin hilafete layık olmadıklarını savundular.) Bu grup da hükümete karşı ayaklandı.

Bu fertlerden bir grup Nafi’ b. Ezrak’ın önderliğinde Irak’ta, bir grup da Necdet b. Amir-i Harevre’nin önderliğinde Yemame’de ayaklandı.

Necdet şu akideyi de Haricilerin akidesine ekledi; Müslümanlardan her kim onlarla beraber savaşmak için kıyam etmezse, kafirdir. Kendi mezheplerini o kadar genişlettiler ki, muhsine zinasının[100] hükmünü iptal ettiler, hırsızın elinin koltuktan kesilmesini olmak üzere vacip bildiler. Adet halinde olan kadının namaz kılmasını farz bildiler ve burada zikredilmesinin yeri olmayan diğer bidatler ortaya çıkardılar.

Günümüzde bile bu gruptan bazı fırkalar, İslâm devletlerinin köşe bucaklarında bulunmaktadırlar. Meşhur gezgin İbn-i Betute hicretin 6. asrında onları Umman’da görmüştür. Sefer name adlı eserinin birinci cildinin 172. sayfası ve sonraları bu konuya aittir. O şöyle yazmıştır: “Umman halkı “İbazi” mezhebine mensuptur. Cuma namazını öğleyin dört rekat kılarlar; namazdan sonra cemaat imamı Kur’ân’dan birkaç ayet okur ve sözlerini aynen hutbe gibi söyler. Ebu Bekir ve Ömer’e karşı meyil gösterirler. Ama Osman ve Ali hakkında bir şey söylemezler. Ali’nin ismini söylemeleri icap ettiğinde kinaye ile “O adam!!!” derler. Lanetli Abdurrahman b. Mülcem’den övgüyle bahseder ve “O, fitnenin kökünü kesen çok layık birisiydi!” derler.

Daha sonra İbn-i Betute şöyle diyor: Kadınları arasında zina pek yaygındır. Onlar gayret ve namusa sahip değillerdir. Kendi kadınlarına zina yaptırmaktan çekinmezler! Ben bir gün Ezd kabilesinden olan Sultan Umman Ebu Muhammed b. Nebhan’ın yanında oturmuştum. Çok genç, güzel ve açık yüzlü bir kadın gelip onun karşısında durarak şöyle dedi: Ey Ebu Muhammed! Şeytan başımda taşkınlık yapmıştır!

Sultan: Git şeytanı dışarı çıkar, dedi.

Kadın: Sana sığınmışken bu işi nasıl yapabilirim, dedi.

Sultan: Git ne istersen onu yap, dedi.

Bu güzel kadın gidince Sultan şöyle dedi: Bu işi yapmak isteyen bu kadın ve onun gibileri sultanın güvencesi altındadırlar. Onun baba ve akrabaları onu bu işten alıkoyma hakkına sahip değillerdir. Eğer onu öldürürlerse kısas yoluyla öldürülürler. Zira o kadın sultana sığınmıştır!” Kendi kendime dedim ki; Allah doğru buyurmuş, Resulü de tebliğ etmiştir. Zira buyurmuştur ki: “Ya Ali! Zina zade, annesi hayız halinde kendisine hamile kalan ve münafıktan başka sana kimse buğzetmez.” [101]

Haricilerin öldürülmesi hakkında Peygamber (s.a.a)’den birçok hadis nakledilmiştir; özellikle tertemiz Ehl-i Beyt yoluyla. Ehl-i Sünnet yoluyla bu fırkayı niteleyen bir hadisi nakletmemiz yeterlidir:

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Kur’ân okurlar ama daha bitmemişken İslâm’a tabi olanları öldürürler. Putperestleri yardıma çağırırlar, okun yaydan çıktığı gibi İslâm’dan çıkarlar. Eğer onları görmüş olsaydım Ad kavminin öldürülmesi gibi onları öldürürdüm.”[102]

Bir başka hadiste ise şöyle buyuruyor: “Eğer onları görürsem, Semud kavminin öldürülmesi gibi onları öldürürüm.”

Yine Resulullah (s.a.a) başka bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Onlar yaşları az olan bireylerdir. Fikir açısından aptaldırlar. Peygamber’in sözlerini naklederler, Kur’ân okurlar ama henüz kelimeleri bitmemişken okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar. Onları ne zaman görürseniz öldürün. Zira kıyamet günü onların katillerine mükafat verilecektir.”[103]

Bu türden sahih hadisler ve Müslümanları Haricilere karşı savaşmaya teşvik eden rivayetlerin tümü onların kafir olduklarına delalet etmektedir. Hadis şöyle buyuruyor: Onları öldürmek aynen Ad ve Semud’u öldürmek gibidir.[104]

“Haricilerin yeryüzünün en aşağılık insanları” olduğuna dair her iki fırkanın (Şia ve Sünni) rivayetleri mütevatirdir. Örneğin şu rivayet: Ebuzer Gıfari ve Rafi’ b. Amr-i Gıfari Peygamber (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu naklederler: “Benden sonra, ümmetimden öyle bir kavim ortaya çıkacak ki, Kur’ân okuyacaklar ama henüz kelimeleri bitmemişken okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklar. Bunlar yeryüzünün en aşağılık insanlarıdırlar.”[105]

Yazar: Resulullah’ın sözü “Henüz kelimeleri bitmemiş iken...” yani okudukları Kur’ân’ı anlamazlar anlamındadır. Okudukları şeylerden faydalanmazlar. Okudukları esnada ağızlarından çıkan harfler ve kelimelerden başka hiçbir şeye sahip değillerdir. Onların kalpleri, yaptıkları ameller yüzünden örtülüdür. Kur’ân’ın nurundan bir zerre bile oraya girmez. Onların Kur’ân okumaları kabul edilmez. Onlar için güzel bir amel yazılmaz.

Yine Ebu Berze Peygamber (s.a.a)’in Hariciler hakkında şöyle dediğini naklediyor: “Kur’ân okurlar ama henüz gırtlaklarından dışarı çıkmamışken okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar ve bir daha dönmezler. Onlar sürekli Müslümanların aleyhine kıyam ederler. Onların son fertleri ise Deccal ile zuhur edecektir. Öyleyse onları gördüğünüz vakit öldürün! Onlar en kötü halktırlar! Onlar yeryüzünün en aşağılık insanlarıdırlar!”[106]

Yazar: Eğer bunlar yeryüzünün en aşağılık insanları veya en kötü insanlarından iseler, öyleyse putperestlerden, dini inkar edenlerden daha tehlikelidirler. İşte bu onların küfrü için yeterlidir.

Buhari Ebu Said-i Hudri’den şöyle nakleder: Bir gün Peygamber (s.a.a) bir malı halk arasında taksim ediyordu. Beni Temim’den olan Zussedye gelerek şöyle dedi: “Ya Resulellah! Adaletle taksim et.” Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Vay olsun sana! Ben de adil olmayacaksam peki adil kimdir? Ben adil olmazsam sen zarar görürsün.”

Ömer: İzin veriniz de başını vurayım[107] dedi.

Resul-ü Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdu: “Onu bırak; onun öyle dostları vardır ki siz namaz ve oruçlarınızı onların oruç ve namazları karşısında küçük ve az sayarsınız. Kur’ân okurlar ama henüz boğazlarından çıkmamışken okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar. Onların okları, kılıçları ve elbiseleri hiç kimsenin kanına değmemiştir. Onların alınları fazla secde yüzünden nasır bağlamıştır. Onların önderi şu siyah yüzlü adamdır. Onun bir pazusu aynen kadın göğsü gibidir veya aynen göğüs gibi hareketlidir. Müslümanlar tefrikaya düştükleri vakit bunlar ayaklanacaklardır.”

Ebu Said raviye şöyle dedi: Şahit ol ki ben bunu Peygamber (s.a.a)’den duydum. Yine şunu da söylüyorum ki, Ali b. Ebu Talip onlar ile savaşacaktır. Ben de onunla beraber olacağım. Daha sonra o adamı getirdiler. Onu gördüğümde aynen Peygamber (s.a.a)’in buyurduğu gibi olduğunu gördüm.[108]

Hariciler, onların davranışları ve ruhsal durumları hakkında Ehl-i Beyt yoluyla ulaşan hadisler mütevatirdirler. Ehl-i Sünnet yoluyla nakledilen hadisler oldukça fazladır. Yeri geldiğinde her iki fırkanın (Şia ve Sünni) kendi kitaplarına bakmak gerekir. Özellikle Kütüb-ü Sitte ve Ehl-i Sünnet’in ileri gelen alimlerinin Müsned kitaplarına müracaat edilebilir.

Bu rivayetler, peygamberlerin sonuncusu Resul-ü Ekrem’in (s.a.a) nübüvveti ve İslâm’ın alametlerindendir. Zira onda gelecekten haber verilmiştir; ki Peygamber (s.a.a)’den sonra sabah şafağı gibi insanlara aşikar oldu. Halk bu fertlerin İslâm’dan çıkmalarını çok iyi bir şekilde gördü. Onlar Emir’ul-Müminin Hz. Ali’nin aleyhine ayaklandılar. Tam bu sırada halk iki gruba ayrıldı. Nitekim Resul-ü Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştu: “İki gruptan hakka en yakın olanı, onları öldürecektir.”

Hariciler bahsini, Taberani’nin “Evsat” adlı kitabında Hz. Ali (a.s)’ın has ashabından ve komutanlarından olan Cundep b. Zuheyr’den naklettiği bir hadisle sona erdiriyoruz.

Cundep b. Zuheyr şöyle diyor: “Hariciler Hz. Ali’nin ordusundan ayrılarak onun aleyhine ayaklandıkları zaman Hz. Ali (a.s) ile beraber onlarla savaşmak için çıktım.

Onların Kur’ân okudukları zaman çıkardıkları sesi aynen arı vızıltısı gibi duyuyorduk! Onlara yaklaştığımız vakit aralarında takvalı şahıslar gördük. Ben onları izlemekten rahatsız oldum.

Ben gruptan ayrılarak atımdan indim, atımın yularını tutup mızrağıma yaslanarak şöyle dedim: “İlahi! Eğer bunlarla savaşmak senin dinine hizmetse, bana rehberlik yap. Eğer bu iş günahsa, beni ondan koru!” Tam bu sırada Hz. Ali (a.s) çıka geldi.

Hz. Ali (a.s) bana yaklaştığı vakit şöyle buyurdu: “Ey Cundep! Allah’ın gazabından korun.” Daha sonra İmam (a.s) atından indi ve namaz kılmaya başladı.

Bu arada bir şahıs gelerek şöyle dedi: Ey Emir’el-Müminin! Haricilerle işiniz mi var?

İmam: “Neden?”

Şahıs: Çünkü onlar nehri geçerek gittiler.

İmam: “Hayır! Nehri geçmediler.”

Şahıs: Sübhanellah!

Hemen o şahsın ardı sıra başka birisi gelerek: Hariciler nehri geçerek gittiler, dedi.

İmam: “Hayır! Onlar nehri geçmediler.”

Şahıs: Sübhanellah.

Daha sonra başka birisi gelerek şöyle dedi: Onlar nehri geçerek gittiler.

İmam: “Onlar nehri geçmediler ve geçmeyecekler. Allah ve Peygamberinin de buyurduğu gibi onlar nehrin diğer tarafında öldürüleceklerdir.”

Daha sonra Hz. Ali (a.s) atına binerek bana hitaben şöyle buyurdu: “Ey Cundep! Onlara Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetine davet edecek bir elçi göndereceğim ama onlar itina göstermeyerek onu ok yağmuruna tutacaklardır.

Ey Cundep! Bizden on kişi öldürülmeyecek; onlardan da on kişiden fazlası kurtulamayacaktır.”

Daha sonda şöyle buyurdu: “Kim bu Kur’ân’ı alarak bu grubu Allah’ın kitabına ve Peygamberinin sünnetine davet etmek, bu yolda öldürülmek ve bunun karşılığında ise Allah’ın cennetine gitmek istiyor?”

Beni Amir b. Sa’sa’a kabilesinden bir genç olumlu cevap verdi. Bu genç Kur’ân’ı alarak onlara doğru hareket etti ama onlara yaklaşır yaklaşmaz ok yağmuruna tutuldu ve şehit oldu.

Hz. Ali (a.s): “Hamle edin!” dedi.

Cundep şöyle devam ediyor: Ben bu ellerimle öğle namazından önce onlardan sekiz kişiyi öldürdüm. Aynen İmam Ali’nin söylediği gibi bizden on kişi bile öldürülmedi, onlardan da on kişiden fazlası kurtulamadı!

 

(12) EBU BEKİR’E ZEKAT VERMEYENLERLE SAVAŞ

 

Ebu Bekir’e zekat vermekten kaçınanlar, onun hilafetinde tereddütleri olduğu için ona zekat vermeyen kimselerdi. Bu şahıslar zekatın gerçekte vacip olup olmadığı konusunda tereddüde düşmemişlerdi. Nitekim Muhammed Hasaneyn Heykel, “es-Sıddîk Ebu Bekir” adlı kitabında şöyle yazıyor:

Ünlü muhaddisler ve hadis hafızları şöyle rivayet ederler: Ebu Bekir sahabeyi toplayarak bu şahıslarla savaşmak konusunda istişare etti. Ömer ve başka bir grubun görüşü, Allah ve Resulüne inanmış bir toplulukla savaşılmaması, tam aksine onlardan İslâm düşmanlarının aleyhine yararlanılması doğrultusundaydı. Bu fikri taşıyanlar, çoğunluğu teşkil etmekteydi. Ama savaş fikrini savunanlar azınlıktaydı. Anlaşıldığı üzere bu konu hakkında iki grup arasında uzun tartışmalar vuku bulmuştur. Sonunda Ebu Bekir, azınlığın görüşünü teyit etmek zorunda kaldığı göze çarpmaktadır?!

O kendi görüşünün teyidinde oldukça sıkı davrandı. Bunun delili ise kendi söylediği sözdür. Zira Ebu Bekir’in kendisi şöyle söylemiştir: “Allah’a yemin olsun ki, eğer onlar Peygamber (s.a.a)’e verdikleri yıllık zekatlarını benden esirgerlerse, onlarla savaşacağım.”

Ama bu kararın kötü sonucunu sezebilen Ömer şöyle dedi: Sen, Peygamber (s.a.a)’in; “Ben Allah’ın birliğini ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğunu itiraf etmeyenlerle savaşmaya memurum. Kim bunu itiraf ederse onun canı ve malı benim tarafımdan güvencededir. O’nun hakkını yerine getirmeyenler hariç; ki onların hesabı Allah’a aittir.” buyurduğu kimselerle nasıl savaşabilirsin?!..”

Ama Ebu Bekir Ömer’in sözlerini hiçe sayarak korkusuzca şöyle dedi: “Allah’a yeminler olsun ki, namaz ile zekat arasında fark bırakanlarla savaşacağım. Zira zekat mal hakkıdır.” Peygamber (s.a.a) de şöyle buyurmuştur: “Zekatın hakkını yerine getirmeyenler hariç.”

Yazar: Allah, Ebu Bekir’i bağışlasın! O, Peygamber (s.a.a)’in açık nassını görmezlikten gelmek ve onu kendi siyasetinin gerektirdiği gibi yorumlamak istiyordu?! Zira o gün öldürülenler, Allah ve Resulüne inammış, namaz ile zekat arasında hiçbir fark bırakmıyorlardı. Onlar sadece zekatı Ebu Bekir’in hükümetine vermek istemiyorlardı. Çünkü Ebu Bekir’in halifeliği, taşıdıkları tereddüt yüzünden onlar için ispatlanmamıştı. İşte bu yüzden onlar zekatı Ebu Bekir’e vermemekte mazur, hatta haklıydılar.

Buna göre onlar zekatı vermemekle mal hakkını ve zekat hakkını yerine getirmiş oldular. Zira onların mal ve zekat haklarından birisi de o mallar hakkında onların, sadece Allah’ın, Resulünün veya Allah ve Peygamber tarafından görevlendirilen ve velayet hakkı olan bir kimsenin hükmüyle görevlerini yerine getirmeleriydi.

Eğer onların özür ve mazeretleri Ebu Bekir’e ulaşacak olsaydı, Ebu Bekir’in, zekatı ödemeleri için onlara zaman tanıması mümkündü. Ama bu biçareler Ebu Bekir’e nasıl ulaşabilirlerdi ki onlar da haklı görülsün!

Gördüğünüz gibi Sahih kitapları bu türden, müminlerin kanlarının dökülmemesi gerektiğini belirten hadislerle doludur. Bu hadislerin bazıları mutlak (kayıtsız-şartsız) bazıları ise geneldir. Aynı zamanda bu mutlak ve genel hadisleri kayıtlandıracak ve onlarla savaşı câiz kılacak herhangi bir delil de yoktur.

Ebu Bekir’in söylediği “Zekat, mal hakkıdır” cümlesi kayıt ve şart değildir. Zira mükelleflerin zekatı vermelerinden başka diğer bir anlam anlaşılmamaktadır. Bu cümle Peygamber (s.a.a)’in hak halifesinin zekatı onlardan istemesini ve almasını vurgulamaktadır. Ama eğer onlar zekatı vermekten kaçınırlarsa, savaş çıkarılmaksızın zor kullanarak onlardan almak gerekir. Onlarla savaşmak, genel olarak açık naslarda kanlarının dökülmesinin haram olduğu hükmüyle çelişmektedir. Önceden de söylediğimiz gibi Ebu Bekir’in sadece şüphe etmesi genel delilleri kayıtlandıramaz.

Şimdi bu genel rivayetlerden bir kısmını Sahih-i Müslim’den naklediyoruz: O rivayetlerden birisinde şöyle aktarılır: Hayber Savaşında Hz. Resul-ü Ekrem sancağı Hz. Ali’nin eline verince şöyle buyurdu: “Git ve etrafına bakma!” Ali (a.s) bir kaç adım gittikten sonra durdu ama etrafına bakmadı. Daha sonra yüksek bir sesle: Ya Resulellah! Onlarla hangi esasa göre savaşayım?” diye sordu.

Resulullah (s.a.a): “Allah’ın birliğini ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğunu itiraf edinceye dek onlarla savaş. Eğer bu sözü ikrar ederlerse, canlarını korumuşlardır. Ama bu sözün hakkını icra etmezlerse, o başka. Onların hesapları ise Allah’a aittir.”[109]

Yine Sahih-i Buhari ve Müslim’den senet zinciri ile Üsame b. Zeyd’in şöyle dediği rivayet edilir: Resulullah (s.a.a) bizi Hurka’ya[110] gönderdi. Sabah tan vakti kafirlere saldırdık ve onları yendik. Ben ve Ensar’dan birisi kafirlerden birisini araya aldık. O bu durumu görünce; “Lâ ilâhe illallah” dedi. Ensar’dan olan arkadaşım onu öldürmekten çekindi. Ama ben aldırış etmeyerek mızrakla onu öldürdüm.

Savaştan döndüğümüzde bu haber Peygamber (s.a.a)’e ulaşınca, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey Üsame! O, lâ ilâhe illallah dedikten sonra mı onu öldürdün?”

Ben: O bu sözüyle kendisini korumaya çalışıyordu” dedim.

Peygamber (s.a.a) sözlerini o kadar tekrar etti ki, ben; keşke o günden önce Müslüman olmamış olsaydım, diye arzu ettim.

Yazar: Üsame, Allah’a iman, namaz, zekat, oruç, hac, Peygamber (s.a.a)’in ashabı olma, cihat vb. tüm amellerinin bu günahı gideremeyeceğini zannettikten sonra o arzuyu dile getirmiştir. O, bu güzel amellerin bu günah vasıtası ile yok olduğunu anlamıştır.

Üsame’nin sözünden onun, bu işinin ardından bağışlanmayacağından korktuğu anlaşılmaktadır. İşte bu yüzden; “Keşke bu olaydan sonra Müslüman olmuş olsaydım” diye arzu etmektedir. Zira Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “İslâm, kendisinden önceki (kötü) amelleri temizler.”

Saygıdeğer okuyucuların, sadece Üsame’nin bu sözünden “Lâ ilâhe illallah” diyen birisinin ne kadar saygın olduğunu anlamaları yeterlidir.

Buhari “Ali ve Halid’in Yemen’e gönderilmesi” babında şöyle nakleder: Bir adam kalkarak şöyle dedi: Ya Resulellah! Allah’tan kork!

Resulullah şöyle buyurdu: “Vay olsun sana! Ben yeryüzü halkının Allah’tan çekinenlerinden daha lâyık değil miyim?”

Halid: “Ya Resulellah! Onun boynunu vurayım mı?” dedi.

Resulullah (s.a.a): “Hayır, belki de o namaz kılar!”

Bu hadisi Ahmed b. Hanbel Ebu Said-i Hudri’den de nakleder.[111] Bu hadisin bir benzerini İbn-i Hacer-i Askalani “el-İsabe” adlı kitabının, münafık Sarhuk’un biyografisinde nakletmiştir. Onu öldürmek için getirdiklerinde Resul-ü Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdu: “O namaz kılıyor muydu?”

Cevaben: “Evet, halk onu gördüğü vakit namaz kılar” dediler.

Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Allah beni namaz kılanları öldürmekten men etmiştir.”

Aynı şekilde Zehebi, Amir b. Abdullah Yesar’ın hal tercümesinde Mizan’ul-İ’tidal’da kendisi Enes b. Malik’ten şöyle rivayet eder: Resulullah’ın yanında bir adamın ismini söyleyerek onun münafıkların sığınağında olduğunu söylediler. Onun hakkında fazla konuşulunca, Peygamber (s.a.a) katledilmesi emrini verdi. Daha sonra şöyle buyurdu: “Namaz kılıyor mu?” Cevaben: Evet, kendisine faydası olmayan namaz kılar. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Allah beni, namaz kılanları öldürmekten men etmiştir.”

Yazar: Keşke Halid b. Velid namaz kılan Malik b. Nüveyre’nin ihtiramını korusaydı ve onun kanını dökmekten çekinseydi. Abdullah b. Ömer ve Ebu Katade-i Ensari, Malik b. Nüveyre’nin öldürüldüğü gün onlarla birlikte sabah namazı kıldığını söylemişlerdir. Ama Halid b. Velid, Malik’in güzel karısına aşık olduğundan ona ulaşmak için kocasını öldürdü!!

Sahih-i Buhari ve Müslim’de kendi senetleri ile Abdullah b. Ömer’in şöyle dediği rivayet edilir: Bir gün Peygamber (s.a.a), Mina’da Kâbe’ye işaret ederek şöyle buyurdu: “Bu şehrin nasıl bir şehir olduğunu biliyor musunuz?” Halk cevaben Allah ve Resulü daha iyi bilir, dedi.

Resulullah (s.a.a): “Bu şehir muhteremdir. Bugünün nasıl bir gün olduğunu biliyor musunuz?”

Halk cevaben: Allah ve Resulü daha iyi bilir, dedi.

Resulullah (s.a.a): “Bugün muhterem bir gündür. Allah da aynen bugün, bu ay ve bu şehir gibi sizin kan, mal ve namusunuzu muhterem kılmıştır.”

Ehl-i Sünnet’in muteber ve güvenilir hadis kitapları, buna benzer hadislerle doludur. Bu hadisler, bu hususta Müslümanlar için hiçbir şüpheye yer bırakmamaktadır. Bu hadislerin hükmüyle hiçbir Müslüman’ın halifeye zekat vermekte ihmalkarlık ve kusur ettiği için öldürülmesi, özellikle de onun bu ihmalkarlık ve kusuru, halifenin oturduğu makamın hak olup olmadığı hakkındaki şüpheden kaynaklanmış olursa, asla câiz değildir. Nitekim Peygamber (s.a.a) vefat ettiği zaman Arap kabilelerinden bazılarının durumu aynen böyleydi. Fitne ve taşkınlık o kadar ilerledi ki, Araplardan bir çoğu İslâm’dan çıktılar. Muhacir ve Ensar da hilafet hakkında kavga ve kargaşa çıkardılar. Her birinin ayrı bir görüşü vardı. Hatta Ensar üç ayrı görüşe sahipti.

Tam bu kargaşalıkta Ebu Bekir’e biat edildi. (Önceden de söylendiği gibi) Ebu Bekir’e biat, Allah’ın Müslümanları onun şerrinden koruduğu bir hata idi.

Buna göre, tüm bunlara rağmen Ebu Bekir’e biatin ve ümmetin görüş birliğinde olduğu söylentilerinin şüphe ve tereddütlere maruz kalması oldukça doğaldır. Hatta ortama hakim durum, işin başlangıcında anlattığımızdan daha vahimdi.

Buna binaen, Ebu Bekir’in hilafetinin sahih olup olmadığı hakkında şüphesi olan, onun emir ve yasaklarının şer’i açıdan farz olup olmadığında tereddüde kapılan imanlı ve mümin şahıslar azarlanmamalı ve işkence edilmemeliydi.

 

(13) MALİK B. NÜVEYRE’NİN HALİD B. VELİD’İN EMRİ İLE ÖLDÜRÜLMESİ VE EBU BEKİR’İN OLAYA DUYARSIZ KALMASI

 

Bu macera Bitah’da (Malik b. Nüveyre’nin arazisinden bir yerin ismi) meydana geldi. O gün İslâm ordusunun tüm yetkileri Ebu Bekir tarafından Halid b. Velid’e verilmişti. O, istediği şeyi yapmaya yetkiliydi!

Halid, Malik’in kabilesi arasında sadece Müslümanları öldürmekle yetinmedi; ölüleri musle[112] bile etti. İmanlı ve mümine kadınları esir etti. Allah’ın haram kıldığı mal ve namusları ayaklar altına aldı ve câiz bildi. Şer’i hükümleri tatil etti. Benim görüşüme göre hatta cahiliyet döneminde bile eşine rastlanılmayacak işler yaptı.

 

MALİK B. NÜVEYRE KİMDİR?

 

Malik b. Nüveyre-i Temimi-yi Yerbui, Beni Temim kabilesinin ileri gelenlerinden ve Beni Yerbu’nun seçkin şahsiyetlerindendi. Malik, tam manasıyla cömertlik, cesurluk ve yiğitlik açısından örnek verilmekteydi. Malik bu açıdan padişahlar sırasında yer almıştı. Malik Müslüman olunca, Beni Yerbu kabilesinin tüm bireyleri onun vasıtası ile İslâm’ı kabul etti.

Resulullah (s.a.a), ona karşı olan güven ve itimadından dolayı onu kendi kavminin zekatlarını toplaması için görevlendirdi.

 

MALİK B. NÜVEYRE’NİN SUÇU

 VE ONUN EBU BEKİR’E ZEKAT

VERMEKTEN KAÇINMASI

 

Malik b. Nüveyre’nin suçu onun Ebu Bekir’in hükümetine zekat ve sairi şeyleri vermemesiydi. Bu durum ise Malik’in, meydana gelen olayları incelemek ve dini görevlerini belirlemekle meşgul olduğu bir dönemde meydana çıktı.

Malik’in Ebu Bekir’e zekat vermemesi ne İslâm’a karşı olan şüphesinden, ne Müslümanlar arasında ihtilaf ve kargaşa çıkarmaktan, ne de halife ile savaşmak istediğinden dolayı idi. Bilakis Müslümanlar arasında Ebu Bekir’in hilafeti şiddetle tartışıldığı bir sırada Halid b. Velid ona saldırdı.

Bu dönemde Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti ve onların dostları Hz. Ali’yi halife olarak istiyor, Ömer, Ebu Bekir, Ebu Übeyde, Salim (Ömer’in kölesi) ve onların taraftarları ayrı bir görüşü savunuyor, Muhacirlere Medine’de ev veren Ensar da ayrı bir görüşü savunuyordu.

Onların itirazı öyle bir hadde ulaştı ki, liderleri olan Sa’d b. Übade’yi ayak altına alıp çiğnediler. Sa’d da onlardan ve hükümetlerinden kenara çekilerek şöyle yemin etti: Eğer yardımcı bulursam Ebu Bekir ve Ömer’in aleyhine ayaklanacağım. Sa’d ne onların Cuma namazına katıldı, ne de herhangi bir toplantılarında oturdu. Sonunda Havran[113] şehrinde vefat etti.

Onlar Hz. Ali (a.s)’ı biate zorlamak için sabahtan akşama kadar Allah’ın zikri söylenilen evini muhasara ettiler. Peygamber (s.a.a)’in emanetinin ihtiramını korumadılar. Hz. Fatıma (a.s)’ın miras, mülk ve humusunu sahiplendiler!!

Buna göre akıl sahibi ve kendi kabilesi arasında önemli bir makama sahip olan Malik b. Nüveyre’nin ortamı incelemesi, Medine’de iş başına gelen ve hükümeti ele geçirirken kendi düşman ve muhaliflerini susturmak ve mağlup etmekle meşgul olan bir kimseye itaat etmekten sakınması gayet normaldi.

Malik b. Nüveyre’nin üzerindeki görevi tam olarak yerine getirmek için zekatı Ebu Bekir’e vermekten çekinmesi işte bundan dolayı idi.

Bu yüzden Ebu Bekir ve onun memurları Malik’e bu karışık ortamı inceleyip hakikati bulana dek zaman tanımalı ve ona ansızın saldırılmamalıydılar. Zira o zekatı inkar etmiyordu. Zekat ile namaz arasında fark koymuyordu. O, Ebu Bekir veya diğer Müslümanlarla savaşmayı gerekli bilen birisi değildi.

Malik ve kabilesinin zekat vermekten kaçınmasının gerçek yüzü buydu. Bu konunun delili ise onun kendi kabilesine yaptığı nasihattir. O şöyle nasihat etmişti: Dininiz üzerinde baki kalın, Velid ile tartışmaktan çekinin. Malik, askerleri ile birlikte hazır durumda olan Halid’in Bitah’a saldırmasını önlemek için kendi adamlarının dağılmalarını emretti. Hatta onları bir noktada toplanmaktan bile menetti. Bu tedbir ise, kimsenin orayı karargah yaptığını düşünmemesi içindi.[114]

 

HALİD’İN BİTAH’A GİTMESİ

 

Halid b. Velid Esed ve Gaftan kabilelerinin işini bitirince askerleriyle birlikte Malik b. Nüveyre’nin bölgesinden bir yer olan Bitah’a gitmeye karar verdi. Malik önceden Bitah’ı boşalttı. O, önceden de söylediğimiz gibi kendi kabile bireylerini de dağıttı. Bunun sebebi ise İslâm’ın korunması için Halid ile aralarında meydana gelebilecek kötü bir olayı durdurmaktı.

Ensar (Medine askerleri), Halid’in Malik b. Nüveyre’ye doğru harekete geçsek istediğini anlayınca, olaya karşı çıkarak şöyle dediler: “Halife bu emri bize vermemiştir. O bize, Buhaze kabilesi ile işimiz bitince orada onun mektubunu beklememizi emretmiştir.”

Halid Ensar’a cevaben şöyle dedi: “Halife size böyle bir emir vermemiştir. O bana Malik’i de takip etmemi emretmiştir. Komutan benim, haberler de bana ulaşır. Halifenin emir ve fermanı bana ulaşmasa da, şu anda elimde öyle bir fırsat vardır ki, halifeye haber verecek olursam bu fırsat elden çıkar. Bu yüzden onu elde etmeden önce halifeye haber vermeyeceğim. Aynı şekilde eğer bir olayla karşılaşır ve bu konuda halifenin kendisi emir vermemiş olsa da, bizim kendimiz olayı tam olarak bilirsek ona göre davranır ve halifeden görevimizi belirlemesini beklemeyiz. Şimdi Malik bizim yakınlarımızdadır. Ben ve benimle beraber olanlar Malik’e doğru yola koyuluyoruz.”

Tüm tarih yazarları Halid ve yandaşlarının “Bitah” bölgesine vardıklarında orada kimsenin bulunmadığını söylemişlerdir. Önceden de söylediğimiz gibi Malik kendi adamlarına evlerine gitmelerini ve İslâm üzerinde baki kalmalarını söylemişti. Aynı zamanda Halid ile tartışmamalarını da tembihlemişti.[115]

Halid’in Ensar’dan birisi ile yaptığı konuşmayı, Hasaneyn Heykel “es-Sıddık Ebu Bekir”[116] kitabında ve Akkad ise “Abkariyyet-u Ömer”[117] adlı kitapta nakletmişlerdir.

Gördüğünüz gibi Ensarlının sözü oldukça açıktır. Şöyle ki halife onlara, Malik’e doğru yola çıkmalarını emretmemiştir. Ama Halid, halife Ebu Bekir’in bu emri ona gizli olarak verdiğini iddia etmiştir! Buna göre halife kamu oyunda “Bitah” faciasında sorumlu tutulmaması için hileye baş vurmuştur. Görünüşte sorumlu sadece Halid b. Velid olacak ve bu konuda halifenin özrü de kabul edilecekti. Aynı şekilde halife onun özrünü de kabul ederek yorumlamada bulunacak ve yanlışlık yapmış olduğunu da diyebilecekti!!! Bu konu Ebu Bekir’in siyasette ne kadar derin ve ileri görüşlü birisi olduğunu göstermektedir!

 

MALİK VE KABİLESİNDEN

BİR GRUBUN ÖLDÜRÜLMESİ

 

Halid’in adamları Bitah’a vardıklarında orada kimseyi bulamadılar. Halid kendi adamlarını onları takip etmeleri için görevlendirdi. Askerler Malik b. Nüveyre ve Beni Yerbu’dan birkaç adamı getirerek Halid’e teslim ettiler. Daha sonra öyle bir facia yaşandı ki, ondan bir bölümünü tam bir hüzün ve esef ile naklediyoruz. “İnna lillah ve inna ileyhi raciun”[118]

Taberi kendi senedi ile Ebu Katade’den şöyle dediğini rivayet eder: Halid’in askerleri Malik ve adamlarını muhasara edip geceleyin göz altına aldıklarında, Malik ve adamları silaha el attılar. Biz onlara Malik ve adamlarına): “Biz Müslüman’ız dedik.”

Onlar da: “Biz de Müslüman’ız” dediler.

Biz tekrar: “Peki yanınızda taşıdığınız bu silahlar da nedir?” dedik.

Onlar: “Peki siz neden silah taşıyorsunuz?” dediler.

Cevaben: “Eğer doğru söylüyor da kötü bir niyetiniz yoksa, silahlarınızı yere bırakın” dedik. Onlar da silahlarını yere bıraktılar. Daha sonra sabah namazı kıldık. Onlar da bizimle beraber sabah namazı kıldılar.

Yazar: Namazdan sonra onların silahlarını topladılar. Daha sonra onları tutuklayıp ellerini bağlayarak esir bir şeklide Halid’in yanına götürdüler. Bu grubun içerisinde Malik’in karısı Leyla de bulunmaktaydı.

Malik’in hanımı olan Minhal’in kızı Leyli, tarihçilerin ve Abbas Mahmut Akkar’ın da “Abkariyat-u Halid” adlı kitabında yazdığı gibi güzellik açısından özellikle de göz ve bacak güzelliği bakımından Arap kadınlarının en meşhurlarındandı. Onun hakkında şöyle derler: Göz ve bacak güzelliği bakımından onun gibi bir kadın görülmemiştir. Halid’in aklını başından alan da bu güzellikti. Malik ve Halid arasında şiddetli bir tartışma çıkarken, Malik’in güzel karısı da onların kenarındaydı. Sonunda Halid b. Velid: Ey Malik! Seni öldüreceğim, dedi.

Malik: Senin yandaşın (Ebu Bekir) mi böyle bir emri verdi? dedi.

Halid: Allah’a and olsun ki, seni öldüreceğim, dedi.

Bu konuşma esnasında Abdullah b. Ömer ve Ebu Katade de oradaydılar. Onlar Halid’le Malik ve onun öldürülmemesi hakkında konuştular. Ama onların sözü Halid’e tesir etmedi.

Malik: “Ey Halid! Bizi Ebu Bekir’in yanına gönder de o nasıl uygun görürse, bizim hakkımızda hüküm versin. Zira sen, suçu bizden daha fazla olanları bile onun yanına gönderdin” dedi.

Tekrar Abdullah b. Ömer ve Ebu Katade Ensari Halid’den, Malik ve adamlarını Ebu Bekir’in yanına göndermelerini istemede ısrar ettiler. Ama Halid kabul etmedi!

Halid: Onu öldürmekten vazgeçmem mümkün değildir, dedi. Daha sonra Zırar b. Ezver-i Esedi’ye Malik’in boynunu vurmasını emretti.

Bu arada Malik karısına bakarak Halid’e hitaben şöyle dedi: Benim ölümüme sebep olan şudur! Halid: Tam tersine, İslâm’dan dönmenle ölümüne sebep olan Allah’tır, dedi!!

Malik: Ben Müslüman’ım dedi. Ama Halid: “Ey Zırar! Boynunu vur!” diye emretti. O da Malik’in boynunu vurdu.[119] Halid, Malik’in karısını kendi çadırına götürerek aynı akşam onunla cinsel ilişkiye girdi. Aynı asırda yaşayan şair Ebu Zuheyr Sa’di, bu konu hakkında şöyle diyor:

“Hücuma uğrayan kabileye söyle ki, Malik’ten sonra bu gece çok uzun olacaktır. Halid, Malik’in karısına tecavüz ederek sabahladı. O, daha önce de bu kadını arzuluyordu! Halid hiçbir şeyi gözetmeden kendi hevesine ulaştı. O gecenin sabahı Halid bir kadına sahipti. Ama Malik hiçbir şeye sahip değildi, kendisi de öldürülmüştü. Malik’ten sonra yetim çocuk ve dul kadınların velisi kimdir? Kim idam edilmiş fakirlerin düşüncesindedir? Beni Temim, küçüğe büyüğe herkes, ümit kaynakları olan kendi kahramanlarının ölüm musibetlerine uğradılar.”

Halid, Malik’in kabilesinden alınan esirleri hapsetmelerini emretti. Çok soğuk bir gecede onları hapsettiler. Daha sonra Halid’in sözcüsü şöyle seslendi: “Esirleri giyindirin.” Bu kelime Kenane dilinde kinaye olarak öldürün anlamındadır. Gerçek anlam ise öldürülmekti. Bu emir ile o gece tüm esirler öldürüldü!

Halid kendi ordusundaki cellatlarına bu sesi duyduklarında onların tümünü öldürmelerini emretmişti. Bu da cinayetin sorumluluğundan kurtulmak için planlanmış bir hileydi. Ama bu cinayet, Ebu Katade ve onun gibi açık gözlü kimselerden saklı kalmadı. Bu konu sadece orduyu oluşturan hayvan sıfatlı kimseler için hile yoluyla gizli kaldı.

Bu, halifenin yola çıkardığı ordunun komutanı Halid b. Velid ile Beni Temim kabilesinin reisi olan Malik b. Nüveyre’nin arasında geçen olayın gerçek yüzüydü. İsteyenler, tarihçilerin ve sire yazanların yazdıkları şeylerden anlattıklarımızı elde edebilirler. Bu tarihi gerçeğin yanı sıra siyasi amaçlarla dönemin liderlerinin şahsiyetini ve komutanların itibarını korumak için uydurulan çelişkili bir takım uyduruklar da mevcuttur. Biz bu uyduruk sözleri de dikkatle inceledik. Bu araştırmamızın sonucu şudur: Halid b. Velid’e olan sevgi ve onu savunmak amacıyla gerçekleri ayaklar altına almak istemişlerdir. Allah söylediğimiz her şeye vekildir!

 

EBU KATADE ENSARİ VE ÖMER B. HATTAB’IN HALİD VE DAVRANIŞLARINA

KARŞI İTİRAZLARI

 

Muhammed Hasaneyn Heykel “es-Sıddık Ebu Bekir” adlı kitabında şöyle yazıyor: Ebu Katade, Halid’in Malik b. Nüveyre’yi öldürmesine ve karısına tecavüz etmesine oldukça sinirlendi. Bu yüzden Halid’in ordusundan ayrılarak Medine’ye geri döndü. Aynı zamanda, Halid b. Velid’in komutanlığını üstlendiği hiçbir orduya katılmayacağına dair yemin etti.

Malik b. Nüveyre’nin kardeşi Mütemmim b. Nüveyre de onunla beraberdi. Bu ikisi Medine’ye vardıklarında Ebu Katade sinirli bir halde Ebu Bekir’le görüşerek Halid’in Malik’i nasıl öldürdüğünü ve karısı Leyli’ye tecavüz ettiğini ona anlattı. Aynı zamanda Ebu Katade, Halid’in komutası altında hiçbir orduya katılmayacağına dair yemin ettiğini de ekledi. Ama Halid’in yaptığı işlerden oldukça etkilenen Ebu Bekir, Ebu Katade’nin şikayetlerini dikkate almayarak “İslâm’ın yalın kılıcı!” hakkında söylenilmesi gerekenleri söylemedi.

Heykel şöyle ekliyor: “Sayın okurlar Ensar’dan olan bu adamın (Ebu Katade) halifenin öfkelenmesinden korkup geri adım attığını mı sanıyorlar? Hayır. O Halid’in bu davranışına karşı oldukça sinirliydi. Bu yüzden Ömer b. Hattab’la görüşerek dolayı ona da anlattı. Ebu Katade Halid b. Velid’i, heva ve hevesleri dini görevlerine galebe çalmış bir insan olarak gösterdi.”[120]

Heykel daha sonra şöyle diyor: Ömer onun söylediklerini teyit ederek Halid b. Velid’i azarlayıp eleştirmede onunla ortak oldu. Halid b. Velid’in davranışlarına oldukça sinirlenen Ömer, Ebu Bekir’in yanına giderek Halid’in kılıcından zulüm ve fesadın yağdığını ve onu bu iğrenç davranışlarından dolayı tutuklatması gerektiğini de ekledi. Ama Ebu Bekir kendi atadığı hakimlerden hiçbirisini tutuklayamıyordu. Bu yüzden Ebu Bekir Ömer’in, Halid b. Velid’i eleştirmede oldukça ısrarlı olduğunu görünce, Ömer’e hitaben şöyle dedi: Ey Ömer! Yeter artık. Halid Allah’ın hükmünü yorumladı ama yanıldı. Onu azarlamaktan vazgeç artık!

Ama Ömer Ebu Bekir’in cevabına kanaat etmedi. Aynı şekilde Halid’i eleştirmeye devam ediyordu. Ebu Bekir Ömer’in, Halid’i haddinden fazla eleştirdiğini görünce şöyle dedi: “Hayır Ey Ömer! Ben Allah’ın kafirler için keskin kıldığı kılıcı kılıfına sokamam!”

Heykel şöyle ekliyor: Ömer bütün bunlara rağmen Halid’in davranışını oldukça aşağılayıcı biliyor ve yerinde oturamıyordu. Ömer, Halid’in rahat bir şekilde yerinde durmasına ve hiçbir günah işlememiş gibi gösterilmesine nasıl razı olabilir ve susabilirdi!

Ömer, Ebu Bekir’le yeniden konuşması gerektiğini, Halid’in Allah’ın düşmanı olduğunu, Müslüman bir adamı öldürdüğünü ve karısına tecavüzde bulunduğunu hatırlatması gerektiğini lazım biliyordu. Bu davranış karşısında onun cezalandırılmamasının insafsızlık olduğunu düşünüyordu.

Ömer’in bu şekilde ısrarı, Ebu Bekir’in Halid’i çağırarak ondan ne yaptığını sormasına sebep oldu. Bu nedenle Halid Medine’ye geldi. Halid Medine’ye girdiğinde üzerinde savaş zırhı ve başındaki miğferine ise birkaç ok taktığı halde Mescide girdi.

Ömer, Halid b. Velid’in bu şekilde Peygamber (s.a.a)’in mescidinde yürüdüğünü görünce, yerinden kalkarak miğferindeki okları çıkarıp kırdı ve ona hitaben şöyle dedi: Müslüman bir adamı öldürüp de onun karısına tecavüz mü ettin?! Allah’a yeminler olsun ki seni recm ettireceğim (taşlattıracağım).

Suskun bir şekilde duran Halid yaptıklarından dolayı özür bile dilemedi. Daha sonra Ebu Bekir’le mülakat etti. Malik b. Nüveyre’nin olayını ve onun hakkında nasıl tereddüt ettiğini anlatarak bağışlanmasını istedi. Ebu Bekir de onun özrünü kabul ederek savaşta işlediği tüm suçları görmezlikten geldi!!!

Ama Ebu Bekir Halid’i, henüz öldürülmüş kocasının kanı kurumamış bir kadınla evlenmesinden ve onunla cinsel ilişkide bulunmasından dolayı onu azarladı. Zira o zamanın Arapları esir aldıkları kadınlarla ilişkide bulunmayı büyük bir ayıp biliyorlardı.

Yazar: İslâm, kocası ölmüş bir kadınla iddeti dolmadan önce evlenmeyi haram kılmıştır. Eğer böyle bir kadınla evlenilir de iddeti bitmeden onunla cinsel ilişkiye girilirse, bu kadın o adama ebedi olarak haram olur. Halid, Malik’in karısını esir bilse bile, esir bir kadınla cinsel ilişki şer’i açıdan temizlendikten (iddet süresi bittikten) sonra helal olur. Ama yukarıdaki olayda (Malik’in karısı mevzusunda) henüz şer’i temizlenme olmamıştı. Bilakis onun kocası öldürülmüştü. Halid işte böyle bir halde onun karısıyla cinsel ilişkiye girdi!!

Daha sonra Heykel şöyle ekliyor: Ömer, Halid’in bu davranışı hakkındaki görüşünü unutmadı. Ebu Bekir ölüp de Ömer’e halife adı altında biat edilince, Ömer’in ilk yaptığı iş, Ebu Bekir’in öldüğünü Şam’daki askerlere duyurmak ve bu haberi götüren şahısla da Halid’in ordunun komutanlığından azledilme hükmünü göndermek oldu.

Heykel şöyle devam ediyor: Ömer, Halid’in Malik b. Nüveyre ve karısına yaptıkları çirkeflikleri asla unutmadı. Öyle ki, tüm tarihçiler, Halid’in sonraları komutanlıktan azledilmesinde bu düşüncenin oldukça etkili olduğunda görüş birliğine varmışlardır.

 

NE KADAR ŞAŞIRTICI!

 

İnsanı hayretlere ve şaşkınlığa sürükleyen işlerden birisi de; Halid b. Velid komutanlık makamından alınana dek bu kanların boşa akıtılması, Müslümanların namusunun zedelenmesi, ilahi haramların câiz kılınması ve dini hükümlerin tatil edilmesidir. Bu müddet zarfı içerisinde Halid b. Velid’in geniş yetkilere sahip olması ve birinci halife ölüp de ikinci halife iş başına gelinceye ve onu makamından azledinceye dek onun istediği her şeyi özgürce yapmasıdır.

Ebu Bekir’in “Bitah” cinayeti konusundaki görüşü, onun Kur’ân ve Sünnetin açık nasları karşısındaki şahsi görüşlerinden sadece birisidir. Ebu Bekir kendi görüşünü, onlara uymaktan daha öncelikli bilmiştir!

 

EBU BEKİR’İN GÖRÜŞÜ

HAKKINDA BİR AÇIKLAMA

 

M. Hasaneyn Heykel “es-Sıddık Ebu Bekir” adlı kitabında Ebu Bekir’in görüş ve istidlali hakkında şöyle diyor: Ebu Bekir ortamın, bu gibi olayların onda tesir meydana getirmesinden daha tehlikeli olduğunu görüyordu. Zira bir veya birkaç kişinin, Halid’in nass karşısındaki içtihadıyla hatayla öldürülmesi, hükümeti tehdit eden tehlikeden ve Arap bölgelerinde hükümet aleyhine ayaklanmalardan daha önemli değildi.

Yazar: M. Hasaneyn Heykel’in, Halid b. Velid hakkında söylediği sözlerde içinde mübalağa olmadığını söylemeye gerek yoktur. Zira ortamın çok hassas olmasına rağmen halifenin Halid b. Velid’i bu cinayetten dolayı en azından azletmesi imkanı da mevcuttu. Onun yerine Ömer, Ebu Übeyde, Muaz b. Cebel, Sa’d b. Ebu Vakkas vb. gibi şahısları atayabilirdi. Aynı zamanda ilk fırsatta Halid’i yargılayabilir ve ilahi hükümler gereğince onu cezalandırabilirdi.

Bunlara ilave olarak Heykel’in konuyu karıştırması ve devleti tehdit eden tehlike ve kıyamdan söz etmesi de mübalağasız değildir. Zira Malik b. Nüveyre’nin, Halid’in emriyle öldürüldüğünde Müslüman olma meselesi ne Halid’in, ne de Ebu Bekir’in tereddüt edebileceği bir konu değildi.

Aynı şekilde Halid’in Malik’in iddet içerisinde olan karısıyla cinsel ilişkiye girmesi, tüm Müslümanların icmasıyla ilahi haddin icra olmasını ve böylece Halid’in recm edilmesini (taşlanmasını) gerektiriyordu. Ömer imkan bulduğunda işte bunu yapmayı planlıyordu.

Yine Heykel’in söylediği: “Bir veya birkaç adamın öldürülmesi hükümeti tehdit eden tehlikelerden daha önemli değildi” sözü, adam öldürmenin hafife alınması demektir. Halbuki Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Kim bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur.”[121]

Yine şöyle buyurmaktadır: “Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir.”[122]

Yine şöyle buyuruyor: “Yine onlar ki, Allah ile beraber (tuttukları) başka bir tanrıya yalvarmazlar, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan günahı (nın cezasını) bulur.”[123]

Yine Heykel şöyle yazıyor: “Bu komutan (Halid) halifenin -görüşünde sadece yanlışlık yaptığından dolayı sorumludur- ortama hakim belanın bunun vasıtasıyla bertaraf edilmesi gereken bir şahsiyetti. Bu belalar ancak onun vesilesi ile önlenebilirdi!!!”

Halbuki Halid, Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı bir adamın katiliydi. Halid, Allah’ın cinsel ilişkiyi haram kıldığı bir kadına tecavüz etmişti.

Buna göre Halid, bu haram fiillerin hatalısı değil istekçisiydi. İkinci halife onu alı koyana dek bu işlerine devam etti. Önceden de söylediğimiz gibi Ebu Bekir, bu olaylardan sonra onu azledip yerine başkalarını atama imkanına sahipti.

Yine Heykel şöyle yazıyor: “Arap geleneklerinin tersine bir kadınla evlenmek ve şer’i olarak temizlenmeden önce onunla cinsel ilişkiye girmek savaşa giden bir cengaver için savaş hükmüyle esir almak ve onlara malik olmak bu gibi tehlikeli durumlarda hiç de önemli değildir.”

Yine şöyle devam ediyor: “Eğer bu davranışların dini kanunlarla uyumluluğuna bakılması gerektiğini kabul etmek zorunda kalırsak yine de Halid gibi büyük şahsiyetlerin istisna edilmesi gerekir. Özellikle bu durum hükümetin zararına ve onu tehlikeye atmaktaydı.”

Yazar: Bu ve bundan önceki sözler Ebu Bekir’den öteye Heykel gibi büyük bir şahsiyeti sevindiren bir mevzudur. Zira bu yolla kendi vicdanlarını rahatlatmak istemişlerdir. Ama ben Heykel’in, Müslümanların namusunun ayaklar altına alınmasını bu denli değersiz sayacağını zannetmiyorum. Yine onun bu ibaretlerle, Halid için câiz kıldığı şeyleri fatih olan her savaşçı için câiz kılacağını tasavvur etmiyorum! Zira Heykel de tüm Müslümanlar gibi bunun benzeri davranışların (sadece) İslâm ile savaş halinde olan kafilerin topraklarını fetheden fatihlere câiz kılındığını bilmektedir. Ama Malik b. Nüveyre ve kabilesi namaz kılan, zekat veren ve ahrete inanan müminlerdi. Malik b. Nüveyre sadece Ebu Bekir’in hilafetinin başlangıcında gerçeklerin daha iyi aydınlığa kavuşması için ona itaat etmekten çekindi.

Bu sözlerin Muhammed Hasaneyn Heykel gibi şahıslardan çıkması oldukça şaşırtıcıdır. Daha da şaşırtıcısı Heykel’in Ebu Bekir’in ağzıyla şöyle söylemesidir: “İlahi hükümlerin Halid gibi büyük şahsiyetlere uygulanması lazım değildir.” Halbuki onun şunu bilmesi gerekir ki Allah (c.c) cenneti kendisine itaat eden kimseler için yaratmıştır; isterse bu itaatkar kul Habeşi zenci olsun. Aynı şekilde cehennem ateşini de kendiside karşı isyan eden günahkarlar için yaratmıştır; isterse bu günahkar Kureyş efendisi olsun.

Bilinmesi gerekir ki, Allah’ın hiçbir kuluyla akrabalık bağı yoktur. Bütün insanlar O’nun karşısında aynı seviyededir. Öyle ki zorbacı bir adamın, hakkın kendisinden alınması için rezil edilmesi gerekir; zavallı ve çaresiz bir insanın da hakkını alabilmesi için kollanması ve değer verilmesi gerekir.

Buna ilave olarak eğer ilahi hükümlerin uygulanması herhangi bir tehlikeye sebep oluyorsa bu hükmün tehlike kalkıncaya dek ertelenmesi gerekir. Ama halife ne onu erteledi, ne de tehlike kalkıncaya dek sabredip ilahi hükümleri uyguladı! Onun yaptığı tek iş bu suçları affetmek oldu. Tam anlamıyla o katillerden razı idi!!

Aynı şekilde Heykel şöyle yazıyor: “Müslümanların Halid'in kılıcına ihtiyaçları vardı! Ebu Bekir’in Bitah olayından sonra Halid’i huzura çağırdığı gün ona Halid’e daha çok ihtiyaç vardı. Zira yalancı Müseyleme (peygamberlik iddia eden) Beni Huneyfe kabilesinden kendisine tabi olan kırk bin savaşçıyla Yemame’de Bitah yakınlarındaydı. Onun ayaklanması İslâm’da meydana gelen en şiddetli kargaşaydı.

Buna göre acaba Malik b. Nüveyre’nin öldürülmesi veya Halid’in aşık olduğu güzel Leyla yüzünden Halid b. Velid’in azledilmesi, Müslümanların ordusunun kendi başına bırakılması ve Allah’ın dininin tehlikeye atılması mı gerekirdi?!!

Halid ilahi ayetlerden, kılcı ise Allah’ın yalın kılıcıydı!!! Bu yüzden Ebu Bekir’in siyaseti de şu olmalıydı ki onu Medine’ye çağırdığı zaman sadece onu azarlamakla yetinmeli ve aynı o zamanda da onu Müseyleme ile savaşmak için Yemame’ye göndermeliydi.”

Yazar: Heykel bu konuyu birkaç defa tekrar etmiştir. Biz de sırası geldikçe cevap verdik. Şimdi bir defa daha söylüyoruz ki: Halife Halid’i azlederek onun yerine onun gibi birisini atama imkanına sahipti. Eğer örneğin bu işin yapılmasında Halid’e ihtiyaç vardıysa acaba bu yüzden ilahi hükümler tatil mi edilmeliydi? Önceden de söylediğimiz gibi ilahi hükümlerin tatil edilmesi mümkün değildir; onun icrası ertelenebilir. Buna göre bu hükümlerin tam olarak tatil edilmesinin sebebi ne idi ki sanki ne caniler varmış, ne de bir cinayet meydana gelmiş?!!

Evet Halid’in azledilmesi ve hemen Allah’ın hükmüyle recm edilmesi (taşlanması) gerekirdi. Eğer bu hükmün icrası herhangi bir tehlike doğuracak olsaydı –önceden de söylediğimiz gibi- tehlike kalkıncaya dek hükmün icrası ertelenmeliydi. Zira tüm İslâm alimlerinin icmasıyla bu hükmün hiçbir surette iptal edilmesi câiz değildi.

Yine Heykel şöyle yazıyor: “Belki de Ebu Bekir’in Halid’e o gün Müseyleme’ye karşı savaşa gitme görevini vermesi, Ömer’le Halid hakkında aynı görüşü taşıyan Medine halkına Halid’in hadise (olay) adamı olduğunu göstermekti! Ona vermiş olduğu yeni ferman ile onu yutması için ateşin önüne atmak ve hayatına son vermek istemiştir. Böylece Malik b. Nüveyre ve Leyla hakkındaki davranışın cezasını en kötü bir şekilde görmüş olacaktı. Ama bu savaştan galip olarak çıktığı ve birçok ganimetlerle geri döndüğü takdirde tüm Müslümanlar susacak, onun önceki amellerini unutacak ve Bitah’da işlediği cinayetten artık bahsetmeyeceklerdi!!!

Yemame savaşı Halid’in zaferi ile sonuçlandı ve onu temizledi! Gerçi bu olaydan sonra Halid, Müslümanların ve Müseyleme’nin taraftarlarının kanı kurumadan yine bir kızla zina yaptı. Ebu Bekir Halid’i bu kıza tecavüzünden dolayı Leyli’ye olan tecavüzünden daha çok azarladı...”[124]

Yazar: Üstad Heykelin söylediği: “Ebu Bekir, Halid’in Leyli’ye tecavüzü konusunda sadece onu azarlamakla yetindi” sözünde şunu bilmelidir ki, Allah (c.c) böyle durumlarda böyle bir mütecavizi azarlamakla yetinmez. Bilakis Kur’ân’ın nassı böyle bir adamın recm edilmesi (taşlanması) gerektiği doğrultusundadır. Ama Ebu Bekir Sıddık! bu nassı kendi görüşüyle yorumladı ve pratikte kendi görüşünü daha öncelikli bildi. Bunun kendisi de “nass karşısında içtihadın” ilgi çekici örneklerinden biridir!

Siz sayın okurlar doğru ve tam bir dikkatle bizimle Heykelin Ebu Bekir’in diliyle söylediği söze bir göz atınız. Acaba üstat Heykel ve Ebu Bekir, zina eden bir adamın Yemame savaşına gönderilmesi yerine ilahi hükümler doğrultusunda recm edilerek (taşlanılarak) öldürülmesi gerektiğini bilmiyorlar mıydı?!

Acaba onlar, Yemame savaşı ve onun tehlikelerinin zinakar Halid’i temizleyemeyeceğini bilmiyorlar mıydı? Zira Allah’ın emri şöyledir: “Ancak tövbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başka.”[125]

Günahkarların temizlenmesi sadece tövbe, pişmanlık ve iyi amellerle Allah’a dönmektir. Yemame savaşı ve onun ateş dolu kuyusu Allah’ın kat’i hükmünü ve Peygamber (s.a.a)’in sağlam sünnetini değiştiremez. Evet eğer bu hükmün icra edilmesinde herhangi bir mani veya engel meydana gelirse, dini hakimin bu hükmü ilk fırsatta icra etmesi gerekir.

Yemame savaşından sonra Halid’in pençesine düşen ve Leyli’ye yapılan muamelenin aynısı ona da yapılan kız belki de evliydi ve kocası vardı. İşte bu yüzden Ebu Bekir bu defa Halid’i Malik b. Nüveyre’nin karısına yaptığı hareketten dolayı onu azarladığından daha fazla azarladı. Eğer Halid’in bu kıza tecavüzü zina-i muhsine (kocası olan kadınla yapılan zina) ve onun mahremlerinden birisi olmasaydı, Ebu Bekir’in Halid’i çok fazla azarlaması sebepsiz olacaktı. Hatta bu azarlama yersiz bile olurdu.

Gördüğünüz gibi Heykel’in sözleri tam bir açıklıkla, halife Ebu Bekir’in daha çok nasıl maslahat görürse öyle davrandığını ve nasların gerektirdiği şeylere sırt çevirdiğini göstermektedir.

Bu anlam el-Ezher Üniversitesinin büyüklerinin genelinin Ebu Bekir ve Ömer hakkındaki görüşleridir. Onlar bu konuyu 1329 h. k yılında ve ondan sonraki yıllarda Mısır’a olan seferimde açıkça söylediler!

Ömer’in Kur’ân ve Sünnetin açık nasları karşısındaki içtihadı daha fazla olmasına rağmen önceden de söylediğimiz gibi Halid b. Velid’in bağışlanması konusunda Ebu Bekir’le aynı görüşü taşımıyordu.

Hasaneyn Heykel şöyle yazıyor: Ömer tam bir azim ve sarsılmaz bir inançla şuna inanıyordu ki, Halid Müslüman bir adama saldırmış ve onun karısıyla iddeti bitmeden cinsel ilişkiye girmiştir. Bu yüzden onun komutanlık makamında baki kalmaması gerekirdi. Zira bu çirkin ameli tekrar yapabilir, Müslümanları bozabilir ve onların Araplar arasındaki konumunu lekeleyebilirdi.

Daha sonra Heykel şöyle diyor: “Halid’in Leyli’ye yaptığı amelden dolayı onu cezalandırmadan serbest bırakmak doğru değildir. Halid’in Malik karşısındaki davranışını içtihat bile bilecek olursak, karısına yaptığı muamele doğru değildir. Bu Ömer’in câiz bilmediği bir mevzuuydu. İşte bu yüzden Ömer Leyli’nin bir an evvel serbest bırakılması gerektiğini ve Halid’in de recm edilerek öldürülmesi gerektiğini ısrarla söylüyordu. Halid’in Allah’ın kılıcı (seyfullah) olması ve sürekli galip gelen komutan bahanesiyle Halid’den vazgeçmiyordu. Zira bu özür kabul edilseydi Allah’ın haram kıldığı şeyler, Halid vb. şahıslar için câiz olacaktı. Bu ise Müslümanların için, Allah’ın kitabının ihtiramı hakkında en kötü örnek olacaktı. İşte bu yüzden Ömer Halid’in beraatına fetva vermedi. Bilakis defalarca kendi itirazını dile getiriyor, halifeden Halid’i cezalandırmasını istiyordu...”

Bunlar, Heykelin “es-Sıddık Ebu Bekir” adlı kitabının 151. sayfasında “Ömer’in görüşü ve onun bu konudaki delilleri” adı altında söylediği sözlerdir.

 


 

İNSAFTAN BİR ZERRE

 

Üstad Mahmud Akkad, Malik b. Nüveyre’nin öldürülmesi konusunda değişik görüşleri naklettikten sonra Halid’i savunurken şöyle diyor: “Bu görüşlerin içerisinde kat’i olarak bilinen tek şey, Malik b. Nüveyre’nin öldürülmesinin vacip olduğu konusu kesin değildi. Malik, Buzahe olayından sonra Fezare vs. kabilesinin büyüklerinin halifenin yanına gönderilmesinden bu işi için daha layıktı. Yani Halid’in onu da diğerleri gibi halifenin yanına göndermesi gerekirdi. Diğer bir mesele de şu ki, Halid b. Velid’in Malik’in karısıyla yattığı ve onu yanında bulundurduğu kesindir. Halife (Ebu Bekir) ile olan mülakatından sonra da onu kendisiyle beraber Yemame’ye götürdü.”

Daha sonra Akkad şöyle yazıyor: Bu konu ispatlandıktan sonra şöyle söylememiz gerekir: Bitah vakıası Halid’in yaşam tarihinde karanlık bir sayfadır. Onun silinmesi ve onun hakkında söylenenlerin yazılmaması daha iyi olurdu...”[126]

Yazar: “Malik b. Nüveyre’nin öldürülmesinin vacip oluşu kesin ve kat’i değildi” cümlesi hakkında şöyle söylüyoruz: Malik’in öldürülmesinin haram oluşu oldukça açık ve kesindi. Onun öldürülmesi büyük günahlardan birisidir. Aynı zamanda kısası da gerektirmekteydi. Zira Bitah vakıasına insafla bakan, Ömer, Ebu Katade ve Medine halkının Halid’in bu iğrenç davranışına karşı itirazlarının sebebini anlayan bir şahıs, Malik’in Müslüman oluşu hakkında en küçük bir şüphenin bile olmadığını çok iyi bilmektedir. Malik’in hayatının son anlarında söylediği son söz ise “Ben Müslümanlığımda bakiyim” cümlesi idi.

Bunlara ek olarak Ömer ve Ebu Bekir’in onun Müslüman olarak dünyadan gittiğinde görüş birlikleri vardı. Zira Ömer Ebu Bekir’e şöyle dedi: “Halid zina yapmıştır; onu recm ettir.” Halife ise şöyle cevap verdi: “Ben onu recm ettirmem; zira içtihat yapmış ve hataya düşmüştür!”

Ömer: “O Müslüman bir adamı öldürmüştür. Malik’in kısası adıyla onu öldür!” dedi.

Ebu Bekir cevabında; “O mürtet bir adamı öldürmüştür” demedi; bilakis şöyle dedi: “Ben onu bu sebeple öldüremem; çünkü içtihat etmiş, hataya düşmüştür.”

Bu sözler bile Ebu Bekir’in Malik’in Müslüman olduğunu itiraf ettiğini göstermektedir. İşte bu yüzden Malik’in kan pahasını Müslümanların Beyt’ül-Malından ödedi. Aynı zamanda Malik’in akrabalarından esir olarak alınan kadın ve erkekleri serbest bıraktı. Halid gibi onlara esir muamelesi yapmadı!

Halid’in Malik’in karısı ile evliliği ve ona olan bağlılığı hakkında şöyle söylüyoruz: Eğer Halid’in Leyla ile cinsel ilişkide bulunması içtihat ve hata idiyse, daha sonraları, hele özellikle de halife ile mülakatından sonra onu yanından ayırmaması ve sürekli kendi yanında bulundurmasının ne anlamı vardı?

Onun ne gibi bir mazereti olabilir? Peki halife neden onu Yemame’ye götürmesine ve henüz idde halinde olmasına rağmen onunla zina yapmasına izin verdi?!!

“Silinmesi daha iyi olurdu” sözü hakkında ise şöyle söylüyoruz: Bize göre Halid’in hayatındaki bu karanlık sayfayı silmek halifenin göreviydi. Daha sonra sıra Halid’e gelmekteydi ki bu büyük ayıbı kendisinden uzaklaştırsın.

 

MALİK HAKKINDA SON SÖZ

 

Sözümüzü Malik’in Araplar arasında ve İslâm’daki yeri ve makamı açısından ve Bitah vakıasında onun ve kabilesinin başına gelenleri yazan şahsiyetlere değinerek sona erdiriyoruz.

Bu konuda sayın okuyucuların; Tarih-i Taberi, Cemheret’un-Neseb-i İbn-i Kelbi, Kamil-i İbn-i Esir, er-Ridde ve’l-Futuh-i Seyf b. Amr, el-Muveffakiyyat-i Zübeyr b. Bekkar, Ağani-yi Ebu’l-Ferec-i İsfahani, Delail-i Sabit b. Kasım, Nezhet’ul-Menazir-i İbn-i Şahne, Muhtasar-i Ebu’l-Fida, Şerh-i Nehc’ül-Belağa-i İbn-i Ebi’l-Hadid (1. cilt, Ömer hakkındaki bölüm) ve diğer sire, mu’cem ve şerh-i hal kitaplarına müracaat etmeleri yeterlidir.

Şimdi İbn-i Hallakan’ın, Vuseyme b. Musa b. Fırat el-Veşşa-i Farisî’nin hal tercümesinde, Vuseyme b. Vakidi adlı kitaptan naklen Vefayat’ul-A’yan adlı  tarihinde getirdiği şeyi naklediyoruz.

İbn-i Hallakan şöyle yazıyor: Malik b. Nüveyre büyük bir adamdı. Padişahlar sınıfından birisiydi. Arap arasında onun ismi örnek olarak verilir ve şöyle söylenirdi: “Delikanlıdır ama Malik gibi değil.”

Malik cesur, şair ve kendi kabilesi arasında saygın bir şahıstı. İleri görüşlü, kendisine tabi olanlar oldukça fazla ve gayretli birisiydi. Peygamber (s.a.a)’in huzuruna grup grup varan Arap kabileleri arasında o da Peygamber (s.a.a)’in huzuruna müşerref olarak İslâm’ı kabul etti. Resul-i Ekrem (s.a.a) de onu, kendi kabilesi arasında yıllık zekatı toplama görevine atadı...”

Olayı Malik’in Halid ile olan hadisesine kadar anlatarak şöyle yazıyor: İkisi arasında olan müzakere uzadı ve sonunda Halid: Ben seni öldüreceğim dedi. Malik cevaben: Ebu Bekir mi bu emri sana verdi? dedi. O anda huzurda bulunan Abdullah b. Ömer ve Ebu Katade Malik’in lehine konuştularsa da Halid onlara hiçbir itinada bulunmadı.

Malik şöyle dedi: Ey Halid! Bizi, suçu bizimkinden daha büyük olanlar gibi Ebu Bekir’in yanına gönder de onun kendisi bizim hakkımızda hükmetsin. Ama Halid cevaben: “Eğer seni öldürmezsem Allah beni bağışlamasın” dedi. Daha sonra Zırar b. Ezver, Malik’in boynunu vurmasını emretti.

Bu esnada Malik karısı Leyli’ye baktı ve Halid’e: “Ölümüme sebep olan budur” dedi. Bu kadın çok fazla güzeldi.

Halid cevaben: “Hayır! İslâm’dan dönmenle ölümüne sebep olan Allah’tır” dedi.

Malik: “Ben İslâm dini üzere bakiyim” dedi. Ama Halid: “Ey Zırar! Onun boynunu vur” dedi. Zırar da onun boynunu vurdu. Daha sonra Malik’in başını yemek kazanın altına bıraktılar!!

İbn-i Kelbi “Cemheret’un-Neseb” adlı kitapta şöyle yazıyor: Malik Bitah’da öldürüldü. Halid onun karısına sahiplenerek onunla zifaf odasına girdi. Bu konuda Ebu Zuheyr-i Sa’di şöyle diyor: “Hücuma uğrayana de ki...” Daha önceden naklettiğimiz şiiri aktarmaktadır. Daha sonra İbn-i Hallakan, Ömer’le Ebu Bekir arasında geçen sözleri şöyle nakleder:

Ömer Halid’e itiraz unvanında Ebu Bekir’e: “O zina yapmıştır; onu recm ettir.”

Ebu Bekir: “Onu recm ettirmem. Zira o içtihat etmiş hata yapmıştır!”

Ömer: “O Müslüman bir adamı öldürmüştür. Onu kısas yoluyla öldür.”

Ebu Bekir: “Onu kısas yoluyla öldüremem; zira içtihat etmiş ve hataya düşmüştür!!”

Ömer: “En azından onu ordu komutanlığından uzaklaştır!”

Ebu Bekir: “Allah’ın kafirlerin başı üzerinde keskinleştirdiği kılıcı kılıfına sokamam.”

İbn-i Hallakan olayı anlatmaya devam ederek şöyle yazıyor: Mütemmim b. Nüveyre gelerek Ebu Bekir’in önünde durup yayına yaslanarak şu şiiri okudu: “Ey Ezur’un oğlu! Rüzgar evlerin arkasından eserken, ne de iyi birisini öldürdün! Onu Allah’a davet ettikten sonra ona hıyanet mi yaptın? Eğer o senden ona sığınmanı isteseydi sana hıyanet yapmazdı!”

Bu halde Ebu Bekir’e işaret etmekteydi. Ebu Bekir de cevaben şöyle dedi: “Allah’a yemin olsun ki, ben onu davet etmedim ve ona hıyanette yapmadım.” Daha sonra Mütemmim şöyle ekledi: “Malik korkusuzca bir cesurdu. Zırhlı zırhsız savaşa giderdi. O, gecenin sessiz karanlığında zavallıların sığınağıydı. O hiçbir zaman gizlide kötü bir iş yapmazdı. Sima ve sıfatları çok iyiydi; namuslu biri idi.”

Daha sonra ağladı ve elini yayından çekerek yere yığıldı. İbn-i Hallakan sonra macerayı Vefayat’ul-A’yan kitabında sonuna kadar anlatmaktadır. Bu kitapta Malik’in cesareti ve kişiliği hakkında oldukça ilgi çekici konular mevcuttur. İstekliler bu kitaba müracaat edebilirler.

Tarihçiler, sire yazarları ve şerh-i hal yazarları arasında Malik b. Nüveyre macerasını açıklayan şahsiyetlerden birisi de meşhur İbn-i Hacer-i Askalani yani Ebu’l-Fazl Ahmed b. Ali’dir. O, “el-İsabe” adlı kitabının birinci kısmında şöyle yazmaktadır: Malik b. Nüveyre b. Hamza b. Şidad b. Abd b. Sa’lebe b. Yerbu-i Temimi-yi Yerbuî’nin künyesi, Ebu Hanzala; lakabı ise Ceful (gayretli) idi.

Merzbani ise şöyle söylemiştir: O, büyük bir şairdi. O, cahiliyet döneminde Beni Yerbu’nun dilaver ve büyüklerinden sayılan bir savaşçıydı. Peygamber (s.a.a) onu kendi kabilesi arasında yıllık zekatı toplamakla görevlendirdi. Peygamber (s.a.a)’in vefat haberi ona ulaşınca zekatı halifeye vermeyerek kendi kabilesi arasında dağıttı. Bu konuda şöyle söyledi: “Korkusuzca dedim ki, mallarınızı geri alın. Daha sonra gelecek gözlemciden korkmayın. Eğer işin başına korkutucu birisi gelip de dini ayakta tutarsa, ona itaat ederek; Din Muhammed’in dinidir deriz.”

Malik ve adamlarına sığınma hakkı verdikten sonra onları öldürdüler. Onu öldürdükten sonra beden ve kesilmiş başını musle yaptılar (burun, kulak vs. organlarını kestiler). Karısı tecavüze uğradı. Bütün bunların hepsinde ilahi hükümler tatil edildi. İlahi haramlar ayaklar altına alındı. Bütün bunların hepsinde tek bahaneleri “İçtihat etti ama hataya düştü” sözüydü. İnna lillah ve inna ileyhi raciun!

Yazar: İbn-i Hacer’in “Malik, zekatı halifeye vermedi” sözü, Malik’in sahip olduğu takva ve ihtiyatı göstermektedir. Zira o, şer’i olarak Peygamber (s.a.a)’in yerine geçecek olan ve ona itaat edilmesi gerekli birisinin iş başına geçmesine kadar sabretmeyi amaçlıyordu. Böylece zekatı ona verecekti. Zira okuduğu şiir de ona delalet etmektedir.

“Mevcut zekatı kabilesi arasında dağıttı” sözüne gelince; bilinmesi gerekir ki, onu kavimi arasındaki fakir-fukaraya verdi; zira onun kendisi bu zekatı kavminin zenginlerinden almıştı. Peygamber (s.a.a) tarafından da zekatı kullanma yetkisine sahipti. Onu topladığı zaman Peygamber (s.a.a) henüz hayattaydı. İşte bu yüzden Malik bu zekatı kullanabileceği kanaatindeydi. Böylece onu meşru bildiği yerde harcadı. Malik öksüz yetim ve kimsesiz kadınlara ilgi göstermekte oldukça meşhurdu. Nitekim onunla aynı asırda yaşayan şair şöyle demiştir: “Ondan sonra yetimlere, dul kadınlara ve fakir erkeklere kim bakacaktır.”

Malik’in birinci şiirden (korkusuzca mallarınızı geri alın dedim) kastı şudur: Onun kendi kabilesinden zekatı toplamakta ve kavminin fakirlerine dağıtmada hiçbir kötü niyeti yoktu. Bir gözlemci geldiği takdirde de korkulacak bir iş yapmamıştı.

İkinci şiirinin ikinci satırında İbn-i Hacer İbn-i Sa’d’dan Tabakat’ta Vakii’den naklen Malik’in hal tercümesinde İsabe’den ve onun haşiyesi olan İstiab’da “eta’na” (itaat ederiz) kelimesi gelmiştir.

Alem’ul-Huda Seyyid Murtaza da “eş-Şafi” adlı eserinde bu kelimeyle onu zikretmiştir ve Malik’ten daha başka beyitler de nakletmiştir. Bunları delil getirerek şöyle söylüyor: Peygamber (s.a.a)’in vefat haberi Malik’e ulaşınca, kendi kabilesi arasında zekat toplamaktan çekinerek şöyle dedi: “Sabredin bakalım Peygamber (s.a.a)’in yerine kim geçecek, bakalım ne olacak.”

Malik’in kendisi de şiirlerinde bu konuya değinmektedir. Ama üstat Heykel “es-Sıddık Ebu Bekir” kitabında ve üstat Akkad “Abkariyat-u Halid” adlı kitaplarda söz konusu “eta’na” (itaat ederiz) beytini “mena’na” (men ederiz-vermeyiz) lafzıyla nakletmişlerdir.

Zannediyorum ki bunlar da, söz konusu beyti Malik’i sevmeyip de Ebu Bekir’le Halid’i savunan kimselerden almışlardır! Her iki nakile göre de Malik’in İslam’dan döndüğünü gösteren hiçbir şey yoktur. Zira şiirde “eta’na” (itaat ederiz) kelimesi olursa, açıktır ki Malik şöyle demek istemiştir: “Eğer birisi hak üzere Peygamber (s.a.a)’in yerine geçerse ona itaat ederiz.” Eğer “mene’na” (men ederiz-vermeyiz) kelimesi olursa, şöyle söylemek istemiştir: “Eğer birisi haksız yere Peygamber (s.a.a)’in yerine geçip de bize emretmek isterse, ona mani oluruz.” Zira bu beytin sonunda şöyle söylemektedir: “Din Muhammed’in dinidir” deriz. Buna göre onlar yine Muhammed (s.a.a)’in dini üzerineydiler. Çünkü Peygamber (s.a.a) Malik’i, kendi kavminin zekatını toplamakla görevlendirmişti ve Malik öylece bu makamda bakiydi. Aynı zamanda Malik’in itaat edeceği Peygamber (s.a.a)’in hak halifesi de henüz belirlenmemişti.

Buna göre o, Peygamber (s.a.a)’in hak halifesinin iş başına geçmesini bekliyor ve ona itaat etmek istiyordu. İşte bu yüzden Halid’den, Ebu Bekir’le bu konuda konuşması için onun yanına göndermesini istedi. Ama Halid onun bu isteğini kabul etmeyerek öldürülmesini emretti.

 

(14) HADİS YAZIMININ YASAKLANMASI

 

Hakim-i Nişaburi kendi tarih kitabında zincirleme senetle Ebu Bekir’in şöyle dediğini nakleder: Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdu: “Kim benden bir ilim veya hadis yazarsa, o ilim veya hadis baki kaldığı müddetçe ona sevap yazılır.”

Hadisçiler Ebu Bekir vasıtasıyla Peygamber (s.a.a)’den 142 hadis nakletmişlerdir. Siyuti “Tarih’ul-Hulefa” adlı eserinde Ebu Bekir’in biyografisinde özel bir bölümde hadisi 89. hadis olarak nakletmiştir.

Yukarıdaki hadisin içeriği Hz. Ali (a.s)’den Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Mes’ud, Ebu Said-i Hudri, Ebu Derda, Enes b. Malik, Muaz b. Cebel ve Ebu Hureyre’den değişik yollarla nakledilen hadislerle teyit edilmiştir. Hadis şudur: “Kim ümmetime 40 hadis öğretirse (veya onlar için saklarsa), Allah (c.c) onu kıyamet günü alimler ve fakihler zümresinde haşr eder.”

Bir rivayette şöyle nakledilir: “Allah onu büyük bir fakih olarak haşr eder.” Ebu Derda’nın rivayetinde ise şöyledir: “Ben kıyamet günü onun şahidi ve şefaatçisi olacağım.” İbn-i Mes’ud’un rivayetinde ise “Ona, cennetin hangi kapısından isterseniz girin” söylenir.

Abdullah b. Ömer’in rivayetinde ise şöyle nakledilir:

“İsmi alimlerin sayfasına yazılır ve şehitlerin sırasında haşr olur.”

Buna rağmen Ebu Bekir ve Ömer’in hilafet döneminde Peygamber (s.a.a)’in hadisleri toplanmadı. Ebu Bekir kendi hilafeti döneminde Peygamber (s.a.a)’in beş yüz hadisini toplamalarını emretti. Bir gece oldukça rahatsızlandı. Aişe şöyle diyor: Babamın bu şekilde olması beni çok endişelendirdi. O gecenin sabahı bana şöyle dedi: “Kızım! Yanında olan hadisleri bana getir!” Hadisleri onun yanına götürdüğüm zaman onların hepsini yaktı!”

Bu rivayeti İmaduddin İbn-i Kesir “Müsned-i Sadık”da Hakimi Nişaburi’den nakleder. Ebu Ümeyye Ahvas b. Müfezzel Gülabi de bu hadisi Kenz’ul-Ummal, c. 5, s. 237’de 4845. hadis olarak nakleder.

Zohri, Urve b. Mes’ud’dan şöyle nakleder: Ömer Peygamber (s.a.a)’in hadislerini toplamak istediği zaman ashapla istişare etti. Onlar da bu işi yapmasını tavsiye ettiler. Ömer bu konu hakkında bir ay düşündü. Daha sonra bir gün şöyle dedi: “Ben hadisleri toplamak istedim. Ama daha sonra sizden önce yazdıkları kitaba gösterdikleri ilgi yüzünden Allah’ın kitabını unutan bir kavmi hatırladım. Allah’a and olsun ki, Allah’ın kitabını hiçbir şeye karıştırmayacağım.” Bu rivayet de Kenz’ul-Ummal, c. 5, s. 239’da 4860. hadis olarak nakledilmiştir.

İbn-i Abdülbirr “Cami’ul-Beyan’il-İlm ve Fazlihi” adlı kitapta bu hadisi nakletmiştir. Bu kitabın özetinin 33. sayfasına müracaat edebilirsiniz.

Ebu Veheb’in de şöyle dediği nakledilir: İbn-i Mes’ud’un şöyle dediğini duydum: Ömer b. Hattab Peygamber (s.a.a)’in hadislerinin yazılması için emir vermek istedi. Ama daha sonra şöyle dedi: “Hayır! Allah’ın kitabıyla beraber başka bir kitap daha olmayacaktır.” Bu hadis Kenz’ul-Ummal, s. 239’da 4861. hadis olarak nakledilmiştir. İbn-i Abdülbirr de bu hadisi “Cami’ul-Beyan’il İlmi ve Fazlihi” adlı kitabının 32. sayfasında nakletmiştir.

Yine Yahya b. Ca’de şöyle nakleder: Ömer Peygamber (s.a.a)’in “sünnetini” yazmak istedi. Ama daha sonra onun yazılmaması gerektiğini anladı. Daha sonra İslam beldelerine şöyle bir yazı gönderdi: “Yanında yazılı bir hadis olan, onu imha etmelidir.”

Bu hadis de “Cami’ul-Beyan’il-İlm” adlı kitapta nakledilmiştir. İbn-i Hüseyme bu hadisi nakletmiştir. Kenz’ul-Ummal’da da 4862. hadis olarak nakledilir.

Kasım b. Muhammed b. Ebu Bekir’den şöyle dediği nakledilir: Ömer b. Hattab’ın zamanında hadisler oldukça arttı. Ömer de bu hadislerin tümünü kendisine getirmelerini emretti. Hadisler getirilince hepsinin yakılmasını emretti.

Muhammed b. Sa’d Tabakat adlı eserinde c. 5, s. 140’da Muhammed b. Ebu Bekir’in biyografisinde bu hadisi nakletmiştir.

Abdullah b. Ömer şöyle rivayet eder: Ömer, tarihi yazdırmak için emir vermek istediğinde bir ay boyunca Allah’tan yardım istedi. Daha sonra iyice kararını aldı. Ama sonraları şöyle dedi: “Ben sizden önce yaşayan ve yazdıkları kitaplara gösterdikleri ilgiden dolayı Allah’ın kitabını terk eden ümmeti hatırladım.”

Bu hadisi İbn-i Teymiye Selefi “et-Tuyuriyat” adlı kitapta sahih senetlerle nakletmiştir. Siyuti de Tarih’ul-Hulefa adlı kitabında bu hadisi nakletmiştir.

Ömer’in hilafeti döneminde dostlarından birisi gelerek ona şöyle dedi: Ey Emir’el-Müminin! Biz Medain’i (Sasanilerin başkenti) fethettiğimizde İranlıların ilimlerini ve hikmetli sözlerini içeren kitaplara rastladık.” Ömer kendine mahsus kırbacını getirmelerini emretti. Daha sonra kırbaçla bu kitaplara o kadar vurdu ki parça parça oldular. Daha sonra Yusuf suresinin başlarındaki şu ayeti okudu: “Nuhnu nequssu aleyke ehsen’el-qasas”[127] Sonra da vay olsun sana! Allah’ın kitabından daha güzel kitap da mı vardır...?! dedi.

Bu hadisi sünen ashabı nakletmiştir. İbn-i Ebi’l-Hadid, Şerh-i Nehc’ül-Belağa, c. 3, s. 122’de Ömer’in hal ve hareketlerini yazarken bu hadisi nakletmiştir.

Burada İslam ümmetinin maslahatı Halifenin bu kitapları incelemeleri için emir vermesini gerektirmekteydi. Aynı zamanda tıp, matematik, fizyoloji, coğrafya, geçmiş ümmetlerin tarihi ve İslam açısından mubah ve faydalı ilimleri korumaları gerekirdi. Onların tümünün yakılmasının ne anlamı vardı! İslam yakılan bu kitaplardan nasıl bir kâr elde edebilirdi?!

Emir’ul-Müminin Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır: “İlim müminin yitik malıdır; onu nerede bulursanız alın; müşriklerin elinde olsa bile.”

Yine şöyle buyurmaktadır: “Hikmet müminin yitik malıdır; onu bekçilerin elinde olsa bile almak gerekir.”

Bu iki hadisi İbn-i Abdülbirr “Cami’ul-Beyan’il-İlm” adlı kitabında Hz. Ali (a.s)’dan nakleder.[128]

Ömer’in ilim ve hadislerin yazılmasına mani olduğu konusunu belirten rivayetler mütevatirdir. Şia ve Sünni bunu değişik yollarla nakletmişlerdir. Hatta Ömer işi öyle bir hadde ulaştırdı ki, Peygamber (s.a.a)’in hadislerini yazmaları hususunda ashabı şiddetle sakındırdı. Hatta ashabın ileri gelenlerini, hadisleri başka şehirlerde yaymamaları için Medine’de zorunlu ikamete zorladı.

Abdurrahman b. Avf şöyle diyor: Allah’a and olsun ki Ömer ölmeden önce Abdullah b. Huzeyfe, Ebu Derda, Ebuzer, Ukbe b. Amir gibi Peygamber (s.a.a)’in ashabını toplayarak onlara: “Neden Peygamber (s.a.a)’in hadislerini her tarafa yaydınız?” dedi. Onlar cevap olarak şöyle dediler: “Bizi bu işten men mi ediyorsun?”

Ömer: “Hayır! Ama benim yanımda kalacaksınız. Allah’a and olsun ki ben hayatta olduğum müddetçe yanımdan ayrılmaya hakkınız yoktur...!”

Bu hadisi Muhammed b. İshak nakletmiştir. Kenz’ul-Ummal, c. 5, s. 339’da 4865. hadis olarak da gelmiştir.

Bu yoldan kaynaklanan bozukluğun telafisi mümkün değildir. Keşke birinci ve ikinci halife sabahtan akşama kadar Allah’ı zikreden Hz. Ali ve Peygamber (s.a.a)’in seçkin Ehl-i Beyti ile bir araya gelseydi. Keşke Ehl-i Beyt’ten, Peygamber (s.a.a)’in hadis ve sünnetini bir kitap halinde toplamalarını isteselerdi. Böylece sonra gelenler yani tabiin, tabiinden sonra gelenler ve daha sonraki nesiller aynen Kur’ân gibi onu miras alsalardı. Zira Peygamber (s.a.a)’in sünnetinde Kur’ân’ın müteşabih ayetlerini açıklayan sözler vardı. Bu sözler bu müteşabihlerin genelliğini özelleştirmekte, mutlak ve kayıtsız olanları ise kayıtlı ve şartlı yapmaktaydı. Böylece akıl sahipleri Allah’ın kitabını anlayabilecekti. Çünkü Peygamber (s.a.a)’in sünnetinin korunmasıyla Allah’ın kitabı korunmuş olacak, onun ortadan kalmasıyla da Kur’ân hükümlerinin bir çoğu ortadan kalkmış olacaktı.

Böylece artık sünnetin korunması ilk iki halifenin inayet ve onların içtihat güçlerine bırakılmayacaktı. Eğer onlar bu işi yapsalardı (Hz. Ali ve Beni Haşim’den yardım isteselerdi), ümmet ve sünnet, Peygamber (s.a.a)’e isnat edilen yalan ve gerçeği olmayan şeylerden korunmuş olacaktı. Zira eğer ilk asırda Peygamber (s.a.a)’in sünneti bir kitapta yazılmış olsaydı, Müslümanlar onu mukaddes sayarlardı. Böylece hadis uydurma kapısı tüm yalancıların yüzüne kapatılmış olurdu. Ama ilk iki halife bu fırsatı kaçırdığı için Peygamber (s.a.a) adına yalan söyleyenler çoğaldı. Siyaset, hadisleri evirip çevirmeye başladı. Uydurukçular takımı Peygamber (s.a.a)’in sünnetini kendi heva ve heveslerinin oyuncağı haline getirdi. Bu iş özellikle de Muaviye’nin döneminde en şiddetli halini aldı. Bu uydurukçuların işleri revaç bulmaya ve batılları pazarı ateşli bir şekilde çalışmaya başladı.

İlk iki halife Peygamber (s.a.a)’in sünnetini, yukarıda değindiğimiz şekilde bir araya toplama gücüne sahiptiler. Böylece Müslümanlar bu yalancıların ve profesyonel hadis üreticilerinin şerrinden korunmuş olacaklardı.

Sayın okuyucuların da tahmin edebileceği gibi ilk günlerdeki sahabeler, Peygamber (s.a.a)’in sünnetinin yazılması gerektiğini bizden daha iyi anlamışlardı. Ama yıllardan beri göz diktikleri ve ona ulaşmak için her şeyi göz önüne aldıkları bir takım dünya menfaatlerinden dolayı bu işi yapmadılar. Bu düşünceleri, Peygamber (s.a.a)’in toplanacak olan açık nasları ve sayısızca hadisleri ile uyum sağlamıyordu. Zira o zaman hiç kimse bu hadislerin Peygamber (s.a.a)’den nakledildiğinde şüphe etmeye ve onun anlamlarını değiştirmeye cesaret edemeyecekti. Biz de işte buradan bu konuyu ele alarak kitabı tedvin etmeyi düşündük. Feinne lillah ve inna ileyhi raciun.

Peygamber (s.a.a) şahsen Kur’ân’ı, sünneti ve peygamberlerin mirasını kendi vasisi olan Hz. Ali b. Ebi Talib’e emanet etti. Böylece onları batılın kendisine yol bulması mümkün olmayan bir İmamda topladı; ve bu emanetleri kendisinden sonra gelecek imamlara bırakması için Hz. Ali’ye vasiyette bulundu. Bu İmamlar, Peygamber (s.a.a)’in iki ağır emanetinden birisi ve Kevser havuzunda Peygamber (s.a.a)’e gelinceye dek Kur’ân’dan ayrılmayan Ehl-i Beyt İmamlarıdır.

Sahih bir hadiste Peygamber (s.a.a)’den şöyle nakledilir: “Ali Kur’ân iledir; Kur’ân da Ali iledir. Bu ikisi Kevser havuzunda bana gelinceye dek birbirinden ayrılmazlar.”

Bu hadisi Hakim Nişaburi[129] sahih senetlerle Ümmü Seleme’den nakleder. Daha sonra Hakim şöyle diyor: “Bu hadis sahih senetlere sahiptir. Ama Buhari ve Müslim nakletmemişlerdir!!!” Zehebi de “et-Telhis” adlı kitabında hadisin sahih olduğunu itiraf ettikten sonra onu nakletmiştir.

Burada saygı değer okuyucuların dikkatini, Hz. Ali ile Kur’ân arasında olan bu “birliktelik ve beraberlik” konusuna çekmemiz çok uygun olur:

1- Bu “birliktelik ve beraberlik” her an ve lahzada devam etmektedir. Zira Kevser havuzunun başında Peygamber (s.a.a)’e ulaşıncaya dek birbirlerinden ayrılmazlar.

2- İkisi arasındaki ayrılığın reddedilmesi, ebediyete dek nefyetme anlamı veren “len” kelimesiyle gerçekleşmiştir; “la” veya diğer nefy edatları ile değil...

 

(15) MÜŞRİKLERİN EBU BEKİR VE ÖMER TARAFINDAN TASDİK EDİLMESİ

 

Ebu Bekir ve Ömer’in açık nass karşısında yaptıkları içtihattan birisi de, bir grup müşrikin meydana gelen bir olaydan ötürü Peygamber (s.a.a)’in huzuruna vardıkları zaman yaptıkları içtihattır. Peygamber (s.a.a) o müşrikleri Ebu Bekir’le Ömer’in yanına gönderdi. Onlar mazeret isteyeceklerine (onları reddedeceklerine), müşriklere aracı ve şefaatçi olmaya çalıştılar.

Mevzu şudur: Müşriklerden birkaç kişi Peygamber (s.a.a)’in huzuruna gelerek şöyle dediler: Ey Muhammed! Biz sizin komşularınızdan ve antlaşma yaptığınız kimselerdeniz. “Kölelerimizden birkaçı, senin dinini kabul ettiklerinden veya ilahi hükümleri öğrenmekten dolayı değil sadece işten kaçmak için sana sığınmışlardır. Bu yüzden onları geri çevirmeniz için yanınıza geldik.” Peygamber (s.a.a), kendisine sığınan müşrikleri dinlerinden çıkarırlar diye onların isteğini kabul etmedi.

Buna rağmen onların bu istediğini kendisi şahsen reddetmek istemedi. Bundan dolayı Ebu Bekir’e hitaben şöyle buyurdu:

“Ey Ebu Bekir! Sen ne dersin?” Peygamber (s.a.a) Ebu Bekir’in müşriklerin bu isteğini reddedeceğini bekliyordu. Ama Ebu Bekir şöyle dedi:

“Ya Resulellah! Onlar doğru söylüyorlar!” Peygamber (s.a.a) oldukça sinirlendi. Zira onun cevabı Allah ve Resulünün isteği ile çelişmekteydi.

Daha sonra onların isteğini reddedeceğini beklediği Ömer’e: “Ey Ömer! Senin görüşün nedir?” diye sordu. Ömer de: “Ya Resulellah! Onalar doğru söylüyorlar! Bunlar bizim komşularınız ve antlaşma yaptığınız kimselerdir!” dedi. Peygamber (s.a.a)’in bu sözü duymakla yüzünün rengi değişti.

Ahmed b. Hanbel bu hadisi, Hz. Ali (a.s)’dan “Müsned” adlı kitabının c. 1, s. 155’inde nakletmiştir. Nesai de “el-Hasais’ul-Aleviye” adlı kitabının 11. sayfasında bu hadisi nakletmiştir. Bu hadisin devamı Nesai’nin kitabında şöyledir: “Burada Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey Kureyş topluluğu! Allah’a yeminler olsun ki, Allah aranızdan birini seçecek ve o da Allah’ın dinin ilerlemesi için sizinle savaşacaktır.”

Ebu Bekir: “Ya Resulellah! O adam ben miyim?”

Resulullah (s.a.a): “Hayır!”

Ömer: “Ya Resulellah! O adam ben miyim?”

Resulullah (s.a.a): “Hayır! O, ayakkabıyı tamir edendir.”

O esnada Hz. Ali (a.s) Hz. Peygamber (s.a.a)’in vermiş olduğu ayakkabıyı tamir etmekle meşguldü.”


 

 

[1] - Tekvir / 19-22.

[2] - Necm / 4-5.

[3] - Kaf / 37.

[4] - Sekaleyn hadisine işaret edilmektedir. Bkz. Sahih-i Müslim, Tirmizi, Nesai, Müsned-i Ahmed b. Hanbel ve...

[5] - Bkz. Müstedrek-i Hakim, c. 3, s. 149.

[6] - Bkz. Müstedrek-i Hakim, c. 3, s. 151 Ebuzer’den.

[7] - Taberani Evset adlı kitabında Ebu Said-i Hudri’den.

[8] - El-Müracaat’tan 13. Mektuba kadar olan bölüm.

[9] - Tevbe / 128.

[10] - Bkz. el-Müracaat, Mektup: 82 ve 84. Yine Bkz. el-Fusul’ul-Mühimme, Fasıl: 8.

[11] - Es-Sakıfe’den naklen Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid el-Mu’tezili, c. 2, s. 19.

[12] - Bkz. Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 2, s. 19.

[13] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 2, s. 2.

[14] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, c. 2.

[15] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, c. 2, s. 2.

[16] - Nehc’ül-Belağa Feyz’ul-İslam; H: 3 s. 47.

[17] - Kur’ân’da bulunan iki ayete işaret edilmektedir. Bakara /58; A’raf /161.

[18] - Bu bölümü el-Müracaat’ın 8. Mektup ile 14. Mektuplarında bulabilirsiniz.

[19] - İbn-i Ebi’l-Hadid bu ağıtı her iki sahabeden de nakletmiştir. c. 3, s. 607, Şerh-i Nehc’ül-Belağa.

[20] - Übna, şimdiki Suriye’de bir yerin ismidir.

[21] - Bu konu Halebi ve Dehlani’nin Sire kitaplarında ve Taberi 13. Yıl olayları başlığında kendi Tarih kitabında ve diğer tarihçiler tarafından nakledilmiştir.

[22] - Muhammed b. Abdülkerim Şafii el-ari, Ehl-i Sünnet alimlerinin büyüklerindendir. Aynı zamanda meşhur “Milel ve'n- Nihel” kitabının yazarıdır. Hicretin 548. Yılında vefat etmiştir. (M.)

[23] - el-Milel ve’n-Nihel, c. 1, s. 23, b. Dar’ul-Ma’rife, Beyrut.

[24] - Nisa / 65.

[25] - Haşr / 7.

[26] - Ahzab / 36.

[27] - Ümmü Eymen, Üsame’nin annesinin ismidir.

[28] - Muellefet-u Gulubihim: Zekat vermek suretiyle kalpleri ve gönülleri İslam’a ısındırılacak gayri Müslimler. (M.)

[29] - Tevbe / 60.

[30] - Bu olayın aynısı el-Cevheret’ün-Neyyire, c. 1, s. 164’de nakledilmiştir.

[31] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 3, s. 108.

[32] - el-İsabe, Şerh-i hal-i Uyeyne.

[33] - Allame Şeyh Muhammed Devalibi ismiyle meşhurdur. Usul-u fıkıh ve Rum hukuku uzmanıdır. Suriye hukuk Üniversitesinde hocalık yapmaktadır.

[34] - Tevbe / 60.

[35] - Devalibi, Usul’ul-Fıkıh, s. 204.

[36] - a.g.e. s. 206.

[37] - a.g.e. s. 207.

[38] - Bkz. Tefsir-u Ebu’s-Suud s. 150, Tefsir-u Fahri Razi 5. Cilt haşiyesi, el-Fıkıh-u alel-Mezahib’il-Erbaa, Mısır baskısı.

[39] - Usul-u Fıkh, s. 207 ve s. 209’un baş tarafı.

[40] - Enfal / 41.

[41] - Sahih-i Buhari, c. 1, s. 21, Kitab’ul-İman; Sahih-i Muslim, c. 1, s. 48, Kitab’ul-İman (iki sahih arasındaki az bir farkla).

[42] - Sahih-i Buhari, c. 3, s. 36 “Hayber Gazvesi” Sahih-i Muslim, c. 2, s. 72. Sahih-i Muslim ve Buhari’de birçok yerlerde bu konudan bahsedilmiştir.

[43] - Bkz. el-Cihad ve’s-Seyr, c. 2, s. 105.

[44] - Müsned-i Ahmed b. Hanbel-c. 1, s. 294.

[45] - Biz Şia taifesinin, humus ve diğer meseleler hakkındaki görüşleri, Peygamber (s.a.a)’in hanedanından olan on iki İmam’ın görüşlerine tabidir.

[46] - Nisa / 7.

[47] - Nisa / 11.

[48] - Bakara / 183.

[49] - Bakara / 184.

[50] - Bakara / 173.

[51] - Enfal / 75.

[52] - Meryem / 3 - 6.

[53] - Meryem / 6.

[54] - Nisa / 5.

[55] - Bkz. Şerh-i Sahih-i Buhari, İbn-i Hacer, c. 8, s. 157 ve Şerh-i Kirmani.

[56] - Sahih-i Buhari, c. 3, s. 37 (Hayber Gazvesinde) Sahih-i Müslim, c. 2, s. 72 (Kitab’ul-Cihad ve’s-Seyr) Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 6.

[57] - Ebu Abdullah Muhammed b. İmran Merzbani el-Horasani, edebiyat ve tarih üstadıdır. Beyan ilmini yazan ilk şahıstır. (M.)

[58] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 4, s. 93.

[59] - a.g.e. c. 4, s. 94.

[60] - Nahl / 16.

[61] - Meryem / 5-6.

[62] - Enfal / 75.

[63] - Nisa / 11.

[64] - Bakara / 180.

[65] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 4, s. 87.

[66] - a.g.e. s. 82.

[67] - Bkz. Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 10.

[68] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 4, s. 80-87.

[69] - Bir defasında Resul-ü Ekrem (s.a.a) değerli kızına hitaben “Babası, ona feda olsun” demiştir. Resulullah bu kelimeyi üç kez peş peşe tekrarlamıştır. Bu rivayeti Ahmed b. Hanbel-ve İbn-i Hacer Heysemi nakletmişlerdir. Savaik’ul-Muhrika, s. 159.

[70] - Şuara / 214.

[71] - Bu cümle musibet anlarında söylenir. (M.)

[72] - “Fedek” yaklaşık olarak Medine’ye 97 km. uzaklıktaki bir köy idi. Buranın yıllık gelirini 24000 ile 70000 dinar olarak tahmin etmişlerdir. İbn-i Şehraşub “Menakıb” adlı kitabında şöyle yazıyor:

Peygamber (s.a.a) orayı Hz. Fatıma (a.s)’ya bağışladı. Bir defasında oranın tüm gelirini toplayarak kızı için gönderdi. Daha sonra ashabını kendi evinde toplayarak şöyle buyurdu: “Bu mallar Fatıma’ya aittir, Fatıma onlardan ihtiyacı miktarınca alacaktır.” Hz. Fatıma şöyle dedi: “Babacığım! Sen hayatta olduğun müddetçe ben ondan kullanmak istemiyorum.” Ama Hz. Peygamber (s.a.a)’in vefatından kısa bir müddet önce Fedek’i resmen Fatıma’ya devretti.” (M.)

[73] - Bazıları tüm arazilerini Peygamber (s.a.a)’e bağışladıklarını söylemişlerdir.

[74] - İsra / 26.

[75] - Tefsir-u Mefatih’ul-Gayb, c. 8, s. 125. Haşr suresi “Fey’” ayeti.

[76] - Ey Ebu Bekir! Gerçekten Peygamber (s.a.a)’in kızının doğru sözlülüğünde mi şüphe ettin?! Ümmü Eymen ve Hz. Ali (a.s)‘ın şahitliğinden sonra yine şüphen mi vardı? Sen onların hepsini yalan şahitlik yapabilecek kimseler olarak mı biliyordun yoksa hepsinin yanlış yapacaklarını mı düşündün? Hayır Allah’a and olsun ki böyle değil tam tersine “Bilakis nefisleriniz size (kötü) bir işi güzel-gösterdi. Artık (bana düşen) hakkıyla sabretmektir. Anlattığınız karşısında (bana) yardım edecek olan, ancak Allah’tır.” Yusuf / 18.

[77] - Hz. Fatıma’nın Ümmü Eymen ile beraber getirdiği şahidin biri de Hz. Ali (a.s)’dır. Bu konuyu herkes bilmektedir. Ama Fahri Razi, Hz. Ali’nin şahitliğini reddetmemek için Hz. Ali ve Ebu Bekir’e olan ihtiramından dolayı bu konuyu kinayeli bir şekilde belirterek Hz. Ali’ye Peygamber (s.a.a)’in hizmetçisi adını vermiştir!!!

[78] - Nehc’ül-Belağa, Feyz’ul-İslam, Mektup: 45, s. 967.

[79] - es-Savaik’ul-Muhrika, s. 37.

[80] - Zübeyr b. Avam, Ebu Bekir’in damadı, Abdullah b. Zübeyr’in annesi olan kızı Esma’nın kocasıdır.

[81] - Ebu Bekir’in kızı Aişe, Peygamber (s.a.a)’in özel odasını babasına mahsus kıldı. O öldükten sonra Peygamber (s.a.a)’in yanında toprağa verildi. Onun yerine geçen Ömer de Aişe’nin izni ile Ebu Bekir’in yanında defnedildi. Ama Resulullah’ın torunu İmam Hasan (a.s) şehit olunca Beni Haşim onu Peygamber (s.a.a)’in yanında defnetmek istediklerinde Aişe ve Beni Ümeyye el-ele vererek buna mani oldular. Öyle bir ortam meydana geldi ki açıklamak bile istemiyorum, sizler de sormayın. İnna lillah ve inna ileyhi raciun!

[82] - Ebu Rayye’nin makalesi, Mısır’da “er-Risale” adlı dergide yayınlanmıştır. Bkz. er-Risale, 11. Yıl, Sayı: 518 s. 457.

[83] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 4, s. 106.

[84] - Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 293.

[85] - Sahih-i Buhari, c. 4, İstizan kitabının son sayfası.

[86] - Âl-i İmran / 61.

[87] - Bu hadisi, tefsirciler, muhaddisler, sire yazarlar ve hicretin 10. Yılı olaylarını yazanlar (Mübahele olayı hicretin 10. Yılında gerçekleşmiştir) nakletmişlerdir. Fahri Razi bu hadisi naklettikten sonra kendi tefsirinde şöyle yazıyor: Bu hadis, müfessirler ve muhaddisler arasında sıhhat açısından herkesin ittifak ettiği bir hadistir.

Ben diyorum ki, Ebu Bekir nasıl bu çehrelere itina göstermedi, Hz. Fatıma’nın Fedek hakkındaki iddiasını reddetti ve şahitlerinin şahitliklerini kabul etmedi?!

[88] - Ahzab / 33.

[89] - İnsan / 5 - 8 - 9.

[90] - Müstedrek-i Hakim, c. 3, s. 124.

[91] - Es-Savaik’ul-Muhrika, 2. Fasıl, 9. bab, s. 75.

[92] - Buna rağmen Ebu Bekir ele geçirdiği hükümetin temellerini sağlamlaştırmak için önce Peygamber (s.a.a)’in yadigarı olan Hz. Fatıma (a.s)’ın davasını reddetti. Daha sonra ise Hz. Ali ve Ümmü Eymen’in tüm üstünlük ve faziletlerine rağmen şahitliklerini kabul etmedi. (M.)

[93] - Müsned-i Ahmed, c. 2, s. 442.

[94] - el-Kavl’ul-Fasl, c. 2, s. 7.

[95] - Yazarın kastı şudur: Onları helal zade ve anne-baba tarafından kötü sabıkası olmayanlar sever. Buna göre onların dostları helalzade, düşmanları ise haramzade ve zina çocuklarıdır. (M.)

[96] - Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 101.

[97] - Peygamber (s.a.a)’in bu haricinin öldürülmesi konusunda ısrar etmesinin sebebini 11. başlıkta okuyunuz.

[98] - Hucurat / 9.

[99] - Maide / 33.

[100] - İki evli erkek veya kadının zina yapmasına Muhsine zinası denir. Eğer şeriat mahkemesinde zina yaptıkları ispatlanırsa, her ikisinin de taşlanarak öldürülmesi gerekir. Evli olmadıkları takdirde zina yapmış olurlarsa, her ikisine yüz kırbaç vurulmalıdır. (M.)

[101] - Yenabi’ul-Mevedde, s. 252; İhkak’ul-Hak, Tusteri, c. 7, s. 222; el-Gadir, Emini, c. 4, s. 322.

[102] - Sahih-i Müslim, c. 1, s. 393, Ebu Said-i Hudri’den naklen.

[103] - a.g.e. c. 1, s. 394, iki yolla Ebu Said-i Hudri’den naklen.

[104] - a.g.e. c. 1, s. 396, Hz. Ali (a.s)’dan naklen.

[105] - a.g.e. c. 1, s. 398.

[106] - a.g.e. c. 1, s. 395.

[107] - Keşke Resulullah ilk defasında onu öldürmeleri emrini verdiğinde Ömer, o zaman onun başını vursaydı!

[108] - Sahih-i Buhari, c. 2, s. 184, Sahih-i Müslim, c. 1, s. 393, Müsned-i Ahmed, c. 3, s. 56.

[109] - Sahih-i Müslim, c. 2, s. 324 (Fezail-i Ali Babı).

[110] - Hurka; Umman bölgesinde bir yer ismidir. (M.)

[111] - Müsned-i Ahmed, c. 3, s. 4.

[112] - Musle; Öldürülen şahısın bedenindeki el, ayak, burun, kulak vb. organları kesmektir. Musle, İslâm geldikten sonra haram kılınmıştır. Resulullah (s.a.a), kuduz bir köpeği bile musle yapmaktan men etmiştir. (M.)

[113] - Suriye şehirlerinden bir şehrin ismi.

[114] - Muhammed Hasaneyn Heykel, “es-Sıddık Ebu Bekir” kitabının 144. sayfasında bu sözleri açıkça beyan etmiştir. Abbas Mahmut Akkad da “Abkariyat-u Halid” adlı kitabında Malik’in zekat vermekten çekinmesinin, düşmanlık ve savaş çıkarmaktan dolayı olmadığını yazmakta ve onun şiirlerini yanlış olarak mana etmektedir.

[115] - Es-Sıddık Ebu Bekir, M. Hasaneyn Heykel, s. 144.

[116] - a.g.e. s. 143 ve sonrası.

[117] - a.g.e. s. 267.

[118] - “Biz O’ndanız ve O’na döneceğiz.” Bu ayeti musibet vakti söylerler. (M.)

[119] - İbn-i Hallakan’ın “Vefayat’ul-A’yan” adlı kitabında Vesime b. Fırat’ın hal tercümesinde yazdığına göre, Malik’in kesilmiş kafasını kazanın yemek pişirilmek  için altına bırakılan üç taşını kamil etmek amacıyla altına bıraktı.

[120] - Gerçekten Halid’i öyle mi gösteriyordu? Yoksa Halid’in kendisi gerçekten böyle bir şahıs mıydı? Genellikle böylesine iğrenç davranışlar yapmıyor muydu? Hz. Ali (a.s) ne kadar da güzel-söylemiştir: “Bir şeyi sevmek insanı kör ve sağır yapar...” (M.)

[121] - Maide / 32.

[122] - Nisa / 93.

[123] - Furkan / 68.

[124] - Es-Sıddık Ebu Bekir, M. Hasaneyn Heykel, s. 152.

[125] - Furkan / 70.

[126] - Abkariyat-u Halid, s. 134.

[127] - “Ey Muhammed! Biz, sana bu Kur’an’ı vahyetmekle en güzel kıssaları gerçek bir kıssa olarak aktarmaktayız.” (Yusuf / 3)

[128] - Müstedrek-i Cami-u Beyan’il-İlm ve Fazlih, s. 51.

[129] - Müstedrek, c. 3, s. 124.

 

B- ÇEŞİTLİ YÖNLERİYLE EBU BEKİR

GİRİŞ

 

        Daha önce de belirttiğimiz gibi, Ehl-i Sünnet; Resulullah'ın (s.a.a.) ashabından hiçbirinin eleştirilmesine izin vermemekte ve ashabın hepsinin adil olduğuna inanmaktadır. Eğer özgür bir düşünür, bazı sahabileri eleştirirse, hemen ona saldırır ve hatta onu tekfır bile ederler. Nitekim, Azvau Ale's-Sünnet'il-Muhammediyye ve Şeyh'ul-Muzayra adlı kitapların yazarı Şeyh Mahmud Ebu Reyye, Niçin Ehl-i Beyt Mezhebini Seçtim adlı kitabın yazarı Şeyh Muhammed Emin Antaki ve Muaviye'yi Sevenlere Nasihat adlı kitabın yazarı Seyyid Muhammed bin Akil gibi Mısırlı ve Mısırlı olmayan bazı alimler bu saldırılara maruz kalmışlar ve "Caferi mezhebine göre amel edilebilir" diye fetva veren el-Ezher Üniveristesi'nin müdürü Şeyh Mahmud Şeltut, bazı Mısırlı yazarlarca tekfır edilmiştir.

        Kurucusu diğer mezhep İmamlarının hocası olan Caferi mezhebine de uyulabileceğini söylediği için el-Ezher'in müdürü tekfır edildiğine göre, araştırarak Caferi mezhebini seçen biri hakkında ne hüküm verileceğini tahmin etmek güç olmasa gerek! Ehl-i Sünnet, bir kere onu kesinlikle dinden çıkmış kabul ederler. Çünkü onlara göre; İslam, sadece dört mezhepte özetlenir ve dört mezhep dışındakiler batıldır.



242 /

        Bu donuk ve fosilleşmiş akıllar, Kur'an ayetlerinde anlatılan, Resulullah'ın (s.a.a.) Tevhid çağrısına karşı çıkan akıllara ne kadar da benzemektedir! "İçlerinden birinin korkutucu olarak gelmesine şaşırdılar. Kafirler dediler ki: 'Bu yalancı ve sihirbazdır. Bütün ilahları bir ilah mı etmiş?! Doğrusu, bu şaşılacak bir şeydir."1

        Bu yüzden, kendilerini başkalarının vekilleri olarak gören inatçı donuk kafaların şiddetli saldırılarına uğrayacağımı çok iyi biliyorum. Çünkü onlar, hiçbir kimsenin, içinde bulundukları vaziyetten -İslam'la ilgisi olamasa dahi- çıkmasına razı olmazlar. Aksi halde, yaptıkları işlerden dolayı ashaptan bazısını eleştiren birini nasıl dinden çıkmış ve kafir olarak ilan edebilirler?! Halbuki ashabın adaleti konusu, ne İslam'ın, ne de imanın şartıdır.

        Bu bağnazlardan biri, insanların, benim "Nasıl Hidayete Kavuştum" adlı kitabımı okumamaları ve hatta yazarına lanet etmeleri için, kitabımın Selman Rüştü'nün kitabından farksız olduğunu tebliğ ediyordu. Allah'a andolsun ki, bu öyle büyük bir iftira ve suçtur ki, Allah bu yüzden onları mutlaka hesaba çekecektir. Benim, "Nasıl Hidayete Kavuştum" adındaki kitabım, insanları Resulullah'ın (s.a.a.) masum olduğuna inanmaya ve Allah'ın her türlü pislikten arındırıp tertemiz kıldığı Ehl-i Beyt' e uymaya çağırmakta- dır. Nasıl oluyor da bu kitabı, Peygamber efendimize ve İslam'a küfreden, İslam'ı şeytanın ilham etmiş olduğu bir din olarak niteleyen mel'un birinin kitabıyla mukayese ediyorlar?! Yüce Allah buyuruyor ki: "Ey iman edenler! Adaletle hükmedin ve kendi aleyhinize de olsa Allah
----------------------

1- Sad Suresi /5.

 /243

için doğru şahitlik yapın."1

        Ben, bu ayet-i kerimeyi göz önünde bulundurarak yüce Allah'ın rızasından başka hiçbir şeye aldırış etmiyorum. Gerçek İslam'ı ve Resulullah'ın (s.a.a.) hata ve günahlara karşı masum olduğunu savunduğum sürece kınayanların kınamasından korkmayacağım. Hatta bu konuda Hulefa-i Raşidin de dahil olmak üzere, bazı sahabileri eleştirmek zorunda kalsam bile. Çünkü Resulullah (s.a.a.) diğer bütün insanlardan tenzihe daha layıktır. Akıllı ve özgür her okuyucu, kitaplarımı okuduğunda asıl maksadımın bu yönde olduğunu anlar; ashabı eleştirmekten ziyade Resulullah'ı (s.a.a.) savunduğumu ve Emeviler'le Abbasiler'in Müslümanlara zorla hükmettikleri yıllarda Peygamber efendimiz (s.a.a.) hakkında söyledikleri çirkin şeylerin aslı olmadığını ispatlamaya çalıştığımı görür. Çünkü maalesef, Emeviler ve Abbasiler'in kurduğu tuzakların en çirkini olan bu meselede, Müslümanların çoğu iyi niyetle onlara uymuş ve uydurdukları yalanları gerçek olarak kabul etmişler.

        Eğer Müslümanlar işin gerçek yüzünü bilselerdi, ne onlara, ne de onların uydurduğu hadislere hiçbir değer vermezlerdi. Aynı şekilde eğer tarih, ashabın hepsinin Resulullah'ın (s.a.a.) emir ve yasaklarına uyduğunu, hiçbirinin ona itiraz etmediğini ve mübarek ömrünün son günlerinde birçok olayda ona karşı çıkmadıklarını yazsaydı, bizler de bugün sahabenin hepsinin adil olduğuna hükmederdik. Ama ne çare ki, Kur'an ve sünnetin nassına göre, ashabın arasında Resulullah'ı (s.a.a.) yalanlayanlar, münafiklar ve fasıklar vardı. Onlar, Resulullah'ın (s.a.a.) huzu-
----------------------------

1- Nisa Suresi / 135.



244/

runda ihtilafa düşmüş, Resulullah' ı sayıklamakla suçlayarak vasiyetini yazdırmasına engel olmuşlardı. Üsame'nin komutanlığına itiraz etmiş, Peygamber'in te'kitlerine rağmen ordusundan ayrılmışlardı. Resulullah'ın (s.a.a.) cenazesini yerde bırakarak hilafet konusunda birbirleriyle çekişmeye başlamışlardı. Kararlaştırdıkları halifeyi bazıları kabul etmiş, bazıları da reddetmişlerdi. Resulullah'tan sonra bütün her şeyde ayrılığa düşmüş, birbirlerini tekfır etmiş, birbirlerine lanet okumuş, birbirleriyle savaşmış, birbirlerinden beri ve uzak olduklarını ilan etmişlerdi. Allah'ın bir tek dinini, çeşitli mezheplere bölmüşlerdi.

        O halde, bunun sebebi araştırılmalı, insanlar için çıkarılmış olan en hayırlı ümmeti; kendisini, mukaddesatını savunamayan, işgal ve sömürü altında yaşayan yeryüzünün en cahil, en çaresiz ve en hakir ümmeti durumuna düşüren etken bulunmalıdır.

        Bence bu sorunun tek çözümü, samimi bir özeleştiridir. Geçmişlerimizle, müzelere kaldırılmış kalp iftiharlarımızla övünmek artık yeter! İçinde bulunduğumuz durum, bizleri hastalığımızın çaresini bulmaya, tefrika ve ihtilafların ve geri kalmışlığımızın nedenlerini araştırmaya, böylece hep birlikte dertleri teşhis edip dermanını bulmaya zorlamaktadır. Bizim asıl hedefimiz budur ve kulları doğru yola hidayet eden ise yalnız Allah'tır.

        Hedefimiz doğru bir hedef olduktan sonra, sahabeyi savunma adı altında, küfretmekten başka bir şey bilmeyen bağnazların itirazları bizi yıldıramaz. Ancak biz, onlara acıdığımız kadar onları kınamıyoruz ve onlara düşmanlık da beslemiyoruz. Çünkü ashaba olan iyi zanları, onları hakikatten uzaklaştırmıştır. Onların durumu, baba ve atala-


 /245

rına iyi zan besleyen Yahudi ve Hıristiyanların durumuna ne kadar benzemektedir! Günümüz Yahudi ve Hıristiyanları, atalarının; -haşa- "Muhammed peygamberlik iddiasında yalancıydı, dolayısıyla peygamber değildi." şeklindeki sözlerine inanarak İslam'ı araştırma zahmetine katlanmamaktalar. Yüce Allah buyuruyor ki: "Kendilerine kitap verilenler, ancak o apaçık delil kendilerine geldikten sonra ayrılığa düştüler. "1

        Aradan asırlar geçtikten sonra bugün bir Müslümanın, bir Yahudi veya Hıristiyana İslam' ı benimsetmesi çok zordur. Bu Müslüman, Kur'an'ı delil göstererek; "Sizlerin elinizdeki Tevrat ve İncil bozulmuştur." derse, sözünü dinleyen bir kulak bulur mu?

        Aynı şekilde; bütün sahabilerin adaletine inanan ve bu inancını hiçbir delili olmadan savunan inatçı bir Müslümanı da bu inancından vazgeçirmek oldukça zordur.

        Yaptıkları kötü ve çirkin amellerle İslam'ı tam tersine gösteren Muaviye, Yezid ve bunun gibilerinin eleştirilmesini duymak istemeyenlere; Ebu Bekir, Ömer, Osman (Sıddık, Faruk, Meleklerin Kendisinden Utandığı Şahıs) veya Resulullah'ın (s.a.a.) zevcesi ve Ebu Bekir'in kızı, Ümm'ül-Müminin Aişe hakkında bir şey söylenebilir mi?!

        Bu noktayı göz önünde bulundurarak, geçen bölümde Aişe'nin durumunu incelerken sadece Ehl-i Sünnet'in itimat ettiği Sahihlerdeki rivayetlere dayandık. Şimdi de ilk üç halifenin durumunu incelerken, aynı yöntemi izleyerek onların, Ehl-i Sünnet'in itimat edip güvendiği Sahihler,
---------------------

1- Beyyine Suresi /4.



246/

Müsnedler ve tarih kitaplarında kaydedilen amellerinden örekler vereceğiz.

        Amacımız ise; sahabenin hepsinin adaletine inanmanın doğru bir inanç olmadığını ve ashabın bazı önde gelen isimlerinin bile adalet sıfatından yoksun olduğunu ortaya koymak ve Ehl-i Sünnet ve Cemaat'tan olan kardeşlerimize, bu eleştirilerin sadece hakka ulaşmak için bazı perdelerin kenara itilmesini amaçladığını ve sahih olduğunu kabul ettikleri kitaplardan aktarıldığına göre de -iddia edildiği gibi- Şiilerin uydurması olmadığını anlatmaktır.

RESULULLAH'IN ZAMANINDA EBU BEKİR

        Buhari, Sahih'inin "Tefsir Kitabı, Hucurat Suresi Babı"nda şöyle der:

        "Nafı' bin Ömer, İbn-i Ebi Müleyke'den şöyle nakleder: İki hayırlı insan, Ebu Bekir ve Ömer nerdeyse helak olacaklardı. Temim Oğullarından bir heyet, Resulullah'ın (s.a.a.) huzuruna gelmişti. O ikisinden biri, Mucaşi' Oğullarından olan Akra' bin Habis'i gösterdi. Ötekisi de başka birini gösterdi. (Nafı'; "Onun adını unuttum." der.) Ebu Bekir Ömer' e; "Senin bana karşı çıkmaktan başka bir amacın yoktu." dedi. Ömer de; "Benim sana karşı çıkmak gibi bir amacım yoktu." dedi. Derken sesleri yükseldi. Bunun üzerine Allah Teala şu ayeti nazil etti: "Ey iman edenler! Seslerinizi yükseltmeyin..."1 Zübeyr'in oğlu der ki: "Bu ayetten sonra Ömer Resulullah'a bir şey söylemek istediği zaman öyle yavaş konuşurdu ki, Resulullah; "Ne dedin?" diye sormak zorunda kalırdı." Ama babası, yani Ebu Bekir
---------------------

1- Sahih-i Buhari, c. 6, s. 171.


 / 247

hakkında böyle bir şey nakletmemiştir."

        Yine Buhari, Sahih'inin "Kur'an ve Sünnete Sarılma Kitabı, Mekruh Olan Taammuk ve Tenazu' Babı"nda, Veki'den, o da Nafı' bin Ömer'den, o da İbn-i Ebi Müleyke'den şöyle nakleder: "İki iyi insan, Ebu Bekir ve Ömer nerdeyse helak olacaklardı. Temim Oğullarından bir heyet Resulullah'ın (s.a.a.) huzuruna gelmişti. O ikisinden biri, Mucaşi' Oğullarından olan Alera' bin Habis et-Temimi el- Hanzeli'yi gösterdi. Diğeri ise, bir başkasını gösterdi. Bunun üzerine Ebu Bekir Ömer' e; "Sen sadece bana muhale- fet etmek istedin." dedi. Ömer de; "Ben sana muhalefet etmek istemedim." dedi. Derken Resulullah'ın (s.a.a.) huzurunda sesleri yükseldi. Bunun üzerine şu ayetler nazil oldu: "Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin ve birbirinizle bağırarak konuştuğunuz gibi onunla bağırarak konuşmayın. Yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir. Seslerini Resulullah'ın yanında alçaltanlar var ya, işte Allah onların kalbini takva ile imtihan etmiştir. Mağfiret ve büyük bir ecir onlar içindir."1 İbn-i Ebi Müleyke der ki: "Zübeyr'in oğlu; "Ondan sonra Ömer Resulullah'la konuştuğu zaman öyle yavaş konuşurdu ki, Resulullah duymaz ve "Ne dedin?" diye sormak durumunda kalırdı." dedi. Ama babası, yani Ebu Bekir hakkında böyle bir şey nakletmemiştir." 2

        Yine Buhari, Sahih'inin "Meğazi Kitabı, Temim Oğulları Babı"nda, İbn-i Ebi Cüreyc' den, o da İbn-i Ebi Müley-
------------------

1- Hucurat Suresi /2 - 3.
2- Sahih-i Buhari, c. 9, s. 120.



248/

ke'den, o da Abdullah bin Zübeyr' den şöyle nakleder: "Temim Oğullarından bir heyet Resulullah'ın (s.a.a.) huzuruna gelmişti. Ebu Bekir, Resulullah'a dedi ki: "Ka'ka' bin Ma'bed bin Zürare'yi onlara emir olarak tayin et." Ömer ise; "Hayır, Akra' bin Habis'i emir yap." dedi. Bunun üzerine Ebu Bekir, Ömer' e dedi ki: "Sen sadece bana muhalefet etmek istedin." Ömer de; "Ben sana muhalefet etmek istemedim." dedi. Böylece tartışarak seslerini yükselttiler. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu: "Ey iman edenler! Allah'tan ve Resulünden öne geçmeyin..."1 Ve tartışmaları böylece sona erdi."2

        Bu rivayetlerden, Ebu Bekir ve Ömer'in Resulullah'ın (s.a.a.) huzurunda dahi İslami ahlak kurallarına riayet etmedikleri anlaşılmaktadır. Onlar, Resulullah (s.a.a.) kendilerinden görüş istemeden, Allah ve Resulünden öne geçerek, Temim Oğullarından birini onlara emir yapmak konusunda görüş belirtiyorlar. Bununla da yetinmeyerek Peygamber' in huzurunda, hiçbir sahabinin bilmemesi mümkün olmayan İslami edebin gereklerine riayet etmeyerek bağırarak tartışmaya başlıyorlar. Oysa Resul-i Ekrem (s.a.a.), mübarek ömrünü onların eğitim ve öğretimi için adamıştı.

        Eğer bu olay, İslam'ın başlangıcında vuku bulsaydı, Ebu Bekir ve Ömer'in bu davranışları için bir mazeret uydurabilirdik. Ama hiç kuşkusuz, bu olay Resulullah'ın (s.a.a.) ömrünün son yıllarında vuku bulmuştur. Çünkü Temim Oğullarınm heyeti, hicretin dokuzuncu yılında Resulullah'ın
--------------------------

1- Hucurat Süresi / 1.
2- Sahih-i Buhari, c. 5, s. 213.


 / 249

(s.a.a.) huzuruna varmış, bu olaydan birkaç ay sonra da Resulullah (s.a.a.) vefat etmiştir. Peygamber' e gelen heyetleri yazan Tarih ve hadis kitapları buna tanıktır. Nitekim, Kur'an-ı Kerim'in en son nazil olan surelerinden olan Nasr Suresinde de bu duruma işaret edilmiştir: "Allah'ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allah'ın dinine girdiğini gördüğün zaman..."

        Bu durumda Ehl-i Sünnet, Ebu Bekir ve Ömer'in Resulullah'ın (s.a.a.) huzurundaki bu saygısızlıklarına nasıl bir mazeret uyduracaklar acaba? Bu olay sadece rivayetlerle sınırlı kalsaydı, eleştiri ve itiraza tabi tutmazdık. Ama ne yapalım ki, gerçeği açıklamaktan çekinmeyen Allah Teala, bu olayı Kur'an'da kaydetmiş ve Ebu Bekir ile Ömer'i, bir daha böyle yaparlarsa amellerinin boşa çıkacağı konusunda uyarmıştır. Bu nedenle de olayı anlatan adam; "İki hayırlı insan, Ebu Bekir ve Ömer nerdeyse helak olacaklardı..." diye söze başlamıştır.

        Olayı nakleden adam, Ömer'in bu olaydan sonra Resulullah'ın yanında çok alçak sesle konuştuğunu söylüyorsa da, tarih bunun tam tersini göstermektedir. Bu konuda Resulullah'ın (s.a.a.) vefatından üç gün önce vuku bulan "Perşembe Günü Musibeti"ni hatırlamamız yeterlidir. Bizzat Ömer, "Şüphesiz, Resulullah sayıklıyor. Allah'ın Kitabı bize yeter." şeklindeki o uğursuz sözünü söylüyor; bunun üzerine orada olanlar ihtilafa düşüyorlar; bir bölümü, "Bırakın Resulullah istediğini yazsın." derken, bir bölümü de Ömer'in sözünü tekrarlıyor. Sesler yükselip tartışma çoğalınca 1 Resulullah (s.a.a.) onlara; "Kalkın ve yanımdan
---------------------

1- Sahih-i Buhari, c. 6, s. II - 12, Peygamber'in Hastalığı ve Vefatı Babı.




250/

gidin. Benim huzurumda tartışmak yakışmaz." diye buyuruyor. 1

        Görüldüğü gibi onlar, Allah'ın Hucurat Suresinde tayin ettiği tüm sınırlan çiğneyerek Resulullah'ın huzurunda bağırıp çağırarak tartışıyorlar. Bu tartışma ve çekişmelerin sessizce ve fisıltı ile vuku bulduğu da söylenemez. Çünkü tartışma sırasında sesler o kadar yükselmişti ki, başka bir odada bulunan kadınlar da bu tartışmaya katılarak; "Bırakın Resulullah istediğini yazsın." demişlerdi. Ömer de onlara; "Siz tıpkı Yusuf'u seven kadınlar gibisiniz. Resulullah hastalandığında gözlerinizi suyla doldurur ağlarsınız; iyi olduğu zaman da boynuna binersiniz." demiş, ama Resulullah (s.a.a.); "Bırakın onları! Onlar sizden daha hayırlıdırlar." buyurmuştu.2

        Bütün bu olaylardan anlaşılan şudur: Onlar Allah'ın, "Ey iman edenler! Allah ve Resulünden öne geçmeyin ve seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin." şeklindeki emrine itaat etmediler; Resulullah'ın (s.a.a.) yüce makamına karşı saygılı olmadılar ve ona "sayıklıyor" diyerek en büyük edepsizliği yaptılar.

        Ebu Bekir'e gelince; o da Resul-i Ekrem'in (s.a.a.) huzurunda çok çirkin ve yüz kızartıcı bir söz kullanmıştı. Resulullah'ın huzurunda Urve bin Mesud'a; "Dişi develerin bızırını emsene!" demişti.3 Buhari'ye şerh yazan Kastalani;
-----------------------

1- Sahih-i Buhari, c. 1, s. 39, ilim Kitabı. 2- Kenz'ül-Ummal, c. 5, s. 644, h. 14133. 3- Sahih-i Buhari, c. 3, s. 254.


 /251

"Bu söz Araplar içerisinde en çirkin küfürlerdendir." der.1  Şimdi şunu soruyoruz: Peygamber efendimizin (s.a.a.) huzurunda böyle küfürler ediliyorsa, Allah'ın şu sözü ne demek oluyor acaba: "Birbirinizle konuştuğunuz gibi Peygamber'le konuşmayın."?!

        Allah Teala, Resulü'nün yüce bir ahlaka sahip olduğunu buyurmuyor mu? Buhari ve Müslim, Resulullah'ın (s.a.a.) haya ve iffetinin bakire kızlardan daha çok olduğunu,2 asla küfretmediğini ve; "Sizin en hayırlınız, en güzel ahlaka sahip olanınlzdır."3 diye buyurduğunu rivayet etmiyorlar mı? Peki nasıl oluyor da ashabın önde gelen isimleri, bu yüce ahlaktan etkilenmiyorlar?!

        Ayrıca Ebu Bekir, Resulullah'ın (s.a.a.) Üsame bin Zeyd' i onlara komutan tayin etmesine karşı çıkmıştı. Oysa Resulullah Ebu Bekir'in de o orduya katılmasını emretmiş ve; "Üsame'nin ordusundan ayrılıp geri dönenlere Allah lanet etsin."4 diye beddua etmişti.

        Yine Ebu Bekir, Resulullah'ın -anam babam ona feda olsun- cenazesini yerde bırakıp gusül, kefen ve defin işlerini önemsemeyerek Sakife'ye koşmuş, Ali bin Ebi Talib'i hilafetten uzaklaştırma komplosuna katılarak en büyük arzusu olan hilafete ulaşmak için uğraşmıştı. Peki, nerede iddia edilen arkadaşlık?! Nerede yakın sahabilik?! Nerede
----------------------

1- Şerh-i Buhari, c. 4, s. 446.
2-Sahih-i Buhari, c. 4, s. 230; Sahih-i Müslim, c. 4, s. 1809, h. 2320.
3- Sahih-i Müslim, c. 4, s. 1810, h. 2321; Sahih-i Buhari, c. 4, s.230.
4- Şehristaııi, el-Milel ve'n-Nihel, c. 1, s. 29; Ebu Bekir Ahmed bin Aziz el-Cevheri, Kitab'us-Sakife, s. 74 - 75.



252 /

övülen ahlak?! Ashabın, ömrünü kendilerinin hidayeti ve terbiyesi için geçiren peygamberlerine karşı davranışları gerçekten de şaşırtıcıdır. Bir Peygamber ki, yüce Allah onun hakkında şöyle buyuruyor: "Andolsun, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir; size çok düşkün, müminlere çok şefkatli ve merhametlidir."1 Resulullah'ın (s.a.a.) kendileri için katlandığı onca zahmetten sonra onun cenazesini yerde bırakıyor, aralarından birini halife seçmek için Sakife'ye koşuyorlar! Bizler, en kötü yüzyıl diye adlandırılan ve ahlakın hemen hemen yok olduğu şu yirminci yüzyılda dahi Müslüman bir komşumuz ölürse, Resulullah'ın (s.a.a.); "Ölüye saygı, onu defnetmektir."2 hadisine uyarak işlerimizi bırakır, bir an önce onu toprağa veririz. Emir'ül-Müminin Ali bin Ebi Talip (a.s.) "Şıkşıkıyye" adlı hutbesinde bu olaylara değinerek şöyle buyuruyor:

        "Allah'a andolsun ki, Ebu Kuhafe'nin oğlu (Ebu Bekir) hilafeti bir gömlek gibi giyindi. Halbuki o, be- nim hilafete nispetle değirmen taşının mili gibi olduğumu çok iyi biliyordu."3

        Ondan sonra da Ebu Bekir, Hz. Fatıma'nın evine saldırılmasına ve biat etmeyenler dışarı çıkmazlarsa evin yakılmasına izin verdi. Ve sonra da olanlar oldu... Daha fazla bilgi isteyenler tarih kitaplarına başvursunlar.
--------------------

1- Tevbe Suresi / 128.
2- Suyuıi, ed-Dürer'ül-Münteşire, s. 44, h. 95.
3- Nehc'ül-Belağa, 3. hutbe (Şıkşıkıyye).


 /253

RESULULLAH'TAN (S.A.A.) SONRA EBU BEKİR

HZ. FATIMA'YI YALANLAMASI VE HAKKINI GASPETMESİ

        Buhari, Sahih'inin "Meğazi Kitabı, Hayber Gazvesi Babında" şöyle yazar.

        "Urve Aişe'den nakleder ki: Resulullah'ın (s.a.a.) kızı Fatıma (s.a.), Ebu Bekir'e haber göndererek Allah'ın Medine ve Fedek'te Resulüne iade ettiği mallardan olan mirasını ve Hayber'in humusundan kalan malları istedi. Bunun üzerine Ebu Bekir dedi ki: "Resulullah (s.a.a.); "Bizler miras bırakmayız. Bizden kalan şeyler sadakadır." buyurmuştur. Al-i Muhammed, sadece yiyeceğini bu mallardan alabilir. Vallahi ben, Resulullah'ın (s.a.a.) sadakasını kendi zamanındaki halinden değiştiremem. Ben de tıpkı Peygamber'in kullandığı gibi onları kullanacağım." Böylece Ebu Bekir, bu mallardan Fatıma'ya hiçbir şey vermedi. Fatıma da Ebu Bekir'e gazaplanarak ona küstü ve ölünceye kadar da onunla konuşmadı. Fatıma, Resulullah'tan (s.a.a.) sonra altı aydan fazla yaşamadı. O öldüğünde kocası Ali, Ebu Bekir'e bildirmeden geceleyin ona namaz kıldı ve geceleyin onu defnetti. Fatıma hayatta olduğu sürece Ali'nin çevresinde halkın ileri gelenlerinden bazı kişiler vardı; ama Fatıma ölünce etrafında kimseyi göremedi. Bu yüzden Ebu Bekir'le anlaşmak ve ona biat etmek zorunda kaldı. Oysa Fatıma hayatta olduğu aylarda biat etmiyordu."1

        Müslim de, Sahih'inin "Cihat Kitabı"nda Aişe'den şöyle
------------------

l-Sahih-i Buhari, c. 5, s. 177; Sahih-i Müslim, c. 3, s. 1380, h. 1759.



254/

nakleder:

        "Resulullah'ın (s.a.a.) vefatından sonra kızı Fatıma, Resulullah'ın geride bıraktığı ve Allah'ın ona iade ettiği mallardan kendisine ulaşması gereken mirası Ebu Bekir' den istedi. Ebu Bekir dedi ki: "Resulullah (s.a.a.); "Biz miras bırakmayız. Bizim bıraktıklarımız sadakadır." buyurmuştur." Fatıma gazaplanarak Ebu Bekir'i terk etti ve ölene kadar ona kırgın kaldı. Fatıma, Resulullah'tan sonra altı ay yaşadı." Aişe der ki: "Fatıma Resulullah'ın (s.a.a.) bıraktığı Hayber, Fedek ve Medine sadakalarından kendi payını istiyordu. Ama Ebu Bekir kabul etmeyerek şöyle dedi: "Ben Peygamber'in yaptığının aksini yapamam. O ne yapıyorduysa, ben de aynısını yapacağım. Onun emirlerinden birini yapmayacak olursam, sapacağımdan korkarım." Ömer, Resulullah'ın Medine'deki sadakalarını Ali ve Abbas'a verdi; Fedek ve Hayber'i ise kendi elinde tuttu ve; "Bunlar Resulullah'ın sadakalarıdır; Resulullah onları karşılaştığı işler ve başına gelen musibetlerde harcardı. Dolayısıyla bunların sorumluluğu onun halifesinin üzerine düşer. Bugüne kadar bu, böyle devam etmiştir." dedi."1

        Buhari ve Müslim, her ne kadar hakikatin ortaya çıkmaması için rivayeti özetlemişlerse de,2 ama bu kadarı da Hz. Fatıma'nın iddiasını reddeden Ebu Bekir'in gerçek yüzünün anlaşılması için yeterlidir. Ebu Bekir, Hz. Fatıma'yı o kadar incitiyor ki, ölene kadar onunla konuşmuyor. Ölümünden sonra da vasiyeti gereği, kocası Hz. Ali
--------------------

1- Sahih-i Müslim, c. 3, s. 1381, h. 54; Sahih-i Buhari, c. 4, s. 96. 2- Buhari ve Müslim, üç halifenin haysiyetini korumak için hep bu üslubu kullanmışlardır. ileride bu konuda konuşacağız, inşaallah.


 /255

onu gizlice defn ediyor ve Ebu Bekir'e haber vermiyor. Bu rivayetlerden ayrıca, Hz. Ali'nin, Hz. Fatıma hayatta olduğu sürece Ebu Bekir'e biat etmediği, ondan sonra da halkın kendisinden uzaklaştığı için Ebu Bekir'le anlaşmak zorunda kalarak biat ettiği anlaşılmaktadır.

        Buhari ve Müslim'in değiştirdiği gerçek ise şudur: Hz. Fatıma, Fedek'in miras olarak kendisine yetiştiğini değil, Resulullah'ın (s.a.a.) onu kendisine bağışlamış olduğunu iddia ediyordu. Dolayısıyla, Ebu Bekir'in Resulullah'tan naklettiği "Biz peygamberler miras bırakmayız." şeklindeki hadis doğru olsa bile, Fedek bunun kapsamına girmez. Çünkü Fedek Resulullah'ın mirası değil, Hz. Fatıma'ya (s.a.) vermiş olduğu bağışıydı. Kaldı ki, bu söz, Kur'an ayetleriyle çelişmektedir. Örneğin; Kur'an' da şöyle buyuruluyor: "Ve Süleyman, Davud'un mirasçısı oldu." Ayrıca, Hz. Fatıma da Ebu Bekir'i bu iddiasında yalanlamıştı.

        Bu nedenle görüyoruz ki, bütün tarihçiler, tefsirciler ve hadisçiler şöyle naklederler: Hz. Fatıma (s.a.), Fedek'in kendi malı olduğunu iddia etti; ama Ebu Bekir onu yalanlayarak ondan şahit istedi. Hz. Fatıma, Ali bin Ebi Talip ile Ümmü Eymen'i şahit olarak gösterdiyse de, Ebu Bekir onların şahitliğini yeterli görmeyerek kabul etmedi. İbn-i Hacer, es-Savaik'ul-Muhrika adlı kitabında der ki: "Fatıma, Resulullah'ın (s.a.a.) Fedek'i kendisine bağışlamış olduğunu iddia ederek Ali bin Ebi Talip ile Ümmü Eymen'i şahit gösterdi; ama bu şahitler kafi değildi."1

        Fahr-ı Razi, Tefsir'inde der ki:
---------------------------

1- es-Savaik'ul-Muhrika, s. 37, Yedinci Şüphe.



256/

        "Resulullah vefat ettikten sonra Fatıma, Resulullah'ın Fedek'i kendisine bağışladığını iddia etti. Ebu Bekir ona dedi ki: "Sen fakirlikte insanların bana göre en azizi ve zenginlikte en sevimlisisin. Ama ben, senin sözünün doğru olduğunu bilmiyorum. Dolayısıyla senin lehine karar veremem." Ravi der ki: "Ümmü Eymen ile Resulullah'ın kölelerinden biri, Fatıma'nın lehine şahitlik ettilerse de, Ebu Bekir Fatıma' dan şeriatın kabul edeceği başka şahitler getirmesini istedi. Ama Fatıma'nın böyle şahitleri yoktu..."1

        Velhasıl, Fatıma'nın (s.a.) Fedek'i Resulullah'ın kendisine bağışladığı iddiası, Ebu Bekir'in onun bu iddiasını reddedişi ve Hz. Ali ile Ümmü Eymen'in şahitliğini kabul etmemesi tarihçiler yanında meşhurdur.

        İbn-i Teymiye, es-Siret 'ül-Halebiyye'nin yazarı, İbn-i Kayyim el-Cevzi ve diğerleri bu olayı nakletmişlerdir.

        Ama Buhari ile Müslim, sadece Hz. Fatıma'nın mirasını istediğini yazarak okuyuculara; Fatıma'nın Ebu Bekir'e gazaplanmasının yersiz olduğunu, Ebu Bekir'in sadece Resulullah'tan (s.a.a.) duyduğunu uyguladığını, dolayısıyla Fatıma'nın zalim, Ebu Bekir'in ise mazlum olduğunu anlatmak istiyorlar. Bütün bunlar, Ebu Bekir'in saygınlığını korumak için yapılıyor. Böylece hadis naklinde emanete riayet edilmiyor, halifelerin yanlışını ortaya çıkaran doğru ve sahih hadisler bir kenara itiliyor ve Resulullah'ın bedeninin parçası Fatıma'nın şahsiyetinin küçük düşürülmesi pahasına da olsa, Emeviler'in ve Hilafet-i Raşide taraftarlarının yalanları hakikatin yerini alıyor. İşte bu yüzden, Buhari ve Müslim, Ehl-i Sünnet ve Cema- at'ın nezdinde en büyük hadisçiler ünvanını alıyorlar; kitap-
-------------------------

1- Tefsir-i Fahr-i Razi, c. 29, s. 284, Haşr süresinin tefsiri.


 / 257

ları da Kur'an'dan sonra en sahih kitaplar sayılıyor. Hakikatin daha iyi anlaşılması için, bu sözün hiçbir ilmi dayanağı olmadığını ileride hep birlikte göreceğiz inşaalah.

        Biz şimdi Sahih-i Buhari ve Müslim'de, az da olsa Hz. Fatıma'nın faziletleri ile ilgili olarak kaydedilen hadisleri inceleyerek, Hz. Fatıma'nın Allah ve Resulü katındaki değerini Buhari ve Müslim'den daha iyi bilen, buna rağmen Hz. Fatıma'yı yalanlayıp onun ve -Resulullah'ın (s.a.a.) buyurduğu üzere hakkın mihveri olan-1 kocasının tanıklığını kabul etmeyen Ebu Bekir'i sorgulayacağız.

        Önce Buhari ve Müslim'de kaydedilen, Resulullah'ın (s.a.a.) Hz. Fatıma (s.a.) hakkında buyurduğu hadisleri görelim:

FATIMA KUR'AN'IN NASSIYLA MASUMDUR

        Müslim, Sahih'inin "Ehl-i Beyt'in Faziletleri Babı"nda AİŞE'DEN şöyle nakleder:

        "Bir gün Resulullah (s.a.a.) siyah tüylerden yapılmış abasını giymişti. O sırada Hasan bin Ali içeri girdi; Resulullah onu abasının altına aldı. Sonra Hüseyin geldi ve kardeşiyle birlikte abanın altına girdi. Sonra Fatıma geldi; Resulullah onu da abanın altında aldı. Sonra Ali geldi; Resulullah onu da abanın altına aldı. Sonra Resulullah şöyle buyurdu: "Doğrusu, Allah siz Ehl-i Beyt'ten her türlü pisliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister."2
--------------------

1- Tarih-i Bağdad, c. 14, s. 321; Kenz'ül-Ummal, c. 11, s. 621; Sünen-i Tirmizi, c. 5, s. 633.
2- Sahih-i Müslim, c. 4, s. 1883, h. 2424, Ehl-i Beyt'in Faziletleri Babı.




258 /

        Eğer Hz. Fatıma'tüz-Zehra, bu ümmetin içinde, Allah'ın kendisinden her türlü pisliği giderdiği ve tertemiz kıldığı tek kadın ise, Ebu Bekir nasıl onu yalanlayabiliyor ve şahit getirmesini istiyor?!

FATIMA (S.A.) BU ÜMMETİN KADINLARININ HANIMEFENDİSİDİR

        Buhari, Sahih'inin "İstizan Kitabı"nda, Müslim de Sahih'inin "Faziletler Kitabı"nda Aişe'den şöyle nakleder:

        "Biz Peygamber'in (s.a.a.) zevceleri, hepimiz Resulullah'ın huzurundaydık. O sırada Fatıma yürüyerek bize doğru geliyordu. Allah'a andolsun ki, onun yürüyüşü tıpkı Resulullah'ın (s.a;a.) yürüyüşü gibiydi. Resulullah onun geldiğini görünce onu karşılayarak buyurdu ki: "Hoş geldin kızım!" Daha sonra onu sağında (veya solunda) oturttu. Sonra ona yavaşça bir şeyler dedi. Bunun üzerine Fatıma çok ağladı. Sonra Peygamber, Fatıma'nın üzüldüğünü görünce yine ona bir şeyler dedi. Bu kez Fatıma gülmeye başladı. Peygamber'in eşlerinin içinde ben ona dedim ki: "Resulullah (s.a.a.) bütün hepimizin içinde, sırrını söylemek için seni seçiyor, sen de ağlıyor musun?!" Fatıma; "Ben, Resulullah'ın sırrını asla ifşa etmem." dedi. Resulullah (s.a.a.) vefat ettikten sonra Fatıma'ya dedim ki: "Şimdi artık Resulullah'ın sana ne dediğini bana söyleyeceksin!" Fatıma şöyle dedi: "Evet, şimdi söyleyebilirim. İlk önce babam bana dedi ki: "Cebrail her yıl Kur'an'ın hepsini bir kez bana nazil ederdi. Ama bu yıl iki kez nazil etti. Bu da benim ecelimin yaklaştığını gösterir. Öyleyse takvalı ol


 / 259

ve benim ayrılığıma sabret. Ben senin için, senden önce gidecek en iyi selefim." Ben de gördüğün gibi ağladım. Resulullah (s.a.a.) üzülüp ağladığımı görünce, kulağıma eğilerek; "Ey Fatıma! Mümin kadınların veya bu ümmetin kadınlarının hanımefendisi olmaya razı değil misin?" diye buyurdu."1

        Resulullah'ın (s.a.a.) tanıklığıyla mümin kadınların hanımefendisi olan Fatıma'tüz-Zehra (s.a.), Resulullah'ın Fedek'i kendisine vermiş olduğu iddiasında yalanlanıp tanıklığını reddedildikten sonra, artık kimin tanıklığı kabul edilebilir? !

FATIMA (S.A) CENNET EHLİ KADINLARlNIN HANIMEFENDİSİDİR

        Buhari, Sahih' inde "Yaratılışın Başlangıcı Kitabı, Resulullah'la Akrabılığın Menkıbeleri Babı"nda şöyle nakleder:

        Resulullah (s.a.a.) buyurdu ki: "Fatıma, cennet ehli kadınlarının hanımefendisidir."2

        Bu demektir ki, Fatıma alemdeki bütün kadınların hanımefendisidir. Çünkü cennettekiler sadece Hz. Muhammed'in ümmeti değildir; cennette geçmiş ümmetlerin hepsinden insanlar vardır. Bu durumda Ebu Bekir-i Sıddık, onu nasıl yalanlayabiliyor?! "Sıddık" lakabını, arkadaşı Muhammed'in her dediğini kabul ve tasdik ettiği için aldığını söylemiyorlar mı?! Peki öyleyse neden, Resulullah'ın (s.a.a.), aziz kızı Fatıma hakkındaki sözlerini
----------------------

1- Sahih-i Buhari, c. 8, s. 79; Sahih-i Müslim, c. 4, s. 194.
2- Sahih-i Buhari, c. 5, s. 25, Yaratılışın Başlangıcı Kitabı.



260/

kabul etmedi?! Doğrusu; olay, Fedek ve Resulullah'ın Medine'deki sadakaları konusundan çok, Fatıma'nın kocası Ali'nin hakkı olan hilafet konusuyla ilgiliydi. Fedek konusunda Fatıma ve kocası Ali'yi yalanlamak, daha büyük iddialarda bulunmalarının önünü alıyordu. Ve Ebu Bekir bunun hesabını yapmıştı. İşin içinde dağları yerinden oynatabilecek büyük bir hile vardı.

FATIMA, RESULULLAH'IN (S.A.A.) BİR PARÇASIDIR; ONU GAZAPLANDIRAN, RESULULLAH'I GAZAPLANDIRMIŞ OLUR

        Buhari, Sahih'inin "Yaratılışın Başlangıcı Kitabı, Peygamber'in Kızı Fatıma'nın Menkıbesi Babı"nda Misver bin Mahreme'den şöyle nakleder: Resulullah (s.a.a.) buyurdu ki:

        "Fatıma benim bir parçamdır. Kim onu gazaplandırırsa, beni gazaplandırmış olur."

        "Fatıma benim bir parçamdır. Onu özen şey, beni özer; onu inciten şey beni incitir."l

        Eğer Resulullah (s.a.a.), kendisinden bir parça olan Fatıma'nın gazabıyla gazaplanıyor, incinmesiyle inciniyorsa bunun manası şudur: Fatıma, asla hata ve yanlışlık yapmaz. Aksi halde Resulullah, kesinlikle bu sözü söylemezdi. Çünkü makamı her ne kadar yüce olsa da, günah işleyen birini incitmek ve gazaplandırmak caizdir. Zira Allah'ın dininin hükümleri karşısında herkes eşittir; zengin - fakir, yakın - uzak, kimseli - kimsesiz ayrımı yapılmaz. Peki o
-------------------------

1- Buhari, c. 5, s. 26; Sahih-i Müslim, c. 4, s. 1902, h. 2449.

 /261

halde niçin Ebu Bekir Hz. Fatıma'yı incitiyor, kalbini kırıyor ve gazaplandırıyor?! Sonra da onun gazaplanmasını, kendisini konuşturmamasını hiç mı hiç umursamıyor?! Ve Hz. Fatıma ona küskün ve gazaplı olduğu halde vefat ediyor. Hatta İbn-i Kuteybe1 ve diğer tarihçilerin yazdığına göre her namazda ona beddua ediyor.

        Evet! Bunlar, tüyleri ürperten acı ve üzücü gerçeklerdir. İnsaflı ve hakkı arayan bir araştırmacı, bunları okuduktan sonra Ebu Bekir'in Hz. Fatıma'ya zulmederek hakkını gasp ettiğini kabul etmek zorunda kalmaktadır. Halbuki o, Müslümanların halifesi sıfatıyla, Hz. Fatıma'nın iddia ettiği şeyleri vererek onu razı edebilirdi. Çünkü Fatıma, özüyle sözüyle doğruydu. Allah ve Resulü, Fatıma'nın doğruluğuna tanıklık etmişlerdi. Ebu Bekir de dahil, bütün Müslümanlar onun doğru olduğunu biliyorlardı. Ama şu siyaset var ya; her şeyi tersine çeviriyor! Sonuçta doğru konuşan, yalancı; yalancı ise doğru konuşan oluyor!

        Evet! Bu olay, Ehl-i Beyt'i, Allah'ın kendileri için belirlediği makamdan uzaklaştırmak için hazırlanan komplonun bir bölümüdür. Bu komplo, Hz. Ali'yi hilafetten uzaklaştırmakla ve Müslümanların gözünde Fatıma'nın değerini düşürmek, heybet ve saygınlığını kırmak için Fatıma'yı yalanlayarak, Resulullah'tan olan bağışı ve mirasını gasp etmekle başladı ve Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in bütün evlatları ve yaranıyla birlikte şehit edilip kadınlarının esir alınması ve Şiileri ve sevenlerinin öldürülmesiyle sonuçlanarak devam etmektedir.

        Evet! Tarihi okuyarak hakkı batıldan ayırmaya çalışan
--------------------------

1- İbn-i Kuteybe, el-İmame ve's-Siyase, c. 1, s. 20.



262 /

her insaflı ve özgür Müslüman, Ehl-i Beyt' e zulmedenlerin başında Ebu Bekir'in yer aldığını görür. Bunun için de Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim'i okuması yeterlidir.

        Gelin görün ki, cennet ehli kadınlarının hanımefendisi ve Allah'ın kendisinden her türlü pisliği giderip tertemiz kıldığı Hz. Fatıma'yı yalanlayıp Hz. Ali ve Ümmü Eymen'in tanıklığını reddeden aynı bu Ebu Bekir, hiçbir şahit istemeden sıradan bir sahabinin iddiasını kabul ediyor! Şimdi hep birlikte Buhari ve Müslim' in bu konuda naklettiklerine şöyle bir göz atalım.

        Buhari, Sahih'inin "Şehadat Kitabı"nda, Müslim ise, Sahih'inin "Faziletler Kitabı"nda Cabir bin Abdullah'tan şöyle naklederler:

        "Resulullah (s.a.a.) vefat edince Ebu Bekir'e, Ala bin Hazrami tarafından bir miktar para ulaştı. Ebu Bekir; "Resulullah'tan alacağı olanlar, gelip bizden alsınlar." dedi. Cabir der ki: Ben de; "Resulullah (s.a.a.) elini üç kez açıp yumarak bana şöyle, şöyle ve şöyle vereceğine dair söz vermişti." dedim. Cabir der ki. "Bunun üzerine Ebu Bekir, üç kez avucumun içine beş yüz (toplam bin beş yüz dirhem veya dinar) saydı."1

        Şimdi Ebu Bekir'e; niçin hiçbir şahit istemeden Cabir'i doğrulayıp elini üç kez parayla doldurduğunu soracak biri yok mu?! Yoksa Cabir, bütün alemlerin kadınlarının hanımefendisi olan Fatıma' dan daha takvalı, daha imanlı mıydı?!
--------------------------
1- Sahih-i Buhari, c. 3, s. 236; Sahih-i Müslim, c. 4, s. 1806, h. 2314.


 / 263

        Bütün bunlardan daha şaşırtıcı olan; Ebu Bekir'in, Hz. Fatıma'nın kocası Ali bin Ebi Talib'in şahitliğini kabul etmemesidir. Ali ki, Allah her türlü pisliği ondan uzaklaştırarak onu tertemiz kılmıştır! Ali ki, Resulullah'a salavat getirmek farz olduğu gibi, ona da salavat getirmek farzdır! Ali ki, Resulullah (s.a.a.) "Onu sevmek iman, ona düşman olmak nifaktır."1 buyurmuştur!

        Yine Buhari, Hz. Fatıma ve Ehl-i Beyt'e zulmedildiğini kanıtlayan bir başka olay daha anlatmaktadır. Buhari, Sahih'inin "Hediye ve Hediye Vermenin Fazileti Kitabı"nda şöyle nakleder:

        "Suheyb Oğulları, Resulullah'ın (s.a.a.) iki ev ve bir odayı Suheyb' e bağışladığını iddia ettiler. Mervan, "Buna şahidiniz de var mı?" diye sorunca, "Abdullah bin Ömer şahittir." dediler. Mervan onu çağırttı. O da, Resulullah'ın (s.a.a.) iki ev ve bir odayı Suheyb'e bağışladığına dair şahitlik etti. Bunun üzerine Mervan onların lehine hüküm verdi. "2

        Ey Müslüman! Bazıları hakkında uygulanıp, bazıları hakkında uygulanmayan şu hükümleri görüyor musun?! Bu, zulüm ve haksızlık değil de nedir?! Yalnızca Abdullah bin Ömer'in şahitliğinden dolayı Müslümanların halifesi, iddia edenlerin lehine hüküm verebiliyorsa, peki neden Ali bin Ebi Talip ile Ümmü Eymen'in tanıklığı reddediliyor?! Bu soruyu soracak bir Müslüman yok mu?! Kur'an'ın ölçülerine göre hüküm verilmek isteniyorsa, bir erkekle bir
-----------------

1- Sahih-i Müslim, c. 1, s. 86, h. 78; Sahih-i Tirmizi, c. 5, s. 635; Sünen-i Nesei, c. 8, s. 116-117.
2- Sahih-i Buhari, c. 3, s. 215.



264/

kadının tanıklığı, tek bir erkeğin tanıklığından daha güçlü değil mi?! Yoksa Suheyb'in evlatları, Resulullah'ın (s.a.a.) kızından daha mı doğru konuşan kimselerdi?! Ya da Abdullah bin Ömer, halifelerin yanında Ali bin Ebi Talip'ten daha mı güvenilirdi?!

        Ebu Bekir'in Resulullah'tan naklettiği "Biz peygamberler miras bırakmayız." sözüne gelince; bu iddiayı Hz. Fatıma yalanlamış ve Kur'an'la çeliştiğini ortaya koymuştur. Resulullah (s.a.a.) sahih bir hadiste buyurmuştur ki: "Benden size bir hadis aktarıldığında, onu Allah'ın Kitabına sunun. Eğer Allah'ın Kitabına uyuyorsa, onunla amel edin. Eğer Allah'ın Kitabına uymuyorsa, onu duvara çarpın."

        Hiç kuşku yok, Ebu Bekir'in rivayet ettiği bu söz, Kur'an'ın birçok ayetiyle çelişmektedir. Şimdi Ebu Bekir'e ve bütün Müslümanlara şu soruyu soracak birisi yok mu: Neden Kur'an'a, sünnete ve akla ters düşen bu rivayet hususunda Ebu Bekir'in tanıklığı kabul ediliyor da, Kur'an'a, sünnete ve akla uygun olan Hz. Ali ve Hz. Fatıma'nın tanıklığı reddediliyor?!

        Bütün bunlar bir yana, taraftarlarının uydurduğu faziletler sayesinde Ebu Bekir'in derecesi ne kadar yukarı çıkarılsa da, kesinlikle cennet ehli kadınların hanımefendisi olan Hz. Fatıma'nın ve Resulullah'ın her yerde bütün sahabeden öne geçirdiği Ali bin Ebi Talib'in derecesine ulaşamaz. Örnek olarak, Resulullah'ın (s.a.a.) Hayber savaşında bayrağı Ali'nin eline vermesine değinebiliriz. Resulullah o gün şöyle buyurmuştu: "Bayrağı bugün öyle birisine vereceğim ki, Allah'ı ve Resulünü sever; Allah ve Resulü de onu severler." Bütün sahabiler bayrağı almak ümi-


 / 265

diyle boyunlarım uzatmışlar, ama Resulullah (s.a.a.) bayrağı diğer hiç kimseye değil, Ali'ye vermişti.! Yine Resulullah (s.a.a.) Ali'nin hakkında şöyle buyurmuştur: "Ali bendendir ve ben Ali'denim. Benden sonra müminlerin velisi odur."2

        Mutaassıp ve inatçı kimseler, bu hadislerde şüphe etseler bile, şu konuda asla şüphe edemezler: Ali ile Fatıma'ya salat ve selam göndermek, Resulullah'a (s.a.a.) salat ve selam göndermenin bir parçasıdır. Yani Ebu Bekir, Ömer, Osman, cennetle müjdelenenler, ashap ve ve bütün Müslümanların namazı, ancak Allah'ın, kendilerinden her türlü pisliği uzaklaştırıp tertemiz kıldığı Muhammed ve Al-i Muhammed' e salat ve selam göndermekle kabul olur.

        Bu konu Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim3 ve diğer Sahihlerde yazılıdır. Bu nedenle Şafii bir şiirinde der ki: Kim siz Ehl-i Beyt'e salat göndermezse, namazı batıl olur.4

        Eğer bu yüce makamlarına rağmen yine de onların yalan söyledikleri iddia edilirse, bu durumda İslam'ın ruhuna Fatiha okumaktan başka yapılacak bir şey kalmaz.

        Bize, "Neden Ebu Bekir'in iddiası kabul ediliyor da, Ali ve Fatıma'nın iddiası kabul edilmiyor?" diye soracak olur-
------------------------------

1- Sahih-i Buhari, c. 4, s. 73; Sahih-i Müslim, c. 4, s. 1871, Ali bin Ebi Talib'in Faziletleri Babı.
2- Sahih-i Tirmizi, c. 5, s. 632, h. 3712; Hasais-i Nesei, s. 77, h. 65; Müstedrek-i Hakim, c. 3, s. 110-111; el-İsabe, c. 2, s. 509.
3- Sahih-i Buhari, c. 6, s. 151; Sahih-i Müslim, c. 1, s. 305, h. 405 - 407.
4- Divan-ı Şafii, s. 72; es-Savaik'ul-Muhrika, s. 147.


266/

sanız, şu cevabı veririz: Çünkü Ebu Bekir hakim ve halifedir, halife istediğini yapar ve her zaman o haklıdır! Güçlünün iddiası, yırtıcı hayvanın dişiyle iddia edip pençesiyle de ispatlamasına benzer.

        Sözümüzün doğruluğunun ispatı için, aziz okuyucuların dikkatini Buhari'nin bu konudaki çelişkisine çekiyoruz. Bütün Ehl-i Sünnet'in kabul ettiği ve Ebu Bekir'i Fatıma'nın talebini reddetmesinde haklı çıkarmak için ileri sürdüğü "Biz peygamberler miras bırakmayız, bizim bıraktıklarımız sadakadır." rivayetini Ebu Bekir'den nakleden Buhari, Sahih'inde bu iddiayı çürüten başka rivayetlere de yer vermektedir.

        Örneğin; Buhari şöyle nakleder: "Fatıma, Resulullah'tan (s.a.a.) kalan mirasını istediği gibi, Resulullah'ın zevceleri de Ebu Bekir'e elçi göndererek miraslarını istediler."1

        Resulullah'ın (s.a.a.) zevcelerinin de miras istemeleri, Ebu Bekir'in iddiasının doğru olmadığını göstermiyor mu?!

        Yine Buhari, Sahih'inin "Vekalet Kitabı"nda Abdullah bin Ömer'den şöyle nakleder: "Resulullah Hayber' den elde edilen mahsullerden, zevcelerine yüz ölçek verirdi; seksen ölçek hurma, yirmi ölçek de arpa. Ömer, Hayber'i taksim ederek Resulullah'ın (s.a.a.) zevcelerini, su ve toprak almakla Resul-i Ekrem'in zamanında olduğu gibi mahsulden belli bir miktarda pay almak arasında seçim yapmalarını istedi. Bunun üzerine bazıları toprak aldılar, bazıları ise
---------------------------

1- Sahih-i Buhari, c. 5, s. 114 - 115, Meğazi Kitabı; Sahih-i Müslim, c. 3, s. 1380, h. 1759.


 /267

mahsulü seçtiler. Aişe de toprağı tercih etti."

        Bu rivayet açıkça, Hayber'in, Resulullah'ın mirası olduğunu bildirmekte; dolayısıyla Ebu Bekir' in, "Peygamberler miras bırakmazlar" iddiasının doğru olmadığını ve Hz. Fatıma'ya haksızlık yapmış olduğunu ortaya koymaktadır.

        Bu rivayet ayrıca, Ömer bin Hattab'ın, hilafeti döneminde Hayber'i Resulullah'ın zevceleri arasında taksim edip onları toprak veya mahsulden birini seçmekte serbest bıraktığını, Aişe'nin de toprak aldığını bildirmektedir. Peki nasıl oluyor da Peygamber'in eşi Aişe miras alabiliyor, ama kızı Fatıma miras alamıyor?!

        Ey akıl sahipleri! Ne olursunuz, bize cevap verin; Allah da size sevap ve mükafat versin!

        Bunu da bir kenara bıraksak, görüyoruz ki Ebu Bekir'in kızı Aişe, Resulullah'ın bütün evini sahiplendi; ama Resulullah'ın diğer zevcelerinin böyle bir şansı yoktu. Yine Aişe babasını o eve gömdü; Ömer'i de onun yanına defnetti. Oysa Hz. Hasan'ın, dedesi Resulullah'ın (s.a.a.) yanına defnedilmesine mani oldu. Bunun üzerine İbn-i Abbas Aişe'ye sinirlenerek şöyle dedi:

        "Ey Aişe! Dün deveye bindin. Bugün de katıra binmişsin. Korkarım ki yaşarsan, yarın da file bineceksin. Senin miras hakkın sekizde birin dokuzda biri kadardır. Ama sen bütün mirası ele geçirdin."2

        Ben bu konuda daha fazla tafsilata girmek istemiyorum.
-----------------------------

1- Sahih-i Buhari, c. 3, s. 137.
2- el-Haraic ve'l-Ceraih, c. 1, s. 243.

 

268/

        Araştırmacıların kendileri tarihe başvurmalıdırlar. Burada Hz. Fatıma'nın Ebu Bekir'e ve diğer sahabilere karşı irad ettiği hutbenin bir bölümünü nakletmek yerinde olacaktır. Böylece bundan sonra kurtulmak isteyenler bununla kurtulsun ve helak olmak isteyenler de bu delille helak olsunlar. Hz. Fatıma onlara hitap ederek şöyle dedi:

        "Acaba siz Kur'an'ı bilerek terk edip arkanıza mı attınız?! Yüce Allah Kur'an'da, "Süleyman Davud'a mirasçı oldu." diye buyurmuyor mu?! Yine Hz. Zekeriya'nın "Bana kendi katından bir yardımcı armağan et; bana mirasçı olsun ve Yakub Oğullarına da mirasçı olsun. Rabbim, onu (kendisinden) razı olunanlardan kıl." diye Allah'a yalvardığı Kur'an'da sabit değil midir?!

        Yüce Allah; "Akrabalar (mirasta) Allah'ın Kitabına göre birbirinden önceliklidir.", "Çocuklarınız konusunda Allah, erkeğe iki I{adının hissesi kadar tavsiye eder." ve "Sizden birine ölüm gelip çattığı zaman, eğer geride bir hayır bırakmışsa, anaya - babaya ve yakın akrabaya bilinen (meşru) bir tarzda vasiyette bulunması, Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir hak olarak, size yazıldı (farz kılındı)." diye buyurmuyor mu?!

        Miras konusundaki ayetler size mi mahsustur ve babam bu ayetlerin hükmünden dışlanmış mıdır?! Siz Kur'an'ı babamdan ve amcamın oğlundan daha mı iyi biliyorsunuz?! Yoksa size göre ben babamın dininde değil de, başka bir dine mi mensubum?! Ve bu yüzden mirasçı olamazsın diye bir iddianız mı var?!

        Ey Ebu Bekir! Hilafet de, el koyduğun Fedek de senin olsun! Kıyamet gününde görüşeceğiz. O gün ki hakem



 / 269

Allah 'tır, önder ise Muhammed. Ve kıyamet günü batıl yolda olanlar hüsranda olacaktır."1

EBU BEKİR'İN ZEKAT VERMEYEN MÜSLÜMANLARI KATLETMESİ

        Buhari, Sahih'inin "Dinden Dönenlerden Tevbe Etmelerini İstemek Kitabı"nda, Müslim de, Sahih'inin "İman Kitabı"nda Ebu Hureyre' den şöyle nakleder:

        "Resulullah vefat ettikten sonra, Ebu Bekir halife olup Araplardan bazıları kafir olunca, Ömer dedi ki: "Ey Ebu Bekir! Sen halkla niçin savaşıyorsun? Halbuki Resulullah (s.a.a.) buyurmuştur ki: "Ben, halk "La ilahe illallah" diyene kadar onlarla savaşmakla görevliyim. Kim "La ilahe illallah" derse, malı ve canını benden korumuş olur. Ama eğer bir hakkı zayi etmiş olursa, o başka. Allah da onu hesaba çeker."

        Ebu Bekir dedi ki: "Vallahi, kim namaz ile zekatı birbirinden ayırırsa (namaz kıldığı halde zekat vermezse), onu öldüreceğim. Çünkü zekat, mala taalluk eden bir haktır. Vallahi, eğer Resulullah (s.a.a.) zamanında verdikleri zekatın az bir miktarını da olsa bana ödemezlerse, onlarla savaşacağım."

        Ömer der ki: "Allah'a andolsun ki ben, Allah'ın, Ebu Bekir'in göğsünü savaşmak için genişlettiğini hissettim ve Ebu Bekir'in haklı olduğunu anladım."2

        Ebu Bekir ve Ömer'den böyle bir şey asla yadsınmamalıdır. Çünkü daha önce de Ebu Bekir ve Ömer, Hz. Fatıma'nın evini, içindeki biat etmeyen sahabilerle birlikte
-----------------------------

1- Ahmed bin Ebi Tahir, Belağat'un-Nisa, s. 17.
2- Sahih-i Buhari, c. 9, s. 19; Sahih-i Müslim, c. 1, s. 51, h. 20.



270/

yakma tehdidini savurmuşlardı.1 Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin ve biatten kaçınan seçkin sahabileri yakmakla tehdit eden kimseler için, zekat vermekten çekinen Müslümanları öldürmek çok kolay bir iştir. Peygamber'in tertemiz Ehl-i Beyti ve ashabın seçkinlerine böyle davranan kimseler, çöl Araplarına ne yapmazlar ki?! Kaldı ki biatten kaçınanlar, Resulullah'ın (s.a.a.) nassı ile hilafetin kendi hakları olduğu görüşündeydiler. Resulullah'tan herhangi bir nassın olmadığını iddia ederek işin şura ile halledilmesi gerektiğini farz etsek dahi, onlara (biatten kaçınanlara) itiraz ve eleştiri hakkını teslim etmeliyiz.. Bütün bunlara rağmen, Hz. Fatıma'nın evini yakmak tehdidinde bulundukları rivayetlerle sabittir. Eğer Hz. Ali, Müslümanların kanının dökülmemesi ve İslam ümmetinin birliğinin korunması için, teslim olup ashabına da biat etmek için evden çıkma emrini vermeseydi, hiç kuşkusuz, onları yakacaklardı.

        Artık Fatıma'tüz-Zehra dünyadan göçmüş, Ali de görünüşte bile olsa onlarla sulh etmişti ve her şey onların istediği gibi yürüyordu. Bu yüzden, Peygamberlerinden sonra neler olup bittiğini ve niçin Peygamber'in tayin ettiği şahıs değil de başka bir şahsın2 hilafet makamında oturduğunu öğrenmek isteyen ve bu nedenle de zekat vermekten kaçınan Medine dışındaki bazı kabilelere asla tahammül edemezlerdi.
--------------------------

1- İbn-i Kuteybe, el-İmame ve's-Siyase, c. I, s. 19; el-Ikd'ül- Ferid, c. 4, s. 259 - 260; Muhtasar-u Ebi'l-Peda, c. 1, s. 156; Tarih-i Taberi, c. 3, s. 202.
2- Ömer; Ebu Bekir'in, düşünüp taşınmadan alınan ani bir kararla hilafete getirildiğini söyler. Bkz. Sahih-i Buhari, c. 7, s. 208 - 209, Muharip Kafirler ve Mürtetler Kitabı; el-Milel ve'n-Nihel, c. 1, s. 30.



 /271

        Dolayısıyla, Ebu Bekir ve hükümetinin, suçsuz Müslümanları katledip, saygınlıklarını gözetmemesine, kadınlarını ve çocuklarını esir almasına şaşırmamak gerekir. Tarihçiler yazarlar ki: Ebu Bekir; Halid bin Velid'i Süleym Oğulları kabilesine gönderdi; o da onları yaktı.1 Sonra onu Yemame'ye ve Temim Oğullarına gönderdi. Halid, onları hile ile aldattıktan sonra ellerini bağlayıp kılıçla boyunlarını vurdu ve Resulullah'ın (s.a.a.) güvenip de kavminde zekat toplaması için tayin ettiği yüce sahabi Malik bin Nüveyre'yi öldürüp aynı gece karısına tecavüz etti. La havle ve la kuvvete illa billah'il-Aliyy'il-Azim.

        Malik ve kavminin hiçbir suçu yoktu. Onlar, Resulullah'ın (s.a.a.) vefatından sonra meydana gelen acı olayları, Hz. Ali'nin hilafetten uzaklaştırılmasını, Hz. Fatıma'ya yapılan zulümleri, Hz. Fatıma'nın hilafeti gasp edenlere karşı gazaplı olarak dünyadan göçtüğünü, Ensar'ın büyüğü Sa'd bin Ubede'nin biatten çıkıp muhalefete geçtiğini duymuş ve Ebu Bekir'e biatin sıhhatinde şüpheye düşmüşlerdi ve bu nedenle de olayların netleşmesini bekleyerek zekat vermekten kaçınmışlardı. Ama halife ve yandaşları hemen hükmü vermiş, erkeklerini öldürmüş, kadınları ve çocuklarını esir almışlardı ki, kimse hilafete itiraz veya muhalefet etmeye cesaret edemesin.

        Doğrusu; Ebu Bekir'in kendisi bile hatasını itiraf ettiği halde2 yine de bazılarının, Ebu Bekir'i ve hükümetini savu-
-------------------

1- Muhibbuddin Taberi, er-Riyaz'un-Nazıra, c.l, s. 149.
2- Ebu Bekir, daha sonra Malik bin Nüveyre'nin kardeşi Mütmim' den özür dilemiş ve beytülmaldan onun diyetini ödeyerek; "Halid içtihat edip yanılmıştır." demişti. Bkz. Tarih-i Taberi, c.3, s. 276 - 278; el-Eğani, c. 15, s. 298 - 302.



272/

narak Ömer'in; "Allah'a andolsun ki ben, Allah'ın, Ebu Bekir'in göğsünü savaşmak için genişlettiğini hissettim ve Ebu Bekir'in haklı olduğunu anladım." şeklindeki sözünü tekrarlamalarına şaşmamak elde değil!

        Acaba Ömer' e; neye dayanarak Müslümanlarla savaşmanın caiz olduğuna kanaat getirdiğini sorabilir miyiz?! Kendisi, Resulullah'ın (s.a.a.) "La ilahe illallah" diyen birini öldürmeyi haram ettiğini söylemiyor mu?! Ve bu hadisi delil göstererek Ebu Bekir'e karşı çıkmamış mıydı?! Nasıl oluyor da ansızın karar değiştirerek Ebu Bekir'in haklı olduğuna kanaat getirerek Müslümanların katledilmesine rıza gösteriyor?! Allah'ın, Ebu Bekir'in göğsünü genişlettiğini gördüğü için mi?! Bu göğüs genişliği nasıl bir genişlikmiş acaba?! Yalnız Ömer mi görmüş, bu göğüs genişliğini?! Eğer bu göğüs genişliği, mecazi anlamda manevi bir genişlikse, Allah Teala, Resulünün diliyle açıklanmış olan hükümlerine muhalefet eden kimselere böyle bir göğüs genişliği verir mi acaba?! Yani, Allah Teala, bir taraftan Resulünün diliyle "La ilahe illallah" diyenin öldürülmesini haram ediyor, diğer taraftan Ebu Bekir ile Ömer'in onları öldürmeleri için göğüslerini mi genişletiyor?! Yoksa, Resulullah'tan (s.a.a.) sonra Ebu Bekir ile Ömer' e vahiy mi nazil olmuştu?! Hayır, hayır! Onlar, kendi siyası çıkarları için içtihat ederek Allah'ın hükümlerini ayaklar altına almışlardı.

        Ebu Bekir'i savunanların; "Onlar (Malik ve kavmi) İslam dininden çıkmışlardı ve bu yüzden öldürülmeleri gerekiyordu." doğrultusundaki iddiaları doğru değildir. Tarihten azıcık haberi olanlar, onların İslam' dan çıkmadıklarını, fakat zekat vermekten kaçındıklarını bilirler. Onlar, Halid

 /273

bin Velid ile birlikte cemaat namazı kılmışlardı. Ebu Bekir de, Müslümanların beytülmalından Malik'in diyetini (kan parasını) ödemiş ve öldürülmesinden dolayı özür dilemişti. Halbuki İslam' dan çıkan bir mürtedin öldürülmesinden dolayı özür dilenmez ve ona diyet ödenmez. Selef-i Salihten hiçbir kimse de, zekat vermeyenin kafir olduğunu söylememiştir. Sadece, uzun bir süreden sonra mezhepler ve fırkalar ortaya çıkınca, Ehl-i Sünnet, Ebu Bekir'i temize çıkarmak için onların İslam' dan çıktıklarını söylediler. Çünkü Ehl-i Sünnet' in Sahihlerinde olduğu gibi, "Müslümana küfretmek fısk, onu öldürmek ise kafirliktir."1 Hatta Buhari bile Ebu Bekir'in, "Vallahi zekat ile namazı birbirinden ayıranları öldüreceğim." sözünü, "Farzları Kabul Etmekten Kaçınıp da Mürted Sayılmayanlar"2 başlığı altında nakletmiştir. Demek ki Buhari de onların mürted olmadıklarına inanmaktadır.

        Bazıları ise, tıpkı Ebu Bekir gibi; "Zekat mala taalluk eden bir haktır." diye yorum yaparak Ebu Bekir'i savunmak istemişler. Bu da doğru bir yorum değildir. Çünkü:

        1- Resulullah (s.a.a.) "La ilahe illallah" diyenlerin öldürülmesini haram kılmıştır. Bu konuda Ehl-i Sünnet Sahihlerinde birçok hadis vardır.

        2- Zekatın mala taalluk eden bir hak olması, şer'i hakime zekat vermekten kaçınanlardan zorla zekat alma hakkını verir; onları öldürüp kanlarını dökme hakkını vermez.
----------------------

1- Sahih-i Buhari, c. 1, s. 19, İman Kitabı; Sahih-i Müslim, c. 1, s. SI, h. 64, İman Kitabı.
2- Sahih-i Buhari, c. 9, s. 19.



274/

        3- Zekatın mala taalluk eden bir hak olması, zekat vermekten kaçınanları öldürmeyi caiz kılsaydı, Resulullah'ın (s.a.a.) zekat vermekten kaçınan Sa'lebe'yi öldürmesi gerekirdi. Oysa Resulullah, böyle bir girişimde bulunmadı. 1

        4- Sünni kaynakları, " 'La ilahe illallah' diyeni öldürmek haramdır." anlamındaki hadislerle doludur. Biz, bu konuda yalnızca Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim'in kaydettikleri bazı hadisleri naklediyoruz:

        a- Müslim, Sahih'inin "İman Kitabı, Kafirin 'La İlahe İllallah' Demesinden Sema Öldürülmesinin Haram Oluşu Babı"nda, Buhari de "Meğazi Kitabı"nda şöyle naklederler:

        Mikdat bin Esved, Resulullah'a (s.a.a.); "Eğer ben bir kafirle savaşırsam, sonra o benim bir elimi kılıçla keserse ve peşinden bir ağacın arkasına sığınarak, "Ben Müslüman oldum." derse, onu öldürmem caiz olur mu?" diye sordu. Resulullah; "Onu öldürme." buyurdu. Miktad; "Ya Resulallah! O, benim ellerimden birini kesmiş, ondan sonra Müslüman olduğunu söylemiştir! Resulullah (s.a.a.) yine; "Onu öldürme." buyurdu. "Eğer onu öldürürsen, o, senin onu öldürmeden önceki durumunda olur, sen de onun Müslüman olmadan önceki durumuna düşersin."2

        Bu hadise göre, eğer bir kafir "La ilahe illallah" derse, daha önce bir Müslümana zulmedip onun elini kesmiş olsa bile, onu öldürmek haram olur. Halbuki henüz, "Muhammedun Resulullah" dememiş; namaz, zekat, oruç ve haccı kabul ettiğini belirtmemiştir. O halde, nasıl yorum
-----------------------------

1- Vahidi, Esbab'un-Nüzu1, c. 170 - 171.
2- Sahih-i Müslim, c. 1, s. 95, h. 95; Sahih-i Buhari, c. 5, s. 109.


 /275

yapabiliyor ve nereye gidiyorsunuz?!

b- Buhari, Sahih'inin "Meğazi Kitabı"nda; Müslim ise, "İman Kitabı, Kafirin 'La ilahe illallah' Demesinden Sema Öldürülmesinin Haram Oluşu Babı"nda Üsame bin Zeyd' den şöyle naklederler:

        "Resulullah bizi Hurka'ya göndermişti. Sabah vakti onlara baskın yaparak onları yenilgiye uğrattık. Ben ve Ensar' dan biri, onlardan birinin peşine takıldık. Onu yakaladığımızda hemen "La ilahe illallah" dedi. Ensar' dan olan onu bıraktı, ama ben mızrağımla onu öldürdüm. Medine'ye döndüğümüzde bu haber Resulullah'a ulaştı. Resulullah buyurdu ki: "Ey Üsame! O adam "La ilahe illallah" dedikten sonra niçin onu öldürdün?" Ben; "O, bu cümleye sığınarak kurtulmak istiyordu." dedim. Ama Resulullah (s.a.a.) bu sözü o kadar tekrarladı ki, "Keşke o günden önce Müslüman olmasaydım" diye arzuladım!l

        Bu hadis, kesinlikle, "La ilahe illallah" diyen birini öldürmenin haram olduğunu bildirmektedir. Bu yüzden görüyoruz ki, Resulullah (s.a.a.) Üsame'ye öyle şiddetle çıkışıyor ki, Üsame, "Keşke o günden önce Müslüman olmasaydım" diye arzu ediyor ve böylece "İslam' a yeni girenin geçmişteki hataları affolunur." hadisinin kapsamına girmek istiyor.

        c- Buhari, Sahih'inin "Elbise Kitabı"nda; Müslim ise, Sahih'inin "İman Kitabı"nda Ebuzer'den şöyle naklederler:

        "Bir gün Resulullah'ın huzuruna çıktığımda üzerinde beyaz bir elbise olduğu halde uyuyordu. Geri dönüp bir
------------------------

1- Sahih-i Buhari, c. 5, s. 183; Sahih-i Müslim, c. 1, s. 97, h. 96.



276 /

süre sonra geldiğimde uyanmıştı. Beni görünce şöyle buyurdu: " 'La ilahe illallah' deyip de bu inanç üzerine ölen kul, mutlaka cennete girecektir." Dedim ki: "Zina etmiş, hırsızlık yapmış olsa da mı?!" Resulullah; "Evet!" buyurdu. "Zina etmiş, hırsızlık yapmış olsa bile!" Ebuzer tekrar; "Zina etmiş, hırsızlık yapmış olsa da mı?!" diye şaşkınlığını dile getirdi. Resulullah; "Ebuzer'e rağmen evet! Zina etmiş, hırsızlık yapmış olsa bile!" buyurdu."1

        Ebuzer, bu hadisi her anlattığında, "Ebuzer istemese bile..." diyordu. Bu hadis, "La ilahe illallah" deyip de bu akide üzerine ölen herkesin cennete gireceğini bildirmektedir. Dolayısıyla da "La ilahe illallah" diyen bir adamı öldürmek caiz değildir. Ebu Bekir, Ömer ve gerçekleri yorumlayıp tersine göstererek, Allah'ın hükümlerini değiştiren geçmişlerinin saygınlığını korumaya çalışan taraftarları bundan hoşlanmasalar da bu böyledir.

        Hiç kuşkusuz, Ebu Bekir ve Ömer bu hükümleri bizden daha iyi biliyorlardı. Ama ne var ki, hilafet uğruna, bilerek Allah'ın ve Resulünün hükümlerini değiştirdiler.

        Belki de Ebu Bekir, zekat vermeyenleri öldürmek isterken Ömer ona karşı çıkarak Resulullah'ın hadisini delil getirdiğinde, Ömer' e şöyle demiştir: "Fatıma'nın evini yakmak için odunu eline alan sen değil miydin? Fatıma hakkında en azından, "La ilahe illallah" dediği söylenemez miydi?" Sonra da sözlerine şunları eklemiştir: "Oysa Hilafet Merkezi'nde bulunan Ali ve Fatıma sürekli göz altında oldukları için fazla bir şey yapamazlardı. Ama eğer zekat
--------------------------

1- Sahih-i Buhari, c. 7, s. 192 - 193; Sahih-i Müslim, c. 1, s. 95, h.94.


 /277

vermeyenleri kendi hallerine bırakırsak, bütün İslam memleketlerine yayılıp Hilafet Merkezi'ne karşı büyük bir tehlike oluşturabilirler." Ve bu sözlerden sonra Ömer ikna olarak; "Gördüm ki Allah, Müslümanları öldürmesi için Ebu Bekir'in göğsünü genişletmiştir." demiş ve Ebu Bekir'in haklı olduğunu anlamıştır!

EBU BEKİR, ÖMER VE DAHA SONRA OSMAN TARAFINDAN RESULULLAH'IN SÜNNETİNİN YAZILMASININ YASAKLANMASI

        Araştırmacı bir kimse ilk üç halifenin tarihte kaydedilen bazı icraatlarını okursa, onların Peygamber efendimizin hadislerinin yazılmasını yasakladıklarını ve hatta ashabın bu hadisleri halka nakletmelerine dahi izin vermediklerini görecektir. Çünkü bu hadisler, onların menfaatleriyle çelişmekte veya en azından siyası ve şahsi maslahatlarına uygun olarak uydurdukları hükümlere ters düşmekteydi. Böylece, Kur'an'ın açıklayıcısı ve Kur'an'dan sonra İslam hükümlerinin ikinci kaynağı olan nebevi hadisler, onların zamanında unutulmaya terkedildi. Bu durum, Ömer bin Abdülaziz veya hatta biraz andan sonraya kadar devam etti. Bu konuda tarihçiler ve hadisçiler, ittifak içerisindedirler. Örneğin; Buhari, Sahih'inin "İlim Kitabında" şöyle nakleder:

        "Ömer bin Abdulaziz'in Ebu Bekir bin Hazm'a şöyle yazdı: 'Resulullah'ın hadislerini dikkatle topla ve onları yaz. Çünkü ben ilmin kaybolmasından ve alimlerin ölmesinden korkuyorum. Resulullah'ın (s.a.a.) hadislerinden başka bir şey de kabul edilmesin. İlim yayılmaya çalışılmalı, alimler oturmalı ve bilmeyenler gelip onlardan ilim öğren-



278 /


melidirler. Çünkü ilim gizli kalırsa yok olur gider. "1

        Ama Ebu Bekir, Resulullah'ın (s.a.a.) vefatından sonra halka bir konuşma yaparak şöyle dedi:

        "Sizler, Resulullah'tan, ihtilaf ettiğiniz hadisler naklediyorsunuz. Sizden sonra ise halk daha fazla ihtilaf edecektir. Öyleyse Resulullah'tan (s.a.a.) hiçbir hadis nakletmeyin. Sizden hadis isteyen olursa; 'Aramızda Allah'ın Kitabı vardır. Onun helalini helal, haramını ise haram bilin; bu bize yeter.' deyin."2

        Ebu Bekir'in işi gerçekten de şaşırtıcıdır! Peygamber'in (s.a.a.), ümmeti sapmaktan koruyacak olan vasiyetini yazdırması engellenen o uğursuz perşembe gününden henüz birkaç günden fazla bir zaman geçmeden, aynen arkadaşı Ömer gibi; "Allah'ın Kitabı bize yeter." diyor!

        Allah'a şükürler olsun ki, Resulullah'ın (s.a.a.) sünnetini arkalarına attıklarını ve onu hiçe saydıklarını kendi dilleriyle itiraf ediyorlar.

        Şimdi Ebu Bekir ve Ömer'i her zaman savunan ve onları Resulullah'tan sonra en iyi insanlar olarak bilen Ehl-i Sünnet'ten soruyoruz: Sizler, Sahihlerinizde Resulullah'ın; "Ben, sizin aranızda iki şey bırakıyorum; onlarla amel ederseniz, asla sapıtmazsınız: Allah'ın Kitabı ve sünnetim." buyurmuş olduğunu nakletmiyor musunuz?! Peki, -faraza bu hadis doğru ise- nasıl oluyor da Resulullah'tan sonra halkın en faziletlileri olan Ebu Bekir ve Ömer, sünnetin yazılması ve anlatılmasını yasaklıyorlar ve sünnete hiç mi
---------------------------------
1- Sahih-i Buhari, c. 1, s. 36.
2- Zehebi,Tezkiret'ü1-Huffaz, c. 1, s. 3 - 4.



 / 279

hiç değer vermiyorlar?! Ayrıca, "Kur'an'ın helalini helal, haramını ise haram bilin." diyen Ebu Bekir'e; "Zekat vermeyenleri öldürmenin, kadınları ve evlatlarını esir almanın caiz olduğunu hangi ayette gördün?" diye soracak biri yok mu?

        İşte Allah'ın Kitabı, bizimle Ebu Bekir arasında hakemlik yaparak zekat vermeyenler hakkında şöyle buyurmaktadır:

        "Onlardan bazıları; 'Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka vereceğiz ve kesinlikle salihlerden olacağız.' diye Allah'a söz verdiler. Ama Allah, lütuf ve kereminden onlara nimetler verince, cimrilik yaparak sözlerinden döndüler ve dinden yüz çevirdiler. Allah'a verdikleri sözlerinden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı Allah, onların kalplerine nifak soktu."1

        Bütün müfessirler, bu ayetlerin Resulullah (s.a.a.) zamanında zekat vermekten kaçınan Sa'lebe hakkında olduğunda ittifak etmişlerdir. Kaldı ki, Sa'lebe Resulullah'a zekat ödemekten kaçındığı gibi, zekatı inkar ederek cizye olduğunu söylemişti. Ama buna rağmen Resulullah (s.a.a.) onunla savaşmadı ve onu öldürmedi. Hatta gücü yettiği halde mallarını da zorla almadı.

        Malik bin Nüveyre ve kabilesi ise, zekatın farz olduğunu inkar etmemişlerdi. Onlar, sadece Resulullah'tan (s.a.a.) sonra zorla, hileyle ve fırsatı ganimet bilerek başa geçen şahsın hilafetine itiraz etmişlerdi.
----------------------

1- Tevbe Süresi /75 - 77.



280/

        Bundan da daha şaşırtıcı olan, Ebu Bekir'in. Hz Fatıma'nın karşısındaki tutumudur. "Sizler, Resulullah'tan, ihtilaf ettiğiniz hadisler naklediyorsunuz. Sizden sonra ise halk daha fazla ihtilaf edecektir. Öyleyse Resulullah'tan (s.a.a.) hiçbir hadis nakletmeyin. Sizden hadis isteyen olursa; 'Aramızda Allah'ın Kitabı vardır. Onun helalini helal, haramını ise haram bilin; bu bize yeter.' söyleyin." diyen Ebu Bekir, nasıl oluyor da alemler kadınlarının hanımefendisi olan Fatıma'tüz-Zehra'nın okuduğu muhkem ayetler karşısında, kendisinden başka kimsenin rivayet etmediği uyduruk bir hadise dayanıyor ve bu hadisle o muhkem ayetleri neshediyor?! İlginç değil mi?! Peki, niçin kendi söylediğiyle kendisi amel etmiyor?! Niçin Resulullah'ın (s.a.a.) bir parçası olan Fatıma'tüz-Zehra ile, kendisi rivayet ettiği "Biz peygamberler miras bırakmayız." hadisinde ihtilaf edince, Kur'an' a başvurmuyor?!

        Cevabı bellidir. Çünkü Allah'ın Kitabına başvurulduğu takdirde, Hz. Fatıma'nın bütün iddiaları ispatlanacaktı. O zaman da Ebu Bekir'in işi zorlaşacak ve hilafet konusunda da deliller karşısında teslim olması gerekecekti. Bu da hiç mi hiç Ebu Bekir'in işine gelmiyordu. Yüce Allah buyuruyor ki:

        "Ey iman edenler, yapmadıklarınızı niçin söylüyorsunuz? Yapmadıklarınızı söylemeniz, Allah'ın gazabına sebep olan büyük bir suçtur."1

        Evet, işte bu yüzden Ebu Bekir, Resulullah'ın (s.a.a.) hadislerinin halkın arasında yayılmasını istemiyordu. Onların yazılmasına, anlatılmasına, bir şehirden başka bir şehre
-----------------

1- Saff Suresi /2 - 3.


 / 281

taşınmasına izin vermiyordu.

        Çünkü Resulullah'ın hadislerindeki yorumlanamayacak sözler, onun hükümeti ve siyasetiyle açıkça çelişmekteydi. Öyleyse bu hadisleri gizlemek, hatta mahvedip yakmaktan başka çare yoktu.

        İşte! Kızı Aişe babasının aleyhinde şahitlik ederek diyor ki: "Babam, Resulullah'ın beş yüz hadisini bir araya topladı. Akşam olunca yatağında o tarafa bu tarafa döndüğünü ve uyuyamadığını gördüm. İçimden, "Herhalde bir rahatsızlığı var ya da duyduğu bir haberden dolayı endişelenmiştir." dedim. Sabah olunca beni çağırarak, "Kızım, sana emanet olarak verdiğim hadisleri getir." dedi. Ben hadisleri getirince, hepsini alıp yaktı..." 1

EBU BEKİR'İN, HİLAFETİ ÖMER' E BIRAKMASI

        Hz. Ali (a.s.) özellikle bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

        "Allah'a andolsun ki, Ebu Bekir hilafeti bir gömlek gibi giyindi. Oysa o, benim hilafete nispetle değirmen taşının mili gibi olduğumu, hilafetin benim çevremde döndüğünü biliyordu. Sel benden akar, hiçbir kuş benim uçtuğum yere uçamaz. Hilafetle arama bir perde çektim, onu koltuğumdan silkip attım. Düşündüm;
-----------------

1- Sahih-i Müslim, c. 2, s. 1099, h. 1472, Boşanma Kitabı.
2- Nehc'üI-Belağa, 77. mektup.



292 /


kesilmiş elimle hamle mi edeyim, yoksa bu kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? Hem de öylesine bir körlük ki, ihtiyarı tamamıyla yıpratır; çocuğu yaşlandırır; iman eden de Rabbine ulaşıncaya kadar bu zulmette zahmet çeker. Gördüm ki sabretmek daha doğru; sabrettim; ama gözümde diken, boğazımda kemik vardı; mirasımın yağmalandığını görüyordum.

        Sonunda Ebu Bekir yolunu bitirdi gitti; ama ölmeden önce onu Hattab'ın oğluna (Ömer'e) verdi.

        (Sonra A'şa'nın şu beytini okudu:)

        Bugün deveye binmişim; yolculuk zahmetine düşmüşüm.

        Cabir'in kardeşi Hayyan'la bulunduğum günle bu günüm kıyaslanır mı hiç?

        Ne de şaşılacak şey ki, (Ebu Bekir) yaşarken halkın kendisini bırakmasını teklif ederdi. Ölümünden sonra yerine Ömer'in geçmesini sağladı. Bu iki kişi hilafeti, devenin iki memesi gibi aralarında paylaştılar. Sonra o (Ömer), hilafeti düz ve düzgün olmayan çorak bir yere attı. Sözü sertti, insanı yaralardı; onunla buluşup görüşeni incitirdi. Meselelerde şüphesi çoktu, özür getirmesinin sayısı yoktu..."1

        Her araştırmacı bilir ki, Resulullah (s.a.a.) vefat etmeden önce Ali bin Ebi Talib'i halife olarak tayin etmişti. Bütün ashapla birlikte Ebu Bekir ile Ömer de bunu biliyorlardı.2 Bu yüzden Hz. Ali (a.s.) buyuruyor ki: "Oysa Ebu Bekir,
------------------------------
1- Nehc'ü1-Belağa, 3. hutbe.
2- Gazali, Sırr'ul-Alemin.



 /293


benim hilafete nispetle değirmen taşının mili gibi olduğumu biliyordu..." Daha önce de hatırlattığımız gibi, Ebu Bekir ile Ömer, büyük ihtimalle hadislerin anlatılması ve yazılmasını bu yüzden yasaklayıp sadece Kur'an'a sarıldılar. Çünkü Kur'an'da velayetle ilgili ayet vardıysa da, Hz. Ali'nin adı açıkça geçmiyordu. Ama hadislerde durum bunun aksineydi.

        Örneğin; Resulullah (s.a.a.) şöyle buyurmuştu:

        "Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır." "Harun Musa'ya göre nasılsa, Ali de bana göre öyledir. Yalnız, benden sonra peygamber yoktur." "Ati benim kardeşim, vasim ve benden sonraki halifemdir."1

        Böylece, Ebu Bekir ve Ömer'in hadisleri yasaklama ve yakma politikalarında ne kadar başarılı olduklarını, ağızları nasıl kapattıklarını ve ashabın da nasıl -Kurza bin Kab gibi- sustuklarını anlıyoruz. Bu yasak, ilk üç halifenin hilafetleri süresince, çeyrek asır (25 yıl) devam etti. Sonunda Hz. Ali (a.s.) halife olunca, Rahbe'de2 ashabı toplayarak "Gadir Hadisi"ini Resulullah'tan duyduklarına dair tanıklık etmelerini istedi. Bunun üzerine on yedisi Bedir' de savaşmış
-----------------------


1- Taberi, er-Riyaz'un-Nazıra, c. 3, s. 117, 126, 129; Hasais-i Nesei, s. 77 ve 96 - 97; Ahmed bin Hanbel, el-Fezail,c. 2, s. 682, h. 11671.
2- Rahbe, Kufe yakınlarında bir yerdir. Hicri 35. yılda Hz. Ali işittiği bazı iftiralar üzerine halkı toplayarak onlardan "Gadir-i Hum Hadisi"ne dair şahitlik etmelerini istedi. Bunun üzerine otuz sahabi Gadir hadisinin sıhhatini onayladılar. Bazı sahabiler şahitlik etmekten çekinince, Hz. Ali onlara beddua etti ve onlar ömür boyunca hasta oldular. Bkz. İbn-i Ebi'l-Hadid, Şerh-i Nehc'ül-Belağa, c. 2, s. 289; el-İsabe, c. 2, s. 408; Mecma'uz-Zevaid, c. 9, s. 107; Üsd'ül-Gabe, c. 3, s. 321.



294 /

olan otuz sahabe tanıklık etti 1

        Bu da şunu gösteriyor: Eğer Hz. Ali (a.s.) o sahabilerden, Gadir-i Hum hadisiyle ilgili olarak şahitlik etmelerini istemeseydi, onlar bu hadisi söylemeyeceklerdi. Aynı şekilde eğer Hz. Ali, o günün güçlü halifesi olmasaydı, onlar korkularından asla şahitlik etmezlerdi. Nitekim, Enes bin Malik, Bedi bin Azib, Zeyd bin Erkam, Cerir bin Abdullah-ı Beceli gibi bazı sahabiler, korku veya düşmanlıklarından dolayı susarak Hz. Ali'nin bedduasını kazanmışlardı. 2

        Hz. Ali (a.s.) halifeliği boyunca çeşitli gruplar tarafından açılan savaşlar, çıkarılan fitnelerle uğraştı. Sanki Bedir, Huneyn, ve Hayber'deki kinler, bir anda onun aleyhinde kaynamıştı. Sonunda bu kinler, onu şehit etti ve Osman'ın zamanında fesada, yağmaya ve rüşvete alışan fırsatçılarla, Cemel, Sıffin ve Nehrivan fitnecilerinin kulakları, tekrar Resulullah'ın hadislerini duymaz oldu. Ali bin Ebi Talip, yirmi beş yılda oluşan fesat ve bozulmaları üç dört yıl zarfında ortadan kaldıramazdı. Böyle kısa bir sürede onları düzeltmek, ancak kendi nefsini bozmakla mümkündü ki, bunu da Hz. Ali yapmazdı. Kendisi buyuruyor ki: "Vallahi, sizin ne ile düzeleceğinizi çok iyi biliyorum; ama ben, nefsimi bozarak sizi ıslah edemem."
Nihayet, çok geçmeden Muaviye bin Ebu Süfyan hilafet kürsüsüne oturarak aynı siyaseti izledi. Sadece Ömer'in
----------------------------

1- Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 119; Tarih-i Dimaşk, c. 2, s. 7 - 8, İmam Hasan'ın tercüme-i hali.
2- Ensab'ul-Eşraf, c. 2, s. 156 - 157; es-Siret'ül-Halebiyye, c. 3, 337; İbn-i Kuteybe, el-Maarif, s. 320.



 / 295

zamanında anlatılan hadislerin anlatılmasına izin verdi. Muaviye, Resulullah'ın hadislerini yasaklamakla kalmayıp hadis uydurmaları için sahabe ve tabiinden bazı kişileri seçti ve böylece, yalan ve hurafeler seli içinde Resulullah'ın (s.a.a.) doğru sünneti kaybolup gitti.

        Tam bir asır böyle geçerken Müslümanların uyduğu tek sünnet, Muaviye'nin sünneti idi. Muaviye'nin sünnetinin anlamı, Muaviye'nin ilk üç halifenin amellerinden kabul ettiği şeylerle kendisi ve taraftarlarının ekledikleri bidatlerdir. Bu bidatlerin başında da Hz. Ali'ye, Ehl-i Beyt'e ve seçkin sahabilere lanet okumak geliyordu.

        Bu yüzden tekrar belirtiyorum ki, Ebu Bekir ile Ömer, Kur'an'a sarılma adı altında Resulullah'ın (s.a.a.) sünnetini mahvetme konusunda başarılı oldular. Bugün bile, on dört asır geçtikten sonra, Hz. Ali' nin halifeliğini ispat eden mütevatir hadisleri delil olarak getirdiğimizde, şu cevabı işitiyoruz: "Bırakın Resulullah'ın sünnetini' Bizim onunla işimiz yoktur. Bize Allah'ın Kitabı yeter. Allah'ın Kitabında ise, Ali'nin Peygamber'in halifesi olduğu söylenmiyor; bilakis, işlerin şura ile yürütüleceği söyleniyor."

        Ehl-i Sünnet'in delili budur işte! Ben, hangi Sünni alimiyle tartıştıysam, bana karşı hep "şura" sloganını ileri sürdüler.

        Kabul edelim ki, Ebu Bekir'in hilafeti aceleye geldi de Allah, onun şerrini Müslümanlardan uzaklaştırdı.! Dolayısıyla Ebu Bekir' in hilafeti şura ile olmadı. Aksine gafletle,
-------------------------
1- Sahih-i Buhari, c. 8, s. 208, Muharip Kafirler ve Mürtetler Kitabı, Hamile Kadının Zinadan Dolayı Recmi Babı.



296/

zorla, tehditle ve dayakla oldu.1 Hatta sahabenin ileri gelenleri onun hilafetiyle muhalefet ettiler. Onların başlarında da Ali bin Ebi Talip, Sa' d bin Ubade, Ammar, Selman, Mikdat, Zübeyr, Abbas ve diğerleri vardı ki, tarihçiler bütün bunları kaydetmişlerdir. Peki, Ömer'in hilafeti konusunda ne diyeceksiniz? Şura meselesine bu kadar bağlı olan Ehl-i Sünnet'e şu soruyu soruyoruz: Ebu Bekir, kendinden sonraki halifeyi nasıl şuraya danışmadan tayin edebiliyor? Hani nerede iddia ettiğiniz şura?

        Daha fazla açıklama için her zaman olduğu gibi yine Sünni kitaplarından delil getirerek Ömer'in nasıl halife olduğunu hatırlatacağız:

        İbn-i Kuteybe, Tarih'ul-Hülefa adlı kitabının "Ebu Bekir'in Hastalığı ve Ömer'in Halife Oluşu" babında şöyle nakleder:

        "... Sonra Ebu Bekir, Osman bin Affan'ı çağırtarak; "Vasiyetimi yaz." dedi. Osman, Ebu Bekir'in dediği gibi vasiyeti yazmaya başladı:

        "Bismillahirrahmanirrahim. Bu, dünyadan ayrılmak ve ahirete girmek üzere olan Ebu Bekir'in vasiyetidir. Ben, Ömer bin Hattab'ı size halife olarak tayin ettim. Eğer onu layık bir insan olarak görürseniz, benim ümidim budur zaten. Ve eğer Allah'ın dininde değişiklikler yaparsa, bilin ki ben sadece sizin hayrınızı istedim ve benim gayptan haberim yoktu. Zulmedenler, pek yakında nasıl bir dönüşüme uğrayacaklarını göreceklerdir."

        Sonra, vasiyetini mühürleterek onlara verdi. Muhacirler
-----------------------

1- İbn-i Kuteybe, el-İrnarne ve's-Siyase, c. 1. s. 16 - 18.


 / 297

ve Ensar yeni halifenin tayin olduğu haberini duyunca, Ebu Bekir'in yanına gelerek şöyle dediler:

         "Görüyoruz ki, Ömer'i halife tayin etmişsin. Sen onu tanıyordun ve yaşadığın sürece onun ne hatalar ve suçlar işlediğini gördün. Buna rağmen sen bizden ayrılırken, onu nasıl başımıza buyruk ediyorsun? Sen Allah'la görüştüğünde sana bunu sorunca ne cevap vereceksin?" Bunun üzerine Ebu Bekir şöyle dedi: "Eğer Allah bana sorarsa, "Onların başına, bence onların en üstünü olanını koydum." derim."1

        Taberi2 ve İbn-i Esir3 gibi tarihçiler ise şöyle anlatırlar:

        "Ebu Bekir, Osman' ı çağırtarak vasiyetini yazdırıyordu. Vasiyet yazılırken Ebu Bekir bayıldı. Osman, Ömer bin Hattab'ın adını yazdı. Ebu Bekir ayıldığında; "Yazdıklarını oku." dedi. Osman okurken Ömer bin Hattab'ın adını söyledi. Ebu Bekir; "Onu söyleyeceğimi nereden anladın?" dedi. Osman; "Ben, ondan başkasını kabul etmeyeceğini biliyordum." cevabını verdi. Ebu Bekir; "Evet, öyledir." dedi.

        Vasiyetin yazılması bitince, içlerinde Talha'nın da bulunduğu ashaptan bir grub Ebu Bekir'in yanına gelerek dediler ki: "Halkın nefret edip çekindiği sert bir adamı onların başına halife mi ediyorsun?! Yarın Allah'a nasıl cevap vereceksin?" Ebu Bekir; "Beni oturtun." dedi. Çünkü daha önce uzanmıştı. Onu oturttuklarında Talha'ya dedi ki: "Sen beni Allah'tan mı korkutuyorsun? Allah yarın bana sorarsa, halkın en üstününü onların başına geçirdim."
---------------------------
1- İbn-i Kuteybe, el-İrnarne ve's-Siyase, c. 1, s. 24 - 25.
2- Tarih-i Taberi, c. 3, s. 429 ve 433.
3- Tarih-i İbn-i Esir, c. 2, s. 425.



298 /

diyeceğim."1

        Tarihçiler, Ebu Bekir'in ashapla görüşmeden Ömer' i halife tayin ettiğinde ittifak etmişlerdir. Buna göre, "Ebu Bekir ashabın hoşlanmamasına rağmen Ömer'i halife tayin etti" diyebiliriz. Artık ister İbn-i Kuteybe'nin dediği gibi, Muhacirler ve Ensar, Ebu Bekir'in yanına gelerek; "Ömer'in aramızda yaptığı kötü işleri biliyorsun." demiş olsunlar, isterse de Taberi'nin dediği gibi, "Halkın nefret edip çekindiği sert bir adamı onların başına halife mi tayin ediyorsun. Yarın Allah'a ne cevap vereceksin ?"2 demiş olsunlar, hiç fark etmez. Çünkü her ikisinden de çıkan sonuç şudur: Sanıldığı gibi, ashabın arasında işler asla şura ile yürütülmüyordu. Ashap Ömer'in halifeliğine razı olmadıkları halde, Ebu Bekir, Ömer'i zorla onların başına geçirdi.

        Nitekim, Hz. Ali (a.s.) önceden bunun böyle olacağını söylemişti. Ömer, Ebu Bekir'e biat etmesi için Hz. Ali'ye baskı yaptığı zaman, Hz. Ali (a.s.) ona buyurmuştu ki: "Öyle bir süt sağ ki, bir miktarı senin olsun. Bugün onun için çalış da yarın işi sana bıraksın."3

        Veya ashaptan biri, Ömer bin Hattap Ebu Bekir'in hilafetle ilgili vasiyetiyle dışarı çıktığında; "Ey Ebu Hafs (Ömer)! Vasiyette ne yazılmış?" diye sorunca, Ömer; "Bilmiyorum, ama işitip ilk itaat edecek olan benim." demiş, bunun üzerine o sahabi; "Allah'a andolsun ki, ben
-----------------------

1- İbn-i Ebi'l-Hadid, Şerh-i Nehc'ül-Belağa, c. 1, s. 163 - 165, 3. hutbenin şerhi.
2- Tarih-i Taberi, c. 3, s. 433.
3- İbn-i Kuteybe, el-İmame ve's-Siyase, c. 1, s. 18.

 /299

onda neler yazıldığını biliyorum. O gün sen onu emir yapmıştın, bugün ise o seni emir yaptı." demişti. 1

        Böylece, Ehl-i Sünnet'in sürekli iddia ettiği "Şura" ilkesinin Ebu Bekir ile Ömer'in yanında hiçbir değeri olmadığı ortaya çıkıyor. Başka bir deyişle; şura ilkesini iptal edip ortadan kaldıran ve Ümeyye Oğullarının hilafeti babadan oğula miras kalan saltanata dönüştürmesine zemin hazırlayan ilk kişi Ebu Bekir' dir. Nitekim, Abbas Oğulları da aynı yolu izlediler. Böylece şura ilkesi, Ehl-i Sünnet'in gördüğü bir rüya ve düşlediği bir hayalden öteye geçmedi.

        Bu konu, bana Kenya'nın Nayrobi şehrinde Arabistanlı Vahhabi alimlerden biriyle olan tartışmamızı hatırlattı. Konu, hilafet meselesiydi. Ben, hilafetin ilahı nass ile olması gerektiği ve halkın buna asla karışamayacağını savunuyordum. Ama o, şura ilkesini savunuyor ve bunu ispatlayabilmek için çok çaba harcıyordu. Onun yanındaki dini ilimler okuyan birkaç talebe de onun söylediklerini onaylıyor ve onun Kur'an'ın şu ayetleriyle delil getirdiğini belirtiyorlardı: "Meselelerde onlarla meşveret et."2 "Ve onların işleri, aralarında şura iledir."3

        Ben onlara karşı şimdilik hadislerden delil getiremeyeceğimi anladım. Çünkü üstatlarından Vahhabilik fikirlerini almış ve hadislerle ikna olmaları mümkün değildi. Ayrıca, doğal olarak ezberlemiş oldukları uydurma hadisleri, bana karşı delil olarak gösterebilirlerdi. Bu yüzden, şura ilkesini kabul ederek üstatlarına dedim ki: "Sizler Arabistan kralına
----------------

1- İbn-i Kuteybe, eI-İmame ve's-Siyase, c. 1, s. 25.
2- Al-i İmran Suresi / 159.
3- Şura Suresi /38.



300

şura ilkesini anlatarak onun koltuğundan inmesini ve Selef-i Salihe uyarak Arabistan Yarımadası'ndaki Müslümanları istedikleri şahsı seçmeleri konusunda serbest bırakmasını sağlayabilir misiniz? Ama ben, onun bunu kabul edeceğini asla zannetmiyorum. Çünkü onun ataları, sadece hilafeti ele geçirmekle kalmayıp bütün Arap Yarımadası'nın kendilerine ait olduğunu söylediler. Bu yüzden de oraya "Suud Mem- leketi" adını verdiler."

        Bu sözlerimin üzerine üstatları şöyle dedi: "Bizim siyasetle işimiz yok. Biz şu anda sadece namaz kılıp Allah' ı zikretmemiz emrolunan camide oturuyoruz."

        - Camide ilim de öğrenilir, değil mi?
       - Evet, biz bu talebelere burada ders veriyoruz.
        - Biz de ilmı bir bahisle meşgul değil miydik?
        - İşin içine siyaseti karıştırınca bozdun!

        Arkadaşımla birlikte üzülerek oradan çıktık. Çünkü Vahhabilik fikirleri genç Müslümanların zihnine tam olarak oturmuştu. Hatta onlar babalarına bile düşman oluvermişlerdi. Çünkü onların hepsi -bence Ehl-i Beyt' e en yakın olan- Şafii mezhebinden idiler. Ayrıca, eskiden oralarda büyüklere fevkalade saygı gösterilirdi. Çünkü onların çoğu, Resulullah'ın pak sülalesinden gelmektedir. Ama Vahhabiler, halkın fakirliği ve bilgisizliğinden yararlanarak bu saygı göstermenin "Allah'a şirk koşma" olduğunu söyleyerek insanların fikirlerini değiştirmeye çalışmışlar. Böylece, evlatlar babalarına düşman olmuşlar. Maalesef Afrika'daki İslam ülkelerinin çoğunda bu durum göze çarpmaktadır. Yine Ebu Bekir'in ölümüne dönüp hayatı boyunca yap-


 / 301


tığı işlerden nasıl pişman olduğunu görelim. İbn-i Kuteybe, Tarih'ul-Hulefa adlı kitabında Ebu Bekir'in şöyle dediğini naklediyor: "Allah'a andolsun ki, yaptığım üç şeye çok üzülüyorum; keşke o üç şeyi yapmasaydım!

        Keşke Ali'nin eviyle işim olmasaydı! (Başka bir rivayette ise şöyle geçer: "Benim aleyhime savaş ilan etmiş olsaydılar da keşke Fatıma'nın eviyle işim olmasaydı"')

        Keşke Sakife gününde Ömer veya Ebu Ubeyde'den birinin elini tutsaydım da o halife olsaydı, ben de vezir!

        Ve keşke Zulfücae es-Selemi'yi esir alıp getirdiklerinde onu öldürseydim veya azat etseydim de ateşte yakmasaydım!" ı


        Ve biz şöyle ekliyoruz:

        Ey Ebu Bekir! Keşke Zehra'yı (s.a.) incitmeseydin, ona zulmetmeseydin ve onu gazaplandırmasaydın. Keşke onun vefatından önce pişman olup onu razı etseydin! Bu, saldırıp yakılmasına izin verdiğin Hz. Ali'nin evi hakkında...

        Keşke iki dostun olan Ömer ve Ebu Ubeyde'yi bırakarak elini Resulullah'ın şer'i halife olarak seçtiği şahsın eline koyup ona biat etseydin! Böylece o emir olsaydı da dünya bugünkü duruma düşmeseydi ve Allah Teala'nın hak olarak vaad ettiği gibi, Allah'ın dini tüm yeryüzünde hakim olsaydı'


        Keşke Resulullah'ın sünnetini ve hadislerini toplayarak ateşte yakmasaydın da şeriat hükümlerini ondan öğrenseydin ve kendi görüşüne göre içtihat yapmasaydın!
---------------------------

1- İbn-i Kuteybe, Tarih'ul-Hulefa, c. 1, s. 24; Tarih-i Taberi, c. 3, s. 430; İbn-i Abdurabbih, el-Ikd'ül-Ferid, c. 4, s. 268; Mes'udi, Müruc'üz-Zeheb, c. 2, s. 308.



302 /

        Keşke ölüm döşeğinde yatarken hilafeti asıl sahibi olan Hz. Ali'ye (a.s.) geri verseydin! O ki, hilafetle nispetle değirmen taşının mili gibiydi ve sen onun üstünlüğünü, faziletlerini, zühdünü, takvasını ve ilmini herkesten daha iyi biliyordun! O ki, sen onun Resulullah'ın (s.a.a.) canı ve nefsi olduğunu biliyordun! Özellikle de ki o, İslam'ın korunması hatırına kendi hakkından geçmiş ve işi sana bırakmıştı! Öyleyse sen de, Muhammed ümmetinin hayrını istemeli ve ümmetin işlerini ıslah edecek, ihtilaflarına son verecek, onları izzetin doruğuna çıkaracak olan kişiyi seçmeli değil miydin!

        Ve keşke Mustafa'nın ciğer paresini gazaplandırarak Allah'ı gazaplandırmasaydın! Kendin de çok iyi biliyordun ki, Allah onun gazabıyla gazaplanır, rızasıyla razı olur ve onu inciten Resulullah'ı incitmiş olur. Resulullah (s.a.a.) buyurmuştu ki: "Fatıma'yı inciten, beni de incitmiş olur."1 Allah Teala da buyuruyor ki: "Resulullah'ı incitenlere acı bir azap vardır."2

 

C- Ebu bekir b. Ebu Kuhafe (Sıddık)'ın PEYGAMBER'E (S.A.A) MUHALEFETİ
 

1- Ebubekir b. Ebu Kuhafe (Sıddık)

Daha önceki çalışmalarımızda belirttiğimiz gibi Ebubekir, Peygamberimizden (s.a.a) beş yüz hadis toplamış, onları yakarak halka şöyle demişti: "Allah resulünden hiçbir şey rivayet etmeyin. (Bundan dolayı) biri size bir şey soracak olursa, deyin ki: Allah'ın kitabı aramızdadır; helalini helal sayın, haramlarından da kaçının!"[243]

-Aynı şekilde, Peygamberimiz vasiyetini yazmak isterken ona muhalefet ederek Ömer'in sözünü desteklemiş ve: "Resulullah sayıklıyor, Kurân bize yeter!" demiştir.

-Hz. Ali'nin (a.s) Peygamberimizin halifesi olduğuna dair rivayeti de görmezden gelerek hilafet makamını gasp etmiştir.

-Usame'nin ordusuyla gitmeyerek Peygamber'e muhalefet etmiştir.

-Peygamber'in (s.a.a) Hz. Fatıma (s.a) hakkındaki sünnetini çiğneyerek onu rencide etmiş, öfkesini üzerine almıştır.

-Zekât vermeyen Müslümanları öldürerek yine Peygamber'in bu konudaki sünnetini ayaklar altına almıştır.

-İyas b. Abdullah olayında da sünnete muhalefet ederek, onu (elleri bağlı olarak) ateşe atmıştır. Oysaki Peygamberimiz, ateşe atarak insanları cezalandırmayı yasaklamıştı.

-Peygamberimizin Müellefetü'l-Kulûb hakkındaki sünnetini ihlal etmiş, bu konuda Ömer'in görüşüne uyarak bu hakkı vermemiştir.

-Peygamberimizin kurallarını çiğneyerek halifelik makamını Müslümanlara danışmadan Ömer'e devretmiştir.

Peygamberimizin kuralı sayılan bunlar gibi daha birçok şeyi ayaklar altına almıştır. Bu gerçekler Ehlisünnet'in kendi tarih kitaplarında ispatlanmıştır. Âlimlerin dediği gibi, "Peygamber'in her fiili, sözü ve ikrarı" onun sünneti ise, demek ki Ebubekir bunların hepsine muhalefet etmiştir. Örnek olarak:

1-Peygamber'in Sözüyle Muhalefet:

a) Peygamberimizin sözlerinden biri şudur: "Fatıma benim bedenimin parçasıdır. Onu gazaplandıran beni gazaplandırmıştır." Bildiğimiz gibi Fatıma (s.a) vefat ettiğinde Ebubekir'e kızgındı. Buharî, bunu Sahih'inde nakletmiştir.

b) Peygamberimiz, Usame'nin komutanlığını reddeden grup hakkında, "Usame'nin ordusuna katılmayanlara Allah lanet etsin!" buyurmuştur. O, böyle buyurduğu halde bir grup ashap Usame ile gitmeye razı olmadı. Ebubekir de Usame'nin ordusuna katılmayanlar arasındaydı.

2- Peygamber'in Fiiliyle Muhalefet:

Resul-i Ekrem'in (s.a.a) fiillerinden biri de Müellefetü'l-Kulûb'a[244] Allah'ın emri gereği iyilikle davranmasıydı. Zekâttan onlara belli bir pay veriyordu. Ama Ebubekir, Kurân-ı Kerim'in açık olarak tanıdığı bu haktan onları mahrum etti ve Ömer'i razı edebilmek için Peygamber'in bu işiyle de muhalefet etmiş oldu. Zira Ömer, "Bizim size ihtiyacımız yoktur!" demişti.

3- Peygamber'in İkrarıyla Muhalefet:

Peygamberimizin onayladıkları şeylerden biri de sünnetinin yazılmasına ve halk arasında yayılmasına izin vermesiydi. Ama Ebubekir, bunların yazılmasını ve söylenmesini yasaklayarak onları yaktırmıştı.

Bunlara ilave olarak, Kurân'ın birçok hükmünü de bilmiyordu. Nitekim Kurân'da hükmü geçen kelale[245] meselesini sorduklarında şöyle demişti: "Ben kendi görüşümü söylüyorum; eğer doğruysa Allah'tandır, yanlışsa da ya benden ya da şeytandandır!"[246]

Allah aşkına nasıl şaşırmayalım? Müslümanların halifesi, Allah-u Teala'nın kitabında beyan etmesine ve Peygamber'in (s.a.a) bizzat açıklamasına rağmen kendisine "kelale"nin hükmü sorulduğunda, kitabı ve sünneti bir kenara bırakıp kendi şahsî görüşüne dayanarak fetva veriyor! Üstüne üstlük, Şeytan'ın onun görüşlerinde etkili olduğunu itiraf ediyor. Müslümanların halifesi Ebubekir'in böyle bir sözü söylemiş olması aslında pek de şaşırtıcı değildir. Çünkü kendisi defalarca şöyle söylemiştir: "Benim bir şeytanım var; sürekli damarlarımda ve derimde geziniyor!"

İslam âlimleri, "Kurân karşısında kendi şahsî görüşleriyle konuşan kâfirdir" derler. Peygamberimiz dahi asla kendi şahsî görüşüne ve kıyasa göre konuşmamıştır. Bundan da öte, Ebubekir şöyle diyordu: "Beni sünneti uygulamak konusunda zorlamayın. Çünkü benim buna gücüm yetmez!"

Eğer Ebubekir'in sünneti uygulamaya gücü yoksa onun takipçileri ve dostları nasıl oluyor da sünnet ehli olduklarını iddia edebiliyorlar? Belki de Ebubekir, bu söylemiyle Peygamber'in sünnetinden ne denli uzaklaştığını itiraf etmiştir. Aksi taktirde Allah-u Taâla'nın şu sözünü nasıl tefsir edebilirdik ki:

"O, size dinde bir zorluk yüklemedi."[247]

"Allah sizin için kolaylığı ister, güçlüğü istemez."[248]

"Allah hiç kimseye gücünün yetmeyeceği bir şey yüklemez."[249]

"Allah Resulü size ne verdiyse alın onu ve size neyi yasakladıysa sakının ondan."[250]

Ebubekir'in "Benim Peygamber sünnetine gücüm yetmez!" sözü, aslında bu ayetlerin reddidir. Peygamber'in ilk halifesi Ebubekir, o günkü şartlar altında sünneti yerine getirememişse, bugünkü Müslümanların Kurân ve sünnette emredilen hükümleri yerine getirmeleri nasıl beklenebilir?

Bunca şeye rağmen görüyoruz ki, Ebubekir, cevabı çok kolay ve hükmü çok açık olan meselelerde bile, sıradan insanlardan geri kalıyor, bunu telafi etmek için Peygamber sünnetiyle muhalefet ediyordu. Hatta Ebubekir, Peygamberimizin yaptığı ve yapılmasını önemle tavsiye ettiği "hac mevsiminde kurban kesme işini" bile yapmıyordu. Hâlbuki bütün Müslümanlar bu mevsimde kurban kesmenin önemli bir sünnet olduğunu çok iyi biliyordu.

Peki Müslümanların halifesi nasıl oluyor da böylesine önemli bir sünneti yerine getirmiyordu?

Şafiî, Umm adlı kitabında, Ebubekir ve Ömer'in hacda kurban kesmediklerini yazmış, buna gerekçe olarak da "Halk eğer onlara katılacak olsaydı, bunun vacip bir amel olduğunu sanacaktı; o yüzden onlar bunu istemediler" demiştir. Aynı rivayete diğer hadisçiler de kitaplarında yer vermiştir.[251]

Bu, yanlış ve delilsiz bir gerekçedir. Zira sahabeler kurban kesmenin vacip değil, sünnet olduğunu Peygamberimizden (s.a.a) öğrenmişlerdi. İnsanların kurban kesmeyi vacip sanacaklarını farz etsek bile, bunun zararı ne olurdu ki? O halde Ömer, teravih namazına (Peygamberimizin bu namazı cemaatle kılmayı yasaklamış olmasına rağmen) cemaatle kılma bidatini ilave ederken insanların bu namazın vacip olduğunu sanacaklarını neden hiç düşünmemişti? Gelin, görün ki bugün Ehlisünnet'in çoğu, bu namazın cemaatle kılınmasının vacip olduğunu zannetmektedir.

Ömer ve Ebubekir'in kurban kesme konusunda Peygamberimizin sünnetini terk etmeleri ve önemsiz bir işmiş gibi davranmaları, belki de halka Peygamber'in her sünnetini yapmanın vacip olmadığını göstermek içindi.

Böylece Ömer'in "Kurân bize yeter!" şeklindeki sözüyle Ebubekir'-in "Allah resulünden hiçbir şey rivayet etmeyin. (Bundan dolayı) biri size bir şey soracak olursa, deyin ki: Allah'ın kitabı aramızdadır; helalini helal sayın, haramlarından da kaçının!" şeklindeki sözü, onların sergilediği bu tutumlarla tamamen bağdaşmış oluyor. Dolayısıyla kurban kesmek hususunda birisi Ebubekir'e Peygamberimizin sünnetinden delil getirecek olsa, Ebubekir'in cevabı şu olacaktı: "Sakın Peygamber'in hadislerinden bir şey nakletme ve kurban kesmenin hükmünü bana Allah'ın kitabından göster!"

Araştırmacı bir insan için Peygamberimizin sünnetinin neden meçhul kaldığı, neden terk edildiği, Allah'ın hükümlerinin şahsî görüşlere ve kıyaslara göre neden değiştirildiği artık daha net bir biçimde ortaya çıkmış oldu.

Aslında bunlar, Ebubekir'in sünnete karşı nasıl bir tutum sergilediğini, Peygamberimizin sünnetinin yakılmasına nasıl müsamaha gösterdiğini, hatta bizzat kendi eliyle nasıl aşağıladığını gözler önüne seren birkaç tarihî delilden ibarettir. Eğer bu konuları daha geniş bir şekilde incelemek istesek, başlı başına bir kitap bile yazabiliriz.

İlim seviyesi ancak bu kadar olan ve Peygamber'in (s.a.a) sünnetiyle işi olmayan bir insana Müslümanlar nasıl güvenebilir ve onun taraftarlarına "sünnet ehli" demek nasıl mümkün olabilir?

Gerçek sünnet ehli hiçbir zaman sünneti görmezlikten gelip onu hafife almaz. Aksine sünneti takip eder ve ona saygı gösterir. Nitekim Allah-u Taâla Kurân-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır.

"De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.' (Ve) de ki: 'Allah'a ve resulüne itaat edin!' Eğer dönerlerse muhakkak ki Allah, kâfirleri sevmez."[252]
--------------
 

[243]-Tezkiretu'l-Hifaz, Zehebî, c.1, s.3.

[244]-Müellefetü'l-Kulûb: Kalbleri İslam'a ısındırmak için kendilerine zekâttan bir pay ayrılan kimselere denir. Kurân'da sadece bir yerde geçen "Müellefetü'1-Kulub" tabiri, bir isim tamlaması olup, "müellefe" ve "el-Kulûb" kelimelerinden oluşur. "Müellefe", ülfetlendirilen, ısındırılan, alıştırılan gibi anlamlara gelir. "el-Kulub" ise kalpler demektir. İkisi beraber, "kalpleri ısındırılan" gibi bir anlam ifade eder. Kurân-ı Kerim; Tevbe suresi 60. ayeti zekâtın kimlere verileceğini sayarken "müellefetü'1-kulûb"u da zikreder. Bu ayetin gereği olarak Resul-i Ekrem (s.a.a), zamanında zekât mallarının bir bölümünü bu tür insanlara vermiştir. Çev.

[245]-Kelale: Babası ve çocuğu olmayan kimseye denir. Nisa suresi 176. ayette bu kimsenin mirası hakkında bilgi verilmiştir. Çev.

[246]-Tefsir-i Taberî, c.4, s.191-192; Tefsir-i İbn-i Kesir, c.1, s.609; Tefsir-i Hâzin, c.1, s.326; Tefsir-i Celaluddin Suyutî, c.2, s.756. Birçokları konuyla ilgili ayetin (Nisa, 176) tefsirinde bu olaya değinmişlerdir. Ayrıca bkz: el-Camiu'l-Kebir, Suyutî, Nisa suresi 176. ayetin tefsiri.

[247]-Hac, 78.

[248]-Bakara, 185.

[249]-Bakara, 286.

[250]-Haşr, 7.

[251]-es-Sünenü'l-Kübra, Beyhakî, c.9, s.265; Cemu'l-Cevami, Suyutî, c.3, s.45.

[252]-Âl-i İmran, 31-32.

----------------------------

Bu eser derlenirken faydalanılan bazı eserler aşağıdaki gibidir:

Nehcül Belağa / İmam Ali (as)

Hidayet Önderleri 3 : Hz.Fatıma (as)

Gerçek Sünnet Ehli Şia'dır / Prof.Dr.Muhammed TİCANİ

Zikir Ehline Sorun / Prof.Dr.Muhammed TİCANİ

Nass ve İçtihat

Kuran ve Sünnet Işığında Ehlibeyt Mektebi

Ayet ve Hadisler Işığında Hz.Fatıma

Peşaver Geceleri

Nasıl Hidayete Kavuştum? / Prof.Dr.Muhammed TİCANİ

Ehlibeyt ve Ehlisünnet Ekolleri
     (Mealimu'l-Medreseteyn)

Ehli Beyt Sevgisi Cennetin Anahtarıdır

Ümmetin Önderliği / Üstat Cafer Sübhani