Back Index Next

 

Cariye b. Kudame, fitne ateşini alevlendirmekten vazgeçirmek amacıyla Aişe'ye öğüt vermeye başladı ve dedi ki: "Ey müminlerin annesi! Allah'a yemin ederim ki, Osman'ın öldürülmesi, senin şu mel'un devenin sırtına binerek evinden çıkıp buralara kadar gelmenden daha basit bir olaydır. Allah tarafından sana bahşedilmiş bir örtü, bir koruma ve bir dokunulmazlık vardı. Sen bu örtüyü ve korumayı yırtıp attın, dokunulmazlığını ortadan kaldırdın. Seninle savaşmayı göze alanlar, seni öldürmeyi de göze alırlar demektir. Eğer bizimle savaşmak için gönüllü gelmişsen, evine dön. Yok eğer istemeden bizimle savaşmak için gelmişsen, seni bu istemediğin durumdan kurtarmaları için insanlardan yardım iste."[369]

Çatışma - Ateşkes - İhanet

Aişe'nin gelişi insanların kafasını karıştırdı. Basralılar Aişe'yi destekleyenler, desteklemeyenler, tasdik edenler ve yalanlayanlar olarak çeşitli gruplara bölündüler. Şehre tam bir kaos havası hakimdi. İnsanlar vuruşmaya ve sokaklarda çatışmaya başladılar. Ancak gece olunca birbirlerinden ayrılabiliyorlardı. Osman b. Huneyf kan dökülmesini istemiyordu. Barış olsun istiyordu. İmam Ali'nin (a.s) Basra'ya gelişini bekliyordu. İki taraf arasındaki savaş iyice kızışınca, barış talepleri yükselmeye başladı. Geçici bir ateşkes antlaşması imzaladılar. Bu arada Medine'ye bir elçi gönderme kararını aldılar. Elçi Medinelilere soracaktı. Eğer Talha ve Zübeyir zorla biat etmişseler, Osman b. Huneyf şehri onlara bırakacak, aksi takdirde Talha ve Zübeyir şehri bırakıp gideceklerdi.[370]

İki tarafın elçisi Kab b. Musevver geri döndü. Usame b. Zeyd'in, Talha ve Zübeyr'in zorla biat ettiklerini iddia ettiğini, Medine halkının ise Usame'nin bu iddiasına karşı çıktığını söyledi. Aişe ordusunun önde gelenleri bu iddiayı kullandılar ve rüzgarlı, yağmurlu bir gecede valilik sarayına saldırdılar. Osman b. Huneyf oradaydı. Adamlarının bazısını öldürdüler, bazısını da esir aldılar. Osman b. Huneyfin ise sakallarını, saçlarını ve kaşlarını yoldular. Fakat onu öldürmekten korktular. Çünkü kardeşi Sehl b. Huneyf İmam'ın Medine valisiydi.[371]

İmam'ın (a.s) İsyanı Bastırmak Üzere Harekete Geçmesi[372]

İmam Ali (a.s) iktidara gelince, güvenliğin sağlanmasının ve meşru merkezî hükümetin otoritesini kurmasının önünde bir engel vardı. O da Muaviye b. Ebu Süfyan'ın İmam'ın (a.s) hilâfetine isyan ettiğini ilân etmiş olmasıydı. İmam ilk iş olarak ümmetin birliğinin parçalanmasını ve kan dökülmesini önlemek için askerî ve siyasî hazırlıklara başladı.

İmam Aişe, Talha ve Zübeyr'in Basra'ya hareket ettiklerini ve merkezî yönetime baş kaldırdıklarını ilân ettiklerini öğrenir öğrenmez, Şam'daki Muaviye sorununu çözmekten vazgeçip, muhâcir ve ensârın gözde simalarının da aralarında bulunduğu bir orduyla Basra'ya doğru harekete geçti.

İmam (a.s) "Rebeze"ye varınca bölgelere mektuplar yazarak, fitne ateşini söndürmek ve fitneyi en dar alana hapsetmek için yardım istedi. Bu amaçla Muhammed b. Ebubekir ve Muhammed b. Cafer'i Kûfe'ye gönderdi. Kûfe valisi Ebu Musa Eş'arî, İmam'ın (a.s) çağrısına olumlu karşılık vermedi. Halkın İmam'a (a.s) yardım etmesini engelleyici bir tavır takındı. Sonra Abdullah b. Abbas'ı gönderdi. O da Ebu Musa Eş'arî'yi, yardımlara engel olmaktan vazgeçirmeye çalıştı. Ama Abdullah b. Abbas da Ebu Musa Eş'arî'yi ikna edemedi. Daha sonra oğlu Hasan ile Ammar b. Yasir'i gönderdi. Onların ardından da Malik-i Eşter'i gönderdi. Bunlar da Ebu Musa Eş'arî'yi valilikten azlettiler. Bunun üzerine bütün ağırlığıyla Kûfe Emir'ül-Müminin'e (a.s) yardım etmeye koştu ve "Zikâr" denilen yerde İmam'ın (a.s) ordusuna katıldılar.

Bu esnada İmam (a.s) ara vermeden Talha ve Zübeyir'e mektup yazmaya başladı, onlara elçiler gönderdi. Belki akıllarını başlarına alırlar, bu yanlışlıktan vazgeçerler, girdikleri tehlikeyi fark ederler diye. Böylece ümmeti fitnelerden, musibetlerden, belalardan uzak tutarlar, kan dökülmesine engel olurlar. Aişe'ye Zeyd b. Sûhan ve Abdullah b. Abbas gibi isimleri elçi olarak gönderdi. Bu elçiler onlarla kanıta, belgeye ve akla dayalı olarak konuştular. Hatta Aişe İbn-i Abbas'a şöyle demişti: "Benim Ali'nin kanıtlarına karşı koyacak gücüm yok." Bunun üzerine İbni Abbas ona şu karşılığı vermişti: "Kulların kanıtlarına karşı koyacak gücün yokken, Allahın kanıtlarına nasıl karşı koyacaksın?!"[373]

Son Öğütler

İmam Ali (a.s), kuvvetleri Basra önlerine geldikten sonra Talha ve Zübeyir'le yazışmayı sıklaştırdı. Aişe ve beraberindekiler insanların İmam Ali'nin (a.s) kanıtları karşısında ikna olmalarından korktular ve onunla karşılaşmak üzere kuvvetlerini şehir dışına çıkardılar. İki taraf savaş düzeni alınca, İmam Ali (a.s) birine askerlerine şu çağrıyı yapmasını emretti: "Karşı taraf aleyhine bir mazeret ortaya konulmadan ve kesin bir kanıt sunulmadan hiç kimse ok fırlatmasın, taş atmasın, mızrak saplamaya kalkmasın."[374]

İmam (a.s) karşı tarafın savaşta ısrarcı olduğunu gördü. Sonra İmam (a.s) iki tarafın ortasında bir yerde Talha ve Zübeyir'le buluştu. İmam onlara şöyle dedi: "Ömrüm hakkı için, sizin silahlar, süvariler ve piyadeler hazırladığınızı görüyorum. Keşke Allah katında ileri sürebileceğiniz bir mazeret hazırlasaydınız. Allah'tan korkun, yününü sağlam eğirdikten sonra onu çözen kadın gibi olmayın. Ben sizin dinde kardeşiniz değil miydim? Siz benim kanımı haram, ben de sizin kanınızı haram saymıyor muydum? Sizin benim kanımı helal saymanıza neden olan bir olay mı oldu?"

Sonra Talha'ya şöyle dedi: "Sen kendi karını evde bırakıp Peygamber'in (s.a.a) eşini mi savaşa getirdin? Sen bana biat etmedin mi?" Sonra Zübeyir'e şunları söyledi: "Biz seni Abdulmuttaliboğulları'ndan sayıyorduk. Senin şu kötü oğlun Abdullah büyüyünce, aramızı ayırdı." Ardından şöyle dedi: "Ey Zübeyir, hatırlıyor musun; Peygamber'le (s.a.a) beraber Benî Ganem bölgesine uğramıştın. Peygamber (s.a.a) bana baktı, güldü. Sen de ona güldün ve dedin ki: Ebu Talib'in oğlu kibrinden vazgeçmiyor. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) sana şöyle dedi: "Onda kibir yoktur. Ama sen haksız olarak onunla savaşacaksın?" Zübeyir: "Allah'a yemin ederim ki, söylediğin gibidir."

Rivayet edilir ki, Zübeyir bu konuşmadan sonra savaş meydanını terk eder ve fitne iyice kızıştığı sırada, savaş alanından uzak bir yerde öldürülür.[375] Talha'yı da savaş meydanında Mervan b. Hakem öldürür.[376]

Savaşın Başlaması

İmam (a.s) savaşın başlamasından önce, son ana kadar ahitlerini bozanların içine düştükleri yanlışlıktan dönmelerini temenni etti. Fitnenin elebaşılarının savaşmada ısrarcı olduklarına tanık olmasına rağmen savaş emrini vermedi. Arkadaşlarına şu emri verdi: "Size karşı onlar harekete geçmeden ve ben size izin vermeden, onlar savaşmaya ve öldürmeye başlamadan hiç biriniz ok fırlatmasın, mızrak saplamasın."[377]

Cemel ordusu ok atışına başladı. İmam'ın (a.s) arkadaşlarından biri öldürüldü. Derken ikinci, üçüncü... kişi de öldürüldü. Bunun üzerine İmam (a.s) onlara karşılık vermeye, hakkı ve adaleti savunmaya izin verdi.[378]

İki ordu korkunç bir savaşa girişti. Başlar uçuruluyor, kollar kesiliyor, her iki tarafta derin yaralar açılıyordu. İmam (a.s) savaş meydanını denetlediği sırada Cemel ordusunun deveyi (Aişe'nin bindiği deveyi) büyük bir direnişle savunduklarını görünce, yüksek sesle haykırdı: "Yazıklar olsun size, devenin ayaklarını keserek yere çökertin. Çünkü o şeytandır..."

İmam (a.s) ve arkadaşları deveye ulaşıncaya kadar saldırılarını yoğunlaştırdılar. Deveyi ayaklarını keserek çökerttiler. Bunun üzerine deveyi savunanlardan geriye kalanlar da savaş meydanından kaçtılar. Ardından İmam (a.s) devenin yakılmasını ve küllerinin de havaya saçılmasını, basit ve saf düşünceli insanları yoldan çıkarmaması için ondan geriye bir iz bırakılmamasını emretti. Sonra İmam (a.s) şöyle buyurdu: "Allah'ın lanet ettiği hayvan; İsrailoğulları'nın taptığı buzağıya ne çok benziyordu!"

Devenin havaya saçılan küllerine baktı, sonra şu ayeti okudu: "Tapmakta olduğun tanrına da bak! Yemin ederim, biz onu yakacağız; sonra da onu parça parça edip denize savuracağız!"[379]

Savaş Sonrasında İmam'ın Uygulamaları

Allah, muhaliflerine karşı Emir'ül-Müminin'e (a.s) zafer bahşetti. Savaş sona erdi. Savaşın tozu dumanı dindi. İmam (a.s) bir münadi aracılığıyla genel af ilân etti: Haberiniz olsun! Yaralılara dokunulmayacak. Arkasını dönüp kaçanlar takip edilmeyecek. Dönüp gidene de mızrak fırlatılmayacak. Silahını bırakan, evine girip kapısını kapatan güvende olacak. Savaş meydanında bulunan silah ve benzeri savaşta kullanılan teçhizat dışında Cemel ordusunun mallarına el konulmayacak. Savaş alanında ele geçirilen silah gibi şeylerin dışındaki malları mirasçılarına aittir.[380]

İmam Ali (a.s) Muhammed b. Ebu Bekir ve Ammar b. Yasir'e Aişe'nin içinde bulunduğu tahtırevanı savaş meydanındaki ölüler arasından alıp bir kenara taşımalarını emretti. Muhammed b. Ebu Bekir'e kız kardeşi Aişe'nin sorumluluğunu verdi. Gecenin sonuna doğru Muhammed kız kardeşini Basra'ya götürdü. Abdullah b. Halef el-Huzaî'nin evine konuk ettirdi.

İmam (a.s) Cemel ordusundan öldürülenler arasında dolaştı. Her birine şöyle seslendi: "Ben, rabbimin bana vadettiğinin hak olduğunu gördüm; sen de rabbinin sana vadettiğinin hak olduğunu gördün mü?"

Ve yine şunları söyledi: "Bu gün bize de, başkasına da karışmayanı kınayacak değilim. Fakat ben bizimle savaşanı kınıyorum."[381]

İmam (a.s) Basra'ya girmeden şehrin sırtlarında karargah kurdu. İnsanların ölülerini defnetmelerine izin verdi. Bunun üzerine şehir halkı şehirden çıkıp savaş meydanındaki ölülerini defnettiler.[382] Sonra İmam (a.s), biatlerini bozanların kalesi Basra'ya girdi. Mescide geldi, namaz kıldı. Ardından insanlara hitap ederek, onlara durumlarını ve biatlerini bozanların durumunu anlattı. İnsanlar kendilerini bağışlaması için yalvardılar. Bunun üzerine şöyle dedi: "Sizi affettim. Ama fitneden sakının. Çünkü siz, ilk biatlerini bozan, ümmetin birliğini parçalayan kimselersiniz." Bu konuşmadan sonra halk kitleleri ve ileri gelenler İmam'a (a.s) biat etmeye başladılar.[383]

Bunun ardından Emir'ül-Müminin (a.s) Basra'daki beytülmale girdi. Buradaki malın çokluğunu görünce, "Benden başkasını aldat..." dedi. Bu sözü birkaç kere tekrarladı. Sonra buradaki malın insanlar arasında eşit şekilde paylaştırılmasını emretti. Her birine beş yüz dirhem düştü. Onun payına da her kes gibi beş yüz dirhem düştü. Dağıtımdan sonra beytülmalde bir şey kalmadı. Paylaşım sırasında hazır olmayan bir adam geldi ve payını istedi. İmam (a.s) kendi payını ona verdi. Böylece kendisi hiçbir şey almamış oldu.[384]

Daha sonra Emir'ül-Müminin Aişe'nin hazırlatılıp Medine'ye götürülmesini emretti. Kardeşini ve işlerini görmeleri ve Medine'ye ulaştırmaları amacıyla birkaç kadını başlarına sarık sararak ve kılıç kuşandırarak onunla gönderdi. Fakat Aişe Emir'ül-Müminin hakkında iyi zanlar beslemiyordu. İmam'ın (a.s) onun saygınlığını ve hürmetini gözetmediğini düşünüyordu. Ancak İmam'ın (a.s) kendisine eşlik etmeleri için bazı kadınları görevlendirdiğini öğrenince, isyan amacıyla Medine'den çıkışından, başarısız olmasından ve fitne çıkmasına sebep olduğundan pişmanlık duyduğunu açıkça söyledi. Aişe bu olaydan sonra sürekli ağlıyordu.[385]

Cemel Savaşı'nın Sonuçları

Cemel Savaşı İslâm toplumunun pratik hayatında olumsuz sonuçların meydana gelmesine neden oldu. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür:

1- Osman b. Affan'ın öldürülmesi meselesi büyüdü. Büyük bir siyasal sorun hâline geldi. Bu sorundan hareketle söylem ve eylem olarak İslâm risaletinin gidişatı açısından yıkıcı etkisi olan akımlar ortaya çıktı. Bunun neticesinde Muaviye b. Ebu Süfyan Cemel'deki kanlı sapma sürecini tamamlamak için Osman'ın kanını isteme gerekçesini sonuna kadar kullandı.

2- Müslümanlar arasında kin gütme ala bildiğine yayıldı. Aralarında savaşlar, kanlı çarpışmalar yaşandı. Basralılar arasında tefrika meydana geldiği gibi diğer İslâm memleketlerinde de ikilik oluştu. Daha önce Müslümanlar birbirlerinin kanlarını dökmekten kaçınırlarken, çocuklarının kanını isteme adına aralarında düşmanlıklar baş gösterdi.

3- İslâm toplumundaki iç sapma cephesi genişledi. İmam Ali'nin (a.s) hükümetinin önündeki engellerin sayısı arttı. Daha önce sadece Muaviye'nin Şam'daki isyanı söz konusuyken, başka bir cephe de açılmış oldu. Bunun sonucunda dışa açılma faaliyetleri sınırlandı ve bir İslâm toplumunda gelişmesi gereken ıslahat ve uygarlık faaliyetleri de dar bir çerçevede mahsur kaldı.

4- Kin ve sapma olguları, siyasî muhaliflerin hemen silahlara sarılıp savaşmayı gelenek hâline getirmelerinin önünü açtı.

Hilâfet Başkenti Kûfe

Durum iyice sakinleştikten sonra İmam Ali (a.s) karargah edinmek üzere Kûfe'ye doğru hareket etti. Bundan önce Kûfe'lilere, gelişmelerin ayrıntılarını özetleyen bir mektup gönderdi.[386] Bu arada İmam, Abdullah b. Abbas'ı Basra valisi olarak atadı ve yaşanan olaylardan sonra Basralılara karşı nasıl bir muamele göstermesi gerektiğini de açıkladı.[387]

İmam'ın (a.s) Kûfe'yi İslâm devletinin yeni başkenti olarak seçmesinin çeşitli nedenleri vardı. Bu nedenlerden bir kaçını şöyle sıralayabiliriz:

1- İslâm devletinin sınırları genişlemişti. Bu yüzden devletin siyasal ve idare başkentinin, hükümete devletin her tarafına kolaylıkla hareket etme imkânını tanıyan bir konumda olması kaçınılmazdı.

2- İmam'ın (a.s) Cemel ordusunun sebep olduğu fitneyi bastırmasının başarıyla sonuçlanmasında Iraklı büyük şahsiyetlerin ve Kûfe halkıyla birlikte ileri gelenlerinin büyük bir etkisi vardı.

3- Siyasî konjonktür, Osman'ın öldürülmesinden kaynaklanan gerilim ve Cemel Savaşı, İmam'ın Kûfe'ye yerleşmesini gerektirmişti. Kûfe, bölgeye yeniden istikrar getirme açısından uygun bir konumdaydı.



ZULME SAPANLARA KARŞI İMAM ALİ (a.s)

Muaviye'nin İmam'la (a.s) Savaşmaya Hazırlanması[388]

Muaviye, İmam'ın (a.s) Kûfe'de egemenlik kurmasından, İslâm devletinin birliğini sağlamaya ve Kur'ân ve sünnet ışığında İslâm medeniyet binasını kurmaya yönelik hareket çizgisini sürdürmesinden endişeye kapıldı. Bu yüzden Amr b. As'tan yardım istedi. Amr'ın hileciliğine ve hainliğine ihtiyacı vardı. Onunla İslâm'a ve İmam'a (a.s) karşı düşmanlık etmek üzere anlaştı. Amr, Muaviye'nin kendisine gönderdiği mektubu alınca, harekete geçmek için fazla tereddüt etmedi. Dünyevî arzularını gerçekleştirme ihtimali karşısında feda etmeyeceği hiçbir şey yoktu; bu, kendisini cennete götürecek olan dini olsa bile.[389]

Amr, Şam'a varır varmaz ağlamaya ve kadınlar gibi velvele koparmaya başladı.[390] Bu, kitleleri saptırma ve aldatmaya yönelik çizgisinin ilk adımıydı. Muaviye ve Amr arasında geçen aldatma ve kandırmaya dayalı sıkı pazarlıktan sonra, İmam'a karşı savaşması karşılığında Mısır vilâyetinin Amr'a verilmesi kararlaştırıldı. Muaviye bu hususta bir de belge yazdı.[391]

Sonra, İmam'a (a.s) karşı çıkmanın ve bu hususta sağlam bir çizgi izlemenin plânlarını yapmaya başladılar. Ortak görüşleri, bu hususta düşmanlık, zulüm, hainlik ve azgınlık yolunun izlenmesi yönündeydi. Çünkü amaçlarına ve hedeflerine ulaşmaları için İmam'la (a.s) karşılaşmaktan başka seçenekleri yoktu. İmam (a.s) Peygamber'in (s.a.a) meşru mirasçısı, hak ve adalet bayrağının taşıyıcısıydı. Bu iki adam aslında kendileriyle çelişen, çatışan bir pozisyondaydılar. Çünkü her ikisi de Osman'ı kuşatma altında bulunduğu sırada yalnız bırakmıştı. Ama şimdi plânları, Osman'ın kanlı gömleğinin bir bayrak olarak kullanılmasını gerektiriyordu. Duyguları harekete geçirmenin, bilinçsiz kitleleri kışkırtmanın aracı olarak Osman'ın gömleği minbere konuldu. Gömleği kendilerine Numan b. Beşir getirmişti. Bu gömleği gören insanlar hüngür hüngür ağlıyorlardı. Böylece bilinçsiz kitlelerin ruhlarında derin bir kin ve nefret duygusu, hak ve hidayeti görmeme körlüğü oluştu.[392]

Şam halkının Muaviye'ye yardım etmelerinin sağlanması ve savaş amacıyla seferber olması için Amr, Şurahbil b. Simt el-Kindî'nin baş tahrikçi olmasını önerdi. Çünkü Şurahbil ibadetiyle bilinen bir kimseydi ve Şam kabileleri arasında seçkin bir konuma sahipti. Ayrıca İmam'ın (a.s) Muaviye'ye gönderdiği elçisi Cerir'den de nefret ediyordu. Şurahbil, gerçekleri asıl kaynaklarından inceleyen bir kimse olmadığı için kolayca kandırıldı. Muaviye'den Osman'ın intikamını almasını istedi. Ardından insanları savaşa teşvik etmek için yoğun propaganda yürüttü.[393]

Fırat Nehrini Kontrol Etme

Şam savaşa hazırlandıktan sonra, Muaviye Şam halkından biat aldı. İmam'ın (a.s) uzun süreden beri Şam'da bekleyen elçisi Cerir aracılığıyla savaşma kararında olduğuna dair bir mektup gönderdi.[394] Ardından Muaviye, büyük bir hızla kuvvetlerini Fırat'ın yukarısındaki Sıffin vadisine doğru sevk etti. Amacı Sıffin vadisini işgal etmek, İmam'ın kuvvetlerinin ilerleyişini engellemek ve onları susuz bırakmaktı. Muaviye, bunun İmam'a (a.s) karşı kazandığı ilk zafer olduğunu tasavvur ediyordu. İmam (a.s), Sıffin'e geç geldiği için, Muaviye'den askerlerinin Fırat suyundan yararlanmalarına müsaade etmesini istedi. Muaviye ve askerleri buna müsaade etmediler. Iraklılar susuzluk çekmeye başladılar. İmam'ın (a.s) üzerinde büyük bir baskı kurulmuştu. Bu kuşatmanın kırılmasını istiyorlardı. Bunun üzerine İmam (a.s) askerlerine Fırat kıyılarına saldırma iznini verdi. Muaviye kuvvetleri tamamıyla Fırat kıyısından sökülüp atıldılar.

Ancak İmam (a.s) Şamlılar gibi yapmadı, onlara misliyle karşılık vermedi. Hiçbir saldırıyla karşılaşmaksızın nehrin suyundan istifade etmelerine izin verdi.[395]

Barış Girişimleri

İmam (a.s), Muaviye'yle yoğun bir yazışma trafiği gerçekleştirdi. Diyalog için bir çok kanal açtı. Onu kazanmak ve kendisine biat etmesini sağlamak istiyordu. Ancak Muaviye'nin bu girişimlere cevabı savaş oldu, her yolu deneyerek İmam'ın ve ordusunun işini bitirme çabası içinde olmak oldu. Buna karşılık İmam, Fırat'ın kıyısı ordusu tarafından ele geçirildikten sonra da son bir barış girişiminde daha bulundu. Bu süre içinde geçici bir ateşkes ortamı oluştu. Bu sürede İmam (a.s), Beşir b. Muhsin el-Ensârî'yi, Said b. Kays el-Hemedanî ve Şebes b. Rib'î et-Temimî'yi elçi olarak Muaviye'ye gönderdi. Onlara şu tavsiyede bulundu: "Şu adama -Muaviye'ye- gidin. Onu Allah'a, itaate ve cemaate katılmaya davet edin."

Muaviye'nin cevabı kılıç ve savaştan başka bir şey olmadı. Elçilere şöyle dedi: "Çıkın yanımdan. Benimle sizin aranızda bundan sonra kılıç konuşacak."[396]

Sessizlikten Sonra Savaş

Ordular arasında küçük çaplı çarpışmalar oluyordu, ama henüz savaş kızışmamıştı. Her iki taraftan bir grup asker meydana çıkıyor ve çarpışıyorlardı. Hicretin 37. yılının muharrem ayı girince iki taraf arasında ateşkes sağlandı. İmam (a.s) sağlanan ateşkesi fırsat bilerek barış yapmanın yollarını aradı. İmam'ın çağrısı belliydi; barış yapmak, ortak bir kelime etrafında birleşmek ve kan dökülmesine son vermek. Muaviye'nin ve Şamlıların istekleri ise, İmam'a (a.s) biat etmemek ve Osman b. Affan'ın intikamını almaktı.[397] Bu sessizlik sadece bir ay sürdü. Küçük çaplı çarpışmalar uzun sürünce, her iki taraf da bundan sıkılmaya başladı. İmam (a.s) askerlerini genel bir saldırı için hazırladı. Muaviye de aynı şeyi yaptı. İki ordu korkunç bir savaşa tutuştu. İmam (a.s) askerlerine hep şunu tavsiye ediyordu: "Onlarla savaştığınız ve onları yenilgiye uğrattığınız zaman, arkasını dönüp kaçanı öldürmeyin, yaralıları öldürmeyin, kimsenin ayıp yerlerini açmayın, öldürülenlere müsle yapmayın (organlarını kesmeyin)."[398]

Savaş bütün hızıyla sürüyordu, ordular döne döne savaşıyordu. Bu arada çok sayıda Müslüman ölü ya da yaralı olarak düşmüştü. Bu sayı on binlerle ifade edilir.

Ammar b. Yasir'in Öldürülmesi

Rivayet edilir ki; Ammar b. Yasir safların arasından öne çıktı ve şöyle dedi: "Batıl taraftarlarının kuşkuya düşecekleri kadar savaşmakta olan bir kavmin yüzlerini görmekteyim. Allah'a yemin ederim ki, onlar bizi yenilgiye uğratsalar ve Hicr'in önlerine kadar kovalasalar da, biz hak üzereyiz, onlar batıl ehlidirler." Sonra Muaviye'nin ordusuna doğru ilerledi. Bir yandan da şu şiiri okuyordu:

"Biz dün Kur'ân'ın tenzili için sizinle savaşıyorduk

Bugün de tevili için sizinle savaşıyoruz.

Size öyle bir darbe indireceğiz ki, baykuşu tünediği yerden kaldırsın

Dosta dostu unuttursun

Ya da hakkı yoluna koysun."

Olağan üstü bir cesaretle Muaviye'nin ordusunun saflarının arasına daldı. Tıpkı Resulullah (s.a.a) ile beraber sadık ve ıhlâslı biri olarak savaştığı gibi. Bir anda mızraklarla üzerine saldırdılar. Ebu'l-Adiye ve İbn-i Con es-Seksekî mızraklarını ona sapladılar. Rivayete göre, bu ikisi Ammar'ın başını kesip Muaviye'ye götürmek için birbirleriyle yarıştılar. O sırada Abdullah b. Amr b. As orada oturuyordu. Onlara şöyle dedi: "Biriniz onu arkadaşına gönül rahatlığıyla bağışlasın. Çünkü ben Resulullah'ın (s.a.a) ona şöyle dediğini duydum: Ey Ammar! Seni zalim ve haddi aşan bir topluluk öldürecek."[399]

Ammar'ın o gün savaş meydanına atılmasından dolayı İmam (a.s) sıkıntılıydı, yerinde duramıyordu. Durmadan onu soruyordu. Sonunda şehit düştüğünün haberi geldi. Derhal düştüğü yere koştu. Büyük bir üzüntü duyuyordu, derin bir keder yaşıyordu. Gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Öğüt veren bir yardımcısını, güvenilir bir kardeşini kaybetmişti. Sonra namazını kıldı ve defnetti.

Ammar'ın şehit düştüğü haberi iki ordu arasında yayıldı. Muaviye ordusunun saflarında büyük bir kargaşa yaşanıyordu. Çünkü Ammar'ın konumunu ve Resulullah'ın (s.a.a) onunla ilgili hadisini biliyorlardı. Ancak hile ve aldatma hazır bekliyordu. Bütün basit ve cahilleri kandırmak için fırsat kolluyordu. Muaviye, Ammar'ı öldürenlerin, onu buraya getirenler olduğunu yaydı. Şam'ın basit insanları bu ucuz saptırmaya kanmakta güçlük çekmediler.[400]

Rivayete göre, Muaviye'nin bu sözü İmam'a (a.s) ulaştırıldığında şöyle demiştir: "Evet, Hamza'yı da biz öldürdük; çünkü onu Uhud'a biz götürmüştük!"[401]

Mushafları Mızrakların Uçlarına Takıp Kaldırma Hilesi

Savaş günlerce sürdü. Bu çetin çarpışmalar esnasında İmam'ın (a.s) ashabı sabırlarıyla ve hakkın zaferi uğruna kendilerini feda etmeleriyle belirginleştiler. Sonra İmam askerlerine bir konuşma yaptı ve onları cihada teşvik etti. Şöyle dedi: "Ey insanlar! İşin nereye vardığını biliyorsunuz. Düşmanınızın durumunu da görüyorsunuz. Artık son nefeslerini vermektedirler. Olaylar belirmeye başladığı zaman, başlangıcından hareketle sonucunu görmek mümkündür. Onlar, dine dayanmaksızın size karşı direndiler ve bize birtakım zayiatlar verdiler. Yarın sabahın erken saatlerinde onlara bir saldırı düzenleyeceğim. Onları Allah'ın hakemliğine havale ediyorum."[402]

Muaviye bu olayı haber aldı. Şamlılar arasında hezimet belirtileri de baş göstermişti. Derhal danışmak için Amr b. As'ı çağırdı. Ona dedi ki: "Sadece bir gecemiz var. Yarın Ali kesin darbeyi indirmek üzere saldıracaktır. Ne önerirsin?"

Amr şöyle dedi: "Benim kanaatime göre, senin adamların, onun adamlarının karşısında direnemezler. Sen de onun gibi değilsin. O bir amaç için seninle savaşıyor, sen başka bir şey için onunla savaşıyorsun. Sen hayatta kalmak istiyorsun, o ölmek istiyor. Iraklılar, senin zafer kazanmandan korkuyorlar; ama Şamlılar Ali'nin zafer kazanmasından korkmuyorlar. Fakat sen onlara bir öneride bulun; bunu kabul etseler de aralarında ihtilâf çıkacak, reddetseler de. Onları, seninle onların arasındaki meselenin çözümü için Allah'ın kitabının hakemliğine çağır."[403]

Muaviye derhal mızrakların uçlarına mushafların takılmasını emretti. Ardından Şamlılar şöyle seslendiler: "Ey Iraklılar! Bu Allah'ın kitabıdır. Başından sonuna kadar bizimle sizin aranızda hakem olsun. Şamlılardan sonra kim Şamlıların sınırlarını koruyacak? Ve Iraklılardan sonra kim Iraklıların sınırlarını koruyacak?

Yanıltma ve şaşırtma amaçlı bu çağrı, İmam'ın (a.s) askerlerinin üzerinde yıldırım etkisi yarattı. İnsanlar dalgalanmaya başladılar. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Dediler ki: "Allah'ın kitabına icabet edelim ve ona dönelim." Bu işte en istekli olan kişi, İmam'ın ordusunun büyük komutanlarından biri olan Eş'as b. Kays'tı.

İmam (a.s) onlara şöyle dedi: "Ey Allah'ın kulları! Haklılığınız ve doğruluğunuz üzere kalın ve düşmanlarınızla savaşmayı sürdürün. Çünkü Muaviye, Amr b. As, İbn-i Ebu Muayt, Habib b. Ebu Mesleme, İbn-i Ebu Sarh ve Dahhak, ne din ehlidirler, ne de Kur'ân ehli. Ben onları sizden daha iyi tanırım. Çocukluklarında, sonra yetişkinliklerinde onlarla arkadaşlık ettim. En kötü çocuklar, sonra en kötü yetişkinler onlardı. Yazıklar olsun size! Allah'a yemin ederim ki, mushafları kaldırmalarının tek amacı sizi aldatmak, kararlılığınızı kırmak ve size hile yapmaktır. Söyledikleri haktır; ama bununla batıl amaçlıyorlar."

Buna karşılık askerler Emir'ül-Müminin'e (a.s) adıyla hitap ettiler ve dediler ki: "Ey Ali! Allah'ın kitabına davet edildiğin zaman, bu davete uy. Yoksa seni onların eline teslim ederiz veya [Osman] İbn-i Affan'a yaptığımızı sana da yaparız.

İmam'ın (a.s) bu aldatılmışlara karşı yapacak bir şeyi yoktu. Dedi ki: "Eğer bana itaat ediyorsanız, savaşın. Şayet bana baş kaldırıyorsanız, istediğinizi yapın."[404]

Malik-i Eşter savaş meydanında kahramanca savaşıyordu. Muaviye'nin karargâhına varması an meselesiydi. "Emir'ül-Müminin'e dediler ki: "Eşter'i yanına çağır..." Fakat Eşter kararlılığından dönmedi ve savaşmaya devam etti. Çünkü o bunun bir hile olduğunu biliyordu. Onlar Eşter'i, geri dönmezse İmam'ı (a.s) öldürmekle tehdit ettiler. Eşter, onları kınayarak savaş meydanından dönmek zorunda kaldı. Onlara şöyle dedi: "Size bir hile yapıldı, siz de bu hileye kandınız. Savaşı bırakmaya çağrıldınız, siz de bu çağrıya olumlu karşılık verdiniz. Ey yüzleri kara olasıcalar! Sizin namazınızın, dünyadan uzaklaşmaya ve Allah'la buluşmaya yönelik olduğunu sanıyorduk. Ama şu firarınız, ölümden dünyaya kaçmaktan başka bir şey değildir."

Eşter'in geri dönmesi üzerine insanlar: "İmam razı oldu." dediler. Oysa İmam (a.s) susmuş, tek kelime etmiyordu. Sadece derin bir hüzün içinde başını öne eğmişti. Çünkü hile, askerleri üzerinde etkili olmuştu, artık emrini dinlemiyorlardı. Bir şey yapamıyordu. İçine düştüğü durumu şöyle açıkladı: "Dün emir verendim, bu gün emir alan. Dün yasaklayan konumundaydım, bu gün yasak konulan."[405]

Tahkim ve Ateşkes Sözleşmesi

İmam'ın (a.s) sıkıntısı ordunun kendisini dinlememesiyle bitmedi. Şayet baş kaldıranlar, tahkime katılacak temsilcinin seçiminde İmam'a (a.s) uysalardı, görüşmeler yoluyla siyasî bir kazanç sağlayabilirdi. İmam (a.s) kendisini temsil edecek hakem olarak Abdullah b. Abbas veya Malik-i Eşter'i seçmek istedi. Çünkü bunların ihlâslı ve bilinçli kimseler olduklarını biliyordu. Ama aldatılmışlar, Ebu Musa Eş'arî'nin hakem olarak seçilmesinde ısrar ettiler. İmam (a.s) şöyle dedi:

"Başta bana isyan ettiniz, bari şimdi isyan etmeyin. Ben Ebu Musa'yı bu işe uygun görmüyorum. Çünkü o güvenilir biri değildir. Cemel Savaşı'na giderken benden ayrıldı ve Kûfe'de insanların bana katılmalarını engelledi. Sonra da benden kaçtı. Nihayet ben, birkaç ay sonra ona aman ve can güvenliği verdim de geri döndü."[406]

Muaviye ve Amr b. As, İmam'ın (a.s) ordusunu ayrılığa düşürme noktasında amaçlarına ulaşmışlardı. İmam'ın (a.s) kuvvetlerinin içinden Eş'as b. Kays da onlara yardımcı oluyordu.

Amr b. As, Şamlıları temsil eden hakem olarak geldi. Hiç kimse de ona itiraz etmedi. Ebu Musa Eş'arî'yle antlaşmanın maddelerini yazacaklardı. Amr sözleşmeye, "Emir'ül-Müminin" ifadesinin yazılmasını kabul etmedi. Bunun üzerine İmam (a.s) şöyle dedi: "Bugün, Hudeybiye gününe benziyor. O zaman Süheyl b. Ömer Peygamber'e (s.a.a): 'Sen Allah'ın Resulü değilsin.' demişti. Sonra Resulullah (s.a.a) bana şöyle demişti: Buna benzer bir olay senin de başına gelecek ve sen haksızlığa uğrayacaksın."[407]

Sözleşmenin en önemli maddesi, ateşkes ilânı ve savaşın durmasıyla ilgiliydi. Taraflar, aralarındaki sorunların çözümünde Allah'ın kitabına ve Peygamber'in (s.a.a) sünnetine başvuracaklardı. Sözleşme Hicrî yılın safer ayında imzalandı. İki hakemin kesin kararının ilânı da aynı yılın ramazan ayına ertelendi. İşin garip tarafı, Osman'ın intikamını alma meselesiyle ilgili tek madde yer almıyordu sözleşmede. Oysa Muaviye ve Peygamber'in salıverdiği İslâm esirlerinden oluşan hizbinin çıkardıkları fitnede kullandıkları en büyük argüman, Osman'ın intikamının alınmasıydı.[408] Bu arada hakemlerin Dûmet'ul-Cendel denilen yerde buluşmaları da kararlaştırıldı.

Bilinçli Bir Tavır ve Değerlendirme

Rivayete göre, Malik-i Eşter'den şahit olarak sözleşmeye imza atması istenir. Malik-i Eşter bunu reddeder ve şöyle der: "Eğer bu sözleşmede adım geçerse, sağ kolum benimle sabahlamasın ve ondan sonra da sol kolumun bana hiçbir faydası olmasın. Düşmanlarımla ilgili Rabb'im tarafından ortaya konulan bir kanıta sahip değil miyim? Siz de zaferi görmemiş miydiniz?!"[409]

Emir'ül-Müminin'e (a.s), "Eşter sözleşmeyi imzalamıyor ve onlarla savaşmaktan başka bir öneriyi kabul etmiyor." denildi.

Buyurdu ki: "Allah'a yemin ederim ki, ben buna razı değildim ve sizin de razı olmanızı istemedim..." Sonra şöyle dedi: "Keşke, aranızda onun gibi iki kişi daha olsaydı. Keşke düşmanı benim gözümle gören onun gibi bir kişi daha olsaydı. O zaman derdinizi çekmek bana hafif gelirdi, eğrildikten sonra doğrulmanızı umabilirdim. Ben size engel oldum; ama siz beni dinlemediniz. Siz öyle bir iş yaptınız ki, bununla gücümüz sarsıldı, direncimiz kırıldı; yerini gevşeklik ve alçaklık aldı."[410]

İmam'ın (a.s) Dönüşü ve Haricîlerin Ordudan Ayrılmaları

İmam (a.s), Kûfe'ye geri dönmek üzere hareket etti. Derin üzüntü ve keder yükünü taşıyordu. Muaviye'nin temsil ettiği batılın iyice pekiştiğini, neredeyse amacına ulaşmak üzere olduğunu görüyordu. Buna karşılık ordusunun isyanlarla çalkalandığını, artık emrini dinlemediğini görüyordu.

İmam (a.s) Kûfe'ye girdiğinde, şehir ağlama uğultularıyla çalkalanıyordu. Sıffin'de öldürülenlere karşı duyulan üzüntü şehrin her tarafını kaplamıştı. Bu arada sayıları yaklaşık on iki bini bulan bir grup İmam'ın (a.s) ordusundan ayrıldı. Bunlar Kûfe'ye girmediler ve Harura'da toplandılar. Savaş komutanı olarak Şebes b. Rib'î'yi, namaz imamı olarak da Abdullah b. Kevva el-Yeşkurî'yi seçtiler. Müslümanların işlerinin aralarındaki şûrayla yürütülmesini isteyerek İmam'a (a.s) verdikleri biati geri aldılar... Aslında bu adamların davranışları, daha ateşkes sözleşmesi hazırlandığı sırada kendini belli etmişti. Çünkü bu durum hoşlarına gitmemiş ve: "Biz buna razı olmayız. Hüküm ancak Allah'ındır." demişlerdi. Bu sözü kendilerine bir şiar olarak seçmişlerdi. Oysa hakem tayinine dair öneriyi kabul etmesi için İmam (a.s) üzerinde baskı kuranlar kendileriydi.

İmam (a.s), onların tavırlarını hikmet ve öğütle düzeltmeye çalıştı. Abdullah b. Abbas'ı onlara gönderdi ve onlarla tartışmaya girmemesini tavsiye etti. Sonra kendisi de gitti. Onlarla konuştu, gözlerinin önüne kanıtlar koydu, bütün iddialarını çürüttü. İmam'ın (a.s) bu hikmetli açıklamaları karşısında ikna oldular, İmam'a icabet ederek onunla beraber Kûfe'ye girdiler.[411]

İki Hakemin Buluşması

İki hakemin buluşması için önceden belirlenen vakit geldi. İmam (a.s) başlarında Şurayh b. Hani olmak üzere dört yüz adam gönderdi. Onlara namaz kıldırmak ve işlerini idare etmek üzere Abdullah b. Abbas'ı da onlarla birlikte gönderdi. Aralarında Ebu Musa Eş'arî de vardı. Muaviye de Şamlılardan dört yüz adamla birlikte Amr b. As'ı gönderdi. Taraflar, "Dûmet'ul-Cendel" denilen yerde buluştular. İmam'a (a.s) samimiyetle bağlı bulunan bazı görüş sahibi hikmetli kimseler Ebu Musa Eş'arîye nasihat etmeye başladılar, onu herhangi bir oyuna gelmemek hususunda uyardılar. Karar verilirken basiretli ve ileri görüşlü olmasını tavsiye ettiler, bu yönde büyük çabalar sarf ettiler. Bu yoğun çabalarının nedeni, Amr'ın düzenbazlığını ve hileciliğini bilmeleriydi.[412]

Hakemlerin Kararı

Tarafların hakemleri Ebu Musa Eş'arî ve Amr b. As buluştular. Ebu Musa siyaset bilgisi kıt, akideye bağlılığı zayıf ve Ali'nin (a.s) imamlığına bağlılığı ise son derece gevşek biriydi. Amr ise, tam bir düzenbazdı, hain bir seciyeye sahip, akıllara durgunluk veren bir entrikacıydı. Ehlibeyt'i siyaset meydanından silmeyi kendine gaye seçmişti. Bunu, azatlı Ebu Süfyan'ın azatlı oğlu Muaviye'yle ortaklaşa egemenliği ele geçirmek için yapıyordu.

Toplantı kısa sürdü. Bu kısa süre zarfında Amr, Eş'arî'nin kişiliğinin zayıf noktalarını keşfetti. Bu zayıf noktalardan girerek onu etkisi altına aldı ve istediği gibi yönlendirdi. İkisi, kapalı bir toplantıda, Ali'yi (a.s) ve Muaviye'yi Müslümanların yönetiminden azledip Abdullah b. Ömer'in yeni halife adayı olarak önerilmesi üzerinde görüş birliğine vardılar.

İbn-i Abbas, derhal harekete geçti ve İbn-i As'ın oyununa gelmemesi için Eş'arî'yi uyardı ve şöyle dedi: "Yazıklar olsun sana! Allah'a yemin ederim ki, eğer ikiniz bir noktada ittifak etmişseniz, bu onun seni aldattığı anlamına gelir. Sakın o konuşmadan sen konuşma. Çünkü Amr hain ve güvenilmeyen bir adamdır. Onun, ikiniz arasında varılan ittifaka göre hareket etmesi beklenemez. Sen ondan önce insanlara hitap edip görüş belirtirsen, o sana muhalefet eder."

Fakat Eş'arî, İbn-i Abbas'ı dinlemeyip ayağa kalktı ve konuştu. İmam Ali'yi (a.s) görevden azlettiğini bildirdi. Ondan sonra Amr kalktı, konuşmaya başladı. İmam'ın görevden azledildiğini o da pekiştirdi ve Muaviye'nin halife tayin edildiğini belirtti.[413]

Bu hain plân sonucu Muaviye büyük bir zafer kazanmış oldu. Şamlılar geri dönerek onu Emir'ül-Müminin diye selâmladılar. Iraklılar ise büyük bir fitnenin girdabına düştüler. İçine düştükleri durumun bir sapma olduğunu anladılar. Ebu Musa, Mekke'ye kaçtı. İbn-i Abbas ve Şurahy da İmam Ali'nin (a.s) yanına döndüler.

 



 

OKUN YAYDAN ÇIKTIĞI GİBİ DİNDEN ÇIKANLARA KARŞI İMAM ALİ (a.s)

Haricîlerin ortaya çıkışının, Cemel ve Sıffin'de yaşanan kanlı mücadelenin doğal bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Aynı şekilde Haricîlerin sapmalarını, hilâfetin Ehlibeyt çizgisinden sapması olgusundan da soyutlayamayız. Haricîlerin en belirgin özellikleri, kalıplaşma, zevahire bilinçsiz bağlılık, taassup, kabalık, hak ile batılı birbirinden ayırt etme becerisinden yoksunluktu. Söylentilerden çok çabuk etkilenirlerdi. En ufak bir kuşku karşısında derhal tereddüde düşerlerdi.

Peygamber (s.a.a) onların niteliklerini haber vermiş ve şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bu ümmetin içinde -dikkat edilirse, Resulullah (s.a.a), 'Bu ümmetten' dememiştir- öyle bir grup ortaya çıkacaktır ki, onların kıldıkları namaz karşısında kendi namazınızı küçümseyeceksiniz. Kur'ân okurlar, ama Kur'ân gırtlaklarından aşağıya inmez. Bunlar, okun yaydan fırlayıp çıktığı gibi dinden çıkarlar."[414]

İmam (a.s) onların hastalıklarını tedavi etme, sapmalarına çözüm bulma imkânını elde edemedi. Çünkü çok kısa bir süre içinde büyük savaşlar yaşadı, isyanlar gördü, Cemel ve Sıffin gibi kanlı çarpışmalara tanık oldu. Haricîlerin ortaya çıkışını aşağıdaki sebeplere dayandırabiliriz:

1- Psikolojik çöküntü ve zafere olan inancın kaybolması. Bunda, İmam'ın (a.s) zahirde Müslüman olan isyancılara karşı savaşmak durumunda kalmasının büyük etkisi vardı. Haricîler İmam'ın (a.s) isyancılara karşı izlediği metodu anlayamadılar. Bunun yanında hakem olayının sonuçlarına da tahammül edemediler. Halbuki hakem olayını kabul etmesi için bizzat kendileri İmam'a baskı yapmışlardı. Sapık tavırlarının sorumluluğunu kendi nefislerine yüklemek yerine, hatalarını başkalarına yüklemeye, kendi sorumluluklarını başka bir tarafın sırtına bindirmeye çalıştılar. Bu da onların zannına göre İmam Ali'den (a.s) başkası değildi.[415]

2- İmam Ali'nin (a.s), ümmetin nebevî misyonun bilincine ulaşması için sağladığı düşünce özgürlüğünü istismar etmeleri. Rivayet edilir ki, İmam Ali'ye (a.s) konuşma yaptığı sırada bile müdahale ediyor ve "Hüküm ancak Allah'ındır." diye ona itiraz edebiliyorlardı. İmam Ali (a.s) fikir özgürlüğünün sınırlarını aşan Haricîlerin bu davranışlarına sadece, "Doğru bir söz; ama bununla batıl bir şeyi kastediyorlar." şeklinde karşılık veriyordu. İmam (a.s) onlara şunları söylüyordu: "Sizin bizim üzerimizde üç hakkınız var: Allah'ın mescitlerinde namaz kılmanıza engel olmayız. Bizimle beraber olduğunuz sürece ganimetten pay almanıza engel olmayız. Siz bize savaş açmadıkça, biz size savaş açmayız."[416] Haricîlerin bu bireysel hareketleri zamanla kitlesel bir harekete dönüştü.

İmam'ın (a.s) Hakem Kararına Tepkisi

Hakemlerin kararı İmam'a (a.s) ulaşınca çok üzüldü. Sonra kalkıp insanlara hitap etti, içine düştükleri hatayı nasıl düzelteceklerini gösterdi. Daha önce kendilerine bu yönde nasihat ettiğini hatırlattı. Şöyle buyurdu: " Şefkatli ve deneyimli öğüt verenin öğütlerine karşı çıkmak, sonradan hasrete ve pişmanlığa dönüşür. Bu hakem olayına karşı kendi görüşümü size söylemiş, gerekli emri vermiştim. Derin düşünce birikimimden süzülüp gelen görüşümü size sunmuştum. Eğer sözlerime uysaydınız, bu duruma düşmezdiniz. Ama siz emirlerimi dinlemediniz; içi boş düşüncesiz muhalifler, emirleri kulaklarının ardına atan asiler gibi yüz çevirdiniz. Sonunda öğüt veren öğüt verişinden kuşkuya düştü ve çakmak taşı kıvılcım vermekte cimrilik etti. Ben ve siz Havazinli şairin dediği gibiydik:"

"Güneşin batmaya yüz tuttuğu sırada size emrettim

Ama siz ancak ertesi gün kuşluk vaktinde öğütlerimi anlayabildiniz."

"Haberiniz olsun! Hakem olarak seçtiğiniz bu iki adam -Ebu Musa Eş'arî ve İbn-i As-, Kur'ân'ın hükmünü arkalarına attılar, Kur'ân'ın öldürdüğü hükmü yeniden dirilttiler. Her biri, Allah'ın yol göstericiliği olmaksızın kendi arzusuna uydu. Açık bir kanıta ve geçmiş, yerleşik, kabul görmüş bir geleneğe uymaksızın hüküm verdiler. Sonra verdikleri hüküm konusunda ihtilâfa düştüler. İkisi de doğruyu bulamadı. Allah, Resulü ve müminlerin salihi bu iki adamdan beridir. Hazırlanın, toparlanın; Şama gidiyoruz. Yarın inşallah ordu karargâhında hazır olun."[417]

İmam (a.s), Abdullah b. Abbas'a, Basra halkını, Muaviye'ye karşı savaşmak üzere kendisine katılmaya hazırlaması için haber gönderdi. Bunun üzerine Basra'dan gelen birlikler Kûfe birliklerine katıldı. Ne var ki, Basra ve Kûfe'den çıkan Haricîlerin toplanıp Nehrevan'a doğru hareket etmeleri, etrafta bozguncu hareketlerde bulunmaları, İmam'ın (a.s) adamlarını, onları bırakıp Şam'a doğru harekete geçmeleri durumunda yapacakları yıkımlar hususunda endişeye sevk etti. Bu yüzden İmam'dan (a.s) önce Haricîlerin çıkardıkları problemi halletmesini istediler.[418]

Haricîlerin can sıkıcı hareketleri arasında, hiçbir gerekçe yokken, Abdullah b. Habbab'ı ve karısını yakalayıp öldürmeleri, karısının karnını deşip içindeki yavruyu çıkarmaları gibi korkunç bir cinayet vardı. Ayrıca İmam'ın (a.s) kendilerine elçi olarak gönderdiği Haris b. Mürre el-Abdî'yi de öldürmüşlerdi.[419]

Haricîlerle Karşılaşma

Dinden çıkanların kuvvetleri, Basra ve başka yerlerden gelenlerle birlikte Nehrevan yakınlarında toplandı. İmam (a.s) onları bu düşüncelerinden, isyanlarından ve savaşma gayretlerinden vazgeçirmek için birçok girişimde bulundu. Onlardan bozgunculuktan, cahillikten ve ısrardan başka bir karşılık göremedi. Bunun üzerine İmam (a.s) ordusunu savaşa hazırladı ve her savaşta olduğu gibi onlara İslâm ahlâkına göre hareket etmeleri tavsiyesinde bulundu, bu tür koşullarda nasıl davranmaları gerektiğini anlattı. İmam (a.s) Haricîlerin bulunduğu bölgeye gelince, onlara bir elçi göndererek Abdullah b. Habbab'ın ve elçisi Haris b. Mürre'nin katillerini teslim etmelerini istedi. Hep bir ağızdan: "Hepimiz onları öldürdük ve hepimiz sizin de, onların da kanlarını dökmeyi helâl sayıyoruz." diye karşılık verdiler.

İmam (a.s), Kays b. Sa'd'ı ve Ebu Eyyub el-Ensarî'yi Haricîlere öğüt vermeleri için gönderdi. Olayların iç yüzünü onlara anlatsınlar ve ümmetin kanının daha fazla dökülmesine engel olsunlar diye. Ardından İmam'ın (a.s) kendisi onların yanına gitti ve şöyle dedi:

"Ey şüphe ve inadın isyana sürüklediği, heva ve hevesin haktan alıkoyduğu, kıt beyinliliğin bir girdaba sürüklediği ve büyük bir olaya sebep olduğu topluluk! Sizi uyarıyorum. Bu vadide yere yıkılacak canlardan dolayı yarın ümmet size lânet okuyacaktır, Rabbinizden açık bir belge ve somut bir kanıt olmaksızın şu vadinin derinliklerinde kan dökülmesine sebep olduğunuz için."

Sonra onlara hakem olayını istemediğini, karşı çıktığını söyledi. Neden karşı çıktığını da açık bir şekilde anlattı. Fakat onların kendisini hakem olayını kabul etmeye zorladıklarını, ayrıca hakemlerin de Kur'ân ve sünnete göre hüküm vermediklerini hatırlattı. Şimdi de bir kez daha Muaviye ile karşılaşmak için asker hazırladığını söyledi. Dolayısıyla, okun yaydan çıkması gibi dinden çıkanların isyan etmelerinin de artık bir sebebi kalmamıştır. Ama dinden çıkanlar, İmam'ın sözlerini dikkate almadıkları gibi, kendisini tekfir etmesini, sonra tövbe ettiğini ilân etmesini istediler. Bunun üzerine İmam (a.s) onlara şöyle dedi:

"Siz bir kasırgaya tutulmuşsunuz ki, sizde haktan yana bir şey kalmamış. Resulullah'a (s.a.a) iman ettikten, onunla beraber hicret ettikten ve Allah yolunda cihat ettikten sonra, küfrüme mi tanıklık edeceğim? O zaman gerçekten sapmış olurum ve hidayete erenlerden olmam!" Ardından oradan ayrıldı. Haricîler de harekete geçerek savaş düzenini aldılar... İmam (a.s) ordusunu onlara karşı savaşa hazırladı. Son bir girişim olarak İmam (a.s), Ebu Eyub el-Ensarî'ye bayrak kaldırmasını ve bu bayrağın altına giren Haricîlere eman verileceğini ilân etmesini ve onlara şöyle demesini emretti: "Bu bayrağın altına giren güvende olacak. Kûfe ve Medain'e gidenler güvende olacaktır. Bizim sizinle bir sorunumuz yoktur. Biz kardeşlerimizin katillerini istiyoruz."

Bunun üzerine Haricîlerden çok sayıda kişi savaş meydanından çekildi. İmam (a.s) ashabına şöyle dedi: "Onlar savaş başlatmadıkça siz onlardan uzak durun."

Haricîler, "Hüküm ancak Allah'ındır." diye bağırarak saldırıya geçtiler. "Cennete... cennette..." diye bağırıyorlardı. Bir saat içinde büyük çoğunluğu kılıçtan geçirildi. Onlardan kurtulanların sayısı on kişiden daha azdı. İmam'ın (a.s) ordusu da on kişiden daha az kayıp vermişti.[420]

Savaş sona erdikten sonra İmam (a.s), ashabından, Haricîlerin liderlerinden biri olan "Meme sahibi"ini aramalarını istedi. Bu isteğini ısrarla sürdürdü. Çünkü bu, Peygamber'in (s.a.a), dinden çıkanlarla savaşmasıyla ilgili tavsiyelerinin de gerçekleştiğinin somut kanıtı olacaktı. Resulullah onların arasında "Meme sahibi" olarak bilinen birinin olacağını İmam'a söylemişti.[421] İmam'ın (a.s) ashabı onu bulunca, İmam'a haber verdiler. Bunun üzerine İmam (a.s) şöyle dedi: "Allahu ekber! Ne yalan söyledim, ne de yalanlandım. Eğer tembellik edip amel etmekten vazgeçecek olmasaydınız, size yüce Allah'ın, Peygamberi'nin (a.s) dilinden, onlarla bilinçli olarak, bizim üzerinde bulunduğumuz hakkı tanıyarak onlarla savaşanlara neleri vadettiğini size haber verirdim." Sonra İmam (a.s) Allah'a yönelik şükrünün bir ifadesi olarak secdeye kapandı.[422]

Mısır'ın İşgali

Osman b. Affan'ın öldürülmesinden sonra Emir'ül-Müminin (a.s), Kays b. Sa'd b. Ubade el-Ensarî'yi Mısır vilâyetine vali olarak atadı. Daha sonra, bildiği bir sebepten dolayı Muhammed b. Ebu Bekir'i Kays'ın yerine vali olarak gönderdi. Mısır böylece Muaviye'yi huzursuz eden bir diğer bölge olarak kalmaya devam etti. Çeşitli savaşlardan ve sonuçlarından sonra İslâm toplumuna karışıklık ve parçalanmışlık hâkim olunca, Muaviye ve Amr b. As Mısır'ı işgal etmek üzere harekete geçtiler. Mısır, Amr'ın, İmam'ın hükümetini yıkma ve dinin temellerinin sarsma amacına yönelik çalışmalarının karşılığıydı. İmam (a.s), Muaviye'nin Mısır üzerine yürüdüğünü haber alır almaz, Muhammed b. Ebu Bekir'i sayı ve donanım olarak desteklemek maksadıyla harekete geçti. Ancak kısa bir süre sonra Mısır'ın işgal edildiği ve Muhammed b. Ebu Bekir'in şehit edildiği haberi geldi. İmam (a.s), Muhammed b. Ebu Bekir'in öldürülmesinden dolayı çok üzüldü.[423] Daha sonra Malik-i Eşter'i Mısır'a vali olarak atadı ve yönetim ve insanların idaresi hakkındaki ünlü emirnamesini ona yazdı. Ancak Muaviye, çeşitli şeytani ve hile yöntemlerini kullanarak Malik-i Eşter'i zehirledi.[424]

Ümmetin Çöküşü ve Parçalanışı

İmam'ın (a.s) hükümetinin son günlerinde Sakife günü gerçekleşen sapmanın sonuçları somut olarak belirmeye başladı. Muaviye ve onu izleyenler, İslâm'ın içinden İslâm'a karşı savaşmaya başladılar. İslâm toplumunu bir arada tutan son bağları da parçaladılar. İslâm toplumunu tahrip ettiler ve arzularına, ihtiraslarına uygun bir toplum oluşturmaya koyuldular. İmam'ın (a.s) fesadın kökünü kurutmak maksadıyla giriştiği kilometre taşı niteliğindeki üç savaştan sonra ümmetin durumunu şu şekilde özetleyebiliriz:

1- İmam (a.s) ve ümmet, bilinçli, duyarlı seçkin sahabîleri yitirme felâketini yaşadılar. Bunlar, toplum üzerinde son derece etkiliydiler ve risalet çizgisindeki İslâmî hareketi temsil ediyorlardı. İmam'ın (a.s) önderliğinde Kur'ân ve sünnete uygun salih bir ümmeti oluşturacak nitelikte kimseler idiler. Bunların kaybından dolayı İmam (a.s) büyük bir üzüntü yaşıyordu. Onların yasını tutarken söylediği şu sözlerden bu üzüntünün büyüklüğünü anlayabiliriz:

"Sıffin'de kanları dökülen kardeşlerimiz bu gün yaşamadıkları, lokmalar yutmadıkları ve su içmedikleri için zararda değildirler. Allah'a yemin ederim ki, onlar Allah'a kavuştular ve Allah onların ecirlerini eksiksiz vermiş, onları, yaşadıkları korkulardan sonra güvenlik yurduna koymuştur… Nerede yola dizilen ve hak üzere yürüyen kardeşlerim? Nerede Ammar? Nerede İbn-i Teyhan? Nerede Zü'ş-Şehadeteyn? Nerede onlar gibi samimî bir niyet üzere ahitleşen ve günahkârlara karşı başlarını ortaya koyan yiğitler?"

Sonra elini yüzüne koydu ve uzun uzun ağladı: "Ah! Kur'ân okuyan, onu sağlam ve doğru şekilde anlayan, farzları araştırıp ikame eden, sünneti diriltip bidati öldüren, cihada davet edilip davete icabet eden, lidere güvenip itaat eden kardeşlerim!"[425]

2- Ordu serkeşliğe başlamış, dağılmış, zayıflık ve savaştan bıkkınlık alâmetleri belirmişti. Çünkü uzun süren savaşlarda ıraklılar çok ölü vermişlerdi ve İmam'ın (a.s) ordusunun iskeletini de Iraklılar oluşturuyordu. İmam'ın (a.s) hitap gücü, parlak hitabeti ve tartışılmaz kanıtları, halk tabanını savaşı sürdürmeye iletmeye, onları harekete geçmeye yetmez olmuştu. Orduyu isteksiz hâle getiren unsurların başında, Muaviye'nin, dünya malına düşkün kabile reisleriyle olan münasebetlerini ve yazışmalarını kesmemesi geliyordu. Bu kabile reisleri, İmam'ın kuvvetlerini ve onu destekleyen halk kitlelerini zayıf düşürecek her eylemlerine karşı, Muaviye'den büyük maddî kazanç ve yüksek makamlar elde ediyorlardı. Hatta bu yüzden İmam (a.s) Nehrevan Savaşı'ndan sonra, Nuhayle karargâhında orduyu Muaviye'ye karşı savaşmak üzere harekete geçirememişti. Askerlerin çoğu Kûfe'ye girmişlerdi ve İmam (a.s) kapmı dağıtmak ve savaşı ertelemek zorunda kalmıştı.[426]

3- İmam'ın (a.s) ve İslâm ümmetinin yaşadığı zorlu konjonktür, Muaviye'ye İslâm ülkesinin çeşitli bölgelerine saldırma fırsatını doğurmuştu. İnsanları öldürüyor, esir alıyor ve terör eylemlerinde bulunuyordu. Etrafa korku salmıştı. Bu amaçla Irak'ın sınır boylarına da saldırılar düzenlemeye başladı. Numan b. Beşir el-Ensarî'yi Ayn'ut-Temr bölgesini talan etmek üzere gönderdi. Süfyan b. Avf'ı da Heyt bölgesini talan etmek üzere gönderdi. Bunun ardından Enbar ve Medain'e, sonra Vakise'ye saldırması için Dahhak b. Kays el-Fihrî'yi görevlendirdi... Her saldırıda İmam kitleleri karşı koymaya çağırıyordu; ama istenen çabuklukta toplanma gerçekleşmiyordu. Bunun sonucunda Muaviye, İmam'ın (a.s) hükümetinin zayıfladığını ve kendi gücünün de her gün biraz daha arttığını anladı.[427]

Muaviye, Busr b. Ertad'ı Hicaz ve Yemen'i talan etmek üzere gönderdi. Oralarda bozgunculuk yaptı, suçsuz insanları kılıçtan geçirdi.[428] Azgınların yapıp ettikleri, buna karşılık insanların kendisini desteklememeleri üzerine İmam (a.s) derin bir üzüntüye ve kedere kapıldı. İnsanların kendisine destek olmamasından ve kendisini yalnız bırakmasından duyduğu acıyı açıkça dile getiriyor ve şöyle diyordu: "Allah'ım! Ben onlardan usandım, onlar da benden usandılar. Ben onlardan bıktım, onlar da benden bıktılar. Onların yerine bana daha hayırlı olanı ver. Benim yerime de onlara daha kötü olanını ver."[429]

İmam (a.s), ümmeti, hakkı desteklememelerinin, hak çağrısına icabet etmeyi ağırdan almalarının sonucu olarak kendilerini bekleyen karanlık bir geleceğe ve sayısız acılara karşı uyarmıştı. Onlara şöyle demişti: "Bilin ki, benden sonra bir bütün olarak sizi saran bir zillet yaşayacaksınız, alçalacaksınız. Aranıza keskin bir kılıç dalacak. Zalimler aranızda kötü bir tutum izleyecekler; birliğinizi dağıtacak, gözlerinizi ağlar bırakacaklar. Yoksulluk evlerinize girecek. Çok geçmeden, beni görüp de bana yardım etmiş olmayı temenni edeceksiniz. Çok yakında size söylediklerimin hak olduğunu göreceksiniz."[430]

İmam'ın (a.s) Son girişimleri

Ardı arkası kesilmeyen karışıklıklardan, Muaviye'nin iyice azıtıp İslâm ülkesinin çeşitli bölgelerine korku ve dehşet saçmasından sonra, İmam (a.s), ümmeti gafletten uyandıracak geniş çaplı ve son bir hamle yapmak istedi. Halka hitap etti ve onları tehdit etti:

"Artık sizi kınamaktan ve size hitap etmekten bıktım! Ne yapacağınızı bana söyleyin! Eğer benimle beraber düşmanıma karşı çıkacaksanız, bu, benim istediğim ve sevdiğim bir şeydir. Eğer bunu yapmayacaksınız, bunu da bana açıkça söyleyin. Allah'a yemin ederim ki, eğer benimle beraber topluca düşmana karşı çıkmayacaksanız, Allah bizimle onun arasında hüküm verenlerin en hayırlısı olarak hükmünü verinceye kadar savaşmayacaksanız, size beddua edeceğim, sonra da on kişiyle de olsa düşmanımın karşısına çıkacağım."[431]

İmam'ın (a.s) bu sert ve kararlı tehditleri, halkı gaflet uykusundan uyandırdı. Eğer yardım etmeyecek olurlarsa, İmam'ın (a.s), ailesi ve yakınlarıyla birlikte Muaviye'nin karşısına çıkacağını anladılar. Böyle bir şeyin gerçekleşmesi durumunda kıyamet gününe kadar utanç ve zillet içinde kalacaklarının bilincine vardılar. Halkın ileri gelenleri Muaviye'yle karşılaşmak ve fesadın kökünü kazımak üzere hazırlıklara başladılar. İnsanlar Kûfe dışındaki Nuhayle kampına geri döndüler. Ordunun bazı birlikleri, ramazan ayının dolmasını bekleyen İmam'la birlikte kalan diğer bazı birliklerden önce harekete geçti.


MİHRAB ŞEHİDİ İMAM ALİ (a.s)[432]

Şer çetesi, hakkın dalgalanan bir bayrağının, kötülüğe uzanıp ıslâh eden bir elinin ya da zalimlerin ve sapkınların bozgunculuklarını ve çarpıklıklarını ifşa eden bir sesinin olmamasını kararlaştırdı. Dün Ebu Süfyan, henüz beşikteki İslâm risaletini canlı canlı boğmak amacıyla Peygamber'in (s.a.a) öldürülmesi için plânlar kuruyor, tuzaklar hazırlıyor, hainlikler düşünüyordu. Ama Allah nurunu tamamlayacaktı.

Şimdi de Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye, Sakife sapmasının sonuçlarını devşiriyordu. Babasının İslâm risaletini ortadan kaldırmak için başlattığı mücadeleyi tamamlamak için çalışıyordu. Bu hususta cehalet, sapıklık ve körlük kuvvetleri de ona yardımcı oluyorlardı. Bunun için ümmetin diri vicdanını, hakkın ve adaletin sesini, ölümsüz İslâm bayrağının taşıyıcısını, hoşgörü ve özgürlük membaı Muhammedî şeriatı ihya edeni öldürmek için plân hazırladılar.

Karanlıkta sapıklıklarını ve fesatlarını yayabilmek için hidayet nurunu söndürmeleri gerektiği noktasında görüş birliğine vardılar. Karanlığın en zifiri noktasında şeytan İbn-i Mülcem'le tokalaşmak için elini uzattı. Şeytanın el verdiği İbn-i Mülcem, kuytu bir yerde, kalleşçe kılıcını, dünyaya arkasını dönen, Allah'ın evine yönelerek secde eden İmam'ın (a.s) başına kılıcını indirdi. Hiç kimse mertçe İmam'ın (a.s) karşısına çıkamazdı çünkü.

Ramazan ayının on dokuzuncu gecesi geldiğinde mi İmam (a.s) göğe bakıp uzun düşüncelere dalıyordu. Şu sözleri tekrarlardı: "Ne yalanladım, ne de yalanlandım. Bu bana vadedilen gecedir."[433] Geceyi İmam (a.s) dua ve yakarışlarla geçirdi. Sonra sabah namazını kılmak üzere Allah'ın evine (mescide) doğru yöneldi. Her zaman yaptığı gibi insanları Allah'a ibadet etmeye çağırdı: "es-Salâh... es-Salâh... (Namaz… Namaz…)" diye seslendi.

Ardından namazına başladı. İmam (a.s) Rabb'ine yakarmakla meşgul iken melun cani Abdurrahman İbn-i Mülcem birden fırladı ve "Hüküm Allah'ındır, senin değil!" diye bağırarak mübarek başlarına bir kılıç indirdi. Kılıç, İmam'ın (a.s) kafasını yarmıştı. İmam'ın (a.s) dudaklarından şu sözleri dökülüverdi: "Kâbe'nin Rabb'ine andolsun, kurtuldum."[434]

Mescitte bir uğultu koptu. İnsanlar bir anda koşmaya başladılar. İmam'ın (a.s) mihrabında kanlar içinde yattığını gördüler. Başı sarılmış vaziyette evine götürdüler. İnsanlar ağlıyor, figan ediyorlardı. Cani İbn-i Mülcem yakalandı. İmam (a.s), oğlu Hasana, diğer oğullarına ve ailesine ellerindeki esire iyi davranmalarını tavsiye ettikten sonra şöyle dedi: "Cana karşılık candır. Eğer ben ölürsem, beni öldürdüğü gibi siz de onu öldürün. Eğer yaşarsam, o zaman onun hakkındaki kararımı ben veririm."[435]

İmam'ın (a.s) Vasiyeti

İmam (a.s), oğulları Hasan ve Hüseyin'e (a.s), ailesinin bütün fertlerine genel tavsiyelerde bulundu ve şöyle buyurdu:

"Size Allah'tan korkmanızı, size meyletse de dünyayı arzulamamanızı, sizden yitip giden dünyalık bir şeyden dolayı üzülmemenizi tavsiye ediyorum. Daima hakkı söyleyin, Allah katındaki ecir için çalışın, amel edin. Zalimin hasmı, mazlumun da yardımcısı olun. Kitaptaki hükümlere göre amel edin. Allah için yaptığınız bir şeyden dolayı kınayanın kınamasından çekinmeyin."[436]

Yara derin ve şiddetliydi. Bu yüzden İmam'a (a.s) fazla zaman tanımadı. Kaçınılmaz ecel gelmişti. Son söylediği söz şu ayet oldu: "Amel edecekler, bunun gibisi için amel etsinler." Sonra tertemiz ruhu esenlik yurdu cennete uçtu.

İmam'ın (a.s) Naaşının Defni ve Onun İyiliklerinin Sayıldığı Toplantı

İmam Hasan ve İmam Hüseyin (a.s) Emir'ül-Müminin'in (a.s) cenazesiyle ilgili işleri yerine getirdiler. Gusül verme, kefenleme ve defin işlemlerini yaptılar. Sonra İmam Hasan (a.s), babasının cenaze namazını kıldı. İmam'ın (a.s) ev halkı ve seçkin arkadaşları da arkasında saf tuttu. Ardından mübarek naaşını son barınağına götürdüler. Kûfe yakınlarındaki Necef'e defnedildi. Bütün işlemler gece yapıldı.[437]

Ardından Sa'saa b. Sûhan kalktı ve İmam'ın (a.s) güzelliklerini, üstün meziyetlerini anlatmaya başladı ve şunları söyledi:

"Ne mutlu sana! Ey Ebu'l-Hasan! Andolsun doğumun güzeldi. Güçlü bir sabrın vardı. Cihadın olağan üstüydü. Görüşünle muzaffer oldun. Ticaretinde kazançlı çıktın. Sonra Yaratıcı'nın huzuruna vardın. Rabb'in müjdeleriyle seni karşıladı. Melekleri senin etrafını sardı. Mustafa'nın yakınlarına yerleştin. Allah sana, ona komşu olma lütfunu bahşetti. Kardeşin Mustafa'nın derecesine yetiştin. Onun dopdolu kasesinden içtin. Allah'tan, senin izinden giderek sana uymayı, senin gibi bir hayat sürdürmeyi nasip etmesini diliyoruz. Senin dostlarını dost edinmeyi, senin düşmanlarına düşman olmayı temenni ediyoruz. Bizi senin dostların grubunun arasında haşretmesini istiyoruz. Hiç kimsenin elde edemediği nimetlere nail oldun. Kimsenin kavuşamadığı derecelere kavuştun. Kardeşin Mustafa'nın yanı başında Rabb'inin yolunda hakkıyla cihat ettin. Allah'ın dininin hâkim olması için her türlü fedakârlığı yaptın. Ta ki sünnetleri yeniden hayata geçirdin, fitneleri ıslâh ettin. Böylece İslâm doğru mecrasına girdi, iman prensipleri ahengini yakaladı. Benden sana en yüce salât ve selâm dilekleri."

Ardından şunları söyledi: "Andolsun, Allah senin makamını onurlandırmıştır. Sen soy olarak Peygamber'e (s.a.a) en yakın kimse idin. İlk önce İslâm'a giren kimse sendin. Yakinî inancı en iyi özümseyen kimselerin başındaydın. Kalbi en sağlam kimseydin. İnsanlar içinde kendini en fazla cihada adayan kimseydin. Hayırda en büyük pay senindi. Allah, sana verdiği büyük ecirlerden bizi mahrum bırakmasın ve senden sonra bizi zelil etmesin! Allah'a yemin ederim ki, senin hayatın hayırların anahtarı ve kötülüklerin kilidiydi. Ama şu günkü günün, bütün kötülüklerin anahtarı ve bütün hayırların kilidi oldu. Eğer insanlar senin sözlerini kabul etselerdi, başlarının üzerinden yağan ve ayaklarının altından ağan bereketlerden yerlerdi; ama onlar ahirete karşılık dünyayı tercih ettiler."[438]


İMAM ALİ B. EBU TALİB'İN MİRASI

İmam'ın (a.s), Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra -Peygamber'in (s.a.a) vasiyeti doğrultusunda- yaptığı ilk iş, Kur'ân-ı Kerim'i toplamak oldu. Kur'ân'ı iniş sırasına göre tertip etti, ayetlerin inişi, tefsiri ve tevili ile ilgili olarak Muhammed (s.a.a) ümmetinin ihtiyaç duyduğu paha biçilmez bilgilere yer verdi. İmam (a.s) hazırladığı mushafı birinci halifeye sundu. Halife: "Bizim buna ihtiyacımız yok." dedi. İmam (a.s), onların, bu günden sonra hazırladığı bu mushafı göremeyeceklerini ifade etti. Gerçekten öyle oldu. Bilindiği gibi, bu mushafı İmamlar oğullarına miras olarak aktarmışlardır.

İmam (a.s) "es-Sahife" adı verilen ve diyetlerin hükümlerini içeren bir eser de bırakmıştır. Bu sahifeden Buharî, Müslim ve İbn-i Hanbel bazı bilgiler rivayet etmişlerdir. Ayrıca insanların bilmek durumunda oldukları bütün helâl ve haramları içeren "el-Camia" adı verilen bir kitap da ondan rivayet edilmiştir. İmam Sadık (a.s) "el-Camia"nın yetmiş zira uzunluğunda olduğunu, birinin derisini tırmalamanın cezasına kadar bütün meseleleri içerdiğini belirtmiştir.

Gelecekteki hadiseleri ve önceki peygamberlerin sahifelerini içeren "Cifr" kitabı da ondan kalan miraslar arasındadır. "Fatıma Mushafı" da buna benziyordu. Bu mushafı Hz. Fatımat'uz-Zehra babasının vefatından sonra, kendisine ilham edilen anlamları Ali'ye (a.s) yazdırarak hazırlamıştı. [439] Bu kitapların tümü, önceki imamdan sonraki imama intikal eden imamet miraslarından sayılır.

Ayrıca, ümmetin âlimlerinden bir grup da, İmam'dan (a.s) geriye kalan birçok hutbe, mektup ve özlü sözler toplamıştır. Bunlar da içeriklerine uygun isimlerle ünlenmişlerdir. Bunların ilki ve en ünlüsü Şerif Razî'nin (öl. H. 404) derlediği ve "Nehc'ül-Belâğa" adını verdiği eserdir. Bu kitap, İmam'ın (a.s) akide, ahlâk, idare ve yönetim, tarih, toplum, psikoloji, dua, ibadet ve diğer doğal ve beşerî bilimler gibi değişik alanlara ilişkin göz kamaştırıcı fikirlerini içermektedir. Bu eser, Şerif Razî'nin derlediği İmam'ın (a.s) hutbelerinden, mektuplarından, vasiyetlerinden ve özlü sözlerinden oluşmaktadır. Şerif Razî'nin derlemediği şeyleri de başka âlimler derlemişler ve bunlara da "Müstedrekat-u Nehc'il-Belâğa" adını vermişlerdir.

Nesaî (öl. H. 303), İmam Ali'nin (a.s) Resulullah'tan (s.a.a) rivayet ettiği hadisleri bir araya getirmiş ve hazırladığı bu esere "Müsned'ül-İmam Ali (a.s)" adını vermiştir.

Amidî (öl. H. 520-550 arası) İmam'ın (a.s) hikmetli kısa sözlerini toplamış ve bu esere "Gurer'ul-Hikem ve Durer'ul-Kelim" adını vermiştir.

Ebu İshak el-Vatvat (öl. H. 553-583 arası) İmam'ın (a.s) bazı sözlerini derlemiş ve hazırladığı bu esere de "Matlub-u Kulli Talib Min Kelâm-i Ali b. Ebî Talib" adını vermiştir. el-Cahiz'den (öl. H. 255) İmam Aliye (a.s) ait "Mietu Kelime" (Yüz söz) rivayet edilmiştir. Mecma'ul-Beyan tefsirinin müellifi Tabersî de İmam'ın (a.s) sözlerinden "Nesr'ul-Lealî" adlı bir eser hazırlamıştır. Nasr b. Muzahim'in yazdığı "Kitab'us-Sıffin" adlı eser de İmam'ın bazı hutbelerini ve yazılarını içermektedir. "es-Sahifetu'l Aleviyye" ise İmam'dan (a.s) rivayet edilen duaları kapsamaktadır.

Nehc'ül-Belâğa Okyanusunda

Kur'ân-ı Kerim peygamberliğin mucizesi olduğu gibi, Nehc'ül-Belâğa de imamlığın mucizesidir... Her paragrafında ve inci gibi dizilen her satırında açık bir şekilde kendini gösteren göz kamaştırıcı üslûpta somutlaşan bu akıllara durgunluk veren müthiş rasyonalite, kuşku yok ki, Peygamber'in (s.a.a) Allah'tan aldığı vahiy doğrultusunda ektiği bir tohumdan başka bir şey değildir. İmam'ın (a.s) değindiği her konunun önünde Allah'ın nurunun parladığını, Peygamber'in yol göstericiliğinin bir ışık gibi saçıldığını görmek mümkündür.[440]

Şerif Razî şöyle der: "Emir'ül-Müminin (a.s) düzgün söz söyleme sanatının kural koyucusu ve aynı zamanda buna dair örneklerin sergileyicisiydi. Belâgatın kaynağı ve üreticisiydi. Belâgatın gizlilikleri onda açığa çıktı, belâgat ilminin yasaları ondan öğrenildi. Bütün hatipler onun örneklerine bakarak düşüncelerini ifade ettiler. Etkili konuşmalar yapan bütün vaizler, onun sözlerinden yararlandı. Bununla beraber, o hep önde, onlar yetersiz kaldılar. O hep ileride, onlar geride kaldılar. Çünkü onun (a.s) sözlerine ilâhî bir el dokunuvermişti. Nebevî sözlerin izlerini taşıyordu."

Akıl ve İlim Deryasında

1- Akıl gibi zenginlik, cehalet gibi yoksulluk olmaz. Akıl; hayrın kaynağı, meziyetlerin en üstünü ve süslerin en güzelidir

2- Akıl, hakkın elçisidir. Akıl, temellerin en sağlamıdır. İnsan, aklıyla tanınır. Her iş akılla düzelir.

3- İlim, kusurların perdesidir, örtüsüdür. Akıl, keskin bir kılıçtır. Ahlâkındaki kusurların, bozuklukların üzerini hilminle, ağır başlılığınla ört. Aklınla tutkulu hevanı öldür. Fikir, berrak bir aynadır.

4- Akıl, Rahman ordusunun öncüsüdür. Heva ise, şeytan ordusunun komutanıdır. Nefis bu ikisi arasında gidip geliyor. Hangisi galip gelirse, nefis onun yanında yer alır.

5- Kişinin payına düşen şeylerin en üstünü, aklıdır. Kişi zelil olursa, aklı onu aziz kılar. Düşerse, aklı onu kaldırır. Saparsa, aklı onu doğru yola getirir. Konuşursa, onu destekler, doğru konuşmasını sağlar.

6- Allah katında insanların en üstünü, aklını diriltip şehvetini öldüren ve ahiretini düzeltmek için nefsini yoran kimsedir.

7- Akıl ne kadarsa, din de o kadar olur. Mümin, akıllı olmadan iman edemez. Her kişinin değeri, aklıdır.

8- Akıl şunlarla bilinir:

a) Akıl, günahlardan uzak durmak, olayların sonuçlarına bakmak ve tedbirli olmaktır.

b) Akıl, ilmin aslı ve anlamanın sebebidir.

c) Akıl, bilgi ve tecrübeyle artan bir güçtür.

d) Kalplerde kötü düşünceler uyanır, akıl onları temizler.

e) Akıl gücü, kötü filleri engeller.

f) Akıllı, iki şerrin en hayırlısını bilen kimseye denir.

Kur'ân ve Mübarek Nebevî Sünnetin Engin Ufuklarında

Şöyle buyurur İmam Ali (a.s): "Size, içinde her şeyin açıklaması olan bir kitap indirdi. Peygamber'ini (s.a.a) aranızda bir zaman yaşattı. İndirdiği kitapta kendisinin beğenip razı olduğu dini, onun ve sizin için tamamladı."

"Bu Kur'ân'ı konuşturun. O kendisi konuşmaz. Fakat ben onun hakkında size bilgi veririm. Haberiniz olsun! Kur'ân'da geleceğe dair bilgiler vardır. Geçmişlerden söz etmektedir. Hastalıklarınızın ilacı ondadır. Aranızdaki ilişkilerin düzeni onda var. Kur'ân'ın bir kısmı diğer bir kısmının yardımıyla konuşur. Bir kısmı diğer bir kısmına tanıklık eder. Allah hakkında farklı konuşmaz. Onunla hemhal olanı Allah'tan koparmaz. Eğrilmez ki, doğrultulsun. Sapmaz ki, kınansın... Müracaatın çokluğu ve çok dinlenilmesi onu eksiltmez… Olağanüstülüklerinin sonu yoktur. Gariplikleri tükenmez. Karanlıklar ancak onunla aydınlanır."

"Kur'ân, kalbin baharıdır. Kalbi ondan başkası parlatamaz. Kur'ân imanın kaynağı ve merkezidir. İlmin membaı ve denizidir. Adaletin bahçesi ve havuzudur. İslâm'ın sacayağı ve binasıdır. Hakkın deresi ve pınarıdır. Bir denizdir ki, suyunu taşıyanlar, onu tüketemezler. Bir pınardır ki, suyunu çekenler, onu kurutamazlar. Su kaynağıdır ki, dalanlar onun derinliğine varamaz. Allah onu, alimlerin susuzluğunu gideren pınar, fakihlerin kalplerini onaran bahar, salihlerin yollarının işaretleri kılmıştır… Kur'ân'ı, anlayanlar için ilim, rivayet edenler için söz, hükmedenler için hüküm kılmıştır. Arkasından hastalık gelmesinden korkulmayan bir şifa, peşinden hastalık gelmeyen bir ilâç kılmıştır Kur'ân'ı… O hâlde hastalıklarınızı onunla tedavi edin. Zorluklarınıza karşı ondan yardım isteyin. Çünkü o, küfür, nifak, azgınlık ve sapıklık gibi en büyük dertlere devadır."[441]

Hz. Peygamber'in (s.a.a) sünnetine gelince, İmam Ali (a.s) insanları sünnete göre amel etmeye davet etti. Sünnetin ümmete ulaştırılması ve batıl ehli olanların yok ettikleri sünnetin ihyası hususunda İmamların (a.s) konumunu ve onurlu misyonlarını açıkladı. Bu arada sünnetin ekseninden uzaklaşanların bu sapmalarının sebeplerini de gözler önüne serdi.

Aşağıda İmam'ın (a.s) sünnetle ilgili bazı sözlerine yer veriyoruz:

- "Peygamberinizin (s.a.a) yolunu izleyin; çünkü o, en üstün yoldur. Onun sünnetini uygulayın; çünkü onun sünneti yasaların en doğrusudur."

- "Allah katında en sevimli kul, Peygamberi'ni örnek alan, onun izini takip eden kimsedir."

- "Lider ve kurtuluşa götürücü önder olarak Muhammed'e (s.a.a) razı ol. "

- "Bugün insanların elinde (din namına) hak olan şeyler var, batıl olan şeyler var. Doğrular var, yalanlar var. Neshedenler var, neshedilmişler var. Genel nitelikli hükümler var, özel nitelikli hükümler var. Muhkem olan buyruklar var, müteşabih olanlar var. Gerçekten Peygamber'den (s.a.a) duyulup ezberlenen şeyler var, Peygamber'in (s.a.a) söylediği vehmedilen şeyler var. Peygamber'in (s.a.a) zamanında bile Peygamber adına yalan uyduran kimseler olmuştu. Nitekim Peygamberimiz (s.a.a) bu hususta bir konuşma gereğini duymuş ve şöyle buyurmuştu: Kim bilerek benim adıma yalan söylerse, ateşteki yerine şimdiden hazırlansın."

- "Bu ümmetten hiç kimse Muhammed'in (s.a.a) Ehlibeyti'yle mukayese edilemez... Hz. Muhammed'in (s.a.a) Ehlibeyti, ilmin hayatı ve cehaletin ölümü demektir... Hakka muhalefet etmezler ve hak noktasında birbirleriyle ayrılığa düşmezler... Onlar İslâm'ın dayanakları ve İslâmî kenetlenmenin giriş kapısıdırlar. Onlarla hak gerçek yerine kavuşmuştur. Batıl onlar sayesinde işgal ettiği makamdan alaşağı edilmiştir. Onlar sayesinde batılın dili kökünden kesilmiştir. Onlar, anlayarak ve gözeterek dini aklettiler, sırf dinleyerek ve rivayet ederek değil. Onlar Peygamber'in (s.a.a), sırrının bıraktığı yer, emrinin destekçisi, ilminin kabı, hikmetlerinin sığınağı, yazılarının mahzeni ve dininin dağları gibidirler. Onlar karanlıkları aydınlatan lambalar, hikmetin pınarları, ilmin madenleri ve hilmin yurtlarıdırlar."

- "Ben Rabbimden gelen apaçık bir belge ve Peygamber'den miras kalan bir yol üzereyim. Ben apaçık bir yol üzereyim ki, onu açıkça size söylüyorum."[442]

Tevhid, Adalet ve Ahiret Üzerine

Allah'ın varlığını ispat bağlamında şöyle buyuruyor:

"Varlıkları yaratmasıyla kendi varlığını gösteren, yarattıklarının sonradan oluşlarıyla kendi öncesizliğini kanıtlayan, yarattıklarının benzerliğiyle kendisinin benzerinin olmadığını ortaya koyan Allah'a hamdolsun..."

- "Allah'ın yaratıklarını gördüğü hâlde, Allah'ın varlığından kuşku duyan kimselere hayret ediyorum... Allah, sağlam idaresini ve kesin kaderini ortaya koyan alametler aracılığıyla kendini açık bir şekilde akıllara göstermiştir."

İmam'a (a.s): "Rabbini gördün mü?" diye sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: "Görmediğim tanrıya nasıl ibadet ederim?" Ardından şunları söylemiştir: "Gözler, O'nu somut bir şekilde görerek algılayamazlar. Ancak kalpler, iman hakikatleriyle onu algılarlar... O'nun rablığı, kalbin veya gözün kuşatacağı şekilde kavranmaktan, ihata edilmekten yücedir."

Ünlü Sabah Duası'nda şöyle diyor: "Ey zatıyla zatını gösteren! Ey yarattıklarına benzemekten münezzeh olan! Kullarının keyfiyetleriyle uyuşmaktan uzak olan! Ey zihinlerden geçen düşüncelere yakın olan! Ve ey gözlerin ihatasından uzak olan! Olanı olmadan önce bilen!..."

İmam'ın (a.s) o yüce hutbeleri, ilâhî kudrete delâlet eden gökyüzü ve yeryüzü ayetleriyle doludur. Bu ayetleri bilen ve basiret sahibi biri olarak yorumlamıştır. İlâhî kudretin ve azametin ayetlerini öyle detaylı bir şekilde açıklamıştır ki, bu anlatım, bunları mütalaa edenlere iman aşılamakta, Allah'tan korkmalarını ve azametinin önünde eğilmelerini sağlamaktadır. Öyle ki, onun hutbelerini dinleyen bir kimse, tam da onun söylediği şu sözün gerçekliğini görür: "Allah'a yemin ederim ki, şayet önümdeki gayp perdesi kalksaydı, bu, benim yakinimde herhangi bir artışa neden olmayacaktı..."

İmam (a.s), Allah'ın sıfatları ile ilgili olarak çok ince bir tasvir yapmıştır. Onun bu tasviri, ince felsefî araştırmalar için bir kriter, bu tür araştırmalar için bir giriş kapısı işlevini görmüştür. Bu gibi konulara dalan fikirler, eğer rabbanî hidayet ve yol göstericilik olmazsa, yollarını şaşırır, saparlar.

Şöyle diyor: O'nu birlemenin kemâli, sırf O'na yönelmektir (ihlâs). Sırf O'na yönelmenin (ihlâsın) kemâli, sıfatları O'n-dan nefyetmektir. Çünkü her sıfat, mevsuftan başka olduğunun tanığı, her mevsuf da sıfattan ayrı olduğunun şahididir. Bu nedenle, Allah'ı vasfeden, O'nu (o sıfata) yanaşık kılmış olur. O'nu yanaşık kılan, O'nu ikilemiş olur. O'nu ikileyen, O'nu parçalara bölmüş olur. O'nu parçalara bölen, O'nu bilmemiş olur. O'nu bilmeyen, O'na işaret etmiş olur. O'na işaret eden, O'nu sınırlamış olur. O'nu sınırlayan, O'nu sayıya sokmuş olur. O, varlıktır; ama sonradan olma niteliğinde değil. O, mevcuttur; ama yokluktan değil. Her şeyle beraberdir, ama yapışmak suretiyle değil. Her şeyin gayrisidir, ama ayrılmak suretiyle değil..."

Allah'ın birliğini kanıtlamak bağlamında şunları söyler: "Bil ki, ey oğulcuğum! Eğer rabbinin ortağı olsaydı, bu ortağın elçileri de sana gelirlerdi ve sen onun mülkünün ve egemenliğinin belirtilerini görürdün. Bil ki, ey oğulcuğum! Hiç kimse, Hz. Peygamber (s.a.a) gibi Allah'tan haber vermiş değildir. Şu hâlde önder olarak ona razı ol."

Allah'ın adaletini şöyle vasfeder: "Allah kullarının zulmünden yücedir. Mahlukat üzerinde adaletiyle kaimdir. Onlar hakkında adaletle hükmeder. Verdiği her karar adalete uygundur..."

- "O sana ancak güzel olanı emretmiş, ancak çirkin olanı yasaklamıştır. O'nun gök ehline ilişkin hükmü ile yer ehline ilişkin hükmü birdir. Allah, bir meleği cennetten çıkardığı bir şeyden dolayı bir insanı cennete koyacak değildir."

İlâhî Önderlik (Nübüvvet ve İmamet) Üzerine

Allah'ın, akıl ve bilgiyle donattığı, irade ve seçme silâhıyla mücehhez kıldığı kullarını doğru yola iletmeleri için seçtiği önderler aracılığıyla somutlaşan ilâhî yol göstericilik, kesintisiz ve sürekli bir ilâhî yasadır.

İnsanlığın hayatına egemen olan bu yasa, yarattıklarının en hayırlısı Âdem'i seçmesiyle başlar: "Âdem'i, tövbe etmesinden sonra yeryüzüne indirdi. Orayı nesliyle imar etsin ve onun aracılığıyla kullarına yönelik kanıtlarını somut olarak ortaya koysun diye. Allah o ilk nesilleri ortadan kaldırdıktan sonra, bu yasayı devre dışı bırakmadı. Bilâkis rablığının kanıtlarını aralıksız olarak ortaya koydu ve kullarıyla kendisinin bilinmesi arasındaki bağlantıyı sürdürdü. Seçkin peygamberlerinin ve risalet emanetinin taşıyıcıları aracılığıyla onlara sürekli olarak varlığının ve birliğinin kanıtlarını iletti. Bu misyon ard arda gelen tüm asırlarda kesintisiz olarak sürdü... Bu kanıtları, en iyi yerlere emanet etti ve en hayırlı yerlere yerleştirdi. Onları soylu ve onurlu sulplerden alıp en temiz rahimlere aktardı... Nihayet en sonuncuları olan Hz. Muhammed (s.a.a) en verimli madenden ve onurlu kökten bir fidan olarak ortaya çıktı. Bütün peygamberlerin yeşerdikleri ve bütün güvenilir kullarının ortaya çıktıkları köklü bir ağaçtan..."

İmam (a.s) peygamberlerin zahitliklerini, cesaretlerini, mütevazılıklarını, Allah'ın kendilerini gözetişini, deneme ve sınamalarla kendilerini eğitmesini, Allah yolunda eziyetlere maruz bırakışını anlatır. Onların, tebliğ ve insanları Allah'a davet etme, müjdeleme ve uyarma, Allah'ın hükmünü yeryüzüne egemen kılma, insanlara yol gösterme, onları cehalet ve sapıklıktan kurtarma, Allah'ın düşmanlarıyla savaşma şeklinde somutlaşan görevlerini açıklar.

Rabbanî yol göstericilik, asırlar boyunca sürüp gelen bir çizgi olarak kıyamete kadar devam edecektir. Yeryüzünde her zaman, Allah için O'nun kanıtlarını ortaya koyan biri bulunur. Bu kaim ya bilinen ve açıkta biri olur, ya da gizli olur. Ama Allah'ın kanıtları ve açıklamaları geçersiz olmasın diye bu misyon sahibi her zaman bulunur... Peygamberlik misyonu Hz. Muhammed (s.a.a) ile son bulunca, yol göstericilik misyonu, yeryüzündeki soyların en hayırlısı olan Ehlibeyti'ne geçti. Çünkü onlar konuştukları zaman doğruyu söylerler; sustukları zaman da kimse gerçekleri beyan etmek bakımından onlardan öne geçmemiştir. Onlar peygamberlik ağacı, risalet alanıdırlar. Meleklerin inip çıktıkları hanedandırlar. İlim madeni ve hikmet kaynağıdırlar. Allah katında büyük değere sahiptirler... Allah onlar aracılığıyla kanıtlarını ve beyanlarını korur... Kitap onlarla bilindi ve onlar da kitapla bilindiler. Kur'ân'ın kerametleri ve Rahman'ın hazineleri onlardadır. Onlar ilimde derinleşenlerdir... Hilimleri ilimlerini anlatır, dış görünüşleri iç dünyalarını haber verir, suskunlukları hikmetli mantıklarını dile getirir. Hiçbir zaman hakka karşı çıkmazlar ve hak üzerinde ihtilaf etmezler. Onlar İslâm'ın dayanakları ve İslâm üzere birbirine bağlanmanın giriş kapılarıdır. Onlar aracılığıyla hak, hakkettiği yere gelmiştir. Batıl ise onlar sayesinde hakketmediği yerden alaşağı edilmiştir. Onlar dinin temeli ve yakinin direkleridir. İleri gidenler onlara dönerler ve geride kalanlar onlara yetişirler. Tam anlamıyla velâyetin özellikleri onlardadır. Vasiyet ve veraset onlara aittir.

İmam Ali (a.s), Ehlibeyt'in düşünsel ve siyasal önderlik misyonunu sık sık vurgulamış, önderliğin Hz. Peygamber (s.a.a) tarafından tayin edilen çizgisinden alınmasına itiraz etmiş, hakkından ödün vermek zorunda kalmasına rağmen halifelik çizgisine, genelde ve ayrıntılarda karşı çıkmıştır. Peygamber'den (s.a.a) sonra önderlikle ilgili nebevî çözümü, kesin bir dille ortaya koymuştur. Hakkın yerini bulması için hikmet esaslı bir üslupla mücadele etmiştir. Devletin ve İslâm ümmetinin geçtiği hassas konjonktürü gözeten bir üslup kullanmıştır. Şartlar elverir de liderlik kendisine geçince uygulamak üzere eksiksiz bir teori geliştirmiş ve bu teorinin uygulanması için gerekli hazırlıkları yapmıştır.[443]

İmam Mehdi (a.s) Üzerine

Peygamberimizden (s.a.a) sonra ümmetin içinde bulunduğu karışık duruma rağmen, beklenen Mehdi (a.s) olayı, Kur'ân, Hz. Peygamber (s.a.a) ve İmam Ali tarafından müjdelenmiş ve üzerinde önemle durulmuştur. İmam Ali (a.s) bu hususta şöyle der: "Haberiniz olsun! Yarın -ki yarının ne getireceğini bilmiyorsunuz- velâyet sahibi, onlardan kötülük yapan kimseleri sorguya çekecek. Yeryüzü içinde altın ve gümüş cinsinden ne varsa, onun için dışarı atacak, servet ve hazinelerini ona sunacak. O zaman adaletli hayat nasılmış gösterecek. Kitap ve sünnetten yok edilenleri yeniden diriltecek."[444]

Bu, kuşku yok ki, Mehdi (a.s) ile ilgili sınırları belli, aydınlanmış, belirtileri açık ve sınırları belli son derece dikkatli bir görüştür. Evrensel bir devrimi somutlaştırmaktadır. Bu devrimle birlikte İslâm dünyasının durumu, daha doğrusu bütün insanlığın durumu, tashih edilecek, onarılacaktır. İmam Ali (a.s) bu devrimin lideri hakkında şunları söylüyor: "İnsanlar ilâhî hidayeti hevalarına bağladıkları zaman, o hevaları ilâhî hidayete bağlar. İnsanlar Kur'ân'ı kişisel görüşlerine bağladıkları zaman, o, kişisel görüşleri Kur'ân'a bağlar."[445]

"Nehc'ül-Belâğa Kurumu" İmam Ali'nin (a.s) İmam Mehdi'yle (a.s) ilgili hadislerini derleyerek bir araya getirmiştir. Bu hadisler bir ciltte toplanmış ve toplam sayıları 291 kadardır. Bu hadislerden on dördü, İmam Mehdi'nin ismi, sıfatları ve dualarıyla, yetmiş yedi tanesi, İmam Mehdi'nin soyu ile ilgilidir. İmam Mehdi'nin Kureyş'ten, Haşimoğulları oymağından, Ehlibeyt'ten ve Ali evlâdından, Fatıma'nın (a.s) soyundan, hatta Hüseyin'in (a.s) soyundan ve On İki İmam'dan biri olduğu belirtilir. Bu hadislerden kırk beş tanesi, Kur'ân'da, Nehc'ül-Belâğa'da ve Emir'ül-Müminin'in (a.s) şiirlerinde İmam Mehdi'ye (a.s) yönelik işaretlerle ilgilidir. Yirmi üç tanesi, Mehdi'nin yardımcılarıyla ve siyah bayraklarıyla ilgilidir. On iki tanesi, Süfyanî ve Deccal hakkındadır. Yirmi altı tanesi, Mehdi'nin gaybete çekilmesi ve bu gaybet döneminde Şiîlerin çekecekleri sıkıntılarla ve Mehdi'nin (a.s) ortaya çıkışını beklemenin faziletiyle ilgilidir. Yetmiş beş tanesi, Mehdi öncesinde kopacak fitneler, onun zuhurunun alâmetleri, zuhurunun sonrası, Dabbet'ül-Arz, Ye'cuc ve Me'cuc hakkındadır. On dokuz tanesi, Kûfe mescidinin faziletiyle, Ehlibeyti'nden doğu halkıyla birlikte çıkacak ve sekiz ay boyunca kılıcı boynunda taşıyacak ve onun da: "Vallahi, bu Fatıma evlâdından değildir!" denilecek biri ile ilgilidir. Sonra İmam Ali (a.s), İmam Mehdi'nin (a.s) zuhuru sırasında yeryüzünün durumunu, onun hükümetini ve dinin onunla nasıl mühürleneceğini açıklar.

"Ey Kumeyl! Benim başlatmadığım ilim ve Kaim'in (a.s) sonlandırmadığı hiçbir sır yoktur... Ey Kumeyl! Geçmişinizin geri gelmesi kaçınılmazdır. Bizim, içinizde galibiyet sağlamamız kaçınılmazdır... "[446]

Din bizimle başladığı gibi bizimle de son bulur. İnsanlar bizimle şirk sapıklığından kurtuldukları gibi bizimle de fitne sapıklıklarından kurtulurlar. Şirk menşeli düşmanlıktan sonra, Allah, bizimle insanların kalplerini ve dinlerini kaynaştırdığı gibi, fitne menşeli düşmanlıktan sonra da bizimle onların kalplerini dinde kaynaştıracaktır.[447] Bizden olan Kaim ortaya çıkınca, gök yağmurunu yağdırmaya ve yer bitkilerini yeşertmeye başlar. Kulların kalplerindeki düşmanlık ortadan kalkar. Yırtıcı hayvanlarla evcil hayvanlar (kurtla kuzu) bir arada yaşar. Hatta bir kadın Irak'tan kalkar tek başına Şam'a gider ve har adımını attığında mutlaka yeşilliklere basar. Başında bütün ziynetleri olur da ne bir yırtıcı ona zarar verir, ne de o bir yırtıcıdan korkar."[448]

İslâmî Yönetim/ Felsefesi ve Temel Prensipleri üzerine

İmam Ali (a.s), Hz. Peygamber'in (s.a.a) döneminden sonra, İslâmî yönetime dair eşsiz ve pratik bir örnek sunmuştur. Bu yönetim, kendi içinde uyumlu ve tutarlı, eksiksiz bir teoriyle beslenmiştir. Bu teoriyi, kendi kitabında Mısır'a vali olarak gönderdiği Malik-i Eşter'e yazdığı emirnamesinde ve mektubunda gözlemlemek mümkündür. Sosyal bilimciler bu emirnameyle ilgilenmişler. Şerhlerini yapmış, değerlendirmelerde bulunmuşlar. Ona dair geniş etraflı açıklamalar yapmış ve diğer yönetim biçimleriyle karşılaştırmışlardır. Bu metin, onun (a.s) imamlığının kanıtlarından biri kabul edilir. Bununla, Ehlibeyt mektebi, İslâm ismini taşıyan sair mekteplerden ve İslâm hilâfeti adı verilen yönetim tarzından belirgin bir şekilde ayrılır. Bu mucizevî metnin yanında, Nehc'ül-Belâğa'da ve İmam'dan (a.s) bize ulaşan diğer naslarda, İslâmî yönetim felsefesine, düzenine, temellerine ve ayrıntılarına dair eşsiz bir teoriyle karşılaşıyoruz. Bu geniş çerçeveli yaklaşımın bazı temel çizgilerini aşağıya alıyoruz.

İmam (a.s) yönetimin toplumsal bir zorunluluk olduğunu vurgulamıştır: "İyi veya kötü, insanların mutlaka bir emiri olmalıdır. İmamet, ümmetin düzenidir..." Yönetim mekanizmasının hayat için bir deney laboratuarı olduğunu açıklamıştır: "Güç, övgüye değer hasletlerle yerilen hasletleri ortaya çıkarır."

Bu arada egemenliğin gelip geçici bir değer olduğunu ve buna aldanmamak gerektiğini açıklamıştır: "Devlet, insana yönelebildiği gibi, arkasını da döner..." Ardından ideal ve örnek hükümetin, değerli, kendisi için hazırlık ve plân yapılma değeri taşıyan yönetim olduğunu da açıklamıştır.

İslâm yönetim düzeninin ve örnek devletin temel görevleri ise şu şekilde belirlenir: 1- Ümmeti aydınlatmak. 2- Adaleti egemen kılmak. 3- Dini korumak. 4- İlâhî hadleri uygulamak. 5- Toplumu eğitmek. 6- İnsanlara öğüt vermek için çalışmak ve vaaz amaçlı tebliğde bulunmak. 7- Gelir kaynaklarını genişletmek, insanların durumunu iyileştirmek ve iyi bir geçim düzeyini sağlamak. 8- Bağımsızlık ve ümmetin onurunu savunmak. 9- İç güvenliği sağlamak. 10- Zayıflara yardım etmek. 11- Düşkünlere destek olmak. 12- Yeryüzünün imarına önem vermek.

İdeal yöneticide ise bazı sıfatların olması gerekir, ki bu sıfatlar yönetimin kalıcı ve devamlı olmasının temel etkenlerinin başında gelirler. Bunları şu şekilde özetlemek mümkündür: 1- Hakka boyun eğmek. 2- Olguları anlamak. 3- Kesin ve açık sözlü olmak. 4- Hakkı egemen kılma hususunda cesur olmak. 5- İyi niyetli olmak. 6- Vatandaşlara iyilikte bulunmak. 7- İffetli olmak. 8- Adaleti yaygınlaştırmak. 9- Planlı ve iktisatlı olmak. 10- İnsaflı olmak. 11- Şefkatli olmak. 12- Halim, ağır başlı olmak. 13- Dini savunmak. 14- İleri düzeyde takva sahibi olmak. 15- Emanet ve sorumluluk duygusuna sahip olmak. 16- Uyanık olmak. 17- Halka kaldırabileceği yükümlülüğü emretmek. 18- Sahip olduğu güçten dolayı kibirlenmemek. 19- Doğru bir işbölümü yapmak ve her bireye uygun olduğu sorumluluğu vermek. 20- Sahip olduğu her şeyde israfa kaçmaksızın eli açık ve cömert olmak.

İmam'ın (a.s) sözlerinde devletlerin yıkılışına ve yönetimlerin başına musibetlerin gelmesine sebep olan etkenlere ilişkin geniş açıklamalara da rastlıyoruz. Bu sözleriyle İmam, yöneticileri, görevlileri ve valileri uyarmaktadır. Bu etkenleri şu şekilde sıralamak mümkündür: 1-Cehalet. 2- Kişisel görüşe dayalı istibdat ve istişareyi terk etmek. 3- Heva ve hevesin peşinden gitmek. 4- Birden fazla karar mekanizmasının olması. 5- Batıla tabi olmak ve dini küçümsemek. 6- Azgınlık ve zulüm. 7- Kibir ve övünme. 8- İyiliği engelleme. 9- İsraf ve savurganlık. 10- Gaflet. 11- İntikam. 12- Kötü tedbir. 13- İbret almamak ve deneyimlerden yararlanmamak. 14- Çok özür dilemek ve peş peşe hatalar işlemek. 15- Temel prensipleri zayi etmek. 16- Rezil, alçak ve idarî makamlara lâyık olmayan kimseleri öne çıkarıp, yetenekli kimselere tercih etmek. İmam Ali (a.s) bu konuda şöyle der: "Alçak ve yetersiz insanların yönetime geçmeleri, devletin çöküşünün ve yıkılışının kanıtıdır." 17- Hainlik. İmam (a.s) bu hususta şöyle der: "Bir toplumda hıyanetler baş gösterince, bereketler ortadan kalkar. Bir yöneticinin veziri, yardımcısı hain olunca, tedbiri ve plânı da bozulur." 18- Siyaset zayıflığı. İmam Ali (a.s) şöyle der: "Liderler için felâket, siyasetin zayıf olmasıdır. Güçlü bir insanın felâketi de düşmanını küçümsemesidir. Tedbirini erteleyen yıkılışını öne alır." 19- Kötü bir hayata sahip olmak. Şöyle der İmam Ali (a.s): "Meliklerin en büyük felâketi kötü bir hayat yaşamalarıdır." 20- Valilerin ve yöneticilerin acizliği. 21- Halkın yöneticiyi himayede zayıflık göstermesi. İmam Ali (a.s) der ki: "Mülkün afeti, himayenin zayıf olmasıdır." 22- Öğüt verenler hakkında kötü zan beslemek. 23- Liderlerin dünya hayatı zevklerine düşkün olmaları, dünya lezzetlerine dalmaları. İmam Ali (a.s) şöyle der: "Efendi ve üstün o kimsedir ki, yaltaklık yapmaz, başkalarını aldatmaya çalışmaz ve dünya tamahları da onu aldatmaz." Yine şöyle der: "Dünya lezzetlerine düşkünlük, emiri alçaltır." 24- Emniyetin olmaması.

İbadetler ve Farzlar Üzerine

İmam Ali (a.s) şöyle der: "Allah size bir takım farzlar öngörmüştür. Sakın onları zayi etmeyin. Bir takım sınırlar çizmiştir. Onları aşmayın. Bazı şeyleri size yasaklamıştır. Onları işlemeyin. Bazı şeyler hakkında da bir hüküm bildirmemiştir. Ama bu onları unuttuğundan dolayı değil. O hâlde onlar için kendinizi zahmete atmayın. Allah size ancak güzelliği emretmiştir ve size ancak çirkinliği yasaklamıştır."

"Zayi etmen durumunda hiçbir mazeretin kabul edilmeyeceği emirleri mutlaka yerine getir."

"Allah'ın size ilk vacip kıldığı şey, nimetlerine karşı şükrünüzü yerine getirmeniz ve onun hoşnutluğunu aramanızdır. Ne mutlu Rabbine sürekli itaati gözetenlere! İtaat nitelikli fiillere koşun. Salih amellerde yarışın. Şayet kusur işleyecekseniz, sakın farzların edasında kusur işlemeyin. Farzlar zarar gördüğü zaman nafilelerle Allah'a yaklaşmak mümkün değildir. İbadetin farzları eda etmek gibisi yoktur."

İmam Ali (a.s), bazı ilâhî yasaların gerisindeki felsefeyi açıklamaya önem vermiştir: "Allah şirkten arınmak için imanı, kibirden temizlenmek için namazı, rızkın bollaşması için zekâtı, halkın ihlâsını denemek için orucu, dinin güçlenmesi için haccı, İslâm'ın izzeti ve onuru için cihadı, halkın maslahatı için emr-i bi'l-marufu (iyiliği emretme), beyinsizlere engel olmak için nehy-i ani'l-münkeri (kötülükten sakındırmayı), fertlerin sayısını geliştirmek için akrabalık bağlarını korumayı, insan kanının boşa akmaması için kısası, haramlara gerekli saygı ve özenin gösterilmesi için hadlerin uygulanmasını, aklı korumak için içki içmenin terk edilmesini, iffetlilik gereği olarak hırsızlıktan uzak durmayı, insan soyunu korumak için zinadan vazgeçmeyi, neslin çoğalması için livatadan uzak durmayı, hakların inkarına karşı koymak amacıyla şahitliği, doğruluğun onurunu yükseltmek maksadıyla yalandan uzak durmayı, korkulardan emin olmak için İslâm'ı, ümmetin düzeni için imamlığı, imamete saygı için de itaati farz kılmıştır."

"Bedenin zekâtı, cihat ve oruçtur. Allah'ın evini ziyaret etmek, cehennem azabına karşı bir güvencedir."

"İyiliği emret ki, iyilik ehlinden olasın. Elinle ve dilinle kötülüğe karşı çık. Elinden geldiği kadar kötülükten uzak dur. Dinin son hedefi, iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak ve hadleri ikame etmektir. Cihat dinin direği ve mutlu insanların hayat tarzıdır. Kim hakkı egemen kılmak için cihat ederse, başarılı kılınır. Göklerin kapıları mücahitlere açılır. Cihadın sevabı ödüllerin en büyüğüdür.[449]"

Ahlâk ve Terbiye Üzerine

İmam Ali (a.s) toplumsal terbiyeye büyük önem vermiştir. İnsandaki ahlâkî sapmayı derinliğine tedavi etmek için yoğun çaba sarfetmiştir. İmam Ali (a.s) en temel hastalığı şöyle vasfeder: "Dikkat edin! Dünya sevgisi bütün hataların anasıdır." İmam Ali (a.s) hilâfete dair nebevî çözüme karşı gerçekleştirilen komploların gerisindeki en temel sebepleri ve Peygamber efendimizin (s.a.a) tevatür düzeyindeki sözlerine ve Müslümanlara karşı ortaya konulmuş onca kanıta rağmen iktidarın ele geçirilmesinin sırrını açıklarken, dünya sevgisinin en derin nedenini de şu şekilde izah etmektedir: "Evet, onları duydular ve iyi de anladılar. Fakat dünya onların gözlerine süslü göründü. Dünyanın çekiciliği onların akıllarını başlarından aldı."

Dünyaya yönelik bu şiddetli sevgi, insanı amacına ulaşmak için her türlü yola başvurmaya sevk eder. Çünkü insanın bir şeye yönelik aşırı sevgisi, onu kör ve sağır eder. Bu yüzden halifeler hilâfeti ele geçirmelerini çeşitli gerekçelerle izah etmeye kalkışmışlardır ki, İmam'ın (a.s) kesin kanıtları karşısında bu gerekçelerin hiçbir geçerliliği kalmamıştır. Buna rağmen iktidarı elden bırakmamak için büyük bir direnç göstermişlerdir. Şayet, bu sapmanın derin sebebinin tedavisi için İmam Ali'den (a.s) bir ilâç isteyecek olursak, bu ilacı, onun Hemmam hutbesi adıyla bilinen konuşmasındaki muttakilere ilişkin ince tanımlamasında buluruz. İmam Ali (a.s) bu hutbesinde muttakileri takvanın bu kemal derecesine ulaştıran sırrı şöyle açıklar: "Onların nefislerinde yaratıcı gereği gibi büyük olduğu için, ondan başkası alabildiğine küçülmüştür." İşte, bunun gibi yüce Allah'a ilişkin gerçek bilgi, muttaki kulların gözünde dünyanın küçülmesine sebep olur. Onların gözlerinde dünya küçüldüğü zaman, artık dünya onların hiçbir çabalarının amacı olamaz. Dünyaya sahip olmak için çabalamazlar. Bilakis, dünyaya ve dünya mülküne ilgi duymazlar. Tıpkı Ali b. Ebu Talib'in dünya mülküne ilgi duymadığı gibi. Nitekim Kureyş hilâfeti zorla ele geçirdiğinde o, bu zahirî egemenlikten vazgeçmişti ve şöyle demişti: "Bu özgü makama (hilâfet), bazıları tamahlandı. Bazıları ise, ondan cömertçe vazgeçtiler. Hakem Allah'tır ve buluşma günü de kıyamettir."

İşte bu noktada İslâm toplumunda birbirinden tamamen farklı iki ahlâkî çizgi belirginleşti. Biri: Makyavelist siyaseti yeren Ali'nin (a.s) örnek ahlâkı.[450] Diğeri ise, hangi yolla olursa olsun, iktidara gelmek için her şeyi mubah gören halifelerin ahlâkıdır. Bu yüzden Ali (a.s), iktidardan imtina etmişken, başkaları ihtirasla iktidara sarılmıştır.

Dua ve Yakarış Üzerine

Diğer Ehlibeyt İmamları gibi İmam Ali (a.s) de dua ve yakarışa büyük önem veriyordu. Nitekim bu bağlamda Kur'ân-ı Kerim Hz. Peygamber'e hitaben şöyle buyuruyor: "De ki: Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!"[451] İmam Ali (a.s) gerek sözleriyle ve gerekse hayatıyla duanın önemini vurgulamıştır ve şöyle buyurmuştur: "Dua, velilerin silâhıdır."

Nehc'ül-Belâğa'da çeşitli alanlarla ilgili dualar yer alır. Bu dualar "es-Sahifet-ul Aleviyye" adı altında derlenmiştir. Bu duaların en parlağı Kumeyl duası, Sabah duası ve Şabaniye münacatı adıyla bilinen dualardır. Aşağıda İmam Ali'den (a.s) rivayet edilen manzum bir münacat ve yakarışa yer veriyoruz:

"Hamdolsun sana ey cömertlik, ululuk ve yücelik sahibi!

Şanın yücedir senin, dilediğine verirsin, dilediğine vermezsin

İlâhî, ey yaratıcım, koruyucum, sığınağım!

Zorlukta ve kolaylıkta sana yakarırım.

İlâhî! Hatalarım büyük ve çok olsa da,

Senin günahlarımı bağışlaman, daha büyük ve daha geniştir.

İlâhî! Hâlimi, yoksulluğumu ve muhtaçlığımı görensin,

Benim gizli yakarışlarımı duyansın.

İlâhî! Umudumu kesme, saptırma

Kalbimi. Çünkü, cömertliğinin sınırsızlığına dair ümidim sonsuzdur.

İlâhî! Eğer beni yalnız bırakırsan ya da dergâhından kovarsan,

Kime ümit bağlarım

Ya da kimi şefaatçi kılarım.

İlâhî! Beni azabından koru, çünkü ben,

Zelil olmaktayım, korkarak sana boyun eğmekteyim.

İlâhî! Eğer bana bin yıl azap edersen,

Sana bağladığım ümit ipim kopmaz.

İlâhî! Eğer iyilerden başkasını affetmezsen,

O zaman, hevasına uyup kötülük edene kim fayda sağlar.

Sevgi adamı gecelerini uykusuz geçirir,

Yakarır, dua eder. Gafil ise, rahat uykusuna dalar."[452]

İmam'ın (a.s) Edebî Ürünleri Üzerine

Gerek Nehc'ül-Belâğa'da ve gerekse İmam'ın (a.s) mirasıyla ilgili diğer kitaplarda düz yazı ve manzum olarak İmam'dan rivayet edilen bazı metinleri inceleme imkanı bulduk ve İmam'ın hitabet, yazı, mektup, hikmetli söz, öğüt ve şiir meydanında ulaştığı göz kamaştırıcı zirveyi gözlemledik. Edebiyat uzmanlarının da söylediği gibi, sanat, derinlik ve fikir alanında tarihin tanık olduğu en yüksek edebî ürünler İmam Ali'nin (a.s) ortaya koyduğu ürünlerdir, dediğimiz zaman mübalağa etmiş olmayız.[453]

 İmam Ali'nin (a.s) değişik alanlarda ortaya koyduğu manzum eserlerden bazı örnekleri aşağıya alıyoruz. Bu arada İmam Ali'ye (a.s) nispet edilen bir divan olduğunu da belirtelim. Bazı tarihçiler bu eseri esas almışlar ve edebî sanatlara İmam Ali'den rivayet edilen bu metinleri tanık göstermişlerdir.[454]

İmam (a.s), babası Ebu Talib (r.a) için yazdığı mersiyede şöyle diyor:

"Ebu Talib! Güven veren korunak,

Bereketli bir yağmur ve karanlığı yaran nur.

Yokluğun melekût âlemini sarstı,

Nimetlerin velisi (Peygamber) sana salât etti.

Rabbin, hoşnutluğuyla seni karşıladı,

 

Back Index Next