KUR'AN VE AKIL ÇERÇEVESİNDE HZ. ALİ(A.S)’NİN
İMAMETİ
MUHAMMED CEVVAD MUGNİYYE
ÇEVİRİ: NEDİM AYBACI
Velayet Yayıncılık
http: www.alevininsesi-velayet.com
HZ. ALİ (A.S) ’NİN İMAMETİ VE AKIL
بِسْـــــــــــــــــــــــــــــمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيم
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
“Kur'an
ışığında Hz. Ali” ile “Hz. Ali’nin İmameti ve Akıl” adlı kitaplarım dört
kez basıldı, her defasında bütün nüshaları kısa zamanda
tükendi. Bu durum, her iki kitabımın da hakkettikleri ilgiyi
gördüklerini göstermektedir.
Bu nedenle ve bir çok yerden gelen yoğun
isteğe dayanarak her iki
kitabı “Kur'an ve Akıl
çerçevesinde Hz. Ali’nin İmameti” adı ile tek bir kitap
halinde yayımlamağa karar
verdim. Başarı Allah’tandır
M. C. MUĞNİYYE
Herkes "Hak’tan başka imam
yoktur" der, ancak iş fiile geldiği zaman büyük çoğunluk
bunun tersini yapar.
Örneğin: Hak der ki "Sen
başkasının hatalarından önce kendi hatalarından
sorumlusun, başkalarının hatalı olabileceği gibi sen
de hatalı olabilirsin."
İnsanın
hırsı, taraftarlığı, öğrenimi,
eğitimi, yetişme tarzı; araştırmacı ise eksik
araştırması, sıradan
okuyucu ise tek yanlı kitap okuması gibi değişik
faktörler hatanın oluşmasında büyük rol oynar. Bütün bu unsurlar
başkası için ne kadar geçerli ise senin için de o kadar geçerlidir.
Eğer başkasının
delillerini yeterince incelemeden senin
yüzde yüz haklı, ötekilerin yüzde
yüz haksız olduğuna inanıyorsan kendine Haktan başka imam edinmişsin demektir. Bu durumda sen, Hak
yolunda değilsin.
Evet başkasının
düşünceleri yanlış
olabilir; peki bunun tersi mümkün değil mi? Onların düşünceleri de sağlam
bir temele dayanmış olamaz mı? Eğer, "ne olursa
olsun ötekiler hatalıdır"
diyorsan her şeyden önce önyargılı olduğun için hatalı
olan sensin. Onların düşüncelerinin doğru yada yanlış
olduğuna karar vermeden önce araştırma ve inceleme
yapmalısın.
Eğer kendini hatadan ve
çelişkiden sakınmak
istiyorsan, düşünceleri
atalarının düşüncelerine ters düşse bile peşin
hükümlü olmaktan vazgeçmeli, seni gerçeğe götürecek yolları
aramalısın. Bunun yöntemi, gerçeğini öğrenmek
istediğin şeye göre
değişir. Görülebilir, işitilebilir veya dokunulabilir ise, bunun göz, kulak veya
dokunma yoluyla yapılması mümkündür. Ancak akli bir konu ise bunu
sadece akıl yolu ile bulabilirsin. Örneğin Hz.Muhammed’in (s.a.a),
İmameti, Nass'la (metin) Hz.Ali (a.s)'ye bıraktığını okursan veya
duyarsan bunun doğru olup
olmadığına hemen karar vermeyebilirsin, ama emin olmak
istiyorsan senin muteber kabul ettiğin hadis
kitaplarını incelemen yeterlidir.(1)
“Hakka ve doğruluğa giden
yol bellidir” diyebilirsin. Mutlaka bu böyledir; ancak her hataya düşen
hatalı olduğunu bilmemekte, dolayısı ile Hakka giden yolu
arama gereği duymamaktadır. Hatalı insanları iki gruba
ayırmamız mümkündür:
Bilinçli olarak hatasında
ısrar edenler ve bilgisizlikten dolayı hatalı olduğunu
bilmeyenler.
Hatasından
bilinçli olarak dönmek
istemeyenlere yapabileceğimiz hiç
bir şey yoktur. Onlara bin bir
delil de getirsek hatalarından dönmeyeceklerdir.
Bilgisizlikten dolayı
hatalı olduğunu bilmeyenlere
ise delilleri göstermek ve elimizden geldiğince onları ikna
etmeğe çalışmak vazifemizdir.
Akıldan başka imam yoktur, bu gerçek Kur'an-ı Kerim ve Hz.Muhammed (s.a.a) tarafından dile
getirilmiştir. Hz.Muhammed (s.a.a) insanlara aklı imam ve önder
edinmelerini emretmiştir.
Yağmurun gerçekliği bile aklın ve düşüncenin
ürünüdür. Hatta bir hadise göre Hz.Muhammed (s.a.a) "Dinimin aslı akıldır"
demiştir.
Aklın elle tutulan, gözle
görülen veya kulakla işitilen bir şey olmadığı
şüphesizdir. O dokunamadığımız ama içimizde
hissettiğimiz bir şeydir. Aklın İmametinin anlamı
Hakkın imametidir. Her kim ki Hak daima onunla ve o daima Hakla beraberse
akıl ve din buyruklarına göre imam odur.
Soru: Bu vasıfta biri var
mıdır?
Cevap: Evet vardır. Hz.Muhammed
(s.a.a)'tir
Soru: Bu vasıfta Hz.Muhammed
(s.a.a)’ten başka biri var
mıdır?
Cevap: Evet vardır. Hz.Muhammed
(s.a.a) kim için “Hak daima onunla ve o daima
Hakla beraberdir” demişse odur.
Hz.Muhammed (s.a.a)’in Hz. Ali
İbn-i Ebu Talib (a.s) için:
"علي مع
الحق والحق مع
علي، يدور معه
كيفما دار"
"Hak daima onunla ve o daima
Hakla beraberdir, ne tarafa dönse
Hak onunla döner”
dediği
bütün Müslümanlarca bilinmektedir.(2)
Bunun
anlamı “Hz Ali (a.s) hiç hata yapmayan bir alim, hiç zulüm yapmayan
bir adil, Allah’a hiç karşı gelmeyen bir itaatkar”dır.
Eğer din ve akıl böyle
birine itaat etmeyi emretmiyorsa, insanlığın ne bir anlamı
ne de bir kıymeti vardır!
İlginç olan bir durum da
bazılarının, "Mademki Hak Ali ile beraberdir o halde Hak
ondan önce hilafete gelenlerle de
beraberdir, çünkü Ali Halifelerle birlikte idi" demeleridir. Bunu
diyenler aynı zamanda Abdurrahman İbn-i Avf’ın hilafeti
Hz.Ali (a.s)’ye vermek için Allah’ın Kitabı, Peygamberin sünnetinin yanı
sıra iki şeyhin -Ebu Bekir ve
Ömer’in- yolundan gitme şartını ileri sürdüğünde, Hz. Ali (a.s)’nin: "iki şeyhin yolundan gitmektense Hilafeti hiç almam" dediğini gayet iyi
bilir. Buna rağmen Abdurrahman İbn-i Avf’ı haklı kabul
ederler.
Çelişkiyi görüyor musun
sayın okuyucum, "Ali Hak’la
beraberdir....." hadisi Hz. Ali (a.s)’nin haklı olduğunu ispat ettiği kadar iki şeyhin
haklı olduğunu da ispat etmektedir, çünkü
Ali onlarla birlikte idi!. Aynı zamanda Hz. Ali (a.s) iki şeyhin
yolunda yürümediği için
haksızdır. Biri sana "Halil’in
bütün serveti babası
İbrahim’den, İbrahim’in bütün serveti
oğlu
Halil’den miras kaldı"
derse ne kadar mantıklı bulursun?.
Çelişkinin gerçek
netliğini, Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’i ’incelediğimizde görebiliyoruz, Sahih-i Buhari’nin El Fiten kitabının birinci
bölümünde harfiyen şöyle yazmaktadır:
"
قال النبي: (ص)
أنا فرطكم على
الحوض،
ليرفعن إلي
رجال منكم
، حتى إذا
أهويت
لأناولهم
اختلفوا دوني
ـ أي أخذوا –
فأقول: أي ربي
أصحابي ... يقول:
لا تدري ما أحدثوا
بعدك"
"Peygamber dedi ki: Ben
Havz’ın başında bana yükseltilecekleri beklerken, eğilerek
ellerini tutmak istediğim kişiler göreceğim; ancak
bazılarının bana ulaşması engellenecektir 'Allah’ım
bunlar benim Sahabem",
diyeceğim, Allah da bana 'senden
sonra ne yaptıklarını bilmiyorsun' diyecektir."
Sahih-i Müslim, baskı 1348 H,
cilt 2, S:61’de ise şöyle yazmaktadır:
"إني
على الحوض
انتظر من يرد
علي منكم،
فوالله
ليقطعن دوني
رجال ، فاقو
لن : أي ربي مني
ومن أمتي...
فيقول لا تدري
ما عملوا
بعدك؟ . ما
زالوا يرجعون على
أعقابهم."
Havz’ın başında sizden gelecek kişileri
bekleyeceğim zaman, gördüklerime
elimi uzatacağım ancak benden
uzaklaştırılacaklardır, 'Allah’ım bunlar benden,
benim ümmetimden' diyeceğim, Allah da
bana 'senden sonra ne yaptıklarını bilmiyorsun' diyecektir."
Bu hadisler Al-i İmrân
suresinin 144. ayeti ile pekişmektedir.
وَمَا
مُحَمَّدٌ
إِلاَّ
رَسُولٌ قَدْ
خَلَتْ مِنْ
قَبْلِهِ
الرُّسُلُ
أَفَإْن
مَاتَ أَوْ
قُتِلَ
انْقَلَبْتُمْ
عَلَى
أَعْقَابِكُمْ
وَمَنْ
يَنْقَلِبْ
عَلَى
عَقِبَيْهِ
فَلَنْ
يَضُرَّ
اللَّهَ
شَيْئًا
وَسَيَجْزِي
اللَّهُ
الشَّاكِرِينَ}(آل
عمران/144)
"Muhammed Bir peygamberdir ondan önce de peygamberler gelip
gitmiştir, şimdi ölür yada
öldürülürse gerisin geriye mi
döneceksiniz ?"
Buna rağmen derler ki
"Ayırt edilmeksizin bütün sahabeler adildir." bize göre bu konudaki
ısrarlarının nedeni, Halifelerin haklılıklarından
kuşku duymamak için Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim hatta Kur'an-ı
Kerim'den bile olsa gerçek delilleri görmek istememeleridir. Neden mi: Ata inancı
söz konusudur.
O inanç, Kur'an-ı Kerim'in ve
sahihlerin delillerine karşı
da olsa kıyasın temelidir.
▬
Akla İbrahim’in evin içinde
olup olmadığını sorarsan, sana bunun kendi ihtisas
alanına girmediğini söyler. Ama onun nerede olduğu veya yerin
altında ne gibi hazinelerin ve madenlerin olduğunu öğrenmek
istediğini söylersen, senden araştırmanı, deney ve gözlem
yapmanı ister ve doğrulara ulaşman için her zaman sana
ışık tutacağını söyler.
Bu tür bilgiler akıldan gelmez;
ama akıl sayesinde gelir. Görsel veya işitsel delillerin bile
aklın yardımına ihtiyacı vardır; çünkü insan
akıldan yoksun olduğu zaman bir hiçtir. Ancak, aklın delilleri kabul etmesi ayrı, delilleri eleştirip doğrusuna
ulaşması ayrıdır.
Eğer akla
"İbrahim evde olabilir mi" diye sorarsan sana hemen evet
cevabını verir ki bu bilgi akıl dışından
değil aklıdan gelir. Çünkü
doğru bilgiye ulaşmak sadece akıldan veya sadece deney ve
gözlemden gelmez; eğer
öğrenilmesi istenen gerçek, araştırmayı gerektiren nazari bir olgu ise mümkün olup
olmadığını ancak akıl sayesinde öğrenebilirsin.
Ama eğer gerçek sadece maddi ise
–cismin kapsadığı elementleri öğrenmek gibi- o zaman bunun
yöntemi deneydir.
Eğer Uluhiyet
(Tanrısallık), Peygamberlik veya İmametle ilgili konuları
sorarsan bu sorular aşağıdaki detayları gerektirir.
Yaratıcıyı ancak akıl yoluyla idrak edebiliriz; çünkü doğa ötesini deneyle öğrenmemiz imkansızdır. Allah’ın vahyi ile onun varlığını kabul etmek, doğru ve Hak olduğu iddia edilen bir şeyin doğru olduğu iddia edildiği için kabul etmeye benzer. Bu yüzden Allah’ın varlığını ispat etmekte aklımızı kullanmalıyız. Kur'an-ı Kerim de, insana Allah’ın varlığını akıl yoluyla idrak edebileceğini söylemiştir.
Eğer akla: "Allah’ın varlığının ispatı nedir?" diye sorarsak, bize: "Evrene, evrenin içindeki harekete, düzene ve dengeye bakın, sonra bunu açıklamak için dilediğiniz kadar teori ve varsayım düşünün ilim ve mantığın, tek bir açıklama dışında hepsini reddettiğini göreceksiniz, o da her şeyi bilen ve her şeye kadir olan Allah’tır diyen açıklamadır." der. Mantık ehline göre imkansız olan şey aklın imkansız kabul ettiği şeydir. Örneğin, iki çelişiğin birleşmesi veya birlikte yükselmesi gibi, eğer "evrende su vardır" iddiası gerçekse bunun tersi olan "evrende su yoktur" iddiası gerçek dışı demektir. Bir şeyin aynı anda iki çelişik şeyle vasıflandırılması düşünülemez. Bu durumda "evrende her şey rastlantı sonucu meydana geldi" teorisi yalan ise, bizim "evren bir irade ve tasarı sonucu meydana geldi" diyen tezimiz doğrudur.
Bu konuda bir örnek vermek
istiyorum, eğer adının ve
soyadının ufukta ışıkla yazıldığını
görürsen, bunun zekalı bir insan tarafından yapılan bir aletle
gerçekleştiğini düşünürsün. Bunun yerine
"çarpışan iki otomobilin veya iki trenin veya patlayan
yanardağın saçacağı ışıkların
rastlantı sonucu senin adını soyadını havaya
yazmalarının mümkün olduğunu" ileri sürer ve "bu bir varsayımdır"
diyecek olursan, şüphesiz bunu akıllı hiç bir insana kabul
ettiremezsin.
"Varsaydığımız bir şeyi gözümüzle görmedikçe elimizle
dokunmadıkça o varsayımın ne anlamı var" diyebilirsiniz. O zaman, gözümüzle
görmediğimiz, elimizle dokunmadığımız
aklının varolduğu varsayımının da bir anlamı
yoktur. Doğa bilimcileri bile delile ihtiyaç duymaksızın varsayımın geçerliliğini kabul etmekteler. Görmeden dokunmadan akılları ve önsezileri
ile atomun varlığını hatta şeklini, özelliklerini ve
etkinliğini belirlediler. Eğer bilim adamları sadece duyularla
bilinenlere değer verselerdi bilimin kapıları her zaman kapalı kalmaz mıydı?. "Bu
dünyanın gerçeğini en iyi anlatan şey gözle görülmeyen,
bilinmeyen, gizemli, ancak aklımızla ve vicdanımızla var
olduğunu bildiğimiz yönleridir" diyen ne kadar doğru
söylemiştir. (3)
Peygamberlik, Allah (c.c)’la
kulları arasında bir elçiliktir, İyiliğe davet eder, şerden sakınmayı tavsiye eder,
peygamberliğin varlığı gereklidir ve gerekli olanın varlığı kaçınılmazdır. İnsana, kedisine ve topluma karşı olan görevlerini ve haklarını belirler. Filozofların çoğu: "Akıl, insanın Allah’a karşı yapmakla yükümlü olduğu hükümlerin var olduğunu bilir, yalınız bunun ne olduğunu ancak peygamber yardımı ile öğrenebilir" der.
Bu
durumda biz, Peygamberliğe Hz. Muhammed (s.a.a)’in penceresinden
bakarız, onun hayatı, sıfatı, şeriatı ve
öğretileri bizi şüphe duymaksızın Peygamberliğin varlığına
inandırır. Onun şeriatı ve öğretilerine peygamberlik
dışında bir varsayım düşünecek olursak
mantıklı bir düşünce olmayacaktır. Bilim ve bilgiden uzak
bir ortamda büyüyen bir ümmi, insanlığın bilmediği
farklı bilim ve sanatlarda insanlığın o güne kadar
tanımadığı, yüceliği ve azameti akıllara
durgunluk veren, bunlarla insanlığı karanlıktan
ışığa çıkaran muhtelif öğreti ve nazariyeler
getirsin!. Bunu ancak doğaüstü olarak açıklamamız mümkündür.
Hz. Muhammed (s.a.a), peygamberliğini inkar edenlere
Kur'an-ı Kerim'le meydan okumuştur. Bizde aynı şeyi
yaparak, "ümmi bir kişinin hiç kitap okumadan, bilim ve bilim
adamları hakkında hiçbir şey duymadan nasıl yasa, ahlak,
tıp ve matematik konularında bir kitap yazabileceğini
peygamberlik dışında bir açıklama ile
açıklamaları için ihtisas sahiplerine meydan okuyoruz."
Nasıl bu evrenin düzeni mutlaka
güçlü bir düzenleyen olmadan açıklanamıyorsa, bu doğa üstü olayın
açıklaması da sadece vahiy ve
peygamberliktir. Bilim, öğretmen olmadan öğrenmeyi, tedavi olmadan
ölüyü diriltmeyi - bilimsel olarak açıklamaktan aciz
kaldığı zaman metafiziğe başvurmak zorunda
kalmaktadır.
Burada kastettiğimiz imam,
peygamberden sonra peygamberin istisnasız bütün yetkilerini kullanan
yetkilidir. Bu, tamamen peygamberlik gibi ilahi bir makamdır. Bunun
için "Peygamberin Hilafeti" olarak adlandırılır ve
ümmetin peygamberine
yaptığı itaati İmam'ına yapmasını gerektirir.
İmam Zeyn El Abidin (a s)
“Sahife i Seccadiye” de imamı dua üslubu ile tarif ederken
şunları söylüyordu:
"Allah’ım;
kitabını, haddini (ceza uygulamasını),
şeriatını ve peygamberinin sünnetini onunla tesis et, zalimlerin
senin dininde yok ettiklerini onunla dirilt, yolundaki zulmün pasını
onunla gider, yolundaki sıratı onunla inşa et,
haksızları sıratından onunla uzaklaştır,
eğri yolun yolcularını onunla yok et, senin yolunda olanlara
karşı onu yumuşat,
düşmanlarına karşı onun elini serbest bırak, Allah’ım
bize onun şefkatini, rahmetini, acımasını ihsan et ve bizi
onu dinleyen ve ona itaat edenlerden kıl.”
Dedesi Ali İbn-i Ebu Talip
(a.s) ise imamın görevlerini anlatırken: "İmam, Rabbinin
emirlerini vaazla bildirmek, nasihatte içtihat yapmak, sünneti ihya etmek, hak edenlere haddi
uygulamak, hakkı sahiplerine vermekle yükümlüdür." Der.
Bu sözler akıl ile imametin
ilişkisini açıklamaktadır. Aynı ilişki, Allah’ın
kitabını, haddini, şeriatını, peygamberlerinin
sünnetlerini uygulamak, zalimlerin yok ettikleri din izlerini diriltmek,
Allah’a giden yolu aydınlatmak, Allah’ın yolundan sapanları
uzaklaştırmakla bağlantılıdır. Bu konuyu
özetlememiz gerekirse, Aklın İmamet konusundaki hükmü, bilimin, adaletin
ve itaatin iyi, çirkinliğin, cehaletin, zulmün ve günahın kötü
olduğunu kabul ettiği hükme eşittir.
İlginç ve tuhaf durumlardan biri de, Şiilerin
İmamda "ilimde hatasız, amelde günahsız" şart
ve sıfatlarını arama, hatta olmazsa olmaz kabul etme
görüşünü, Ehl-i Sünnetin
kınaması ve hor görmesidir.
Bunu kınamalarının sebebi, onların, "cahil ve
fasık da olsa yöneticinin itaati vaciptir (gereklidir)" demeleri
ve ona karşı gelmeyi haram saymalarıdır! Şeyh Ebu Zehra "Mezehib El
İslamiyye" adlı kitabının "yönetici
şeriattan dışarı
çıkarsa" bölümünde harfiyen şöyle yazmaktadır. "Ehl-i
Sünnete göre imamda aranan şartlarda esas tercih onun adil, erdemli ve
hayır sahibi olmasıdır. Eğer değilse zalimin
zulmüne katlanmak ona karşı
gelmekten daha iyidir."
Ebi Ya’la El Ferra, (Vefatı
458 Hicri), "El Ahkam El Sultaniyye" adlı kitabında (Baskı yılı 1938) 4. sayfada
derki" "Fasık olmak imametin devamını engellemez,
ister bu ahlak, -yani şehvete kapılarak günah işlemek olsun-,
ister inanç -yani yorumda Haktan şüpheye düşmek olsun.!-"
Bunun anlamı da cahil ve
fasık bir kişi Müslümanların imamı olabilir. Allah ve din
adına hükmedebilir!... Doğrusu anlayamıyorum! Bir cahil,
fasık ve günahkar nasıl insanları Hakla yönetecek ve Hakka
yönlendirecektir?! Keşke bunu, Kur'an, Şeriat ve İslam
adına hükmedene değil de kendisini seçen ve imam kabul eden
kişilerin imamı olarak kabul etselerdi.
Ayrıca "Kur'an-ı
Kerim (Bakara suresi ayet 193) derki:
َقَاتِلُوهُمْ
حَتَّى لاَ
تَكُونَ
فِتْنَةٌ
وَيَكُونَ الدِّينُ
لِلَّهِ
فَإِنْ
انتَهَوْا
فَلاَ عُدْوَانَ
إِلاَّ عَلَى
الظَّالِمِينَ
(البقرة/193)
"Bir fitne kalmayıncaya, din tamamıyla
Allah'ın dîni oluncaya dek onlarla çarpışın. Vazgeçtikleri
zaman, düşmanlık ve
saldırı sadece
zalimleredir."
Buna
karşın Sahihi Buhari, 9. bölüm, kitabı Fiten'de, Peygambere mal
edilen şu hadis geçmektedir: "yöneticilerinden kötü bir şey
görenler sabretsin”. bu durumda; ya Hz. Muhammed (s.a.a)’in sözleri ona
vahiy inen Kur'an-ı Kerim’le çelişkilidir ya da ona mal edilen bu
hadis yalan ve iftiradır. Şiiler, birinci şıkkın
imkansız olduğunu bildiklerinden ikincisini kabul ettiler.
Dolayısı ile bütün sahabelerin adil olduğuna inanmadılar.
Ehl-i Sünnet ise, tam tersine bütün sahabelerin adil olduğuna inanarak
Buhari’nin naklettiği hadisleri aynen kabul ettiler. Oysa bunun
kaçınılmaz sonucu, Peygamber (s.a.a)'in sözlerinin Kur'an-ı Kerim’le
çelişkili olduğuna inanmaktır. Allah da Peygamber de bundan
münezzehtir.
▬
Evrende bulunan her şey
Allah’ın bilgisi ve gücünü gösteren birer
ispattır. Modern
keşiflerden önce gördüğümüz deliller, gecenin ve gündüzün
değişimi, yerde biten bitkiler, yediğimiz ve içtiğimiz,
veya gözümüz görmeden aklımızın görebildiği idi. Bilim ve
bilimsel araçlar geliştikçe öğrendik ki, çok küçük olan atomdaki güç,
bir saniyede şehirleri, dağları yıkıp milyonlarca
canlıyı öldürebilmektedir.
Ayrıca, evrendeki
yıldız sayısının kum tanelerinin sayısından
daha fazla olduğunu, en küçük yıldızın dünyadan bir milyon
kat daha büyük olduğunu, her
yıldız kümesine galaksi dendiğini ve her galaksinin yüz
milyondan fazla yıldız barındırdığını,
galaksi sayısının iki milyondan fazla olduğunu ve bütün bu
evrenin hacminin boş uzaya göre dünyanın boşluğunda uçan
bir sinekten farksız olduğunu biliyoruz. Bu örnek modern bilimin
keşfettiği ve Allah’ın gücünü gösteren milyonlarca örneklerden
sadece biridir. Kur'an-ı Kerim’in
ayeti de alim ve mucitlere belirgin bir Arapça dili ile "Size verilen ilim
çok azdır. İbret alın ey akıllı insanlar" demeye devam
etmektedir.
EVRENDEN DAHA MUAMMALI OLAN:
AKIL
Ya aklımız? O evren
hakkında okuduğumuz ve öğrendiğimizden de ötedir. Evren
maddedir, çapı ve ölçüsü vardır. Enistein, evrenin çapını
70 milyon ışık yılı olarak hesapladı. Akıl
ise dibi olmayan bir kuyu, tavanı
olmayan bir gök ve sonsuz bir evrendir. O, her şeyi kendisine
sığdırır ama hiçbir şey onu kendisine
sığdıramaz. O, Hz. Ali’nin (a.s) aşağıdaki
beyitlerinde sözünü ettiği büyük alemdir.
"وتزعم أنك جرم صغير
وفيك انطوى
العالم الأكبر
"Küçük
varlık olduğunu iddia etmektesin – oysa büyük alem sende
saklıdır."
Evet akıl evrenden daha
büyüktür, ve ondan daha büyük sadece onun yaratıcısıdır.
Ancak benzetme yapacak olursak kelimenin kelimeyi söyleyenle oranı, veya daha
azıdır.
İlahi Adalet, tıpkı
İlahi güç gibi sadece onun (c.c) bilgisinin kapsamındadır
Evrende, insanda, Allah’ın şeriatı ve hükümlerinde delil ve
belirtileri vardır. Bunu, şu şekilde izah etmek mümkündür:
Eğer birinden
alacağın varsa, alacağını istemen senin
hakkındır. Eğer ödemeyi reddederse eksiksiz olarak zorla alma
hakkın doğar, bağışlarsan Allah
bağışlayanları sever.
Allah da (c.c) Adil ve Cömerttir.
Cömertliği ve rahmeti ile günahları denizin köpüğü kadar olsa
bile günahkarı affedebilir, mükafatlandırabilir de... :
وَإِذْ
قَالَ
اللَّهُ يَا
عِيسَى ابْنَ
مَرْيَمَ
أَأَنتَ
قُلْتَ
لِلنَّاسِ
اتَّخِذُونِي
وَأُمِّي
إِلَهَيْنِ
مِنْ دُونِ
اللَّهِ
قَالَ
سُبْحَانَكَ
مَا يَكُونُ لِي
أَنْ أَقُولَ
مَا لَيْسَ
لِي بِحَقٍّ
إِنْ كُنتُ
قُلْتُهُ
فَقَدْ عَلِمْتَهُ
تَعْلَمُ مَا
فِي نَفْسِي
وَلاَ أَعْلَمُ
مَا فِي
نَفْسِكَ
إِنَّكَ
أَنْتَ عَلاَّمُ
الْغُيُوبِ}(المائدة/116
مَا قُلْتُ لَهُمْ
إِلاَّ مَا
أَمَرْتَنِي
بِهِ أَنْ اعْبُدُوا
اللَّهَ
رَبِّي
وَرَبَّكُمْ
وَكُنتُ
عَلَيْهِمْ
شَهِيدًا مَا
دُمْتُ فِيهِمْ
فَلَمَّا
تَوَفَّيْتَنِي
كُنتَ أَنْتَ
الرَّقِيبَ
عَلَيْهِمْ
وَأَنْتَ
عَلَى كُلِّ
شَيْءٍ
شَهِيدٌ}(المائدة/117{إِنْ
تُعَذِّبْهُمْ
فَإِنَّهُمْ
عِبَادُكَ
وَإِنْ
تَغْفِرْ
لَهُمْ
فَإِنَّكَ
أَنْتَ
الْعَزِيزُ
الْحَكِيم
المائدة/118 {قَالَ
اللَّهُ
هَذَا يَوْمُ
يَنفَعُ الصَّادِقِينَ
صِدْقُهُمْ
لَهُمْ
جَنَّاتٌ تَجْرِي
مِنْ
تَحْتِهَا
الأَنهارُ
خَالِدِينَ
فِيهَا
أَبَدًا
رَضِيَ
اللَّهُ
عَنْهُمْ
وَرَضُوا
عَنْهُ
ذَلِكَ
الْفَوْزُ
الْعَظِيم
(المائدة/119
لِلَّهِ
مُلْكُ
السَّمَاوَاتِ
وَالأَرْضِ
وَمَا
فِيهِنَّ
وَهُوَ عَلَى
كُلِّ شَيْءٍ
قَدِيرٌ
}(المائدة/120
"Ey Meryem oğlu
İsa! İnsanlara, “beni ve annemi Allah’tan başka iki Tanrı
bilin” diye sen mi söyledin? Buyurduğu zaman o, “Haşa! Seni tenzih
ederim; hakkım olmayan şeyi
söylemek bana yakışmaz, hem ben söyleseydim sen şüphesiz onu
bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, ben senin zatında olanı
bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalınızca sensin. Ben onlara,
ancak bana emrettiğini söyledim. Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin dedim. İçlerinde
olduğum müddetçe onlar üzerinde kontrolcü oldum. Beni vefat ettirince onlar üzerinde gözetleyici yalınız
sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin. Eğer kendilerine azap
edersen şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları
bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin
Maide
Suresi 116-117-118-119-120
Yukarıdaki ayette "Eğer onları
bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin"
dediğini okuduk. Bu Allah’ın dilediği kimseyi –başkasını ilah edinse bile-
affedebileceğini göstermektedir. Kulun amelinde yeterli neden olmadan ve
aşağıdaki şartlar oluşmadan adalet sahibi Allah
(c.c)'ın azap ederek
cezalandırması imkansızdır.
Geçerli nedenin oluşması
için ilk şart, tebliğin emin bir Peygamber tarafından
yapılmasıdır. Tıpkı devlet memurunun ödemen gereken
gelir vergini veya birine olan borcunu ödemen gerektiğini, ödemen için
gerekli mühleti ve ödemediğin takdirde hapis ile
cezalandırılacağını veya malına el
konulacağını ihtar ederek bildirmesi gibidir. Devlet,
vatandaşın ödemeyeceğini bilse de gerekli ihtarı yapmadan
nasıl cezalandırmıyorsa, Allah da (c.c) emrettiği zaman
kulunun itaatsizlik yapacağını günah işleyeceğini
bildiği halde cezalandırmaz, önce emrederek ona gerekli
fırsatı verir. itaatsizlik ve isyandan sonra duyduğu, anladığı ve bilerek
karşı geldiği için cezalandırır. Allah (c.c)
Kur'an-ı Kerim’de diyor ki.
وَلَوْ
أَنَّا
أَهْلَكْنَاهُمْ
بِعَذَابٍ
مِنْ
قَبْلِهِ
لَقَالُوا
رَبَّنَا
لَوْلاَ
أَرْسَلْتَ
إِلَيْنَا
رَسُولاً
فَنَتَّبِعَ
آيَاتِكَ
مِنْ قَبْلِ
أَنْ نَذِلَّ
وَنَخْزَى}(طه/134)
"Eğer biz bundan önce onları bir azapla helak
etseydik, derlerdi ki: Rabbimiz! Bize bir elçi gönderseydin de, şu
aşağılığa düşmeden önce ayetlerine
uysaydık!"
Taha suresi: 134.
وَمَا
كُنَّا مُعَذِّبِينَ
حَتَّى
نَبْعَثَ
رَسُولاً}(الإسراء/15)
"Biz
bir peygamber göndermedikçe –kimseye – azap edecek değiliz.
İsra Suresi: 15"
رُسُلاً
مُبَشِّرِينَ
وَمُنذِرِينَ
ِلأَلاَّ
يَكُونَ
لِلنَّاسِ
عَلَى
اللَّهِ حُجَّةٌ
بَعْدَ
الرُّسُلِ
وَكَانَ
اللَّهُ عَزِيزًا
حَكِيمًا}(النساء/165)
Müjdeleyici ve
sakındırıcı peygamberler gönderdik ki insanların
peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın!
Nisa Suresi: 165”
İkinci şart,
tebliğin yapısı ve üslubudur. İkna edici
olmalıdır ki önyargıdan ve taraftarlıktan arınan insanlar inansın... ikna
için gerekli olan üslup, dava sahibinin dava gerçeğini
basitleştirerek, yumuşak ve davet edilen kişiyi çekecek
şekilde yapmasıdır. Ayrıca izah etmek için örnekler vererek
düşünme, inceleme, olayları dikkatle tartma ve ondan sonra karar
vermeyi salık vermesidir. Davasını emrivakiyle dayatmaması,
kendini daha alim, üstün ve kutsal göstermemesi gerekir. Allah (c.c) der ki:
إِنَّ
اللَّهَ لاَ
يستحي أَنْ
يَضْرِبَ مَثَلاً
مَا
بَعُوضَةً
فَمَا
فَوْقَهَا
فَأَمَّا
الَّذِينَ
آمَنُوا
فَيَعْلَمُونَ
أَنَّهُ
الْحَقُّ
مِنْ
رَبِّهِمْ
وَأَمَّا
الَّذِينَ كَفَرُوا
فَيَقُولُونَ
مَاذَا
أَرَادَ اللَّهُ
بِهَذَا
مَثَلاً
(البقرة/26)
"Şüphesiz Allah, bir
sivrisineğin üzerindekinden - yani
sivrisinekten küçük misal vermekten
çekinmez. İman etmişlere gelince onlar böyle misallerin
Rablerinden gelen Hak ve gerçek olduğunu bilirler. Kafir olanlara gelince:
Allah böyle misal vermekle ne demek ister?. Derler." Bakara suresi 26
Ayrıca, Hz. Muhammed'e
(s.a.a)
ادْعُ
إِلَى
سَبِيلِ
رَبِّكَ
بِالْحِكْمَةِ
وَالْمَوْعِظَةِ
الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ
بِالَّتِي
هِيَ أَحْسَنُ
... (النحل/125)
"Sen Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle
çağır ve onlarla en güzel şekilde tartış... Nahl:125"
diye seslenir. Hz. Musa ve Hz. Harun'a da
اذْهَبَا
إِلَى
فِرْعَوْنَ
إِنَّهُ
طَغَى/ {فَقُولاَ
لَهُ قَوْلاً
لَيِّنًا
لَعَلَّهُ
يَتَذَكَّرُ
أَوْ
يَخْشَى}(طه/44)
Firavun'a gidin çünkü o iyice azdı, ona
yumuşak söz söyleyin belki o aklını başına alır
veya korkar." Taha:44
Diye
hitap eder. Hak İnsanlara anlatılırken gönüle yakın
olması için daima güzel ve mütevazı bir üslup
kullanılmalıdır.
Bütün şüphe ve
kuşkuları gidererek ikna etmenin en temel şartlarından biri
de, çağrı sahibinin
yaptığı çağrıyla uyum içinde olmasıdır. Uyum
sözü ile sadece davet ettiği şeyleri kendisinin uygulaması değildir.
Yaptığı çağrının, canı, kanı ve eti ile
kaynaşması ve kişiliği ile bütünleşmesi gerekir. Konuştuğu zaman sanki çağrı
konuşuyor, eylem
yaptığı zaman sanki çağrı eylem yapmış
olmalıdır.
"Buna
karşın "Benim bir şeytanım vardır. Bazen beni
etkiler" diyen bir kişi, (4) Kur'an-ı Kerim'de "O
arzusuna göre konuşmaz , bildirdikleri vahiyden başka
değildir" denilmiş olan - peygamberin Halifesi olamaz. O,
tıpkı dünkü ve bugünkü yöneticiler gibi kendi zamanının
dünyevi bir yöneticisidir! O kendisini seçenlerin ve onu kabul edenlerin
adıyla konuşabilir. Eğer Allah ve Peygamber adına
hükmettiğini iddia ederse bu iddia onu bazen etkileyenden kaynaklanır!
Diyebilirsin ki: "Hz. Muhammed (s.a.a)'den
başka, bu İslam
çağrısıyla
-yukarıda izah ettiğimiz şartlara- uyum sağlayacak kişi var
mıdır?"
Cevap: Evet! Kim söz ve fiille
Hz. Muhammed (s.a.a)'in uzantısı ise İslam
çağrısı ile uyum içerisindedir.
İkinci soru: Hz. Muhammed
(s.a.a)'in süreği var
mıdır?
Cevabı öyle birine bırakıyorum ki, o mecbur kalmadan
ve ancak kaçma imkanı bulamadığı zaman Hz Ali (a.s) veya oğulları ile ilgili bir
fazilet anlatır. Öyle bir hadisçi ki Ehl-i Sünnet ona güvendiği kadar
hiç kimseye güvenmez. Yani Buhari'den söz ediyorum. Buhari, Sahihinin
beşinci kısmında bulunan Hz Ali (a.s)'nin faziletleri bölümünde
şöyle demektedir: "Peygamber Hz. Ali'ye dedi ki: Sen bendensin
bende sendenim." Bilindiği
gibi Hz. Muhammed (s.a.a) Hz. Ali (a.s) 'nin ne babası nede oğludur.
Sen bendensin derken, kendi ruhunu Ali (a.s)'nin ruhuna, aklını aklına,
ilmini ilmine,
İmanını imanına,
ahlakını ahlakına empoze
ettiği anlamına gelmektedir.
Hz. Muhammed (s.a.a) onu
istediği gibi yetiştirdikten sonra bütün sahabelerin içinden
kardeşliğine seçti.
Kardeşliğin
sırrı da burada yatmaktadır. Ahmed'in Mesned'inde Hz. Ali'nin
peygambere "Ben hariç bütün dostlarını birbirine kardeş ilan ettin" dediği
zaman Hz. Muhammed (s.a.a) ona "Çünkü seni kendime ayırdım,
ben senin kardeşinim sende benim kardeşimsin. Senden başka
bunu kim iddia ederse yalancıdır" diye yazmaktadır.
Bu konuda Hz. Ali (a.s)
"Peygamber (s.a.a)'i yavru devenin annesini takip ettiği gibi takip
ederdim, her gün ilminden bir şeyler verir ve onun gibi uygulamamı
isterdi." Demektedir.
Üçüncü ve son olarak
diyebilirsin ki "Ehl-i Sünnete göre en büyük ve en güvenilir Muhaddis
(Hadisi Şerifi nakleden) olduğu halde nasıl Buhari için O mecbur
kalmadan ve ancak kaçma imkanı bulamadığı zaman Hz Ali
(a.s) veya oğulları ile ilgili bir fazilet anlatır
diyebiliyorsun?"
Cevap vereyim: Zaten onun büyüklüğünün
ve yüceliğinin sırrı da budur! Şimdi Ali ve
oğullarına karşı olan taassubunu gösteren bir örnek
vereyim: El Hafız El Askalani, Feth El Beeri Bişerh Sahih El Buhari
adlı 1959 baskılı kitabının C:8 S:71’de
aralarında Nesai’nin de bulunduğu bir grup Alim ve Muhaddisten
naklederek harfiyen derki: "Hiçbir
sahabe hakkında Ali (a.s) kadar doğru hadis
anlatılmamıştır" aynı bölümün 76’ncı
sayfasında da İmam Ahmed dedi ki: "Ali (a.s) hakkında
duyduğumuz kadar hiçbir sahabe hakkında hadis duymadık."
Buna rağmen Buhari bu
sayısız hadislerden çok azını zikretmiş ve bu çok az
olan hadisleri de normal hali ile bırakmamıştır! Tahrif,
budama, değiştirme ve eksiltme yoluna başvurmuştur.
Müslim
dahil bir çok Muhaddis "Al Raye" (sancak) hadisini
"Sancağı öyle bir kişiye
vereceğim ki Allah'ın Fethi onun eli ile
gerçekleştirecektir. O Allah’ı
ve Resulünü sever; Allah ve Resulu de onu sever.Diyerek sancağı
Ali’ye verdi." Diye anlatır.
Buhari hariç hepsi "O
Allah’ı ve Resulü'nü sever Allah ve Resulu de onu sever." ibaresini
nakletti. Doğrusu Buhari’nin bu cümleyi neden eksilttiğini
anlayamadım.! Buhari, Allah'ın ve Resulü'nün sevdiğini sevmediği için mi? yoksa çok sahih (doğru) (!) olan
kitabını onurlandırabilmek için Muaviye ve ciğer
yamyamı olan annesini yazarken fazileti dünyayı dolduran kişiden
bahsetmek zorunda kalınca faziletini budayarak yazdı? Ancak
zavallının unuttuğu şey onun adı Levhi Mahfuzda
yazıldığı gibi kalplerin ve akılların
derinliğinde de yazılıdır.
Demek ki Buhari'ye ve
kitabına duyulan bu güvenenin ve
mal edilen bu yüceliğin sırrı, onun Ali ve oğullarına
karşı olan taassubunda gizlidir.
Azap veya cezalandırmanın
vuku bulması için Allah'ın ( c.c ) kuluna emrettiği şeyi
mutlaka yapma, sakın dediği şeyden sakınma gücü vermesi gerekir. Yoksa
imkansızı istemek anlamına gelirdi. Buda Şiilere göre
Allah'ın adaleti ve hikmeti ile ters düşer. Kul, yapma gücüne
rağmen Allah'ın emrettiğini yapmazsa kusuruna karşı
cezalandırmayı hakkeder.
Bu duruma göre hüccetin tamamlanması için mutlaka çağrı
sahibinin çağrısı ile özdeşleşmesi
lazımdır... Ayrıca peygamberin Halifesi olabilmek için bütün
Halife ve vasiler gibi mutlaka ve mutlaka vahiy hariç bütün
sıfatlarında peygamber gibi olması gerekir. Böyle olunca da
kendisi için "hatalı yorum yaptı veya içtihadı
hatalıydı" denen
kişi asla peygamberin Halifesi olamaz!. Hakkında nass
olan kişiyi, hakkında nass olmayan kişi ile kıyasladığımız
zaman; sanki doğruyla yanlışı, eksikle bütünü
kıyaslamış oluruz. (5)
Sünnilerin ilginç iddialarından biri de, Allah'ın ne adil ne de zalim olduğudur. Çünkü adil, Allah'ın emrettiğine itaat eden, sakının dediğinden sakınan, zalim de bunun tersini yapandır. Allah ise, emredilmeyecek bir amir, uyarılamayacak bir uyarıcıdır. Bu, onların şu sözünün sonucudur: "Allah'ın vacipleri yoktur, yaptıkları da kötülenemez. İyi şey şeriatın emrettiği, kötü şey de şeriatın sakın dediğidir. Eğer emrettiği şey için sakının deseydi kötü, sakının dediği şeyi emretseydi iyi olurdu."
(Ayci'nin yazdığı
ve Cürcani'nin şerh ettiği
Mavakif kitabı C:8, S: 19 ve 181, İbni Rüşt'ün Menehic El Edille
Kitabı S:113, Adalet ve Zulüm bölümünün dördüncü husus kısmında)
Oysa unuttukları şey,
adalet insan eksiğinin tamamlayıcısı,
Allah(c.c)'ın ise mükemmel
zatının eserlerinden ve gereklerinden biri olduğudur. Hatta
bizzat kendisidir. Ayrıca,
adaleti Allah'a mal eden ve (hükmü koyan) ne özel ne genel anlamda asla bir nass
koymamış olsa da Fakih kendi takdirini kullanarak hüküm verir.
Şiiler kıyası, Şari (şeriatı emreden), olaya
neden olan konuda açık bir hüküm koymamışsa kabul etmezler. Yani
hüküm nassa gerek duyuyorsa, hükme neden olan olayda nassı
gerektirir. Allah'ı kötülükten tenzih
eden sayısız ayet ve hadisler vardır. Bu konuyu "Maalim El
Felsefe El İslamiyye" adlı kitabımızda detaylı
bir şekilde işlemiştik.
▬
HZ.MUHAMMED,
( S.A.A ) HZ.İSA ( A.S ) VE HZ.ALİ( A.S ) İLE
İLGİLİ
Her insanın
kişiliği, parmak izi gibi kendine özgü olduğu doğrumudur?
İnsan kişiliği; kendi
nefsi, duyguları ve görüşleridir. Kişilik dokunulan veya
nesneler gibi büyüteçle görülebilen bir şey değildir....
Kişiliğin gerçekliği, gözle görülmeyen Gaip alemindendir... Tabi
bu, kişiliğin hiç anlaşılamayacağı anlamına
gelmez. Örneğin cömertlik ve cesaret nefsin
sıfatlarındandır. Cömerdi, yaptığı iyilik ve
bağışlarla, cesuru fedakarlık ve
atılganlığıyla tanırsın. Şahsın
kişiliğini veya başkasından ayıran özelliğini
tanımanın yolu görsel özellik ve izlerdir. Bunlarla, cömerdi cimriden, cesuru korkaktan, hatta
cömerdi daha cömertten, cimriyi daha cimriden ayırabiliriz. O zaman, her
insanın, tıpkı ses tonu, yüz hatları ve parmak izi gibi
kendine has; başka hiçbir insanın katılmadığı ayrı
bir kişiliğinin olması mümkündür. Hatta insanın özel duyguları
olmazsa hayatı da olmazdı. Bu teklik,
Allah'ın hikmetinin ve büyüklüğünün sırlarından
biridir.
Evet, iki kişilik arasında
düşünce ve diğer temel özelliklerde birden fazla benzerlik olabilir.
Hz. Ali (a.s) 'nin kişiliğinin,
Hz. Muhammed ( s.a.a) ve Hz. İsa'nın (a.s)
kişiliğine - peygamberlik ve vahiy dışında - benzemesi
gibi.
HZ.İSA ( A.S ) VE
HZ.ALİ ( A.S ) İLE
İLGİLİ
Hepimiz, Hz. İsa (a.s)'ya
getirilen zina suçlusu kadının olayını biliriz. Ona recm
edilmesini (taşlanarak öldürülmesini) arz ettiler. yine hepimiz, Hz.
İsa (a.s.)'nın "hanginiz günahsız ise ona taş
atsın" dediğini biliyoruz. Bu sözden sonra Hz. İsa (a.s) ve
havarileri haricinde herkes utanarak uzaklaştı.
Vesail ve El Cevahir vb.
kitaplarda had cezası bölümünde, şöyle bir olay anlatılır:
Kadının biri, İmam'ın önünde zina suçunu itiraf etti.
İmam tellalı gönderip halkı çağırdı. Halk
toplandığında Allah (c.c)'a
hamd-ı sena ettikten sonra " ey ahali, yarın bu
kadına hadd uygulayacağım ellerinizde taşlarla
toplanın" diye seslendi. Ertesi
sabah, İmam kadını
meydana çıkardığında herkesin elinde taş vardı.
Recm vakti geldiğinde katırına bindi, iki
parmağını kulaklarına koyup bütün sesi ile "ey ahali,
Allah peygamberine, peygamber de bana bir ahitte bulundu: "Kim haddi hakkediyorsa o had
uygulamasın." "Bu
kadın gibi günahı olan kim varsa ona taş atmasın"
dediğinde herkes dağıldı. Sadece kendisi, Hasan ve Hüseyin
kaldı. Tamamen İsa'nın
yanından herkesin uzaklaşıp havarilerinin
kaldığı gibi.
Bu ahit (söz) yaratan
tarafından gelir. yaratılandan değil! Ahdin içeriği ise,
Günahların kirli ve lekeli eller tarafından değil, temiz, pak
eller tarafından yıkanmasıdır. Çünkü Allah'ın haddi ve hükümleri sadece
müminlerin ellerine emanet edilir. Bu ahit Kur'an-ı Kerim, Tevrat ve
İncil'de "kirli eller; tahir elleri kirletmemek, iyilerin rolünü
üstlenmemek için kesilir veya zincirlenir" diye kaydedildi. Bu yüzden,
ülke ve vatandaşların kaderi
ilim ve ahlakta yeterli olanlara verilmesi, akıl ve
akıllılar tarafından
benimsenmiştir.
Bundan dolayı, günahkarlar
uzaklaştığında sadece Hz. İsa (a.s) ve Havarileri, Hz.
Ali, Hasan ve Hüseyin (a.s) kaldı.... Allah'ın peygamberine vahiy
ettiği, peygamberinin de vasisine tebliğ ettiği bu ahdin en
çarpıcı yanı, günahkar insanda
pişmanlık ve vicdan azabı duygusunu
uyandırması, kendi kendinin vaizi olması ve kendine
istemediği şeyi başkasına istememesine yöneliktir.
Hz. İsa (a.s) "Ben,
kurtuluşun yolu ve kapısıyım" dedi.
Hz. Ali (a s ) de "Ben karanlıktaki kandil
gibiyim, karanlığa giren benimle önünü görür" dedi.
İmam, bu cümlesi ile
"size iki değer bırakıyorum" hadisine işaret
etmektedir. Bu hadis Müslim'in, 348 H baskılı, sahihinin Cilt 2, bölüm 2, sayfa 109, Hz. Ali'nin Faziletleri
kısmında anlatılmaktadır. Hadisin tamamı harfiyen
şudur:
"قال
رسول الله:
إنما أنا بشر،
يوشك أن يأتي
رسول ربي،
فأجيب، وأنا
تارك فيكم
الثقلين: اولهما
كتاب الله ،
فيه الهدى
والنور وأهل
بيتي."
"Allah'ın peygamberi:
Ben bir beşerim, Allah'ın
elçisi beni davet etmek üzere ve ben
daveti kabul etmek üzereyim. Size iki değer bırakıyorum,
birincisi Allah'ın kitabıdır. Onda hidayet ve nur vardır.
İkincisi ise Ehl-i Beytimdir."
"Ehl-i Beyt kimlerdir? Zevceleri ( Hanımları ) değil
midir?" diye Sorabilirsin.
Cevap: Müslim, yukarıda
anılan bölümün 116. sayfasında şöyle yazmaktadır,
"Ayşe dedi ki: ...peygamber (s.a.a) ertesi gün üzerinde siyah yünlü bir kisve ile
çıktı – bir nevi Yemen elbisesi - Hz. Hasan (a.s.) geldiği zaman içine
aldı. Sonra sırasıyla Hz. Hüseyin (a.s.), Hz.Fatıma (a.s.) ve Hz.Ali (a.s.) geldikleri zaman onları
da içine aldı ve: "Ey Ehl-i Beyt! Allah
(c.c) sizden günahı gidermek ve
sizi tertemiz kılmak istiyor" dedi. Ehl-i Beyt (a.s), Hz.Muhammed
(s.a.a) 'in kisvesinin altına
alarak belirlediği kimselerdir.
Bir başka soru da:
Bazılarına göre zevceleri de
(hanımları) Ehl-i Beytten'dir. Hatta bazılarına göre Ehl-i
Beyt sadece peygamberin zevceleridir.
Cevap: bunu söyleyenler,
aynı zamanda Müslim'in güvenilir,
kitabının da sahih (doğru) olduğunu söylediler. "Müslim'e güvenilir" ve
"Ehl-i Beyt peygamber (s.a.a)'in zevceleridir." gibi daha birçok
benzeri çelişkinin nedeni, Ehl-i Beyt (a.s)'e velayet etmeyen zümrenin
kendi duygularına uymasından kaynaklanmaktadır.
- Hz. İsa (a.s) der ki :
"İnsan kendini yitirdikten sonra dünyayı kazansa ne işe
yarar."
-Hz. Ali (a s ) de der ki: "günah kişiyi
kazanırsa. kişi hiçbir şey kazanamaz."
-Hz. İsa (a.s) der ki:
"İnsan sadece ekmekle yaşamaz."
-Hz. Ali (a.s) de der ki:
"Dünya için sonsuza kadar yaşayacak gibi çalış, ahiret için
de yarın ölecek gibi hareket et."
-Hz. İsa (a.s) der ki:
"Sizden nefret edenlere iyilik edin."
-Hz. Ali (a.s) de der ki:
"Gücün düşmanına yeterse, şükretmeyi affederek
yap."
İmam'ın bu cümle ile
kastettiği sadece affa davet değildir. Aynı zamanda itaatin en
yücesini ve ibadetin en hayırlısını
aşılamağa çalışmaktır. Çünkü İbadet ve
Allah'a şükretmek sadece namaz, oruç, hac ve zekatla
sınırlı değildir. Namaz, var olduğu için; oruç,
sağlıklı olduğu için; zekat da,mülk sahibi olduğu
için, kulun Allah(c.c)'a şükretmesidir. Affetmek de, güçlü
kılınmanın Allah'a şükür yöntemi olarak uygun
bulunmuştur. İbadetin bu gizemini sadece peygamber, peygamber vasisi
veya ibadeti Allah'ın yüce zatına yapan kişi bilir.
Çoğaltacak olursak ciltler
dolduracak olan bu örneklerden bu kadarı ile yetinelim.
İddiacılardan biri,
diyebilir ki: kim ki yücelikte ve Allah'ın katında Hz. Muhammed
(s.a.a) 'in dengi var derse o Müslüman değildir; çünkü o peygamberlerin sonuncusu, elçilerin
efendisidir. Allah (c.c) da, düsturunu ona indirerek
tamamlamıştır. Öyle ki, onun belagatlı sözlerinden ve
mükemmel ahlakından daha üstün, sadece Yaratan vardır.
Başka biri: "Hz.
Muhammed (s.a.a) neden son peygamberdir?" diye sorabilir.
Ona cevap olarak "çünkü Hz.
Muahammed ve onun dini mükemmelliğin bütün şartlarını
tamamlamış, amaç ve sonuca ulaşmıştır.
Tıpkı Güneşin ışık ve aydınlatmanın
zirvesine ulaştığı gibi. Güneş
ışığının varlığında ne bir yıldıza ne de elektriğe
gerek kalmadığı gibi Hz. Muhammed (s.a.a)'ten sonra yeni bir
peygamberin insanlık yararına getirebileceği hiçbir şey
kalmamıştır. Ancak, Güneş batarsa insanlar Ay
ışığından yararlanır. Yalnız Ayın
kendinden ışığı yoktur. Onun
ışığı Güneştendir. İmam, peygamberin
gaybetinden sonra peygamberliğin ışığı ile
insanlara iyiliğin yolunu gösterir. Hz. Muhammed (s.a.a) Güneş, Hz.
Ali (a.s) de Ay gibidir. Onun hidayetinden mükemmelliğinden alarak yayar.
Burada hedef birdir. O da, daha iyiye yöneltmektir. " Güneşi
ışık kaynağı, Ay’ıda Nur yapan kendisidir -(Allah
c.c)'tır- "
KUR'ANI KERİM'İN VE
HZ. MUHAMMED (S.A.A) 'İN ÜSLUBU
El Hafez El Askalani, Feth El
Beri Bişerh Sahih El Buhari adlı 1959 baskılı
kitabının C:8 S:71’de şöyle yazmaktadır: "Ali
İbn-i Ebu Talib, İbn-i Abdul Muttalib
El kureşi El Haşimi, Ebu El Hasan, Allah Peygamberinin
amcasının oğludur. Babası ile Peygamber'in babası
-anadan ve babadan- kardeştir. Peygamberliğin doğuşundan yaklaşık on yıl
önce doğdu ve peygamber (s.a.a) onu
büyüttü. Vefat edinceye kadar onunla birlikte kaldı ve ondan hiç
ayrılmadı.
Allah'ın peygamberi, seçkini ve muhatabı ile olan beraberliği sayesinde Hz. Ali (a.s), İslam'a büyük destek sağlayan Sahabenin bile ulaşamadığı yüksek mertebeye ulaşmıştır. Beraberlikleri doğumdan ölüme kadar sürmüştür. Peygamber onu kucaklamış, yüklemiş, yatağında yatırmış, hatta bir anne gibi lokmayı çiğneyip ona yedirmiştir.
Sabit
gerçekler arasında Allah (c.c)'ın
kendine en yakın Meleklerinden birini, sütten kesildiği andan
itibaren, Hz. Muhammed (s.a.a)'le beraber kalması, ona ahlak ve
faziletleri öğretmesi için görevlendirdiğidir. Hz. Ali (a.s)'ye de
çocukluğundan beri Hz. Muhammed (s.a.a)'le birlikte olma lütfünda
bulunmuştur. (6) Yavrunun
annesini takip ettiği gibi takip eder, peygamber ona ilminden ve
ahlakından öğretir, onun gibi davranmasını öğütlerdi.
Peygamber (s.a.a) öğretileri ile onu Allah (c.c) 'a, Muhammed (s.a.a)'e ve
Kur'ana yakışır bir tarzda yetiştirdi. Bunları
öğrendiğimiz zaman Hz. Ali (a.s)'nin şu sözlerini daha iyi
anlarız:
- O susan bir Kur'an bende
konuşan bir Kur'anım.
-Beni kaybetmeden
soracağınızı sorun.
-Peygamber (s.a.a) bana
ilminden, her kapısı bin kapıya açılan bin kapı
öğretti (7)
-Hiçbir zaman Allah'ın
Peygamberi (s.a.a) benim ne sözümde bir yalan işitti, ne fiilimde bir
kusur gördü.
-Hiç kimsenin benden
alacağı bir şey, aleyhimde konuşacağı bir sözü
olmamıştır.
-.Zelil, hakkını alıncaya
kadar gözümde değerli, güçlü de hakkı ondan alıncaya kadar
güçsüzdür.
-Allah'ın hükmüne razı
olduk, durumumuzu Allah'a teslim ettik.
-Peygamber (s.a.a) adına yalan
mı söylüyorum! ona ilk inanan ben değil miyim? Asla onun adına
yalan söylemem.
Büyük Peygamber (s.a.a)'in Ali
(a.s) ve faziletleri hakkında
söylemiş olduğu sözlere gelince, hadis ve fazilet
kitaplarını doldurmuştur. (8) bunların bir kısmı
Hz. Ali (a.s) dışında biri için söylenmiş olsaydı,
Haktan sapanlara göre bu hadisler her şey
diğer hadisler bir hiç olurdu.
HZ. MUHAMMED (S.A.A) VE HZ.
ALİ (A.S)
Şimdi büyük Peygamber
(s.a.a) ile öğrencisi ve vasisi Hz.
Ali İbn-i Ebu Talib (a.s)'in kişiliklerinden örnekler verelim:
. Allah'ın elçisi dedi ki:
"Allah'a yemin ederim ki bu işten vazgeçmem için Güneşi sağ
elime, Ayı sol elime verseler; Allah (c.c)'tan bir emir gelmedikçe ve ben
ölmedikçe vazgeçmem."
Öğrencisi
İmam Ali de dedi ki : "Allah'a yemin ederim ki, bana
yörüngesindekilerle birlikte yedi göğü verseler, bir karıncanın
ağzındaki arpa kabuğunu
alarak Allah'a itaatsizlik edemem.
. Dünyanızın
tamamı benim için bir çekirgenin ağzındaki yapraktan daha
değersizdir."
Son Peygamber (s.a.a) dedi ki: "Allah'a
yemin ederim ki, Fatıma hırsızlık yapsaydı elini keserdim".
Vasilerin efendisi de "Müslümanların
malına el uzatmış valisine dedi ki: Allah'a yemin ederim ki,
Hasan ve Hüseyin senin yaptığını yapsaydı asla onlara
acımaz, mutlaka onlardan hakkı alırdım. "
Kureyş, Elçilerin Efendisine eziyet etti. Onu evinden
çıkardı, onunla savaşmak için ordular kurdu. Savaşı Müslümanlar
kazandığında, Hz. Muhammed (s.a.a) " Sizi affediyorum,
serbestsiniz" dedi.
Kureyş'in Hz. Muhammed
(s.a.a)'e yaptığının aynısını Cemel
vakasının müsebbipleri Hz. Ali (a.s)'ye yaptı. Allah
(c.c)'ın desteği ile zafer kazanınca o da Peygamberin
yaptığı gibi affetti.
Aynı şekilde Amr İbn-i As ve İbn-i Artaa'yı affetti ve
Şam askerlerinin kendisinden esirgediği suyu kendisi onlardan esirgemedi.
Hz. Ali (a.s), Hz. Hatice
(a.s.)'yle birlikte Peygamber (s.a.a)' in arkasında ilk namaz kılan
kişidir. Bu, öyle bir iftihar kaynağıdır ki, Hz. Ali
(a.s)'nin başka hiçbir fazileti olmasaydı bu ona yeterdi.
Altı sahihten birinin
yazarı Nesai'nin yazdığı "El Hasais"
Kitabında bu olay için şöyle bir hadis vardır: "Afif El
Kindi bu -
üç
kişiyi ilk namaz kılarken gördüğünde Abbas İbn-i Abdul
Muttalib'e 'Bu büyük bir olaydır' dediği ve Abbas'ın ona 'Büyük
bir olay mı? Vallahi yeryüzünde bu üçünden başka bu dine inanan
yoktur" diye cevap verdiği yazılıdır.
Dr. Ali Sami El Naşşar:
"İslam'da Felsefi Düşüncenin Oluşumu" adlı
kitabının ikinci bölümünün önsözünde şöyle yazmaktadır:
"Küçük delikanlı Peygamber (s.a.a)'in sahabelerinin birincisi ve
havarilerinin ilki idi. Küçük ve güzel elini gururlu ve onurlu bir edayla
uzatıp gerekirse onu canı ile feda edeceğini dile getirerek ona
biat ediyordu. Olaylar gelişti küçük havari de gençliğe doğru
ilerledi. Peygamber (s.a.a) arkadaşı ile Hicret ederken, küçük havari uzun zaman geçmeden Kureyş şeytanlarının
kılıçlarının ona uzanacağını bilerek onun
yatağında yattı. Buna rağmen ne korktu ne de umursadı;
çünkü onun ruhu peygamberle birlikte idi."
Evet!
İmam ölümü de düşünmedi, başının üzerinde
parıldayan kılıçları da. Düşündüğü tek şey
peygamberin hayatı, çağrısının ve davasının
başarıya ulaşması idi. Bu yüzden Peygamber (s.a.a) ona
yatağında yatmasını teklif ettiği zaman; İmam: "Senin hayatın kurtulur
mu?" diye sordu. "Evet" cevabını alınca,
İmam "Senin için seve seve ölürüm" diye cevap verdi.
Namazına gelince; tarihte bir ilkti. Tarihte ilk İmam Hz. Muhammed
(s.a.a), tarihte arkasında ilk namaz kılan kadın Hz. Hatice (a.s)
ve yine tarihte arkasında ilk namaz
kılan erkek Hz.Ali (a.s)'dir.
Bu bütün insanlık tarihinin
bu şekli ile kılınan ilk namazıydı!
Yoldan sapanlar, bu durum için
dediler ki "Evet ama Ali çocuktu diğer erkek ise
yetişkindi(!)"
Cevap olarak deriz ki: "Evet,
Hz. Ali (a.s) çocuktu. Zaten
yüceliğinin sırrı da burada yatmaktadır. Şartlar ve
tesadüfler söz konusu kişinin, putperestlik, şirk ve cahilliye
günahları ile boynuna kadar batarak yetişmesini, putları
secdeyle doyurmasını ve ancak yetişkin yaşa girdikten sonra
şahadet kelimesini getirmesini sağlarken, Allah'ın iradesi, Hz. Ali (a.s)'nin peygamberliğin,
taharetin ve imanın kucağında yetişmesini
sağlıyordu. Daha çocuk yaşta iken putları kaidelerinden
indirip Peygamber (s.a.a)'in ayakları altına sermişti. Allah
(c.c); onun, Uluhiyet ve Peygamberliğin iradesine göre yetişmesini ve
Hilafete hazırlanmasını istiyordu. Eskiler "İnsan ne
ile yetişirse onunla yaşlanır" demişlerdi. Böyle
insanlar ( Hz. Ali gibi olanlar ) en azından geçmişteki kişilikleri
ve imanları ile yeni kişilik ve imanları arasında
bocalamaları söz konusu değildir.
Bunun yanı sıra Hz.
İsa (a.s) kundakta iken konuşmuştu. Hz. Muhammed (s.a.a) de
doğar doğmaz yüzü peygamberlik nuru ile
ışıldamış; çocukluğunda daima yalandan,
tezyiften, ihanetten ve puta tapmaktan nefret etmişti. Bu da onun faziletlerindendir.
Ayrıca kutsal kişiliğinin
ilk günden beri peygamberlik gizemine sahip olduğu bütün Müslümanlarca
kabul edilmektedir. Aynı durum Hz. Ali (a.s) ve çocukluğu için de
geçerlidir. Çocukluğunun ilk günlerinden beri kendisinde
İmametin ve yüce Peygamber
(s.a.a)'in Hilafetinin sırrı teşekkül etmişti.
Bu kerameti kim Hz. Muhammed
(s.a.a)'e kabul eder de Hz. Ali (a.s) için inkar ederse bilerek veya bilmeyerek
kendini çelişkiye ve mantıksızlığa düşürmüş
olur. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi bu durum arzularına
uyup doğru yoldan
saptıklarından kaynaklanmıştır.
Bu durumda imamet ve hilafetin
yükünü, ancak hayatı çocukluktan ölüme kadar aydınlık ve taharet
içinde süren bir kişi taşıyabilir. Buna karşın
hayatında bir kez bile Allah (c.c)'tan başkasına secde eden bir
kişi, tövbe etse de Peygamber (s.a.a)'in yerine İmam ve Halife
olamaz. Şüphesiz İslam kendinden önceki dönemi affettirir; ama
İslam'ı kabul etmekle Hilafet için yeterli olmak aynı şey
değildir. Yoksa her "Lailahe İllallah, Muhammed Resulu
llah" diyenin yeterli olması gerekirdi.
Buna göre, kim Hz. Ali (a.s)'nin ve diğer sahabenin
tutum ve davranışlarını inceleyip tetkik eder, akıl ve
fıtrata (sağduyuya) başvurursa, mutlaka aşağıdaki
neticeye ulaşacaktır. "Ya Ali (a.s) tek başına
Hilafete layıktır, ya da hiç kimse bu mertebeye layık
değildir!" O zaman da Hilafet müessesesini temelinden inkar
etmemiz gerekir.
Bu akıl ve
mantığın hükmüdür. O halde neden Allah'ın
yarattığı akıl ve fıtrata başvuran ve inanan
insanlara insafsızca hücum ediliyor?..
Bu soruyu herkese soruyoruz; ancak
akıl ve vicdanınıza
dayanarak cevap veriniz: Reşit olmayan birinin malına bir veli
tayin edecek olsanız, ve karşınızda iki aday bulunsa, biri
hayatı boyunca Allah (c.c)'a
en ufak bir itaatsizlikte bulunmamış, diğeri
uzun zaman, -yetişkin olduktan sonra da- itaatsizlik etmiş, daha sonra tövbe
etmiş olsa hangisini tercih
ederdiniz. Birincisini mi ikincisini mi?
وَمَا
يَسْتَوِي
الأَحْيَاءُ
وَلاَ الأَمْوَاتُ
إِنَّ
اللَّهَ
يُسْمِعُ
مَنْ يَشَاءُ
وَمَا أَنْتَ
بِمُسْمِعٍ مَنْ
فِي
الْقُبُورِ}(فاطر/22)
“Görenle görmeyen,
ışıkla karanlık, asılla gölge, sağlarla ölüler
bir olur mu? şüphe yok ki Allah, duymak isteyene duyurur, sen
mezardakilere duyuramazsın. Fatır:22”
Allah (c.c) ve Peygamber (s.a.a)
doğru söylemişlerdir.
(NOT:
Şii müfessirlerinin "Allah duymak isteyene duyurur"
açıklamasına karşılık
Ehl-i Sünnet müfessirleri "Allah dilediğine duyurur"
şeklinde açıklamışlardır. Türkçe meallere de -genel
olarak- Sünni açıklaması hakimdir. Ç)
▬
Bana göre insanların, kendilerini yönetecek
lidere ihtiyaç duyması ispat gerektirmeyen bir gerçektir ki sosyal durum
da bunu gerektirir. Hatta hayvan aleminde bile kuş, arı ve
karıncalarda durum böyledir. Her insan,
dini, siyasi, cumhuriyetçi veya kralcı -türü ne olursa olsun -
tıpkı yemeğe ve suya ihtiyaç duyduğu gibi
kendiliğinden, Liderin varlığına ihtiyaç duyar. Bunun için
delil sunmak anlamsızdır.
Siyasi liderlikler konumuz
dışındadır. İlk ve son hedefimiz Peygamber (s.a.a)'in
Halifesi ve bu Hilafet rütbesine layık temel sıfatlardır.
Eğer Hz. Muhammed (s.a.a)'in
hayatını ölçüt alarak
peygamberliğin görevini inceleyecek olursak; bu görevlerin: "insanları tek bir
Allah'a ve ahret gününe imana davet etmek, insanlara Allah (c.c)'ın helal
ve haram hükümlerini belirtmek, onları sevapla rağbet ettirerek veya
cezayla korkutarak bunlara yöneltmek, özel ve genel hakları temin etmek,
bu hakların ihlali durumunda ve inceliğin sonuçsuz
kaldığı durumlarda bu hakları kuvvetle savunmak,
saldıranları cezalandırarak caydırmak ve engellemek."
Olarak görürüz.
Peygamber (s.a.a) bu görev ve
yetkiyi sadece Allah (c.c) 'tan almaktadır. bu hükümleri isteseler de
istemeseler de insanlara farz kılan Allah (c.c)'tır. İnsanlar,
Peygamber (s.a.a)'in tebliğle ilgili her konuda masum (hatasız)
olduğunu bilir. Dolayısı ile onlardan kim bu tebliğleri
reddeder veya bunlara karşı
gelirse Allah (c.c)'a karşı gelmiş olur; çünkü
çağrısı Allah (c.c)'ın çağrısıdır.
وَمَا كَانَ
لِمُؤْمِنٍ
وَلاَ
مُؤْمِنَةٍ
إِذَا قَضَى
اللَّهُ
وَرَسُولُهُ
أَمْرًا أَنْ
يَكُونَ
لَهُمْ
الْخِيَرَةُ
مِنْ
أَمْرِهِمْ... (الأحزاب/36)
"Peygamber, müminlere kendi
nefislerinden daha yakındır (yetkilidir) Ahzap suresi, ayet 6"
"Allah ve Resûlü, bir
işe hükmetti mi erkek olsun, kadın olsun, hiçbir inananın, o
işi istediği gibi yapmakta muhayyer olmasına imkân yoktur. Ahzap
suresi, ayet 36"
فَلاَ
وَرَبِّكَ
لاَ
يُؤْمِنُونَ
حَتَّى يُحَكِّمُوكَ
فِيمَا شَجَرَ
بَيْنَهُمْ
ثُمَّ لاَ
يَجِدُوا فِي
أَنفُسِهِمْ
حَرَجًا
مِمَّا
قَضَيْتَ
وَيُسَلِّمُوا
تَسْلِيمًا}(النساء/65)
" Hayır, Rabbine ant
olsun ki aralarında çıkan
anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da
verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın
onu tam manasıyla kabul etmedikçe iman etmiş sayılmazlar. Nisa
suresi ayet 65"
Buna benzer ayet ile hadisler
yorum kabul etmeksizin, açıkça
Peygamber (s.a.a)'in iradesi söz konusu olduğu zaman -kim olursa
olsun- hiç kimsenin iradesi söz konusu olamaz.
Bunun tek nedeni de batılın, Peygamber (s.a.a)'in ne önünden ne
arkasından ne de yanlarından gelemeyeceği gerçeği ve Allah
(c.c)'ın vahyi ile konuşmasıdır.
Birisi, aşağıdaki
ayetleri kastederek:
فَاعْفُر
عَنْهُمْ
وَاسْتَغْفِرْ
لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ
فِي الأَمْرِ
فَإِذَا
عَزَمْتَ
فَتَوَكَّلْ
عَلَى
اللَّهِ
إِنَّ
اللَّهَ
يُحِبُّ
الْمُتَوَكِّلِينَ
(آل عمران/159)
"Şu
halde onları affet; bağışlanmaları için dua et;
iş hakkında onlara danış ... Âli İmrân Suresi-
159" ve
وَالَّذِينَ
اسْتَجَابُوا
لِرَبِّهِمْ
وَأَقَامُوا
الصَّلاَةَ
وَأَمْرُهُمْ
شُورَى
بَيْنَهُمْ
وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ
يُنْفِقُونَ
(الشورى/38)
"Onların işleri,
aralarında danışma iledir. Şura Suresi -38"
Bu ayetler için ne diyorsun?
Diye sorabilir. Alimler ve müfessirler bu ayetleri açıklarken şöyle
yazarlar: "Peygamber (s.a.a) dini değil, dünyevi konularda
sahabelerine danışırdı. Ordunun düzenlenmesi, savaş
taktiği vb. gibi" ikinci ayet için de "bu peygambere değil
mükelleflere hitap ediyor" dediler.
Ayetin başlangıç
kısmı da bunu açıkça göstermektedir. Dünya işleriyle ilgili
konuları, tecrübe ve fikir
sahiplerine danışmasını tavsiye ediyor. Bu konuda Peygamber
(s.a.a)'in bir çok hadisi vardır. Bunlardan biri: "Kim bir konuda
danışırsa o doğru yolu bulur" der. Dini konulara
gelince Allah (c.c)'ın
kitabına, Hz. Muhammed (s.a.a)'in sünnetine başvurulur. Yoksa
bunları insanlara soracak olsaydı ne peygamberlere ne de
indirilmiş kutsal kitaplara ihtiyaç olurdu.
İslam'a göre, peygamberin
yerini alabilecek, din ve dünya işlerini yönetecek bir Halifenin
varlığına ihtiyaç var mıdır? Var ise bu makamı
ele geçiren kişinin yerleştiği
makama ve elinde tuttuğu yetkilere "kutsaldır"
demeğe hakkı var mıdır? Yoksa bu sadece Peygamber (s.a.a)'e
özgü müdür. Yani İslamiyet'te
Hilafet var mıdır yok mudur?
Halifeliğin İslamiyet'te
gerekli olduğunu kabul edersek, bu gereklilik, akıl yoluyla mı,
Yoksa duyum ve şeriatla mı
anlaşılmıştır? Özellikle Halifenin varlığı
peygamberin varlığı kadar gerekli olduğunu ve bu
konuda şeriat kaynaklı bir
nassın (metin) olduğunu göz önünde bulundurursak; bu durum, kurul
yöntemi ile seçimi değil;
aklın yolunu pekiştirmektedir.
Gereklilik nedeni ne olursa olsun!
Halifeyi tanımlayıp filanın oğlu filandır demenin yolu
nedir? Bunun yöntemi bizzat Peygamber tarafından nassla tayini mi, seçim
mi, yoksa akıl mı? Kişiyi bu muazzam ve tehlikeli rütbeye
layık kılan meziyetler nelerdir?
Müslümanlar arasında mükemmel
denebilecek iki kişi varsa, biri
diğerinden daha mükemmel ve daha yetenekli ise, onun
bırakılıp daha az mükemmel ve daha az yetenekli olanı
başa getirmek caiz midir?
Bu konu inanç ve kelam
kitaplarında sayfalar dolusu
yazıldı. Şii ve Sünni
alimler arasında da büyük tartışmalar ve mücadeleler
yarattı. Ben, aşağıdaki paragrafta bir yandan kitabın
hacmine uyması, bir yandan da
okuyucuyu sıkmaması için bu konuyu özetlemek istiyorum. Çünkü kelimeler –özellikle yazılı
olanı - okuyucu bulamazsa, veya okuyucuda etki yaratamazsa ölü harf
sayılır ve sahibi ile birlikte ölür gider.
Şiiler ve Sünniler Hilafetin
gerekliliği konusunda anlaşmış durumdalar. Ancak Hilafetin
tayinini kimin belirleyeceği konusunda ihtilafa düştüler. Allah (c.c)
mı, Müslümanlar mı?
Şiiler, İmam'ın
insanları itaate yaklaştırıp hayra yönlendirdiğine; varlığının
isyankarlıktan ve şerden uzaklaştırdığına
inandıkları için Allah'ın lütfü gereği Allah (c.c) tarafından tayin edilmesi gerektiğine
inanırlar.
Sünniler ise, Allah (c.c)
tarafından tayin edilmesinin gerekmediğine, çünkü Allah (c.c)'a hiç
bir şeyin vacip olmadığı ondan ne iyi ne kötü hiçbir
şeyin gelmeyeceği, dolayısı ile imamı tayin etmenin
yolu akli yolla değil meşru yolla Müslümanların işi
olduğuna inanırlar.
Durum ne olursa olsun, bir halifenin
varlığının şart olduğu konusunda
anlaştıklarına göre bu ihtilaf ve çekişmeden daha önemli
konu Hilafete gelecek kişinin Peygamber (s.a.a)'in Hilafetine layık
olup olmadığını belirleyen sıfatları, onu
başkasından ayıran özellikleri ve bunları anlamanın
yollarıdır.
HALİFENİN SIFATLARI VE
KURTULUŞ YOLU
Şiilerle Sünniler, Halife ve
İmam'ın sıfatları özellikle masumiyet sıfatı
konusundaki tartışmaları
çok uzundur. Ayrıca bunu belirleme yönteminin nass mı, seçim mi
olduğu konusunda da uzun uzun tartışmışlardır.
Bana göre, Halifenin
sıfatları, özellikleri, onu belirleme yolları ve buna benzer
ihtilafların hepsinin veya
çoğunun tek bir kaynağı vardır. "Kutsal Peygamber (s.a.a)'in Halifesinin
Allah'a itaati, helal ve haram
konularında ki masumiyeti gerekli
mi; yoksa cahil ve fasık olabilir
mi" Konusudur .
Birinci şıkka göre
masumiyet yeterliliğin ölçüsüdür ve Hilafet kesinlikle masum olan
kişinin hakkıdır. Eğer şeriatı emreden Allah
(c.c) tarafından bir nass gelmişse bu akıl hükmünün kesinleşmesi
anlamına gelir. İkinci şıkka; yani masumiyetin şart
olmadığı varsayımına karşı bir sorumuz
vardır: Halifenin alim ve adil
olması gerekir mi yoksa hem cahil hem fasık biri halife olabilir mi?
Onu belirlemenin yolu nass mı,
seçim mi?
Doğrusu, her şeyden önce
araştırmanın bu noktadan başlayarak başka noktalara
yönelmesi gerekir. Bize göre masumiyet peygamberden ayrı
düşünülmeyeceği gibi hiçbir şekilde Halifeden ayrı
düşünülemez. çünkü masumiyet
peygam-berin şahsına değil işgal ettiği makam ve
görevi için gereklidir. Halife de vahiy
haricinde aynı görevi üstlenecek, Peygamber gibi Allah (c.c)'a davet edecektir.
Allah'ın hükümlerini zan ve içtihada dayalı olarak değil;
Allah'ın ve peygamberinin belirlediği gibi gerçekçi ve kesin bir
şekilde belirleyecektir. Böylece Hakkın kullara olan hücceti yerine
gelmiş olacaktır.
Dolayısı ile masumiyet Halifeye gerekli değilse Peygamber
(s.a.a)'e de gerekli
olmamalıydı. Eğer Peygamber (s.a.a)'e gerekli ise Halifesine de
gereklidir. Cemaat karar versin!
Burada sorarsın: "
Ehl-i Sünnet, Her iki fırkanın da masum olmadığı hususunda
anlaştığı Ebu Bekir'in Hilafetine dayanarak masumiyetin
gereksizliğini iddia etti. Ebu
Bekir'in hilafeti yeterli bir delil değil midir? ( El Ayci C:8, S:350 )
Cevap: Bu iddia, ortaya atanın
aleyhinedir. Çünkü her iki tarafın masum olmadığına kanaat
getirmesi Ebu Bekir'in Hilafeti
hakketmediğini gösterir.
Diyebilirsin ki: " Vahyi bildirmek için Peygamber (s.a.a)'in, masum
olması gerekirdi, Halifeye vahiy gelmeyeceğine göre masum
olmasına gerek yoktur. Onun görevi
her içtihat sahibinin yaptığı gibi şeriatı Allah
(c.c)'ın kitabı ve peygamberin sünnetine başvurarak
açıklamaktır. Bilindiği gibi onlara başvurmak ve onlardan
hüküm çıkartmak için masumiyet şart değildir. Yoksa bu her alim ve içtihat sahibi için geçerli
olurdu."
Cevap: Bilinen bir gerçektir ki,
Allah (c.c)'ın kitabına ve Peygamber (s.a.a)'in sünnetine
başvurmak, onları yanlış anlamamak ve hükümleri doğru
çıkartmak için yeterli bir neden değildir. Böyle olsaydı ilim ve
fıkıh adamları arasında hiçbir ihtilaf olmaz, Hz. Muhammed
(s.a.a)'in ümmeti de birbirini kafirleştiren mezheplere bölünmezdi!
Eğer Kitabın ve sünnetin varlığı alimler ve din
önderleri arasındaki ihtilafı önleyemiyorsa o zaman ihtilafa
düştükleri ve
mahkemeleştikleri zaman hiç hata yapmayan yanlışı
doğrudan ayıran bir merci (Başvurulacak kişi) olması
gerekir. Hakkı hiç şüphe götürmeksizin açıklayacak kişinin
ya Peygamber (s.a.a) ya da O Hakka kavuştuğu zaman onun yerini
tutabilecek bir Halife olması gerekir. Eğer peygamberin Halifesinin
diğerleri gibi hata yapabileceğini kabul edersek ihtilafın hep
kalacağını, Halifenin kendisini doğru yola çevirecek bir
mürşide ihtiyacı olacağını o mürşidin de hata yapması halinde onun da bir
mürşide ihtiyacı olacağını kabul etmemiz
gerekirdi. Bu durumun, sonu belirsiz
olduğuna göre imkansızdır. O zaman iki seçenekten birini kabul
etmekten başka çaremiz kalmaz: ya şeriatı anlama ve beyan
etme konusunda Halifenin masum olması gerekir; ya da İslamiyet'te
Hilafet yoktur ve Muhammed (s.a.a)'in ümmetindeki ihtilaf kıyamet
gününe kadar devam edecektir. Bu durumda Kur'an-ı Kerim'in ve
sünnetin anlaşılması ve
beyanı konusunda hata yapabilecek bir Halifenin caizliğine inanmak,
vahiy ve vahyin beyanı konusunda hata yapabilecek bir Peygamberin
caizliğine inanmakla birdir. Cemaat karar versin!
Halifenin varlığı
bütün Müslümanlar tarafından gerekli görüldüğüne göre masum
olması zorunludur. Ebu Bekir de tüm
Müslümanlar tarafından masum
olmadığı kabul edildiğine göre Halifelik unvanını
ondan alarak masum olduğu kesin olan
kişiye vermek gerekir.
Ve son soru: Peygamber
(s.a.a)'in sahabelerinden herhangi birinin masum olduğu kesinleşti
mi?
Cevap: Evet, Hz.
Muhammed (s.a.a) Hz.Ali (s.a)'nin masumiyetini ikrar etmiştir. Hz.Muhammed
(s.a.a)’in Hz. Ali İbn-i Ebu Talib
(a.s) için "Hak daima onunla ve o daima Hakla beraberdir, ne tarafa
dönse Hak onunla
döner” dediği bütün Müslümanlarca
bilinmektedir. Ne yazık ki
Allah (c.c)!ın Kur'an-ı Kerim' de dediği gibi
وَأَكْثَرُهُمْ
لِلْحَقِّ
كَارِهُونَ (المؤمنون/70)
"....
ancak çoğu Haktan nefret eder. Müminun suresi: 70" (9)
Hatta Sünniler de iltizam
(zorunluluk) ilkesine bağlı olarak Ali'nin masumiyetini ikrar
ederler. Dediler ki: "Ümmet neye ittifak etmişse o Haktır; çünkü
Peygamber hadisinde : (Ümmetim dalalette birleşmez) demiştir.
Dolayısı ile ümmet, çevresinde bütünleştiği konularda
masumdur (hatasızdır). "Ümmetin tamamının Ali'yi
kabullendiği ve Ebu Bekir ile Ömer
hakkında ihtilafa
düştüğü" Herkesin bildiği bir gerçektir. Ve "Ali
(a.s)'nin Hilafet için kendini Ebu Bekir'den daha layık gördüğü"
herkesin bildiği başka bir gerçektir.
O halde masum olan ümmetin itirafı ile Hz.Ali (a.s.)'dir. Hilafet
konusunda kendini Ebu Bekir ve Ömer'den daha layık olduğunu
söylüyorsa haklıdır. Onlar da, Hilafeti kendilerine istemekle
haksızlardır. (10)
Ehl-i
Sünnet: "İki kişi fazilet ve üstünlükle nitelenirse daha
faziletli ve daha yetenekli kişi ihmal edilerek ondan daha az faziletli ve
daha az yetenekli kişi başa getirilebilir" dediler. Bu
düşünceyi Ebu Bekir'in "Başınıza getirildim ve ben en
iyiniz değilim" lafına dayanarak savunurlar. Hilafet için
masumiyetin gereksizliğine de Ebu Bekir'in Hilafetini delil olarak
gösterirler.
Onlar Ebu Bekir'in Hilafetini
Hakla değil, Hakkı Ebu Bekir'in Hilafeti ve sözleri ile
tanımlarlar. Yani kişileri Hakla değil, Hakkı
kişilerle tanırlar.Şiiler ise bunun tam tersine inanır ve
Hz. Ali (a.s)'nin Hilafetinin delillerini Allah (c.c)'ın Kitabı,
Peygamber (s.a.a)'in Sünneti, akıl,
masum ümmetin Ali(a.s)'de bütünleşip Ebu Bekir ve Ömer'de ihtilafa
düşmesinde gördüler. Şüphesiz ki insanın mantığı
daha az yeteneklinin önderliğini reddeder. Hatta uzmanların
belirttiği gibi hayvanlar bile daha düşük ve daha zayıfın
komutasını reddeder. Eğer Ehl-i Sünnetin görüşü doğru
olsaydı, Peygamberin zamanında ondan daha iyisinin
varlığı caiz olurdu ki bunu söylemeye hiç bir Müslüman'ın
cüret edeceğini sanmıyorum.
Hz. Peygamber (s.a.a)'in hayatını ve çağrısını başından sonuna kadar inceleyen kişi, Hz. Ali (a.s)'nin, Peygamber (s.a.a)'in kazandığı bütün zaferlere, çağrısı uğruna çektiği bütün çilelere ortak olduğunu, Hz. Ali (a.s)'nin hiçbir yerde Resulü Ekremden ayrılmadığını ve her alanda desteklediğini görecektir. Hatta Tebük savaşında Medine'yi ona emanet ederken "Musa için Harun'un yakınlığı ne ise, benim için senin yakınlığın odur." dedi. Hz.Ali (a.s) Peygamber(s.a.a)'in cihadında onunla birlikte olmasaydı bu gün İslam diye bir şey olmayacaktı.
Bunun yanısıra Hz. Ali,
(a.s) Hz. Muhammed (s.a.a)'in en yakını ve ona vahiy
dışında her özellik ve sıfatta benzeridir. Peygamber
(s.a.a)'in Ali (a.s) ile ilan
ettiği kardeşliğin nedeni de budur. Allah (c.c) nasıl çağrısı
için kimin daha layık olduğunu biliyorsa Hz. Muhammed (s.a.a) de
bilerek bütün sahabelerin içinden Hz. Ali (a.s)'yi seçmiştir. İslam
devletinin temelini oluşturan
Faziletteki bu benzerlik, cihattaki bu ortaklık ve ilkeler için
yapılan fedakarlıklar Ali
(a.s)'yi Halife yapmak için yeterli değilse İslamiyet'te Hilafet yok demektir! Eğer Muhammed
(s.a.a)'in bir Halifesi var ise o Hz. Ali(a.s)'dir. Kim, Hilafeti kendisi
veya Hz. Ali (a.s)
dışında başka biri
için talep ederse Allah (c.c)'ın
aşağıdaki ayetinde anılanlara benzer:
وَمَنْ
أَظْلَمُ
مِمَّنْ
افْتَرَى
عَلَى
اللَّهِ كَذِبًا
أُوْلَئِكَ
يُعْرَضُونَ
عَلَى
رَبِّهِمْ
وَيَقُولُ
الأَشْهَادُ
هَؤُلاَءِ
الَّذِينَ
كَذَبُوا
عَلَى
رَبِّهِمْ
أَلاَ لَعْنَةُ
اللَّهِ
عَلَى
الظَّالِمِينَ}(هود/18)
"Kim
Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim olabilir! Onlar Rablerine
arz edilecekler, şahitlerde: “İşte bunlar Rablerine
karşı yalan söyleyenlerdir” diyecekler. Bilin ki Allah'ın laneti
zalimlerin üzerinedir. Hud suresi. 18"
Soru: Eğer Hilafet Ali (a.s)
'nin hakkı ise, neden Ömer; peygamberin mübarek cesedi henüz sıcakken
Ebu Bekir'e biat etti.
Cevap: Ömer, Müslümanların
büyük çoğunluğunun Hz.Ali (s.a)'ye yöneleceğini bildiği
için onun önünü kesmek ve komplo girişimini garantilemek istemiştir.
Kronolojik ve bilimsel araştırmalar da bu gerçeği ortaya
çıkarmıştır. Bu olaylardan bin üç yüz yetmiş üç
yıl sonra 1965 yılında yayınlanan El Kâtib dergisinin 0046
nolu sayısında anılan derginin yayın müdürü ve
tanınmış Mısır edebiyatçısı Ahmad Abbas
Saleh, "Orta tabakadakiler iktidarı ele geçirdi."
başlıklı makalesinde şunları yazdı:
"Hz.Ali (a.s)
yakınları, dostları ile birlikte Peygamber (s.a.a)'e
ağlarken ve defin işleri ile uğraşırken; hatta
bazı tarihçilere göre henüz mübarek cesedi
soğumamışken; Ömer, Hilafet işini bağlamak için
Ebu Bekir'i Sakife'ye (biatın gerçekleştiği çardak)
sürüklüyordu. Olay, Ali (a.s)'ye bildirildiği zaman kızdı,
yakınları ve destekleyicileri ile birlikte biat etmeyi reddetti. Tam
altı ay biat etmedi." Yine aynı makaleden: "Ali (a.s),
yokluğunda toplanan Sakife toplantısını Ömer'in komplosu
olarak niteledi ve aralarında çok uzun süren bir düşmanlık oluştu. -Sayın
Saleh ayrıca- Ömer'in kişiliğini,
araştırılması ve incelenmesi gerekli garip bir kişilik
olarak gördüğünü belirtti." Elimizde bu kişiliği
araştıran çok sayıda çağdaş araştırmalar olmasına
rağmen bence hala
araştırmağa
ihtiyaç vardır. Bu adam güçlü, adeta ikisi bir anda oluşan
seri bir düşünce ve uygulamaya sahip muazzam bir girişimcidir"
İnsaf sahibi bir
araştırmacı bu konularda ne kadar şüpheye düşerse
düşsün Ömer'in Hz.Ali (s.a)'ye
komplo kurduğundan, onu arkadan
vurduğundan hiç şüphe duymaz. yoksa, Halife seçmek gibi önemli bir
konuyu onun yokluğunda ve ona danışmadan nasıl uygular?. İmam da, bu konuyu Ebu Bekir'e hitaben
söylediği bir şiir beytinde şu şekilde dile getirir:
فان
كنت بالشورى ملكت
أمورهم
فكيف
بهذا
والمشيرون
غيب
Şura ile hükmettinse gerçekten!
İstişare edilen yoktu (!)
Acaba neden?
▬
"İSLAM'DA FELSEFİ DÜŞÜNCENİN VAR OLUŞU" KİTABININ YAZARI NAŞŞAR İLE
Tarih, ilk
yazıldığı zaman ihtiyaca göre, eğilime yönlendirilerek
yazıldı... veya en
azından inceleme ve
araştırma yapılmadan....
Bundan emin olmak isteyen kişi, günümüzde doğu veya batı
dünyasında yayınlanan gazetelerin durumunu değerlendirsin.
Görecektir ki şüphe ve güvensizlik
uyandıran konularla doludur. Bu şüphe ve güvensizliğin
haklılık payı mutlaka çok büyüktür. Örneğin herhangi bir
ülkede önemli bir olay meydana geldiği zaman, o ülkenin gazeteleri bir kaç
saat sonra aynı olayı farklı, hatta çelişkili bir
şekilde verdikleri görülür. Bu farklılığın ve
çelişkinin nedeni kişilerin taraftarlığı ve
tutuculuğudur. Eğilim ve cehalet ne belli bir zamana ne de belli bir
topluma özgüdür. Bu sıfatlar insanlığın var olduğu ilk
günden beri vardır.
Eskilerin yazdıkları
tarihi olaylar, bilhassa karşıt mezhebe mal ettikleri inançlarla
ilgili yazılar yalan, tezvir, tezyif ve kehanetlerle doludur.
Şüphesiz ilmin birinci kuralı akıllı insanın
duyduğu veya duyduğu konu hakkında şüphe etmesi, daha sonra
araştırıp incelemesidir. Müslümanların, şüphe
duymadan Hak kaynağı olarak
kabul ettikleri kitap sadece Kur'an'ı Kerim'dir.
İnsan, kitap okurken
özellikle Hz. Muhammed (s.a.a)'e isnat edilen hadis söz konusu olursa hiç
şüphe ve araştırma
gereği duymadan körü körüne
inanıyorsa akıllı
düşünme özelliğini kaybetmiş demektir. Tıpkı sadece şüphe için şüpheye
düşen insan gibi.
Evet, bir çok okuyucu
okuduğuna veya sevdiği yazara şimşek hızıyla
inanır. Özellikle kendilerinin ve atalarının ait
olmadığı bir topluluk hedef alınıp hurafe ve
saçmalıklar yazılmışsa, okumaktan zevk bile alır.
Buradaki yöntem, insanın
gerçeği ararken başvurduğu yoldur. Bu yol; bazen duygu,
-Duygunun yol olması ne kadar
doğrudur?(!)- bazen akıl, bazen açıklama veya geleneksel ata
fikirleri olmaktadır. Bazı
araştırmacılar, suyun her kaba girip kabın şekil ve
rengini aldığı gibi; ilkesizce,
durum ve şartlara göre değişebilmektedirler! Şiiler
hakkında yazanları ve yayımlayanları izledim.
yazılarına temel aldıkları kaynak ve yöntemleri dikkatle
inceledikten sonra şu sonuca ulaştım: Yöntemlerin, hedef ve
güdülere göre değiştiğini gördüm. Kimi kin ve
düşmanlık duyguları ile yalanı, iftira ve
aldatıcılığı temel ilke edinerek yazmış,
(Muhibbiddin Al Khatib'in 'El Hutut El
arida', Hafnawi'nin 'Ebu Süfyan' adlı kitapları gibi.) kimi de ataların inançlarına uymayan her
şeyi önyargılı olarak
reddederek, aklına ve kalbine hükmeden gelenek ve soya
bağlılıkla yazmıştır -Bunlarda
çoğunluğu teşkil etmektedir-.
Kiminin de belli hiçbir yöntemi
yoktur. Bazı durumlarda hiç
inceleme gereği duymadan kâh eski kaynaklardan kâh yeni yazarlardan
gelişigüzel alır, veya sezgi ve tahmine dayanır. Üçüncü bir
yöntemi de önce bir şeyi kesin bir dille yazar daha sonra kendi kendiyle
çelişkiye düşerek ve sanki başka bir insanmış gibi tam
zıddını yine aynı kesin dille yazmaktan çekinmez. Bütün bu
saydıklarım, çok açık ve net bir şekilde İskenderiye
Üniversitesinde İslam Felsefesi Hocası Dr. Ali Sami Al
Naşşar'ın yazdığı "Neş'et El Fikr El
Felsefi Fi El İslam (İslam'da Felsefi Düşüncenin
Oluşumu)" adlı kitabının bir ve ikinci cildinde
görülmektedir. Aşağıdaki paragraflarda kitaptaki
saçmalıkların ve dedikoduyu temel almanın örneklerini göreceksiniz.
Dr. Al Naşşar çocukken
okuduğu okuldan ve öğretmenlerinden, Hz. Ali (a.s)'nin
kutsallığının kaynağı İbn-i Seba olarak
öğrenmiş, kendisi de Doktora kazanıp Üniversitede okutunca
öğrencilerine aynı şeyi öğretmiştir. 1965
baskılı Kitabının
1.C, 46. Sayfasında
şöyle yazmaktadır: "Neredeyse bütün İslam inanç
kitapları, Ali (a.s)'nin
kutsallık fikrini ilk ortaya atanın Yahudi kökenli İbn-i
Seba olduğunu yazmaktadır."
Doğrusu
anlamadığım bir şey var burada, neden filozof (!) Al
Naşşar İbn-i Seba
hakkında çocukken
öğrendiği, büyüdükten sonra da öğrencilerine
öğrettiği şeyleri
hatırlıyor da Kur'an-ı
Kerim'deki şu ayetleri hatırlamıyor !.
إِنَّمَا
يُرِيدُ
اللَّهُ
لِيُذْهِبَ
عَنْكُمْ
الرِّجْسَ
أَهْلَ
الْبَيْتِ
وَيُطَهِّرَكُمْ
تَطْهِيرًا}(الأحزاب/33
)
"Allah,
ey Ehl-i Beyt, sizden her çeşit pisliği, suçu gidermek ve sizi tam
bir temizlikle tertemiz hale getirmek diler. Ahzab Suresi (33)"
İle:
قُلْ لاَ
أَسْأَلُكُمْ
عَلَيْهِ
أَجْرًا
إِلاَّ
الْمَوَدَّةَ
فِي
الْقُرْبَى
وَمَنْ يَقْتَرِفْ
حَسَنَةً
نَزِدْ لَهُ
فِيهَا حُسْنًا
إِنَّ
اللَّهَ
غَفُورٌ
شَكُورٌ}(الشورى/23)
"Sizden, tebliğime
karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim, ancak
yakınlarıma sevgidir" Şura: 23
Ve
bu ayetlerle Hz. Ali (a.s), Hz. Fatıma (a.s) , Hz. Hasan (a.s) ve Hz.
Hüseyin (a.s)'nin kastedildiğini, Muslim’in
de sahihinde bunu ikrar ettiğini unutuyor.
Şimdi bu durumda Ehl-i Sünnet,
Hz. Ali (a.s)' yi Allah (c.c) 'ın emirlerine değil de İbn-i
Seba'ya dayanarak mı kutsallaştırdılar!
Dr. Ali Sami Al
Naşşar, 1964 baskılı, İslam'da Felsefi Düşüncenin
Oluşumu adlı kitabının C:2, .28. sayfada: harfiyen
şöyle yazmaktadır. "Ehl-i Sünnet Hz.Ali (a.s) yi, Kur'an-ı
Kerim'in ve Peygamber (s.a.a)'in sünnetinin derinliğine inerek
açıkladı ve Peygamber (s.a.a)'in "Ben ilim şehriyim Ali de
kapısıdır" hadisine dayanarak
kutsallaştırdılar. ve onu ruhsal anlamda Ebu Bekir ve Ömer dahil
olmak üzere bütün sahabelerden üstün olduğuna inandılar."
-----------------------------------------------------------------
NOT: Şüra Suresinin 23. ayetinde de tefsirciler
çelişkiye düştüler. Ehl-i Beyt
(a.s) taraftarı tefsirciler : "Sizden, tebliğime
karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim, ancak
yakınlarıma sevgidir" Diye açıklarken Ehl-i Sünnet tefsircileri "Ben bu tebliğime karşı
sizden akrabalıkta sevgiden başka hiçbir ücret istemiyorum."
Diye açıklamışlardır. N.A
Yani Şiiler Hz. Ali
(a.s)'yi kutsallaştırırken Allah (c.c)'ın ve Peygamber
(s.a.a)'in sözlerine uyarak değil İbn-i Seba'ya uyarak
kutsallaştırmışlar. Ehl-i Sünnet ise Kur'an-ı Kerim'in
ve Peygamber (s.a.a)'in sünnetinin derinliğine inerek
açıklamış ve Peygamber (s.a.a)'in "Ben ilim şehriyim
Ali'de kapısıdır" hadisine dayanarak
kutsallaştırmışlar. Doğrusu "El İnsaf"
dedirten bir mantık.!
İlim ve
araştırma uzmanları, İbn-i Seba'nın bir hurafe, hiç
yaşamayan vehmi bir kişilik olduğunu ve uyduranın sadece
Şiileri kötülemek ve onlara eziyet etmek için uydurduğunu ispat
ettiler. Dr.Taha Hüseyin, "Ali ve Çocukları" adlı
kitabında da bu konuyu belirtmiştir. (11) 1965 yılında
Mısır'da yayınlanan El Kâtib dergisinin Mart ayı sayısının 56.
sayfasında; Ahmad Abbas Saleh,
harfiyen şöyle yazmıştı: "Şüphesiz İbn-i
Seba vehmi bir kişiliktir. yoksa
bunca önemli olayda neden hiç rolü olmadı? Vehmi bir kişilik
yaratıp ona olağanüstü rol vermek ancak safdillikle nitelenebilir ki
eski kaynak kitaplarında da bu kişiliğe hiç
rastlanmamıştır. Demek ki onun
hakkında yazılan bunca hurafe, haleflerin (sonrakilerin)
uydurmasıdır!
Dr.
Naşşar: kitabının C:1, 448. ve C:2, 218.
sayfalarında "Oniki İmam
düşüncesi İslam'da yoktur" diye yazmaktadır. Bu sözü cahil
biri yazmış olsaydı onun cahilliğine veya
saflığına vererek mazur görebilirdik. Ancak bu sözleri yazan; Üniversitede
İslam Felsefesi hakkında konferans veren, İslam'da Felsefi
Düşüncenin Oluşumu ile ilgili, sayfaları iki bin iki yüzü
aşmış bir kitap yazan bir profesör olunca, ne diyeceğimizi
bilemiyoruz! Onun bu fikri temelden inkar etmesi İmamete karşı
olan olumsuz duygularını yansıtmaktadır. Bu fikir hakiki
bir İslam fikridir ve bunu ileri
süren; Arzularına göre konuşmayan Allah'ın Resulüdür. Buhari
Sahihi'nin, C:9, El Ahkam Kitabında ve Müslim Sahihi'nin, 2.
kısım, 1. bölüm el İmare kitabında: " Halifeler 12
dir hepsi de Kureyş'tendir." Diye
yazmaktadırlar.
Üniversite Başkanı
Üstat Efram El Büstani'nin hazırladığı Dairet-ul Maarif El
Lübnaniyye'nin (Lübnan Ansiklopedisi) 6. cildinde bu konuyu tafsilatıyla
işledim. "El Hafez El Askalani, Feth El Beeri Bişerh Sahih El
Buhari" adlı kitaptan naklen: Şiiler ve Sünniler, Tahir ve Mümin
İmamların sayısının 12 olduğunda anlaştılar;
ancak kim oldukları konusunda anlaşmazlığa düştüler. Hatta
Ehl-i Sünnet'in bir kısmı bu 12 rakama Hz. Hüseyin(a.s)'in katili ve
Kâbe'yi yıkıcısı Muaviye'nin oğlu Yezid'i ve
Kur'an-ı Kerim'i yırtan Mervan oğullarından Velid
İbn-i Yezid'i katmaktadırlar.! Bu şahıs bir gün Kur'an-ı Kerim okurken :
وَاسْتَفْتَحُوا
وَخَابَ
كُلُّ
جَبَّارٍ عَنِيد
/
مِنْ
وَرَائِهِ
جَهَنَّمُ
وَيُسْقَى
مِنْ مَاءٍ
صَدِيدٍ
(إبراهيم/15/16(
"... ve her inatçı Cabbar, mahrûm olup gitti. Önünde de cehennem vardir, orada
kanlı, irinli su içirilecek ona. İbrahim
15-16
Ayetine
rastladığı zaman Kur'an-ı Kerim'i hedefe koyarak onu okla parçalamış ve şu şiiri okumuştur:
أتوعد كل جبار عنيد
فها أنا ذاك جبار عنيد
إذا ما
جئت
ربك
حشر
فقل يا رب خرقني الوليد
"Her
inatçı ve Cabbarı tehdit mi ediyorsun? İşte o inatçı ve Cabbar benim.
Yarın Mahşerde Rabbini
görürsen ona de ki ‘Beni Velid
parçaladı.’ "
Diyebilen biridir.!
Naşşar
kitabının C:6, 217. sayfasında "Zamanın İmam'ını
tanımadan ölen, cahilliye üzerinde ölmüştür." Hadisinin,
Şiiler tarafından mezheplerinin doğrulanması amacıyla
konduğunu yazmaktadır. Bu ifadeyi kitabının değişik
yerlerinde de tekrarlamıştır. Bu durum Doktorun Hadis ilminden uzak değil en
uzak kişi olduğunu göstermektedir. Çünkü bu hadisi Ehl-i Sünnet, Hz.
Ali (a.s)'nin en büyük düşmanı
Muaviye'den naklettiler, El Emini, Gadir kitabının C:1,
S:158.de bu hadisi nakledenler
arasında: El Hafez El Heysemi Mecme El Zevaid kitabını, Ebu Davd
El Tayalisi Mesned kitabını
zikretmektedir.
Naşşar,
yazdığı kitabın ikinci cildinin önsözünde şunları
yazmıştır:
Yaygın olan düşünce,
Ehl-i Sünnet ve Mutezilenin İslam
felsefesini Hıristiyan, Yahudi, Zındık ve bazı felsefe sahiplerine karşı savunurken, Şiilerin
yegane işinin İslam Toplumuna karşı sataşmak ve
fikirlerini çürütmek olduğudur. Bu da büyük bir hatadır. Çünkü
Şii Alimleri, İslam'ın ilk çağlarında olduğu
gibi son çağında da İslam'ı düşmanlarına
karşı İslam ruhuna uygun
bir tarzda savundular. Ehl-i Sünnet ve
Mutezile ile birlikte
Hıristiyan, Yahudi, Zındık ve bazı felsefe sahiplerine karşı tetikte durup,
aydınlatıcı meşaleler misali İslam inancının
ahengi ve bütünlüğü için
çalıştılar. Tarihi bir gerçektir ki, Hz.Cafer Sadık
(a.s)'ın Medresesinin büyük alimi
Hişam İbn-i El Hakem bu uğurda büyük rol
oynamıştır.
Aynı önsözde şu
yazısı da yer almaktadır:
Şiilik tarih boyunca
vardı, halen de İslam aleminde milyonlarca Şii vardır.
İsna Aşeriyya (Oniki İmama inananlar), İsmailliye,
Zeydiyye, ve Gulatlar (aşırı olanlar). Ancak çağımızda en büyük fırka
olan "İsna Aşeriyya" hakiki bir İslam
fırkasıdır. Asla diğer kapalı gruplara benzememekte, inançları neredeyse Sünni inancının
aynısıdır.
El Naşşar, aynı
bölümde 11. sayfada "Bu gün İsna Aşeriyya Şiilerinin
sayısı seksen milyondur."
221. sayfada ise, ".....Bu
gelişmeler mezhebin - İsna Aşeriyya-
canlılığını, esnekliğini ve akli gelişmeleri
kabul ettiğini
göstermektedir." demiştir.
Gördüğünüz gibi O bu
sözlerle İsna Aşeriyya'yı kesin bir şekilde İslam fırkası olarak
görmekte ve inançlarını neredeyse Sünni inancının
aynısı olarak nitelemekte, akli gelişmelere açık bir mezhep
ve aydınlatıcı
meşaleler misali İslam inancının ahengi ve bütünlüğünü Yahudilere ve
diğerlerine karşı savunduklarını ifade etmektedir.
Ancak Naşşar çoğu
zaman bir konuyu kesin bir dille
yazdıktan sonra,
çelişki ve tutarsızlığa düşeceğini fark etmeden onun tam tersini yine aynı kesin dille yazmaktan geri
kalmaz!. Örneğin: "Tutucuların fikri, ılımlı
olanlara bile tesir etmiştir" başka bir yerde "Şiilerdeki
tutucu fikrin nedeni Yahudilerdir." Demektedir.
Doğrusu anlayamıyorum
Naşşar, Ehl-i Sünnet inancını tutuculuktan uzak
tuttuğu halde nasıl tutucu olarak kabul ettiği İsna
Aşeriyyanın fikrini Ehl-i Sünnet' in fikirlerine benzetti?!
Ayrıca Şiiler İslam'ı Yahudi ve diğerlerine
karşı savunurken, tutuculuğu nasıl Yahudilerden aldı?!
Naşşar'ın kendi
yazdığı ile çelişip tutarsız olduğu yer sadece
burası değildir...
221. sayfada İsna
Aşeriyya mezhebinin ılımlı ve gelişmeye kabil
olduğunu yazdıktan sonra 228. sayfada: "İsna
Aşeriyyanın ne kıyası ne icmaı vardır, sadece
Kur'an-ı Kerim'in ayeti veya İmamların birinden hadis veya zil
sesine benzer içtihatları vardır" demiştir.
Anlamadığım
şeylerden biri de zil sesinin Naşşar'ın aklına nereden
geldiği ve birinci fikrinden birkaç
adım uzaklaşmadan neden vazgeçtiğidir? Yani bunlar
İslam'ın Felsefi Düşüncelerinden mi, Yoksa kendi modern
felsefesinin metotlarından mıdır?
Eğer Naşşar,
Şiilerin Usul ve İstidlal
(delil yardımı ile sonuçlandırma) kitaplarına göz
atsaydı, onların teşri (yasa) kaynaklarının
Kur'an-ı Kerim, Sünnet, İcma ve akıl olduğunu görecekti.
Ayrıca, Peygamber (s.a.a) sünnetini Şii veya Sünni güvenilir
kaynaklardan alırlar. Onların yanında "Rivayet ettiklerini
alın ama görüşlerinden uzak durun" ilkesi vardır. Ben bu
görüşü en güvenilir kaynaklardan naklettim ve "Mâ Eşşia El
İmamiyye" (İmamete inanan Şiilerle) ile
"Eşşia ve Etteşeyyü"( Şiilik ve
Şiileşme) adlı kitaplarımda ve gazetelerde Şiilere
fütursuzca iftira atanlara defalarca cevap olarak yazdım. Ama kendi
bildiğinden şaşmayan ve gerçeği sadece kendi vehminde
arayan kişilere ne yapabiliriz.?!
Şiilerin içtihat ehli olduklarını, (12)
içtihat kapısını
açtığını ve hâla o kapının ardına kadar
açık olduğunu herkes –hatta çocuklar ve yaşlılarda- bilir. Akli usullerde yazılan onlarca
kitapları bunun somut örneğidir. Bunların arasında Necef
Üniversitesinde ve bazı İran Enstitülerinde okutulan Şeyh Ensari'nin Feraid el Usul kitabı, Şeyh
el Horasani'nin Kifayet kitabının ikinci cildini sayabiliriz.
Eğer Naşşar bu kitapları okumadıysa bile İslam
Felsefesinde Doktor olduğuna göre şüphesiz felsefe ve kelam
kitapları okumuştur ve okuduğu
kitaplarda mutlaka Şiilerin: "iyiliğin ve
kötülüğün akli olduğuna, Allah'ın iyiliği iyi olduğu
için emrettiğine kötülüğü de kötü olduğu için men
ettiğine"
inandıklarını, buna karşılık Ehl-i Sünnet'
in: "akli iyilik ve kötülüğü reddettiğini, iyiliğin Allah
emrettiği için iyi, kötülüğün de Allah (c.c) men ettiği için kötü olduğunu,
eğer Allah (c.c)
kötü
şeyi emretseydi iyi, iyi şeyi men etseydi kötü olurdu."
Dediklerini bilir.
Kıyasa gelince, Şiiler
hakkında meşru nass olmayan konularda bile şeriatla
çelişmemesi, ilim ve şeriata uygun olması şartı ile aklın
bütün ilke ve kurallarını kabul eder. Kesin
olması halinde tatbik ederler. Çünkü; ilim,
aydınlatıcı kitap ve hidayet olmadan Allah hakkında tevil
yapmazlar. Şeriattan kaynaklanmayan ve
zanna dayalı hareket etmek istemezler. Sünnilere gelince, onlar;
وَمَا يَتَّبِعُ أَكْثَرُهُمْ إِلاَّ ظَنًّا إِنَّ الظَّنَّ لاَ يُغْنِي مِنْ الْحَقِّ شَيْئًا إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ}(يونس/36)
"Şüphe
yok ki Allah, onlar ne yapıyorlarsa hepsini bilir. Onların
birçoğu zandan başka bir şeye uymaz. Zan ise haktan hiç bir
şeyin yerini tutmaz. Şüphesiz ki, Allah onların ne yaptıklarını
bilir. Yunus Suresi 36"
Ayetini okudukları halde
zanna dayanarak hareket edebiliyorlar.
Naşşar da bilinen
nağmeleri çaldı, "Recat (Geri Dönüş), Cifr, (Hz. Ali (a.s)'
ın yazdığı ve geleceği haber verdiği
varsayılan bir kitap), Bidâ (
İmam olacağı söylenen kişinin ölmesinden kaynaklanan
şüphe ), Takiyye, Guluv (tutuculuk), Mushaf-ı Fatıma,
Mehdi" gibi. O da bunları bin
küsur yıldan beri çalan yüzlercesi gibi hiçbir şey eklemeden,
araştırmadan çaldı. Bunun için kendisine "El Mehdi El
Muntazar ve El Akıl" ile "Eşşia ve
Etteşeyyu" adlı kitaplarımı okumasını
tavsiye ediyorum. Ben bu kitaplarda Şiiler hakkında yapılan her
tenkidi, onlara atılan her iftirayı ve onlara mal edilen her
eksikliği topladım, şaşkın fikirleri, gerçek ve sabit
rakamlarla çürüttüm. Burada uzatmamak için tekrarlamak istemiyorum.
Naşşar, İkinci cildinin dördüncü bölümünde
"Ehl-i Sünnet ve Mutedil Şiilere göre
Hz. Ali (a.s)" başlığı altında şunları
yazmış: "Sünniler İki şeyhin, -Ebu Bekir ve Ömer'in-
velayetini kabul ederken Şiiler kesinlikle onları inkar etti. Buna
karşılık Hz. Ali (a.s)'yi
Sünniler de Şiiler de kendilerine mal ettiler. Sünniler (Selefleri dahil)
Hz. Ali (a.s)'nin ilk inanan çocuk
olduğunu, (13) Peygamber (s.a.a)'in kucağında büyüdüğünü,
Peygamber (s.a.a) tarafından yetiştirildiğini,
Müslümanların ilk anneleri olan Hz. Hatice tarafından da korunup
sevildiğini, ilk andan itibaren ve her konuda Peygamber (s.a.a)'e destek
olduğunu kabul eder. Büyük hicret gününde Peygamberin yatağında
ve meleklerin nezareti altında Kureyş zalimlerine karşı
duruşuna duydukları hayranlık Şiilerin
hayranlığından daha az değildir. Ali (a.s) daha sonra Hz.
Fatıma (a.s) ile birlikte Medine'ye hicret etti. Haşimilerin bu genç yiğidi
Savaşlarda da nice Kureyşli azılıyı öldürdü. Hz.
Muhammed (s.a.a)'i savunmak için defalarca ölüme atıldı."
Naşşar aynı bölümün
28. Sayfasında şunları yazmıştır: "Ehl-i
Sünnet, 'Ben ilim şehriyim, Ali de kapısıdır' hadisine binaen
Hz. Ali (a.s)'yi İslam'ın alimi olarak kabul etmektedir. Çünkü o
Kur'an-ı Kerim ve Sünnet fıkhının derinliğine inmiştir. Ebu Bekir'in
de Ömer'in de Fakihi (Alimi) idi
–Fıkıh konusunda ona başvururlardı– her iki şeyhin
zamanında da züht hayatını tercih etti. Ayrıca Ehl-i
Sünnet' in kitaplarında İmam olarak anılan tek sahabedir.
Hatta Hasan El Basri ona bu ümmetin Rabbanisidir. derdi. Emevilerin
yaptığı bütün kötüleme propagandalarına ve Nâsibilerin
düşmanlığına rağmen; Ehl-i Sünnet'e göre Peygamber (s.a.a)'in
amcasının oğlu ve damadı olan Hz. Ali(a.s)
İslam'ın ruhsal önderi idi. Ruhsal anlamda da istisnasız bütün
sahabelerin Ebu Bekir ve Ömer'inde üstünde idi."
Naşşar, ayrıca
şunları beyan etmiştir:
1964 baskılı
kitabının C:2, 223. sayfasında: "Gerçek o ki Hz. Ali (a.s)
Hilafetin, Ebu Bekir yerine kendisinin, kendisinden sonra çocuklarının ve
torunlarının hakkı olduğunu görüyordu."
6. sayfada: "Ebu Bekir, Hz.
Fatıma (a.s)'yı hatırladığı zaman
ağladı ve ölümü sırasında adamlarının onun evine
zorla girmesinden duyduğu pişmanlığı dile getirdi.
Şüphesiz Hz. Fatıma (a.s) da
Halifeliğin, Hz. Ali (a.s)'nin İlahi bir Hakkı
olduğunu görüyordu."
8. sayfada: "Hz. Muhammed
(s.a.a), Ebu Bekir'e Küçük İmamlık sayılan namaz
kıldırma teklifini
yaptığı için Müslümanlar kıyasla büyük
İmamlığın da –Hilafetin– ona verilmesini uygun
gördüler."
217. sayfada:
"Eşariler –Yani Ehl-i Sünnet– 'Ümmetim dalalette birleşmez'
hadisine inandıklarını ilan ettiler." Diye
yazmıştır. Bizde bütün
bunlardan şunları anlayabiliriz:
1-
Ümmetin tamamı Hz. Ali (a.s)'yi kabul etmiş, buna
karşın Ebu Bekir ve Ömer'i ümmetin bir kısmı kabul
etmiştir.
2-
Bütün ümmetin çevresinde toplandığı konu
Haktır; aksi taktirde masumiyetin bir anlamı olmayacaktır. (14)
3-
Hz. Ali (a.s) Hilafet konusunda kendini Ebu Bekir ve Ömer'e
karşı hak sahibi olarak görmüş, onların hilafeti
sırasında züht ve yoksul bir hayatı tercih etmiştir. Peygamber (s.a.a)'in bir parçası olan
Hz. Fatıma (a.s) da, Hz. Ali
(a.s)'nin Hilafetteki hakkının
İlahi olduğuna ve bu hakkın sadece onda olduğuna
inanmıştır.
4- Ebu Bekir Hz. Fatıma (a.s)'ya eziyet etmiştir. (15) Allah da Kuranı Kerim'de - Ve bir şeyde ihtilâfa düştünüz mü onun hükmü, Allah'a âittir. Diye buyurmuştur. Ehli Hakkın az olduğuna dair bir çok rivayet vardır, bu konuda Allah da "Çoğu kavrayamaz" diye buyuruyor. Bu durumda Sünni inancına göre masumiyet için, mutabakat yeterlidir. Çoğunluk hatadan masum değildir hatta çoğu zaman Hak azınlığın tarafında olmaktadır.
5-
Ehl-i Sünnete göre Hz. Ali (a.s)'nin yerine Ebu Bekir'in
halifeliğinin gerekçesi cemaat namazındaki
imamlığıdır.
Sünnilerin
inandığı, Naşşar'ın da kitaplarından ve
kaynaklardan naklettiği bu beş konu bizim için yeterlidir. Eğer bu konuları toparlayıp
birbirine bağlayacak olursak, şu hükme varabiliriz: Hilafet Hz. Ali
(a.s)'nin ilahi bir hakkıdır. Çünkü mutabakat ümmetin masumiyetinin
ispatıdır ve ümmet Hz. Ali (a.s)'de mutabakata varmış,
başkasında ihtilafa düşmüştür. Çünkü masum olan ümmetin
tamamının kabul ettiği şahıs Hak sahibi olduğunu
ilan ediyorsa bu Hakkı inkar etmek
dalalettir. Yani gerçeği itiraf etmek ve aksini yapanları
savunmak ve kesin olan sonucun nedenini
görmezden gelmektir...
Naşşar'ın
yaptığı da tam olarak budur. Ön olayları kabul edip,
sonucunu inkar etti. Durumu tıpkı "senin sağ elin var sol
elin de var ama iki elin yok !" diyenle aynıdır. İşte; bağnazlık kişiyi Akıldan uzak tutarak
bu hale getirir. Delillerle
artı olduğu ispat edilmiş, kabul edilmesi gerekeni reddeder.
Yine delillerle eksi olduğu ispat edilmiş ve reddedilmesi gerekeni
kabul eder. Bundan daha tuhaf olan şey, Naşşar'ın ve
benzerlerinin Ebu Bekir'in namaz kıldırmasının Hz. Ali
(a.s)'nin Hilafetteki İlahi Hakkını iptal ettiğine
inanmasıdır. Zaten bu görüşü ileri sürenler aynı zamanda
İyinin ve Kötünün, Adilin ve Fasıkın arkasında namaz
kılmayı caiz görenlerdir. Bir gerçektir ki İslam dininin
ve İslam Peygamberi'nin Müslüman mallarından uyuz bir dişi
keçiyi bile emanet etmeyeceği çok sayıda kişiler cami imamı
oldular.
İşte, kısaca
Şiilerin Hilafet konusundaki inançları budur. Hilafet
başkasının değil Hz. Ali (a.s)'nin hakkıdır.
Başka İslam fırkaları ile aralarındaki gerçek fark
budur. Sünni kaynaklardan nakledilenler bu inancı meşru kılmakla
kalmaz, açıkça ve kesin olarak haklı olduklarını gösterir.
O halde bu inanç nasıl "mantıksız ve kabul edilemez"
olur? Sünni kitaplarına göre
İbn-i Seba bu mezhebin temelini ve kurallarını oluşturdu
diye mi? Halbuki İbn-i Seba hurafe ve vehmi bir kişilikten başka bir şey değildir! Yoksa
sadece Hz. Ali (a.s)'yi kabul ettikleri için mi? Eğer masum ümmet Hz. Ali
(a.s)'de birleşip başkasında ihtilafa düştü ise
Şiilerin günahı nedir? Şiilerin,
Ali (a.s)'de birleşen masum ümmeti yalanlaması mı
gerekirdi? Şiiler, Peygamber (s.a.a)'e ve onun birer parçası olan Ali
ile Fatıma'ya inandıkları ve hilafetin Ali'nin ilahi hakkı
olduğunu kabul ettikleri için mi? Masum olan ümmetin kabullendiği ve
başkasında ihtilafa düştüğü Hz. Ali (a.s), Hilafetin kendi
hakkı olduğunu söylüyorsa
nasıl haklı olmaz? Eğer onun
her söylediği gerçek ve
doğru ise ona inananlar, dediğini tutanlar, çizdiği yolda
yürüyenler nasıl haksız ve müfteri olabiliyorlar?!
Hayır! Doğrusu ben
bütün bu delil ve ispatlara rağmen Şiilere sataşanların,
onların hakkında yazı yazıp kötüleyenlerin inanarak
yazdıklarına inanmıyorum. İşin içinde onların
ağızlarını açan, kalemlerini oynatan gizli bir sır
vardır. Bu sır kara tutuculuk da olabilir, cep meselesi de...
Naşşar kitabına
bu yöntemle devam eder. temel olmadan
sınır tanımadan ispat gereği duymadan ahkâm keser. Bazen
hiç inceleme zahmetine katlanmadan bir
müellifin yazdığına bakarak gelişi güzel yazar (İbn-i
Seba örneği gibi). Bazen de hayal
ve uydurmaya dayanarak yazar (İsna
Aşeriyya fikrinin İslami bir fikir olmadığı gibi). başka bir becerisi de bir konu
hakkında kesin hükmünü verir daha sonra yine aynı kesinlikle tam
tersini ileri sürer! (Şiiliğin gelişmeye kabil ve
ılımlı olduğunu yazıp daha sonra onları
taşlaşma ve donuklukla itham etmesi gibi). Başka bölümlerde yazdıklarının
gerçeğe yakın olduğu
görülür (Osman ve Emevi taraftarlığı ve Hz. Ali (a.s)'nin
büyüklüğü konularında olduğu gibi). Ancak hataları, Hak ve gerçek
konularında olumlu yaklaşımını ve kitaba verdiği emeği boşa
çıkartmıştır. Yukarıdaki konularda Naşşar'ın
olumsuz ve tutarsız konularını işledik şimdi Hak ve
gerçek konusunda dile getirdiklerini yazacağız. Bunu yapmaktaki
amacım koskoca bir kitabı sağa sola yalpalayarak nasıl
belirsiz bir hedefe doğru götürdüğünü göstermektir.
Naşşar'ın
Kitabından Alıntılar:
1965 Baskılı
kitabında C:2, S:228: "Osman'ın ve Emevilerin taraftarları,
büyük bir kinle İslam'dan, Peygamber (s.a.a)'den, Peygamberin Ehl-i
Beytinden (a.s) ve sahabelerinden nefret ettiler. Nefretleri Ebu Bekir'e,
Ömer'e ve Ali (a.s)'ye eşit derecede idi. Ancak Osman'ın öldürülmesi
bekledikleri fırsatı ellerine verdi. Şam sokaklarında
Şehit Şeyhin sözde intikamı için harekete geçtiler. Şam
halkı aldandı. Halk, iki
şeyhi (Ebu Bekir ve Ömer) bayrak yapanların gerçekte iki
şeyhin en büyük düşmanı olduklarını ve onların
iktidarı zamanında sadece Müslüman halktan korktukları ve yeni
toplumda kendilerine yer edinebilmek için boyun eğdiklerini bilmiyordu.
Oysa onlar daha düne kadar Tulaka (azat edilenler) ve müellefe-i kulûblerdendi (kalbleri İslam'a
ısındırılmak istenenlerdi)".
187. sayfada:
"Araştırmacılar, Harb'in oğlu Ebu Süfyan'ın
cahilliye döneminde olsun, Mekke'nin fethinden sonra istemeden İslamiyet'i
kabul ettikten sonra olsun, İslamiyet'e duyduğu büyük nefret ve kinin
nedenine dikkat etmediler, sebep onun İslamiyet'ten önce zındık
olması idi. Yani Yaratıcının varlığına
inanmıyordu. Huneyn savaşında Allah'ın Resulü ile
beraberken bile beraberinde Azlam (fal okları) vardı ve ona
başvuruyordu. O münafıkların mağarası
durumundaydı. O Araplığına bile sadık değildi.
Çünkü Yarmuk'ta Müslümanların zayıflamasına
sevinmişti!"
227. sayfada Osman için ise
şunu yazıyordu: "Hilafet
Ali'den alınıp, tükenmekte olan, yaşlı, idareyi bilmeyen
adaleti sağlayamayan bir ihtiyara verildi."
C:2, 33. Sayfada: "Ali
İbn-i Ebu Talib(a.s)'in öldürülmesi ile, Azat edilmişlerden,
ciğer yamyamı kadının oğlu Muaviye iktidarı ele
geçirdi. ancak Hasan (a.s) hayatta iken o rahat edemiyordu. Bu yüzden ondan kurtulmağa
karar verdi ve zehirle öldürttü. Sonunda, hilafeti oğlu Yezid'e
sağladıktan ve Hicr İbn-i Adiy gibi bir çok büyük sahabeyi
öldürdükten sonra o da öldü. Ve yönetim Emevilerin tekelinde kalan zalim bir
iktidar şekline dönüştü."
2. Cildin önsözünde de:
"İktidar, Ebu Sufyan'nın oğlu Muaviye'nin eline geçti. Halk
henüz onun babasının putperest ve Mecusi olduğunu ve hiçbir
zaman Allah'a inanmadığını unutmamıştı.
Hatta Müslümanlar ona Attalik İbn-i Talik
(Azat edilmişin oğlu azat edilmiş) ve El Veseni
İbn-i El Veseni (Putperestin oğlu putperest) adını
takmıştı. Muaviye için ne denirse densin, eski selefler ve Ehl-i
Sünnet' in bir kısmı ne kadar onu sahabelerin arasına
sokmağa çalışırsa çalışsın; Muaviye hiçbir zaman İslam'a inanmayan,
İslam'a çok büyük kötülükler yapan ve daha fazlasını yapmadıysa
elinden gelmediği için yapamayan biri idi!
Fatıma (a.s)'nın oğulları ise kanları ile efsane yazmağa
başlamışlardı.
Görünüşe göre Naşşar,
Ebu Süfyan, Oğlu Muaviye ve torunu Yezid hakkında yazarken dikkatle
düşünmeye zaman ayırmış ve kesin olarak onların
Müslüman olmadıklarına ve
İslam'a düşman olduklarına hüküm vermiştir.
Keşke kitabının diğer konuları için de aynı
şeyi yapsaydı, eğer böyle davransaydı Müslümanları
birbirine yaklaştırma konusunda İslam'a büyük bir hizmet
sunmuş olacaktı. Ne yazık ki Müslümanların arasına;
sadece Siyonist ve sömürgecilerin işine yarayan setler ve engeller koydu.
Felsefe doktoru olan El Naşşar, İslam'ın en büyük
probleminin Şiiler ve Şiilik değil Siyonist ve sömürgeciler
olduğunu bilmiyor mu? Acaba neden Naşşar ve benzerleri tam da bu
birliğe ihtiyaç duyulduğu zamanda İslam
fırkalarının arasındaki farklılıkları
kullanıp büyük büyük ciltler yazarak Muhammed (s.a.a)'in ümmetini bölmeye
çalışarak aralarına sınırlar ve setler koyarlar.
Naşşar bu gerçeği anlamakta aciz mi kaldı? İslam ve
Müslümanlara karşı sorumluluk duygusu taşımıyor mu?
Yoksa şaşkın mıdır? Acaba Birleşik Arap
Cumhuriyeti (Mısır'ın o zaman ki adı), Arap ve İslam
toplumlarına Naşşar ve benzerlerinin kitapları ile mi
önderlik etmek istemektedir.?!
Rivayetler der ki: Hz. Muhammed
(s.a.a)'in, Hz. Ali (a.s)'ye, "Ey Ali, Allah(c.c)'ı sadece Ben ve sen
tanıdık, Beni de sadece Allah (c.c) ve sen tanıdınız,
seni de sadece Allah (c.c) ve ben
tanıdım." Demiştir.
Bu rivayet gerçek olsun
olmasın, Müslümanlar Hz. Ali (a.s)'yi Alim, Zahit ve cesur olarak
tanır. Bu akıllarının kavrayabildiğidir. Ancak Hz. Ali
(a.s)'nin gerçeğini sadece ona denk veya ondan üstün olanlar bilir. Ata sözü
der ki "Fazileti sadece Fazilet ehli bilir." Kendisi de der ki:
"Alim cahili tanır ama cahil Alimi tanımaz." İnsanlar
olaylara, ahlakları ve gelenekleri ışığında özel
mantıkları ile açıklama getirirler. Hz. Ali (a.s)'nin ise halkın ahlakı ve gelenekleri
ile benzerliği yoktu! İşte kişiliği, özelliği,
meziyeti ve iç yüzü ile ilgili
çelişkili, hatalı açıklamaların ve takdirlerin
nedeni budur.
Hz. Ali (a.s)'nin Hayat serüvenini
derinliğine inceleyip tetkik eden kişi, mutlaka şu neticeye
varacaktır. "Eğer Hz. Ali (a.s) insan ise diğer
insanlar, insan değildir!" ona yakıştırılan
"insan" vasfı öylesinedir. Tıpkı siyah cariyeye
"Fıdda (Gümüş)" veya "Selce (Kar Tanesi)"
adının verilmesi gibi. Eğer
diğerleri insansa Hz. Ali (a.s)
insan üstüdür.
Şüphesiz, aynı cinsten
olan sebze ve meyve tohumlarının değiştiği gibi
insanlar da çalışkanlık ile uyuşukluk, cömertlik ile
cimrilik, cesaret ile korkaklık, iyilik ile kötülük, zeka ile geri
zekalılık konularında farklıdırlar. Ama bu
farklılık ne kadar olursa olsun özlük ve tür konusunda birdir. Ancak
farklılık Hz Ali (a.s)
örneğinde olduğu gibi aydınlıkla karanlık, hayatla
ölüm boyutunda olursa farkın yukarıdaki örnekler gibi olduğunu
söylemek bilgisizlik ve cehalet olur.
Sanırım, "Hz. Ali
(a.s) bütün insanlardan daha üstündür" demem için onun
yaptıkları ile başkasının yaptıklarını
mukayese etmem gerekmiyor. Her ne kadar onların yaptıkları ile
kendisinin yaptıklarından anlatılacak çok derin şeyler
varsa da bunun sırrını ancak Ali (a.s)'nin büyüklüğüne ve
rütbesine denk veya ondan daha üstün
olan bilir. Uzatmağa hiç gerek yok; aşağıda
anlatacağım örnekler yeterlidir:
Ayşe devenin üzerinde "Bu
kel kafalının başını getirene bu keseyi
vereceğim" diye haykırıyor; ama o galip gelip Ayşe'nin
hayatı iki dudağı arasında kaldığı zaman ona başka keseler de veriyor ve saygı gösteriyor. İbn-i Mülcem, bir
kahpenin kışkırtması ile ona ölümcül bir darbe vuruyor; o
da ona kendi yemeğinden yedirip,
suyundan içiriyor, öleceğini anlayınca da
çocuklarını çağırıyor katili için iyi şeyler
tavsiyede bulunuyor ve onlara "af etmek takvaya daha
yakındır" diyor.
Alçağın biri Ali
(a.s)'ye saldırıp öldürmek
isteyince, Hz. Ali (a.s.) onu yere savurmuş göğsüne oturup
kılıçla vurmağa hazırlanmıştı ki
öleceğini anlayan alçak onun yüzüne tükürmüştü. Bunun üzerine Hz. Ali
(a.s.) onu serbest bıraktı. durumu hayretle seyreden kişiler
nedenini sorunca onlara: "Ben onu öldürseydim Allah (c.c) için değil bana hakaret ettiği için
yani kendim için öldürmüş olacaktım." dedi.
Çatışmaların birinde, onunla çarpışan
müşriklerden birini yere çalıp başını kesmek isteyince
adam: "Ey Ali beni öldürürsen çocuklarıma kim bakacak?" deyince
Hz. Ali (a.s.): "seni
çocuklarına bağışlıyorum" diyerek onu
bıraktı.
Başka bir çatışmada da
vuruştuğu bir atlıya kılıç çekip başına
vurmak üzere iken atlı "Ey Ali bu kılıcını bana
hibe eder misin" dediği zaman ona kılıcını
vermiş ve karşısında silahsız
kalmıştır. Bu olayların bir çok örneği vardır.
Hepimiz Amru İbn-i El As'ın ve
Bişr İbn-i Artaa'nın hezimete uğrayınca ölmemek için
edepsizce avret yerlerini nasıl açtıklarını biliriz!
Bunların açıklaması
nedir? El açıklığı mı, cömertlik mi, züht mü, yoksa
İlahi İradenin tercümesi mi? Allah (c.c) şiddete karşı şiddeti,
ölüme karşı ölümü mubah kılmadı mı? Benim çok iyi
bildiğim şey, onun bu özellik ve meziyetleri insanların
yaratılışı ve tabiatları ile
bağdaşmıyor. Yani, Ali (a.s) insan ve bu sıradan
olanlarda insan. Ali İmam ve bu kendi ve çocuklarına mülk
hazırlayanlar da İmam. Ali
Peygamber (s.a.a) Halifesi ve bu komplocu ve fırsatçılar da Peygamber
(s.a.a) Halifesi! Öyle mi? Kesinlikle
hayır! Ya Ali (a.s) özünde ve
gerçeğinde tektir; Halife, İmam
ve yetkililer arasında benzeri yoktur. Veya fazilet ile rezillik arasındaki fark evhamdan başka bir şey
değildir.
Belki zühtten veya sorumluluktan
kaçmak için yetkiyi ve hükmetmeyi reddeden bulunabilir; ama bunu
fıtratı ile reddeden;
kibirliği ve gösterişi, içgüdüsü ile reddedeni
bulamazsın. Buna rağmen hastanın ameliyata teslim olması
gibi yönetimi almak için teslim oldu. Bunu sadece Ali (a.s)'den görebiliriz. O
Ali ki: "Bu fani dünya lezzetinden bana ne" demişti. Yönetimi
kabul ederken onu bekleyen zorluk ve problemlerin bilincindeydi. Ama o ülkeyi
düzeltmek, halkın emniyetini sağlamak, mazlum ve acılı
insanlara yardım etmek için kabul etti.. Hutbelerinin birinde:
"Allah'ım biliyorsun bizim yaptığımız ne yetki
için rekabettir ne dünya yıkıntılarının
artıklardan bir şeyler almağa çalışmaktır. Bizim
istediğimiz senin dininin yapısını tekrar onarmak,
ülkendeki düzeni kurmak, mazlum kullarına güven vermek ve iptal edilmiş haddını (ceza
uygulaması) tekrar işletmektir." demiştir.
İşte Hz. Ali (a.s)'nin
Hilafeti kabul etmekteki ilk ve son nedeni ve gerçek hedefi buydu; Kullara
güven vermek ve ülkedeki düzeni sağlamak. Yoksa o ne dünya ve
dünyanın yıkıntıları, ne de kendi menfaati ile
ilgileniyordu. Allah (c.c)'a ibadet ederken "Ben ne senin cennetinde gözüm
olduğu için nede cehenneminden korktuğum için ibadet ediyorum. Ben senin ibadeti hak
ettiğini gördüğüm için sana ibadet ediyorum." Diye seslenen bir
kişinin kendi nefsi için bir
şey yapması beklenir mi?
İşte buradan hareketle,
Ali (a.s)'nin kendi nefsi için bir şey istememesinden, mutluluğu
veya mutsuzluğu hiçe
saymasından anlıyoruz ki, Ali (a.s)'nin yapısı diğer insanların
yapısından farklıdır. Çünkü insanın
yapısının en büyük özelliği; bencilliği ve kendi menfaati peşinde
koşmasıdır. "Hak" ise menfaat dışında
kaldığı zaman insanlar için boş laftan başka bir
şey değildir.
Bundan dolayıdır ki ben,
Kuran'a ve Muhammed (s.a.a)'e inanan bir Müslümanım, tek
yaratıcının ve rızk
bağışlayıcının sadece Allah (c.c) olduğuna,
kıyamet gününde sadece onun hesap sorup cezalandıracağına
inanıyorum. Tutuculuktan ve tutuculardan teberru ediyorum.
İnançlarımın tümünde Kuran-ı Kerim'e ve
sağlıklı akla dayanıyorum. Allah (c.c)'ın, Muhammed
(s.a.a)’in insan olduğunu, yemek
yeyip sokaklarda dolaştığını Kur'an-ı Kerim'de
tekid ettiğine, Muhammed (s.a.a)'in
de Ali (a.s)'nin öğretmeni ve üstadı olduğuna inanıyorum.
Ancak bu durum, Allah (c.c)'ın onları herkesten ayrı kılan
güçlerle donatmadığı, Onların insanın üstünde ve
yaratıcının altında bir derecede olmadığı
anlamına gelmez. Yani Allah (c.c)'ın bir iki kulunu insanlardan
farklı bir güç ve içgüdü ile yaratmasında bir sakınca var
mıdır? Doğrusu akıl da onları görüp
başkasının asla yapamayacağı şeyleri
yaptıklarını görünce ve eserlerine bakınca bu gerçekleri
kavramaması mümkün değildir.
▬
KUR'AN
IŞIĞINDA HZ. ALİ (A.S)'NİN İMAMETİ:
İSLAM VE
HZ.ALİ (A.S)'NİN HENDEK SAVAŞINDAKİ VURUŞU
Kur'an-ı Kerim nerede indi?
İslam hangi evde doğdu ve büyüdü? Onu güçleninceye kadar koruyan
kimdi? Onun için uğraş veren fedakarlık yapan, canı
malı ve çocukları ile savunan kim? Ona ilk inanan, onun için cengaverlere
karşı kılıcını çeken, hısım ve
akrabalarla çarpışan kimdi?
Şahadet kelimesi için hemen her ailede bir kişiyi katleden
kimdi? Çocukları kanları içinde yüzen, torunları kundakta iken
annelerinin kucağında öldürülen kimdi? İlk çocuğu zehirle
öldürülen ikinci çocuğunun başı kesilip kızları esir
alınıp üstleri başları açılan kimdi? Çocukları
torunları ve torunlarının torunları şehit edilen
kimdi? Evi yağmalanan ve
yakılan kimdi? Bütün yukarıdaki soruların tek bir cevabı
vardır: Bütün bunlar Hz.Ali (a.s)’nin Kur'an-ı Kerim'in ilkeleri ile hareket etmesi; ve o ilkeleri
yaşatması uğruna oldu. Bu sıfatların tamamı sadece ve sadece Hz. Ali (a.s)’de
birleşti.
Hz.
Muhammed (s.a.a), Hz. Ali (a.s)'nin yaşadığı evde
yaşadı. Babası Abdullah ve dedesi Abdul Muttalib (15) vefat ettikten
sonra amcası Ebu Talib onun sorumluluğunu üstlenmişti. Hz. Ali (a.s)'nin annesi ve Peygamber (s.a.a)'in amcasının karısı Fatıma Bint-i Esed, ona amcasından sonra en çok ilgi gösteren ve seven insandı. Aynı zamanda o ilk Haşimi doğuran Haşimi idi. Müslüman oldu, hicret etti ve Medine'de vefat etti. Hz. Muhammed (s.a.a) Fatıma Bint-i-Esed'in defin işlerini üstlendi. Ona elbisesini giydirdi, definden önce mezarında yattı, ona ağladı ve "Allah senin gibi anneden razı olsun" diye dua etti. Ona sorulduğu zaman: "o benim için amcamdan sonra bütün dünyada en iyi davranan insandı." Diye cevap vermişti.
Hz. Ali (a.s) Kâbe'de
doğdu. Yıl olarak Hz. Muhammed (s.a.a)'in Hira dağına çekilip dua ettiği
yıl olduğu söylenir. (16) Kureyş zor günler geçiriyordu. Ebu
Talib'in de çok çocuğu olduğundan, Abbas, Cafer'i, Hz. Muhammed
(s.a.a) de Hz. Ali (a.s)'yi
aldı. böylece baba evinde fazla kalmadan çocuk yaşta Hz. Muhammed
(s.a.a)'in evine taşındı.
Hz. Muhammed (s.a.a)'e vahiy inmesinin ardından yirmi dört saat geçmeden Hz. Ali (a.s) Müslüman olmuştu ve Hz. Muhammed (s.a.a)'in Allah'a kıldığı ilk namazına iştirak etti. (17) Tebük savaşına katılmak için Medine'yi ona emanet ederken herkese Hilafetin kendisinden sonra sadece Hz. Ali (a.s)'ye ait olduğunu göstermek istiyordu ve o gün ona "Senin bana yakınlığın Harun'un Musa'ya olan yakınlığı gibidir. ancak benden sonra peygamber yoktur." dedi. Bu hadisin açık anlamı Hz. Harun, Hz.Musa'dan ne hak ettiyse Hz. Ali de Hz. Muhammed'ten aynı şeyi hak etmiştir. "Musa:
وَاجْعَلْ
لِي وَزِيرًا
مِنْ أَهْلِي /هَارُونَ
أَخِي/
اشْدُدْ بِهِ
أَزْرِي /
وَأَشْرِكْهُ
فِي أَمْرِي
(طه/29/30/31)
"...
Bir de ailemden bir vezir ver, kardeşim Harun'u, onunla beni güçlendir,
işimde bana ortak et." Dedi.Ta Ha suresi:29-30-31" Allah (c.c), Hz.
Musa'nın isteğini nasıl kabul edip
قُلْنَا
لاَ تَخَفْ
إِنَّكَ
أَنْتَ
الأَعْلَى}(طه/68)
"isteğini
kabul ettim ey Musa"
diye
cevap verdiyse, Hz. Muhammed (s.a.a)'i de "
وَمَا
يَنْطِقُ
عَنْ
الْهَوَى / إِنْ
هُوَ إِلاَّ
وَحْيٌ
يُوحَى}(النجم
3 /4)
"Arzusuna göre
konuşmaz ona inen bizim vahyimizdir" Necm: 4
diyerek
teyit etmiştir.
Hz. Ali (a.s) bu makamı, sadece
Peygamber (s.a.a)'e yakınlığından dolayı değil,
ameli ile elde etmişti. Nasıl Hz. Muhammed (s.a.a) makamını
amcaları ve dayıları ile değil büyük bir ahlak sahibi
olması ile elde ettiyse Hz. Ali (a.s) de Peygambere vefası,
savaşlardaki cihadı ile elde etti. Çatışmalarda, Bedir
savaşında olduğu gibi tek başına müşriklerin
yarısını katlederken bütün savaşçılar müşriklerin
diğer yarısını katletmişti. Uhut
savaşında Peygamberin askerleri kaçarken Hz. Ali (a.s)'nin
başlarında bulunduğu çok az insan kaçmamıştı.
Hendek savaşında Kureyş, Ğatfan, Fazara ve Yahudiler bir
araya gelmiş bir birlik kurmuş ve Hz. Peygamber (s.a.a)'in
başkenti Medine'yi ele geçirip İslam'ı ve İslam
Peygamberini yok etmeğe karar vermişlerdi! Şirk ordusu
Müslümanların sağından ve solundan saldırıya geçmiş,
şiddetten gözler yuvalarından çıkmış yürekler
ağızlara gelmiş olduğu bir sırada büyük cengaverin
kılıcını çekmesi ile savaşın durumu
değişmişti.
Hz. Ali (a.s)'nin Amr İbn-i
Vedd El Amri'yi öldürmesi o kadar ünlü ki anlatmaya gerek görmüyorum. Ama benim
üzerinde durduğum nokta Hz. Peygamber (s.a.a)'in "Şu anda
İslam'ın tamamı, Şirkin tamamı ile karşı
karşıyadır" sözüdür.
Şüphesiz ki Amr
müşriklerin başı, komutanı ve en büyük
savaşçılarıydı. Müşriklerin kaderi onun hayatına
bağlı idi. Ancak Müslümanların başı Hz. Muhammed
(s.a.a)'ti. Koruyucu ve kefil olan oydu. İslam'ın ve Kur'anın
varlığı onun hayatına bağlı idi. O halde neden
Peygamber kendi huzurunda Hz. Ali
(a.s)'nin şahsını "İslam'ın tamamı"
olarak vasıflandırdı?
Cevap: Şirk grupları tek
kitle halinde birleşmiş, Hz. Muhammed (s.a.a)'in hayatını
ilk ve son hedef olarak seçmişlerdi. Çünkü onun hayatı
İslam'ı temsil ediyordu. O olmadan yayılması ve
yaşaması mümkün olamayacak ve o anda Peygamberin çevresini saran azınlıktan başka Müslüman
kalmayacaktı.
Hz. Ali (a.s) tam aksi yöndeki hedef
için sahaya çıkmıştı. Şirkin başını
kesip yok edecek, İslam'ın yayılması önündeki en büyük
engel kalkacak ve Arap yarımadasında hiç eseri kalmayacaktı.
Çünkü müşrikler İslam'ın önündeki ilk engeli
oluşturuyorlardı. Onun için
dir ki Hz. Muhammed (s.a.a) o anda
"bundan sonra onlar bizi değil biz onları
dağıtacağız" dedi. Hz. Ali (a.s) Amr İbn-i
Vedd'in karşısına çıkarken İslam
çağrısının tamamlanması, bayrağının
doğu ve batıda dalgalanması için çıkıyordu.
O halde bu karşılaşma
bir dönüm noktasını teşkil ediyordu, tıpkı ulusal bir
ordunun işgalci bir orduyla savaşın kaderini belirleyecek bir
çarpışmada karşı karşıya gelmesi gibi. Buradaki
dönüm noktası ya Hz. Ali (a.s) Amru'yu katledecek, İslam'ın
bütün karşıtları yok edilecek ve şirk Arap Ülkesinden yok
olacak; veya Amr Hz. Ali (a.s)' yi
katledecek ve İslam kaybedecek ve şirk kazanacaktı.!
Ancak Allah (c.c), Hz. Ali
(a.s)'nin kılıcı ile Müslümanları muzaffer kılmak,
nurunu tamamlamak, din ve Kur'an öğretilerini canlandırmak ve
İslam'ı yaymak istiyordu. Eğer Ali (a.s)'nin o gün Amru'ya vuruşu
olmasaydı Hendek savaşından kıyamete kadar hiçbir zaman
hiçbir cami yapılmayacak, hiçbir minare yükselmeyecek, hiçbir dini
müessese kurulmayacak, hiç kimse namaz kılmayacak veya oruç
tutmayacaktı. O vuruş olmasaydı ne İslam ne de Kur'an
olacaktı. Onun için HZ. MUHAMMED (s.a.a): "ALİ (a.s)'NİN
HENDEK SAVAŞINDAKİ VURUŞU SIKLAYNIN (İNSANLAR VE CİNLERİN) BÜTÜN
AMELİNE EŞİTTİR." Başka bir rivayete göre "ALİ (A.S)'NİN AMR'LA
VURUŞMASI, ÜMMETİMİN KIYAMET GÜNÜNE KADAR Kİ AMELİNDEN
DAHA HAYIRLIDIR." (18) der.
Bunun için Şiiler "Ali (a.s) Kur'an-ı Kerim'e ortaktır" dediler. Çünkü o Kur'anın etkisine, nuruna, bilimselliğine, gerçek inancın yayılışına ve Kur'anın kıyamet gününe kadar korunmasına neden olmuştur. Hepimiz "iyiliğe vesile olan iyiliği yapmış gibidir." ile "İyi bir yasa yapan hem yasanın sevabını, hem yasaya uyanın sevabını kazanır." Sözlerine inanırız.
Bunu söylerken de Hz. Ali (a.s)'nin, Hz. Muhammed (s.a.a)'in hayırlı bir eseri olduğuna; ve Onun tüm hayırlı yönlerinin ya Hz. Peygamber (a.s.v)'in duasıyla ya da onun yönlendirmesi ile olduğuna inanıyoruz. İmam Ali'yi övmek Güneşin ışığını yansıtan Ayın ışığını övmeye benzer. Bunun delilleri arasında Hz. Ali (a.s)'nin sütten kesildiği andan itibaren ahlak ve faziletli olarak yetişmesi için Allah (c.c), Peygamber (s.a.a.)'in yanında yetişmesini sağlamıştı. Şimdi sözü ona bırakalım: "Peygamberin yanına girdiğim zaman öyle bir heybeti vardı ki onunla konuşamadım.", "Peygambere olan yakınlığımı biliyorsunuz, çocukken kucağına oturturdu, bağrına basardı, yatağına yatırırdı, hatta lokmayı çiğner sonra bana yedirirdi. Ne sözde ne fiilde hiçbir zaman benim hiç bir yalanımı görmedi.", "Peygamber (s.a.a)'i yavrunun annesini takip ettiği gibi takip ederdim, her gün ilminden ve ahlakından bir şeyler verir ve onun gibi uygulamamı isterdi. Bahra dağına çıktığı zaman benden başka hiç kimse onu görmezdi, peygamberlik evi o zaman sadece Allah'ın Peygamberi, Hz. Hatice'yi ve beni barındırırdı. Vahyin nurunu görür peygamberliğin kokusunu koklardım."
Ben, Peygamberlik konusunda fazla bilgi sahibi olmadığı halde İmamı Ekrem hakkında detaylı bir şekilde araştırma yapmış ona adete aşık olmuş bir edebiyatçı ile konuşurken şöyle demişti :
-"İmam'ın insaniyeti bütün gelmiş geçmiş ve
geleceklerden daha üstündür." dedi.
-"İstisna yapmak gerekir " dediğim de
sözlerinde ısrar etti. O zaman ben ona:
-"Bu sözlerin ispatı gerekir" dedim. "İmam
neden ne olursa olsun kan dökmeyi cinayet
sayardı." Dedi, ben de dedim ki,
-"Delil getirmek yerine yine ispat gerektiren
bir iddiada bulundun."
-"Katili için iyilik tavsiye etti, Cemel
vakasında Marvan İbn-i El Hakem'i, Sıffın'de
Amru İbn-i El Ası'ı afetti. Netice olarak da
Muaviye başardı ve İmam katledildi." Dedi.
-"Ancak, Bedir, Uhud, Ahzap ve Hayber
vakalarında çok kişiyi öldürdü." Dedim
"Bu savaşlarda görevli bir askerdi." Dedi.
-"Ama Cemel, Sıffin ve Nahrevan'da
komutandı ve yine de onlarca kişiyi
öldürdü." Dedim.
-"Bütün bu saydıklarında hücumda değil
savunmadaydı." Dedi.
-"Bütün peygamberler ve erdemli insanlar
savunma için savaşır, şiddeti yok etmek için
şiddet kullanır ve yüzlerce insanın
kurtulması için bir kişiyi öldürürler." Dedim.
-"Evet doğru, ama tarih hiçbir zaman Hz. Ali
(a.s) gibi merhametlisini ne tanıdı nede
tanıyacaktır." Dedi.
-"Bunu bu şekilde ifade etseydin tartışmayı
bu kadar uzatmazdık, sende rahat ederdin
bende." Diye cevap verdim.
İmam'ın
merhamet ve insanlığını tanıtmak için şu sözden
daha güzel bir şey ifade edebilir mi?
"Gücün
düşmanına yeterse, şükretmeyi affederek yap"
İnsan bütün
yaratıklara karşı merhametli olabilir, en kritik zamanda
kızgınlığına hakim olabilir, haklarının
çoğundan vazgeçebilir, ama düşmana merhamet etmek ve ona şefkat
göstermek; bu sadece Allah (c.c)'ın sapmışlara yol göstermek
için kandil olarak seçtiği kişilere mahsustur.
Dine mensup olup bütün
suçları kendilerinin kişisel veya parti görüşlerine
katılmayan masum ve vefalı insanlardan intikam almak için hile ve
nifaka başvuran bazı kişilerin bu hikmetten
yaralanmasını ne kadar isterdim.
Batılıların
çağdaş yazarlarından biri: "İslam'ın
bağımsız bir felsefesi yoktur. İslamın
filozofları; Sokrat, Eflatun ve Aristo'nun felsefelerini anlatmakla
yetindiler." Diye yazdı.
Bu görüşe
karşı koyan bir grup bunu söyleyenin cahilliğini ve gerçeklere
yaptığı haksızlığı kesin delillerle ispat
ederek cevap verdiler. Gördüğüm kadarıyla Üstat Kadri Hafız
Tuvkan, "Arapların Ölümsüzleri" ve "Arapların Bilimsel
Kültürü" adlı iki eşsiz kitapla bu işin hakkını verdi.
Kendini
bilgiç sanan bazıları: "Müslümanların felsefesi nereden olacak
ki? Diğer toplumlarla irtibatları başlamadan önce Kur'an ve
Hadisten başka bir şeyleri yoktu." Diye ahkam kestiler.
Bu kısmen
doğrudur. Bir zamanlar Müslümanların Kur'an-ı Kerim ve Hadisten
başka bir şeyleri yoktu. Buna karşılık biz soruyoruz;
"Kur'an-ı Kerim fal kitabı mıdır? Hadis halk
hikayeleri midir?" Diyebilirler ki: "Kur'an-ı Kerim ve hadisler,
Arapça dil bilgisinin ve fıkhın kaynağı olabilir; ama
varlıkları neden ve sonuç açısından açıklamak, alemin
eskiliği ile yeniliği, tekabülün bölümleri, bilinçaltı duygular
gibi felsefi araştırmaları ne bir ayete ne de bir hadise
bağlamak mümkündür. Araplar o zaman tartışma usullerini ve
felsefi muvazeneleri bilmeyen cahil bir milletti. Bunun için Kur'an-ı Kerim Araplara hitap
ederken fıtratlarına ve duygularına hitap etti. O halde
Kur'an-ı Kerim bir felsefe kitabı değilse felsefe onlara nereden
gelecekti?!"
1- Kur'an-ı Kerim
belli bir nesil, belli bir toplum, belli bir cinsiyet, veya belli bir grup
için inmemiştir. O Hak için bütün
nesillere, toplumlara, ve nerede
olurlarsa olsunlar bütün insanlara inmiştir. Kur'an-ı Kerim mademki
eşit olarak hem ileri hem geri toplumlara indi o halde insanın
fıtratına ve aklına hitap etmeliydi. Ayrıca Kur'an-ı
Kerim'in hitap ettiği Arapların inanışları farklı
idi. Aralarında Allah'ı ve ahiret gününü inkar eden materyalistler,
putperest müşrikler ve Ehli Kitap (Hıristiyan ve Yahudiler)
vardı. Kur'an-ı Kerim bunlarla tartıştı ve ihtilafa
düştükleri konularda son sözü söyledi. Hakkı; kesin,
mantıklı delil, akli kanıtlar ve vicdani hüccetlerle ispat etti.
Peki felsefenin bundan başka bir anlamı veya bir hedefi var
mıdır?
2- Diğer bilimler gibi
felsefenin de bir konusu ve hedefi vardır. Konusu bütünü ile varlık
yani varlığın bu evrendeki gerçeğini aramak, hedefi ise
gerçeğin kendisini bilmek. Kur'an-ı Kerim de evrenden, evrenin
oluşumundan, aslından ve sonucundan, gökyüzünden ve içindeki
yıldızlardan, Yeryüzünden ve
yeryüzünün harikalarından bahsetti.
Ayrıca insandan, insanın gerçeğinden, eyleminden ve bir
çok ilime temel teşkil eden buna
benzer konulardan bahsetti.
وَنَزَّلْنَا
عَلَيْكَ
الْكِتَابَ
تِبْيَانًا
لِكُلِّ
شَيْءٍ
وَهُدًى
وَرَحْمَةً وَبُشْرَى
لِلْمُسْلِمِينَ}(النحل/89)
Sana her şeyi
açıklayıp anlatan ve Müslümanlara hidâyet, rahmet ve müjde olan
kitabı indirdik. Nahl: 89
Alimler Kur'an-ı
Kerim'in ilmi ile ilgili özel kitaplar yazdılar; bunlar arasında
"zarkani'nin yazdığı Manhal El İrfan Fi Ulum-i El
Kur'an, İbn-i Kayyim el Cevziye'nin yazdığı Ettibyan, Dr.
Subhi Saleh'in yazdığı Mabahis fi Ulum Al Kur'an"
kitaplarını sayabiliriz. Evet Arapların sadece Kur'an-ı
Kerim'i vardı; ama o da bilimlerin kaynağı ve denizi idi
(Nehru'nun dediği gibi). Yoksa Araplar naklettikleri Yunan felsefesi ile
değil "sadece Kur'an-ı Kerim'le
bugünkü modern bilimlerin öncüsü oldular." Eflatun ve Aristo'nun
fikirleri ile değil. İngiliz Üstadı Wels:
"Arapların ayak
bastıkları her yerde Kur'an-ı Kerim'le bilim şahlandı."
Demiştir.
Yunanlıların
Mısırlılardan ve Mezapotamya'dan naklettikleri gibi, Araplar da
Yunanlılardan nakletti. Bu eğer bir şeyi kanıtlıyorsa
onların uygarlığını ve başka uygarlıklarla
kaynaştıklarını kanıtlar. Ayrıca bilimlerine
başkalarının da bilimlerini kattıklarını,
uygarlıkta belli bir sınırda kalmayıp uygarlık nerede
ise oradan almaya çalıştıklarını, (Peygamberlerin ve
Kur'an-ı Kerim'in emirleriyle) hikmet, nerede olursa olsun
öğrenmeğe çalıştıklarını kanıtlar.
Eğer cahil bir
yabancı: "Müslümanlarda Filozof yoktur." derse, cevap olarak
deriz ki: Batının fikir önderleri, İslam
uygarlığı ve felsefesi hakkında ciltler dolusu kitap
yazdılar ve çağdaş bilimin temelinin Müslümanlara ait
olduğunu, Müslümanlar olmasaydı söz konusu bilimin birkaç yüzyıl
daha geç kalacağını rakamlarla ispat ettiler. Evet Araplar Yunan
Felsefesini tercüme ettiler; ama felsefeye eklediklerini bir benzetme ile izah
edecek olursak yelkenli gemi ile motorlu gemi arasındaki farka
benzetebiliriz. El Razi, El Bustani, El Beruni, İbn-i Heysem,
Şirazi, Tusi, Ğazali, İbn-i Hayyan, Farabi, İbn-i Sina, El Kindi ve
benzerlerini doğuran bir ümmete "filozofları yoktur"
denemez. Bu ünlü kişilerin -bütün değil- buldukları teorilerin
bir kısmını yazmak istiyorum.
El Razi, çekim gücünü Newton'dan önce buldu, çünkü: "yere
düşen maddeler için bunları yere çeken çok güçlü bir çekim gücü
vardır." demişti. Hasan İbn-i El Heysem, cisimlerin üzerine
düşen ışın ve ışığı
araştıran görsel bilimi ilk bulan kişidir. Muhammed İbn-i
Musa, Cebir bilimini kurdu. Aristo'nun mantıkta
ulaştığı düzeye Cabir İbn-i Hayyan kimyada
ulaştı. Hz. Cafer Sadık (a.s)'ın talebesi ve nizam
uzmanı Hişam İbn-i El Hakem ise seslerin ve
ışıkların sonuç değil cisim olduklarını
yazdı. Tarih sayfaları, Miladi
13. yüzyılın başlarında yaşayan Ebi El Hasan'ın
zaman ölçüsü hakkında yaptığı kesin tespitleri
yazmıştır. Nasireddin El Tusi, üçgenleri astronomiden ilk defa
ayıran ve kendi halinde bir bilim
dalı haline getiren kişidir. Onun "Şekl El Kitaa"
adlı kitabı Latince'ye Fransızca'ya ve İngilizce'ye
çevrilmiş ve yüzyıllar boyunca Avrupa alimlerinin Kaynak Kitabı
haline gelmiştir. Üstat Kadri Hafız Tuvkan, "Arapların
Ölümsüzleri" adlı kitabında: "El Tusi, Hendesede (Geometri)
sadece kendi çağdaşlarını değil
çağımızın alimlerini de
aşmış bir alimdir." der. Sadr El Mute-Ellihin (19) olarak anılan
Muhammed İbn-i İbrahim, Darwin'den üç yüzyıl önce evrim
teorisini ileri sürmüş ve sağlam bir temele oturtmuştu. Bununla
ilgili olarak Amerikalı Drouber "Dinle İlimin
Çekişmesi" adlı kitabında: "yetişim ve
gelişim teorisi Arap ve Müslüman kitaplarında okutuluyordu.
Üniversitelerde okutulması ve
madenlere uygulanması konusunda bizden çok daha ileri bir düzeye varmışlardı"
demiştir. Isfahan şehrinde Bahaeddin El Amili'nin inşa
ettiği "Mescit Şah" isimli bir cami vardır. Bu caminin
kubbesinin altında bir kişi konuştuğu zaman
sesin yankısı yedi kere tekrarlanmakta, bir ucunda bir kişi konuştuğu zaman uzak olmasına rağmen diğer ucundaki insan mikrofonla konuşuyormuş gibi duyabilmektedir. Daha sonra bunun sırrının farklı bir geometrik şekilde yaparak caminin ortasına yerleştirdiği iki taşın sayesinde olduğu anlaşılmıştır. Cami günümüze kadar turistler ve meraklılar tarafından ziyaret edilmektedir.
Tekrar ediyoruz, Arap uygarlığının temeli Kur'an-ı Kerim'dir. Çünkü o sadece bir din kitabı değil, din ile birlikte, Fen, Yasa, Felsefe, İlim, Ahlak, Ekonomi, Siyaset ve diğer ilimlerin var olduğu bir kitaptır. Gördüğümüz kadarıyla bu ilimler, bu konular için yazılmış kitaplarda olduğu gibi bölümlere ayrılmamıştır ama istisnasız bütün bu ilimlerin temelinin teşkil edildiğini ve kurallarının konulduğunu görüyoruz. Bu gerçek zaman geçtikçe ve yeni buluşlar oldukça anlaşıldı. Ne zaman yeni bir şey keşfedilse, onun temelinin Kur'an-ı Kerim'de olduğunu görüyoruz. İbn-i Abbas bu konu ile ilgili olarak "Kur'an-ı Kerim'de öyle anlamlar var ki bunlar zamanla anlaşılacaktır." Demişti. İmam Cafer Sadık’ ta dedi ki: " Kur'an’da öyle açıklamalar var ki bir kısmı gerçekleşti bir kısmı da zamanı gelince gerçekleşecektir." Ve dedi ki "helal haram konusu ilimle ( Kur'an-ı Kerim'deki ilmi kastederek ) mukayese edilirse hiçbir şey sayılmaz! (20) yani Fıkıh, Kur'an-ı Kerim'in ilimlere ayırdığı büyük bölümün küçük bir parçasıdır. Üstad Nevfel, “Allah ve Çağdaş İlim, Kur'an ve Çağdaş İlim” adlı kitabında, bu konu için söylediğimizin gerçekliğini rakamlarla ispat etmektedir. Renours diyor ki: "Avrupa’yı onuncu yüzyılda ilerleten, Tabiat, Astronomi, Felsefe ve Matematik gibi ilimlerin Kur'an-ı Kerim'den alındığını itiraf etmeliyiz" Bütün bunlardan sonra Müslümanların felsefesi ve ilimleri yoktur denebilir mi? Allah’ın ölümsüz ve sonsuz Kitabı göz önünde iken Hz. Ali (a.s)’nin karıncadan, yarasadan ve tavustan bahsetmesi veya Yaratıcının tenzihinden, ilimlerin inceliğinden söz etmesi tuhaf olabilir mi? Sonra bu aklı evvelin Nehc’ül Belağa’nın Hz. Ali (a.s)’ye mal edildiğini ileri sürebiliyor.(21) nedeni de -ona göre- Müslümanların Felsefeleri
olmayışı ve
Nehc’ül Belağa’nın İmam'ın bilgisi ve kültürünün üstünde
oluşu imiş(!)
Hz. Ali (a.s)’yi İlimden
uzak tutmak için sadece iki yol vardır: Hz. Muhammed (s.a.a)'i ve Kur'an-ı
Kerim'i ilimden uzak tutmak! Veya Hz.
Ali (a.s)’nin hem Kur'anın hem Sünnetin ilimlerini nezdinde
topladığını iddia etmek. Eğer felsefenin kendini ifade
edecek bir ortamı varsa hiç bir akıllının bunu
söylemeğe cüret edeceğini sanmıyorum.
Birileri garipseyip:
"nasıl kesin bir şekilde 'eğer Hz. Ali (a.s) alim
değilse; Hz. Muhammed (s.a.a)
de alim değildir, Kur'an-ı
Kerim'de de ilim yoktur.’ Diyebiliyorsun" diyebilir.
Böyle bir sorunun
cevabını her Müslüman veya İslam Tarihi hakkında az da olsa
bilgisi olanlar bilir. Yakın olanlar da uzak olanlar da bilir
ki Hz Ali (a.s) Kur'anın
tercümanı, konuşan lisanı, Peygamber ilminin belirli yolu ve
(Ayşe’nin dediği gibi) Kur'an-ı ve Sünneti en iyi bilendir.
Eğer Hz. Ali (a.s) Kur'an ve sünnette cahil ise sahabelerden alim olan
kimdi? Eğer Peygamberin en yakını, İslam'a ilk inanan
kişi olan Hz. Ali (a.s) Kur'anın ve Sünnetin ilmini bilmiyorsa,
Uğruna üniversiteler kurulan ve hakkında binlerce kitap yazılan
İslam ilimleri nelerdir? Dünyanın dört bir yanına nasıl
yayıldı.?
Hz. Muhammed (s.a.a)
dedi ki: "Baş insan için ne ise
Ali de benim için odur." (22) Ebu Bekir'den nakledilen bir hadiste
Hz. Muhammed (s.a.a)'in "Ben Allah için ne isem Ali de benim için odur."(23)
Dediğini rivayet ederler. Ayrıca Hz. Peygamberin "Ey Ebu’l Hasan ilmi su gibi içtin"
ve "Ben ilim şehriyim Ali de kapısıdır."
dediği rivayet edilir. (24) İbn-i Abbas da der ki: "Ali'ye ilmin
onda dokuzu verildi, diğer insanlara bırakılan onda bire de
ortak oldu." Ömer İbn-i El Hattab da der ki: "Peygamber Ali'yi
ilimle beslerdi." Said İbn-i El Museyyeb der ki:"Ali'den
başka Peygamberin hiçbir sahabesi "bana sorun" demezdi.
Kendisinin de "istesem fatiha suresinden yetmiş katır yükü kadar
anlam çıkarırım" dediğini rivayet ederler. (25)
Doğrusu Hz. Ali
(a.s)'nin faziletleri ve ilmi hakkındaki hadislerin bitmesi mümkün
değildir; ki doğuda ve
batıda Müslüman veya Müslüman olmayan alimler onun hakkında ciltler dolusu yazmışlardır.
▬
Eğer felsefe; bir
oranlama figürleri, varlıkları
zihinsel olan ve olmayan, öz ve yüzeysel, ve sadece evhamda var olan bütünler
ise; ve eğer filozof, karanlık bir odada oturup evrenin ve doğanın
bütünlüğünü düşünen, düşünceleri ile yaşamakta
olduğumuz hayatın üzerinde uçan, aklını ilke ve kural
üretmek için bir laboratuar olarak kullanan ve bunları insanlara birer
tılsım ve bilmece şeklinde sunan ise Hz. Ali (a.s) felsefeden ve
filozoflardan en uzak kişidir.
Yok eğer felsefe,
düşüncelerin açıklanması, akla doğrusunu eğrisini
ayırt edilmesi için sunulması ise; ve filozof gerçeği delil ve
mantıkla destekleyen, aklın kabul ettiğine sarsılmaz bir
inançla inanan ve inandığı şeyi sadakatle tatbik etmeğe
çalışan ise İmam filozofların piri ve efendisidir.
Ben bu özette
İmam'ın felsefesi hakkında yazmak istemiyorum. Ancak onun
söylemiş olduğu bir cümleye rastladım. Belki bu cümle onun
felsefi yönünü ve felsefedeki gayesini belirlemektedir. Diyor ki:
"Akıllar
düşüncelerin, düşünceler kalplerin, kalpler duyguların, duygular
da unsurların imamlarıdır."
Örneğin insan,
"demokrasi mi daha iyidir diktatörlük mü?" Diye bir düşünce ile
karşı karşıya kalsa, aklı ile muhakeme yapar.
demokrasi ile diktatörlüğün iyilik ve kötülüğünü dikkatle mukayese
eder. Birinin iyiliğinin daha fazla
olduğunu görür, ona kesin olarak
inanır ve kabul eder. İşte
kalbin rolü budur. İnsan ne zaman bir ilkeye tam olarak inanırsa
bu onun sembolü olur, hiçbir tenkit eleştiri veya eziyete
aldırmadan onun için
çalışır ve her türlü fedakarlığı yapar.
İşte duyguların ve unsurların rolü de budur.
İmam'ın ne
demek istediği açıklığa kavuştuktan sonra onun bu
sözlerinden şu neticeleri çıkartabiliriz.
1-
Aklın görevi fikirleri elemek ve belirlemek, ancak
aşağıda belirtildiği gibi aklın geçemeyeceği
sınırlar vardır.
2-
Akılla ve aklın kuralları ile çelişen
İnanç, -hangi inanç olursa olsun- hak ve doğru olamaz.
3-
Gerçeğe uygun ve aklın doğru olduğunu
kabul ettiği bir teori eğer tatbik edilmezse faydalı
değildir.
Burada dile
getirdiğimiz düşüncenin özeti: düşüncenin inanca dönüşmesi,
inancın da his edilen bir eyleme
dönüşmesi gereğidir.. Hz. Ali (a.s)'nin "İman ve fiil
birbirinden ayrılmayan iki ikiz kardeş, iki yoldaştır.
Allah (c.c) hiçbirini tek başına kabul etmez." sözü bunu
ifade etmektedir.
Birisi:
"Materyalistlerin felsefesi; sadece fiili değer olarak kabul
eden ve bu temele dayanarak üretimle
dağıtımı ve insanların ilişkilerini düzenleyen
bir görüştür". Diyebilir.
Cevap olarak: "
Evet, din de materyalistlerin sadece maddeyi asıl, ruhu da sonuç olarak
kabul eden felsefelerini reddeder."
Ütopyacıların
da "Asıl olan fikirdir, maddede onun sonucudur, yeryüzü ve bütün
gökteki yıldızlar madde şeklinde birer ruhtur." diyen
felsefelerini de reddeder diyebilirim.
Varlığı
sadece maddeyle veya sadece ruhla sınırlamanın nedeni; bazı
filozofların, "Akıl, gerçeği idrak edilen şeylerden
farklı olsaydı idrak etmesi imkansız olurdu, çünkü
çelişkili iki şeyden biri çelişkili olduğu diğerini
aralarındaki ilişki yokluğundan dolayı idrak etmesi mümkün
değildir." Demesidir. Aralarında bir uyum sağlamak için
akılla maddeyi birbirine bağladılar ve aklın beyindeki ve
sinir sistemindeki atomların titreşimlerinden oluştuğunu
iddia ettiler.
Ütopyacılar da
bunun tam tersini dile getirdiler, onlara göre de maddenin
varlığını akla bağlayarak, aslında tabiatın
varlığı maddi değil ruhsaldır dediler. Yani birileri
aklı maddeleştirdi diğerleri de maddeyi akıllaştırdılar.
(26)
Başkaları da
"Akılla vücut ayrı nitelikler taşır ve ikisi de
varlık olarak birbirinden bağımsız ve gerçekte
birbirinden ancak aklın maddeye
yetişmesinde bir sakınca da yoktur. ayrıdır;
buradaki yetişmenin anlamı, akılda maddenin kendisinin
değil suretinin ve benzerinin resmedilmesidir, bunun tersinin olması
da imkansızdır." dediler. (27) Ancak İslam ve diğer
semavi dinler üç gerçeğin varlığını kabul eder. Allah
(c.c), Akıl ve madde. Madde varlığın esasları
arasına girer; ancak aklın da maddenin de varlığı
Allah'tandır.
İmam'ın
düşünceleri ve sözleri bu gerçeğe dayanır. Bu da materyalistlerin, ütopyacıların ve her ikisini
birleştiren -hem ruhun hem bedenin gerçeğini kabul eden- ama Allah
(c.c)'ın varlığını inkar eden üçüncü grubun
düşünceleri ile çelişir.
Bunları
incelediğimiz zaman materyalistlerin; çalışmanın madde
olduğunu, ve evrende maddeden başka hiçbir şeyin
olmadığını düşünerek çalışmayı
kutsadıklarını görürüz. insanın değeri de
ürettiği gıda, giyim ve inşa ettiği bina nispetine göredir.
Eğer İmam "İnsanın değeri yaptığı
ihsan kadardır" diyorsa, aynı zamanda "Allah (c.c)'ın
istediği olur" diyordu. Eğer İmam insanlara faydalı
olan çalışmayı kutsuyorsa bunu Allah'a imanla birlikte
kutsuyordu. Çünkü Allah madde üstüdür. Onu duyular idrak etmez ve o bütün
varlıkların aslıdır.
İmam (a.s), hayatla ilgisi olmayan boş ve anlamsız
tartışmalardan sakınılmasını tavsiye eder.
Örneğin, senden ruha inanmanı ister; çünkü ruh varlığa kök
salmış sabit bir gerçektir. Aynı zamanda inanç konusunda bu
kadarı ile yetinmeni, ruhun özelliğini, basit bir cevherden mi yoksa
şeffaf atomlardan mı meydana gelip gelmediğini
araştırmanı istemez. Senin bu araştırman bazı
inanç sahiplerinin Hz. İbrahim'e inen kurbanın
ağırlığının yüz kg
ağırlığında olup olmadığını veya
Hz. Nuh'un gemisinin uzunluğunun seksen arşın olup
olmadığını araştırmasına benzer ki
bunları tartışmanın hiçbir anlamı yoktur.
Materyalistler,
canlı varlığı duyguları ile
sınırlandırır bundan ötesini anlamsız ve boş laf
olarak görürler. İmam (a.s) ise canlı varlığı
duyguları ile sınırlandırmaz, akıllı
varlığın düşüncelerini hissedilenle veya edilmeyenle ilgili
olsun sözlerini dünyasına ve ahretine faydalı olabilecek
şeylerle sınırlandırmasını ister. Onun
"İlim fiille birlikte olmalıdır. En adi fiil, imana ulaşamayarak sözde kalarak, etkisi
ahlakta ve eylemde görülmeyendir." Sözleri bu anlamdadır.
Allah (c.c) da Kur'an-ı
Kerim'de şöyle buyurmaktadır.
لاَ خَيْرَ
فِي كَثِيرٍ
مِنْ
نَجْوَاهُمْ
إِلاَّ مَنْ
أَمَرَ
بِصَدَقَةٍ
أَوْ مَعْرُوفٍ
أَوْ
إِصْلاَحٍ
بَيْنَ
النَّاسِ
وَمَنْ
يَفْعَلْ
ذَلِكَ
ابْتِغَاءَ
مَرْضَاةِ اللَّهِ
فَسَوْفَ
نُؤْتِيهِ
أَجْرًا
عَظِيمًا}(النساء/114)
"Bir sadaka vermeyi yahut
iyilik yapmayı veya insanlar arasını düzeltmeyi emredeninki
hariç, onların aralarındaki gizli konuşmalarının
çoğunda hiçbir hayır yoktur.... Nisa Suresi 114."
Akıl İmam
(a.s)'a göre vahiy, duygu ve deneyimle birlikte irfan ve bilginin nedenlerinden
biridir. Ancak vahiy ile diğer unsurlar arasında fark çok büyüktür.
Vahiy doğa ile veya doğa ötesi ile ilgili olsun istisnasız
bildirdiği her şey Hakkel Yakindir. (Gerçeğin ta kendisidir.)
(28) Duygularla deneyimin alanı maddeyi aşamaz. Aklın da
aşamayacağı sınırlı bir alanı vardır.
O, her etkinin bir etkileyicisi, her düzenin bir düzenleyicisi, adaletin iyi,
zulmün kötü, yararlı olanın hayır yararsız olanın şer olduğunu bilir, aynı zamanda
akıl, duygu ve tecrübe ile günlük hayatımıza gerekli olan icat
ve keşiflerle ilgilenir. Aklın görevi sadece bu kadardır. O
halde ortada aklın, duygunun idrak etmediği ve deneyimle bilinmeyecek
şeyler vardır. Buna rağmen akıl, gerçekliğini ve değerini korur.
İmam (a.s)'ın bizi aydınlatan sözlerinden biri de "hayırla şer, güzellikle kötülük tek bir şeyin içinde bulunan gerçek sıfatlardır." Akıl da, sabit ve gerçek şeyleri ifade eder. Yoksa kişisel teori sahiplerinin ifade ettikleri gibi; kişinin çevresi, terbiyesi veya kişiliğindeki iyilik veya kötülük oranına göre iyi veya kötü bir şekilde konuşmaz. İmam (a.s)'ın bu konudaki sözleri gerçekçidir. Bunu "Hak kişilerle değil, kişiler Hakla bilinir." Veya "Hakkı bilirsen Hak Ehlini de bilirsin" Sözleri çok güzel dile getirmektedir. Bu sözlerin gerçekleşmesi için Hakkın kendiliğinden ayakta durması, her türlü koşuldan bağımsız kılınması gerekir. İmam (a.s); akla, aştığı takdirde cahilliğe düşeceği ve tökezleyeceği bir sınır çizmiştir. Özellikle Allah (c.c)'ın zatı ve gerçeği ile ilgili olduğu zaman. Bu konuda şöyle diyor: "Evhamlarda Allah (c.c) için ne düşünülüyorsa gerçek onun tersidir." Yani, aklın tasavvur gücü varlık esasının sınırında durur. Çünkü akıl Allah zatının gerçeğini tasavvur etmekte yetersizdir.
Kant'ın
"Akıl zaman ve mekanla sınırlı, şehvetle
çevrilidir. Bu nedenle akıl, yaşadığımız bu
alemin hiç bir şeyi ile sınırlandırılamayacak,
bildiğimiz hiçbir şeyi ile vasıflandırılamayacak olan
Allah (c.c)'ın mahiyetini idrak etmesi imkansızdır." Diyen
düşüncesi İmam (a.s)'ın düşüncesine yakındır.
Kant, İmam'ın "Allah vardır ancak aklın evhama ve çelişkiye
düşmeden aşamayacağı sınırları
vardır." Düşüncesini de ikrar eder. Ancak İmama göre
"akıl Allah (c.c)'ın mahiyetini bilmeden
varlığını bilir." Kant'a göre "Allah (c.c) kalp
yoluyla bilinir, akıl ise ne varlığın temelini ne de Allah
(c.c)'ın mahiyetini bilebilir"
Doğrusu bilemiyoruz
kalbin, sebepler ve sebebiyet verenlerle, nedenler ve sonuçlarla, ne işi olabilir? İmam (a.s);
aklın, kendi görüşü ile düzenleyen olmadan düzen
olamayacağını, neden olmadan sonuç olamayacağını
bilerek Allah (c.c)'ın varlığına inanacağını
görmektedir. Bunların hepsi de kalpten uzak şeylerdir.
Her şeye
rağmen İmam (a.s), bilginin nedenini vahiyle
sınırlandırmaz, her bir unsurun ilgili olduğu alanla
sınırlı kalması koşuluyla buna deneyimi, incelemeyi ve
aklı da ekler.
▬
Ne Hz. Muhammed (s.a.a)'in
zamanında ne de dört halifenin
zamanında ilim için kurulmuş ne okullar, ne de enstitüler vardı. Sahabeler
çevreye dağılır Peygamberden ve Kur'an-ı Kerim'den
öğrendiklerini insanlara öğretirlerdi. Yalnız bu öğretiler
ibadet, farzlar ve benzer hükümleri aşmazdı.
Ancak Kur'an-ı
Kerim'in bilimsel sırları ve gaybi mucizeleri, bilimselliği,
tekniği ve her şeyi kapsaması her zamana ve her mekana
uyumluluğun sırrını sadece ilahi ilmin derinliğini bilenler bilir. Onlar
da Hz. Muhammed (s.a.a) ve Ehl-i Beytidir. Diğerleri ise ya hiçbir
şey bilmez veya bildikleri kendi zamanının koşullarına
uygun olan insanların ve bindikleri atlarının şeceresini
yazma, hurafeler, Ayyafeler (kuşların uçuşundan anlam
çıkarmak) iz sürme, rüya tabiri, nalbantlık, hastaları demir ve
ateşle dağlamak gibi şeyleri bilirdi. Eğer sahabelerden
birinin işe yarar bir marifeti olmuşsa, bunun kaynağı
peygamber veya Ehl-i Beytidir. Bu konuda örnekler sayısızdır.
Ben burada birkaç örnek vereceğim.
Halife Ömer; meclisinde, Bedr
savaşına katılan yaşlı sahabelerle birlikte İbn-i
Abbas'ı da bulundururdu. Bu durumdan rahatsız olan sahabeler bir gün
ona "neden bu genci bizimle birlikte bulunduruyorsun?" diye sordular.
Buna karşılık bir gün onları topladı, İbn-i Abbas'ı
çağırdı ve onlara Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinin
anlamını sordu, bir kısmı sustu bir kısmı da:
"bilmiyoruz" diye cevap verdi. İbn-i Abbas ise
ayetlerin anlamını açıkladı. O zaman Ömer onlara
"İşte görüyorsunuz değil mi?" dedi. (29) Eğer
İmam (a.s)'ın öğrencisi Bedr'in yaşlıları ve
sahabelerin büyüklerine ders verebildiyse öğretmenine ne demeli?
İbn-i Abbas'a "senin ilmin amcanın oğlu Ali'nin ilmine göre
nispeti nedir?" diye sordukları zaman denizle su damlası
arasındaki fark gibidir" diye cevap verdi. Aslında Hz. Ali
(a.s)'nin ilmi deniz değil okyanustur. Çünkü Müslümanlar İbn-i
Abbas'a Deniz ve Bilge adını takmışlardı. İbn-i
Salih şöyle rivayet ediyor: "İbn-i Abbas'ın kapısında
bilgi sormak için bekleyenleri gördüm; evin önü ve sokak dolusu idi."
İbn-i Abbas Muaviye ile birlikte
hacca gittiği zaman
Muaviye'nin bir maiyeti, İbn-i Abbas'ın da ilim talep
edenlerden bir maiyeti vardı. Bağdadi, Ata'nın şöyle
söylediğini rivayet eder. "Ben İbn-i Abbas’ın meclisinden
daha faydalı bir meclis görmedim, Kur'an’dan, Gramerden, Şiirden veya
Fıkıhtan sormak isteyenlerin hepsi bir arada onun meclisinde
idi" İbn-i Abbas'ın anlattığı izah ettiği
bütün bu ilimler Ebu’l Hasan'ın
genişliği ve derinliği belirsiz okyanusundan sadece bir
damla idi. İbn-i Abbas İmam (a.s)'ın yegane öğrencisi
değildi, Hz. Ali (a.s.) peygamberden sonra istisnasız herkesin
üstadı idi. Herkes ondan ilim alıyor, onun sözlerini Kur'an-ı
Kerim'i delil gösterdikleri gibi delil olarak gösteriyorlardı. Çünkü Hz.
Muhammed (s.a.a) onun için "Ali Kur'anla, Kur'anda Ali İledir,
havz'ın başında bana gelinceye kadar birbirlerinden
ayrılmayacaklardır. (30) demiştir. Bu hadisten
aşağıdaki sonuçları elde ederiz:
1-
Kur'an-ı Kerim'in
وَمَا
آتَاكُمْ
الرَّسُولُ
فَخُذُوهُ
وَمَا
نَهَاكُمْ
عَنْهُ
فَانْتَهُوا وَاتَّقُوا
اللَّهَ
إِنَّ
اللَّهَ
شَدِيدُ
الْعِقَاب
(الحشر/7)
"Peygamber, size ne verirse
onu alın ve neden vazgeçmenizi
emrederse ondan vazgeçin" Haşır Suresi:7
ayeti, Peygamber hadisinin Kur'an-ı Kerim gibi olduğuna, "Ali Kur'anla
beraberdir" ve "...Ali Kur'anın mertebesindedir"
hadislerinin, Ali'nin, Allah (c.c)'ın yolu, kullarına karşı
hücceti olduğuna, ona
karşı gelenin Kur'ana karşı geldiğine delildir. bütün
bu nedenlerle bize göre Hüccet
(Delil) ve İtaat
açısından Allah (c.c), Hz. Muhammed (s.a.a) ve Hz. Ali (a.s) birdir.
2-
Hz Ali (a.s) Kur'an-ı Kerim'in bütün
ayrıntıları ile bütün gerçeklerini ve ilimlerinin tamamını bilir.
Eğer bilmediği bir şey olsaydı o zaman biri diğeri ile
birlikte olmazdı.
3-
Hz. Ali (a.s) Kur'an gibi hatasızdır. Batıl onun
ne önünden ne de arkasından gelir.
4-
O Kur'an gibi ölümsüzdür ve bu ölümsüzlük kıyamet
gününe kadar sürecektir.
5-
Hz. Ali (a.s)'nin Kur'ana, Kur'anında Hz Ali (a.s)'ye
ihtiyacı vardır. Çünkü beraberliğin anlamı birinin
diğerine ihtiyacının olmasıdır. Hz. Ali (a.s) ilim
kaynağı olarak Kur'ana başvurur, Kur'anında Hz. Ali'nin
izah ve açıklamasına ihtiyacı vardır. Bunu için
İmam (a.s) Kur'an için "O suskun Kur'an bende konuşan
Kur'anım." Demiştir.
O, Hakla Batıl
arasında bir ölçüttür. Onun için Hz. Muhammed (s.a.a) ona: "Hiçbir
mümin senden nefret etmez, hiçbir münafık da seni sevmez."
demişti. Yine bundan dolayı o Cennet ve cehennem ehlinin
ayırıcısıdır. Yani mümin onu sevmesi, münafık da ondan nefret etmesi ile belli olur.
Bu durumda, açıkça
görülüyor ki Hadisi Şerif, Hz. Ali (a.s) ve Kur'an-ı Kerim tamamen
aynı düzeydedirler. Aralarındaki beraberlikten ve alakadan
dolayı Kur'anın yüceliği ne ise Hz. Ali (a.s)'nin yüceliği
odur.
Eğer "Ali
Kur'anla beraberdir" hadisini göz ardı edip Hz. Ali (a.s)'nin
doğumundan ölümüne kadar hayatını ve
davranışlarını
inceleyecek olursak göreceğiz ki o bütün hayatını
Kur'an-ı Kerim için adamıştır. O ki küçükken Kur'an-ı Kerim'i
Peygamberden öğrendi, büyüyünce de
Peygam-berle birlikte onu savunmak için savaştı. Halife olduktan
sonra da, Nakisin, Kasitin ve Marikinlerle (Sadakatsiz, Haksız ve Kur'an
yorumunda sorumsuzluk yapanlar) la
savaştı. Üç Halifenin zamanında Kur'anın
öğretilerini yaymak için elinden gelen her şeyi yaptı. O halde
söz konusu hadis; ispat edilmiş bir gerçeği, İmam'ın
çocukluğu, gençliği ve yaşlılığında
yaptığı özveriyi ifade ediyor.
Kahire Üniversitesi
Bilimler Fakültesi dekanı sayın Ali El Jundi'nin dediği gibi:
"Bu açık seçik gerçeği
görmeyenler; sadece görmek istemeyen hakka inat eden,
alışılmışın dışına çıkan ve
gözün görebildiği kulağın işitebildiğini inkar
edenlerdir."
Allah (c.c); Hz. Ali
(a.s)'nin iyiliğini, Hz. Ali (a.s) ile de bu milletin iyiliğini
istedi. örnek olarak yetişmesi için
onu, kendi benzerinin ve kendisinden daha üstün birinin yanında büyümesini
sağladı. El Şabi, Hz. Ali (a.s.) için şöyle yazar:
"Ali'nin bu ümmetteki durumu Meryem oğlu İsa'nın Beni
İsrail'deki durumuna benzer". Hasan El Basri de onun için "Allah (c.c)'ın
düşmanlarına attığı isabetli bir oktur."
demişti. O kendini Kur'an-ı Kerim'e adamış, onu
öğrenmiş ve öğretmişti.
Hikmet sahibi Ali
(a.s)'ye gelince, Peygamberlerden sonra – Ebu’l Haseneyn'den (Hasan ve
Hüseyin'in babası) başka bu vasfa layık kimseyi göremiyorum-
eğer Hikmet sahibi olmasaydı Hikmet sahibi olması gerekirdi, çünkü hikmetin bütün
koşulları ve nedenleri onda mevcuttu. Onun özü temiz, gönlü hoş,
ruhu berrak, zekası keskin, gaybi ince şeylerden tahmin ederdi.
Doğru çıkan bir çok tahmini oldu. Onun adamlarından biri bir
gün: "Ey Emir El Müminin sende Gaybin bilgisi vardır." deyince
gülmüş ve "bu gaybi bilmek değildir. Bu
alimden öğrenmiş
olmaktır." Diye cevap vermiştir. (31)
İmam (a.s) der ki:
"Kahin sihirbaz gibi, Sihirbaz da kafir gibidir. Kafir de
cehennemliktir." Meşhur olayı hepimiz biliyoruz, bir gün sefere
çıkacağı zaman
çevresinden biri ona "Bu yönden gidersen korkarım
istediğine kavuşamayacaksın" dediği zaman ona:
"Senin bu sözüne kim inanırsa Kur'an-ı Kerim'i
yalanlamış olur." Diye karşılık verdi. Yine bir
gün bir müneccime
rastlamıştı, ona çatık bir çehre ile: "bu hayvanın karnındakinin
erkek mi dişi mi olduğunu biliyor musun!!? Senin sözlerine kim
inanıyorsa Kur'an-ı Kerim'i yalanlıyordur." dedi.
إِنَّ
اللَّهَ
عِنْدَهُ
عِلْمُ
السَّاعَةِ وَيُنَزِّلُ
الْغَيْثَ
وَيَعْلَمُ
مَا فِي
الأَرْحَامِ
وَمَا
تَدْرِي نَفْسٌ
مَاذَا
تَكْسِبُ
غَدًا وَمَا
تَدْرِي نَفْسٌ
بِأَيِّ
أَرْضٍ
تَمُوتُ
إِنَّ اللَّهَ
عَلِيمٌ
خَبِيرٌ}(لقمان/34)
"Şüphe yok
ki kıyâmetin ne zaman kopacağı,
yağmurun ne vakit ve nereye yağacağı Allah
katındadır. Ve hiç kimse
Rahîmlerdekini, yarın ne
kazanacağını ve nerede
öleceğini bilemez; şüphe yok ki Allah, her şeyi bilir, her
şeyden haberdardır". Lokman:(34)
Hz. Cafer Sadık der
ki: "Falcı Melun, Müneccim Melun, Kahin Melun, Sihirbaz da
Melundur."
İmamiyye alimleri
de "Kim bir Müneccim veya Kahine inanırsa Hz. Muhammed (s.a.a)'e indirilene
inanmıyor demektir." dediler. Hak ve ilim yolundan sapıp hile,
yalan, ikiyüzlülük ve sahtekarlık yapanları da dinde bidat
yaptıkları, düzeni ve insan ahlakını tahrip ettikleri için en sert şekilde
kınamışlardır. Ayrıca
sihirbazlıkla uğraşanı; Müslüman
ise öldürülmesini, gayrimüslim
ise cezalandırılması gerektiği görüşünde birleşmişlerdir.
Şimdi akla bir soru
gelebilir; eğer sihir ve kehanet Hz. Ali (a.s) ve taraftarlarının
yanında bu kadar günah ise neden kendisi kendi zamanından sonra
meydana gelecek olayları haber verdi? (Bu sorunun cevabı
aşağıdaki satırlarda verilmiştir.) Alimlerin
yeryüzünün dönüşünü ölçerek Güneş ve Ay tutulmasını haber
vermeleri mantıklıdır; ama herhangi biri, onlarca yıl sonra
belli bir yerde meydana gelecek bir yangını, çıkacak bir
devrimi, Allah (c.c)'ın filanın soyundan bir yöneticinin veya bir
alimin yaratacağını önceden bildirmesi veya benzeri olayları
bilmesi, mümkün olmayan konuları haber vermesi imkansızdır. Bu
sorunun cevabını İmam'ın şu sözlerinden
çıkartmamız mümkündür.
"Kim bilgisi
olmadan fetva verirse ona yeryüzü ve gökyüzü lanet eder"
"Söylenmeyecek şeyi söyleme, hatta bildiğin her
şeyi söyleme."
"İlme
gerek duymayacak hiçbir hareket yoktur."
Onun bu konudaki sözlerini toplayacak olsam bir kitap oluşurdu. İmam (a.s)'ın, kendi yasakladığı şeyleri kendisinin yapması düşünülemez! O bilenden öğrendiği için gelecekte olacak şeyleri haber vermişti. Önceki bölümde anlattığımız gibi adamın biri ona "Ey Emir El Müminin sende Gaybin bilgisi vardır." dediği zaman gülmüş ve "Bu gaybi bilmek değildir bu Bilenden öğrenmiş olmaktır." Diye cevap vermişti. İmam (a.s)'ın kastettiği "Bilen" Peygamberdir. Onun gelecekle ilgili söylediği her şeyi (Bilimle öğrenilmesi mümkün olmayan şeyler) Peygamberden öğrenmişti.
عَالِمُ
الْغَيْبِ
فَلاَ
يُظْهِرُ
عَلَى
غَيْبِهِ أَحَدًا
/ إِلاَّ مَنْ
ارْتَضَى
مِنْ رَسُولٍ
فَإِنَّهُ
يَسْلُكُ
مِنْ بَيْنِ
يَدَيْهِ
وَمِنْ
خَلْفِهِ
رَصَدًا}(الجن26/27)
"Gizliyi bilen odur,
gizlediği şey de hiçbir kimseye açılmaz. Ancak peygamberlerden
seçtiği müstesna. Cin Suresi:26-27" Peygamber
de gerekli gördüğü seçkin kimseye verir. Peygamber (s.a.a), gaiple ilgili
olarak bir kısmı zamanımızdan önce, bir kısmı
zamanımızda gerçekleşen bir çok olayı haber vermişti.
Bizden önce gerçekleşen olaylar
arasında şunları sayabiliriz:
·
Kendisinden sonra Müslümanların
hükmedecek-lerini ve Sezar ile Kisra'nın (Eski Roma ve İran
İmparatorları) hazinelerini fethedecek-lerini bildirmişti.
·
Abdullah İbn-i Abbas
doğduğu zaman annesi Ümmül Fadl'a “Halifelerin babasını
götür” demişti.
·
Hz. Ali (a.s)'ye "Nakisler,
Kasitler ve Marikilere (sadakatsiz, haksız ve dinden çıkanlara) karşı savaşacaksın"
demişti.
·
Hz. Ali için "O ölmeden
sakalı cephesinden kızıllaşacaktır."
demişti.
·
Ayşe'ye "Cemel'e (deve)
binecek olan sensin ve Havaib köpekleri sana havlayacaktır.” demişti.
·
Ebu Zerr El Gaffari'ye Osman'ın
Rebeze'ye yapacağı sürgünü kastederek "seni bu yerinden
çıkarırlarsa ne yapacaksın?" diye sormuştu.
·
"Bedir gününde, malı
olmadığını iddia eden
amcası Abbas'a da 'Eşin Ümmül Fadl'a saklaması için
verdiğin para nerede?” diye sormuştu.
·
Kızı Fatıma'ya "Ben vefat
ettikten sonra bana ilk katılacak
olan sensin!" demişti.
·
Ammar İbn-i Yasir'e "Seni zalim
zümre öldürecektir, dünyada son yiyeceklerin
arasında ayran olacaktır." Diye haber vermişti.
(ayran içtikten sonra onu Muaviye'nin ordusu öldürdü)
·
Göğüslü lakabı ile bilinen
Haricilerin reisinin öldürüleceğini
söylemişti. (Nehrevan savaşında öldü).
·
Zübeyr'e "Sen Haksız olarak Ali'ye
karşı savaşacaksın." demişti. (Cemel gününde Hz.
Ali (a.s)'ye karşı savaştı)
·
Mervan oğulları için "onlar
otuz kişi oldukları zaman
Allah (c.c)'ın malını talan, kullarını köle,
Dinini de tahrif edeceklerdir".demişti.
·
İran imparatoru Kisra
adamlarını göndermiş; Peygamberi ölü yada diri olarak
getirmelerini emretmişti. Ona vardıkları zaman onlara
Kisra'nın; oğlu Şeyrevih tarafından
öldürüldüğünü" söyledi. (olaylarda bunu doğruladı).
·
Ayrıca "El Hurra"
vakasını anlattı. Sahabelerden Zeyd İbn-i Suhan için
"onun bir parçası kendisinden önce cennete gidecektir demişti.
(Nehavend gününde Allah (c.c)'ın yolunda eli kesildi) bu hadis Tefsir ve
Tarih kitaplarında, özellikle
Sahih-i Buhari ve Sahih-i
Müslim'de zikredilmiştir.
Kendisinden
sonra Ehl-i Beytinin başına gelecekleri defalarca imalarla
anlatmıştı. (32)
Zamanımızda gaybla ilgili
gerçekleşen ikinci kısma gelince, baskısını Muhammed
Ali Subayh'in yaptığı
Sahih Buhari C:9, 109. Sayfada "Fırat nehri, neredeyse
gizlenen bir altın hazinesini meydana çıkartacak."
demiştir. –Petrole işaret edilmektedir-
Aynı kitabın 61. sayfasında
"Zaman yaklaşacak ve işler azalacak" demişti.
ulaşımın artması ve aletlerle işçi
ihtiyacının azalmasına işaret edilmektedir.
1953 baskılı Ahmed'in Müsned'inde C:12,
173. Sayfada: "Pazarlar ve zamanlar yaklaşacak" demişti,
-zamanımızın en belirgin özellikleri arasında
ihracatın kısa zamanda gerçekleşmesidir.!
Ahmed İbn-i Hanbel Müsnedinde rivayet eder
ki: Hz. Muhammed (s.a.a) dedi ki: "İnsanın asasının
ucu ve ayakkabısının kenarı kendisi ile konuşmadan
kıyamet kopmayacaktır." –Küçük radyolar ve iletişim
antenleri kastedilmektedir.-
Aynı kitaptan: "kişiler
çıkacak ve sığır gibi dilleri ile yiyeceklerdir."
yalan ve iftiraya dayalı gazete sahipleri kastedilmektedir.-
Bunların hepsinden daha ilginç olan da
"İnsanların başına öyle vahim olaylar gelecek ki
'kendi kendilerine' Acaba peygamber bundan bahsetmiş miydi?" diye
soracaklardır." Diyen hadisidir. Bu hadisi Ahmed İbn-i Hanbel
rivayet etmişti. İbn-i Hanbel öleli 1138 yıl oldu.
Peygamber, (s.a.a) Arap yarımadasında
çıkacak petrolü bildirmekle kalmadı. Onu çıkaracak süzecek ve
kullanıma hazır duruma getirecek
olanların sömürgeci, kötü ve
rezil insanların olacağını haber vermişti. İbn-i
Hanbel'in mesned'inde "kötü insanların
hazırladığı madenler olacaktır" başka bir
hadiste "Rezil insanların...."
Şeyh Ali Yezdi. "Eşşecere El
Mubareke" adlı kitabında Hicri üçüncü yüzyılın
alimlerinden Ali İbn-i İbrahim'in naklettiği uzun bir hadiste
Peygamber (s.a.a)'in "Pazarlar yaklaşacak, Faiz yeniden canlanacak,
insanlar gaybla (birbirlerini görmeden) ve rüşvetle
alışveriş yapacak, bazı kavimler gelirini Allah (c.c)
yolunun dışında harcayacak, zina
çocukları artacak, Kur'an-ı Kerim de şarkı gibi
okunacaktır." Dediğini yazmaktadır.
Bunların içinde bu çağda
gerçekleşmeyen kalmadı; ama "insanlar gayb’le (birbirlerini
görmeden) alışveriş yapacak." cümlesi dikkat çekicidir ve
bu gün tüccarlar arasında yapılan iş tarzına dikkat
çekmektedir. Biliyoruz günümüzde Doğudaki tüccar batıdaki tüccara
telgraf çekerek birbirlerini görmeden, konuşmadan ve pazarlık
yapmadan alışveriş yapmaktadır.
Aynı kitapta İmam (a.s)'ın:
"Yer içindeki yanardağları çıkaracak, Yaz meyvesi
kışın, kış meyvesi yazın yenecek. Ağaçlar
yılda iki kez mahsul verecek, buğday ve arpa ekenler normalin yüz
katı kadar verim alacak, yıl
bir ay, ay bir hafta, hafta bir gün, gün
de bir saat gibi olacaktır." Dediğini yazmaktadır.
Eğer Peygamber (s.a.a) dostlarına bu
gaipleri anlattıysa benzerlerini
İmam (a.s)'a anlatması daha evladır. Madem ki aralarındaki
yakınlık başla ceset arasındaki gibidir o zaman Ali kadar
kim hak ederdi?
O halde İmam (a.s)'ın bütün
anlattıkları Peygamber (s.a.a)'e dayalıdır. Bunları
kim İmam için reddederse, kast etsin etmesin, Peygamber (s.a.a) için de
reddetmiş olur
Garip olan şeylerden biri de İmam
(a.s)'ın gaybı bildiğini reddedenler,ona bunu çok görenler, iki
özürlünün gaybı bildiğine ve Hz. Muhammed (s.a.a)'in zuhur
edeceğini bildirdiğine inanıyorlardı (33)
El Razi, büyük kitabında "Alim El
Ğayb" (Gaybi bilen) ayetinin tefsiri sırasında der ki:
"Bağdat'ta Sultan Sancar İbn-i Melik Şah zamanında
kahin bir kadın vardı. Bu kadın gaybı bildirir ve
söyledikleri aynen çıkardı. Kelam ve hikmet ilmi
tahkikçilerinden bir çok kişi ona
inanırdı." Ebu El Bereket ise "El Muteber" adlı
kitabında daha ileriye gitmiş ve otuz yıl yakından takip
ettikten sonra kadının gaybi tam olarak haber verdiğine kanaat
ettiğini yazmıştı.
Aslı
ve gerçeği belirsiz bir kadın, gaybi haber veriyor, ona büyük alim ve
tahkikçiler inanıyor. Hatta
şüpheciliği ile ünlü El Razi bile "Gaip ilmi velilere mahsus
değil sihirbazlarda da olabilir....." demektedir. O halde Allah (c.c)'ın Peygamber (s.a.a)'ine Peygamberin de İmam (a.s)'a öğretmesinde ve onun
bunları anlatmasında garipsenecek ne var?
Belki
birisi: "İleri sürdüğün deliller Allah (c.c)'a ve Hz. Muhammed
(s.a.a)'e vahyin indiğine inanan bir Müslüman'ı ikna edebilir çünkü bütün
yazdığın kanıtlar Kur'an-ı Kerim ve İslam'ın
usulüne inanmış kimselere yöneliktir.
Ancak Allah (c.c)'a inanmayan veya Allah (c.c)'a inanıp da Hz.
Muhammed (s.a.a)'in peygamberliğine inanmayana bu deliller geçersizdir.
inanmak zorunda da değildir" diyebilir.
Buna
karşılık ben derim ki: İmam (a.s)'ın gaybi
bildiğine inanmayandan inanması için dinini veya inancını
değiştirmesini beklemiyorum; ama eğer insaf sahibi ise onun
aklına ve vicdanına sesleniyorum: "eğer birisi bilim veya
deneyime dayalı olmadan olacak bir şeyi haber verirse ve o şey
yüzde yüz bir doğrulukla meydana gelirse bu doğruluğu nasıl
yorumlarsın? Hz. Muhammed (s.a.a)
ile Hz. Ali (a.s)'den naklettiğimiz gaipleri ne ile açıklayabilirsin?
İmam (a.s)'ın İran'daki petrolü kastederek "Ne altındır ne gümüştür
ama Talkan'da bir hazine
vardır." sözünü neye bağlayabilirsin? İmam (a.s)'ın bu
hadisini İmam Ebu El Ganaim El Kufi
"El Fiten" adlı kitabında rivayet etmişti
ve Ebu El Ganaim öleli yüzyıllar
oldu. İmam (a.s)'ın torunu
Hz. Cafer Sadık 'ın aşağıdaki hadisini acaba ne ile
açıklayabileceksin?. "Gün gelecek Doğudaki Batıdakini Batıdaki
de doğudakini görebilecek ve duyabilecek. Her millet sesi kendi dilinde
dinleyecek. Araplar yabancı işgalciden kurtulup kendi kendini
yönetecek ve gemlerini
koparacaklardır. Toplumları da her cins insan
yönetecektir." (34) İmam (a.s) bu gerçekleri bin iki yüz yıldan
fazla bir zaman önce dile getirdi. Kitaplara bin yıldan fazla bir zaman
önce kaydedildi ve hepsi gerçekleşti. Hepimiz bunları gördük ve yaşadık.
Şu anda batı dünyası doğu dünyasına Radyo ile hitap
ediyor, yakında da Amerikalıları ve Avrupalıları
televizyonda da seyredeceğiz ki bunun tasarıları şimdiden yapılmaktadır.
Toplumların çoğunda demokrasi gelişerek soy ve para
aristokrasisini yok etti. Nakroma, Kastro gibi her cins ve
renkten insanlar halkları yönetti. Araplarda egemenlik yoluna girer girmez
gemlerini koparıp birbirlerine hakaret etmeğe başladılar.
Sanki sömürgecinin musibeti onları birleştirmişti.
Egemenliğe tam kavuşurken her biri gücünü kardeşinin üzerinde göstermeğe başladı.
İmam
(a.s)'ın yüzyıllar önce haber verdiği olaylar
gerçekleşmiştir Bu gaipleri sadece Allah (c.c) ve onun seçtiği
erdemli kulları bilir.
Bir
kez daha tekrar ediyoruz: "İmam (a.s) gaybi bilmiyordu, Peygamberin
Allah (c.c)'tan öğrendiğini o, peygamberden öğrenmiş ve
bildirmişti. Gaybi bilmekle onu bildirmek arasında çok büyük fark
vardır. Her ne kadar bildirmek için bilmek gerekiyorsa da bu bilgi
kişisel değil birinden öğrenmektir."
İnsanlığın
var olduğu günden beri bir hayali vardır ve her insan bu hayalin gerçekleşmesini ister. Ancak
bunun mümkün olmadığını bilir veya öyle olduğunu
düşünür. Ancak Ehl-i Beyt (a.s) bunun gerçekleşeceğini kesin ve
mutlak bir dille bildirdiler. Bu hayalin gerçekleşme müjdesini şu
şekilde bildirdiler. El Şecere El Mubareke ve Bihar ül Anvar'ın
12. cildinde şöyle yazar:
"Mirasın
paylaşılmadığı, ganimete sevinilmediği, hiç
kimsenin zulmedilmediği, hiç kimsenin hiç kimseden
korkmadığı, kanın akıtılmadığı,
rızkların denkleşeceği ve eşit
paylaşılacağı, herkesin iyi bir durumda ve güvende
olacağı, kurtların koyunlarla otlayacağı
çocukların vahşi hayvan ve aslanlarla oynayacağı
rızkın toprak kadar bol olacağı, birisinin bir yerden bir
yere yolculuk yaparken yanına ne yemek ne para alacağı,
gökyüzünün bereketini indireceği, yeryüzünün hazinelerini ve verimini çıkaracağı, fakirin
zenginleşeceği, hiç kimsenin hiç kimseye büyüklük
yapmayacağı, sıtmanın pire ve sinekten, zehirin
haşerelerden yok edileceği zaman gelmeden kıyamet
kopmayacaktır.
Miras
paylaşılmayacak çünkü rızk toprak gibi bol olacak. Onun için ne
miras bırakmağa ne almağa gerek kalacak. Kan dökülmeyecek çünkü
paylaşım eşit şekilde olacak. Gökyüzü bereketini ve yeryüzü
verimini çıkartacaktır, çünkü bilim bazı ülkelerin tekelinde
kalmayıp bütün ülkelere yayılacak ve bilim nerede olursa verim ve
bereket olacaktır. Sıtma pire ve sinekten, zehir haşerelerden
yok edilecek çünkü ilerleyecek olan ilimle haşereler ve hayvanların
hatta insanın bile yapısı değiştirilecektir. Bilim bütünüyle yıkım ve yok etme
yerine yapım ve üretime yönelecek, insanlığın hayalini
gerçekleştirecektir. Bu asırdaki insanın hayatını bir
asır öncesinin hayatı ile karşılaştıracak olursak
farkın korkunç derecede büyük olduğunu göreceğiz. Bunun nedeni
de bilimin ilerleyişidir. Hayatımızdaki ve
düşüncelerimizdeki bu değişikliklerin nedeni de büyük buluş
ve keşiflerdir. Gelecekte ki buluşlar da geçmişe göre çok büyük olacaktır. İlim büyük bir
hızla ilerlemekte, onunla birlikte
hayatımızdaki arzulanan sonuca doğru yürülmektedir.
Göstergeler
o yönde gelişiyor ki gelecekte doğa insana kendi
kızlarından daha çok itaat edecektir. İnsanların savaşsız, barış sever ve
daha iyi bir yaşamı tercih ettiklerini göz önüne alacak olursak bunun
kesin sonucu her şeyin değişeceği ve insanların
hayatının Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt (a.s)'inin müjdelediği
gibi olacağı kesindir. Gelecek olan her şey de
yakındır.
HZ.ALİ
(A.S)'NİN BAZI ÖZELLİKLERİ
İnsan,
herhangi bir insan, kendi kişiliğinden ve izlenimlerinden ayrı
olamaz. Bilgi ve düşüncelerini gayret etse de kişiliğinden ve
birikiminden uzak tutup olaylara mal edemez. Nasıl ki alimsiz ilim,
ressamsız resim olamazsa; failsiz
fiil yazarsız yazı ne kadar imkansızsa bu da o kadar
imkansızdır.
Eğer herhangi bir
konuda bilgi sahibi olur ve o konuda konuşacak olursak, o şey
hakkında kendi kavramımız
ve tasavvurumuzla konuşmuş oluruz. Bazen uyumlu bazen uyumsuz
olabilir, gerçekle onu akseden duygu arasında benzerlik olmayabilir. Çünkü gerçek, fikirden
bağımsızdır. fikirde de gerçeği bilme zorunluluğu
yoktur. Bu ilke peygamber ve Allah (c.c)'ın kitabını
kavramış olan ve Hz. Ali (a.s) gibi ilmi doğrudan Peygamber
(s.a.a)'den alan veliler haricinde herkes için geçerlidir. Onun ilmi
gerçeğin kendisini teşkil eder bunun içindir ki o "örtü
açılsaydı imanım artmazdı" demişti. Çünkü
bilgisini arttıracak yeni bir şey olmayacaktır.
Tıpkı hacca giden bir insanın Kabe'nin varlığı
hakkında daha fazla bilgiye ihtiyacı olmayacağı gibi.
İmam (a.s)'ın bilgisi de hatasız ve kusursuz olarak gerçeği
tam olarak ifade etmektedir.
Şu
bir gerçektir ki, Allah (c.c)'ın Kitabına ve Peygamber (s.a.a)'in
mütevatir hadisine (ard arda sıralanan)
dayanan kişinin ilmi gerçektir. Biz de bu bölümde söz konusu temele
bağlı kalarak İmam (a.s)'ın sıfat ve özelliklerini
anlatacağız. Kur'anın dışında ve hem Şii hem
Sünni rivayetçilerin naklettiği hadislerin dışında hadis
zikretmeyeceğiz.
İbn-i
Hacer’in, 1375 tarihinde basılan
"El Savaik El Muhrika" adlı kitabının 122.
sayfasında şu hadis mevcuttur: Peygamber (s.a.a) dedi ki
"Kardeşlerimin en hayırlısı Ali, amcalarımın
en hayırlısı Hamza'dır." 120. sayfada da Hz. Ali (a.s)' ye "Sen
dünyada ve ahrette kardeşimsin" "Ali benden ben de
Ali'denim" hadislerini zikreder. Bir grup müfessir Hud suresinin 17.
ayetindeki şahidin Ali olduğu konusunda birleşmektedir.
أَفَمَنْ
كَانَ عَلَى
بَيِّنَةٍ
مِنْ رَبِّهِ
وَيَتْلُوهُ
شَاهِدٌ
مِنْه ... (هود/17)
"Rabbinden apaçık bir delile
sâhip olan, bundan başka bir de kendinden bir şahidin okuduğunu
... Hud:17"
El Razi,
"şahit kelimesinin üç ayrı yorumu vardır. Üçüncüsü Ali'dir
okuyan ise Muhammed'tir." demektedir. El Suyuti, Eddur El Mensur kitabında Tabari de
tefsirinde "Rabbinden apaçık bir delile sâhip olan Hz. Muhammed
(s.a.a)'tir, kendinden olan şahit de Hz. Ali (a.s)'dir" diye
yazmaktadır. (35)
يَاأَيُّهَا
الَّذِينَ
آمَنُوا
إِذَا نَاجَيْتُمْ
الرَّسُولَ
فَقَدِّمُوا
بَيْنَ يَدَيْ
نَجْوَاكُمْ
صَدَقَةً
ذَلِكَ خَيْرٌ
لَكُمْ
وَأَطْهَرُ
فَإِنْ لَمْ
تَجِدُوا
فَإِنَّ
اللَّهَ غَفُورٌ
رَحِيمٌ
(المجادلة/12)
Ey inananlar,
Peygamberle gizlice konuşacağınız vakit, konuşmaya
başlamadan önce bir sadaka verin; bu, sizin için hem daha
hayırlıdır, hem de daha temizdir...... Mucadele:12
Hem Şii hem Sünni
müfessirler bu ayeti uygulayan tek kişinin Hz. Ali (a.s) olduğu
konusunda hemfikirler. Peygamber (s.a.a), Müslümanlar tarafından fazla
soruya muhatap olunca sıkılmış ve bu
ayet inmiştir. Bu ayette sorudan önce bir sadaka verilmesi emredilince soru
sormaktan vazgeçmişlerdi. Sadece Hz. Ali (a.s) sadaka vererek soru
sormağa devam etmişti. Daha sonra bu ayet neshedilmiştir.
İmam (a.s), Peygamber (s.a.a)'le aralarındaki
yakınlığı anlatırken şöyle der: "eğer
ona sorarsam cevap verirdi; susarsam o benimle konuşurdu."
وَالسَّابِقُونَ
السَّابِقُونَ
/ أُوْلَئِكَ
الْمُقَرَّبُونَ
(الواقعة 10/11)
"İlk inananlar
ki onlar yakın olanlardır. Vakıa:10"
Sünnilerin büyük
alimlerinden El Fadıl İbn-i Ruzbahan "İbtal El
Batıl" adlı kitabında der ki: "Sünni rivayetlere göre
Ümmetlerin ilk inananları üç kişidir. Firavunların mümini, Habib
El Naccar ve Hz. Ali (a.s)dir." Şüphesiz Hz. Ali (a.s) İslam'a
ilk inanan kişi ve inkar edilemeyen faziletlerin sahibidir.
Altı sahih
kitabında zikredilen bir hadis de şöyledir: "Talha İbn-i
Şube övünerek dedi ki: 'Allah'ın evini ben hakkediyorum; çünkü anahtar bendedir.' Abbas da dedi ki: 'Ben
daha çok hakkediyorum; çünkü su verme şerefi bana aittir.' Hz. Ali (a.s)
de dedi ki: 'Ben İslam'a ilk inanan ve Allah (c.c) yolunda en çok cihat
yapan kişiyim.' ardından İmam (a.s)'ın diğerlerinden
daha çok faziletli olduğunu kanıtlamak için Allah (c.c)
tarafından şu ayet indirilmiştir:
َجَعَلْتُمْ
سِقَايَةَ
الْحَاجِّ
وَعِمَارَةَ
الْمَسْجِدِ
الْحَرَامِ
كَمَنْ آمَنَ
بِاللَّهِ
وَالْيَوْمِ
الآخِرِ
وَجَاهَدَ
فِي سَبِيلِ
اللَّهِ لاَ
يَسْتَوُونَ
عِنْدَ اللَّهِ
وَاللَّهُ
لاَ يَهْدِي
الْقَوْمَ
الظَّالِمِينَ/
الَّذِينَ
آمَنُوا
وَهَاجَرُوا
وَجَاهَدُوا
فِي سَبِيلِ
اللَّهِ
بِأَمْوَالِهِمْ
وَأَنفُسِهِمْ
أَعْظَمُ
دَرَجَةً
عِنْدَ
اللَّهِ
وَأُوْلَئِكَ
هُمْ الْفَائِزُونَ
(التوبة 19/20)
"Hacılara su verme ve Mescid-i Harâm’ı
îmâr etme işiyle uğraşanların derecesini Allah’a ve âhret
gününe inanıp Allah yolunda savaşan kimsenin derecesiyle bir mi
tutarsınız? Allah, zulmeden topluluğu doğru yola sevk
etmez. İnananların, yurtlarından göçenlerin ve Allah yolunda
mallarıyla, canlarıyla savaşanların Allah katında
dereceleri pek büyüktür ve onlardır muratlarına erenlerin, kurtulup
nusret bulanların ta kendileri. Tevbe:19-20"
...
لِنَجْعَلَهَا
لَكُمْ
تَذْكِرَةً
وَتَعِيَهَا
أُذُنٌ
وَاعِيَةٌ
(الحاقة/12)
"Bu, size bir
öğüt ve ibret olsun ve belleyip unutmayan kulaklarda kalsın diye. Hakka:12"
El Fadıl İbn-i
Ruzbahan "İbtal El Batıl" adlı kitabında der ki:
"Müfessirler (Ehl-i Sünnet Müfessirleri) bu ayeti şöyle açıklar:
Bu ayet indiği zaman Peygamber (s.a.a), Ali'ye dönerek dedi ki: "Bu
kulakların senin olması için dua ettim." ve Hz. Ali (a.s) bu
konu için "O günden sonra hiçbir şey unutmadım." dedi. Bu
da onun ilmini, kavrayışını ve faziletinin büyüklüğünü
gösterir. "1956 baskılı Zahair El Ukba" kitabının
61. sayfasında da şu hadis mevcuttur: "Hz. Muhammed (s.a.a), Hz.
Ali (a.s)'ye "Ya Ali ben ne zaman Allah (c.c)'tan bir hayır vermesi
veya bir şerden koruması için dua ettiysem, senin için de aynı
şekilde dua ettim."
هُوَ
الَّذِي
أَيَّدَكَ
بِنَصْرِهِ
وَبِالْمُؤْمِنِينَ
الانفال/62)
"... seni, kendi
yardımıyla ve inananlarla güçlendirmiştir. Enfal:63"
Suyuti'nin Delailu
Essidk kitabının Eddir El Mensur bölümünde Ebu Hureryre'den nakledilen
bir hadise göre "Arşın üzerinde: Benden başka Allah
yoktur, ortağım yoktur, Muhammed de benim kulum ve Resul'ümdür, onu
Ali ile destekledim" yazılıdır.
الَّذِينَ
يُنفِقُونَ
أَمْوَالَهُمْ
بِاللَّيْلِ
وَالنَّهَارِ
سِرًّا
وَعَلاَنِيَةً
فَلَهُمْ
أَجْرُهُمْ
عِنْدَ
رَبِّهِمْ
وَلاَ خَوْفٌ
عَلَيْهِمْ
وَلاَ هُمْ
يَحْزَنُونَ}(البقرة/274)
"Mallarını
gece ve gündüz, gizli ve açıkta harcayanlar yok mu, onların sevapları Rableri
katındadır ve onlara ne korku vardır, ne de mahzun olurlar.
Bakara:274"
El Fadıl İbn-i
Ruzbahan'nın ifade ettiği gibi Sünni müfessirler bu ayetin Hz. Ali
(a.s) için indiğini anlatırlar. Aynı kişi ayrıca,
أَفَمَنْ
كَانَ
مُؤْمِنًا
كَمَنْ كَانَ
فَاسِقًا لاَ
يَسْتَوُونَ(السجدة
18
" İnanan kişi, inançtan çıkan kişiyle
bir olur mu hiç? Eşit olamazlar. Secde:18"
"ayetinde kastedilen inanan
kişi Ali'dir." Demektedir.
Ahmed El Tabari'nin
Zahair El Ukba" kitabında
أَفَمَنْ
شَرَحَ
اللَّهُ
صَدْرَهُ
لِلإِسْلاَمِ
فَهُوَ عَلَى
نُورٍ مِنْ
رَبِّهِ فَوَيْلٌ
لِلْقَاسِيَةِ
قُلُوبُهُمْ
مِنْ ذِكْرِ
اللَّهِ أُوْلَئِكَ
فِي ضَلاَلٍ
مُبِينٍ}(الزمر/22)
Allah'ın,
İslâm için gönlünü açtığı kişiye kim benzer
ki..." Zümer:22
أَفَمَنْ
وَعَدْنَاهُ
وَعْدًا
حَسَنًا فَهُوَ
لاَقِيهِ
كَمَنْ
مَتَّعْنَاهُ
مَتَاعَ
الْحَيَاةِ
الدُّنْيَا ثُمَّ
هُوَ يَوْمَ
الْقِيَامَةِ
مِنَ الْمُحْضَرِينَ}(القصص/61)
"Kendisine
güzel bir vaatte bulunduğumuz ve vaat ettiğimize kavuşmuş
olan kimse... Kasas:61"
ayetlerinin Hz. Ali ile Hz. Hamza için
indiğini
إِنَّ
الَّذِينَ
آمَنُوا
وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ
سَيَجْعَلُ
لَهُمْ
الرَّحْمَان
ُوُدًّا}(مريم/96
"İman edip,
salih amel işleyenler var ya, Rahmân olan Allah onları gönüllere
sevdirecektir. Meryem:96"
ve “Allah onları gönüllere sevdirecektir.” ayetinin anlamının Hz. Ali (a.s) ve
Ehl-i Beyt (a.s)'ine sevgi duymayan hiçbir müminin
olmadığını rivayet eder.
KİTABIN ( KUR'AN-I
KERİM'İN ) VARİSİ
ثُمَّ
أَوْرَثْنَا
الْكِتَابَ
الَّذِينَ
اصْطَفَيْنَا
مِنْ
عِبَادِنَا
فَمِنْهُمْ
ظَالِمٌ
لِنَفْسِهِ
وَمِنْهُمْ
مُقْتَصِدٌ
وَمِنْهُمْ
سَابِقٌ
بِالْخَيْرَاتِ
بِإِذْنِ
اللَّهِ
ذَلِكَ هُوَ
الْفَضْلُ
الْكَبِيرُ}(فاطر/32)
"Sonra kitabı,
kullarımızdan seçtiklerimize mîras bıraktık....
Fatır:32"
El Fadıl der ki: "Ali,
Kitabın gerçeklerini bilenlerden olduğu için Kitabın
varislerindendir. Bu da onun ilminin genişliğini ve derinliğini
gösterir.
إِنَّمَا
أَنْتَ
مُنذِرٌ
وَلِكُلِّ
قَوْمٍ هَادٍ
(الرعد/7)
"Sen bir
uyarıcısın ve her kavim için bir hidayetçi vardır.
Raid:8"
Peygamber (s.a.a) dedi
ki: "Uyarıcı benim, Hidayetçi de Ali'dir. Ey Ali Hidayete
erenler seninle ereceklerdir." Bu hadisi Dalail-u Sıdk kitabı
Kenz El Ummal C:6,S:157'den nakledilmiştir. Ayrıca Essuyuti bu ayetin
Hz. Ali (a.s) hakkında indiğine dair "Eddurrul El
Mensur" kitabında dört hadis
rivayet etmiştir.
HEPİNİZ
ALİ'NİN VELAYETİNDEN SORUMLU-SUNUZ
وَقِفُوهُمْ
إِنَّهُمْ
مَسْئُولُونَ
(الصافات/24)
"Durdurun onları, sorguya çekilecekler.
Saffat:24"
İbn-i Hacar,
"El Savaik" adlı kitabında Ehl-i Beyt hakkında inen
ayetlerin dördüncüsü ile ilgili olarak
"Eddeylemi Ebi Said"ten naklettiği rivayette Hz. Muhammed
(s.a.a)'in "Onlar Ali'nin velayeti için sorguya çekilecekler"
dediğini yazar.
َأمْ
يَحْسُدُونَ
النَّاسَ
عَلَى مَا
آتَاهُمْ
اللَّهُ مِنْ
فَضْلِهِ
فَقَدْ آتَيْنَا
آلَ
إِبْرَاهِيمَ
الْكِتَابَ
وَالْحِكْمَةَ
وَآتَيْنَاهُمْ
مُلْكًا
عَظِيمًا}(النساء/54
"Yoksa
Allah'ın, lütfedip insanlara ihsân ettiği şeylere haset mi
ediyorlar?. Nisa: 53"
İbn-i Hacar,
"El savaik" adlı kitabında: "Ebu El Hasan El
Meğazili'nin naklettiği rivayette İmam Muhammed El Bakır
(a.s)'ın "Vallahi bu ayette kast edilen insanlar biziz."
dediğini nakleder.
إِنَّمَا
وَلِيُّكُمْ
اللَّهُ
وَرَسُولُهُ
وَالَّذِينَ
آمَنُوا
الَّذِينَ
يُقِيمُونَ
الصَّلاَةَ
وَيُؤْتُونَ
الزَّكَاةَ
وَهُمْ
رَاكِعُونَ(المائدة/55)
"Sizin dostunuz,
sahibiniz, Allah'tır, Peygamberidir ve namaz kılanlar, rükû ederken
zekât verenlerdir. Maide:55"
Bütün tefsir
kitaplarında ve Kütübi Sitte'de (Altı sahih kitabında) bu ayetin,
Sahabelerin huzurunda namaz kılarken yüzüğünü bir fakire sadaka
verdiği zaman Hz. Ali (a.s) için indiğini yazar.
Aslında
aşağıda yazılmış olan Tathir ile Meveddet (sevgi) ayetlerinin Hz. Ali
(a.s) ve çocukları için inmiş olması; bizim daha fazla hadis ve
rivayet aramamızı veya delil göstermemizi gereksiz kılar.
إِنَّمَا
يُرِيدُ
اللَّهُ
لِيُذْهِبَ
عَنْكُمْ
الرِّجْسَ
أَهْلَ
الْبَيْتِ
وَيُطَهِّرَكُمْ
تَطْهِيرًا}(الأحزاب/33
)
"Allah,
ey Ehl-i Beyt, sizden her çeşit pisliği, suçu gidermek ve sizi tam
bir temizlikle tertemiz hale getirmek diler. Ahzab Suresi (33)"
İle:
قُلْ لاَ
أَسْأَلُكُمْ
عَلَيْهِ
أَجْرًا
إِلاَّ
الْمَوَدَّةَ
فِي
الْقُرْبَى
وَمَنْ يَقْتَرِفْ
حَسَنَةً
نَزِدْ لَهُ
فِيهَا حُسْنًا
إِنَّ
اللَّهَ
غَفُورٌ
شَكُورٌ}(الشورى/23)
"Sizden, tebliğime
karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim, ancak
yakınlarıma sevgidir" Şura: 23
Ayrıca:
وَيُطْعِمُونَ
الطَّعَامَ
عَلَى
حُبِّهِ مِسْكِينًا
وَيَتِيمًا وَأَسِيرًا
(الإنسان/8)
"
Ve ona ihtiyaçları olduğu halde yemeklerini yoksula ve yetime ve
tutsağa verirler, onları doyururlar...." İnsan:8
هلْ أَتَى
عَلَى
الإِنسَانِ
حِينٌ مِنَ
الدَّهْرِ
لَمْ يَكُنْ
شَيْئًا
مَذْكُورًا
(الإنسان 1)
"Gerçekten
de insana, zamânın bir çağı gelmişti ki, insan
anılır bir şey bile değildi." İnsan:1
ayetlerini de herkes bilir. (36)
Bu ayetler bir bütünün
parçaları ve bir denizin damlacıklarıdır. Hicri 1325
baskılı El Savaik kitabı 125. sayfasında, İbn-i
Abbas'tan nakledilen bir hadiste şöyle yazar: "Ali, Kur'an-ı
Kerim'deki bütün ayetlerin Emiri ve Şerifidir. Allah (c.c) Kur'an-ı Kerim'de birkaç yerde
sahabelere sitem etti. Hz. Ali (a.s)'den de hep iyi bir şekilde bahsetti.
İbn-i Asakir bu konuda "Ali için inen ayetler hiç kimse için
inmedi." ve "Onun için inen
ayetlerin sayısı üç yüz ayet kadardır." demişti.
Bu konuda daha çok
aydınlanmak isteyen Şeyh Muhammed Hasan el Muzaffer'in
yazdığı 400 sayfalık Delaili Sıdk kitabını
okusun. O kitapta Hz. Ali (a.s)
hakkında Kur'an-ı Kerim'de inen ayetleri zikretmiş ve Muteber
Sünni kaynaklara ve Kütübi Sitte'ye dayanarak yazmıştır. Ve
eğer Kur'an-ı Kerim'de onun
için hiç özel bir ayet inmemiş bile olsaydı
Kur'an-ı
Kerim'de iyiliklerin her türlüsü için
inen ayetler onu kapsar, açıkça ona işaret ederdi; çünkü o bütün
faziletlerde birincidir. Ben söz konusu kitabın kaynaklarını
araştırırken beni dehşete düşüren garip bir
çelişki gördüm. Gerek "El Savaik" kitabının
yazarı İbn-i Hacer gerek diğer Sünni Şeyhleri, Hz. Ali
(a.s)'nin faziletlerini ve menkıbelerini birer birer sayarken
İmami'ler dahil onun bütün taraftarlarını kötülemekte, bidat ve
sapkın saymaktadırlar. Bu konuda yer darlığı
nedeniyle sadece bir örnek vereceğim:
El Fadıl İbn-i
Ruzbahan "İbtal El Batıl" adlı kitabında: "Şiilerin
Hz. Ali (a.s) hakkında yazdıkları bütün Fazilet ve
Menkıbeleri inkar etmiyoruz; çünkü Ehl'i Beyt (a.s)'in faziletleri sayılamaz ve onları
ancak Güneş'i ve Ay'ı inkar edenler inkar edebilir." Diye
yazdıktan sonra aynı kitabın başka bir yerinde "Şiilerin
Kitaplarının kaynağı İslam'ı bölmek isteyen bir
Yahudidir! Bunları yazdı ve İmam Hz. Cafer Sadık 'ın
yanında emanet olarak bıraktı, İmam ölünce millet
bunları İmam'ın sözleri sandı..." diye
yazmıştır.
Biz, "yalan söyle,
tekrar söyle, tekrar söyle mutlaka sana inanan birilerini bulacaksın"
teorisini Batının ve sömürgecilerin bir ilkesi sanırdık.
Meğer bu ilke çok eskiymiş. Belki de Batılılar Doğu
felsefesi ve uygarlığını naklederken El Fadıl
İbn-i Ruzbahan 'dan bu ilkeyi nakletmişlerdir.
Şiiler, İmam
Essadık (a.s)'tan bire bir görüşerek, konuşarak ona sorarak
naklettiler. Hiç biri ne İmam için ne de başkası için «o öldükten sonra ben bu kitabı veya bu
sayfayı buldum» demedi. İşte Şiilerin Hadis,
Fıkıh ve Tefsir kitapları ortadadır. Kim incelemek istiyorsa
buyursun.
Satılmışlar,
yüzlerce yıl önce entrika ve fitne amacıyla bu yalanları
yazdı. çağımızda da Ahmed Emin ve benzerleri, cehaletten
veya ırkçılık nedeniyle bunları aynen nakletti. Onlardan da
bu bilim ve teknoloji çağında yaşayan iki Lübnanlı Dr.
Halil El Carr ve Kardinal Hanna El Fakhuri bu yalanları olduğu gibi
900 sayfalık "Tarih El felsefe el Arabiyya" (Arap Felsefesi
Tarihi) adlı kitaba naklettiler.(37)
Çok garip şeylerden
biri de Dünyadaki her şey değiştiği halde, Şiilik
Mezhebine ve Şiilere yönelik yalan ve iftiralar hiç değişmedi.
Yüzyıllar önce kötü niyetli bir Şeyh veya şirretli bir Fakih:
"Şiiler, (İmamiler dahil) Ali hakkında gulattır
(tutucudur) ve dinlerini Yahudi kökenli İbn-i Seba'dan aldılar."
dedi. Bu iftiracı, iftirasını attı ve gitti. Ancak
saçtığı fitne ve
yaydığı iftira kaldı.
Şimdi size bu
iftiranın kısa hikayesini ve nedenlerini anlatayım. Şiiler,
zalim ve diktatör yöneticilere karşı isyan ederdi. Onlar da,
kendilerine karşı gelen Şiileri zındıklıkla ve
dinden çıkmakla itham ederdi. Tıpkı bugün diktatörlerden
kurtulmak isteyen gruplara terörist ve anarşist dendiği gibi! Bu
aydınlık çağda bile dikta rejimler, kendilerini savunacak,
muhalifleri en kötü vasıflarla kötüleyecek, çıkar için kendilerini
satan medya kuruluşları bulabiliyorsa; o karanlık çağda
Şiileri kafirleştirecek kitap ve eserler yazacak satılıkları
daha rahat bulurlardı. Dün ne ise bugün de odur.
Zalimler geçmişte,
masum insanlara iftira atmak için dinlerini ve vicdanlarını satan
kalem sahiplerini satın aldılar. Satın alan da satılan da
bilinçli olarak iftira atıyordu. Halefler, yüzyıllar sonra (Hayırlı
Seleflerin!) matbu yazısını gördü, incelemeden
araştırmadan okudu, vahiyle inmiş gibi kutsallaştırdı,
karşısında secde etti ve
onu kutsal bir metin gibi sabit bir fikirle tekrarlamağa
başladı.
İnsaf sahibi bir
alim, başka bir fırkanın inançlarından bahsedeceği
zaman inanç ve mezhep konusunda düşmanlarının hakkında
yazdıklarını değil, o fırkanın muteber kitap ve
kaynaklarını okuyarak bilgilenir öyle bahseder. Bunu yapmazsa, bir davalıyı hiç ifadesini ve
şahitlerini dinlemeden mahkum eden bir yargıçla bir olur.
Tesadüf müdür
bilemiyorum; ne zaman Şiilere yapılan iftiraları okusam
aklıma Seybevi'nin (çok ünlü Arapça dil uzmanı) öyküsü gelir. Bir gün
Küfe şehrinde Arapça gramer uzmanları ile
tartışıyordu. Tartışmanın uzun sürdüğünü ve
neticesiz kaldığını gören bir dostu ona nedenini sorunca
"Ben onlarla dil bilgisi ve gramer kuralları ile
tartışıyorum, onlar kendi
mantıkları ile tartışıyorlar." dedi. Yani
kendisinin tezi mantık ölçülerine
dayanırken onların tezi temelden yoksundu.
▬
HER KAP İÇİNDEKİ
İLE ÇALKALANIR
İbn-i Halikan
«Vafiyyat El Ayaan» adlı kitabında "Ehl-i Sünnetin emanet ve
doğruluğu ile tanınmış alimlerinden Nasrullah
İbn-i Macli'nin dilinden şu olayı nakleder: "Rüyasında
İmam Ali (a.s)'yi gören büyük Şeyh, ona 'Ey Emir El Müminin, Mekke'yi
fethettiğinizde Ebu Sufyan'nın evine giren güvenlik içinde olur
dediniz, ama bakın Kerbela'da oğlunuz Hüseyin'e ne yaptılar!?'
der.
İmam Ali ona: "Şair İbn-i Sayfiy'in bu konuda yazdığı şiiri
duydun mu?" der.
Şeyh: «Hayır»
diye cevap verir.
İmam Ali: "O
halde git kendisinden dinle" diye cevap verir. Şeyh uyandığında
Hıys Bıys (38) adıyla tanınmış şair
İbn-i Sayfiy'in yanına gider ve rüyasını anlatır.
Şair hüzünlenir ve hıçkırmağa başlar. "Allah
(c.c)'a yemin ederim ki söz konusu şiiri bu gece yazdım ve henüz hiç
kimseye okumadım." der ve
şiiri okumağa
başlar:
ملكنا فكان
العفو منا سجية
فلما ملكتم سال بالدم أبطح
وحللتم
قتل الاسرى
وطالما
غدونا عن
الاسرى نمن
ونصفح
فحسبكم هذا
التفاوت
بيننا
وكل
إناء
بالذي
فيه
ينضح
Af hükümrandı
dünyaya
Biz hükmettiğimizde
Kan dökmek hükümran oldu
Siz hükmettiğinizde
Esirleri
bağışlamaktı bizim şanımız,
Ve hep öldürmekti sizin
şanınız!
Aramızdaki fark neden
mi aşikar?
Çünkü kapta ne
çalkalanırsa
Onun mayası
çıkar.
Hz. Ali (a.s)'nin
evinden çıkan ilim, iman, takva ve bunların sonucu: Hz. Hüsyin
(a.s)'in şahadeti, Zeyn’el Abidin'in ibadeti, El Bakır'ın ve
Essadık 'ın ilmi oldu.
Düşmanlarının evinden de içki, fuhuş, gaddarlık ve cinayetler çıktı.
Ünlü Arap şairi Ebu
Firas El Hamadani, Ehl-i Beyt (a.s)'i
düşmanları ile kıyaslayan şiirinde şöyle der.
لا
يغضبون لغير
الله إن
غضبوا
ولا
يضيعون حكم
الله إن
حكموا
تبدوا
التلاوة من أبياتهم ابدا
ومن
بيوتكم
حكم
الأوتار والنغم
ما في
منازلهم للخمر معتصر
ولا
بيوتهم للشر معتصم
ولا تبيت لهم خنثى تنادمهم
ولا يرى لهم قرد، له
حشم
الركن
والبيت
والاستار منزلهم
وزمزم
والصفا
والحجر
والحرم
Sadece
Allah için kızarlar
Eğer
kızarlarsa
Ve
sadece Allah'ın hükmü ile hükmeder
Eğer
Hükmederlerse
Evlerinden
duyulan
Daima
Kur'an sesi,
Sizin
evinizdense
Her
zaman nağme sesi.
Evlerinde
içkiye yer yoktur,
Şer,
evlerinde hiç barınamaz,
Evlerinde
Nedime cariyeler de yoktur
Süslü
cicili maymun da bulunamaz.
Evleri Rükün, Kabe
Ve Sitare’dir.
Zemzem, Safa,
Hacer ve
Beytullah'tır.
Cahilliye devrinde
Ali'nin dedesi Abdu’l Muttalib ile Muaviyenin dedesi Harb İbn-i Ümmeyye
mahkemeleştiler, mahkeme Ali'nin dedesinin lehine sonuçlandı ve hakim
Muaviyenin dedesine: "Babanın babası iffetli idi ama baban
sapıktır." demişti.
Çocuklar da torunlar da
babalarının dedelerinin kişiliklerinden kendilerine düşen
payı aldılar. Ünlü edebiyatçı Corc Cırdak "İmam
Ali" adlı eserinin 4. cildinde Muaviye'den bahsederken "O Ümeyyeyi tam olarak
temsil eden kişidir, onun ne İslam'la ne de insanlıkla hiçbir
alakası yoktu." dermiştir.
İslam'dan
uzaklığı konusunda kendisi de bunu inkar etmezdi. Onu
altından yapılmış tas ile su içerken gören Ebu’l Derda ona
"Hz. Muhammed (s.a.a)'in "altın veya gümüş tasla su içenin
içi cehennem ateşi ile doldurulacaktır." dediğini bilmiyor
musun? dedi. Muaviye de ona: "Ben şahsen bunda hiçbir sakınca
görmüyorum." diye cevap verdi.
Onun bu sözü
Osman'ın sözüne ne kadar da benziyor. Hz. Muhammed (s.a.a)'in kendisi
için: "Ne karalar ne denizler Ebu Zerr'den daha dürüst daha doğru
insan görmedi" dediği Ebu Zerr için Osman, "Bana
akıl verin bu yalancıya ne yapayım ? Dayak mı, hapis mi
yoksa idam mı edeyim?" demişti.
Emevilerin tarihini
okuyan, (Ömer İbn-i Abdulaziz hariç) hepsinin yapılarının
aynı madenden olduğunu görür. Muaviye, Peygamberin torunu Hz. Hasan
(a.s)'ı öldürttü. Oğlu Yezid de Peygamberin torunu Hz. Hüseyin
(a.s)'i öldürttü. Baba da oğul da Cennet gençlerinin efendilerini
öldürtmüşlerdi. Fark sadece Hz. Hasan'ın zehirle gizlice, Hz.
Hüseyin'in ise alenen kılıçla öldürülmesidir. Kötü insanlar her
devirde, şeklen ayrı olur; ancak özde birdirler.
İnsanlığın
kendisinden ve yaptıklarından teberru etmesine gelince, kendisi de ne
adaletli ne de insaflı davrandığını kabul eder. El
Muğire İbn-i Şube Muaviye ile geçen konuşmasını
şöyle anlatır:
"Muaviye'ye:
"Artık yaşlandın kocadın, biraz adaletli olsan ahretin
için iyi bir amel yapsan ve iyi bir isim bıraksan daha iyi değil
mi?" dedim o da bana "Heyhat heyhat, hangi iyi
isimden söz ediyorsun? Ebu Bekir hükmetti adil davrandı ölürken ismi de
beraberinde öldü, Ömer on yıl hükmetti, bir sürü içtihat yaptı
ölürken ismi de beraber öldü, 'Hz. Muhammed (s.a.a)'i kastederek' İbn-i Ebi Kebşeye gelince ona günde
beş defa: " ... Eşhedü enne Muhammeden Resul-u-llah" diye
bağırıyorlar.
Babasız kalasıca! Hangi amel, hangi isim kalacak?" diye
karşılık verdi.
İnsanlığın
kendisinden teberru ettiğinin başka bir örneği de, Hz.
Hasan'ı zehirli balla öldürttükten
sonra "Allah'ın baldan askerleri vardır." demesidir. Ayrıca, katil Bişr İbn-i
Artaa'yı ölüm ve soygun için silah ve askerle donattıktan sonra
"Medine'ye git oradaki insanları kov, yok et, olanların
mallarını al" dedi. Sufyan İbn-i Avf'ı da Irak'a
aynı gayeyle gönderirken "Seninle aynı düşünmeyenleri
öldür, karşılaştığın bütün köyleri tahrip
et" diye emir verdi.
Merhametine gelince,
o tahtı ve arşı için
şerrinden korktuğu kimselere karşı sabırlı ve
müsamahakardı. Ancak
cellatlarına ve şeytanlarına
bıraktığı vasiyetten öğrendiğimiz gibi zayıf
ve çaresiz insanlara karşı acımasızdı.
Haricilerin lideri
cariye ona geldiği zaman Muaviye ile arasında şu konuşma
geçer.
Muaviye:"Ali İbn-i Ebu Talip'le beraber olan sen
değil miydin! şimdi taraftarlarınla birlikte köyleri
dolaşıp kan döküyorsun." .
Cariye:"Biz Ali'yi sevdiğimizden beri ondan nefret
etmedik, onu aldatmadık da..."
Muaviye: "Ailen için çok basittin ki sana
Cariye:adını verdiler."
Cariye: "Sen de ailen için daha çok basittin ki sana 'Muaviye' (Uluyan Dişi
Köpek) adını verdiler."
Muaviye: "Sen
anasızın birisin"
Cariye: "Beni annem doğurdu, ve Sıffin'de
sana çekilen kılıçlarımız hala ellerimizde. duruyor"
Muaviye: "Tehdit mi
ediyorsun?"
Cariye: "Ülkemizi şiddetle fethetmedin, ama hükmediyorsun.
Sana söz vermiş seninle anlaşmalar yapmışız. Bize
vefalı olursan biz de vefalı oluruz, başka türlü
davranırsan geride bir çok sayıda cesur savaşçı,
bilenmiş silah ve keskin dilli şair bıraktım eğer bize
bir miktar gaddarlık yaparsan sana on mislini yaparız"
Evet Muaviye Cariye ve
benzerine sabırlı ve müsamahakardı; ama Ubeydullah İbn-i
Abbas'ın çocuklarına ve zavallı köylülere karşı ne
merhameti ne dini ne de vicdanı vardı!
Muaviye'nin kayda değer başka bir özelliği
de, Hz. Muhammed (s.a.a)'in çiçeği, cennet gençlerinin efendisi Hz Hasan
(a.s)'ın ölüm haberi geldiği zaman Allah'a şükretmek için secde
etmesidir. Abdullah İbn-i Abbas bu olayı duyduğu zaman
Şam'da idi. Muaviye'nin meclisine çıktı ve "duydum ki
Hasan'ın ölümüne çok sevinmişsin, vallahi onun cesedi senin çukurunu
doldurmayacak, azalan ömrü senin ömrüne eklenmeyecektir. O ölürken senden daha
hayırlı olarak öldü. Eğer onu kaybetme felaketine
uğradıysak daha önce ondan daha hayırlısı olan dedesini
kaybetmiştik. Peygamber (s.a.a) yerine
en büyük halife olan babası Ali'yi bırakmıştı, onu da
kaybettik." dedi. Sonra hıçkırarak ağlamağa
başladı ve bütün meclistekiler ağladı.
Muaviye sordu: "Duyduğuma göre ardından küçük
çocuklar bıraktı."
İbn-i Abbas:
"hepimiz küçüktük büyüdük."
Muaviye:
"Öldüğünde kaç yaşında idi?"
İbn-i Abbas: "Hasan, doğumu da kendisi de
unutulmayacak kadar önemlidir. diye
cevap verdi." (İbn-i Abbas,
Hasan'ın Ahzap yılında yani Muaviye, babası ve
kardeşi ile birlikte Hz. Muhammed (s.a.a)'e ve Müslümanlara
karşı savaştıkları yılda doğduğuna
işaret ediyordu).
Muaviye sordu: "Şimdi orada kavminin efendisi sen
misin?"
İbn-i Abbas: "Hayır Hüseyin var iken ben
olamam" .
Muaviye: "Helal olsun! Her konuda her şeye
hazırsın" diye karşılık verdi.
Muaviye İmam Hasan
(a.s)'ı öldürtmüştü. Oğlu Yezit de İmam Hüseyin (a.s)'i
öldürterek üzerinde şahadet
kelimesi yazılı bir değnekle kesik başına vurup
eğlenmiş,. daha sonra halka cemaat namazını
kıldırmak için ayağa kalkmıştı (!)
Dün bunu yaptılar,
her asırda olduğu gibi bugün de aynı şeyi yapıyorlar.
Bu bölümü genişletecek olsak ciltler dolusu yazılabilir. Ancak biz bir örnekle
bitirelim:
Bir gün Abdulmelik,
İmam Zeyn El Abidin (a.s)'i gördü. Alnındaki secde izi onu şok
etti ve ona: "Ey Ebu Muhammed, bu gayret niçin? Allah (c.c)'a
yakınsın, Peygamber (s.a.a)'den bir parçasın, kendi ailenden de
çağdaşlarından da üstünsün. İlimde, fazilette, dinde ve
takvada öyle bir mertebeye geldin ki senin
gibisi yoktur." dedi ve buna benzer sözlerle ona iltifat etmeğe devam
etti. İmam ona "Bütün bu anlattıkların ve benim
yaptıklarım Allah (c.c)'ın lütufundan, büyüklüğünden ve
desteğinden kaynaklanmıştır. Bunlar için benim
şükretmem gerekemiyor mu?" dedi ve devam etti: "Hz. Muhammed
(s.a.a), ayakları tutmayacak duruma gelinceye kadar namaz kılar,
ağzı kuruyuncaya kadar oruç tutardı, çevresi ona "Ya
Muhammed Allah (c.c) senin günahlarının geçmişini ve
geleceğini silmedi mi?" diye
sorduklarında "her şey için ona şükretmem gerekmiyor mu?
Dünyada ve ahrette Allah (c.c)'a şükürler olsun" diye
karşılık vermişti." dedi. Sonra Abdulmelik'e
"Vallahi, damarlarım kesilse, gözlerim çıksa Allah (c.c)'a yine
şükrederim çünkü onun nimetleri sayılmayacak kadar çoktur. Vallahi
hiçbir şey beni gece gündüz, açık ve gizli olarak ona
şükretmekten alıkoyamaz" dedi ve ağladı. bu durumdan
etkilenen Abdulmelik de ağladı ve şunu söyledi: "Ahreti
isteyen ve onun için çaba sarf eden kulla; Dünyayı isteyen, dünya
kendiliğinden ona gelen ve Ahrette hiçbir şeyi olmayan kul
arasında ne kadar büyük fark vardır.!"
İmam (a.s)'ı
Allah (c.c)'a ibadet etmekten ve ona şükretmekten nasıl hiçbir
şey alıkoyamadıysa, Ehl-i Beyt (a.s)'in
düşmanlarını da Allah (c.c)'a itaatsizlikten hiçbir şey
alıkoyamadı. Kendini ve ailesini "Dünyayı isteyen, dünya
kendiliğinden ona gelen ve Ahrette hiçbir şeyi olmayan ... "
diye tarif eden Abdulmelik: "Kim beni takvaya davet ederse onun boynunu
vurdururum" demişti.
Abdulmelik'in oğlu
Yezit bir gün "Habbabe" ve "Seleme El Kıss" adlı
iki cariyesi ile birlikte mest olduğu bir sırada coşmuş
"Bırakın uçayım" diye haykırmıştı.
cariyelerden biri: "Müslümanların işini kime
bırakacaksın" diye takıldığında: "Sana
bırakacağım" diye cevap vermişti. Abdulmelik'in torunu
Velid İbn-i Yezid ise çocukluğundan beri içtiği içkiye çok
düşkündü. Bahçesine özel bir havuz yaptırmış içini içki ile
doldurmuştu. Zina ve fısk işledikten sonra kendini havuza atar
içer içer tekrar zina yapmak üzere çıkardı. namaz vakti
geldiğinde de sarığı giyer millete namaz
kıldırmak için çıkardı.
Bu konuda eklemek
istediğim şey: "Oniki İmamın herbiri Zeyn El Abidin
(a.s)'dir, Ehli-i Beyt (a.s) düşmanlarının her biri de Yezid'tir
"
▬
ME’MUN'UN ALİMLERLE MÜNAZARASI (39)
Biharu’l Anvar Kitabının
3. cildinde "İman" bölümünde şu olay anlatılır:
Abbasi Halifesi El Me’mun bir gün kırk alim topladı. Bunlar güzel
kelam erbabı, bilge alimlerdi. Hepsini meclisine çağırdı ve
onlara "Ben diyorum ki: Ali İbn-i Ebu Talip Peygamber (s.a.a)'den
sonra en üstün kişidir, halifeliği en çok hakkedende odur. Siz ne
düşünüyorsunuz?" diye sordu. Aralarında en alimleri olan
İshak İbn-i Hammad, dizlerine çökerek "Biz Ali'yi böyle
tanımıyoruz, istersen seninle munazara yapabiliriz" diye
karşılık verdi.
Me’mun : Ben mi sorayım sen
mi sorarsın?
İshak : Ben sorayım.
Me’mun : Dilediğini sor.
İshak : Bunun için delilin
nedir?
Me’mun : İnsanları
birbirinden daha üstün kılan şey nedir?
İshak: Salih amel. (faziletli ve ahlaki davranış)
Me’mun: Farz edelim Resullullah'ın zamanında faziletli birisi
vardır. Peygamberden sonra da başka birinin çalışıp
çabaladığını düşünelim, bu zat ne kadar
uğraşırsa uğraşsın Peygamberin zamanındaki
faziletli kişinin mertebesine ulaşabilir mi?
İshak : Tabi ki hayır.
Peygamberin zamanındaki faziletliye yetişemez.
Me’mun : Sana mezhebini öğreten kişiler, Ali'nin birçok faziletinden bahseder. Sen onların da kabul ettiği bu faziletleri başkalarının fazileti ile karşılaştır. Eğer onların faziletlerinin Ali'nin faziletlerine biraz olsun benzediğini görürsen o zaman başkasının Ali'den daha üstün olduğunu iddia et. Me’mun devam ederek : Ey İshak Allah'ın, Muhammed'i peygamberlikle görevlendirdiği ve yanında hiç kimsenin bulunmadığı sırada amellerin en hayırlısı ne idi?
İshak : Şahadeti
inanarak okumak ve İslam'a ilk icabet etmek.
Me’mun : Ali'den daha önce
Müslüman olanı biliyor musun?
İshak: Evet, Ali ilk
Müslüman olan kişidir; ama o bir çocuktu, başkası ise büyük ve
yetişkindi.
Me’mun: Ali kendiliğinden
mi Müslüman oldu yoksa Muhammed (s.a.a)'mi onu İslam'a davet etti?
İshak : Muhammed (s.a.a)
onu İslam'a davet etti.
Me’mun: Peki Muhammed (s.a.a)'in
daveti Allah'ın emrinden mi, Yoksa kendisinden mi kaynaklanıyordu?
İshak : Peygamberin
kendisinden.
Me’mun : Muhammed'in daveti
Allah (c.c)'ın isteğiyle mi idi yoksa
Allah istemeden mi davet etti.
İshak : Haşa! Muhammed
Allah'ın emri ve rızası olmadan hiç bir şey yapmaz.
Mem’un: Allah, Muhammed'e çocuk
olduğunu bilerek Ali'yi İslam'a davet etmesini emretti. Peygamber
(s.a.a) de başka hiçbir çocuğu davet etmedi. Çünkü Allah diğer
çocukları davet etmesi için emir vermemişti. Çocuklara bu konuda
güvenilmeyeceğini, babalarının reddetmeleri ile çocukların
da reddedeceğini biliyordu. O halde Allah Ali'yi bütün çocukların
arasından seçti, çünkü bütün insanlara olan üstünlüğünü faziletlerini
ve mevkiini göstermek istiyordu, ve bu meziyetine hiç kimseyi ortak etmedi. O da bir an bile
Allah'a şirk koşmadı.
İshak şok oldu ve hiç
cevap veremedi. Sonra Me’mun sordu: İslamiyet'e ilk icabet etmekten sonra
hangi amel daha hayırlıdır?
İshak : Allah'ın
yolunda cihat etmek.
Me’mun : Doğru, peki
Ali'den daha büyük mücahit biliyor musun? İslamiyet'in ilk fethi ve ilk
zaferi olan Bedir savaşındaki
kafirlerin ölü sayısını biliyor musun?
İshak : Altmış
dolayında kişi ölmüştü.
Me’mun : Ali onlardan kaç
kişiyi öldürmüştü?
İshak : Yirmi kadar, diğer
kırk kişiyi de diğer Müslümanlar.
Me’mun: Bedir savaşı,
Ali'nin cihadının bütün Müslümanların cihadından daha üstün
olduğunu göstermek için yeterlidir. Cihat konusunu da daha fazla uzatmak
istemiyorum. ve devam ederek: "Ben sana Musa için Harun ne ise..."
hadisini biliyor musun? dedi.
İshak : Evet çok iyi
biliyorum.
Me’mun : Harun Musa'nın
anadan ve babadan kardeşi idi ve peygamberdi. Ali peygamberin kardeşi
değildi, peygamberde değildi. Öyleyse Peygamberin "Harun Musa
için ne ise sen benim için osun" demesinin anlamı nedir?
İshak: Peygamber bu
sözlerle Ali'nin gönlünü almak istedi. Çünkü münafıkların
"Peygamber beraberinde götürmek istemiyor" laflarına üzülüyordu.
dedi.
Me’mun gülümsedi ve "Allah
(c.c)'ın kitabı ne güne duruyor acaba? Bu hadisin anlamı
Kuran-ı Kerim'de mevcuttur"
dedi.
İshak: "Nasıl
yani?" diye sordu.
Me’mun: Kuran-ı Kerim
olayı şöyle anlatır:
قَالَ
مُوسَى
ِلأَخِيهِ
هَارُونَ
اخْلُفْنِي
فِي قَوْمِي
وَأَصْلِحْ
وَلاَ
تَتَّبِعْ
سَبِيلَ
الْمُفْسِدِينَ}(الأعراف/142)
"ve Musa, kardeşi Harun'a,
kavmimin içinde benim yerime geç, onları düzene koy ve bozguncuların
yoluna uyma demişti." (Araf 142)
İshak: "Musa Harun'u
Allah'la münacat yapmak için geçici olarak yerine
bırakmıştı, Peygamber (s.a.a) de öyle, sadece sefere gitmek
için Ali'yi bırakmıştı." dedi.
Me’mun: "Hayır durum
senin anlattığın gibi değildir, Musa tek başına
Rabbine gitti ve kardeşini yerine Halife olarak bıraktı. Hz.
Muhammed (s.a.a) de kavmi ile birlikte gitti. Medine'de sadece kadın ve
çocuklar kalmıştı, Musa'nın yerine kardeşi nasıl
Halife olarak kaldıysa aynı şekilde Ali de Muhammed'in kavminde
Halife olarak kaldı. Hz. Muhammed (s.a.a) de bunu "Ancak benden sonra
Peygamber yoktur" sözleri ile belirtti. Yani Peygamberlik dışında
kalan her konu için kendisini yerine bıraktı. Çünkü o son Peygamberdi
ve hiçbir şekilde sözleri geri çevrilemezdi. Hazır bulunan alimler
Me’mun'a "Doğrusu senin söylediklerin haktır ve biz senin
söylediklerine katılıyoruz." dediler.
Bu
münazara ister gerçekten Halife Memun’la Alimler arasında geçmiş
olsun ister birisi tarafından telif edilmiş olsun; doğrusu o ki
içerdiği ilmi konuların hepsi gerçektir.
Ş İ İ L E
R (İMAM ALİ TARAFTARLARI)
Hz.Ali (a.s)'nin
Şiasını tanımak isteyen öncelikle Hz.Ali (a.s)'yi
tanıması gerekir. Kişiliğini tanımak için Enstitü veya
Üniversite okumak; veya hakkında yazılan binlerce kitabı
okumağa gerek yoktur. Onun söylemiş olduğu vecizelerden birini
okuyan onun büyüklüğünü anlar; ki onun büyüklüğü evren kadardır.
İmamı
tanımayanlar onun bu sözünü okusunlar. "Allah'a yemin ederim ki,
bana yedi göğü yörüngesindekilerle birlikte verseler, bir
karıncanın ağzındaki arpa kabuğunu alarak Allah'a
itaatsizlik etmem. Dünyanızın tamamı bir çekirgenin
ağzındaki yapraktan daha değersizdir." Merhamete,
hoşgörüye, şefkate, ilme ve doğruluğa bakınız.
Allah (c.c)'ı en iyi bilen
ona en çok inanan Ali, Allah'a yemin ediyor ki: zulüm yaparak yani Allah'a
itaatsizlik ederek bir karıncanın ağzındaki arpa kabuğunu -arpayı değil- almasını
isteseler buna karşılık
yedi göğü içindekilerle birlikte yani içindeki Güneş, Ay, Dünya, ve dünyadaki insanlar, hayvanlar ve
madenlerle birlikte bütün evreni verseler veya
kabul etmediği takdirde
zincire vurulmak dahil her türlü eziyeti ve mahrumiyeti uygulasalar yine
Allah (c.c)'a itaatsizlik etmez. Düşünebiliyor musunuz,
yapmasını istedikleri zulüm nedir? Bir karıncanın
ağzındaki arpa kabuğunu almak.!
Hz.Ali (a.s)' nin Allah (c.c)
sevgisinde Allah (c.c)'a bağlılıkta bu şekilde erimesi onu
normal insan kategorisinden çıkardı, onu ilke ve Hak örneği haline
getirdi. Öyle ki onun adı Hakka paralel bir duruma dönüştü ve bundan
dolayı Müslümanlar, onu sevenler ve onu sevmeyenler olarak ikiye bölündü..
Tıpkı Hak konusunda Hak taraftarları ve Hak düşmanları
olarak bölündükleri gibi.
İmam Cafer Sadık
(a.s)'a sordular: "Ali, neden Cennet ve Cehennem
ayrıştırıcısı oldu?"
Dedi ki: "Çünkü onun
sevgisi İman, nefreti de küfürdür." Cennet Müminler, Cehennem de
Kafirler için yaratılmıştır.
İmam nasıl Takva ve
Hak için fedakarlıkta bir insanın ulaşacağı en son
mertebeye ulaştıysa; ilmi, doğruluğu, cesareti ve
hoşgörüsü ile öyle bir düzeye ulaştı ki onun üstünde sadece
Allah (c.c) ve Peygamber (s.a.a)'i vardır. Eğer sözleri hutbeleri
Allah (c.c)'ın sözlerinin altında, insan sözlerinin üstünde ise
istisnasız bütün sıfatları da öyledir. Bu da tutarlı
kişiliğinin eseridir. Eğer mucizenin anlamı sıra
dışılık ise onun sıfatlarının her biri
sıra dışıdır.
İşte İmam budur.
Ona tabi olmak ve şiasına girmek isteyen onu örnek
almalıdır. Veya başka bir deyimle Ehl-i Beyt (a.s)'e tabi olmak
ve taraftarı sayılmak için onların kurallarını
koyduğu ve temel kabul ettikleri şartları kabul etmelidir.
İmam Zeyn el Abidin (a.s), der ki: "Allah (c.c)'ın en nefret
ettiği kişiler bir İmamın sünnetini kabul edip
yaptığını yapmayanlardır." Allah (c.c)'ın en
nefret ettiği kişiler, onun en sevdiği kulunun taraftarları
olamazlar. İmam Sadık (a.s) der ki: "Bizi kabul eden her
Müslüman'ın her gün ve her gecede kendi kendini sorguya çekmesi gerekir. Eğer
yaptıklarında iyi bir şey görürse onu arttırmağa
çalışmalı, kötü bir şey görürse mağfiret dilemelidir.”
İmam Bakır (a.s) da
der ki: "Vallahi Şiamız sadece Allah'tan çekinen ve ona itaat
edenlerdir." O halde gerçek Şii Kur-an-ı Kerim'e göre dinin gereğini yerine
getiren, Ebu Zer (r.a)'in, Ammar İbn-i Yaser (r.a)'in ruhlarını
taşıyan gerçek Müslümanlardır. Öyle değilse o sadece
isim olarak Şii'dir.
Şii, Necef'teki
İmamın kabrini ziyaret ettiği zaman ona hitaben:
"السلام
عليك يا أمير
المؤمنين،
وإمام المتقين
وقائد الغر
المحجلين"
"Esselamu Aleyke Ya Emir El Müminin ve
İmam El Müttakin ve Kaid El Ğirr El Muhacceliyn" (Selam Sana ey
Müminlerin Emiri, Takva sahiplerinin İmamı, pak ve temiz
insanların lideri) diye seslenir. Bunu söyleyen şahıs eğer
iman ve takva sahibi değilse, İmam (a.s)'ın, kendisinden ve
yaptıklarından teberru ettiğini itiraf etmektedir.
Tıpkı Ku'ran-ı Kerim'i okuyan fasık ve
münafıkların kendilerini lanetleyen Kur'anı Kerim'i
okumaları gibi; çünkü Ku'ran-ı Kerim bunlara açıkça lanet
etmektedir.
İlginç durumlardan biri de
Parlamentoya Şiilik adına girenler, kimliğinde (muhtarın
şahitliğine dayanarak sayım memuru tarafından)
Müslüman-Şii yazılması üzerine
Şii olduğunu iddia etmekle kalmaz, Şiileri temsil
ettiğini de iddia eder. Ne zaman yolsuzluk yapmak isterse bu kimliğe
başvurur! Sanki Şiilik zulüm, haksızlık ve anarşiye
dayalı imiş gibi.
Böyle birinin Şiilik
hakkında hiçbir şey bilmediğine, 12 İmam (a.s)'ın
adlarını bile sırası ile sayamayacağına, hatta
hayatı boyunca bir kez bile oruç tutmadığına veya hiçbir farzı
yerine getirmediğine dair bahse girerim. Adam namaz kılanlarla, oruç
tutanlarla alay etmektedir. Buna rağmen Şiiler adına
Milletvekili ve Bakan olmakta ve Şiilik adına Şiileri
öldürmektedir. Kendisinden önce Muaviye oğlu Yezid de üzerinde
"Lailahe İlle llah, Muhammeden Resulullah" yazılı bir
değnekle Hz. Hüseyin (a.s)'nin
başına vurarak alay ediyordu!
Bu ve bunun
gibileri Şiiliğe mal edildikten sonra, Şiiler her tamahkarın
lokması haline geldiler ve İmam (a.s)’ın şu sözü onlara
uygun hale geldi "Bu Şiiler müşterinin hangisini
alacağını şaşıracağı keçiler durumuna düşeceklerdir. Ne
başvuracakları Şerifleri, ne işleri için
danışacakları bir kimseleri kalacaktır.” (40)
yani kasabın seçeceği
kesimlik keçiler kadar zayıf olacaklar ve ne bir çobanları ne de bir
liderleri olacaktır.
Ayrıca: “Ey Şiiler
sanki otlamak için ot arayan ve bulamayan develer gibisiniz.” demişti.
İmam
(a.s), Şiileri keçi ve deveye benzetiyor. Evet! Şiilerin şimdiki
durumlarına bakınız farkları var mıdır? Dünyadaki
durumlarına bakınız hiç helalı - haramı gözeten bir
liderleri var mıdır? Hiç çıkarını düşünmeyen
birinin liderlik yaptığını görüyor musunuz? Dini
liderlerine gelince; toplumunun yoksulluğu zayıflığı
onu hiç ilgilendirmez, düzeltmeğe çalışmaz; çünkü siyasi bir
olaydır bu! Bütün ilgisi, uğraşı nasıl daha çok
taraftar ve ona tabi olanları arttırabilir, dolayısı ile
para geliri çoğalabileceği üzerinedir! Siyasi bir liderliği
üstlenirse günahlarına günahlar katar. O halde Şiiler
şaşkın şaşkın dolaşan ve hiç yolunu
bulamayan veya kesime sürülen keçiye dönüşmüş ve hiç farkları
kalmamıştır.Şiiler, Emevi döneminden Osmanlı'nın
son dönemine kadar değişik yönetimlerden eziyet ve zulüm gördüler. Bunlar gidip
sömürgeci Batı gelince Şiilerin nasibine düşen zulüm ve eziyet
diğer taifelerden daha fazla olmuştu. İngilizler ve
Fransızlar kaçıp idare, yerli kalınca yine Şiilerin
hakları -özellikle Lübnan'da- verilmedi.
1943 yılında Lübnan'da
ilk başkan seçildiği zaman bazı Şii liderlerini kendine
yaklaştırıp bazılarını
uzaklaştırdı; taife hiçbir hakkını alamadı. Sonraki seçimde gelen başkan
yakınları uzaklaştırıp uzaktakileri
yakınlaştırdı; ama durum daha vahim oldu ve eski
şairle birlikte şu beyti tekrarlamaya başladık:
ياليت
جور بني مروان
دام لنا
وليت عدل بني
العباس في
النار
"Keşke Beni
Mervan'ın zulmü devam etseydi de
Beni Abbas'ın adaleti
Cehenneme gitseydi."
Ardından, üçüncü seçimde
gelen başkan gelir gelmez tarafsızlık politikası ilan etti;
ancak hala Şii taifesi hakkı ve adaleti beklemekte ama
bulamamaktadır.
Bütün başkanların dönemlerini
gördük, hiçbir şey değişmedi. Demek ki illet
dışarıda değil içeridedir. İmamın
yaptığı teşhis hala geçerlidir. Hala
başvuracakları veya dayanacakları şerefli bir liderleri
yoktur. Şeyhimiz Elşebibi ne güzel söylemiş:
أيها
المصلح من
أخلاقنا أيها
المصلح الداء هنا
إننا نجني على انفسنا حين
نجني سم ندعو
من جنى
"Ey
ahlakımızı düzeltmek isteyen,
İllet buradadır.
Haksızlık yaparız
eğer,
Dersek ki:"İllet
oradadır."
▬
i
İMAM (A.S) 'IN
DOĞUMU VE ÇOCUKLARI
İmam (a.s), Mekke'de
Beytullah El Haram'ın göbeğinde (Kabe'nin içinde) Cuma günü, Recep
ayının 13’ünde fil yılından 30 yıl sonra doğdu.
Babası Peygamber (s.a.a)'in amcası, annesi babasının Amcasının
kızıdır. Peygamber (s.a.a) Hz. Ali (a.s)'nin doğduğu
yılı hayır ve bereket yılı olarak ilan etti. Ona sütü
kendisi getirir, yıkarlarken suyu kendisi döker, beşiğini
kendisi sallar, uyanıkken onunla oynar, yükler göğsüne
bastırırdı.
Annesi ona babasının
adını, babası da Ali adını vermişti.
Lakaplarına gelince sayılmayacak kadar çoktur. Ben bir
kısmını yazıyorum. Emir El Müminin (Müminlerin Emiri),
Yasub Eddin (Dinin erkek arısı), Peygamberin Kardeşi, Betül'ün Kocası (Betül Hz. Fatıma
(a.s)'nın lakabıdır), Kafir Katili, Cennet ve Cehennem
Ayırt edicisi, Sancak Sahibi, Arapların Efendisi, Arıların
Emiri. Bu son lakabına gelince bununla ilgili hadis; Bihar ül Anvar
Kitabının 3. cildin sonunda
şöyle anlatılır: "Mağaranın birinde
Arı bulunmuş ancak arılar öyle saldırganmış ki
hiç kimsenin gücü içeri girip bal
almağa yetmemiş. Buna karşılık Hz. Ali (a.s)
mağaraya girmiş ve çıkarken yanında külliyetli bir balla
dönmüştü. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.a) ona Emir Ennehl
(Arıların Emiri) lakabını takmıştı."
Hz. Fatıma (a.s) ile
evlendiğinde kendisi 25, Fatıma 10 yaşında idi. Fatıma
Mekke'de Peygambere ilk vahyin gelişinden beş yıl sonra
doğdu. Hicretin 2. yılının Zil Hicce ayında evlendiler.
Derler ki: eğer Ali olmasaydı Fatıma’ya denk hiç kimse
olmayacaktı. İmam (a.s)'a Hasan (a.s)
, Hüseyin (a.s), Zeyneb El
Kübra (a.s), Zeyneb El Süğra
lakaplı Ümmü Gülsüm (a.s)'ü getirdi. Bir rivayete göre Hasan ve Hüseyin
İmam (a.s)'ı "Baba" diye çağırmazlardı çünkü
Peygamber (s.a.a)'den başkasını baba olarak görmezlerdi ve bu
durum dedeleri vefat edinceye kadar sürmüştü.!
Hz.
Fatıma (a.s) vefat ettikten sonra bir kaç kadınla evlendi.
1-
İmame Bint-i Ebu-l Ass’ın.
Annesi Peygamber (s.a.a)'in kızı Zeynep'ti kendisine Kerbela' şehidi Muhammed El
Avset (a.s)'i Dünyaya getirdi,
2-
Havle Bint-i Cafer İbn-i Kays El
Hanefiyye, İbn-i El Hanefiyye olarak bilinen Muhammed El Ekber (a.s)'i
Dünyaya getirdi.
3-
Ümmü Habibe Bint-i Rabia, Ona Ömer ve
Rukiyye (a.s)'yi Dünyaya getirdi.
4-
Ümmül Benin, Bint-i Hizam El Kilabiyye,
ona hepsi Kerbela'da şehit düşen Abbas, Cafer, Abdullah, ve Osman
(a.s)'ı Dünyaya getirdi.
5-
Leyla El Darimiyye, Kerbela'da şehit düşen ; Ebu Bekir
lakaplı Muhammed El Asgar ve Abdullah(a.s)'ı Dünyaya getirdi
6-
Esma Bint-i Hamis El Hasamiyye, Yahya ve
Avn (a.s)'ı Dünyaya getirdi.
7-
Ümmül Mesud El Sakfiyye, Ümmül Hasan ve
Remle (a.s)'yi Dünyaya getirdi.
Bu
saydıklarımızın dışında da evlendi onlardan
kızları oldu. Kızların adları sırası ile:
"Nefise, Ümm Hani, Rukiyye El Suğra, Ümmül Kiram, Cümene, İmama,
Üm seleme, Meymune, Hatice ve Fatıma (a.s)"
Çocuklarının
toplamı 27'dir, bunların 14'ü erkek diğerleri kızdır.
Şehit edildiği zaman yanında 22 kadını vardı.
Bunların dördü zevce idi: Kadınların en hayırlısı
Fatıma'nın yeğeni İmame, Leyla Bint-i Mesud, Esma Bint-i Amis,
Ümmül Benin El Kilabiyye. Diğerleri çocuk anaları idi.
Orta boylu,
–ne uzun ne kısa sayılırdı–, esmer tenli, saçları dökük, kaşları ince ve uzun,
gözleri büyük ve siyah, yakışıklı, güleç yüzlü, zarif,
geniş göğüslü, boynu uzun, göbekli, sırtı düz – sanki hiç
eklemi olmayan tek parça gibi–, elleri büyük, fazla eti olmayan adaleleri,
pazıları kollarından fark edilmezdi, kolları kalın, el
ve ayak dirsekleri ve tabanı büyük, ayakları ince idi. Muğire
Bin Şu-be "Ali Aslana benzer, Aslanda
kalın olan onda kalın Aslanda ince olan onda da incedir"
derdi.
Yürüyüşü
Hz. Muhammed (s.a.a)'in yürüyüşüne benzerdi. Savaşa başlarken
hiçbir şeyden çekinmez koşar adımla giderdi. Bir
atlıyı hiç zorlanmadan havaya kaldırır yere çalardı.
Bir kişinin kolunu sıktığı zaman o kişinin nefesi
kesilirdi. Ne sıcaktan ne soğuktan etkilenirdi. Bazen yazın
kış elbiseleri ile veya kışın yaz elbiseleri giyerdi.
▬
1)Ehlibeyt Mektebinde bu konularda çok eser mevcuttur.
Eş-Şafi - Murtaza3 ciltlik Dalailu' Sıdk Şeyh Muzaffer
Ayanu'ş Şia 3. cilt - Esseyid Muhsin
El Emin
El Muracaat - Şerafuddin El Gadir - El
EminiBu kitapları sadece değerli kitap oldukları için
değil, özellikle Nassı(İçerik) ispat ederken,
şüpheye düşen Ehl-i Sünnetin güvendikleri ve dayandiklari kaynaklara işaret ettikleri için
zikrettim.
***********************************************2)
Şeyh Muzaffer Dalailu's Sidk kitabında bu hadisin Tirmizi’nin
Sahihinde Hz.Ali’nin faziletleri bölümünde, Hakim'in Müstedrikinde yine
aynı adı taşıyan bölümünde, İbn-i Hacer’in Savaik in
birinci bölümünde anlattigini yazar C:2,
S:3, 1953 baskısı
***********************************************3)
1959 yılında Mısır’lı yazar Mustafa Mahmud,
“Allah ve İnsan” adlı kitap
yazdı, kitapta yaratıcının varlığını
inkar etti, çünkü sadece denemeye dayalı bilime inanıyordu, ben ona
cevap olarak “Allah ve Akıl”
adlı kitabı yazdım ve dört kere basıldı, sonra
adı geçenin bütün yazdıklarını takip ettim daha sonra “Gece
Yarısından Sonraki Günlükler” adlı kitabında önceki
fikrinden vazgeçiyor ve “Deney bir adım olabilir ama her şey
değildir, ben ilime inanırım yalınız onunla yetinmem,
duyulara da inanırım ancak onlar her şey değildir” diyordu.
Demek ki insan yansız ve insaflı bir şekilde araştırma
yaparsa gerçeği öğrenir ve Hak yolunu bulur.
***********************************************
4 )
İbni Kuteybe'nin El İmame ve assiyese adlı kitabının
C:1, S:6, 1957 baskısında Ebu Bekir'in "Bilin ki benim bir
şeytanım vardır bazen yolumu kesiyor" dediğini
yazmaktadır. İbni Kuteybe, Sünnilerin en güvendiği
kaynakların arasındadır. Vefatı: 276 H. Ayrıca,
aynı konuyu Tabari Tarihinin birinci cildinde okumak mümkündür.
İlginç olan bir durum da bazılarının "Bunları
Şiiler ekledi " demeleridir. Tabari'nin ve Tabari gibi yazan
diğerlerinin Şiiler hakkında yazdıkları sövgü ve
iftiralar doğru ve hak olarak kabul edilirken başkalarına
dokundurdukları zaman Şiiler
eklemiş oluyor. Bu durumda Şiilerinde, Tabari ve diğerlerinin
Şiiler hakkında yazdıkları sövgü ve iftiraları Sünniler eklemiş deme hakları
vardır. Vicdan sahipleri karar versin.
***********************************************
5 )
Kıyas, Sünni Fıkhının temel usuller arasındadır.
Oda, şeriatta hükmü var olan bir olayın hükmünü, kıyas yaparak
benzer bir olay için vermeleridir. Hükmü verirken, Şari (hükmü koyan) ne
özel ne genel anlamda asla bir nass koymamış olsa da Fakih kendi
takdirini kullanarak hüküm verir. Şiiler kıyası, Şari
(şeriatı emreden), olaya neden olan konuda açık bir hüküm
koymamışsa kabul etmezler. Yani hüküm nassa gerek duyuyorsa, hükme
neden olan olayda nassı gerektirir.
***********************************************
6) Mısır'ın büyük
edebiyatçılarından biri olan ve bir çok eseri bulunan Abdurrahman El Şarkavi dediki: Hz. Ali
(a.s) sekiz yaşında iken
–henüz ne peygamberlik ne de vahiy vardı- amcasının oğlunun
insanlığından onu sevdirecek
ve onu yüceltecek şekilde konuşurdu. Yani Hz. Ali (a.s) o zamandan İslam çağrısı
ve başarısı için gerekli ön hazırlığı
yapıyordu.
***********************************************
7) Ali ve Felsefe adlı kitabımda bir
çok çağdaş bilim adamından örnek vererek bilimin ve bilim adamlarının, bir bilim
dalının muhtelif bilimlere kapı açtığını
gördükten sonra bu teoriyi
desteklediğini yazmıştım.
***********************************************
8) Bunların içindenn: Altı sahihten
birinin yazarı Nesaiye ait bir kitap, Ebi Naim El Asfahani'nin
yazdığı kitap, Ebi Abdulkerim El sukarri'nin
yazdığı kitap, (Esseyid Emin'in Ayanu Şia kitaplarının
sayabiliriz. C:3)
***********************************************
9) Bu kitabın akıldan başka
İmam yoktur bölümündeki .... çoğu haktan nefret eder
kısmına bakınız.
***********************************************
10) Bu kitabın İmamı Ali Bölümü,
Naşşar'la birlikte kısmına bakınız
***********************************************
11) Allame Seyyid El Murtaza El Askeri İbn-i Seba
hakkında bir kitap yazdı, rakam ve kesin delillerle uydurulmuş
bir kişilik olduğunu ispat etti. Ben de, Me Uleme El Necef adlı
kitabımda bu konuya değindim. Hatta El Naşşar bile kitabının birinci cildinde
İbn-i Seba'nın varlığından emin bir şekilde
bahsettikten sonra ikinci cildinin 23. sayfada "İbn- Seba'nın
kişiliğinin uydurma olması muhtemeldir." Diye
yazmaktadır.
***********************************************
12) El Naşşar'ın
kuşağından olan Dr. Tevfik El Tavil'in yazdığı
Üsus El Felsefe (Felsefenin temelleri) adlı 1959 baskılı
kitabının 391. sayfada "Şiilerin İslam'ın ruhsal
içeriğini zenginleştiren his edilir katkıları olmuştu,
onların faal hareketleri dinin taşlaşmasına ve donuk
kalıplara girmesine engel oldu." Demiştir.
***********************************************
13) Kuran Işığında
Ali(a.s)'nin İmameti adlı
kitabımda:"Mutaassıpların Hz. Ali (a.s)' nin ilk Müslüman olduğunu inkar etme imkanı bulamayınca
gerçeği itiraf etmekte onlara zor geldiği için demagojiye
başvurdular ve ilk inanan yerine ilk inanan çocuk dediler....
***********************************************
14) Al Gazali, El Mustasfi Kitabının
mutabakat şartları bölümünde "Masumiyet ümmetin mutabakatı
ile gerçekleştiği kabul edilmiştir:" diye
yazmıştır. Allah'ta Kuranı Kerim'de - Ve bir şeyde ihtilâfa düştünüz mü onun hükmü, Allah'a
âittir. Diye buyurmuştur. Ehli Hakkın az olduğuna dair bir
çok rivayet vardır, bu konuda Allah'ta " Çoğu kavrayamaz"
diye buyuruyor. Bu durumda Sünni inancına göre masumiyet için, mutabakat
yeterlidir. Çoğunluk hatadan masum değildir hatta çoğu zaman hak
azınlığın tarafında olmaktadır.
***********************************************
15)
Sahihi Buhari C:5, Hz.Fatıma'nın faziletleri bölümünde '
Allah'ın Resulu dedi ki "Fatıma benden bir parçadır
ona eziyet eden bana eziyet etmiş
sayılır. Diye yazılmıştır.
Sahihi
Muslim'in 2. Cildin 2. Bölümündeki
Hz.Fatıma'nın faziletleri bölümünde Peygamber (s.a.v)'in
Fatıma benden bir parçadır onu üzen beni üzer ona eziyet eden bana eziyet etmiş
sayılır. Diye yazılmıştır.
***********************************************
16)Abdul Muttalib'in on erkek çocuğu
vardı, Abbas, Hamza,Zubeyr, Cuhl,(Ğaydak) Mukaddim, Dirar, Nevfel,
Haris, Ebu Leheb, Abdul Uzza, Ebu Talib adı da Abdül Menaf ve Abdullah.
Abdullah, Ebu Talib ve Zubeyr Fatıma Bint-i Amru İbn-i Ayed
adlı kadından diğerleri başka
kadınlardandı. Hz. Muhammed (s.a.v) ve Hz. Ali (a.s)'nin babaları aynı anadan ve babadan idi.Zubeyr'in
çocuğu olmadı, Abdullah'ın bir oğlu oldu Hz. Muhammed
(s.a.v), Ebu Talib'in ise üç oğlu oldu, Cafer, Ukayl ve Hz.Ali(a.s), Ebu
talib'in çocukları birbirleridei on yaşla büyüktür. Bihar ül Anvar
/Meclisi
***********************************************
17)Bir rivayete göre Hz. Muhammed'e (s.a.v)
otuz yaşını doldurduğu yıl doğmuştur.
***********************************************
18) Eskiler, Hz.Ali (a.s)'nin ilkMüslüman
olduğunu inkar edemeyince, hileye ve laf cambazlığına
başvurarak "İlk Müslümanlar, Kadınlardan Hz. Hatice,
Erkeklerden Ebu Bekir, çocuklardan Hz. Ali (a.s)'dir." Dediler.
***********************************************
19) Dalail Essıdk kitabına göre, El
Mavakit kitabında ve Hakim'in Müstedreki C:3, S:32 de
yazılıdır.
***********************************************
20) "Rihlat El İmam El Zincani"
1947 baskısı S:400, Sadr El Mutellihin 16 y.y
filozoflarındandır.
***********************************************
Şeyh Had, "Mustedrik Nehj El
Belağa" adlı
kitabında, Nehj El Belağa daki hutbelerin Şerif Errida
doğmadan muhtelih kitaplarda kayıtlı olduğunu ispat etti.
***********************************************
21) İlim El Yakin – Muhsin El Fayd, 1303 H
baskısı S: 126
***********************************************
22) Zahair El Ukba fi Manakib zaviy El Kurba –
S:64
***********************************************
23) Aynı kaynak
***********************************************
24) Aynı kaynak
***********************************************
25) Aynı kaynak ve Hayat Ali İbn-i
Ebi talib – Eşşeyh Eşşenkıytı
***********************************************
26) Allah ve Akıl adlı kitabım
S:54
***********************************************
27) Bazıları dedi ki : "maddenin
zihnin içinde olması imkansızdır çünkü zihin eğriyi ve doğruyu sıcağı ve
soğuğu düşünür. Yoksa zihin aynı anda hem doğru hem
eğri, hem sıcak
hem
soğuk olması lazımdır. Bu durumda zihinde var olan şey
maddenin kendisi değil sureti olması gerekir" dedi
***********************************************
28) Bazı müellifler, Yakin'i üç bölüme
ayırdılar, birincisi İlm El Yakin: bir şeyi görmeden onu etkisi ile varlığına
kanaat etmesi, ikincisi Ayn El Yakin: oda gözü görüp tanıması, üçüncüsü Hak El Yakin: oda bir şeyle
bizzat bire bir ilişki kurmasıdır.örneğin: Ateşin ışığını uzaktan
gördüğün zaman bu ilm el yakin, onu gözünle gördüğün zaman bu ayn el
yakin. Ancak ateş sana dokunursa bu hak el yakindir.
***********************************************
29) El Hafif Ettabari / Zakhair El Akbi 1356
baskısı, S:228
***********************************************
30) Ennas Vel İctihad 1956
baskısı S:78, El Müstedrik, Kitab Maarifet Essahabe C:3,S124'den naklen
***********************************************
31) Bu paragrafı, Ahmed Teymur'un
yazdığı bir kitaba üstat El Cundi'nin yazdığı
uzun bir önsözden aldım.
***********************************************
32) Musul Müftüsü Şeyh El Abdi, "El
Nuvat" adlı kitabının 109. sayfasında: "Müslim'in
ve Tirmizi'nin rivayet ettikleri
"El Sikeleyn (iki emanet)" hadisindeki Peygamberin sık sık
ehlibeytini tavsiye etmesinin nedeni kendisinden sonra onların
başına geleceklere bir işaretti. Ve o olaylar etkisi yüzyıllar
sürecek, İslam'ın özüne saplanmış bir hançer darbesidir!
***********************************************
33) El Akd El Ferid kitabının
müellifi birinci ciltte hep yatık vazıyette kalan bir özürlü insanlara ne söylemek istediklerini
bildirirdi. Bazı tarihçiler ve Hadis rivayetçileri başka
özürlüler
için de buna benzer şeyler yazdılar.
***********************************************
34) 1233 Allme El Meclisi'nin Hicri
baskılı Bihar ül Anvar, C:13,
135.163.168. sayfalar. El Meclisi 279
yıl önce vefat etti. Bilindiği gibi Meclisi 430 yılında vefat
eden Şeyh Ettusi'nin El Ğaybe, 413 yılında vefat eden
Şeyh El Müfid'in El İrşed ve 381 yılında vefat eden EL
Saduk'un El Maani adlı kitaplarınan
nakletmişti. Bu kitaplar halen basılmakta ve
okunmaktadır. Bu hadislerin İmamiyye kitaplarında
yazılması bin yıl öncesine dayanır.
***********************************************
35) Deleil Essıdk kitabı C:3, S:160
***********************************************
36) Burada
akıl ve nakil yoluyla Hz. Muhammed (s.a.v.)'in velayetini
kabullenen herkesin İmamın da
velayetini kabul etmesi gerektiği konusunu daha çok uzatmak istemiyorum
çünkü bu
konuyu "Mâa Aşşia El imamiyye ve Ehl-i Beyt" kitabında
yazmıştım.
***********************************************
37) Bu kitapta Şiilere atılan
iftiraların yanı sıra bir çok hata da vardır. Örneğin:
c:1, S:31'de "İslam'ın üç
temeli vardır: «Kur'an, Sünnet ve Hadis». Bütün İslam alimleri bilir
ki Sünnetle Hadis aynı şeydir. Yine C:1, S:31'de de söylenen ve
söylenmeyen küllidir, (bütündür) cüzi (parça) ise külli için söylenen ve
söylenmeyendir." Bu tıpkı bir kişinin «bu hayvanın
karnındaki ya erkektir ya değildir.» demeğe benzer. Oysa felsefe
ve mantık ehline göre külli çoğunluğu, cüzi ise sadece
tekliği ifade eder. Müellifler ise küllinin ve cüzinin tarifini
birleştirip her ikisini birden tarif ettiler.
***********************************************
38) Şair bir gün halkı anormal bir
şekilde hareketli görünce nedir bu hıys bıys?
(karışıklık) dedi ve bu onun lakabı haline geldi.
Kendisi tanınmış bir Fakih ve şairdi. Çok güzel
şiirleri vardır.
***********************************************
39) Tartışma çok uzundur ben
özetleyerek yazıyorum.
***********************************************
40) Bihar ül Anvar C:13, İmam
(a.s)' ın Hz. Mehdi (a.s)
hakkında söyledikleri bölümü.