ANASAYFA

BİRİNCİ VE İKİNCİ BÖLÜM

YAZARIN ÖNSÖZÜ
YOLCULUĞUN BAŞLANGICI
BİRİNCİ OTURUM
Nesep Tayini
Harun ve Musa Bin Cafer (a.s)'ın Resulullah (s.a.a)'in Zürriyeti Hakkındaki Tartışması
Hz. Fatıma'nın Evlatlarının Hz. Peygamber'in Evlatları Olmasına Dair Yeterli Deliller
Hz. Peygamber (s.a.a) Öğleyle İkindi ve Akşamla Yatsı Namazını Cem ve Tefrik Ediyordu
Seyyid Emir Muhammed Abid
Haşimi Seyyidlerin Medine'den Hareketi ve Katlağ Han'la Savaş
Seyyid Emir Ahmed (Şah Çırağ)
Seyyid Emir Ahmed (Şah Çırağ)'in Şahadeti
Şah Çırağın Cesedinin Bulunması
Seyyid Alauddin Hüseyin
İbrahim Mücab
Beni Ümeyye'nin Feci Amelleri
Zeyd Bin Ali (a.s)'ın Şahadet Vakıası
Cenab-ı Yahya'nın Şahadeti
Hz. Ali (a.s)'ın Kabrinin Bulunması
Hz. Ali (a.s)'ın Medfeni Hakkındaki İhtilaf
İbrahim Mücab'ın Evlatları
Şiraz Seyyidleri Tahran'da
İKİNCİ OTURUM
Şia Mezhebini Eleştirme
Muhaliflerin Eleştirilerine Cevap
Şia'nın Manası ve Teşeyyü'nün Hakikati Hususunda
Teşeyyü Makamının İzahı Hakkında Ayet ve Rivayetler
Selman, Ebuzer, Mikdad ve Ammar'ın Makamı
İranlıların Hulefa, Diyaleme, Gazan Han ve Hudabende Şahın Zamanında Şia Olmalarının Sebebi
Moğolların Döneminde Şia'nın Zuhuru
Allame-i Hilli'nin Kad'ıl- Kuzatla Münazarası
İslam Her Çeşit Irkçılığı Ortadan Kaldırdı
Bütün Bozgunculuk ve Savaşlar Irkçılık Nedeniyledir
Gulat'ın Akaidi, Onların Kınanılması ve Abdullah Bin Sebe'nin Lanetlenmesi
Muhammed Ehl-i Beyt'ine Salat Etme Hususunda Yapılan Tenkit ve Onun Yanıtı
Yasin Kelimesinin Manası ve "Sin" Edatının Peygamberin Mübarek İsmi Olması Hususunda
Âl-i Yasin'den Maksat Muhammed Ehl-i Beytidir
Muhammed Âl'ine Salavat Getirmek Sünnet Teşehhüd'de ise Farzdır

Yazarın Önsözü  

Hamd alemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur. Salat-u selam peygamberlerin sonuncusu, nebi ve emin olan Hz. Muhammed (s.a.a)’e, tahir ve temiz olan Ehl-i Beyt’ine ve özellikle de amcasının oğlu ve vasisi Emir’ul- Mü’minin Hz. Ali’ye olsun.

Allah’ın verdiği başarı, risalet hanedanının özel teveccühü ve ilim ve edep sahiplerinin isteği sayesinde bu değerli kitabın dördüncü baskısı da bittiğinden değerli okuyuculara şu dört önemli hususu hatırlatmak istiyorum:

1- Batıl ehlinin yaptığı kötülüklerden biri de alimlerin ve bilginlerin kitaplarına ihanet elini uzatmaları, söylediklerini tahrif etmeleri ve bazı bölümlerini yok etmeleridir.

Maalesef bu kötü iş Mısır ve diğer ülkelerdeki Ehl-i Sünnet matbaalarında açıkça görülmektedir. Onlar bir çok tahriflerde bulunarak ve bazı konuları yok ederek aslında bizzat kendi yazarlarının, bilginlerinin ve alimlerinin ruhunu incitmektedirler. Bazı bilginlerin, bencilliklerinin esiri olup bağnazlığa düşmeleri, büyük alimlerin kitaplarına ihanet ellerini uzatmaları ve bazı konuların tahrif veya yok edilmesiyle hak ve hakikatin ortadan kaldırılamayacağından gaflet etmeleri gerçekten çok üzüntü verici bir husustur.

Halbuki Allah-u Teala bizzat hakkı korumayı kendi kudret ve iradesine almıştır. Bu önsözde fazla açıklamaya yer olmadığı için, konuyu ispat edici bir örnek olsun diye sadece şu bir örneğe işaret etmek istiyorum:

H. 1319 yılında Mısır’da el-Kübra-i Emiriyye matbaasında ikinci baskısı yapılan Tefsir-i Keşşaf c. 3 s. 301’de Carullah Zemahşeri’nin söylediği şiirler ve beyan ettiği görüşler apaçık bir şekilde kaydedilmiş ve bütün bu şiirler bu kitapta mevcuttur. Ama ne yazık ki H. 1373 yılında Kahire’de el-İstikame matbaasında basılan yeni baskısında söz konusu şiirler atılmıştır. Elbette bu, Ehl-i Sünnet kardeşlerin yaptığı bu tür hareketlerinin sadece bir örneğidir. Dolayısıyla bizim kitabın metninde işaret ettiğimiz bazı kaynaklar ve bilgiler eğer yeni kitapların yeni baskılarında görülmezse sebebi sözünü ettiğimiz bu tahriflerdir. Gerisini varın siz mukayese edin.

2- Kitabın editörlerinin ve matbaanın gösterdiği bütün dikkat ve çabaya rağmen maalesef kitap basıldıktan sonra yine de bir takım hatalar görülmüş, mümkün olduğu kadar bu hatalar giderilmeye çalışılmıştır.

3- Pakistan, Bağdat ve Kuveyt’ten bazı dostlar bu kitabın kendi dillerine tercüme edilmesi hususunda izin istediler. Ben de burada bu kitabı ve “Sed Mekale” kitabını tercüme edilebileceğini ve bunun için izin verdiğimi belirtmek istiyorum. Sadece çevirmenlerden bu kitapları kelime kelime tercüme etmelerini, hiçbir tahrif, atma ve mana üzere nakil yapmaksızın bütünüyle tercüme etmelerini istiyorum.

4- Önceki baskılarda da söylediğim gibi bu kitabı ticari amaçlı olarak basmıyorum. Bu konuda hiçbir beklentim yok, hiç kimseden de maddi ve manevi yardım almış değilim. Buna bizzat kitabı satan kitap evleri de şahittir. Ben sadece velayet maarifinin tebliğini amaçlıyorum. Hiçbir maddi menfaat ummuyorum. Ama maalesef buna rağmen bazı kitapçılar büyük bir kabul gören bu kitabı fahiş bir fiyatla satmaktadırlar. Bu yüzden dindar kitap evlerini uyarıyorum. Bu iş velayet makamına ihanettir ve kötü bir şeydir. Ben bundan razı değilim, dolayısıyla Allah, Peygamber ve velayet makamının sahibi de bu kötü amelden razı olmayacaktır.[1]

Bu kitabı sadece velayetin gerçeklerini ve imamet makamının güzelliklerini açığa çıkarmak ve düşmanların yıllarca Ehl-i Sünnet kardeşlerin zihninde icat ettikleri batıl şüphe ve ilkaları ortadan kaldırmak için yayınlamış bulunuyorum. Dolayısıyla da bu kitaptan dolayı hiçbir ticaret ve maddi gelir endişesi içinde değilim.

“Şüphesiz ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam.”[2] ayetinin de gereği olarak velayet nuru tecelli etmiş ve bu kitap dost ve düşman tüm Müslümanların ilgisini kazanmıştır.

Elbette bu kitap basılınca her taraftan saldırıya da uğrayabilir ve eleştirilebilir. Nitekim bizden öncekiler de bu tür saldırılara uğramıştır. Dolayısıyla hasetçi ve inatçı insanların kınamasından da öte bu kitaba itiraz edilebileceğini ve saldırıya uğrayabileceğini tahmin ediyorum.

Bazı alimler bu kitabın yüce anlamına ve zahiri ibarelerine itiraz edebilir ve neden bu kitabın edebi inceliklerden, yüce felsefi ve ilmi anlamlardan, kafiye ve uyumdan uzak kaldığını ifade edebilir.

Cevaben söylemek gerekir ki, daha önceden de beyan ettiğim gibi ben ömrüm boyunca asla gösteriş meraklısı olmadım. Gerçek anlamda yaratılış aleminin küçük bir zerresi olduğum düşüncesiyle hareket ettim.

Ayrıca inancıma göre konuşmacılar ve yazarlar ya resmen ilmi meclislere katılmalı ve alimler için konuşmalıdır ve yazmalıdır; ya da sıradan halk için konuşmalı ve yazmalıdır.

Şüphesiz bu tür konularda ilim ve felsefe ehli alimler bir çok kitaplar yazmışlardır. Dolayısıyla alimler için bu tür yazıları kaleme almak abesle iştigaldir. Sıradan halka ilmi ve felsefi yüce konuları yazmak veya beyan etmek de tümüyle yanlış, faydasız ve ömürlerini heder etmektir. Yüce konular oldukça sade bir beyanla ifade edilmelidir.

Ayrıca ben bu kitabı ilmi ve düşünsel gücümle güzel bir kitap yazma düşüncesi içinde kaleme almadım. İnsaf üzere hüküm vermeleri ve aldatıcıların hilelerine kanmamaları için sade bir dille ifade edilip basında da yer alan bu yüce konuları özellikle bu ülke Müslümanlarının da dikkatine sunmak istedim.

Dolayısıyla bu kitap; hızlı yazabilen Hindistanlı basın mensuplarının huzurunda birkaç Ehli Sünnet alimiyle yaptığım tartışmalardan ibarettir. Burada konuşulanlar ilk önce söz konusu basın mensuplarının gazete ve dergilerinde de yer almış, daha sonra da tarafımdan kitaplaştırılmıştır.

Her ne kadar delil ve mantık üzere söylenmiş de olsa, düşmanın fitne vesilesi kılmasına yol açabilecek bazı cümleler nakledilmemiş, yeni bir takım kaynak ve ifadeler gözden geçirilerek okuyuculara takdim edilmiştir.

İlim, fazilet ve edep ehli kimselerin bu kitaba sade ve temiz bir niyetle yaklaşmasını ümit ederim. Gördükleri yanlışlıkları affetmelerini ve bunu gidermeye çalışmalarını dilerim. İnsan unutkandır, masum peygamberler ve değerli vasileri dışında hiç kimse unutkanlıktan uzak değildir.

Bazıları bu kitapta yazılanların yeni bir şey olmadığını, 1300 yıldır söylenen şeylerin tekrarından ibaret olduğunu ifade edebilirler. Buna da cevap olarak demek gerekir ki dini konular, ilmi faraziyeler, matematiksel işlemler ve felsefi konular gibi değildir. Zaman aşımına uğramaz ve yeniden keşfedilmez. Kur’an-ı Kerim, muteber hadisler ve tarihi gerçekler asla değişmez. Elbette herkes bir öncekilerden nasiplenir. Ben de neye sahipsem Kur’an-ı Kerim’den muteber hadislerden, tarihi gerçeklerden ve ilim ehlinin araştırmalarından istifade ettiğim şeylerdir.

Bazı sade kimseler de bu tür kitapların fitne ve ayrılığa sebep olduğunu ve bu yüzden yazılmaması gerektiğini ifade edebilirler. Buna da cevap olarak söylemek gerekir ki, biz de dini takvaya sahibiz. İlim, mantık ve edep dışında kalemi ele alarak iftiralarda bulunmak elbette doğru değildir.

Elbette biz bazıları gücenmesin diye ilmi ve mantıksal tartışmaları bir kenara bırakmayı, yapılan itham ve iftiralara karşı susmayı da doğru bulmuyoruz. Bunun Şia alemine büyük bir zarar vereceği kanısındayız. Çünkü tarihin de tanıklık ettiği gibi biz ne kadar sustuysak ve gerçekleri dile getirmediysek bazı kimseler bir o kadar cesaretlenerek ilim, edep, din ve medeni olmayı bir kenara bırakarak şiddetle ihanette bulunmuş, dili ve kalemiyle Şii Müslümanlara saldırmıştır.

Biz her ne kadar dost olduysak onların akıl ve şeriat dışı davranışlarını görmezlikten geldiysek ve bazı yazarların mukaddesatımıza karşı savurdukları küfürleri, tekfirleri ve iftiraları görmezlikten geldiysek yine de onlar zerre kadar değişmemiş, hatta daha da küstahlaşmıştır. Fırsatını buldukça zehrini dökmüş, şiddetle saldırmış, halka bizlerin kafir ve müşrik olduğunu söylemişlerdir.

İşte bütün bunlara rağmen dostluk ve nezaket gölgesine sığınarak bütün bunlara cevap vermemek insanın görevini yapmadığı anlamına gelmektedir. Benim Müslümanlar arasında fitne çıkardığım sanılmasın. Ben Kur’an ayetleri, Peygamberin emirleri ve masum Ehl-i Beyt’in tavsiyeleri doğrultusunda Müslümanların birlik ve beraberliğini istiyorum. Zira İslam ümmetinin saadeti, büyüklüğü ve azameti Müslümanların birliğindedir. Elbette bunun gerçekleşmesi ve Müslümanlar arasında dostluk ve kardeşliğin sağlanması için de her iki tarafın buna riayet etmesi gerekir.

Birlik ve beraberlik için gerçekler görmezlikten gelinemez ve yanlışlıklara sessiz kalınamaz. Bu tür görmezlikten gelmeler bizim aleyhimize tamam olur.

Ben kesin olarak Ehl-i Sünnet kardeşler ile dostluk ve samimiyet içinde olunmasını, İslam fırkaları arsında güzel ilişkilerin kurulmasını ve anlayışın hakim olmasını istemekteyim. İslam ve Müslümanların ıslahı ve maslahatı da bundadır.

Ama Ehl-i Sünnet kardeş ve alimleri de bu dostluğa inanmalı ve birlik ve beraberlik içinde hareket etmelidirler. Aksi takdirde tek taraflı dostluk ve görmezlikten gelmek sürekli ve kalıcı olmayacaktır. Bu tek taraflı dostluk ve riayet sebebiyledir ki, her zaman özellikle de günümüzde bazı küstah yazarlar, Sünni adı altında bir takım kitap ve makaleler kaleme almış, inançlarımıza saldırmış ve insanları bu konuda kandırmaya çalışmışlardır.

İlginç olan da şu ki bütün bu sövgü, ihanet ve iftiralara rağmen kendilerini hak sahibi görmekte, buna karşı Şiilerden biri kendi haklarını korumak için cevap vermeye kalkıştığında de hemen ona saldırmakta ve binlerce çirkin kelimeler ve iftirayla karalamaya çalışmaktalar.

Halbuki sövmek acizlerin işidir. Onlar buna riayet ederlerse şüphesiz biz de susar ve hatalarını görmezlikten geliriz. Ahmet Emin, Kasımi, Muhammed Sabit, Kürt Ali ve Musa Carullah gibi Şia mezhebinin mukaddesatına saldıran kimseler; Mısır’daki el-Ezher üniversitesi, Dimaşk, Bağdat ve diğer yerlerdeki ilmi merkezler tarafından reddedilir ve aslında yakılması gereken kitap ve makaleler yayınlanmazsa, biz de büyük bir dostluk içinde onlara kardeşlik elimizi uzatır, kaybolan azametimizi yeniden kazanmak için onlarla büyük bir birliktelik içine gireriz.

Ama küstah yazarlar ve gizli eller sürekli kendilerini Sünni olarak tanıtmakta ve bu birlik ve samimiyetin oluşmasına engel olmaktadırlar. Kendi zehirli kalemleriyle Müslümanların kalbine nifak tohumları ekmektedirler. Akıl sahibi kimseler, bize yapılan bunca küfür, tekfir ve ihanetlere rağmen susmamızı ve cevap vermememizi nasıl isteyebilirler?

İnsanları kışkırtmamak gerektiğini söyleyen beyler, Sünni yazarların makalelerine ve kitaplarına bakmıyorlar mı? Bakacak olurlarsa, asıl kışkırtıcıların kendini savunan Şii alimleri değil, bu satılmış kalemler olduğunu kesin ve açık bir şekilde görürler.

Son zamanlarda yazılan Şii kitaplarına bakacak olursanız, hepsinin genelde kendilerini savunma niteliğinde olduğunu açıkça görürsünüz. Hiçbir akıl sahibi bu kadar iftira ve küfürler karşısında sessiz kalmayı tavsiye etmez. Ben de tebliğ makamına geldiğim andan itibaren İslam mukaddesatını savunmaya ve düşmanların her türlü saldırılarına karşı koymaya çalıştım.

Zira hurafe ve nefsani arzularla savaşmanın çok zor olduğunu biliyorum. Adetler ile savaşmak düşmanlık yaratır. Nitekim büyük hidayetçiler de sapık ümmetleri ifrat ve tefritten korumaya çalıştığında sürekli cahillerin saldırısına uğramış ve büyük bir muhalefetle karşılaşmışlardır.

Peygamberlerin ve değerli vasilerinin hayatı, insanın aklını hayretlere düşüren saldırılar ve düşmanlıklar ile doludur. Onların düşmanları her türlü çirkin davranışa baş vurmuş, her türlü iftirada bulunmuşlardır.

Biz de peygamberlerin takipçileriyiz. Dolayısıyla da şiddetli saldırılara uğrayacağımız bellidir. Her türlü zorluklar ve iftiralar karşısında sabretmeliyiz ki biz de kendilerine uyduğumuz ilahi insanlar ile mahşur olabilelim ve büyük bir sevaba erişelim.

Allah’a şükürler olsun şimdiye kadar da bu yolda büyük fedakarlıklar gösterdim. İç ve dış düşmanlar bana karşı bir çok iftirada bulundular ve çeşitli yollar ile beni tehdit ettiler. Ben ise bu saldırılar karşısında kendimi savunmaya da kalkmadım. Bu konuda sabrettim, direndim, imanım arttı. Sürekli din büyüklerinin tarihini, hayatını göz önünde bulundurdum ve yegane hükmün Allah’ın hükmü olduğunu söyledim.

Ben hakkın hüküm ve emrinden ayrılmam

Düşmanın kılıcı başıma inse de

Bütün bu iftiralara ve yalanlara karşı beni koruyan, insanlar arasındaki sevgimi ve saygınlığımı arttıran Allah’a şükürler olsun. Gerçekten de kim Allah için olursa, Allah da onun için olur. İnsanlar hiçbir zaman hak ve hakikati ortadan kaldıramazlar.

O Yahudiler onca yalan ve iftira attılar;

İsa bin Meryem’e, Meryem’e ve havarilere.

Ben kimim ki bana yalan atılmasın;

Ne güneşim ne de dolunay.

Hz. Musa’ya Hz. Meryem’e zina iftirasında bulundular, onca peygamberi sihirbazlık, yalancılık ve delilikle suçladılar. Onlar bütün bunlara rağmen gevşemediler, ümitsizliğe kapılmadılar ve hayatları bizler için birer ibret dersi oldu. Böylelikle bizim de iftiralar ve küfürler karşısında kaçmamamızı, inançlarımızda daha da sabit ve güçlü olmamızı sağladılar.

Din düşmanları bütün iftiralara rağmen, din büyüklerinin adını kötüleyemedi ve onları halkın kalbinden çıkaramadı. Muaviye gibi bir insan bütün gücüyle Hz. Ali (a.s)’ın adını kötüye çıkarmaya çalıştı, bu konuda bir çok çirkin işlere bulaştı. Hz. Ali’nin namaz kılmadığını, makam düşkünü olduğunu, Medine’de fitne çıkardığını, Osman’ın katline bulaştığını iddia etti. İnsanları Ali (a.s)’a lanet etmeye teşvik etti. 80 yıl boyunca minberlerde Ali (a.s)’a lanet edildi. Hariciler ve nasibiler de bu çirkin ameli günümüze kadar devam ettirmişlerdir. Onlar her ne kadar Ali (a.s)’ın adını kötülemeye çalıştılarsa da bunun tam aksi gerçekleşti. Kendi adları tarihten silindi ve sadece utanç duyulan isimleri tarihte kaldı. Hak ve batılın göstergesi de budur.

Batıl az bir süre gezer durur;

Hak ise sabit ve kalıcıdır.

Öyle ki günümüzde Şam’a gidenler büyük bir şaşkınlığa düşmekteler. Zira Şam ehli onları o kadar sevdikleri halde Ümeyye oğullarından hiçbirinin kabri bile kalmamış, tüm izleri silinip gitmiştir. Ama Hz. Ali (a.s) ve evlatlarının kabirleri her yerde güneş gibi parlamakta, bütün insanların ziyaretgahı haline gelmiş bulunmaktadır.

Hatta Şam’da bile Muaviye’den eser kalmadığı halde Haşim oğulları’nın kabirleri, özellikle de Haşim, Sekine, Fatıma, Abdulah, Cafer-i Tayyar ve hatta Bilal-i Habeşi’nin mezarı tüm azametiyle ayakta durmaktadır.

Özellikle de Şam’ın bir fersah uzaklığındaki Hz. Zeyneb’in mezarı, herkesin akın ettiği bir ziyaretgah haline gelmiştir. Emevi camisinin yanında ise İmam Hüseyin (a.s)’ın kızı Rukayye’nin mezarı vardır. Söylendiği üzere Rukayye esirlik anında Şam harabesinde dünyadan göçtü ve oraya gömüldü. Oradan geçen Şii ve Sünni her Müslüman kendisine saygı ve sevgi göstermekte, Peygamberin torunu olan Rukayye’nin azametli ruhundan yardım dilemektedir.

Bugün de o kavmin takipçileri, bunlardan öğüt alıp akıllanacağına ve kötü amellerinden el çekeceklerine, iftiraya başvurmakta, Harici ve Nasibilerin avukatlığını yaparak İslam düşmanlarına alet olmaktadırlar.

Bazen Hz. Ali ve Ehl-i Beyte saldırmakta, bazen de Peygamber gibi Ehl-i Beyti savunduğu için Şii alimlerine hakaret etmekte, iftirada bulunmaktadırlar. Herkese belli bir iftirada bulunarak, kimini emanetsizlik, kimini dinsizlik, kimini de ahlaksızlık ile suçluyorlar. Böylece toplumun kendilerine güvenmesine engel olmaya çalışıyor, sözlerinin kalplere etki etmesinin önünü almaya uğraşıyorlar. Böylece de halkı başı boşluğa iterek düşmanların hakimiyetini sağlamak istiyorlar.

Halbuki Peygamberlere ve vasilerine attığı iftiralar da etkisiz kalmış ve toplumdaki sevgileri gün gittikçe artmıştır. Dolayısıyla bugün de Ehl-i Beyt alimlerine atılan iftiralar etkisiz kalacak, insanların kalbindeki sevgileri gün gittikçe artacaktır.

İslam düşmanları şunu bilmelidir ki, bir insan Allah için oldu mu Allah da onun için olur. Nitekim Allah-u Teala Tevbe Suresi 32. ayette şöyle buyurmaktadır:

“Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Kâfirler istemese de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır.”

Çırağı ra ki iyzed berefruzed,

Ger ebleh pof koned riyşeş (belki riyşeeş) besuzed.

Allah’ın yaktığı ateşi,

Cahil üfürürse sakalı (belki kökü) yanar.

Velhasıl küfür ve iftiralar inatçı ve sermayesiz insanların adetidir. Eğer bu iftira ve yalanlar şahsi olursa tahammül edilebilir ve görmezlikten gelinebilir. Aksi takdirde burada susmak manasız ve acizliktir.

Bu iş tıpkı savaşan iki kişiden birinin eline kılıcı verip diğerine de sabretmeyi tavsiye etmek gibidir. Burada suskunluk acizliktir ve başkalarının da haktan sapmasına neden olur. Dolayısıyla da büyük bir haramdır. Nitekim bir hadiste Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Ümmetimin içerisinde bidatler (ve hakkı gizlemeler) ortaya çıktığında, alim ilmini ortaya koymalıdır; kim bunu yapmazsa Allah’ın laneti onun üzerine olsun.” [3]

Elbette şahsi hususlarda tahammül etmek gerekir. Ama umumu ilgilendiren hususlarda susmak câiz değildir. Ehl-i Beyt (a.s) da Yezit ve Muaviye gibi soysuzlara teslim olmamış, zulüm ve baskıları karşısında direnmişler ve şöyle buyurmuşlardır:

“Ölüm, kusur ve ara katlanmaktan daha evladır.”

İnsanın, kendini savunma gücüne sahip iken ve bu konuda hiçbir engel yok iken susması zalime yardım olacaktır. Elbette burada şu soru sorulabilir: Bundan otuz yıl önce Ehl-i Sünnet ile yaptığınız bir tartışmayı bugün yayınlamanızın ne gereği vardı?

Evvela söylemem gerekir ki ben şöhret düşkünü bir insan değilim, şöhretin yıkıcı afetlerinden tümüyle haberdarım. Şimdiye kadar farklı dallarda otuzdan fazla kitap yazdım ve asla kendimi gösteriş yapmaya kalkmadım.

Ama şu anda bir takım nedenlerden dolayı bu kitabı basmak istedim. Fasit, hain ve satılmış kalemler meydanı boş görünce istediği her şeyi yazdılar ve söylediler.

Parlak ve nurlu güneş gizlenince,

Yarasalar oyun sahnesine çıkar.

Özellikle Mısır’da gizli eller bir takım kitap ve makaleler ile bilgisiz insanları şaşkınlığa düşürmüş ve Şiilerin kafir ve Rafızi olduğunu ifade etmişlerdir. Ama bu arada hain olduğunu söyleyemeyeceğim bir takım kalem ehli kimseler de geçmişlerine uyarak açıkça iftira dolu kitaplar yazmış (es-Sünne ve’ş- Şia), eserler yayınlamış ve Şia alemine darbe vurmuşlardır...

Burada söylenecek bir çok şeyler vardır. Eğer kalemi serbest bırakacak olursam ve İslam’ın ilmi, ameli ve içtimai konularına girecek olursam, bu önsöz de İbn-i Haldun’un önsözü gibi uzar ve başlı başına bir kitap olur.

Son olarak değerli gençlere şunları tavsiye ediyorum: Kendinizi şahıslara kul köle etmeyin, her söze inanmayın, her sese yönelmeyin, hak Şia mezhebi hakkında bir şüphe ortaya atıldığında hemen ehil insanlara giderek dalalete düşmekten kurtulmaya çalışın. Din satıcıları sizi kandırmasın, onlar sizlerin özgürlüğünüzü gasp etmek ve sizleri sömürmek isterler. Bu yüzden batıl sözleri hak gibi göstermeye çalışırlar, dindar insanlara karşı sizleri kötümser kılmak için uğraşırlar, aranıza fitne sokmak için didinirler. Dinde ıslahat ve hurafeleri engellemek adına sizi dinden uzaklaştırmak isterler. Sizi birbirinize düşürerek düşmanlarınızın hakimiyetini sağlarlar. Zira bizi birleştiren yegane güç dindir. İslam düşmanları da bu yoldan girerek Müslümanları birbirinden ayırmaya ve onları emperyalistlere teslim etmeye çalışırlar.

İnsan yüzlü bir sürü İblis vardır;

O halde her eli sıkmamak gerekir.

Batıl ehli sürekli hak suretinde görünmeye çalışır ve bu yolla halkı kandırmak için uğraşır. Uyanık ve bilgin insanlar akıl, ilim ve mantık silahıyla batıl perdeleri yırtmalı, kendilerini dalalet çukurundan kurtarmalıdırlar.

Ben sadece tebliğ ediyorum,

İster ibret al, ister yüz çevir.

Peygamber (s.a.a)’in; “Kullara teşekkür etmeyen, yaratıcıya şükür etmez.” buyruğu üzere bu kitabın baskısında emeği geçenlere teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. Bizzat kendileri benden adlarının yazılmamasını istedikleri için ben de adlarını zikretmiyorum. Onlar hakikatte velayet makamıyla bir alışverişte bulunmuşlar ve Allah’tan sevap dilemişlerdir.

Allah’tan onlara ebedi saadetler vermesini, dünyada bereket ve başarı dolu bir hayat sürdürmelerini, ahirette de Ehl-i Beyt ile mahşur olmalarını dilerim. Allah onların bu amelini kabul etsin ve uhrevi sermayelerinden kılsın.[4]

Bendeniz fani kul Muhammed Musevi

(Sultan’ul-Vaizin Şirazi)

 



 

YOLCULUĞUN BAŞLANGICI

Rabi’ul- Evvel 1924’de, otuz yaşındayken kutsal ziyaretgahlara müşerref olduktan ve masum İmamların (Allah’ın binlerce salat ve selamı onların üzerine olsun) kabirlerinin ziyaretlerinden ayrıldıktan sonra Hindistan yoluyla sekizinci İmam Mevla Ebu’l Hasan’ir- Rıza Hz. Ali bin Musa (a.s)’ın türbesini ziyaret etmek için Horasan’a doğru hareket ettim.

Yolumun üzerinde bulunan Hindistan’ın iki önemli liman şehri olan Karaçi[5] ve Bombay’a vardığımda bu gezim, sonra beklenenin aksine önemli gazetelerde yer aldı. Hindistan’ın uzak şehirlerinden eski dostlar, samimi ve mümin arkadaşlar, ülkelerine geldiğimden haberdar olunca, beni bulundukları bölgelere davet ettiler; mecburen davetlerine icabet ettim. Dehli, Agire, Lahur-i Pencab, Siyalkut, Keşmir, Haydarabad-i Behar, Lipur, Kuveyte ve diğer şehirlere gittim. Gittiğim her yerde halk tarafından coşku ve sevgiyle karşılandım. Bu önemli şehirlerin çoğunda çeşitli din ve mezhep alimleriyle münazara (tartışma) meclisleri düzenleniyordu.

Önemli münazara meclislerinden biri “Dehli” şehrinde Hindistan’ın önderi Gandi’nin de bulunduğu Hindu ve Brahman din adamlarıyla yapılan münazaraydı. Bu münazara o günün gazetelerinde geniş bir şekilde yer aldı. Allah-u Teâla’nın havl-u kuvvesi ve Hz. Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in özel lütfüyle başarı daima benimleydi. Allah’ın yardımıyla, mukaddes İslam dininin ve hak mezhep olan Caferiliğin hakkaniyetini isbat ettim.

Daha sonra “Dürr-ü Necef” adlı haftalık derginin muhterem müdürü sayın Ebu’l- Beşir Seyyid İnayet Ali şah Nakavi’nin önderliği ile “Siyalkut” şehrinin “İsna Aşarîye” derneği tarafından davet edildim. Bunun üzerine o bölgeye doğru hareket ettim. İyi bir rastlantı üzere merhum “Risaldar Muhammed Ekrem Han”ın oğlu ve “Kolenl Muhammed Efdal Han” ın kardeşi ve eski samimi dostum olan sayın “Serdar Muhammed Serverhan Risaldar” [6], muhtelif kesimlerden oluşan büyük bir cemaatle beni karşıladılar ve hep birlikte onların evine gittik. Hindistan’ın Kızılbaş ailesinin ünlü Serdarlar’ı “Pencab”da oturuyorlar. Bunlar H. 1339-1340 (1918-1919) yıllarında “Kerbela”, “Kazimeyn” ve “Bağdat”ta hakimiyet kurmuşlardı. Yine bunlar “Siyalkut” şehrindeki Kızılbaş ailesinin şerefli, ünlü ve mümin kişilerindendirler. Ayrıca o şehrin adliye idaresinin reisi idiler ve bütün halkın onlara karşı özel ihtiramları vardı.[7]

Benim “Pencab”a gitmemle ilgili haber gazeteler vesilesi ile yayınlanır yayınlanmaz, İran’a gitme niyetinde olduğum halde ve bu konudaki ciddiyet ve ısrarıma rağmen, çeşitli yerlerden özellikle de “Pencab”da Şia alimlerinin iftiharlarından olup “Lahur”da oturan, otuz ciltlik “Levami’ut-Tenzil” tefsirinin sahibi Hüccet’ul- İslam Sayın “Seyyid Ali Razevi Lahuri” tarafından şahsıma durmadan davet mektupları geliyordu.

Ayna zamanda Hindistan’ın “Pencab” şehrinde, Şia’nın büyük şahsiyetlerinden olan Kızılbaş kardeşler ve oradaki müminler tarafından “Peşaver” şehrine davet edildim.

Sayın “Muhammed Server Han”ın ısrarıyla bu daveti kabul edip 14 Recep’de o şehre doğru hareket ettim. Oraya vardığımda onlar tarafından fevkalade saygıyla karşılandıktan sonra minbere çıkıp sohbet etmemi istediler. Hindistan dilini kamil bilmediğimden, Hindistan şehrinin hiç birinde minbere çıkıp sohbet etmedim. Ama “Peşaver” halkı genellikle Farsça’yı iyi bildiklerinden dolayı ricalarını kabul ettim. İkindi vakitleri “İmam Bare”[8]de merhum Adil Beyk Risaldar’ın düzenlediği ve çeşitli mezhep ve dinlerden olan bir grup cemaatin de hazır bulunduğu mecliste görevimi yapmaya çalışıyordum.

“Peşaver” halkının ekseriyeti Müslüman ve Ehl-i Sünnet kardeşlerden olduğundan dolayı üç saat süren konuşmam daha çok onlara yönelikti. Daha çok İmameti isbat edici konuşmalar yapıyordum.

İşte bundan dolayı onların mecliste bulunan alimleri benden özel bir meclis rica ettiler. Bunun üzerine bir kaç gece bulunduğum eve gelip saatlerce bu mevzularda ilmi tartışmalarda bulunuyorduk.

Bir gün minberden aşağıya indiğimde büyük alimlerden “Hafız Muhammed Reşit” ve “Şeyh Abdüsselam” isminde iki kişinin geldiğini ve benimle görüşmek istediklerini haber verdiler. Bunlar benden vakit aldıktan sonra, her gün akşam namazlarından sonra aralıksız 10 gece yanıma geldiler. Her gece vaktimiz genellikle altı yedi saat, bazen de sabaha kadar süren ilmi sohbet ve tartışmalar geçiyordu. Son gecede Ehl-i Sünnet’in büyük şahsiyetlerinden altı kişi, hak olan Şia mezhebini kabul ederek Şia olduklarını ilan ettiler.

Gazete ve önemli dergilerin muhabirlerinden dört kişi, her iki fırka (Ehl-i Sünnet ve Şia)’nın muhterem şahsiyetlerinden yaklaşık iki yüz kişinin bulunduğu bu toplantıda her iki tarafın konuşma ve münazaralarını kaydedip ertesi gün onları gazete ve dergilerde yayınlıyorlardı. Ben de be gecelerde gerçekleşen o konuşma ve tartışmaları, gazete ve dergilerden bir araya toplayarak siz muhterem okuyucuların huzuruna sunuyorum. İşte bundan dolayı kitabı da “Peşaver Geceleri” diye adlandırdım.

Muhterem edebiyatçılar, kitapta gördükleri hataları kusur görmemelidirler. Çünkü münazara vakti hiç kimse lafız ve sözünün güzelliğine dikkat etmiyor, insanın bütün dikkati mana ve hakikatlerde odaklanıyor. Gazete ve dergilerde naklolunan tartışma ve sözler, hiçbir değiştirme yapılmaksızın muhterem okuyucuların huzuruna takdim edilmiştir.

Bu tartışma ve münazaralarda konuşulan ve söz konusu edilen şeyler; Kur’ân-ı Kerim ve muteber hadislerden istifade edilen şeyler ile muhakkikler, üstatlar ve din alimlerinin önemli sözleri ve gaybi lütuflardı.

Anka menziline kendim eriştim,

Bu merhaleyi Süleyman’ın kuşuyla aştım.

Peşaver’in büyük şahsiyetlerinden ve benim ev sahibim olan sayın “Mirza Yakup Ali han Kızılbaş” efendinin evi, yeterince geniş ve büyük bir cemaate ziyafet çekmek için her türlü imkana sahip olduğundan münazara meclisine tahsis edildi. Tam on gece tartışma meclisi orada düzenlendi; o cemaate oldukça samimiyetle ziyafetler verildi.

 


 

BİRİNCİ OTURUM

(23 Recep 1345 Cuma akşamı)

Hafız[9] Muhammed Raşid, Şeyh Abdüsselam, Seyyid Abdülhayy ve onların alim ve büyüklerinden olan bir grup da, gecenin ilk saatlerinde gelip mecliste hazır oldular. Haddinden fazla onlara karşı sıcak davrandık ve içtenlikle, gelen kardeşlere ziyafet verdik. Gerçi onlar asık suratlı ve tedirgindiler. Ama ben cahilce bir taassubum ve özel bir nazarım olmadığından dolayı kendi ahlaki vazifeme riayet ediyordum.

Her iki fırka (Şia ve Sünni)’dan oluşan büyük bir cemaatin huzurunda toplantı başladı. Karşı taraftan resmi olarak sohbet eden “Hafız Muhammed Raşid” efendi idi; bazen de diğerleri müsaade isteyerek sohbete katılıyorlardı. Gazetelerde benim için Hindistan’da alimlerin önemli lâkaplarından olan “Kıble kabe” tabiri kullanılmıştır. Ama ben bu kelimeyi değiştirip kendime “Davetçi”, Muhammed Raşid’e de “Hafız” ismini veriyorum.

Hafız: “Kıble sahip”[10] (alicenap)! Siz Peşaver’e geldiğinizden beri özellikle de minberdeki sözlerinizden dolayı tartışma meclisleri artmış ve ihtilaflar oldukça çoğalmıştır. İhtilafları gidermek üzerimize düşen bir vazife olduğundan dolayı yola çıkıp şüpheleri yok etmek için Peşaver’e geldik. Bugün de İmambare Hüseyniyesi’nde dikkatle sözlerinizi dinliyorduk; sizin sihirli beyanınızı, duyduğumuzdan daha güzel gördük. Bu gece de sizinle görüşme mutluluğuna eriştik. Eğer kabul ederseniz, sizinle biraz daha geniş ve esaslı sohbet edelim.”

Davetçi: “Tam istekle sözlerinizi, buyruklarınızı duymaya hazırım. Ama bir şartla; o da şu ki lütfen taassup ve adaveti bir kenara bırakıp insaf, ilim ve mantıkla iki kardeş gibi şüpheleri gidermek için sohbet edelim, inat ve kavmi taassuplardan uzak duralım.”

Hafız: “Buyruğunuz oldukça yerindedir, benim de bir şartım vardır, umulur ki kabul edersiniz: O da şu ki aramızda konuşulan sözler Kur’ân delillerinden öteye geçmemelidir.”

Davetçi: “Sizin bu ricanız akıl sahipleri ve ulema yanında ilmen ve aklen doğru değildir. Çünkü Kuran-ı Mecid mu’cez, mücmel ve muhtasar olan kutsal bir kitaptır. Onun yüce manaları açık bir beyana muhtaçtır. Biz Kuran-ı Mecid’in külliyatı çevresinde güvenilir hadis ve rivayetlerle istişhad etmek (şahit getirmek) mecburiyetindeyiz.”

Hafız: Doğrudur, sağlam bir buyruktur. Ama ricam, gerekli olan yerlerde mücmeun aleyh (doğruluğuna dair üzerinde ittifak edilmiş) rivayet ve hadislerden şahit getirelim; halkın arasındaki söylentilerden kaçınalım. Yine başkalarına oyuncak olmamamız için sertlik ve öfkelenmekten uzak duralım.”

Davetçi: “İtaat edilmesi gereken çok yerinde bir söz buyurdunuz, alim ve bilgin bir kimsenin özellikle seyyidlik[11] iftiharına sahip olan ve Resulullah’a isnat edilen benim gibi bir kimsenin, bütün güzel ahlaklara sahip olan[12] yüce ceddimiz Resulullah (s.a.a)’in siret ve sünnetine aykırı ve Kur’ân-ı Kerim’in emri[13] hilafına hareket etmesi elbette doğru değildir.

Hafız: “Kusura bakmayın, konuşmanız esnasında kendinizi Resulullah’a isnat ettiğinizden dolayı soruyorum; bu zaten görünüşünüzden de malumdur, mümkünse ricamızı kabul edip basiretimizin artması için nesep şecerenizin hangi tarikle Peygambere ulaştığını açıklayınız.

Nesep Tayini

Davetçi: “Bizim hanedanın nesebi İmam Musa Kazım (a.s) tarikiyle Hz. Resulullah’a ulaşır; şöyle ki: Muhammed bin Ali Ekber (Eşrefu’l Vaizin) bin Kasım (Bahr’ul- Ulum) bin Hasan bin İsmail el-Müctehid’il- Vaiz bin İbrahim bin Salih bin Ebi Ali Muhammed bin Ali ( Merdan diye meşhurdur) bin Ebi Kasım Muhammed Taki (Makbulüddin) bin Hüseyin bin Ebi Ali Hasan bin Muhammed bin Fethullah bin İshak bin Haşim bin Ebi Muhammed bin İbrahim bin Ebi’l Fityan bin Abdullah bin Hasan bin Ahmed (Ebi’t- Tayyib) bin Ebi Ali Hasan bin Ebi Cafer Muhammed el-Hairi (Nezil Kirman) bin İbrahim ez- Zarir (Mücab diye meşhurdur) bin Emir Muhammed el-Abid bin İmam Musa el-Kazım bin İmam Cafer Sadık bin İmam Muhammed el-Bakır bin İmam Ali Zeyn’ul- Abidin bin İmam Ebi Abdullah’il- Hüseyin (Seyyid’üş- Şüheda eş- şehid-i bi’t- Taf) bin Emir’ul- Muminin Ali bin Ebi Talip (aleyhum’us selam.)”

Hafız: “Beyan ettiğiniz bu şecere Emir’ul- Muminin Ali’ye (k.v) ulaşır, halbuki siz kendinizi Resulullah’a isnat ettiniz. Bu nesep silsilesiyle kendinizi Resulullah’ın akrabaları olarak söylemeniz gerekirdi, evlatları olarak değil. Çünkü evlat, Resulullah’ın zürriyet ve neslinden olan kimselerdir.”

Davetçi: “Nesebimizin Resulullah’a (s.a.a) ulaşması, Hz. Eba Abdullahi’l- Hüseyin (a.s)’ın annesi Hz. Zehra-i Sıddıka-i Kobra Fatıma (selamullahi aleyha) vasıtasıyladır.”

Hafız: “Sizin gibi alim ve bilgin birisinin böyle konuşması gerçekten şaşılacak bir şeydir. Çünkü kendiniz de biliyorsunuz ki insanın nesli ve zürriyeti erkek evlatlar vasıtasıyladır, kız evlatlar vasıtasıyla değildir. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)’in erkek evlatlardan nesli yoktur. Öyleyse siz Resulullah’ın kız evlâdından olan torunlarısınız; erkek evlatlarının torunlarından değilsiniz.”

Davetçi: “Muhterem beylerin konuşmada inat edeceklerini hiç sanmazdım; aksi takdirde cevap vermeye de kalkışmazdım.”

Hafız: “Galiba bir yanlışlık oldu. Çünkü konuşmamda hiç inat etmedim. Gerçekten akidem öyledir. Alimlerden çoğu da nesil ve soyun erkek evlatlardan olduğu inancındadırlar; kız evlatlardan değil. Nitekim de şair şöyle söylemiştir.

Oğullarımızın oğulları ve kızlarımız evlatlarımızdır.

Ama kızlarımızın çocukları yabancı erkeklerin çocuklarıdır.

Eğer bunun aksine Resul-u Ekrem’in kızlarının erkek evlatları mesabesinde olduğuna dair bir deliliniz varsa buyurunuz. Deliliniz kamil olursa kabul ederiz ve memnun da oluruz.”.

Davetçi: “Kuran-ı Kerim’den ve her iki fırkanın güvenilir hadislerinden olan deliller oldukça güçlüdür.”

Hafız: “İstifade etmemiz için o delilleri açıklamanızı rica ederiz.”

Davetçi: “Konuştuğunuz sırada aynı anda Abbasi halifesi olan Harun’ur- Reşid ve İmam Musa bin Cafer arasında vaki olan bir tartışma aklıma geldi. Hz. Musa bin Cafer (a.s) Harun’a öyle yeterli cevap verdi ki onun kendisi de tasdik etti.”

Hafız: “Lütfen o tartışmayı beyan ediniz.”

Harun ve Musa Bin Cafer (a.s)’ın Resulullah (s.a.a)’in Zürriyeti Hakkındaki Tartışması

Davetçi: Ebu Cafer Muhammed bin Ali bin Hüseyin bin Musa bin Babeveyh-i Kummi (yani şeyh Saduk)[14] güvenilir “Uyun-u Ahbar’ur- Rıza” kitabında ve Ebu Mensur Ahmed bin Ali bin Ebi Talib-i Tabersi “İhticac” kitabında tartışmanın izahını detaylı bir şekilde aktarmış ve İmam Musa Kazım (a.s)’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Bir gün Abbasi halifelerinden olan Harun’ur- Raşid’in meclisine gittim, benden bazı sorular sorup cevaplar istedi. Sorularından biri de (sizin de sorunuz olan) şuydu:

“Nasıl, ‘biz Peygamber’in zürriyetiyiz’ diyorsunuz, halbuki Peygamber’in halefi yoktu; halef ancak erkek evlat içindir, kız evlat için değildir. Oysa ki siz kızından olan evlatlarısınız, Peygamber’in halefi (erkek evlâdı) yoktu?”

İmam Musa Kazım (a.s) ona cevap olarak “Enam” suresinin şu ayetini okudu:

“Onun (Nuh’un veya İbrahim’in) soyundan Davud’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yusuf’u, Musa’yı ve Harun’u hidayete ulaştırdık. Biz iyilik yapanları işte böyle ödüllendiririz. (Yine onun soyundan) Zekeriyya’yı, Yahya’yı, İsa’yı ve İlyas’ı da (hidayete eriştirdik.) Onların hepsi salihlerdendi.”[15]

Daha sonra İmam (a.s) Harun’un dikkatini ayetteki delil olarak gösterdiği yere çekip şöyle buyurdu: “Ey Müminlerin Emiri! Hz. İsa’nın babası kimdir?”

Harun cevap olarak şöyle dedi: “İsa’nın babası yoktu.”

Bu esnada İmam (a.s) şöyle buyurdu: “İşte Allah-u Teâla onu Meryem’in vasıtasıyla peygamberlerin zürriyetine ilhak etmiştir. Bizi de annemiz Fatıma tarafından Peygamber (s.a.a)’in zürriyetine ilhak etmiştir.”

Fahri Razi, “Tefsir-i Kebir”in dördüncü cildinde, mezkur ayetin aşağısında beşinci meselede şöyle diyor:

Bu ayet Hasan ve Hüseyin’in Resulullah’ın soyundan olmalarına delalet etmektedir. Çünkü Allah-u Teâla bu ayette Hz. İsa’yı, Hz. İbrahim’in zürriyetinden saymıştır ( oysa ki Hz. İsa’nın babası yoktu). Bu intisap anne tarafındandı. Böylece Hasan ve Hüseyin (a.s) da anne tarafından Hz. Resulullah’ın zürriyeti idiler. Nitekim Hz. Bakır’ul- Ulum (Beşinci İmam) Haccac’ın yanında aynı ayetle istidlal etmiştir.”

Daha sonra İmam Musa Kazım (a.s) Harun’a; “Yine de sana delil getireyim mi?” diye buyurdu.

Harun, “Evet getir” dediğinde İmam Musa Kazım (a.s) Âl-i İmran suresindeki şu mübahele ayetini kıraat ettiler:

“Artık sana gelen bunca ilimden sonra onun hakkında seninle çekişip-tartışmalara girişirlerse de ki: “Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım; sonra karşılıklı lanetleşelim de Allah’ın lanetini yalan söylemekte olanların üstüne kılalım.” [16]

İmam (a.s) sonra şöyle buyurdu:

“Hiçbir kimse, Allah’ın emri gereği yapılan bu mübahele (karşılıklı lanetleşme) zamanı, Hz. Peygamber’in Hıristiyanlar karşısında Ali bin Ebi Talib, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’den (a.s) başka Müslümanlardan bir kimseyi bile buna katmış olduğunu iddia etmemiştir. “Enfüsena” (nefislerimizi)’dan maksat ise Ali bin Ebi Taliptir; “Nisaena” (kadınlarımız’)’dan maksat Fatımat-üz Zehra’dır; “ebnaena” (oğullarımız)’dan maksat da Allah’ın, kendilerine Resulullah’ın oğulları buyurduğu Hasan ve Hüseyin’dir.”

Harun, İmam Musa Kazım (a.s)’dan bu apaçık delili duyunca elinde olmaksızın; “Ahsente ya Ebe’l Hasan”[17] (Yani “Aferin, ne güzel söyledin ya Ebe’l Hasan.) dedi.

İmam Musa Kazım (a.s)’ın, Hasan ve Hüseyin (a.s)’ın Resulullah’ın oğulları olduğuna dair Harun için getirdiği delilden bütün Fatım-i Seyyidler’in Resulullah (s.a.a)’in evlatları olduğu iddiası ispat edilmiş olur.

Hz. Fatıma’nın Evlatlarının Hz. Peygamber’in Evlatları Olmasına Dair Yeterli Deliller

Sizin büyük alimlerinizden olan “İbn-i Ebi’l Hadid-i Mütezili” “Şerh-i Nehc’ul- Belağa” kitabında ve “Ebu Bekir-i Razi” kendi tefsirinde mezkur ayet ve “ebnaena” (oğullarımız) cümlesiyle Hasan ve Hüseyin’in anne tarafından Resulullah’ın oğulları olduğuna dair istidlalde bulunmuşlardır. Nitekim Allah-u Teâla Kuran-ı Mecid’de Hz. İsa’yı annesi Meryem tarafından İbrahim’in zürriyetinden saymıştır.

Muhammed bin Yusuf-i Genci-i Şafii “Kifayet’üt- Talib” kitabında ve İbn-i Hacer-i Mekki “Savaik’ul- Muhrika” kitabında Taberani ve Cabir bin Abdullah-i Ensari’den ve Hatib-i Harezmi “Menakıb” kitabında İbn-i Abbas”tan Resul-u Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklederler:

“Allah-u Teâla her peygamberin zürriyetini (soyunu) kendi sulbünden kılmıştır; benim zürriyetimi de Ali bin Ebi Talib’in soyunda kılmıştır.”

Yine Hatib-i Harezmi “Menakıb” kitabında, mir seyyid Ali Hemedani eş- Şafii “Meveddet’ul- Kurba”da sizin büyük alimlerinizden olan İmam Ahmed bin Hanbel “Müsned”inde ve Süleyman-i Hanefi el-Belhi “Yenabi’ul- Meveddet”de (az bir farklılıkla Resul-u Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyorlar:

“Bu iki oğlum (Hasan ve Hüseyin) dünyadan iki reyhandırlar. Yine bu iki oğlum ister (imamet işi için) kıyam halinde olsunlar, isterse otursun (sussun)lar İmamdırlar.”

Şeyh Süleyman Hanefi “Yenabi’ul- Meveddet”in 57. babını bu mevzua ayırmıştır. Muhtelif yollarla Taberani, Hafız, Abdülaziz, İbn-i Ebi Şeybe, Hatib-i Bağdadi, Hakim, Beyhaki, Beğevi ve Taberi gibi büyük alimlerinizden çeşitli lafız ve tabirlerle Hasan ve Hüseyin’in Resulullah’ın oğulları olduğuna dair çok hadisler nakletmişlerdir.

Mezkur babın sonunda Ebu Salih, Hafız Abdülaziz bin Ahzar, Ebu Naim, İbn-i Hacer-i Mekki, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş- Şafii ve Taberi’den ve onlar da ikinci halife Ömer bin Hattab’dan şöyle dediğini nakl etmişlerdir: “Resulullah’dan (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum:

“Her hasep ve nesep kıyamet günü, benim hasep ve nesebim hariç kesilecektir. Her kızın evlatlarının asabesi[18] Fatıma’nın evlatları hariç baba tarafındandır. Çünkü ben onların (Fatıma’nın evlatlarının) babası ve asabesiyim.”

Yine şeyh Abdullah bin Muhammed bin Amir eş- Şebravi eş Şafii “El- İttihad bi-hubb’il- Eşraf” kitabında mezkur hadisi Beyhaki’den ve Dar-u Kutni de Abdullah bin Ömer’den, o da Ümmü Gülüsüm’ün evlenme vakti babasından nakletmiştir ve Celaluddin-i Süyuti de “İhya’ul- Meyyit bi-Fezail-i Ehl-i Beyt” kitabında Taberi’den naklen ikinci halife Ömer’den naklediyor.

Yine Seyyid Ebi Bekir bin Şehabüddin-i Alevi, “Reşfet’us- Sadi min Bahr-i Fezail-i Beni’n- Nebiyyi’l Hadi” kitabında (Mısır BİN) mezkur hadisi, Fatıma (a.s)’ın evlatlarının Resulullah(s.a.a)’in evlatları olduğu hususunda nakledip onunla delil göstermektedir.

Ama şahit getirdiğiz şairin şiirine gelince o bunca apaçık deliller karşısında merduttur, yani red olunmuştur. Nitekim Muhammed bin Yusuf-i Genci eş-Şafii, “Kifayet’ut- Talib” kitabının yüz babından sonra gelen birinci bölümünü şairin bu şiirine cevap olarak ayırmıştır. Şu manada ki; Hz. Peygamber’in kızının evlatları o hazretin kendi evlatlarıdır. Üstelik şairin bu şiiri İslam’dan önce okunmuş olup küfürdür. Nitekim “Cevami’uş- Şevahid” kitabının sahibi onun İslam’dan önce inşat edildiğini nakletmiştir.

Fatıma-i Sıddıka(a.s)’ın evlatlarının Resulullah(s.a.a)’in evlatları olmasını ispat eden bu çeşit deliller hayli çoktur. Binaenaleyh bizim nesep silsilemiz Hz. Hüseyin (a.s)’a ulaşması ispat edilince beyan ettiğimiz güvenilir delillere göre Resulullah’ın evlatları olmamız da haliyle sabit olur. Bu bizim için en büyük iftihardır; Resulullah’ın soyundan başka hiçbir kimsenin böyle bir iftiharı yoktur. Şair Ferazdak ne güzel söylüyor:

Onlar benim babalarımdır ey Cerir!

Öyleyse Topluluklar bizi bir araya getirdiği zaman onların mislini bana getirin.

Velhasıl, nesepleri Hatem’ul- Enbiya ve Aliyy’ul- Murteza’ya (Allah’ın salat ve selamı onların üzerine olsun) ulaşan şürefa ve sadattan başka hiçbir kimse babalarının büyüklüğü ve yüceliğiyle böylesine övünemez.

Hafız: “Deliliniz gerçekten yeterli ve kamildi; onu inatçı ve mutaassıp kimselerden başka kesinlikle inkar eden olmaz. Perdeleri (gözümüzün önünden) kaldırdınız, bizi yararlandırdınız, öyle ki artık büyük bir şüphe giderilmiş oldu.”

Bu esnada, yatsı namazını ilan eden müezzinin ezan sesi camide yükseldi.[19] (Sünnî kardeşler) camiye gitmek ve farizayı eda etmek için hazırlandılar. Kardeşlerden bazıları; “Eğer tekrar dönüp müzakereye devam etmek istiyorsanız camiye gidip gelmek çok vakit aldığından dolayı, bu meclis devam ettiği müddetçe yatsı namazının burada kılınması iyi olur; sadece Seyyid Abdülhay efendi (cami imamı) camiye gidip cemaatla namaz kıldıktan sonra geri dönsünler.” dediler.

Sunulan teklif herkes tarafından kabul edildi;[20] derken kardeşler namaz kılmak için diğer büyük bir odaya geçtiler, vazifeyi eda ettikten sonra tekrar tartışma yerine döndüler.

Nevvab[21] Abdülkayyum Han: “Kıble sahip (alicenap)! müsaade ederseniz beyler, çay içene kadar, konudan hariç bir soru arz edeyim.”

Davetçî: Buyurun, sizi dinliyorum.

Nevvab: Sorum çok kısadır. Çoktan beridir ki bilgili Şiîlerden sormak istiyordum, fakat fırsat olmuyordu; ama şimdi bu fırsat olduğu için kalbimdeki şu soruyu arz etmek istiyorum: “Neden Şiiler, Resulullah (s.a.a)’in sünnetine aykırı öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını cem ediyorlar?”

Hz. Peygamber (s.a.a) Öğleyle İkindi ve Akşamla Yatsı Namazını Cem ve Tefrik Ediyordu

Davetçi: Önce şunu söyleyeyim, beyler de (meclisteki alimlere işaret) biliyorlar ki fer’î meselelerde alimler arasında ihtilaf çoktur. Nitekim sizin dört mezhep imamlarınız arasında da çok ihtilaflar vardır.

Sonra; “şiaların ameli Resulullah’ın sünnetine aykırıdır” şeklindeki buyurduğunuz söze gelince; meseleyi size yanlış aktarmışlardır. Çünkü O Hazret namazı bazen cem ve bazen de tefrik (ayırarak) eda ediyordu.

Nevvab: (Kendi alimlerine dönüp) “Acaba Resulullah (s.a.a) cem ve tefrik şeklinde mi namaz kılıyordu?” diye sordu.

Hafız: “Ümmetin zahmet ve zorluğa düşmemesi için sadece sefer, yağmur vb. özür zamanlarında böyle yapıyordu. Ama seferde olmadığında namazlarını daima tefrik şeklinde eda ediyordu. Sanıyorum kıble sahip seferi hazar (vatan) sanıp yanılmışlardır.”

Davetçi: Hayır yanılmadım, buna yakinim var; hatta kendi rivayetlerinizde bile varit olmuştur ki, Hazreti Resulullah bazen vatanda ve hiçbir özrü olmaksızın namazlarını cem şeklinde eda etmişlerdir.

Hafız: “Sanıyorum Şii rivayetlerini bizim rivayetlerle karıştırmışsınız.”

Davetçi: “Şia rivayetlerinin bu manaya (namazın cem şeklinde kılınmasına) ittifakları vardır, söz sizin rivayetler hakkındadır; birçok sahih rivayetler sizin sihah ve muteber kitaplarınızda bu babda varide olmuştur.”

Hafız: “Mümkünse onların yerlerini belirtiniz.”

Davetçi: Müslim bin Haccac kendi sihahında “el-Cem-u Beyne’es- Salateyni fi’l Hazar” babında ravilerin silsilesini naklederek İbn-i Abbas’dan şöyle nakletmiştir: “Resulullah (s.a.a), öğleyle ikindi ve akşamla yatsı namazını hiçbir korku ve seferde olmaksızın cem olarak kıldı.”

Yine İbn-i Abbas şöyle nakletmiştir:

“Resulullah’la (s.a.a) sekiz rekat öğleyle ikindi namazını ve yedi rekat da akşamla yatsı namazını cem olarak kıldım.”

Aynı hadisi İmam Ahmed bin Hanbel, Müsned’in birinci cüz’ünde diğer bir hadis de ekleyerek nakl etmiştir; İbn-i Abbas şöyle dedi:

“Resulullah (s.a.a) Medine’de ikamet ettiği halde yolcu olmadığı halde yedi sekiz rekat namaz kıldı (yani öğleyle ikindiyi ve akşamla da yatsıyı cem etti).”

Müslim, bu kabilden bir kaç hadis naklediyor; o yere kadar ki şöyle yazıyor: Abdullah bin Şakik şöyle dedi:

“Bir gün ikindi vaktinden sonra İbn-i Abbas bize hutbe okuyup sohbet ediyordu (konuşması o kadar sürdü ki) güneş battı, yıldızlar çıktı ve halkın; “Es-salat! Es-salat” (Namâz! Namâz!) sesleri yükseldi, ama İbn-i Abbas itina etmedi. Bu esnada Beni Temim’den olan bir kişi yüksek bir sesle; “Es-salat! Es-salat!” diye bağırdı. Bunun üzerine İbn-i Abbas cevaben şöyle dedi:

“Annesiz! Sünneti bana öğretmek mi istiyorsun? (Oysaki ben) Resulullah’ın öğleyle ikindi ve akşamla da yatsı namazlarını cem ettiğini gördüm”

Abdullah diyor ki; onun bu sözünden kalbimde bir vesvese icat oldu, bu yüzden Ebu Hureyre’nin yanına gidip bu meseleyi ona sordum, Ebu Hureyre de onu tasdik etti ve bu mesele İbn-i Abbas’ın söylediği gibidir dedi.

Yine başka bir yolla Abdullah bin Şakik-i Akili’den şöyle naklediyor:

“Abdullah İbn-i Abbas’ın konuşması o kadar uzun sürdü ki, artık hava karardı; bir adam üç defa ard arda; “es- salât” diye bağırdı. Bunun üzerine İbn-i Abbas sinirlenerek şöyle dedi: “Annesiz! Sen mi namazı (bana) öğretiyorsun? Oysaki biz Resulullah’ın zamanında iki namazın arasını cem ediyorduk.”

Yine sizin büyük alimlerinizden olan Zerkani, İbn-i Malik’in “Muvatta” kitabının şerhinin birinci cüz’ünde “el-Cem’u Beyn’es- Salateyn” babında Amr bin Hirem, o da Ebi Şa’sa vasıtasıyla Nesai’den şöyle naklediyor:

“İbn-i Abbas Basra’da öğleyle ikindi ve akşamla da yatsı namazını onların arasında bir fasıla (ara) vermeksizin cem ederek kılıyordu ve; “Resulullah (s.a.a) namazı bu şekilde eda ediyordu” diyordu.”

Yine Müslim Sahih’de, Malik Muvatta’nın “Cem’un Beyn’es Salateyn” babında imam Ahmed bin Hanbel “Müsned”de ravilerin silsilesini naklederek Said bin Cübeyr, o da İbn-i Abbas’dan şöyle dediğini nakletmişlerdir:

“Resulullah (s.a.a) öğleyle ikindi namazını Medine’de hiçbir korku ve yolculuk olmaksızın cem olarak kıldı.”

Ebu Zübeyr şöyle diyor: Said’e; “Neden Peygamber (s.a.a) namazı cem olarak kılıyordu?” diye sorduğumda dedi ki: Ben de aynı soruyu İbn-i Abbas’a sordum, o da cevaben; “Çünkü Peygamber (s.a.a) ümmetinin zorluk ve meşakkate düşmesini istemiyordu” dedi.

Yine bir kaç hadiste İbn-i Abbas’ın şöyle dediğini naklediyorlar: “ Resulullah (s.a.a) öğleyle ikindi ve akşamla yatsı namazını, hiçbir korku ve yağmur olmaksızın (ara vermeden) cem etti.”

Bu babda çok hadisler nakletmişlerdir. Ama namazı cem etmenin caiz olmasına dair daha açık delil “Cem’un Beyn’es Salateyn” ismiyle belirlenen bablardır; cem hadislerini mezkur babda nakletmenin kendisi, namazı cem olarak (ara vermeksizin) kılmanın mutlaka caiz olmasına bir delildir. Böyle olmasaydı o zaman her biri (yani vatanda cem etmek ve yolculukta cem etmek) için özel bir bab ayırmaları gerekirdi. Binaenaleyh, sizin sihah ve muteber kitaplarınızda naklolunan hadisler, namazın hem yolculukta ve hem de vatanda cem olarak kılmanın caiz olmasıyla ilgilidir.

Hafız: Sahih-i Buhari de böyle bir bab ve bu çeşit rivayet yoktur.

Davetçi: Birincisi; Müslim, Nesai ve Ahmed bin Hanbel gibi Sihah sahiplerinin, Sahih-i Müslim ve Sahih-i Buhari’yi şerh edenlerin ve kendi diğer büyük alimlerinizin nakletmeleri hedef ve maksadımız için yeterlidir. İkincisi; Buhari bey de diğerlerin naklettiği rivayetlerin aynısını kendi Sahihinde zikr etmiştir, fakat tam bir kurnazlıkla kendi yeri olan “Cem’un Beyn’es Salateyn” babı yerine başka bir yerde nakletmiştir. Eğer “Tehir’üz- zohr ilel asr min kitab-i mevakit’is salat” ve “Zikr’ul- İşa ve’l Atemet” ve “Vakt’ul- Mağrib” balarını okur dikkat ederseniz bu cem hadislerinin hepsini görmüş olursunuz.

Binaenaleyh, “Cem’un- Beyn’es Salateyn” babında icaze ve ruhsat unvanıyla nakledilen hadisler, Cumhur (Ehl-i Sünnet) alimlerinin akidesidir, kendi sihahlarında bile bu hadislerin sıhhatına ikrar etmişlerdir.

Nitekim Allame Nevevi Sahih-i Müslim’in şerhinde, Askalani, Kastalani ve Zekeriyya-i Ensari Sahih-i Buhari’ye yazdıkları şerhlerinde ve Zerkani Malik’in Muvatta’sına yazdığı şerhte ve sizin diğer büyük alimleriniz hadisleri özellikle İbn-i Abbas’ın hadisini naklettikten sonra onun sıhhatına ve ümmetin meşakkat ve zorluğa düşmemesi için bu hadislerin namazın vatanda cem olarak kılınmasının açık bir delili olduğuna itiraf etmişlerdir.

Nevvab: “Resulullah’dan namazın cem kılınmasına dair bazı hadisler ulaşmasına rağmen alimlerin onun hükmüne aykırı amel yapmaları nasıl mümkün olabilir?”

Davetçi: Resulullah’dan (s.a.a) ulaşan hadislere aykırı amel yapmak sadece bu mevzua mahsus değildir; daha sonraları buna benzer çok şeylerin olduğunu anlayacaksınız. Özellikle bu mevzuda Ehl-i Sünnet’in fakihleri ya dar düşüncelerinden, ya anlamadığım başka bir şeyden dolayı o güvenilir hadisleri, zahire aykırı soğuk tevillerle değerden düşürmüşlerdir. Örneğin şöyle diyorlar: “Şayet bu hadisler korku yağmur ve çamur gibi özür zamanlarına aittir.”

İşte sizin imam Malik, imam Şafii ve Medine alimlerinden bir grup kimseleriniz o tevil üzere fetva vermişlerdir. Halbuki böyle bir akide ve fetvayı, İbn-i Abbas’ın; “Min gayri havfin vela metar...”[22] şeklindeki hadisi açıkça reddetmektedir.

Bazıları da şöyle demişlerdir: “Şayet hava bulutlu imiş, vakit iyice bilinmemiş, öğle namazını kıldıktan sonra bulutlar dağılmış, ikindi vaktinin girdiğini görmüşler derken ikindi namazını kılmışlar, işte bundan dolayı öğleyle ikindi namazı cem olarak (ara verilmeksizin) kılınmıştır.”

Bu tevilden daha soğuk bir tevil olduğunu zannetmiyorum. Güya böyle tevil edenler, namaz kılan şahısın Resulullah (s.a.a) olduğunu düşünmemişlerdi. Bulutun olup olmaması Resulullah için bir eser teşkil etmez. Çünkü O Hazretin ilmi, sebeplere bağlı değildi; O Hazret bütün sebep ve eserlere muhitti. Böyle dar düşünceli kişilerin ellerinde hiçbir delil yoktur. Böyle bir tevilin batıllığı akşam ve yatsı namazının cem olmasında sabittir. Çünkü akşam ve yatsı namazında bulutun olup olmamasının hiçbir eseri yoktur; üstelik böyle bir tevil hadislerin zahirlerine de aykırıdır.

Arz ettiğimiz gibi İbn-i Abbas’ın hitabesi o kadar uzun sürdü ki dinleyiciler yüksek bir sesle; “es-salât” diyerek yıldızların çıktığını ve namaz vaktinin yetiştiğini hatırlattılar. Ama bununla birlikte İbn-i Abbas (hibr-i ümmet) kasten akşam namazını yatsı namazının vaktine dek tehir etti; o zaman her iki namazı beraber kıldı. Ebu Hureyre de Resulullah’ın bu şekil namaz kıldığına itiraf etmiştir. -Elbette bu çeşit teviller bizim yanımızda geçersizdir. Hatta sizin büyük alimleriniz de bu tevilleri reddetmişlerdir ve bunları hadislerin zahirine aykırı bilmişlerdir- Nitekim sizin büyük alimlerinizden Şeyh’ul- İslam Ensari “Tuh’fet’ül- Bahri fi Şerh-i Sahih’il- Buhari” kitabında, “Salat’üz- Zohr Meal Asr-i ve’l Mağrib-i Meal İşa” babında, aynı şekilde Allâme-i Kastalani “İrşad’üs- Sari fi Şerh-i Sahih-i Buhari” kitabının ikinci cüz’ünde, Sahih-i Buhari’yi şerh eden diğer kimseler ve kendi araştırmacı alimlerinizden çok sayıda insanlar bu çeşit tevilleri hadislerin zahirine aykırı bilmişlerdir. Namazın tefrik (ayrı) olarak kılınmasının gerekliliğine bağlılık, tercih’un- bila müreccih ve tahsis’un- bila muhassıstır.[23]

Nevvab: Öyleyse bu iki grup Müslüman kardeşin birbirinin canına düşmesine, adavet gözüyle birbirlerine bakmasına ve birbirlerinin amellerini kötülemesine sebep olan bu ihtilaflar nereden doğmuştur?

Davetçi: Birincisi; “Bu iki grup Müslüman birbirlerine adavet gözüyle bakıyor” dediğiniz söze gelince Ehl-i Beyt ve risalet hanedanının şialar cemaatını savunmak zorundayım. Çünkü Şia cemaatı kesinlikle Ehl-i Tesennün kardeşlerin alim ve avamına adavet ve hakaret gözüyle bakmıyoruz, hatta onarı kendi kardeşlerimiz biliyoruz. Ama maalesef Ehl-i Tesennün kardeşler yabancı, havaric, nevasib ve Emevilerin propagandaları etkisinde kalarak kıble, kitab, nübüvvet, bütün farz ve müstahap ahkama amel etmek, büyük günah ve masiyetleri terk etmek yönünde kendileriyle ortak olan Şia kardeşlerini Rafızî, müşrik ve kafir bilmiş onları kendilerinden ayırmış ve adavet gözüyle onlara bakmışlardır.

İkincisi; “Bu ihtilaflar nereden doğmuştur?” diye buyurdunuz; yanık kalple arz etmem gerekir ki bu ihtilafın temelini atanın Allah canını yaksın. Şimdi bu çeşit ihtilafların nereden kaynaklandığını arz edecek bir vaktimiz yoktur. İnşaallah sonraki geceler bazı münasebetler dolayısıyla perdeler kalkacak o zaman kendiniz hakikatin ne olduğunu anlayacaksınız.

Üçüncüsü; namazın cem ve tefrik şeklinde kılınmasına gelince, Ehl-i Sünnet fakihleri mutlaka ruhsat ve cevaza (caizliğe) delalet eden mezkur hadislerin, ümmetin rahatlığı ve zorluğa düşmemesi için özürlü zamanlara ait olduğunu söylemişlerdir. Ama bilmiyorum onlar ne için böyle soğuk yorumlar yapıyor ve özür olmaksızın namazların cem kılınmasını caiz bilmiyorlar. Hatta Ebu Hanife ve ona tabi olanlar gibi onlardan bazıları namazı cem olarak kılmayı mutlaka (ister özürlü ister özürsüz, ister vatanda isterse yolculukta olsun) men etmişlerdir.

Ama Şafii, Maliki ve Hambeliler bütün usul ve füruda ihtilafları olmalarıyla birlikte, hac, umre vb. gibi seferi mubah olan yerlerde namazın cem olarak kılınmasına izin vermişlerdir.

Ama Şia alimleri Resulullah(s.a.a)’in buyruğu gereğince hak ve batılı birbirinden ayıran ve kıyamet gününe kadar Kur’ân’dan ayrılmayacak olan Hz. Peygamber’in (bütün günahlardan tertemiz olan) Ehl-i Beyti’ne uyarak namazın mutlaka (ister yolculukta, ister vatanda, ister özürlü, isterse özürsüz olsun) cem kılınmasının caiz olduğuna hükmetmişlerdir.

Bu cevaz, namaz kılanın insiyatifine bırakılmıştır; yani namaz kılan bir kimse öğleyle ikindi ve akşamla yatsı namazını kolaylık ve rahatlık için cem olarak bir vakitte veya tefrik olarak fazilet vakitlerinde kılmak için insiyatif sahibidir.

Elbette tefrik şeklinde (ayrı olarak) ve fazilet vakitlerinde kılınması cem etmekten daha faziletlidir. Nitekim bu mesele Şia alimlerinin ilmihal kitaplarında kamil bir şekilde zikredilmiştir.

Ama genellikle halkın meşguliyet ve sıkıntıları çok, az bir faziletle namazın kaza olma kaygısı da mümkün ve mukaddes İslam şeriatının hedefi de halkı zorluk ve meşakkate salmamak olduğundan dolayı şialar namazlarını cem olarak kılıyorlar.

Siz saygı değer beylerin ve bize gazap ve öfkeyle bakan diğer Ehl-i Sünnet kardeşlerin akıllarına takılan soruların aydınlığa kavuşması için bu miktar cevabın yeterli olacağını sanıyorum. İleride daha önemli konular söz konusu edileceğinden dolayı önceki asıl müzakeremize dönmemiz iyi olur. Çünkü asıl önemli meseleler çözüldüğünde cüz’i meseleler de haliyle çözülüp hallolacaktır.

Hafız: Birinci celesede alicenabın bilgisinin ne derecede yüksek olduğunu ve muhatabımızın sıradan bir kimse olmadığını ve kitaplarımızdan kamilen haberdar olan bir şahıs olduğunu anladığımızdan dolayı çok mutluyum. Buyurduğunuz gibi önceki söz konusu edilen sohbeti takip etmemiz daha iyi olur.

Alicenabın müsaadesiyle şunu anlatmak istiyorum; alicenabınız ki fasih ve baliğ bir beyanla Hicazi ve Haşimilerin böyle tertemiz bir nesebe sahip olduklarını sabit ettiniz, nasıl oldu da Mecusî (ateş perest) merkezi olan İran’a gittiniz? Bu hicretin illet ve tarihini beyan ederseniz çok memnun oluruz.

Seyyid Emir Muhammed Abid

Davetçi: Atalarımızdan İran’a hicret eden ilk şahıs, yedinci İmam Hz. Musa Kazım (a.s)’ın oğlu Hz. ”Seyyid Emir Muhammed Abid” imiş, çok faziletli, takvalı ve çok ibadet ettiğinden dolayı “Abid” lakabıyla meşhur olmuş; bütün ömrünü geceleri namaz kılmak ve gündüzleri oruç tutmakla geçirmiş, Kelamullahı (Allah’ın kelamı olan Kur’ân-ı Kerim’i) yazmayı çok severmiş ve onu yazmaktan aldığı ücretle çok köleler alıp serbest bırakmış.

Mübarek mezarı şimdiye kadar “Şiraz”da bütün halkın ziyaretgahı durumundadır. Kubbesi ve eşiği çok güzel bir şekilde yapılmıştır. Mübarek kabrinin çevresinde, kabrin ziyaretçilerinin izdihamı karşısında korunması ve ayak altında kalmaması için “Nasreddin Şah-ı Kacar”ın amcası olan merhum hacı “Ferhad Mirza Mutemeduddevle”nin oğlu “Şah zade Üveys Mirza Mutemeduddevlet’is- Sani” gümüşten, çok güzel bir Zerih[24] yapmış ve ziyaretçilerin ibadet yapma ve cemaat namazı kılma yeri olan mutahhar haremini de (küçük-küçük) aynalarla süslemiştir. Özellikle Fars halkı o mübarek buk’a’ya (mekana) çok ilgi gösteriyorlar, Resulullah’ın pâk Ehl-i Beyt’inden ve tavsiye ettiği kimselerden olan o buk’a sahibinin azametli ruhu vesilesiyle Mebde-i Feyyaz’ın feyzine (Allah’ın lütuf ve ihsanına) erişiyorlar.

Hafız: “Onun Hicaz’dan Şiraz’a hicret etmesine ne sebep olmuş?”

Haşimi Seyyidlerin Medine’den Hareketi ve Katlağ Han’la Savaşı

Davetçi: Hicaz’dan Şiraz’ı kastederek hareket etmediler. Hicri ikinci asrın sonunda Abbasi halifesi olan Memun’ur- Raşid, İmam Ali bin Musa er- Rıza (a.s)’ı zorla kendi veliahdı etti, hilafet merkezi olan Tus’a götürdü. Böylece bir müddet O Hazretle kardeşi birbirlerinden uzak kaldılar, O Hazreti ziyaret etmek şevki değerli kardeşlerini harekete geçirdi, mektup vesilesiyle İmam Rıza (a.s) ve halife Memun’ur- Raşid’den Tus’a hareket etmek için izin istediler; (hilekar) halife hüsn-ü istikballe onların hepsinin gelmesini kabul etti.

Muhterem seyyid “Emir Ahmed” (Şah çırağ), bizim büyük ceddimiz olan saygı değer “Seyyid Emir Muhammed Abid” ve değerli kardeşi “Seyyid Alauddin Hüseyin” birçok kardeş ve amca oğulları, akraba ve dostlarıyla birlikte İmam Rıza (a.s)’ı ziyaret etmek kastıyla Hicaz’dan Tus’a doğru hareket ettiler.[25] Yol boyunca şialardan ve risalet hanedanına sevgileri olan kimselerden birçok grup muazzam seyyidlerin kervanına katılıp hep birlikte hareket etmişler.

Kayıtlarda; “Şiraz’ın yakınlarına vardıklarında takriben erkek ve kadınla oluşan on beş binlik bir kafile teşkil olmuştu, şehirlerin memur ve hakimleri, böyle büyük bir kafilenin hareket haberini Memun’ur- Raşid’e iletiyorlar. Memun’ur- Raşid Beni Haşim ve dostlarından oluşan böyle bir toplumun (Tusa ulaşırlarsa) hilafet makamının sarsılmasına sebep olacağından korkuyor. İşte bundan dolayı bütün şehirlerin valilerine şöyle bir emir sadır ediyor: “Beni Haşim kafilesi nereye ulaşmışsa artık oradan hareketlerine mani olun ve onları Medine’ye geri çevirin” diye yazılıdır.

Bu hüküm nereye ulaştıysa kafile daha önceden oradan hareket etmişti, ama Şiraz şehrine ulaşmadan önce mezkur hüküm o şehrin valisine ulaşmıştı.

Şiraz şehrinin çok ciddi ve muktedir hakimi olan “Katlağ Han” kırk bin kişilik bir orduyla Şiraz’ın sekiz fersahlığın (Hanzeniyan)’da yer aldılar. Beni Haşim kafilesi oraya ulaşır ulaşmaz Katlağ han İmam evlatlarına şöyle bir mesaj gönderdi: “Beyler, halifenin emri gereğince artık buradan geri dönmelisiniz.”

Hz. Seyyid Emir Ahmed cevaben şöyle buyurdu:

“Evvela; bizim bu yolculuktan hedefimiz değerli kardeşimiz İmam Rıza (a.s)’ı görmektir.

İkincisi; biz izinsiz gelmedik, halifenin kendisinden izin aldık ve onun kendi emriyle hareket ettik.”

Katlağ Han bu cevaba karşılık şöyle dedi: “Biz hareketinize mani olmakla görevliyiz. Halife bazı sebeplerden dolayı ikinci bir emir sadır etmiş olabilir, bunun icra olunması gerekir. Beyler buradan geri dönmek zorundasınız.”

Alicenap “Seyyid Emir Ahmed” kardeşleri, Beni Haşim ve dostlarıyla istişare etti. Ama onlardan hiçbiri geri dönmeye hazır olmadı.

Sabahleyin kafile hareket etmek istediğinde kadınları, ihtiyaten kafilenin arkasına aldılar, göç davulu çalınır çalınmaz “Katlağ Han” ordusuyla onların yolunun önünü kesti. Artık mesele sözden çıkıp amel merhalesine girdi, çok şiddetli kanlı bir savaş başladı, Katlağ Han’ın ordusu Beni Haşim’in baskısı ve şecaati karşısında dağılıp hezimete uğradılar.

Bu aşamada mağlup olan ordunun reisleri, kendileri için bir çare düşünerek (doğru veya yalan) bir grup kimseleri yüksek yerlere çıkarıp şöyle demelerini istediler: “ Beyler! Eğer halifenin veliahdı olan Ali bin Musa’ya (İmam Rıza’ya) güveniyorsanız.; şimdi veliahdın vefat haberi ulaştı.”

Bu haber bir şişmek gibi, İmam evlatlarının çevresinde toplanan zayıf iradeli insanların erkanını sarstı ve böylece onların etrafından dağıldılar.

İşte bundan dolayı Cenab-ı Seyyid Emir Ahmed geceleyin kardeş ve akrabalarıyla birlikte düz yoldan çıkıp çöllerden Şiraz’a doğru hareket ettiler. Cenab-ı Ahmed; “Düşman bizi takip ettiğinden dolayı yakalanmamanız için değişik elbiselerle sağa-sola dağılmanız daha iyi olur” dedi.

İmamın evlatları bu tavsiye gereği, aynı gece o şehrin etrafına dağıldılar.[26] Ama Cenab-ı “Emir Ahmed”, “Seyyid Emir Muhammed Abid” ve “Seyyid Abdullah Hüseyin” Şiraz’a varıp tanınmayacak elbiselerle birbirlerinden ayrıldılar; her biri bir köşeye çekilip ibadetle meşgul oldu.

Seyyid Emir Ahmed (Şah Çırağ)

Cenabı Seyyid Emir Ahmed[27] İmam Rıza (a.s)’ın vefatından sonra ilim, züht, vera ve takvada İmam Musa Kazım (a.s)’ın otuz sekiz tane erkek ve kızdan oluşan evlâdının en seçkini ve ileri geleni idi. İmam Musa Kazım (a.s) kendi hayatında bin dinara satın aldığı “Serriye” ismindeki bir bahçeyi o cenaba hediye etti. İhtiramı farz olan bu İmam zade hayatında bin köle alıp Allah yolunda özgürlüklerine kavuşturdu.

Şiraz’a vardıklarında “Serezdek” mahallesinde[28] Ehl-i Beyt’i seven dostlarından birisinin evine saklanıp geceyle gündüzü ibadetle geçiriyordu. Fars valisi “Katlağ han” tarafından İmam zadelerin bulanması için her tarafa casuslar dikiliyor velhasıl bir yıldan sonra cenabı Seyyid Emir Ahmed’in yerini buluyorlar, derken hükümete haber veriyorlar, hükmet de o hazreti yakalamak için çok sayıda asker gönderiyor.

Seyyid Emir Ahmed (Şah Çırağ)’in Şahadeti

Cenab-ı Emir Ahmed o zalim kavme karşı tek başına kendisini öyle savundu ve onlara karşı öyle cesaretli ve yiğitçe davrandı ki bin üç yüz yıldan sonra şimdi de tarih erbaplarının ibret ve hasretlerine sebep olmaktadır. Nihayet, onun hakkından gelemediklerini görünce komşunun evini delip o hazretin sığındığı eve girdiler. Hazret savaştan yorulduğu zaman orada birazcık nefes alıp tekrar saldırıyordu. Duvara yaslanıp nefes aldığı vakit arkadan kafasına bir kılıç indirdiler, aynı halde diğer bir grup da evi yıkmakla meşguldüler. İşte bundan dolayı mübarek bedeni yığınca toprakların atında gizli kaldı; o harabe ev o şehrin halkı tarafından büyük çöplüğe dönüştü. Çünkü Şiraz şehrinin halkı az sayıda insanlar hariç muhaliflerindendiler. Hicri yedinci asrın evvellerine kadar yani Fars saltanatı, “Atabek Ebubekir bin Saad Muzafferuddin” şahın eline geçene dek (mübarek bedeni o yıkıklar altında gizli kaldı). Muzafferuddin şah salih bir padişahtı; otuz altı yıl süren saltanat döneminde zahit, abid, alim ve faziletli kimselere karşı çok saygı gösteriyordu ve mutahhar (pâk) İslam şeriatını yaymakta çok çaba sarf ediyordu.

“Ennas-u ala din-i mulukihim”[29] babından Fars memleketinin bütün vezir ve büyük şahsiyetleri pâk ve İslam şiârını koruyan kimselerdi. “Atabek Muzafferuddin” şahın yakın vezirlerinden biri de “Emir Mukarrebuddin Mesud bin Bedruddin” idi; bu vezir ümran ve bayındırlığa çok düşkün olan bir kimseydi. İşte bundan dolayı Şiraz şehrinin ortasında kötü bir durum haline gelen o çöplük yığınını kaldırılıp yerinde büyük bir bina yapılmasını emretti; bunun üzerine çok sayıda işçiler oradaki toprak ve çöpleri şehrin dışına götürmeye başladılar. Bir gün iş esnasında hiç bozulmamış ve kafasından darbe almış bir maktulün cesedini yıkıntılar altında kalmış olduğunu görüp bu meseleyi hükümete bildirirler derken vezir-i a’zem ve bir grup diğer kimseler olayın ne olduğunu öğrenmek amacıyla teftiş etmek için oraya geliyorlar.

Şah Çırağın Cesedinin Bulunması

Uzun süren teftişten sonra o genç maktulün tanınmasına sebep olan tek şey onun parmağındaki yüzük kaşına yazılmış olan şu yazı oluyor: “El İzzet-u lillah Ahmed bin Musa” o mekanda Haşimi gencinin savaşıp şehit olması çok meşhur olduğundan dolayı o şerif cesedin ihtiramı farz olan İmam zade cenab-ı “Seyyid Emir Ahmed bin Kazım”ın (a.s) cesedi olduğunu anlıyorlar. Takriben dört yüz yıl geçtikten sonra o bedenin bozulmaması, görenlerin hidayetine ve bir grup muhaliflerin de basiretleşmelerine sebep oluyor.

“Atabek Muzafferuddin şah” ve vezir-i a’zamın emriyle cesedin bulunduğu yerde güzel bir anıt yapıyorlar; o şerif cesedi büyük bir ihtiramla alim ve büyük şahsiyetlerin huzurunda kazılmış olan kabre gömüyorlar. Halk bu anıta oldukça ihtiram ve saygı gösteriyor. Atabek Muzafferuddin şah H. 658. yılında vefat ediyor. H. 750’de Şiraz ve Fars saltanatı “İshak bin Mahmud”şahın eline geçiyor. Çok salihe ve hayır sever bir kadın olan şahın annesi “Meleke Taşi Hatun” O hazretin anıtını çok güzel tamir ettiriyor ve çok güzel bir kubbe de o kabrin üzerine diktiriyor. Şiraz şehrinin on sekiz fersahında vaki olan “Meymend” kasabasını da o mübarek mekana vakfediyor, halen o kasaba duruyor; Meymend’in gül suyu dünyada meşhurdur.

Seyyid Alauddin Hüseyin

Cenab-ı “Seyyid Alauddin Hüseyin”, İmam Musa Kazım (a.s)’ın diğer bir oğludur. Değerli kardeşiyle Şiraz’a gelip o şehrin bir köşesine saklanıyor, geceyle gündüzü ibadetle geçiriyor.

O yakınlarda Katlağhan’ın büyük bir bahçesi varmış, bir gün Hazret, o bahçenin bir köşesinde teferrüc[30] ettiğinde onu tanıyorlar; aynı yerde onu şehit edip Kur’ân elinde olduğu bir halde toprağa gömüyorlar.

Bu olayın üzerinden yıllar geçiyor, Katlağhan ölüyor, o bahçe viran oluyor, o şanı yüce Seyyidden Safeviye zamanına kadar bir eser bulunmuyor. Safeviye zamanında bu harabe bahçede bina yaparken bedeni bozulmamış ve kanıyla boyanmış bir maktul, bir elinde Kur’ân, diğer elinde kılıç olduğu bir halde toprak altından çıkıyor; mevcut olan alamet ve karinelerle bu cesedin İma Musa bin Cafer’in şehit oğlu cenab-ı Seyyid Alauddin Hüseyin’in mübarek cesedi olduğunu anlıyorlar; o bahçede onu defnediyorlar ve “Katlağhan”[31] da o kabre bir anıt yapıyor.

Yıllar geçtikten sonra “Mirza Ali Medeni” Medine’den İmam zadelerin ziyaretine[32] geliyor, çok servetli olduğundan dolayı o mübarek kabrin üzerine güzel bir bina yapıyor, çok mülk ve bahçeler alıp o mübarek mekana vakfediyor. Kendisi vefat ettikten sonra (o merhumu da) o mukaddes yerde defnediyorlar. Merhum şah İsmail zamanında o kabir güzel bir şekilde tamir ediliyor; şimdiye dek bütün Fars halkının ziyaretgahı ve onların ilgi gösterdiği (mukaddes) bir yer halindedir.

Bazıları bu saygı değer Seyidin akim ve nesli olmadığını, bazıları da nesli olup fakat sonradan zürriyetinin kesildiğini yazıyorlar. Merhum seyyid Amir Ahmed (Şah çırağ)’ın da erkek evlâdı yoktu, fakat azize ve salihe bir kızı vardı. Nitekim bu mesele “Umdet’ut- Talib fi Ensab-i Âl-i Ebi Talib” kitabında mevcuttur. Bazıları da erkek evlâdının olduğunu yazıyorlar.

İbrahim Mücab

Cenab-ı seyyid Emir Muhammed Abid’e gelince; o da inzivaya çekilip ibadetle meşgul oluyor, böylece tabii ölümle dünyadan göçüyor. Çok değerli evlatları varmış; ilim, zühd, vera ve takva açısından onların hepsinden en üstün olanı, Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s) tarafından uyanıkken selamının cevabı iftiharına nail olan ve bundan dolayı da (Mücab) lakabıyla meşhur olan cenab-ı Seyyid İbrahim (Mücab)’dır.

Cenab-ı Seyyid İbrahim Mücab, değerli babasının vefatından sonra mutahhar cedlerinin özellikle mübarek kabri yeni bulunan ve o zamanda büyük bir şöhrete yol açan Hz. Ali (a.s)’ın kabrini ziyaret etmek için o mukaddes ziyaretgahlara doğru hareket ediyor.

Hafız: “Emir’ul- Muminin Hz. Ali’nin (kerremellah vechehu) kabir o zamana kadar ne haldeydi ki yüz elli yıldan sonra keşf oldu?”

Davetçi: Emir’ul- Muminin Hz. Ali’nin şahadeti, Muaviye’nin hilafeti ve Beni Ümmeyye’nin azgınlığı zamanında vaki olduğundan dolayı Hazretin vasiyeti üzerine onun mübarek naşını geceleyin gizli bir şekilde defnettiler; hatta bir alâmet bile kabir üzerine bırakmadılar; O Hazretin ashap ve evlatlarından pek az insanlar defin zamanında hazırdılar. Ramazan ayının yirmi birinci gününün sabahı, durumun düşmanlara şüpheli olması ve Hazretin kabrinin yerini bilmemeleri için iki mahmil[33] bağlayıp birini Medine’ye diğerini de Mekke-i Muazzama’ya doğru gönderdiler. İşte bundan dolayı Hazretin mübarek kabir yıllarca gizli kaldı, O Hazretin evlatları ve özel ashaplarından başka hiçbir kimse onun kabrinin yerini bilmiyordu.

Hafız: Böyle bir vasiyetin ve saklı kalmaya ısrar etmenin sebebi ne idi?

Davetçi: Büyük bir ihtimalle, dinsiz Beni Ümmeyye korkusundan dolayı idi. Çünkü onlar taği (azgın), yaği (isyancı, düşman, eşkıya) ve özellikle Peygamber Ehl-i Beytine (sallallahu aleyhim ecmain) buğzeden insanlardı; Hazretin mübarek kabrine edepsizlik yapılması ve bu zulmün diğer bütün zulümlerden daha kötü olması mümkündü.

Hafız: “Bu nasıl bir sözdür? Bir Müslüman öldükten sonra düşmanlık bile ortada olsa onun kabrine çirkin bir amel yapmaları mümkün mü?”

Beni Ümeyye’nin Feci Amelleri

Davetçi: Zati aliniz Beni Ümeyye’nin çirkin tarihine bakıp onların utanç verici feci amellerini görmediniz mi? Bu Şecere-i mel’une ve taife-i habise Müslümanların yönetici ve emirlileri oldukları günden beri Müslümanlar arsında zulüm, tecavüz ve bozgunculuk kapısı açılmış oldu. Yapmadıkları zulüm kalmadı, nice kanlar döktüler, nice namusları zedelediler! Hasiyetsiz bu rezil kavim hiç bir şeye bağlı değildi. Nitekim sizin büyük alim ve yazarlarınız da onların çirkin ve kötü amellerini büyük bir mahcubiyetle (kendi kitaplarında) kaydetmişlerdir.

Zeyd Bin Ali (a.s)’ın Şahadet Vakıası

Sizin büyük alimlerinizden olan “Allame-i Makrizi Ebu’l Abbas Ahmed bin Şafii”, “En- Niza ve’t- Tahasum Fima Beyne Beni Haşim ve Beni Ümeyye” adlı meşhur kitabında onların feci amel ve fiillerini geniş bir şekilde izah etmiştir ki onlar ölü ve diri tanımıyorlardı. Örnek olarak tarihî olan iki önemli vakıayı ve bu kavmin (Beni Ümeyye’nin) işledikleri feci cinayetlerden yeterli bir örneği huzurunuza arz ediyorum.

Beyler (sakın) şaşırmayın, bilin ki söylediğim şeyler senet ve esas üzeredir. O önemli vakıa Hz. Zeyd bin Ali bin Hüseyin (aleyhum’es selam) ve oğlu Yahya’nın şahadetidir. Her iki fırkanın (Şia ve Ehl-i Sünnet’in) bütün tarihçileri şöyle yazmışlardır:

Hişam bin Abdulmelik bin Mervan, kameri 105. yılda hilafete ulaştığında zulüm ve teaddi temelini attı. Kendisi ve ona tabi olanlar özellikle Beni Haşim’e zulüm ve eziyeti en son haddine ulaştırdılar.

Nihayet cenab-ı Zeyd bin Ali, o yegane efendi, şerif, alim, abid, zahit, fakih ve müttaki kişi tazallüm ( zulümden şikayet etmek) için Şam’a halifenin yanına gitti; Resafe’de Hişam’la görüştü Hazret ne için geldiğini beyan etmeden önce Hişam, Resulullah’ın bedeninin bir parçası olan torununu bir misafir olarak karşılamak, ona yardımda bulunmak ve sorunlarını çözmek yerine ilk girişte o hazrete sert bir şekilde hakaret etti ve ağzıma alamayacağım çirkin sözlerle hilafet sarayından kovdu.

Nitekim bizim ve sizin büyük tarihçileriniz örneğin, İmam Mesudi “Müruc’uz- Zeheb”in ikinci cildinde, Allame Makrizi “En- Niza ve’t- tehasum Fima Beyne Beni Haşim ve Beni Ümeyye” kitabında, İbn-i Ebi’l- Hadid-i Mütezili “Şerh-i Nehc’ul- Belağa”da ve diğer şahıslar, mufassal olarak yazıyorlar ki Zeyd bin Ali onca hakaretten, ağır darbelerden ve halifenin yanından kovulduktan sonra mecburen Şam’dan Kufe’ye gitti ve zulmü yok etmek için Emevilerin aleyhine bir hareket başlattı.

Küfe şehrinin hakimi olan Yusuf bin Ömer-i Sakafi büyük bir orduyla o hareketi yok etmek için mücadeleye kalkıştı, o hazret de Haşimi bir şecaat ve cesaretle şu şiirleri okuyup savaşıyordu:

Zilletli Hayat ve izzetli ölüm;

Her ikisini de çetin ve şiddetli görüyorum.

Onlardan birini seçmek zorunda isem,

İzzetli ölüme doğru gitmem daha güzeldir.

 Bu esnada aniden düşman tarafından bir ok, hazretin mübarek alnına isabet etti ve böylece şahadet şerbetini içerek likaullaha kavuştu. O hazretin oğlu Cenab-ı Yahya şialarla birlikte o kargaşalık içerisinde babasının mübarek bedenini gizli bir şekilde götürüp şehrin dışındaki bir nehrin içerisinde kabir kazıp defnettiler; defnettikten sonra düşmanların o Hazretin kabrinin nerede olduğunu bilmemeleri için nehrin suyunu o kabrin üzerine cari ettiler(akıttılar).

Ama Yusuf-u Sakafi’nin müfsit casusları bu olayı ona ulaştırdılar. Bunun üzerine Yusuf-u Sakafi kabrin açılmasını ve bedeninin kabirden çıkarılmasını emretti ve daha sonra hazretin başını bedeninden ayırıp Hişam içim Şam’a gönderdiler. O nanecip asaletsiz ve mel’un Kufe hakimi olan Yusuf-u Sakafi’ye, cenab-ı Zeyd’in bedenini üryan olarak dar ağacına asmalarını emretti”; o mel’unlar da Hişam’ın emri üzerine sefer ayı H. 121 yılında Resulullah (s.a.a)’in zürriyetinin bedenini çıplak olarak ağaca astılar. Resulullah(s.a.a)’in bedeninin parçası olan o alim ve zahidin bedeni tam dört yıl ağaçta asılı kaldı. H. 126. yılında “Velid bin Yezid bin Abdulmelik bin Mervan” hilafete yetiştiğinde o hazretin kemiklerinin dar ağacından indirilip yakılmasını ve yakıldıktan sonra da külünün rüzgarda savrulmasını emretti (onlara da aynı ameli uyguladılar).

Cenab-ı Yahya’nın Şahadeti

Aynı mezkur ameli o mel’un Velid bin Yezid) Horasan şehirlerinden olan Cürcan[34] şehrinde Cenab-ı “Yahya bin Zeyd bin Ali bin Hüseyin” (aleyhum’es- selam)’ın bedenine yaptı. Çünkü o hazret de Beni Ümeyye’nin zulmüne karşı kıyam etti ve savaş alanında şehit oldu; başını bedeninden ayırıp Şam’a gönderdiler; mübarek bedenini değerli babasının bedeni gibi dar ağacına astılar, altı yıl öylece ağaçta asılı kaldı. Dost ve düşman o hazretin haline ağlıyorlardı. Velid cehenneme vasıl olduktan sonra Beni Abbas taraftarlığıyla Beni Ümeyye’nin aleyhine kıyam eden “Ebu Müslim-i Horasanî” Resulullah’ın zürriyetinin bedenini zulüm ağacından kurtarıp Cürcan (Gurgan)’da defnetti. Şimdiye kadar mübarek kabir bütün Müslümanların ziyaretgahı ve onların ihtiram ve saygı gösterdikleri kutsal bir mezardır.[35]

Binaenaleyh örnek olarak zikrettiğimiz cinayetleri işleyen habis (kötü) hanedanın fırsat ellerine geçseydi, Emir’ul- Muminin Hz. Ali bin Ebi Talip (a.s)’ın mübarek naşına aynı şekilde muamele yapacakları hiç de şaşırılacak bir şey olmazdı.

İşte bundan dolayı vasiyet gereğince o hazretin cenazesi geceleyin defnedildi ve kabir üzerine de hiç bir alamet bırakılmadı; Abbasi halifesi olan Harun’ur- Raşid zamanına kadar gizli kaldı. Bir gün Harun’ur- Raşid, kamışlı ve ceylanların bulunduğu yer olan Necef çölüne avcılığa çıktı, tazı ve parslarla ahuları takip ettiler; avcılar “Tell-ü Necef”e[36] sığındılar; ama tazı ve parslar Telle-ü Necef’in üzerine çıkmadılar. Bu amel bir kaç defa tekrarlandı; yani tazılar geri gittiklerinde ceylanlar tepeden aşağı iniyorlardı, takip edildiklerinde ise tekrar o tepeye sığınıyorlardı. Halife, tazıların tepenin üzerine çıkmadıklarını görünce o mekanda bir sırrın olması gerektiğini anladı; işte bundan dolayı hizmetçilerine o yerin halkından yaşlı bir adamı yanına getirmelerini emretti. Bir ihtiyar adam bulup getirdiklerinde halife o adama; “Bu tepede ne gibi bir sır vardır ki, tazılar ceylanların ardıca onun üzerine çıkmıyorlar?” diye sordu.

Hz. Ali (a.s)’ın Kabrinin Bulunması

İhtiyar adam cevaben; “Ben sırrını biliyorum, fakat söylersem can güvensizliğimi kaybederim” dedi. Halife güvenlik verince ihtiyar adam şöyle dedi: “Babamla birlikte buraya geldik, babam bu tepenin üzerini ziyaret edip orada namaz kıldı, babama; “Burada ne vardır?” diye sordum. Babam cevabımda şöyle dedi: “İmam Cafer Sadık (a.s)’la birlikte burayı ziyarete geldik, İmam Sadık (a.s); “Burası ceddimiz Ali bin Ebi Talip (a.s)’ın kabirdir, yakında aşikar olacaktır.” buyurdular.

Halife o yerin kazılmasını emretti, orayı kazıp bir kabir alametine ulaştılar, orada iki satır Süryani yazısıyla yazılan bir levha gördüler, o levhadaki yazıyı tercüme ettiklerinde şu sözler çıktı: “Bu Nuh peygamberin tarafından yedi yüz yıl önce Muhammed (salllahu aleyhi ve alih)’in vasisi olan Ali için kazdığı kabirdir.”

Harun bu durumu görünce o kabre çok ihtiram edip toprakları tekrar kendi yerine dökmelerini emretti, kendisi de bineğinden aşığı inip abdest aldı, iki rekat namaz kıldı, çok ağladı ve kendisini o mutahhar kabrin üzerine attı. Daha sonra Hz. Musa bin Cafer (a.s)’ın huzuruna bir mektup yazarak bu olayın O Hazretten sorulmasını emretti. Hazret onların sorusunun cevabında şöyle yazdı: “Evet, orası değerli ceddim Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’ın kabridir.

Harun kabrin üzerinde taşla bir bina yapılmasını emretti, bu bina “Tahcir-i Harun” diye meşhur oldu. Daha sonra bu haber diğer şehirlere yayıldı. Müminler etraftan yolculuk yüklerini bağlayıp O Hazretin ziyaretine geliyorlardı. İşte bundan dolayı Cenab-ı “Seyyid İbrahim Mücab” da fırsat bulur bulmaz Şiraz şehrinden Hazretin ziyareti için yola çıktı. Kerbela-i Müalla’yı ziyaret edip ondan ayrıldıktan sonra, Hakkın nidasına lebbeyk deyip dünyadan göçtü ve değerli ceddi İmam Hüseyin (a.s)’ın civarında defnedildi. Şimdiye kadar mübarek kabri Hz. Hüseyin (a.s)’ın revakının kuzey batısında dostlarının ziyaretgahıdır.

Hz. Ali (a.s)’ın Medfeni Hakkındaki İhtilaf

Hafız: Ama ben böyle açık ve kesin buyurmanızla birlikte mevlamız Hz. Ali’nin (kerremullahu vechehu) kabrinin Necef’de olduğunu sanmıyorum. Çünkü alimler onda ihtilaf etmişlerdir; bazıları Kufe’nin Kasr’ül- imare’sinde, bazıları Kufe’nin mescid-i camisi’nin kıble tarafında, bazıları Kufe camisinin Bab’ul- Kinde’sinde, bazıları Kufe Rahbe’sinde ve bazıları da Baki kabristanında olduğunu söylemişlerdir. Bizim Afganistan’ın (baş şehri) Kabil’in yakınlarında da Mezar-ı Ali isminde anıt vardır; diyorlar ki mevlamız Ali’nin cenazesini bir sandığa bıraktılar sonra onu bir devenin üzerine bağlayıp Medine’ye doğru götürdüler; bazıları sandığın içerisinde değerli eşyaların olduğunu sanarak onu çaldılar; sandığın ağzını açtıklarında Hazretin mübarek cesedini gördüler, (bu durumla karşılaşınca) onu Kabil’e getirip orada defnettiler. İşte bundan dolayı o bölgenin halkı o anıta ihtiram ediyorlar.

Davetçi: Bütün bu ihtilaflar O Hazretin, kabrinin gizli kalmasını emretmesinden dolayı ortaya çıkmıştır. Bu hakir (ben) tafsilatıyla izah etmek istemedim. Nitekim İmam Cafer bin Muhammed’in- es- Sadık (aleyhum’es- selam)’dan şöyle bir rivayet nakledilmiştir:

“Hz. Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s) vefat anında oğlu İmam Hasan’a şöyle buyurdu: “Necef’de beni defnettikten sonra kabrimin yerini kimse bilmemesi için şu dört yerde kabir kaz: 1- Kufe Camisi’nde. 2- Rahbe’de. 3- Cadet-u Hübeyre’nin evinde. 4- Ğariy’de.”

Elbette bu ihtilaf sizin alimleriniz arasındadır. Çünkü onlar herkesin sözüne itina gösteriyorlar. Ama Şia alimlerinin O Hazretin mübarek kabrinin Necef’ul- Eşref’de olmasında görüş ittifakları vardır. Çünkü onlar hadislerini tertemiz ve mutahhar Ehl-i Beyt’ten almışlardır. Ehl-i Beytin de, beyt’te (evde) olan şeyleri (başkalarından) daha iyi bilmeleri doğal ve apaçıktır.

“Hz. Ali’nin mezarı Kabil’in yakınlarındadır.” buyurduğunuz söze gelince; bu söz gerçekten çok gülünçtür, bu meşhurluk tamamıyla yalandır ve bu olay doğru bir haberden daha çok efsaneye yakındır.

Daha çok sizin alimlerinize hayret edilmelidir. Çünkü her yerde mutahhar Ehl-i Beyt’ten ve O’nların sözlerinden uzak durmuşlardır; hatta ihtilaf çıkmaması için babalarının kabrinin yerini evlatlarına sormaya bile hazır olmamışlardır. Çünkü ev halkı evde olanı daha iyi bilir; O Hazretin evlatlarının babalarının defnedildiği yeri başkalarından daha iyi bilmeleri (gün gibi) apaçık ortadadır.

Eğer o mezkur yerlerden her hangi birisi doğru olsaydı kesinlikle Eimme-i Ethar[37] kendi Şiarlarına haber verirlerdi; oysa ki onların aksine Necef’ul- Eşref’i takviye etmişlerdir; hatta kendileri bile O Hazretin Necef’deki kabrinin ziyaretine gitmiş ve şiaları da O Hazretin Necef'deki kabrinin ziyaretine teşvik etmişlerdir.

Sibt bin Cevzi “Tezkire” kitabında muhtelif rivayetler zikretmiştir; o yere kadar ki şöyle diyor:

“Altıncı rivayet de şudur ki: Hz. Ali (a.s)’ın kabri, bugün bütün halkın ziyaretgahı olan “Necef’ul- Eşref” şehrindedir. Bu rivayet daha aşikar ve yaygın ve meşhurdur.”

Yine diğer alimleriniz, örneğin; Hatib-i Harezmi, “Menakıb” kitabında Hatib-i Bağdadi, kendi tarihinde, Muhammed bin Talha-i Şafii “Metalib’üs- Süul” kitabında İbn-i Ebi’l- Hadid, “Şerh-i Nehc’ul- Belağa”da Firuz Abadi kendi Kamus’unda (Necef maddesinde) vs. O hazretin defnedildiği yerin Necef’ul- Eşref olduğunu yazmışlardır.

İbrahim Mücab’ın Evlatları

Velhasıl el-Kalem-u yecurr’ul- kelam (söz sözü getirir) münasebetiyle asıl mevzudan uzaklaştık İbrahim Mücab (r.a)’in Kerbela-i Müalla’da vefatında sonra o cenaptan Ahmed Muhammed ve Ali isminde üç seçkin erkek evlat yadigar kaldı; bunların her üçü de cedlerinin dinini tebliğ etmek için o zaman Dar’ül İmare[38] olan İran’a doğru hareket ettiler. Cenab-ı Ahmed “Kasr-ı İbn-i Hübeyre”ye giderek oraya yerleşti; evlatları orada çok meşhur oldu ve hepsi dine hizmete meşgul oldular.

Cenab-ı Muhammed (Hairi ismiyle meşhur) Kirman’a teşrif buyurdular o cenaptan Ebu Aliyy’ül- Hasan Muhammed Hüseyin Şeyyiti ve Ahmed isminde üç çocuk yadigar kaldı, onlara çok şerefli torunlar nasip oldu. Muhammed Hüseyin ve Ahmed Kerbela’ya döndüler ve değerli atalarının kabri kenarında ömürlerini sona erdirdiler. Onların neslinden Kerbela ve çevresinde meşhur büyük kabirler vardır. Örneğin muhterem Âl-i Şeyyiti ve Âl-i Fihar seyyidlerinin kabilesi ki cenab-ı Muhammed Hüseyin Şeyyiti’nin soyundandırlar ve Âl-i Ebu Nasır ve Âl-i Tu’me Seyyidleri de astane-i kuds-i Hüseyni’nin (ervahuna fedah)[39] muhterem hizmetçilerindendirler; onlar da cenab-ı Ahmed’in soyundandırlar.

Cenab-ı Aliyy’ul- Hasan da Şiraz’a yerleştiler, Şiraz halkı mutaassıp Ehl-i Tesennün’den, genellikle nasibi ve Havariç takipçilerinden ve Ehl-i Beyt’e karşı özel bir adavetleri olduklarından dolayı alenen seyyidlik ismiyle ortaya çıkmadılar. İşte bundan dolayı Arap elbisesiyle şehrin kenarındaki çukur bir yerde[40] evler yapıp ortaya yerleştiler. Şiraz’ın “Serezdek” mahallesinde evleri olan Şia aileleri muazzam İmam zadelerle ilişki kurdular, onlar da gizli bir şekilde dini tebligatlar ve velayet hakikatlerini yaymaya meşgul oldular.

Cenab-ı Ebu Ali Ahmed vefat ettikten sonra o cenab’ın büyük oğlu olan Ebu Tayyib tebligat alanını genişletti, yavaş-yavaş şöhreti artmaya başladı, muhaliflerden çoğu hidayet olup hak yolunu buldular. Artık Şia topluluğu çoğalmaya başladı. Muazzam İmam zadelerin tebligat ve teşebbüsleri eserinde önemli teşkilatlar kuruldu; hatta Şiraz’da “Sadat-i- Abidi ve Mücabi” isminde tebligat minberleri yapıldı.

Kendi akrabalarını, dini tebliğler yapmak için çevre köylere gönderiyorlardı; biraz olsun bile dini hizmet ve tebliğler yapmaktan usanmıyorlardı. Onların tebligat alanı İran’ın etrafındaki şehirlerde gittikçe genişliyordu. Şialığı seçen “Diyaleme” zamanında Gazan Han (Mahmud) ve Moğol Ülcayitu (Sultan Muhammed Hudabende) saltanatı döneminde ve tamamiyle özgür oldukları Safeviye zamanında Şia alemine büyük hizmetler yaptılar; İran şehirlerinin çoğunda Şia-i İmamiyye mezhebi hakikatleri bu yüce hanedan vesilesiyle yayılmış oldu.

Şiraz Seyyidleri Tahran’da

Merhum “Fethali Şah Kacar”ın saltanat döneminin sonlarında Merhum seyyid’ul- Fükaha-i ve’l Müctehid, allame-i kebir hacı seyyid “İsmail Müctehid Mücabi”nin en seçkin evlatlarından olan bizim büyük ceddimiz merhum “Seyyid Hasan-i Vaiz-i Şirazi” (tabe serah) mukaddes Meşhed’de İmam Rıza (a.s)’ın kabri şerifini ziyaret edip döndükten sonra Tahran’a geldiler, ilim sever şahin şah tarafından ona çok ilgi gösterilip Tahran’da kalması rica olunmuştur. Dini vazifesi gereğince o saygı değer cenap, şahın ricasını kabul ediyor. O zamanlar, Tahran’da alimlerin dini meseleler beyan ettikleri camilerden başka bugünkü gibi diğer tebliği meclisler adet ve mütedavil değildi; tekkelerde sadece taziye ve ağıt okuma merasimleri düzenleniyordu; onlardan en önemlisi şahin şah devletinin tekkesindeki düzenlenen meclislerdi.

İşte bundan dolayı saygı değer Seyyid Hasan’ın düsturu ve şahin şahın onaylamasıyla tekkeler, ağıt ve taziye vakitlerini tebliğ meclislerine dönüştürdüler.

Tahran’da il tebliğ toplantısının temelini atan ve tebliğ minberleri kuran, büyük babam olan merhum ağa Seyyid Hasan-ı Vaiz-i Şiraz’ı olmuştur. Bu toplantılar, müctehid ve taklit mercilerine hedefleri doğrultusunda çok yardımcı olmuştur.

İşte bunun için merhum seyyid Hasan, merhum Hacı seyyid İsmail-i Müctehid’in kendi ceddi olan ve Şiraz’da bulunan bizim babamıza bir mektup yazıyorlar. Bunun üzerine kırk kişiye aşkın kendi evlatları arasından ağa seyyid Cafer, ağa seyyid Rıza müctehid-i fakih, hacı seyyid Abbas, ağa seyyid Cevad, ağa seyyid Mehdi, ağa seyyid Müslim, ağa seyyid Kazım ve ağa seyyid Fetullah Tahran’a gidiyorlar.

Kazvin halkının daveti üzerine cenab-ı ağa seyyid Mehdi, ağa seyyid Müslim ve ağa seyyid Kazım tebliğ için o bölgeye gönderiliyor. O üç seyyidin neslinden olan Mücabi seyyidleri şimdi de o bilgede meşhur ve marufturlar.

Merhum seyyid Hasan’ın kendisi de diğer kardeşleriyle birlikte Tahran’da tebliğ mescitleri düzenleyip gittikçe bu tebliğ alanını genişletiyorlar, mihrap ve minber vesilesiyle şer-i enveri (nurlu şeriatı) yaymaya çalışıyorlar. H. 1291 yılında merhum Seyyid Hasan (r.a) vefat ediyor. Ondan sonra silse-i celile-i sadatın riyaseti (reisliği) o merhumun reşit oğlu (ve benim büyük babam olan) merhum seyyid Kasım-ı Bahr’il- Ulum’a intikal ediyor. Çünkü silsile-i celile-i sadatın bu güzel riyaset elbisesi, o zaman bin kişi civarında olan Şirazî Sadatının büyük hanedanı arasında zühde, vera ve takvada meşhur, makul ve menkulu[41] cem eden, usul ve füru’u ihtiva eden zamanın nabığası (üstün zekalısı), ilim, amel ve siyasette tam meşhur olan sadece o şanı yüce seyyide uygun gelip yakışıyor.

Merhum Bahr’il- Ulum’un Allah’ın rahmetine kavuştuğu[42] H. 1308 yılından bu zamana kadar, bu şan-ı yüce hanedanın riyaseti, hami’uş- Şia, muhy’iş- şeriat, nasır-ı milleti ve’d din, mürevvic-u ahkam-u seyyid’ul- mürselin, sikat’ul- İslâm ve’l- Müslimin, ferid’üd- dehr, vahid’ul- asr ve Kacar şahı Nasreddin tarafından “Eşref’ul- Vaizin” lakabıyla meşhur olan yüce ceddimiz Hz. ağa seyyid Ali Ekber (damet berekatüh) iledir.

Bu yüce insan seksen yıla yakın tehvid sancaktarı olmuş ve çeşitli olaylar özellikle son asrın hadiseleri, din düşmanları ve yabancılar karşısında tam bir cesaret, fedakarlık ve sonsuz bir kudretle durup sebat ve istikametle din-i mübin-i yaymakta çabalar sarf etmiş, ahkamı yaymakta, menhiyat-ı (nehyedileni ) önlemekte, tertemiz İslam şeriatının düsturlarını korumakta, hakikatleri iblağ etmekte ve ilim merkezlerini genişletmekteki hizmetleri dost ve düşman tarafından tasdik ve teyit olmuştur.

O kadri yüce şahsın güneşten daha aşikar olan sihirli beyan ve etkileyici sözleri çeşitli zaman ve mekanlarda ulema-i a’lam ve meraci-i taklid’in teveccüh ve dikkatini çekmiştir.

Özellikle hüccet’ül- islamlar, ayetullahlar, taklid merciileri, asrın üstün zekalıları merhum hüccet’ul- islam hacı mirza Muhammed Hasan-ı Şirazi-yi Bozorg (13. Yüz yılda Ehl-i Beyt mezhebini canlandıran kişi), hacı mirza Habibullah-i Reşti, hacı şeyh Zeynülabidin-i Mazenderani, hacı mirza Hüseyin, hacı mirza Halil-i Tahrani, ağa seyyid İsmail Sadr-i İsfehani ve ağa mirza Muhammed Taki-yi Şirazi (kaddesellah esrarehum), özellikle ilim şehri Necef’ul- Eşref’de oturan bu karmakarışık asırda fırka-i naciye-i İmamiyye’nin riyasetini üstlenen fakih-i Ehl-i Beyt-i ismet ve’t- taharet seyyid’ul- fükaha ve’l- müçtehidin, ayetullahi fi’l- arazin, nabiğat’üd- dehr hazreti ağa Seyyid Ebu-l Hasan-ı İsfehani (metteallah’il- Müslimine be-tul-i bekaih) o şanı yüce seyyidin (Eşref’ul- Vaizin) hakkında haddinden fazla lütuf ve muhabbet izhar eylemişlerdir. [43]

Seyyid Ebu’l- Hasan-ı İsfehani gerçekten ilim, bilgi ve hüsnü siyasette “Ene medinet’ul- ilm ve Aliyyün babuha” bayrağını, bir dünya muhalif karşısında nâsutun (beşeriyet aleminin) sarayı üzerinde yükseltmeyi, Mavera-ü Bihar’a kadar İslam ahkamını yaymayı ve çeşitli millet ve inançlara sahip olanlardan birçok grupları, İslam havzasına (ilim merkezine) ve mezheb-i hakka olan Caferi Mezhebi’ne girmelerine sebep olmayı başarabilmiştir.[44]

Yine üstatların üstadı ve Kum’un İlahi ilimler medreselerinin müdüriyeti elinde olan mukaddes zat ayetullah’il- uzma ağayı hacı şeyh Abdulkerim-i Hairi-yi Yezdi (mudde zilluh’ul- ali)[45] haddinden ziyade değerli babamıza önem verip teyit etmiştir; daima Seyf’ul- İslam (İslam’ın kılıcı) unvanıyla onu muhatap kılmıştır. Çünkü kesici dil kılıcının gücüyle küfr, ilhad, zındıklık ve fesat sarayının temelini sarstığını, i’la-i kelimetullah ve mezheb-i hakka’yı yaymak yolunda cihat ve fedakarlık yapmaktan çekinmediğini müşahede ediyordu.

Allah’ın verdiği otorite ve güçle, bir an bile mülhitleri ve İslam düşmanlarının zehirli hedeflerini etmek yolunda rahat oturmamıştır. Dahili ve harici düşmanların, o âlicenabın maksat ve hedefinin önünü almak için yaptıkları çabalara rağmen daima genel olarak İslam dini ve milletini, özel olarak da hak olan Caferi Mezhebi’ni savunmuş ve onlara hizmetleri olmuş ve olmaktadır.

Velhasıl şimdiye kadar bu silsile-i celile Tahran ve çevresinde, Sadat-i Şirazi, Abidî ve Mücabî ismiyle daima şeriata hizmet etmiş ve gereken vazifelerini yapmışlardır. Muhaliflerin baltaları, suçlama ve iftiraları karşısında kararlılık gösterip güzel bir şekilde imtihanlarını vermişlerdir. İşte bu “Neden İran’a gittiniz ve ne için gittiniz?” şeklindeki sorduğunuz soruya, bu silsile-i celile’nin uzun hayatından kısaca arz ettiğin cevaptır.

Bu büyük hanedanın hedef ve maksadı, İmam Musa Kazım (a.s)’ın oğullarından olan cenab-ı “Seyyid Emir Muhammed Abid” ve “Seyyid İbrahim Mücab”ın zamanından (takriben 1300 yıl oluyor) şimdiye kadar İslam dini ve şeriatına hizmet etmek olmuştur ve daima şu ayeti; “Allah’ın risaletini (İlahi mesajı) tebliğ edenler ve O’ndan korkanlar, Allah’ın dışında hiç kimseden korkmuyorlar. Allah hesap görücü olarak yeter.”[46] göz önünde bulundurarak tebliğ kürsüsünde oturup Allah’ın dışında hiç kimseden korkmadan, tam bir sebat ve istikametle Allah’a dayanarak gereken vazifelerini yapmışlardır.

Müzakerat buraya ulaştığında “Seyyid Abdülhay” saatine bakıp şöyle buyurdular: “Geceden hayli bir zaman geçmiştir, izin verirseniz diğer sohbetler yarına kalsın; yarın inşaAllah sohbet etmek ve vaktimizin daha çok olması için biraz erken geliriz.”

Davetçi de (kendisini kastediyor) tebessüm ederek güler yüzle muvafakat etti. Çay içip Hindistan çerezlerinden yedikten sonra ayağa kalktılar; biz de samimiyet ve sevgiyle onları uğurladık.

 


 

İKİNCİ OTURUM

(24 Recep 1345 Cumartesi akşamı)

Akşam namazından sonra dün gece gelen aynı şahıslar, sonradan tüccar ve maliklerden olduklarını anladığımız diğer muhterem birkaç kişiyle birlikte geldiler; bir takım iltifatlı konuşmalar ve çaylarımızı içtikten sonra Hafız efendi söze başladı.

Hafız: Kıble sahip (alicenap), gerçekten dalkavukluluk yapmaksızın diyorum; dün geceki meclisten kendimizle tatlı hatıralar götürdük. Sizin huzurunuzdan ayrıldığımızda, tüm yol boyunca arkadaşlarla sizin hakkınızda sohbet ediyorduk. Gerçekten câzibeniz o kadar güçlü ki hepimizi suret ve siretinize[47] cezp etmiştir. Hüsn-ü suret ve sirete (güzel sima ve güzel davranışa) sahip olan kimseler çok az bulunurlar. “Eşhedü enneke ibn-i Resulullah’i hakka” (Tanıklık ediyorum ki gerçekten sen Resulullah’ın evladısın).

Bugün sabah kütüphaneye gittiğimde Ensab ve tarih kitaplarından bir kaç cilt, özellikle kadri yüce seyyidlerin nesebi hakkında “Hezar Mezar” ve “Asar-ı Acem” kitaplarını götürüp mütalâa ettim ve dün gece ki buyurduklarınız hakkında (biraz) dikkat ettim; gerçekten hoşlandım, lezzet aldım ve hakikaten bu şerif (şerefli) nesebe gıpta ettim ve bir müddet düşündüm sonunda, alicenap gibi şerif ve nesebi doğru bir şahsın bu güzel suret ve sirete rağmen neden geçmişlerin saçma adetleri etkisinde kalmış ve büyük cedlerinin yolundan sapıp Mecusî İranlıların siyasi adet ve usullerini kabul etmiştir! diye düşünerek çok üzüldüm.

Davetçi: Birincisi; âlicenabın hüsn-ü zan ve nazar-ı lütfünden memnun oldum ve teşekkür ediyorum; tevazu etmeksizin gerçekten hesaba girmeyen o zerre benim. İkincisi; maksadınızı anlamadığım karışık ve müphem birkaç cümle buyurdunuz, lütfen hakikatin aslı aşikar olması için cümleleri ayrı-ayrı beyan ediniz.

Mesela geçmişlerin saçma adetleri, yüz çevirdiğimiz değerli cedlerimin yolu ve tabi olduğum İran’ın siyasi adet ve usulleri nelerdir?

Hafız: Geçmişlerin saçma adetlerinden maksadım, Yahudiler eliyle din-i hanif-i İslam’a sokulan bidat ve akidelerdir.

Davetçi: Mümkünse uyduğum bidatlerin neler olduğu malum olması için biraz daha izahta bulununuz.

Şia Mezhebini Eleştirme

Hafız: “Elbette tarih tanıklık ediyor ki, her büyük peygamberden sonra düşmanlar, Tevrat ve İncil gibi onların kutsal kitaplarına el uzatmış ve birçok tahrifler yaparak onların dinini zayi ederek itibar derecesinden düşürmüşlerdir.

Ama İslam dininde Kur’ân-ı hakimin muhkem olması vasıtasıyla o güce sahip olamadıklarından dolayı Abdullah bin Seba-i Sena-i, Ka’b’ul- Ahbar ve Veheb bin Münebbih gibi daima hilekar olan Yahudilerden bir grup kimseler zahiren Müslüman olup zehirli propagandalar yapmaya karar alıyorlar, Peygamber (s.a.a)’in sözleri adı altında, kendi inançlarıyla birlikte diğer bir takım batıl inançları Müslümanların arasında yayıyorlar.

Üçüncü halife Osman bin Affan (r.z) onları takip ediyor, halifenin korkusundan firar ediyorlar. Mısır’ı kendi merkezleri yapıp yavaş yavaş bir grup insanları aldatarak kendilerine tabi kılıyorlar ve “Şia” isminde bir hizip kuruyorlar. Osman’ın halife olmasına rağmen Ali’yi imam ve halife olarak tanıtıyorlar. Kendi hedeflerine uygun olarak; “Peygamber Ali’yi halife ve İmam kılmıştır” diye bazı sahte hadisler uyduruyorlar.

Bu hizbin kıyamı neticesinde çok kanlar dökülüyor; nihayet bu olay, mazlum halife Osman’ın öldürülmesine ve Ali’nin hilafet makamına oturtulmasına yol açıyor. Osman’dan rahatsız olan bir cemaat da Ali’nin etrafını sarıyorlar; Şia hizbi işte o zamanda kuruluyor. Ama Beni Ümeyye’nin hilafeti döneminde Ali’nin evlatları ve dostlarının öldürülmesiyle bu hizip zahirde karanlıklara karışıyor.

Ama Selman-ı Farisî, Ebuzer-i Gifari gibi bazı insanlar Ali’nin (kerremallah vechehu) lehine ciddi bir şekilde propaganda yapıyorlar; kesinlikle Ali’nin ruhu bu çeşit propagandalardan beridir (uzaktır). Bu durum Harun’ur- Raşid’in ve özellikle İranlıların eliyle kardeşi Muhammed Emin’e galip olan ve hilafet makamında sabitleşen oğlu Memun’ur- Raşid-i Abbasi’nin hilafet dönemine kadar öylece devam ediyor; öyle ki artık Ali bin Ebi Talibi destekleyip onu haksız yere Hülefa’ür- Raşid’in (üç halife)’den üstün kılmaya çalışıyorlar.

İranlıların da, memleketlerinin Arapların kudret eliyle işgal olması ve istiklallerinin yok olması vasıtasıyla araları onlarla iyi olmadığından dolaya din adıyla Arapların karşısında kıyam etmeleri için bir yol bulmaya bahane arıyorlardı. İşte bundan dolayı o haksız tutumu beğenip ona uydular; hatta bu Şia hizbinin çevresinde yaygara çıkardılar, Diyaleme zamanında güç kazandılar ve iktidarlı Safeviye saltanatı döneminde bu Şia hizbi bir resmi mezhep olarak tanıtıldı; Mecusî İranlılar da şimdiye kadar siyaset icabıyla mezheplerini Şia olarak tanıtıyorlar.

Kısacası Şia mezhebi siyasi bir mezheptir, Yahudi Abdullah bin Seba’nın eliyle ortaya çıkmıştır. Daha önceleri İslam’da Şia diye bir isim yoktu; ceddiniz Nebiy-yü Ekrem (s.a.a) de kesinlikle bu isimden nefret ediyor. Çünkü onun isteğinin hilafı üzerine bu yola adım atılmıştır. Hakikatte Şia, Yahudilerin mezhep ve akidelerinden bir şubedir denilebilir.

İşte bundan dolayı sizin gibi şerif ve nesebi tertemiz olan bir şahsın, adet üzerine ve geçmişleri taklit ederek burhan ve delilsiz yüce ceddinizin yolu olan tertemiz İslam dinini bırakıp da bidat icat eden Yahudilik yoluna tabi olması gerçekten beni şaşırtıyor; halbuki Kur’ân’a ve ceddiniz Resulullah’ın sünnetine uymaya siz daha evlasınız (layıksınız).”

(Meclistekilerin ve Hindistanlı şerif müminlerin özellikle Hindistan şialarının otoriteli olan gayretli ve hararetli Kızılbaşların, Hafız beyin sözlerinden öfkelendiklerini ve renklerinin değiştiğini görünce biraz onlara nasihat edip onları sabır ve tahammüle davet ettim ve dedim ki; İran’da şöyle bir ata sözü vardır diyorlar ki: “Şah Name’nin sonu hoştur.” veya “Sabret, sabır kurtuluşun anahtarıdır.” Sonra cenab-ı Hafız’ın cevabında şöyle dedim:)

Muhaliflerin Eleştirilerine Cevap

Davetçi: Sizin gibi alim bir şahısın, kesinlikle aslı olmayan böyle saçma, esassız ve hurafe sözlerle delil getirmesi gerçekten şaşırılacak bir şeydir. Çünkü bunlar Havariç münafıklarının mutaassıp Nasibilerin ve Emevilerin yaydığı ve avam halkın da araştırmaksızın, hiçbir delil ve burhanları olmaksızın tabi oldukları şeylerdir.

Şimdi eğer müsaade verirseniz meselenin aydınlığa kavuşması, muammanın çözülmesi ve hakikatin ortaya çıkması için gerçekten uzak sözlerinizin cevabını, toplantının süresinin yettiği kadarıyla özet olarak vermeye çalışacağım.

Hafız: Buyurun, sözlerinizi bütün dikkatimizle dinlemeye hazırız.

Davetçi: Evvela alicenabınız tamamıyla iki zıt meseleyi birbiriyle karıştırdınız. Eğer Şia’nın hadislerinde çok kınanan ve münafıkların listesinde tanıtılan Yahudi münafık ve melun Abdullah bin Seba bir kaç gün kendisini halk arasında Hz. Ali (a.s)’ın dostu olarak tanıtmışsa onun Şia-i İmamiyye ile ne ilişkisi vardır? Eğer bir kurt koyun postuna girer veya bir hırsız alim ve bilgin kimselerin elbisesiyle kendisini minber ve mihrapta gösterir ve onun yüzünden İslam ve Müslümanlara bazı zararlar ulaşırsa, o zaman bütün alim ve bilginlere kötü gözle mi bakmak gerekir? Onların hepsi hırsızdırlar mı demeliyiz?

Gerçekten tertemiz Şia mezhebini, melun Abdullah bin Seba’nın hesabına atıf etmeniz (ve o çıkarmıştır diye Şia’yı lekelemeniz) insafsızlıktır!

Hak olan Şia mezhebini küçümseyip onu bir siyasi hizip olduğunu söylemeniz ve Osman’ın zamanındaki melun Abdullah bin Seba’nın bidat ve eserlerinden saymanız gerçekten şaşırılacak bir şeydir.

Hakikaten çok büyük bir yanlışlığa düştünüz. Çünkü Şia bir hizip değildi; hak bir mezhep ve hak bir yoldu. Osman’ın hilafet döneminde ortaya çıkmamıştır; Resulullah (s.a.a)’in kendi zamanında ve O Hazretin kendi düsturu ve buyruğuyla yaygınlaşmıştır.

Eğer siz Havariç ve Nasibilerin yalan ve iftiralarıyla delil getiriyorsanız, biz de hakkın batıldan ayırt edilmesi için Kur’ân-ı Kerim ve kendi muteber hadislerinizden delil ve şahitler getiriyoruz.

Şunu da hatırlamak istiyorum ki, hakikat ortaya çıktıktan sonra mahcup olmamanız için, daima söz ve amellerinize oldukça dikkat gösteriniz.

Eğer müsaade ediyorsanız ve sözlerim de tabiatına ters düşmüyorsa, meselenin buyurduğunuz gibi olmadığının ispat ve izahı için sözlerinizin cevabını vereyim?

Hafız: Elbette buyurunuz; zaten bu toplantının düzenlenmesi ve bizim burada toplanmamız hakikatlerin ortaya çıkması ve şüphelerin giderilmesi içindir; kesinlikle delile dayalı sözlerden rahatsız olmayız.

Şia’nın Manası ve Teşeyyü’nün Hakikati Hususunda

Davetçi: Elbette beyler biliyorlar ki Şia sözlükte takip etme ve taraftar manasındadır; “şiat’ür- recül” yani kişinin takipçisi ve yardımcısı. Sizin büyük alimlerinizden olan Firuz Abadi kendi lügatında şöyle diyor: “Şu isim (Şia lafzı) ile genellikle Ali ve Ehl-i Beytini sevenler adlandırılmıştır; öyle ki artık onlar için özel bir isime dönüşmüştür.”

Ama siz bilerek veya unutarak veyahut tefsir ve hadis ilmine ihatanız olmadığından ve geçmişlerin sözlerinin etkisinde kalarak hiçbir deliliniz olmaksızın; “Şia lafzı ve onun Ali ve Ehl-i Beytinin (aleyhim’us- selam) takipçilerine verilmesi Osman zamanında ortaya çıkmıştır ve bu ismi veren de Yahudi Abdullah bin Seba'dır” diye buyurarak büyük bir yanlışlığı düştünüz; oysa ki mesele buyurduğunuz şekilde değildir. Sizin kendi kitap ve tefsirlerinizde yer alan muteber hadislere göre Şia terimi Resulullah (s.a.a)’in kendi zamanında Ali bin Ebi talip (a.s)’ın takipçilerine verilen isimdir.

Şia ismini Hz. Ali (a.s)’ın takipçilerine veren, sizin sözünüzün aksine Resulullah (s.a.a)’in kendi şahsı olmuştur. Bu kelime vahiy sahibinin kendi dilinden cari olmuştur; O Peygamber ki Allah-u Teâla onun hakkında şöyle buyurmuştur:

“O, heva ve hevesten (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz; söyledikleri yalnızca O’na vahy olunan şeyden başka bir şey değildir.”[48]

İşte böyle bir Peygamber’in kendisi Hz. Ali (a.s)’ın taraftar ve takipçilerini, “Şia”, “Naci” ve “Kurtuluşa Erenler” olarak adlandırmıştır.

Hafız: Nerede böyle bir şey var da biz onu şimdiye kadar görmemişiz?

Davetçi: Siz görmemişsiniz veya görmek istememişsiniz veyahut görüp de gerçeği itiraf etmeyi kendi makamınıza uygun görmüyorsunuz veyahut da etba (tabi olan, taraftar...) ve müritlerinizi göz önünde bulunduruyorsunuz.

Ama biz görmüş ve hakkı gizlemeyi de din ve dünyamıza uygun görmüyoruz. Çünkü Allah-u Teâla Kur’ân-ı Kerim’in iki ayetinde hakkı gizleyenlere açıkça lanet etmiş ve onları ateş ehli bilmiştir.

Birincisi; Bakara suresi ayet 159’da şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz apaçık belgelerden (ayetlerden) indirdiklerimizi ve insanlar için kitapta açıkladığımız hidayeti gizlemekte olanlar; işte onlara, hem Allah lanet eder, hem de lanet ediciler lanet eder.”

İkincisi; yine Bakara süresi ayet 174’de şöyle buyurmaktadır:

“Allah’ın indirdiği kitaptan bir şey göz ardı edip saklayanlar ve onunla değeri az (bir karşılığı) satın alanlar; onların karınlarına doldurdukları ateşten başka bir şey değildir. Allah da kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acıklı bir azap vardır.”

Hafız: Ayet-i şerife haktır; elbette kim hakkı gizlerse bu ayetlerin konumu dahilindeki kimse olacaktır. Ama biz şimdiye kadar gizleyecek bir hak tanımadık; elbette her hakkı tanıdıktan sonra onu göz ardı edip saklarsak bu ayetin hükmü bizim de hakkımızda geçerli olacaktır; ümidimiz, hiçbir zaman mezkur ayetlerin hükmüne tabi tutulmamaktır.

Davetçi: Şimdi Allah-u Teâla’nın lütuf ve inayetiyle ve Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in özel teveccühü ile edebildiğimiz kadar güneşten daha apaçık olan hakkı, örtülü perdenin altından çıkarıp aziz kardeşlerime (mecliste hazır bulunan Ehl-i Tesennün’e işaret) göstereceğim. Ümit ederim ki, zikrettiğimiz her iki ayeti daima gözümüzün önünde bulundurup adet ve taassubun bizlere galip gelmesine ve herhangi bir hakkı gizlemeye sebep olmasına müsaade etmeyiz.

Hafız: Allah şahidim olsun ki, her vakit bir hak bana sabit olursa, cidal etmeyeceğim. Alicenap benimle muaşeret etmediğinden dolayı ahlakımı bilmiyorsunuz; nefsimin isteklerine galip olmak için çok ciddi ve kararlıyım. Her vakit bir konuşmanın karşısında sustuğumu görürseniz, o zaman bilin ki o mevzu hakkında tamamıyla aydın (ikna) olmuşum. Eğer mücadele ve mugalâta için bir yol olsa da cedel etmeyeceğim; eğer cedel etmeye kalkışırsam kesinlikle bu iki ayetin hükmüne dahil.

Şimdi hak olan beyanlarınızı dinlemeğe hazırım; inşaAllah ki, Allah-u Teâla bizi ve sizi hakka hidayet eder.

Davetçi: Hafız Ebu Naim-i İsfehanî Ahmed bin Abdullah ki, ulema-i i’zam, muhaddisin-i fiham ve muhakkikin-i kiramınızdandır; İbn-i Hallakan “Vefeyat’ul- A’yan” kitabında onu şöyle tarif etmiştir: “O, en büyük güvenilir hafızlardan ve en bilgili mühaddislerdendir. Onun on ciltlik “Hilyet’ul- Evliya” kitabı en güzel kitaplardandır.”

Salahuddin Halil bin İpek-i Safdi “Vafi bi’l- Vefeyat” kitabında onun hakkında şöyle diyor: “Tac’ul- muhaddisin hafız Ebu Naim ilim, zühd ve diyanette imamdı; rivayetleri anlamakta, onları nakl etmekte, hıfz ve dirayet gücünde yüce bir makama sahipti. Onun en güzel tasniflerinden biri de on ciltlik “Hilyet’ul- Evliya” kitabıdır; bu kitap sahihayn (Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim)’dan tahriç edilmiştir. Buhari ve Müslim’deki hadislere ilaveten, kendisinin duymuş olduğu birçok diğer hadisleri de nakletmiştir. Muhammed bin Abdullah el-Hatibi de “Rical-i Mişkat’il- Mesabih”de onu şöyle tarif ediyor: “O, güvenilir hadis şeyhlerindendir; onun hadisleriyle amel edilmiş ve sözlerine de başvurulmuştur; o, şanı yüce birisidir; yaşı ise 69’dur.”

Teşeyyü Makamının İzahı Hakkında Ayet ve Rivayetler

Hülasa alim, hafız, muhaddis olan ve alimlerinizin de onunla iftihar ettiği böyle bir kimse kendi senediyle muteber kitabı “Hilyet’ul- Evliya”da İbn-i Abbas’tan şöyle naklediyor: “Beyyine” suresinin şu yedinci ayeti: “İnnellezine âmenu ve amil’us- salihati ulâike hum hayr’ul- beriyyeti cezâuhum...”[49] nazil olduğunda Resulullah (s.a.a) Ali bin Ebi Talib’e hitaben şöyle buyurdu:

“Ya Ali! “Hayr’ül- berriye”den (yaratılmışların en hayırlılarından) maksat sen ve senin şialarındır. Kıyamet günü sen ve şiaların, Allah’ın sizden sizin de Allah’tan razı ve hoşnut olduğunuz halde gelirsiniz.”

Ebu’l- Müeyyid Muvaffak bin Ahmed-i Harezmi “Menakıb” kitabının on yedinci bölümünde, sizin büyük müfessirlerinizden olan Hakim Ebu’l- Kasım Ubeydullah bin Abdullah’il- Haskalani “Şevahid’ut- Tenzil fi Kavaid’il- Tefsir” kitabında Muhammed bin Yusuf-i Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib” kitabında, Sibt bin Cevzi “Tezkiret’ul- Havvas’ul- Ümmet-i fi Marifet’il- Eimmeti” kitabında ve Munzir bin Muhammed bin Munzir, özellikle Hakim rivayet etmişler ki (sizin büyük alimlerinizden olan) Hakim Ebu Abdullah Hafız, merfu[50] bir senetle bize haber verdi ki Emir’ul- Muminin Ali bin Ebi Talib’in (kerremellah vechehu) katibi Yezid bin Şerahil O Hazretin şöyle buyurduğunu duydum dedi:

“Hatem’ul- Enbiya (s.a.a) vefat ettiğinde mübarek sırtı göğsüm üzerinde idi, buyurdular ki: “Ya Ali! Allah-u Teâla’nın; “İmam edip salih amellerde bulunanlar, yaratılmış olanların en hayırlılarıdır” buyruğunu duymadın mı? İşte onlar senin şialarındır; benim ve sizin buluşma yeri Kevser havuzunun kenarıdır. Bütün ümmet hesap için toplandıklarında “Ğurren muhaccelin” (el ve abdest azaları nurlu olanlar) diye çağrılırsınız.”

Yine iftihar edilen alimlerinizden olan ve H. Dokuzuncu asırda, sünnet ve cemaat tarikinin müceddidi olarak tanınan Celaluddin-i Süyuti, “Dürr’ül- Mensur fi Kitabillah’i bi’l- Me’sur” tefsirinde zamanın fazıllarından ve büyük alimlerinizin güvendiği kişilerden olup İbn-i Asakir-i Dimaşki[51] ismiyle meşhur olan Ebu’l- Kasım Ali bin Hasan’dan o da Hz. Peygamber (s.a.a)’in büyük ashabından olan Cabir bin Abdullah-i Ensari’den şöyle dediğini naklediyor:

“Resulullah (s.a.a)’in hizmetinde olduğumuz bir sırada Ali bin Ebi Talip (a.s) içeri girdi, derken Hz. Peygamber şöyle buyurdular:

“Canım elinde olana andolsun ki, bu (Hz. Ali’ye işaret) ve şiaları kıyamet günü kurtuluşa erenlerdir.” Bu esnada mezkur ayet (İnnellezine amenu...) nazil oldu.

Yine aynı tefsirde İbn-i Adi’den, (o da) İbn-i Abbas’tan şöyle rivayet etmiştir: “Mezkur ayet nazil olduğunda Resul-ü Ekrem (s.a.a) Emir’ul- Muminin Ali’ye (a.s) şöyle buyurdular:

“Sen ve şiaların kıyamet günü, Allah sizden siz de Allah’tan razı olduğunuz halde gelirsiniz.”

Menakıb-i Harezmi’nin dokuzuncu bölümünde Cabir bin Abdullah’dan şöyle nakledilmiştir:

“Resulullah (s.a.a)’in huzurunda idik. Ali (a.s) bize doğru geldi, Peygamber; “Kardeşim Ali yanınıza geldi.” buyurdular; sonra Kabe’ye doğru yöneldi, Ali’nin elini tutup şöyle buyurdu:

“Canım elinde olana andolsun ki, bu Ali ve şiaları kıyamet günü kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”

Resulullah (s.a.a) daha sonra şöyle buyurdular: “Ali hepinizden daha önce iman getirdi; O, Allah’ın ahdine vefalı olanınız, halkın arasında en adiliniz, en güzel eşit taksim edeniniz ve Allah katında makamı en yüce olanınızdır.”

Bu esnada daha önce zikr olan ayet nazil oldu; artık o zamandan itibaren Ali bir kavmin arasında görüldüğünde, Peygamber’in ashabı; “Yaratılmış olanların en hayırlısı geldi” diyorlardı.

Yine İbn-i Hacer, “Savaik”in on birinci babında sizin büyük fakih ve alimlerinizden olan hafız Cemaluddin Muhammed bin Yusuf-u Zerendi el-Medeni’den nakletmiştir ki, mezkur ayet nazil olduğunda Resulullah-ü Ekrem (s.a.a) Ali’ye (a.s) şöyle buyurdular:

“Ya Ali! Sen ve şiaların Hayr’ul- beriyye’siniz (yaratılanların en hayırlılarısınız); Sen ve şiaların, kıyamet günü Allah sizden, siz de Allah’tan razı olduğunuz halde gelirsiniz; düşmanların ise gazaplı ve (boyunlarına halkalar geçirildiğinden dolayı) başları yukarı kalkık bir halde gelirler.”

Hz. Ali; “Düşmanım kimlerdir?” dediğinde Resulullah (s.a.a); “Senden teberri[52] eden ve sana lanet okuyan kimselerdir.” buyurdular.

Yine sizin muvassak[53] alimlerinizden olan Mir Seyyid Ali Hemedani eş-Şafii “Meveddet’ul- Kubra” kitabında ve mutaassıp İbn-i Hacer “Savaik’ul- Muhrika”da Hz. Peygamberin muhterem zevcesi ve müminlerin annesi Ümmü Seleme’den Hazretin şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: “Ya Ali! Sen ve ashabın cennettesiniz; sen ve şiaların cennettesiniz.”

Harezm hatiplerinin en üstünü Muvaffak bin Ahmed “Menakıb” kitabının on dokuzuncu bölümünde senediyle Resulullah (s.a.a)’den Hz. Ali (s.a.a)’a şöyle buyurduğunu naklediyor:

“(Senin ümmetim arasındaki meselin (örneğin), Mesih İsa bin Meryem’in meseli (örneği) gibidir. Zira onun kavmi üç fırka oldu: Bir fırka havariler olan müminler, bir fırka Yahudi olan düşmanlar, bir fırka da O cenap hakkında haddi aşan gulat.[54] Ümmetim de senin hakkında üç fırka olacaklar: Bir fırka mümin olan şiaların, bir fırka ahd ve biati bozan düşmanların (Nakisin), bir fırka da sapık olan ve senin hakkında haddi aşan ifratçılar. Ya Ali! Sen ve şiaların cennettesiniz, şialarının dostları da cennettedir; düşmanların ve senin hakkında haddi aşanlar ise cehennem ateşindedir.)

Sohbet buraya vardığında ezan sesi duyuldu, beyler namaz kılmaya kalktılar. Namaz kıldıktan sonra çay içmekle meşgul olunduğu sırada cemaat namazını kılmak için camiye giden sayın seyyid Abdülhay efendi de namazı kılıp geri döndüler ve; “Ev yakın olduğu için bu bir kaç cilt kitabı da kendimle getirdim, bunlar, “Tefsir-i- Süyuti”, “Meveddet’ul- Kurba”, “Müsned-i Ahmed bin Hanbel” ve Menakıb-ı Harezmi’dir” dediler.[55]

Kitaplar açılıp aynı mezkur hadisler ve meseleyi teyit eden diğer bir kaç hadis de okundu. Beylerin rengi değişiyordu, özellikle kendi takipçilerinin yanında mahcup oldukları dikkat çekiyordu. Bu sırada az önce zikredilen hadisi “Meveddet’ul- Kurba” kitabında okudular; üstelik yeni karşılaştıkları diğer iki hadisi de okudular. Rivayet ediliyor ki, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Ya Ali! Yakın bir zamanda sen ve şiaların, Allah’ın sizden sizin de Allah’tan razı olduğunuz bir halde O’nun huzurunda çıkacaksınız, düşmanların ise öfkeli ve (boyunlarında halkalar olduğundan dolayı) başları yukarı doğru bir halde Allah’ın huzuruna çıkarlar.”

Davetçi: İşte bunlar Kur’ân-ı Kerim ve kendi kitaplarınızda yazılmış olan sağlam hadislerle teyit olan özet olarak naklettiğimiz muhkem delillerdi. Eğer sabaha kadar ezberden ve karşınızda ki bu kitapların yüzünden hedef ve maksadı isbat etmek istesem, Allah’ın yardımıyla buna kadirim. Sanıyorum yanlışlıkların giderilmesi için örnek olarak naklettiğimiz bunca rivayet yeterli olsa gerek. Beyler artık bundan sonra düşmanların saçma sapan sözlerini ağzınıza almayın. Hariciler, Nasibiler ve Emvilerin uydurdukları sözlere uyarak her şeyden habersiz avam halka; “Şia lafzını vazeden (çıkaran) Yahudi Abdullah bin Seba’dır” diyerek meseleyi yanlış olarak onlara aktarmayın.

Muhterem beyler, biz şialar Yahudi değiliz; biz Muhammedi’yiz. “Şia” lafzını Hz. Ali (a.s)’ın takipçilerine veren de mel’un Abdullah bin Seba değildir; Resulullah (s.a.a)’in kendi şahsıdır. Biz Abdullah bin Seba’yı münafık ve mel’un bir kimse biliyoruz; delil ve burhansız da hiçbir fert veya gruba uymayız.

Şia lafzı Hz. Ali (a.s)’ın takipçilerine, sizin dediğiniz gibi Osman’ın zamanında söylenmedi; Resulullah (s.a.a)’in kendi zamanında O Hazretin has sahabesine “Şia” söylüyorlardı. Nitekim Hafız Ebu Hatem-i Razi, alimler arasında mütedavil (kullanılan) lafızların tefsirinde yazdığı “Ez-Ziynet” kitabında şöyle yazıyor: “İslam’da Resulullah’ın kendi zamanında ortaya çıkan ilk isim “Şia” ismidir. Ashabdan dört kişi “Şia” lakabıyla çağırılıyorlardı:

1- Ebuzer-i Gifari

2- Selman-ı Farisî

3- Mikdad bin Esved-i Kendi

4- Ammar bin Yasır.

Beyler düşünün, eğer bu terim bidat olsaydı, Peygamber’in zamanında Hazretin özel ashabından olan dört kişiyi “Şia” lakabıyla çağırmaları ve Hz. Peygamber’in de bu kelimenin bidat olduğunu bilip onları menetmemesi mümkün müdür?

Binaenaleyh onların, Ali şialarının kurtuluş ehli olduğunu Hz. Peygamber’in bizzat kendisinden duymuş oldukları anlaşılmaktadır. İşte bundan dolayı böyle bir makamla iftihar ediyorlardı ve ashap açıkça onları Şia ismiyle çağırıyordu.

Selman, Ebuzer, Mikdad ve Ammar’ın Makamı

Bunlara ilave siz, Hz. Peygamber’in ashabının amelini hüccet biliyorsunuz ve O Hazretten şöyle bir hadis naklediyorsunuz:

“Şüphesiz ashabım yıldızlar gibidir, hangisine iktida ederseniz (uyarsanız) hidayet olursunuz.”

Ebu’l- Fida, kendi tarihinde; “Peygamber (s.a.a)’in ashabından olan bu dört kişi “Sakife-i Beni Saide”de Ali’yle birlikte Ebu Bekir’e biat etmekten kaçındılar.” diye yazmamış mıdır? Öyleyse neden onların amelini ve biatten kaçınmalarını hüccet bilmiyorsunuz? Oysa ki kendi alimleriniz onların Allah’ın ve Peygamber’in dostu olduklarını yazmışlardır. Biz de Hz. Ali’nin takipçileri olarak onlara uyuyoruz ve kendi hadisinizin hükmüyle doğru yolu bulmuş oluyoruz.

Beylerin müsaadesiyle vaktimizi göz önünde bulundurarak sizlere birkaç hadis nakletmek istiyorum:

Hafız Ebu Naim-i İsfehani “Hilyet’ul- Evliya”da (c.1, s. 172’de) ve İbn-i Hacer-i Mekki “Savaik’ul- Muhrike”de Hz. Ali (a.s)’ın faziletleri hakkındaki kırk hadisin beşinci hadisinde Tirmizi’den ve Hakim de Bureyde’den Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Allah-u Teala dört kişiyi sevmeyi bana emretmiştir ve onları sevdiğini de bana bildirmiştir.”

Ya Resulellah! O dört kişi kimlerdir? dediklerinde; “Ali bin Ebi Talip Ebuzer, Mikdad ve Selman’dır” buyurdular.

İbn-i Hacer 33. hadiste Tirmizi’den ve Hakim Enes bin Malik’ten Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Cennet üç kişiye özlem duymaktadır: Ali, Ammar ve Selman.”

Acaba Allah’ın, Peygamber’in ve cennet ehlinin mahbubu olan Resulullah’ın has ashabının amel ve tavırları senet değil midir; Müslümanların onları kabul edecek ve onlara önem verecek derecede hücciyetleri yok mudur? Acaba sizin görüşünüzde sadece “Sakife” oyunuyla muvafakat eden bazı grupların ashap sayılması ve Resulullah (s.a.a)’in Sakife ehlinin niyetlerine muhalefet eden diğer tertemiz sahabesinin itibar derecesinden düşüp etkisiz kalması utanç verici değil midir?

Binaenaleyh naklettiğiniz hadisi mutlak bir şekilde söylemeseydiniz bu çıkmaza düşmemeniz ve bizi de hidayet dairesinden çıkarmamanız için; “Ashabımdan bazısı yıldızlar gibidir.” demiş olsaydınız daha iyi olurdu.

İranlıların Hulefa, Diyaleme, Gazan Han ve Hudabende Şahın Zamanında Şia Olmalarının Sebebi

Ama “Şia mezhebi siyasi bir mezheptir, Mecusi İranlılar siyasette Arapların sultası ve saltanatından kaçmak için onu kabul etmişlerdir” sözünüze gelince; teveccüh ve dikkat etmeksiniz atalarınıza uyarak onların yanlış sözlerini beyan ettiniz. Çünkü önceden Şia’nın İslami bir mezhep olduğunu ve Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in Allah’ın emriyle ümmetin önüne bıraktığı bir yol olduğunu sabit ettik. Biz O Hazretin emrine göre Emir’ul- Muminin Hz. Ali ve tertemiz Ehl-i Beyti’ne(selamullah-i aleyhim ecmain) uyuruz, bize verilen düstura uygun amel ediyoruz ve kendimizi hak bildiğimizden naci ( kurtuluşa eren) olduğumuza inanıyoruz.

Resulullah (s.a.a)’in en küçük bir düsturu olmaksızın Sakife komplosunu düzenleyenler politikacı kimselerdi; Hz. Peygamber’in (s.a.a) düsturu gereğince her şeyden tertemiz Ehl-i Beyt’e uyan kimseler değildi. Çünkü Ehl-i Beyt’e uymak için O Hazretin bizzat kendisinden düsturlar vardır ve sizin güvenilir kitaplarınızda da zikr olunmuştur. Ama Sakife ve Sakife ehline uymak hususunda kesinlikle hiçbir düstur ( O Hazret tarafından) sadır olamamıştır.

İranlıların, Emir’ul- Muminin Ali ve mutahhar Ehl-i Beyti’nin velayet makamlarına teveccüh etmelerine gelince, Ehl-i Sünnet’ten olan beyler, inat ve taassup üzere veya düşünmeden ve hiçbir tahkikte bulunmadan halefen an selef (geçmiş atalarının adetine uyarak) hüküm vermişlerdir.

Böylece Ehl-i Sünnet’le muaşeret eden ve (sadece) onların kitaplarına bakan diğer yazarlar da yanlışlığa kapılmışlardır. Şöyle meşhur bir ata sözü vardır: “Tek başlarına hakimin yanına gidip sevinçle döndüler.” Bunlar İranlıların, siyaset gereği hak olan Şia mezhebini seçtiklerini sanmışlardır.

Gerçekten İranlıların Emir’ul- Muminin Ali’ye ve O Hazretin Ehl-i Beyti’ne olan ilgi ve sevgilerinin asıl nedenini, adet ve taassuptan uzak durarak öğrenmek istememişlerdir veya derin bir şekilde düşünüp dikkat etmemişlerdir. Eğer birazcık düşünüp dikkat etseydiler; hakikate çabuk ulaşırlardı; eğer bir kimse veya bir toplum bir işi siyaset gereği yapmış olursa, o iş geçicidir; netice alıp hedefe ulaştıktan sonra geldikleri aynı yoldan geri dönerler; artık bin yıl o akide üzerinde sabit kalmaz ve o yol uğruda canlarını vermez, Şia sancağını kanlarıyla korumaz ve “la ilahe illallah Muhammed’un Resulullah”dan sonra “Aliyyen veliyyullah” kelimesini söyleyerek iftihar etmezler.

Şimdi beylerin müsaadesiyle tarihin aydınlığa kavuşması için, onların siyaset icabı kendilerini Şia göstermediklerini, hakikat, delil, burhan ve kalpten kaynaklanan sevgi üzere hak olan Şia mezhebini seçip kabul ettiklerini bilmeniz için, bütün milletler arasında İranlıların Hz. Ali’ye ve mutahhar Ehl-i Beytine olan sevgilerinin asıl sebebini kısaca huzurunuza arz ediyorum:

Evvela İranlıların akıl ve zekaları; cehalet, adet ve taassubun onlara mani olmamasını, aynı zamanda hak ve hakikati çabuk idrak edip canı gönülle onu kabullenmelerini gerekli bilmiştir. Nitekim Müslüman Arapların eliyle İran’ın feth edilmesinden sonra Müslümanların onlara tanıdıkları tam bir özgürlükle mukaddes İslam dinini kabul etmelerinde hiçbir icbar ve zorlama olmaksızın Müslümanlarla muaşeret eder etmez dakik bir araştırma ile İslam’ın hak olduğunu anlayıp kaç bin yıllık ateş perestlik ve Mecusiyet dininin batıl olduğunu teşhis ederek tam bir istekle, iki tanrıya (Ehrimen ve Yezdan) olan inançtan yüz çevirip İslam dinini kabul ettiler.

Böylece hakkaniyeti sabit eden delilleri Şia mezhebinde yani Hz. Ali (a.s)’ı takip etmekte görünce akıl ve bilgi üzere ona uydular.

Buyruğunuzun ve dar düşünceli yazarlardan çoğunun iddialarının hilafına, İranlıların velayet makamına olan bağlılıkları ve onların Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’a olan sevgileri Harun ve Memun’un hilafeti döneminde olmamıştır; bu sevgi Resulullah (s.a.a)’in bizzat kendi zamanında insanların kalbine yerleşmiştir. Çünkü her İranlı Medine’ye gelip Müslüman olduğunda sahip oldukları özel bilinç ve zekiliklerinden dolayı hak ve hakikati Hz. Ali (a.s)’da görüyorlardı. İşte bunun için Resulullah’ın emir ve kılavuzluğuyla O Hazretin velayetinin sağlam ipine sarılıyorlardı.

İmanın bütün derecelerine sahip olan Selman onların başında yer almıştı; her iki fırkanın naklettiğine göre Resulullah (s.a.a) onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Selman biz Ehl-i Beyt’tendir.”

İlk evvelden “Selman-ı Muhammedi” lakabıyla meşhur oldu. İşte bu Selman halis şialardan, O Hazretin velayetine ilgi gösterenlerden ve Sakife olayına karşı ciddi bir şekilde muhalif olanlardandı; kendi kitaplarınızda nakl olan hadisin hükmü gereğince ona uymak hidayet yoluna tabi olmaktır.

Selman-ı Farisî’nin öyle halis Şia olmasının sebebi, Hz. Ali’nin hakkındaki duyduğu ayet ve Resulullah’ın sözlerinden dolayı idi. Çünkü defalarca Resulullah (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu duyuyordu:

“Ali’ye itaat eden bana itaat etmiştir; bana itaat eden Allah’a itaat etmiştir; Ali’ye muhalefet eden bana muhalefet etmiştir; bana muhalefet eden Allah’a muhalefet etmiştir.”

Resulullah (s.a.a)’in zamanında ve O’ndan sonraki zamanlarda Medine’ye gidip Müslüman olan her İranlı O Hazretin itaat ve safında yer alıyordu.

Bundan dolayı ikinci halife çok sinirlenip onlar için bazı sınırlar koydu. İşte bu sınır ve baskılar, onların kalbinde bazı adavet ve kinler doğurdu ve halifenin Resulullah’ın düstur ve davranışına aykırı olarak onları kovmasından ve İslami haklardan men etmesinden dolayı çok üzüldüler.

Bunlara ilave olarak, her şeyden daha fazla İranlıları, Hz. Ali (a.s) ve Ehl-i Beyti’nin mukaddes makamına yönlendiren, O Hazretin hakkında genişçe tahkik yapmalarına ve gönüllerinde ona karşı muhabbet beslemelerine sebep olan şey, Emir’ul- Muminin Hz. Ali ((a.s)’ın İranlı esir şehzâdeleri savunup koruması olmuştur.

Medain (Tisfun) esirlerini Medine’ye getirdiklerinde ikinci halife, esir olan bütün kadınları Müslümanlara cariye olarak verilmesini emretti, Emir’ul- Muminin Ali (a.s) bu işe mani olup şöyle buyurdu:

“Şehzâdeler müstesna (ayrıcalıklı) ve muhteremdirler, İran şahı Yezdgerd’in iki kızı esirler arasındadır, onlar cariye verilmez.”

İkinci halife; “Öyleyse ne yapılması gerekir? dediğinde Hz. Ali buyurdular ki:

“Emret ayağa kalksınlar ve Müslümanlardan istedikleri şahsı, özgür olarak kendilerine eş kabul etsinler.”

İşte Hz. Ali’nin tavsiyesi üzerine kalkıp sahabeleri gözden geçirdiler, “Şah-ı Zenan” Hazretin elinin altında terbiye gören ve eğitilen Muhammed bin Ebu Bekir’i seçti; “Şehribanu” da Resulullah’ın torunu İmam Hüseyin (a.s)’ı seçti; bunlar şer’i bir nikahla onların evine gittiler.

Allah-u Teala, Şah-ı Zenan’dan Muhammed’e bir evlat verdi (İmam Cafer Sadık’ın annesi olan Ümmü Ferve’nin babası Kasım-ı Fakihi); Şehribanu’dan da İmam Zeyn’ül- Abidin’i İmam Hüseyin’e bağışladı.

Bu haber ve Hz. Ali (a.s)’ın şehzâdeleri koruması meselesi İranlılara ulaştığında, O Hazrete özel bir ilgi duydular; duydukları bu ilgi O’nun hakkında derin bir şekilde tahkik yapmalarına sebep oldu.

Özellikle İran Müslümanların eliyle feth edildikten sonra Müslümanlarla yakından temasta bulunmaları sonucu O Hazretin velayet, imamet ve hilafet makamını, ispat edici delillerle öğrenmiş oldular ve kalpten O’na bağlandılar. Mani ve engeller ortadan kalktığında, durumlar müsait olduğunda, kendi inanç ve akidelerini açıkça söyleyip mezheplerini aşikar ettiler.

Binaenaleyh akidenin ortaya çıkışı ve mezhep özgürlüğü, Harun ve Memun’un zamanı ve Safevilerin saltanat dönemiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Safevilerin saltanat döneminden yedi yüz yıl önce, hak olan Şia mezhebi İran’da zuhur etmiştir; yani hicri dördüncü asırda, İran’da yönetim Diyaleme-i Âl-i Buye’ye devredildiğinde, o bu hakikatin üzerinden perdeyi kaldırdı, böylece İranlılar tam bir özgürlüğe kavuştu ve kalplerinde saklı olan mezhebi aşikar ettiler.

Moğolların Döneminde Şia’nın Zuhuru

 Hicri 694’te İran’ın saltanatı (islami ismi Mahmut olan) Ğazanhan Moğol’a ulaştı. Ehl-i Beyte özel bir ilgi duyduğundan dolayı Şia mezhebi onun zamanında daha da yaygınlaştı. Onun vefatından sonra da H. 707’de saltanat Ğazanhan’ın kardeşi Ciyatu’ya (yani Muhammet şah Hudabende’e) geçti.

Allame-i Hilli’nin Kad’ıl- Kuzatla Münazarası

Alim ve tarihçi Şafii el-Hemedani’nin nakl ettiğine göre, şahinşahi sarayında şahın kendi huzurunda, o zamanda Şia alimlerinin iftiharlarından ve asrın dahilerinden olan “cemal’ül- milleti ve’d- din, allame-i kebir Hasan bin Yusuf bin Ali bin Mutahhar-i Hilli” ile Ehl-i Sünnet’in en büyük alimlerinden olan “Hace Nizamuddin Abdulmelik-i Merağe-i Kad’ıl- kuzat[56] eş-Şafii” arasında bir takım tartışmalar gerçekleşti.

O mecliste imamet meselesi söz konusu edildi. Cenab-ı Allame-i Hilli açık ve kesin delillerle Emir’ul- Muminin Ali (a.s)’ın Resulullah (s.a.a)’den sonraki hilafet ve imametini öyle bir şekilde sabit etti ve diğer kimselerin iddiasının batıllığını öyle bir şekilde ortaya koydu ki, artık mecliste hazır bulunanlar için şüphe edecek hiçbir yol bırakmadı; Hatta Hace Nizamuddin’in kendisi bile; “Sayın Allame’nin delili pek açık ve güçlüdür, ama atalarımız bir yolu tutup gitmişlerdir, biz de avam halkı susturmak ve İslam kelimesinin tefrikasının önünü almak (birliğin bozulmaması) için o yolu takip etmemiz ve sırları açığa vurmamamız gerekir” dedi.

Bu sırada şahinşah’ın taassubu olmadığından ve her iki tarafın delillerini de iyice dinlediğinden dolayı münazara sona erdikten sonra Şia’nın hakikati ortaya çıkınca hak olan İmamiyye (Şia) mezhebini seçti ve bu mezhebin serbestliğini İran’ın bütün şehirlerine ilan etti.

İşte o meclisten bütün vilayetlerin hakim ve valilerine, bütün mescid ve camilerde Emir’ul- Muminin Hz. Ali ve diğer İmamların ismiyle hutbe okumalarını ilan etti ve dinarların (paraların) üzerine üç satırda; “La ilâhe illallah Muhammed resulullah Aliyyen veliyyullah” kelimesinin yazılmasını emretti.

Şahin şah, sayın Allame-i Hilli’yi “Hille” şehrinden bir takım meselelerin çözümü için çağırtmıştı. (İşte bundan dolayı o toplantıda münazaralar yapılarak Şia’nın hakikati ortaya çıkmış oldu.) Şahin şah Allame-i Hilli’yi kendi yanında tuttu ve onun için özel bir medrese ayarladı; derken talebeler o cenabın etrafını sardılar. Açıkça yapılan tebliğler sonucu gerçekler ortaya çıktı ve her şeyden habersiz olan kimseler, hak olan İmamiyye (Şia) yolunun hakikatini anlamış oldular. Böylece velayetin ışık saçan güneşi takıyye[57] bulutunun altından dışarı çıktı. İşte o zamandan itibaren hak olan Şia mezhebi , güneş gibi cehalet bulutunun altından ortaya çıkmış oldu.

Yaklaşık yedi yüz yıldan sonra Safevilerin güçlü sultanlarının desteğiyle ve o zamanın kamil tebliğleriyle kara bulutlar tamamiyle dağılıp velayet ve imamet güneşi dünyaya ışınlarını saçtı.

Her ne kadar İranlılar bir gün Mecus (ateşe tapan) ve iki tanrıya (Yezdan ve Ehrimen’e) inanıyor idilerse de Müslümanların mantığa uygun delil ve burhanlarını duyar duymaz onu canı gönülden kabul ettiler; şimdiye kadar da tam bir samimiyetle İslami akidelerinin üzerinde sabittirler.

Eğer İranlıların arasında mecus olan, (inanç açısından) bir yere bağlı olmayan veya gulatlar silsilesine girip Ali’yi (a.s) kendi makamından uluhiyet derecesine yükselten, onu halik ve razık bilen (yaratan ve rızk veren) veyahut hulul,[58] ittihat ve vahdet-i vücuda[59] inanlar olursa onların İranlıların temiz kalpli toplumuyla hiçbir ilişkisi yoktur. Her kavim ve toplumda bu çeşit düşüncesiz ve akılsız kimseler bulunmaktadır. Ama İran’ın necip ve bilgin halkının ekseriyeti Allah-u Teâla’nın vahdaniyeti, Hatem’ul- Enbiyanın nübüvvet ve Emir’ul- Muminin Hz. Ali ve on bir evladını Hz. Peygamber’in emri gereğince imamete seçildikleri hususunda sabit ve doğru bir iman ve akideye sahiptirler.

Hafız: Hicazi, Mekki ve Medeni olan sizin gibi bir kimsenin, İran’da bir müddet kalmakla onları o kadar desteklemeniz ve onları Ali’nin (kerremellah’u vechehu) takipçileri bilmeniz gerçekten de şaşırılacak bir şeydir. Oysa ki, Ali Allah’ın kulu, O’nun emrine uyan ve O’na itaat eden birisi idi. Fakat İranlı şiaların hepsi Ali’yi Allah biliyorlar, onu Allah’tan ayrı bilmiyorlar. Kendi şiirlerinde de nazil bemenzile-i Hak[60] ve hatta Hakk (Allah)’ın aynısı biliyorlar.

Nitekim onların divan ve cep defterlerinde bu çeşit küfriyat görülmektedir. İranlı Şii alimler Ali’nin (kerremellah vechehu) dilinden bu çeşit şiirleri nakletmekteler (kesinlikle Ali’nin kendisi böyle bir inançtan beridir)...

Davetçi: Size taaccüp edilmelidir ki araştırmaksızın İranlı bütün şiaları guluv (mübalağa) eden ve Ali perest biliyorsunuz. Bu sözlerle meseleyi, her şeyden habersiz Sünni kardeşlerimize yanlış aktarıyor, iki kardeşin birbirlerini öldürmesine sebep oluyorsunuz. Bu çeşit sözler Afganistan, Hindistan, Özbekistan, Tacikistan ve diğer yerlerde Şiilerin öldürülüp kanlarının akıtılmasına yol açmıştır.

Özbekistan ve Türkistan Müslümanları, şialar Ali perest, müşrik, kafir ve öldürülmeleri farzdır diyen alimlerinin kışkırtmaları sonucu ne kadar Müslümanların kanını döküp tarih sayfasını lekelediler.

 Ehl-i Sünnet’in her şeyden habersiz zavallı halkı sizin gibi alimlerin önderliğiyle İranlı Müslümanlara adavet, şirk, küfr ve irtidat gözüyle bakıyorlar.

Geçmiş zamanlarda Türkmenler Horasan yolunda, kafirdirler diyerek İranlıların önlerini kesip mallarını yağmalıyor, öldürüyor ve şöyle diyorlardı: “Kim yedi tane Rafızî ( Şia’yı) öldürürse, cennet ona farz olur!”

Kesinlikle bilin ki, bu amellerin ve bu katliamların sorumlusu, şialar Ali perest, müşrik ve kafirdir diyen sizin gibi alimlerdir. Her şeyden habersiz saf ve avam Sünniler de bu çeşit sözleri kabul edip sevap kastıyla bu çeşit amellere teşebbüs ediyorlar.

İslam Her Çeşit Irkçılığı Ortadan Kaldırdı

İlk önce buyurduğunuz sözün cevabını vereyim sonra asıl konuya geçelim. “Siz Hicazi, Mekki ve Medeni olduğunuz halde niçin İranlıları savunuyorsunuz?” diye buyurduğunuz söze gelince; şu açıktır ki Mekki, Medeni ve Muhammedi olmak iftiharımdır; fakat cehalet ve akılsızlıktan kaynaklanan ırkçılık taassubu kesinlikle bende yoktur. Çünkü yüce ceddim Hatem’ul- Enbiya (s.a.a) her milletin kavmiyet ve vatan sevgisini göz önünde bulundurmasına rağmen, “Vatan sevgisi imandandır.” cümlesini buyurmakla her kavim ve millete vatan sevgisini emretmiştir.

Resulullah (s.a.a)’in, insanların birliği ve onlardan her çeşit anlamsız düşünceleri gidermek yolunda attığı en büyük adımlardan biri de; ırkçılık ve cahilane taassupları tamamiyle ortadan kaldırmasıydı. Yüksek bir sesle bütün insanların dikkatini buyurduğu şu söze celbetti:

Arab’ın Aceme, Acemin Arab’a, beyazın zenciye, zencinin de beyaza ilim ve takvadan başka hiçbir üstünlüğü yoktur.”

Yine Resulullah (s.a.a), alim ve takvalı kimselerin meseleyi yanlış anlayıp buyruğundan senet ittihaz etmemeleri, tevazu ve alçak gönüllülükten uzaklaşıp başkalarına karşı kibir ve bencillik göstermemeleri için şöyle buyurdu:

“Arap’tan olmam iftihar değildir; Adem evlatlarının seyyidi (efendisi) olmam da iftihar değildir.”

Mezkur cümlenin özet olarak manası şudur ki Arap ve Adem evlatlarının efendisi olmama rağmen bu makam ve soyla başkalarına karşı övünmüyorum. Peygamber (s.a.a)’in iftiharı sadece Allah’ın itaatkar kulu olmasıdır. Allah’a yalvarıp yakardığında şöyle arz ediyordu:

“Allah’ım! Sana kul olmam bana iftihar olarak yeter.”

Allah-u Teâla Hucurat Süresi 13. ayette şöyle buyurmuştur:

“ Ey insanlar! Gerçekten biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler halinde kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız takvaca en ileride olanınızdır.”

Görüldüğü gibi Allah-u Teâla fazilet üstünlük ve yüceliği takvada kılmıştır. Yine Hucurat Suresinin 10. ayetinde şöyle buyurmuştur:

“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin.”

Beyaz, siyah, sarı ve kızıl derili soyundan olan köylü, şehirli, Afrikalı, Asyalı, Avrupalı ve Amerikalı olan bütün insanlar, İslam sancağı ve “La ilahe illallah Muhammed Resulullah” kelimesi altında birbiriyle kardeştirler ve hiç birisinin başka birisinden (takva hariç) üstünlüğü yoktur.

İslam’ın yüce önderi Hatem’ul- Enbiya (s.a.a) de Acemden olan Selman-i Farisî’yi, Rum’dan olan Sühayb-i Rumi’yi ve Habeşe’den olan zenci Bilal’ı muhabbet ve sevgiyle kabul etmeyi amelen açıkça göstermiştir.

Ama Arapların en iyi ırkından ve şerif soydan olan amcası Ebu Leheb’i kendisinden uzaklaştırdı ve onun hakkında bir süre bile nazil oldu ve açıkça şöyle buyurdu:

“Ebu Leheb’in iki eli kurusun ve kurudu da...”

Bütün Bozgunculuk ve Savaşlar Irkçılık Nedeniyledir

Bütün fitne, fesat, savaş ve çekişmeler, ırk ile övünmelerden ve cahilane taassuplardan dolayıdır. Almanlar diyorlar ki; Ari’n ve Cirmin ırkı bütün ırklardan üstündür. Japonlar diyorlar ki; efendilik hakkı sarı derili olan ırkındır. Avrupalılar da diyorlar ki; beyaz derili olanlar herkesten büyük ve üstündürler. Uygar Amerika’da zenciler toplumsal haklardan mahrumdurlar; hatta beyazların, kahve, sinema ve misafirhanelerine girmeye hakları yoktur. Bir Hıristiyan zencinin beyazlıların kilisesine girmeye hakkı yoktur.

Şaşırılacak şey şu ki, mabette de bir seviyede oturmaya hakları yoktur. Zencilerin bilgin ve alimleri beyaz derili bilginlerin toplantılarına katılmış olurlarsa, meclisin arka kısmında oturmaları gerekir. Beyaz derililerin karşısında ilimlerini izhar etmemelidirler. Zenci ihtiyar bir bilgin, beyaz derili gencin karşısında saygı gösterip teslim olmalıdır. Beyaz derili öğrenciler, zencileri okullarına bırakmıyorlar; hatta tirenin vagonlarının arasında zenci birisi kalmış da olsa onun, beyaz derililerin boş olan vagonlarına geçme hakkı yoktur.

Velhasıl Amerika’daki zenciler (onların özgürlüğü için onca yapılan çabaya rağmen hayvanların sırasında sayılıyorlar; beyaz derililer gibi gelişen araçlardan yararlanmaya hakları yoktur.[61]

Ama mukaddes İslam dini saçma ve hurafe bütün akideleri, bin dört yüz yıl önce ortadan kaldırmıştır ve bütün Müslümanlar, hangi ırk ve kabilden olursa olsunlar eşittirler buyurmuştur.

Avrupalı, Asyalı, Afrikalı Müslümanlar birbirlerine karşı muhabbetli olup adaletli davranmalıdırlar; dünyanın neresinde olursa olsunlar, daima birbirlerine yardımcı ve dert ortağı olmalıdırlar. İslam Mekkeli, Medineli ve Hicazlı Müslümanlar ile diğer memleketlerin Müslümanları arasında hiçbir fark koymamıştır.

Binaenaleyh soyum Hicazi, Kureyşi, Haşimi ve Muhammedi olduğundan dolayı hakkı gizlemem ve boş hayaller üzere onu çiğnemem doğru değildir. Kesinlikle sahte Hicazi’leri merdut sayıyor ve İranlı Müslümanları ise seviyorum.

Biz içe ve duruma bakıyoruz;

Dışa ve söze değil.

Üstelik siz İranlı gulatları hiçbir deliliniz olmaksınız tertemiz, muvahhid ve halis şialarla karıştırdınız.

Gulat’ın Akaidi, Onların Kınanılması ve Abdullah Bin Sebe’nin Lanetlenmesi

Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’ın bütün şiaları, Allah-u Teala’nın seçkin kullarıdır. Yine Allah-u Subhanehu ve Teâla’ya ve O’nun kulu ve resulü olan Muhammed (s.a.a)’e itaat eden ve Ali bin Ebi Talip (a.s) hakkında Hz. Peygamber’in buyurduğundan başka bir şey söylemeyen kimselerdir. Bizler Hz. Ali’yi Allah’ın salih kulu ve Resulullah’ın da vasisi ve halifesi biliyoruz.

Biz, bu akideden başka bir akideye sahip olan kimseyi kendimizden uzak sayıyor, onu merdut biliyoruz. Örneğin: “Sabaiyye, Hatabiyye, Ğarabiyye, Ulyaviyye, Muhammese, Buzeyğiyye ve İran’ın bazı köy ve şehirlerinde, Musul ve Suriye’de Ehl-i Hak adıyla dağılmış olan... bazı gulat gruplar da vardır.

Bütün şialar bu inançtadırlar, onları kafir, mürtet ve necis biliyorlar; Şia müçtehitleri tüm fıkıh ve “İlm-i hal” kitaplarında Gulat’ı kafirler sırasında zikrediyorlar; çünkü onlar sayısızca bozuk inançlara sahiptirler. Örneğin diyorlar ki: “Ruhani şeyin, cismani halde zuhur etmesi muhal değildir. Nitekim Cebrail “Dehye-i Kelbi” şeklinde Hz. Peygamber’e zahir oluyordu; Hakkın (Allah’ın) hikmeti hekimanesi, zat-ı akdesin beşer şeklinde aşikar olmasını gerektirdi. Bundan dolayı Hz. Ali şeklinde zahir oldu!”

İşte bu yüzden Hz. Ali (a.s)’ın makamını, Hz. Peygamber (s.a.a)’in mukaddes makamından daha yüce biliyorlar. Hz. Ali (a.s)’ın kendi zamanından itibaren, ins-u cin şeytanlarının aldatmasıyla bir grup insanlar bu akideye sahip olmuşlardır. Hz. Ali (a.s)’ın kendisi, Hindistan ve Sudan’dan gelen ve O Hazretin ilahlığını iddia eden bir grup insanlara hayli nasihat etti, bu nasihatlerin bir fayda vermediğini görünce, onların dumanlı kuyularda (tarih kitaplarında kaydedildiği şekilde) öldürülmelerini emretti.

Nitekim bu olayın izahı, “Bihar’ul- Envar” kitabının yedinci cildinde etraflıca zikredilmiştir. Emir’ul- Muminin Hz. Ali ve diğer masum İmamlar (Allah’ın selamı onların üzerine olsun), olara lanet edip kendilerinden uzaklaştırmışlar ve onlardan teberri etmişlerdir.

Yine bizim muteber kitaplarımızda mevlamız Emir’ul- Muminin Ali (a.s)’dan şöyle dua ettiği naklolunmuştur:

“Allah’ım! İsa bin Meryem’in Nesara (Hıristiyanlar)’dan teberri ettiği gibi ben de gulattan beriyim. Allah’ım! Onları daima hor ve zelil kıl ve hiçbirine yardım da bulunma.”

Diğer bir rivayette de Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:

“Hakkımda iki grup insanlar helak olacaktır; oysaki bunda benim hiçbir günahım yoktur): Sevgide haddini aşanlar (yani ifrat ve guluv edenler) ve sevmeyip de geri kalanlar( yani düşman olanlar). Biz, hakkımızda haddimizi aşacak derecede guluv (mübalağa) eden kimselerden, İsa bin Meryem’in Nasranilerden teberri ettiği gibi teberri ediyor ve Allah’a sığınıyoruz.”

Hz. Ali (a.s) yine buyurmuştur ki:

“Hakkımda iki grup insan helak olacaktır: Guluv ederek seven ve buğzederek düşmanlık yapan.”

İşte bu yüzden on iki İmam şiaları, Emir’ul- Muminin Ali (a.s) ve mutahhar Ehl-i Beyti hakkında nazm[62] ve nesir[63] olarak guluv eden, onları Allah ve Resulünün belirlediği makamın dışına çıkaran ve ubudiyet makamından rububiyyet makamına yükselten kimselerden teberri ediyorlar. Böyle bir akideye sahip olan kimseler bizden değillerdir; onlar Gulat ve melunlardandırlar.

Sizler Şia topluluğunu onlardan ayrı bilmelisiniz. Çünkü İmamiyye alimleri, Gulat’ın kafir ve necis olmalarına icma etmişlerdir. Eğer Şia fakihlerinin “Cevahir’ul- Kelam”, “Mesalik” ve diğer kitaplarına, merhum ayetullah Yezdi’nin (kuddise sirruh) “Urvet’ul- Vuska” ve Ayetullah’il- uzma İsfehani’nin ( mudde zılluhu’l- ali) “Vesilet’un- Necat” adlı risalelerine (kitaplarına) müracaat edersiniz, Taharet, Zekat, Nikah ve İrs bablarında müçtehitlerimizin onların kafir ve necis olduklarına dair fetvalarını görürsünüz. Bütün müçtehitlerimiz, onların gusül ve defninde müdahale etmenin, onlarla evlenmenin, Müslüman’ın miras hakkının ve hatta sadaka ve zekatın onlara verilmesinin câiz olmadığına bir fetva vermişlerdir.

Kurtuluş ehli olan Şia fırkası, kelam ve akaid kitaplarında, bu fasit ve kafir fırkadan teberri etmenin her müslümana, özellikle akideleri halis olan şialara farz ve gerekli olduğu geniş bir şekilde delillerle açıklanmıştır.

Gulat’ın reddinde yeteri kadar ayet ve hadis mevcuttur; biz onlardan bazısına deyiniyoruz.

Allah-u Teala, Mâide suresinin 77. ayetinde açıkça şöyle buyuruyor:

“De ki: Ey kitap ehli, haksız yere dininiz konusunda (İsa’yı nübüvvet makamından ilahlık makamına çıkararak) guluv etmeyin (aşırı gitmeyin) ve daha önce sağmış, birçoğunu saptırmış ve dümdüz yoldan kaymış bir topluluğun (Hıristiyan önderlerinin) heva ve heveslerine( istek ve tutkularına) uymayın.”

Merhum Allame Meclisi ( kuddise sirruh) Şia’nın ilim ansiklopedisi olan “Bihar’ul- Envar” kitabının 30. cildinde onlar (gulat)’ın kınanması ve risalet ailesinin onların iddia ettiği şeyden uzak olmaları hususunda çok rivayetler nakletmiştir. Örneğin İmam Cafer Sadık (a.s)’dan şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

Bu hadisin manası özet olarak şöyledir:

“Biz, Allah-u Teâla’nın bizi yarattığı ve seçtiği kullarız... Biz mutlaka öleceğiz, durdurulup sorgulanacağız (biz de sizin gibi beşeriz). Gulat’ı seven bize buğzetmiştir; onlara buğzeden bizi sevmiştir. Kafir ve Müfevvize[64] olan gulat, müşriktirler; Allah Gulat’a lanet etsin”.

Yine Şia’nın büyük önderi olan İmam Cafer Sadık (a.s)’dan şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Allah, Abdullah bin Seba’ya lanet etsin; o Emir’ul- Muminin Ali (a.s) hakkında rububiyyet (ilâhçılık) iddiası etti. Allah’a andolsun ki Emir’ul- Muminin Ali (a.s), Allah’ın itaat eden kullu idi. Bize yalan söyleyen kullara yazıklar olsun. Bazı kimseler, söylemediğimiz şeyi bizim hakkımızda söylüyorlar. Biz onlardan teberri edip Allah’a sığınıyoruz. Yine biz onlardan teberri edip Allah’a sığınıyoruz.”

Şia fakihlerinin iftiharlarından olan Ebu Cafer Muhammed bin Ali bin Hüseyin bin Musa bin Babeveyh-i Kummi (kuddise sirruh) “Akaid-i Saduk” kitabında Şia’nın güvenilir ravilerinden, Ehl-i Beyt’in ilmini koruyanlardan ve Hz. Bakır’ul- Ulum ve Hz. Sadık (a.s)’ın ashabından olan Zürare bin A’yen’den şöyle bir rivayet nakletmiştir:

İmam Sadık (a.s)’a, Abdullah bin Seba’nın evlatlarından birisi tefvize inanıyor diye arz ettim. İmam (a.s); “Tefviz nedir?” diye sordular. Şöyle diyorlar diye arz ettim:

“Allah-u Teâla Muhammed ve Ali’yi yarattı, sonra kulların işlerini onlara tefviz etti (bıraktı), derken onlar da yarattılar, rızk verdiler, dirilttiler ve öldürdüler.”

İmam (a.s) bu sözü duyunca şöyle buyurdular:

“Allah’ın düşmanı yalan söylemiştir; döndüğünde Ra’d suresindeki şu ayeti ona oku:

“Yoksa Allah’a, O’nun yaratması gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine mi benzeşti? De ki: “Allah, her şeyin yaratıcısıdır ve O, tektir, kahredici olandır.”[65]

Bu ayet, Alla-u Teala’nın birliğine açıkça delalet etmektedir.”

Zürare şöyle diyor: “Onun yanına döndüğümde İmam (a.s)’ın buyurduğu bu ayeti ona okudum. Bu ayeti okumakla sanki ağzına bir taş atmış oldum, böylece susup kaldı.”

Gulat fırkasını kınamak ve onları lanetlemek hususunda buna benzer birçok rivayetler bizim güvenilir kitaplarımızda yer almaktadır. Avam halkın aldatılmasına sebep olacak sözleri ağzınıza almanız ve adl-i İlahi mahkemesinde muaheze edilmemeniz için bizim sizin alimlerinizin kitaplarını okuduğumuz gibi sizin de Şia alimlerinin güvenilir kitaplarını okumanız iyi olur.

Muhterem beylerin insafla konuşmalarını istiyorum; acaba İmamlarımızın, şiaları hidayet etmeleri için böyle beyanlarda bulundukları ve gerçek şiaları yani Hz. Ali (a.s)’ın takipçileri ve evlatları, önderlerinden böyle rivayetleri duydukları halde yine de onları Allah veya İlahlık makamına mı çıkarırlar?

Gulat fırkası tamamıyla bizden uzaktırlar, biz de onlardan uzağız. Zahirde Şialık iddiasında bulunsalar da Allah Teâla, Peygamber (s.a.a), Ali (a.s) ve Al-i evlatları hepsi ve bütün şialar onlardan beri ve uzaktırlar.

Nitekim mevlamız Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s) Gulatların önderi olan mel’un Abdullah bin Seba’yı üç gün hapsetmiş, tövbe etmesini istemiş, kabul etmeyince lacerem (mecburen) onu ateşe atıp yakmıştır.

Allah aşkına, alimlerinizin taassup ve adet üzere ve geçmişlerine uyarak “Şia mektebinin kurucusu mel’un Abdullah bin Seba’dır” demeleri veya yazmaları utanç verici değil midir? Oysa ki Şia alimleri bu mesele ile ilgili bütün kitaplarında İmamlarına uymuş, Abdullah bin Seba’yı mel’un bilmişlerdir. Binaenaleyh Abdullah bin Seba’ya uyan kimseler de melundurlar. Çünkü onlar gulattırlar; Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti hakkında ifrat yapmaktan uzak durmayan onların takipçileri değillerdir.

Eğer sizin mutaassıp alimlerinizin yazdığı ve diğer kimselerin de körü körüne onlara uyarak toplantılarda söyledikleri gibi mel’un Abdullah bin Seba Şia mektebinin kurucusu ve şialar da onun takipçileri olsaydı, o zaman en azından Şia kitaplarından birinde onu övmüş olurlardı.

Eğer siz Şia alimlerinin kitaplarından sadece bir tanesinde mel’un Abdullah bin Seba’yı methettiklerini gösterirseniz, ben bütün sözlerinize teslim olacağım. Ama eğer göstermeseniz (kesinlikle de göstermezsiniz) o zaman hesap gününden ve adl-i İlahi mahkemesinden korkun ve tertemiz muvahhid şiaları mel’un Abdullah bin Seba’nın takipçileri olarak tanıtmayın ve meseleyi her şeyden habersiz avam halka yanlış aktarmayın.

Yine alicenaptan kardeşçesine ricam, ilim ehlinden olduğunuz için daima kaide, ilim, mantık ve hakikat üzere sohbet etmenizdir; düşmanların inat olarak şialara nispet verdikleri saçma-sapan ve mantıksız sözler üzere değil.

Hafız: Sizin kardeşçe nasihatlerinizi her akıllı kimse kabul edip dikkate almaktadır. Ama müsaade ederseniz ben de uyarı olması için bazı şeyleri arz edeyim.

Davetçi: Çok memnun olurum, buyurun.

Hafız: Siz konuşmalarınızda daima; “Biz İmamlar hakkında guluv etmiyoruz” buyuruyorsunuz, Gulat’ı mel’un ve ateş ehli biliyorsunuz. Ama bu iki gecede defalarca İmamlar hakkında sizden bazı sözler duyuluyor; beyan ettiğiniz kaideler üzerine onlar bu çeşit sözlere razı değillerdir. Mümkünse siz de konuştuğunuzda kınanmaya yol açacak sözler söylememeniz için dikkatli olunuz.

Davetçi: Ben mutaassıp ve cahil bir kimse değilim, konuşmamda yanlışlık olursa hatırlatırsanız çok memnun olurum. Çünkü insan yanılan ve unutan bir varlıktır. Bu iki gecede Hidayet İmamlarının rızasına aykırı olan, ilim, akıl ve mantıkla bağdaşmayan şeyler görürseniz, rica ediyorum ki (açıkça) beyan ediniz.

Hafız: Bu iki gece defalarca İmamlarınızın ismini getirdiğinizde “Radıyallahu anhum” yerine “Selamullahi aleyhim” veya “Salavatullahi aleyhim” buyurdunuz. Oysa ki kendiniz de bildiğiniz gibi Ahzab suresindeki şu ayetin hükmüyle: “Hiç şüphesiz, Allah ve melekleri peygambere salat etmektedirler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin.”[66] salat ve selam sadece Resulullah’a (s.a.a) mahsustur. Ama siz konuşmanızda İmamlar hakkında salat ve selam söylüyorsunuz. Yaptığınız bu amelin Kur’ân’ın nassına aykırı olması pek açıktır. Size yapılan tenkitlerden biri de söz konusu edilen meseledir. Böyle bir şey bidattir, bidat ehli de dalalet ehlidir diyorlar.

Muhammed Ehl-i Beyt’ine Salat Etme Hususunda Yapılan Tenkit ve Onun Yanıtı

Davetçi: Şia topluluğu kesinlikle nassa aykırı bir iş yapmamışlardır ve yapmıyorlar da. Geçmiş asırlarda onların düşmanları örneğin: Havariç, Nasibi, Emevi ve onlara uyanlar bahaneler arayıp ve Şiileri bidat ehli olarak tanıtmaları için asılsız deliller getirmişlerdir. Şia’nın büyük alimleri onların bütün cevaplarını vermiş ve bidat ehli olmadıklarını ispatlamışlardır. Kalem düşmanın elinde olursa, istediğini yazar. Bu konunun da cevabı teferruatıyla verilmiştir. Ama vakit geçtiğinden dolayı geniş bir şekilde cevap vermekten vazgeçiyorum. Buyurduklarınızın cevapsız kalmaması ve meselenin de meclisteki hazır bulunan aziz kardeşlerimiz tarafından yanlış anlaşılmaması için konuyla ilgili bazı noktalara kısaca değinmek istiyorum:

Birinci olarak; mezkur ayet, salat ve selamın başkalarına söylenmesini men etmemiştir; Müslümanların Hz. Peygamber (s.a.a)’e salat etmelerinin gerekli olduğunu emretmektedir.

İkinci olarak; mezkur ayeti nazil eden Allah-u Teâla Saffat suresinin 130. ayetinde şöyle buyurmaktadır:

“Âl-i Yasin’e selam olsun.”

Risalet ailesinin büyük özelliklerinden biri de Kur’ân’ın her yerinde büyük peygamberlere özel selam ediyor; buyuruyor ki:

“Alemler arasında Nuh’a selam olsun”, “İbrahim’e selam olsun”, “Musa ve Harun’a selam olsun” [67]

Kur’ân’ın hiçbir yerinde peygamberlerin evlatlarına selam söylenmemiştir. Sadece Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in evlatlarına selam söylenmiştir. Allah-u Teâla “Yasin evlatlarına selam olsun” buyuruyor. “Yasin” Resulullah’ın isimlerinden biridir.

Yasin Kelimesinin Manası ve “Sin” Edatının Peygamberin Mübarek İsmi Olması Hususunda

Bildiğiniz gibi Kur’ân-ı Mecid’de Hz. Peygamber’in on iki isminden beş tanesi ümmetin basiretinin artması için zikr olunmuştur. Beş kutsal isim şunlardır: Muhammed, Ahmed, Abdullah, Nun ve Yasin. 36. Sürenin evvelinde şöyle buyuruyor:

“Yâ Sîn, andolsun hikmetli Kur’ân’a, gerçekten sen gönderilen (peygamber)lerdensin.”

Yâ nida edatıdır, “Sîn” de Resulullah’ın mübarek ismidir; O Hazretin hakikatine, zahiri ve batini eşitliğine işarettir.

Nevvab: Tehecci harflerinin arasında “Sîn” edatının, O Hazretin mübarek ismi olmasının sebebi nedir?

Davetçi: Az önce arz ettiğim gibi mana alemine ve O Hazretin hakikat-ı i’tidalına işarettir. Çünkü Hatemiyet makamını hâiz olacak kimse, vücudu hâdd-i itidale erişen ve zahiri ile batini eşit olan kimsedir. Bu mertebe O Hazretin mukaddes vücudunda mevcut idi. İşte bundan dolayı “Sin” edatıyla O Hazret için makam isbat edilmektedir.

Herkesin anlayabileceği bir üslupla beyan edecek olursak, tehecci harflerinin arasında zahir ve batini eşit olan sadece “Sin” edatıdır. Şöyle ki ilm-i a’dad (hesap) alimleri nezdinde yirmi sekiz tane tehecci harflerinin her birisinin zübür ve beyyine’si[68] vardır; her harfin zübür ve beyyine’si tatbik edildiğinde kesinlikle ya zübürü fazladır veya beyyinesi.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Cesaret ettiğimden dolayı affedin; meseleyi iyice anlamaktan aciz olduğum için bu gecelerde meseleleri, herkesin anlayabileceği sade ve açık bir şekilde beyan etmenizi istiyorum. Çünkü zübür ve beyyine'nin ne olduğunu anlayamadık; muammanın çözümü için gayet açık bir şekilde izahta bulunmanızı rica ediyoruz.

Davetçi: Memnuniyetle; “zübür”, kağıdın üzerinde yazılan harfin şeklidir; “beyyine” de okunurken artıklığı ortaya çıkan şeydir. Mesela “S” edatı kağıdın üzerinde bir harftir, ama okunduğunda üç harf “sin” oluyor ve böylece iki harf artıyor. Çünkü 28 tane olan tehecci harflerinin arasında, tatbik edildiğinde zübür ve beyyine’si eşit olacak sadece “Sin” harfidir. Sin atmış aded’dir, beyyine’si de “în” harflerinden ibaret olup atmıştır; “î” on, “n” de ellidir, ikisi toplam 60 oluyor.[69]

İşte bu yüzden Kur’ân’da Hatem’ul- Enbiyaya “Yâ Sîn” olarak hitap edilir. Bu Hz. Peygamber’in zahir ve batınına işarettir. Yâ Sîn yani “Ey zahir ve batın açısından itidale[70] sahip olan kimse!”

Âl-i Yasin’den Maksat Muhammed Ehl-i Beytidir

Binaenaleyh Sîn Resulullah’ın mübarek ismidir. Allah-u Teala şu ayette buyuruyor ki:

“Selam’un ala âl-i Yâsîn” (Âl-i Yasin’e selam olsun.)

Hafız: Buyurduğunuz bu şeyler sihirli kelamla ispatlamak istediğiniz sözlerdir; alimler arasında böyle bir mana (Âl-i Yasin’e selam olsun) söylenmemiştir.

Davetçi: Rica ediyorum bir şeyi nefyettiğinizde kesin bir karar vererek onu nefyetmeyin, cevabı verildiğinde üzüntü hasıl olmaması için ihtimal vererek konuşun. Siz kendi kitaplarınızdan ya haberiniz yoktur veya haberiniz olsa da tasdik etmeyi salah görmüyorsunuz. Ama biz sizin kitaplarınızdan haberdarız ve hakkı da inkar etmek istemiyoruz.

Sizin büyük alimlerinizin kitaplarında mezkur manaya çok işaret edilmiştir. Örneğin: Mutaassıp İbn-i Hacer-i Mekki, “Savaik’ul- Muhrika” kitabında Ehl-i Beyt hakkında nakl ettiği ayetlerden üçüncü ayetin hemen aşağısında yazmıştır ki bir grup müfessirler İbn-i Abbas’dan şöyle nakletmişlerdir: “Âl-i Yasin’den Maksat, Muhammed Ehl-i Beyti’dir.” Binaenaleyh “Âl-i Yasin’e selam olsun” demek Muhammed (s.a.a)’in Ehl-i Beytine selam olsun demektir.

Yine yazıyor ki, imam Fahri Razi şöyle zikretmiştir: “Peygamber’in Ehl-i Beyt’i beş şeyde O Hazretle eşit durumdadır:

a) Selam’da; buyurmuştur ki: “Selam olsun sana ey peygamber.” Yine buyurmuştur ki; “Âl-i Yasin’e selam olsun” Yani Muhammed’in (s.a.a) Ehl-i Beytine selam olsun.

b) Teşehhüd’de O’na ve O’nlara salat etmekte.

c) Taharette; Allah-u Teala buyurmuştur ki: “Tâha!” Yani: “Ey Tahir (ve münezzeh)” O’nların hakkında da tathir ayetini nazil ederek: “Allah her çeşit ricsi (kötülüğü) siz (Ehl-i Beyt’ten) uzaklaştırmak ve sizi tertemiz kılmak istiyor.” buyurmuştur.

d) Sadakayı O’nlara haram kılmakta.

e) Muhabbette; Allah-u Teâla buyurmuştur ki:

“Ey Peygamber, de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız öyleyse bana uyun da Allah sizi sevsin.”

Yine buyurmuştur ki: “Ey Peygamber de ki: Ben buna (tebliğime) karşılık, akrabalara (Ehl-i Beyt’ime) sevgi dışında sizden hiçbir ücret istemiyorum.”[71]

Seyyid Ebubekir bin Şehabüddin-i Alevi, “Reşfet’üs- Sadi min Bahr-i Fezail-i Ben’in-Nebiyyi’l-Hadi” adlı kitabının birinci babında bir grup cemaatın İbn-i Abbas’dan, ikinci babında da Nekkaş’ın, Kelbi’den; “Mezkur ayetteki Âl-i Yasin’den maksat Muhammed’in Âl’i (Ehl-i Beyt’i)'dir.” diye naklettiklerini söylemiştir. İmam Fahri Razi “Tefsir-i Kebir”in 7. cildinde söz konusu ayetin hemen altında onun manası için çeşitli sûretler nakletmiştir; ikinci sûrette “Âl-i Yasin’den maksat Muhammed’in (s.a.a) Ehl-i Beyti’dir.” demiştir.

Yine İbn-i Hacer “Savaik” kitabında bir grup müfessirlerin İbn-i Abbas’dan şöyle naklettiklerini yazmıştır: “Selam’un ala Âl-i Yasin”den maksat “Selam’un ala Âl-i Muhammed’dir.”

Tertemiz Ehl-i Beyt’e salavat getirmeye gelince, bu her iki fırka (Şia ve Ehl-i Sünnet) arasında kesindir. Hatta Buhari ve Müslim sahihlerinde Hz. Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu tasdik etmişlerdir: “Salavat’ta benimle Ehl-i Beyt’im arasına ayrılık sokmayın.”

Muhammed Âl’ine Salavat Getirmek Sünnet Teşehhüd’de ise Farzdır

Özellikle Buhari, “Sahih-i Buhari”nin üçüncü cildinde, Müslim “Sahih-i Müslim”in birinci cildinde, Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Meveddet”de, hatta mutaassıp İbn-i Hacer “Savaik”de ve diğer büyük alimleriniz Ka’b bin Acze’den şöyle naklediyorlar: “İnnellah’e ve melaiketehu yusellune ale’n- nebiy...” ayeti nazil olduğunda Resulullah’a: “Ya Resulellah! Sana nasıl selam verilmesini öğrendik, nasıl salat edelim?” dediğimizde buyurdular ki: “Şöyle salat edin: “Allahumme salli ala Muhammed’in ve Âl-i Muhammed”

Diğer rivayetlerde de şu cümle izafe edilmiştir: “Kema salleyte ala İbrahim’e ve Âl-i İbrahim, inneke Hamid’un Mecid.”

İmam Fahri Razi, Tefsir-i Kebir’in altıncı cildinde şöyle naklediyor: Resul-ü Ekrem’den “sana nasıl salat edelim?” sorduklarında şöyle söyleyin buyurdular:

“Allahumme salli ala Muhammed’in ve ala Âl-i Muhammed, kema salleyte ala İbrahim’e ve ala Âl-i İbrahim ve barik ala Muhammed’in ve ala Âl-i Muhammed, kema barekte ala İbrahim’e ve ala Al-i İbrahim, inneke Hamid’ün Mecid.”

İbn-i Hacer aynı rivayeti az bir farklılıkla Hakim’den nakletmiştir ve bu hususta kendi görüşünü şöyle açıklamıştır: “Bu (mezkur) hadiste, Peygamber’e ve Âl-ine (Ehl-i Beyt’ine) salavat getirmenin emir edilmesine dair pek açık bir delil vardır.

Yine Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Bana kesik salavat getirmeyin.”

Ya Resulellah, kesik salavat nedir? dediklerinde:

“Allahumme salli ala Muhammed” söyleyerek susmanızdır; halbuki şöyle söylemelisiniz: “Allahumme salli ala Muhammed ve ala Âl-i Muhammed” buyurdular.

Deylemi de Resulullah’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Muhammed ve Âl’ine (Ehl-i Beyt’ine) salavat getirilmedikçe dua örtülü kalır (icabete erişmez).”

Şafii’nin şöyle dediğini naklediyorlar:

Ey Resulullah’ın Ehl-i Beyti! Sizin sevginiz,

Allah tarafından Kur’ân’da farz kılınmıştır.

Bu büyük makam size yeter ki

Size salavat getirmeyenin namazı kabul olmaz.[72]

Resulullah (s.a.a)’in şu buyruğu gereğince: “Namaz dinin sütunudur; o kabul olursa diğer ameller de kabul olur; o kabul olmazsa diğer ameller de kabul olmaz.” bütün amallerin kabul olması namaza bağlıdır; az önce zikrettiğimiz hadis gereğince de namazın kabul olması Şafii’nin de itiraf ettiği gibi Muhammed ve Âl-i Muhammed’e salavat getirmeye bağlıdır. Seyyid Ebubekir bin Şehabuddin Alevi “Reşfet’üs-Sadi min Bahri Fezail-i Beni’n- Nebiyyi’l- Hadi” kitabının ikinci babında Muhammed ve Âl-i Muhammed’e salavat getirmenin farz olması hususunda beyanlarda bulunmuş ve Nesai, Dar-u Kutni, İbn-i Hacer ve diğer kimselerden de Teşehhüd’de Hz. Peygamber (s.a.a)’in mübarek isminden sonra Âl-i Muhammed’e (Muhammed Ehl-i Beytine) de salavat getirmenin farz olmasına dair deliller zikretmiştir. Artık vakit geçtiğinden dolayı daha fazla izahta bulunmaktan vazgeçiyorum ve hükmü beylerin temiz vicdanlarına bırakıyorum.

Binaenaleyh (siz Ehl-i Sünnet kardeşlerimiz) Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beytine selam ve salat etmenin bidat olmadığını, aksine Peygamber’in bizzat kendi düsturuyla bir sünnet ve ibadet olduğunu tasdik ediyorsunuz. Bunları, Ehl-i Sünnet kardeşlerimize yanlış aktaran Hariciler, Nasibiler, mutaassıp ve inatçı düşmanlardan başka kimse kesinlikle inkar etmez. Bu hükümde Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in kenarında yer alan ve zikirde başkalarından önde olan kimseleri başkalarıyla kıyas etmenin ve diğer kimseleri O’nlardan üstün bilmenin cehalet, taassup ve bilgisizlikten kaynaklanması pek açıktır.

Söz buraya vardığında vakit gece yarısını geçtiğinden ve mecliste bulunanlardan bazılarında yorgunluk eseri görüldüğünden dolayı konuşmaya son verdik. Çay içtikten ve yarın gece daha erken gelinmesini kararlaştırdıktan sonra beyler dağıldılar.

 

 

[1] - Dördüncü baskının önsözü.

[2] - Âl-i İmran/195.

[3] - Kafi, c.1, s. 54.

[4] - İkinci baskının önsözünden derlenerek özet olarak aktarılmıştır.

[5] - Karaçi, şu anda Pakistan hükümetinin merkezidir. Bombay da Hindistan’ın bir liman şehridir.

[6] - Bu kitabın yayınlandığı tarihte Allah’ın rahmetine kavuştu, rahmetullahi aleyh.

[7] - Kızılbaş Safaviler’e mensub olan bir grup kimselerdi ki Nadirşah’la birlikte Afganistan’ı feth etmeye gittiler. Nadirşah o bölgeden ayrıldığında onlardan bir grubu oraya bıraktı, hakikatte oraya yerleştiler. Onların ırkı böylece sonradan çok meşhur oldu. Emir Abdurrahman Han ve Habibullah Han’ın hükümeti zamanında şialardan çoğu, gördükleri zulüm ve katliamlar neticesinde Muhterem Kızılbaş ailesi Hindistan’a firar etti ve o bölgede oranın halkı tarafından iyi bir şekilde karşılandılar. Şu anda da Hindistan şehirlerinin her tarafında, özellikle Pencab’da bulunmaktadırlar. Çok imanlı, gayretli ve sıcak kanlı kimselerdir.

[8] - Bir Hüseyniye’nin ismidir.

[9] - Ehl-i Hadis ıstılahında “Hafız” kelimesi için çeşitli manalar söylenmiştir. Mesela “Hafız”, metin ve senet bakımından yüzbin hadise iyice ilmi olan kimseye denir. Yine Hafız, Allah’ın kitabını ve Peygamber’in sünnetini koruyan kimseye denir. İşte bundan dolayı Şia ve Sünni alimlerinden çoğuna Hafız diyorlardı.

[10] - İhtiram için söylenen bir kelime; Türkçe’de bunun karşılığı yoktur. Bu kelime takriben alicenap manasına gelir. Bu tabir, büyük alimler için kullanılır.

[11] - Peygamberimiz’in soyundan gelen kimseler.

[12] - Allah-u Teâla Peygamber’i hakkında şöyle buyuruyor: “Şüphesiz sen büyük bir ahlak üzerindesin.”

[13] - Yine buyuruyor ki: “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et ve olarla en güzel bir biçimde mücadele et.” (Nahl/125)

[14] - Şeyh Saduk, hicri dördüncü asırda Şia’nın büyük alim ve fakihlerindendi. Hadis ilminde çok eleştirici ve rical ilminde ise çok basiretli birisiydi. Kum ve Horasan alimleri arasında onun gibi bilgili ve hadis ezberleyen kimse yoktu. Üçyüz kitap telif etmiştir. Şia’nın muhteber dört kaynak kitabından olan “ Men la Yahzur’ul- Fakih” kitabı da onlardan biridir. Kameri 381. yılında İran’ın başkenti olan Tahran’ın “Rey” şehrinde vefat etmiştir. Kabiri Tahran ve diğer yerlerden gelenlerin ziyaretgahıdır.

[15] - Enam /84.

[16] - Al-i İmran/ 61.

[17] - Ebu’l Hasan, İmam Musa Kazım (s.a.a)’ın künyesidir.

[18] - Asabe, baba tarafından olan akraba ve yakınlara denir.

[19] - Sünnü kardeşler öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazını farz olarak Şîa’nın aksine ayrı kılıyolar. Ama Şia, Resulullah’ın ve onun pâk Ehl-i Beytine uyarak cem ve tefrikde (ayrı kılmada) muhtardırlar.

[20] - İşte bundan dolayı yatsı namazını, on gece süren münazara müddetince aynı mecliste kılıyorlardı.

[21] - Ehl-i Tesennün’ün eşraf ve çok mülk sahiberinden bir kişi ki çok zeki ve araştırmacıydı.

[22] - Yani hiçbir korku ve yağmur olmaksızın...

[23] - Tercihun bila müreccih, iki yanı musavi olan bir şeyin bir tarafını delilsiz olarak diğerine tercih etmeye denir. Tercihun bila muhassıs da delilsiz olarak külli ve genel olan bir hükmü belli bir duruma veya bir ferde mahsus kılmaya denir.

[24] - Kabrin etrafına bırakılan şebekeli büyük sanduka.

[25] - O zaman Tus’a gidip gelmek için yapılan yolculuk, genellikle Kuveyt, Basra, Ahvaz, Buşehr ve Şiraz yoluyla idi.

[26] - İran’daki İmam zadelerin (İmam evlatlarının) ekseriyeti, o harekette sağa-sola dağılan kimselerdir, diyorlar.

[27] - Şahçırağ ismiyle meşhurdur.

[28] - Mezarın şimdiki bulunduğu mekan.

[29] - İnsanlar padişahlarının dini üzeredirler.

[30] - Açılmak, gam ve gussayı izale etmek.

[31] - Katlağ; eski Türkçe’de büyük anlamına gelir. Geçmiş zamanlarda padişahlar tarafından bazı hakim ve büyüklere “Katlağ” lakabı veriliyordu. Nitekim Çengizliler İran’a galebe ettikten sonra “Oktay” “Katlağ Han” lakabını onlara karşı muhalefet etmeyen Etabek-i a’zam Muzaffaruddin Ebubekir bin Saad-i Zengi’ye verdi. Binaenaleyh cenab-ı Seyyid Alauddin’in kabirne anıt yapan Katlağhan, Me’mun tarafından Fars valisi olan ve İmam zadelerle savaşan Katlağ Han’dan başkasıdır.

[32] - şialar Kum’daki Hz. Masume’nin ziyaretine gittikleri gibi, Şiraz’daki Resulullah’ın torunu olan İmam zadenin de ziyaretine gitmeleri iyi olur; kesinlikle onları ziyaret etmenin çok sevabı vardır.

[33] - Mahmil: Deve üzerine bağlanan bir taşıma sandığı veya sepet.

[34] - Şimdi Gurgan söylenir.

[35] - Mecliste bulunan bütün kimseler bu acı vakıayı duymakla müteessir oldu; bazıları da ağlayıp ellerinde olmaksızın o lanetlilere lanet ettiler.

[36] - Necef, lugatta suyan ulaşdığı tepeye denir. Necef selin ev ve kabirlere mani olan Kufe’nin arkasındaki su barajının ismidir; Hz. Ali (a.s)’ın kabir o barajın yakınlarındadır. Nitekim Fiyruzabadi Kamsu’nda Necefi mezkur şekilde mana etmiştir. (Diğer bir nakle göre Necef’in aslı “Ney Cef’dir yani kuru kamış; bu kelime kısaltılarak Necef olmuştur. Müt.)

[37] - Mutahhar masum İmamlar.

[38] - Bütün milletlere ait olan yurt.

[39] - Hz. Hüsseyin (a.s)’ın haremi.

[40] - Yavaş yavaş şehir genişledi, Kacar Saltanatlarının evveli olan “Muhammed Han Kacar”ın saltanat zamanına kadar artık şehrin çevresindeki hendek ve çukurlar şehrin bir cüz’i oldular İmam zadelerin Arabi evlerde tebligat yaptıkları mahalle şimdi de Şiraz’da meşhurdur. O mahallede meşhur olan camii, İran padişahı “Kerim Han Zend”in kardeşi merhum şeyh “Ali Han Zend”, o asırlarda meşhur alimlerden olan bizim büyük ceddimiz merhum hacı “Seyyid İbrahim Müctehid” için yapmıştır.

[41] - Makul ve menkul; Akle ve nakle dayanan sözlere denir.

[42] - Merhum Bahril’ul- H. 1308’de vefat etti, Kerbela-i Mulla’da Mirza Musa Balkonu’yla Hz. Hüseyin (a.s)’ın başının arka tarafı arasında ceddi merhum ağa seyid Hasan-ı Vaiz-i Şiraz’inin kabirinin kenarında defnedildi.

[43] - Eşref’ul- Vaizin-i Şirazi, 21 şaban h. 1351. yılında, 83 yaşında iken Kirmanşahan’da Allah’ın rahmetine kavuştu, üç gün tatilden sonra merhumun cenazesi Davetçi’nin ittifakıyla birlikte kutsal ziyaretgahlara götürüldü, büyük alim, tüccar, esnaf vs. den oluşan “Kerbela” halkının teşyi töreni ile hazreti Seyyid’üş- Şühedanın (Hz. Hüseyn’nin) müttahar revakında (büyük ceddi seyyid İbrahim Mücab’ın kabri kenarında) defnedildi.

[44] - Merhum Seyyid Ebu’l- Hasan-ı İsfehani 9 Zilhacce H. 1365’de Kazimeyn’de, otuz yıl dünya müslümanlarının riyaset ve liderliğinden sonra 88 yaşında Allah’ın rahmetine kavuştu . Merhum şeyh Mufid (r.a)’den sonra eşi görülmemiş acayip bir teşyi-i cenaze ile Necef’ul- Eşref’e kaldırılıp altın eyvanın karşısında yer alan sahnin kenarındaki hücrede toprağa verilmiştir.

[45] - 17 Zilkade H. 1355’de Kum şehrinde Allah’ın rahmetine kavuştu ve “Medres-i Balaser”de defnedildi (r.a).

[46] - Ahzab/39.

[47] - Sima ve davranış.

[48] - Necm/3.

[49] - “İman edip salih amellerde bulunanlar ise, işte onlar da yaratılmış olanların en hayırlılarıdır. Rableri katında onların ödülleri, içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah onlardan razı olmuştur, kendileri de O’ndan razı (hoşnut ve memnun) kalmışlardır.”

[50] - Rivayeti nakledenlerin ismi söylenmeden hadisi bir masumdan nakletmek.

[51] - İbn-i Hallakan “Vefeyat’ul- A’yan”da, Zehebi “Tezkiret’ul- Huffaz”da, Harezmi “Rical-i Müsned-i Ebi Hanife”de ve “Tabakat-i Şafiiyye”de Hafız Ebu Said kendi tarihinde onu övmüş ve güvenilir biri olduğunu söylemiştir. İbn-i Asakir kendi zamanında hadis ehli imamı, ilmi çok, güvenilir ve takvalı bir şahıs ve 550 yılında Ehl-i Sünnet ve’l- cemaat alimleri arasında en bilgin birisi imiş.

[52] - Teberri: Beri olma, yüz çevirme, sevmeme.

[53] - Muvassak: Güvenilir, emin.

[54] - Gulat: İfratçılar, O’nu Allah ve Allah’ın ortağı bilenler.

[55] - Mezkur kitaplar, oturumların son gecesine kadar Davetçi’nin (kendisini kastediyor) yanında kaldı.

[56] - Kad’ıl- Kuzat: Büyük kadı, yargıtay. (Müt.)

[57] - Takıyye; “Bazı can ve mala gelecek zararlardan dolayı din, mezhep ve inancı açığa vurmamak” demektir. (Müt.)

[58] - Hulul: Tenasuh inancına göre; “Ruhun bir bedenden çıktıktan sonra başka bedene girmesi” demektir. (Müt.)

[59] - Varlık aleminin en yüce mertebesinde Allah Teala’nın varlığı olmak üzere canlı ve cansız bütün varlıkların bir vücut olmasına vahdet-u vücud denmektedir. Böyle bir inanca göre bütün varlıklar, güçlü ve güçsüz açısından farklıdırlar. Vücud’un onlara göre iki tarafı vardır; bir tarafı Vacib’ul- Vücud (varlığı gerekli) olan Allah Teala’dır; diğer tarafı ise heyula veya başka bir tabirle en zayıf ve güçsüz olan varlıklardır.

İlahiciler bu konuda ikiye ayrılmışlardır: Bir grup, yaratıcı olan Allah Teala’nın vücudunu, alemin vücudunun dışında zannederler; diğer bir grup ise Allah’ın vücudunu (varlığını) alemin vücudunun bir cüz’i olarak kabul ederler; şu farkla ki, Allah’ın vücudu (varlığı) daha güçlü ve daha şiddetli bir derecededir.

Kayseri ve Sadruddin gibi kimseler de, vahdet-u vücud’un bir takım sakıncaları olduğundan dolayı, vücudun vahdeti (birliği), mevcudun ise kesreti (çokluğu) kanısındalar. Bu görüşte olanlar diyorlar ki; Vahdet-i vücud çeşitli mertebelere sahip olmasıyla birlikte, Vacib’ul- Vücud’un (Hak Teala’nın) feyz ve tecellileridir; sadece bir vücut (varlık) bütün alemi kapsamıştır; var olan mevcudat (varlıklar), o bir vücudun dalgalarıdır; bu dalgalar da o vücudun kendisidirler. Binaenaleyh dalgalar denizin kendisidirler; ama aynı zamanda deniz de değillerdir. (Müt.)

[60] - Nazil bemenzile-i Hak: Hak Teala’nın mertebesinde olmak. (Müt.)

[61] - İtalya’nın diktatör önderi Mussalini (Benito), kendi temsilcisinin uluslar arası toplantıdan çıkmasını emretti. Çünkü Habeşi zencilerinin katıldığı bir toplantıya onun temsilcisinin katılması onun için bir utanç vesilesi idi. Ama İslam Peygamber’i on dört asır önce Habeşeli zenci olan Bilal’ı bağrına basıp ona; “Ya Bilal! Bize Kur’ân oku, bizi mesrur et.” buyuruyordu. Şimdi aziz okurlar, yolun nereden nereye farklı olduğuna bir baksınlar.

[62] - Nazm: Ölçülü ve kafiyeli söz veya yazı. (Müt.)

[63] - Tabii konuşma tarzındaki söz veya yazı; manzum olmayan söz veya yazı. (Müt)

[64] - Müfevvize: Bu kelime lügat itibarıyla; işleri başkasına bırakmak anlamına gelir. Ama ıstılah olarak; “Allah Teala insanları yaratıp her şeyi onların kendilerine bırakmıştır” diyen kimselere denir. (Müt.)

[65] - Rad/16.

[66] - Ahzap/56.

[67] - Saffat/79,109,120.

[68] - Zübür ve Beyyine’nin ne olduğunu müeellif kendisi ileride açıklıyor.

[69] - Ebced hesabı: İlk olarak şunu açıklayalım ki; “Ebced” Arap elifbasını meydana getiren harflerin akılda tutulmasını kolaylaştırmak için düşünülen sekiz kelimeden ilkidir. Diğerleri ise şunlardır: “Hevvez”, “hutti”, “kelemen”, “sa’fes”, “kareşet”, “sehhaz”, “dazıg”. Bu sıralamada birden ona kadar olan her harf bir sayılmaktadır; ondan sonraki olan harflerin her birisi ise on sayılıyor. (Müt.)

[70] - İtidal: Denge, eşitlik.

[71] - Şura/23.

[72] - Şafii’nin maksadı, teşehhüddeki salavattır. Kasten bunu söylemeyen kimsenin namazı kabul olmaz.