ANASAYFA

ÜÇÜNCÜ OTURUM

ÜÇÜNCÜ OTURUM
Zeydiyye İnancı
Kiysaniyye İnancı
Kaddahiyye İnancı
Gulat İnancı
On İki İmam Şiası'nın İnancı
Marifet Hadisini Eleştiri
Eleştirinin Cevabı
Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim'deki Hurafi
Allah-u Teâla'yı Görmek Hususunda Ehl-i Sünnet'ten Hadisler
Allah Teala'nın Görülmeyeceğine Dair Delil ve Hadisler
Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim'deki Hurafelere Bir Bakış
Hz. Musa'nın Ölüm Meleğinin (Azrail'in) Yüzüne Tokat Vurması!
İnsaf, Basiret ve Mutluluğa Sebep Olur
Şia'yı Şirk İle Suçlama
Şirkin Çeşitleri
Açık Olan Şirk
a) Zat'ta Şirk
Hıristiyanların Akaidi
b) Sıfatlarda Şirk
c) Fiillerde Şirk
d) İbadette Şirk
Adak Adama
Gizli Şirk
Sebeplerde Şirk
Şia Hiçbir Şekilde Müşrik Değildir
Asif'in, Belkıs'ın Tahtını Hz. Süleyman'ın Yanına Getirmesi
Âl-i Muhammed Hakk'ın Feyiz Vesileleridirler
Sekaleyn Hadisi
Taassuptan Uzak Olmak Saadete Sebep Olur
Buhari ve Müslim, Uydurukçu ve Yalancılardan Hadis Nakletmişlerdir
Sahih-i Müslim ve Sahih-i Buhari'deki Resulullah'a İhanet Sayılan Gülünç Hadisler
Sekaleyn Hadisinin Senetleri
Sefine Hadisi
Dua-yı Tevessül
Şehid-i Evvel'in (Birinci Şehidin) Burhanuddin-i Maliki Ve İbn-i Cemaat'in Fetvasıyla Şehit Edilmesi
Şehid-i Sani'nin (İkinci Şehid'in) Sayda Kadısı Tarafından Şahadete Erişmesi
İnsaflı İnsanlar İçin Güzel Söz
Türkmen, Harezmi, Özbek ve Afganların, İranlılara Karşı Yaptıkları Çirkin İşlerine Bir Bakış
Han Hıyve'nin İran'a Saldırıları ve Ehl-i Sünnet Alimlerinin Şiaların Katl ve Mallarının Yağmalanması  İçin Verdikleri Fetvalar
Ehl-i Sünnet Alimlerinin, Şiaların Katliam ve Yağmalanmasına Dair Fetvaları ve Abdullah Han-ı Özbek'in Horasan'a Saldırıları
Afganlı Padişahların Afganistan Şialarına Karşı Tutumları
Emir Emanullah Han'a Teşekkür
Şehid-i Salis'in (Üçüncü Şehidin) Şahadeti
Şeyhin Girişimi, Şüphe Uyandırması, Hamle İçin Vesile Hazırlaması ve Onu Savunması
Ziyaretin Adabı Hakkında
Ziyaret Namazı ve Namazdan Sonraki Dua
İmamlar'ın Türbelerinin Eşiğini Öpmek Şirk Değildir
Hz. Yusuf (a.s)'ın Kardeşlerinin Ona Secde Etmeleri ve Kendilerini Yere Atmaları
Cisim Fani Olduktan Sonra Ruh'un Baki Kalması
Ruhun Kalıcı Oluşuna Dair Tenkit ve Onun Yanıtı
Maddecilerin Ortaya Çıkışı ve Zimkrates'in Hekim Sokrat'ın Karşısına Dikilmesi
Avrupalı İlahiyatçı Bilim Adamlarının Görüşleri
Muhaliflerin Muaviye İle Yezid'in Hilafetlerini Savunmaları ve Onların Cevabı
Yezid'in Küfr ve Mürtetliğine Dair Deliller
Ehli Sünnet Alimlerinin, Melun Yezid'e Laneti Câiz Bilmeleri
Yezid'in Biatini Bozdukları İçin Medine Halkının Katliam Edilmesi
Adsız Asker Anıtı
Âl-i Muhammed, Hak Yolun Şehitleri

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÜÇÜNCÜ OTURUM

(25 Recep 1345 Pazar akşamı)

Akşam namazını yeni bitirmiştik beyler geldiler, hal hatır sorduktan sonra onlar çay içmekle meşgul iken, ben de bu arada yatsı namazını kılarak rahat bir zihin ile beylerin sözlerini dinlemek için hazır oldum.

Hafız: Kıble sahip (alicenap) dün gece eve gittiğimizde; “Niçin çeşitli milletlerin akidelerini etraflıca araştırmıyor, onları dikkatle incelemiyoruz; sizin deyiminizle niçin mutaassıp kimselerin bazı kitaplarıyla yetiniyoruz? Böylece bir takım hakikatler bizden gizli kalıyor?” diye düşünerek kendimi hayli kınadım.

Davetçi: Allah Teala; “Hüccet’ül- Baliğe (en üstün delil) Allah’ındır.” buyurduğuna göre dün geceki toplantı da İlahi hüccetlerden biriydi.

Beyler, sohbetin evvelinde birazcık alışkanlıklardan dışarı çıkıp insaf, ilim ve akıl gözüyle sözlerime dikkat ettiniz. Bilmelisiniz ki söylediğim şeyler ilim, akıl, mantık ve hakikat ölçüleri üzeredir. Mübarek kulaklarınıza doldurdukları ve aklınızı kurcaladıkları şeyler, içinizdeki mutaassıp ve bencil kimselerin inatlarından kaynaklanmıştır.

Allah şahittir ki, bu toplantılarda konuşurken galibiyet ve mağlubiyet fikrinde değilim; tek hedefim Ehl-i Beyt hakkını ve onların mektebini savunarak hakikatlerin ortaya çıkmasını sağlamaktır.

Hafız: Dün geceki konuşmalarınızdan Şia’nın çeşitli gruplara ayrıldığı ortaya çıktı. Acaba Şia’nın hangi grubu haktır ve onların hangisinin söz ve akidelerini doğru biliyorsunuz? Eğer mümkünse konunun aydınlığa kavuşması için bu grupları ve bahsimiz konusu grubu açıklayınız.

Davetçi: Dün gece, Şia çeşitli gruplara ayrılmıştır diye bir şey arz etmedim. Dün gece, Şîa’nın manasını arz ettim; yani Şia, Allah ve Peygamber’e itaat eden ve Resulullah’ın emri gereğince risalet ailesinin takipçileri olan bir fırkadır. Ama bazı oyuncu fırkalar kendilerini Şia göstererek her şeyden habersiz cahil insanları kendi çevrelerine toplamış kutsal Şia isminden su-i istifade etmişlerdir; batıl inançları hatta küfür ve zındıklığı bu isimle insanlar arsında yaymışlardır. İşte bundan dolayı gerçekler üzerinde tahkik yapmayan bir takım cahil insanlar onları tarihte Şia adıyla anmışlardır. Onlar gerçekte dört fırkaya ayrılmaktadır; o dört fırkadan sadece iki tanesi baki kalmıştır, diğer iki tanesi ise tamamiyle yok olmuştur; baki kalan iki fırkadan da çeşitli fırkalar ortaya çıkmıştır. Dört fırka şunlardan ibarettir: Zeydiyye, Kiysaniyye, Kaddahiyye, Gulat.

Zeydiyye İnancı

Zeydiyye fırkası kendilerini Zeyd bin Ali bin Hüseyin (a.s)’ın takipçileri olarak bilen kimselerdir. Zeyd’i, İmam Zeyn’ül- Abidin (a.s)’dan sonra İmam biliyorlar. Şimdi de Yemen ve çevresinde Zeydiyye fırkasına bağlı kimseler, az sayılmayacak nüfusa sahiptirler.

Zeydilerin akidesi şöyledir: Her alim, zahit ve cesur olan Fatımî alevi (Hz. Fatıma –a.s-ın evladı), kılıçla kıyam edip halkı kendisine davet ederse o İmamdır. Çünkü Hz. Zeyd, Emevi halifesi Hişam bin Abdülmelik’in hilafeti zamanında Beni Ümeyye’nin baskı ve zulümleri neticesinde Kufe’de kıyam etti, sonunda şahadet şerbetini içti. -Nitekim dün gece onun biyografisini özet olarak bir konuyla ilgili olduğundan dolayı arz etmiştim- Dediğimiz gibi Zeydiler onu imam kabul edip ona uymayı kendilerine farz biliyorlar. Oysa ki cenabı Zeyd’in makamı, bu çeşit sözlerin ona isnat edilmesinden daha yücedir.

Hz. Zeyd Beni Haşim’in büyük şahsiyet ve seyitlerindendi. Züht, ilim, fazilet, din, vera, ibadet, şecaat ve cömertlikte kavminin seçkinlerindendi. Geceleri ibadet, gündüzleri ise oruç tutmakla geçiriyordu.

Resulullah (s.a.a) daha önceden onun şahadet haberini vermişti. Nitekim Hz. Seyyid’üş-Şüheda Eba Abdullah’il- Hüseyin (a.s)’dan şöyle bir hadis nakl edilmiştir:

“Resulullah (s.a.a) mübarek elini benim bel kemiğim üzerine koyarak şöyle buyurdu: “Ya Hüseyin! Yakın bir zamanda kendisine Zeyd diye hitap edilecek olan biri senin sulbünden çıkacaktır; o şehit olarak öldürülecektir. Kıyamet günü o ve ashabı, halkın boynuna binmiş bir halde cennette gireceklerdir.”

Ama Hz. Zeyd’in kendisi kesinlikle imamet iddiası etmemiştir; bu ona isnat edilen bir iftiradır. O kendisini, değerli kardeşi İmam Muhammed Bakır (a.s)’ın imametliğine muti ve tabi olarak görüyordu. Ama oyuncular o hazretten sonra şöyle bir kâideye itikat ettiler:

“Evinde oturup perdesini aşağı salıveren (halktan saklanan) kimse imam değildir. İmam; alim, salih ve görüş sahibi olan ve kılıçla kıyam eden her Fatımî kişiden ibarettir.”

Bu oyuncu kimseler, halkı o hazret (Zeyd)’in imametine davet ettiler, bir teşkilat kurdurlar. Şöyle demek de mümkündür: Kendi hedefleri doğrultusunda bir dükkan açtılar ve kendi aralarında beş fırkaya ayrıldılar: Muğayriyye, Carudiyye, Zikriyye, Habeşiyye ve Hulkiyye.

Kiysaniyye İnancı

İkinci fırka Kiysaniyye Fırkası idi; bu fırkanın insanları Hz. Ali (a.s)’ın azad etmiş kölesi olan Kisan’ın ashabından sayılıyorlardı. Onlar Hz. Ali (a.s)’ın Hasan ve Hüseyin (a.s)’dan sonra büyük oğlu olan Muhammed-i Hanefiyye’nin imametine inanıyorlardı.

Ama cenabı Muhammed’in kendisinin böyle bir iddiası yoktu. Aksine ona Seyyid’üt- Tâbiin (tabi olanların efendisi) diyorlardı. İlim, züht, vera[1] takva ve Mevlânın emrine itaat etmede meşhurdu.

Bazı oyuncular, onun İmam Zeyn’ul- Abidin (a.s) ile muhalefet etme olayını bahane edip onu, imametliği iddia etmesine bir delil olarak gösterdiler. Oysaki hakikat, imameti iddia etme meselesi değildi. Cenabı Muhammed’in bu muhalefetlerden maksadı, dördüncü İmam Hz. Seccad (a.s)’ın makamını isbat etmek ve bu yolla her şeyden habersiz ve saf müritlerine kendisinin bu makama lâyık olmadığını bildirmekti.

Nitekim hadis ve tarih kitaplarında ayrıntılı bir şekilde nakledilmiştir ki; Mescid’ül- Haram’da Hacer’ul- Esved karşısında hak sabit olduktan ve Hacer’ul- Esved Hz. Seccad (a.s)’ın imametliğini ikrar ettikten sonra o cenabın imametliğine inananların önünde gelen Ebu Halid-i Kabulî, Muhammed-i Hanefiyye’nin imametliğine inanan bir grup halkla beraber cenabı Muhammed-i Hanefiyye’ye uyarak İmam Seccad (a.s)’ın imametliğini itiraf ettiler.

Ama bir grup sahtekar kimseler, her şeyden habersiz cahil avam halkı (ayak takımı kimseleri) o inanç üzerinde baki tutmamışlardır; şu bahaneyle ki, “Cenabı Muhammed tevazu etmiştir ve Beni Ümeyye karşısında siyaset öyle icap ediyormuş; buna binaen cenabı Muhammed’in imam olması kesindir.” demişlerdir.

Bunlar cenabı Muhammed’in vefatından sonra da aynı inanç üzerinde sabit kaldılar; “Cenabı Muhammed ölmemiştir, o Medine yakınlarında Razevi dağında saklanmıştır, bir zaman gelip dünyayı adaletle dolduracaktır” dediler. Bunlar dört fırkaya ayrılıyorlardı: “Muhtariyye, Kurebiyye, İshakiyye, Harbiyye” Şimdi böyle bir inanca sahip kimse baki kalmamıştır.

Kaddahiyye İnancı

Üçüncü fırka Kaddahiyye fırkasıdır. Bu fırkanın esas inancı zahirde Şii inancıdır, fakat batında küfürdür. Bu mezhebin esas temelini atan Meymun bin Salim (Disan) veya Kaddah ismiyle meşhur olan Disan ve İsa Çehar Luhtan eliyle Mısır’da temeli atılmıştır. Kur’ân-ı Kerim ve hadislerde tevillere baş vurarak kendi istekleri üzere hareket etmişlerdir. Şeriat için zahir ve batın kılmışlardır. Şeriatın batınını Allah Teala Hz. Peygamber’e ve O da Hz. Ali’ye Hz. Ali de evlatları ve halis Şiilerine öğretti dediler.

Yine şeriatın batınını öğrenen kimseler için, zahiri itaat ve ibadet kaydının olmadığı inancındalar. Onlar mezhebi yedi temel üzerine kurdular, yedi peygambere, yedi İmama inandılar ve 7. İmamı gayıp bilip zuhurunu beklemeye başladılar. Bunlar genel olarak iki fırkaya ayrılmışlardır:

1- Nasıriyye

Nasıriyye Husrov Alevi’nin takipçileridir. Bunlar kendi şiir ve söz ve kitaplarında Şia ismiyle insanların çoğunu küfre çektiler ve Taberistan bölgesinde çok geliştiler.

2- Sabahiyye

Sabahiyye, Hasan Sabbah’ın takipçileridir. Bunlar Mısır kökenli olup İran’a gelmişlerdir ve Kazvin şehrinde çok üzücü ve elemli büyük el-Mevt fitnesini çıkarmışlar ve birçok insanın ölümüne sebep olmuşlardır. Bu olay tarihte geniş bir şekilde kaydedilmiştir. Fakat bu toplantı o tarihi olayları ayrıntılı bir şekilde anlatmaya müsait değildir.

Gulat İnancı

Dördüncü fırka Gulat Fırkası’dır. Bunlar Teşeyyü ismiyle meşhur olan en aşağılık kavim ve tayfadırlar. Bunların hepsi, kafir, necis, fasit ve müfsit insanlardır. Bunlar toplam yedi fırkaya ayrılmışlardır: “Sebaiyye, Mensuriyye, Ğarabiyye, Buzeyğiyye, Yakubiyye, İsmailiyye, Ezduriyye”

Bunların nasıl ortaya çıkışlarının izahını, dün gece özet olarak arz ettim. Biz Şia topluluğu, hatta bütün dünya Müslümanları onlardan ve inançlarından uzağız ve onları her necisten daha necis ve her kafirden daha dinsiz biliyoruz. Ama maalesef her inanç, Şia ismiyle açıkça veya gizli bir şekilde dillerde küfürle meşhur olup bazı kitaplarda bilerek veya bilmeyerek, kasıtlı veya kasıtsız olarak kaydedilmiştir. Bu sözlerin çoğu, kendilerini Ali’nin Şia’sı gösteren bu mezkur fırkalar tarafından ortaya atılmıştır.

Ama dünyada sayıları yüz milyonu aşan İsna Aşeriyye Şia’sı bu fasit inançlardan uzaktır. Resulullah (s.a.a)’in ilim kapısı olan Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s) vesilesiyle kendilerine ulaşan şeriatın özü, dinin esası ve tertemiz inanç bunların yanında bulunmaktadır.

On İki İmam Şiası’nın İnancı

Beşinci fırka, hak olan on iki İmam Şia’sıdır. Bunlar akıl ve nakle uygun şeriatın özüne sahiptirler. Gerçek olan şialar işte bunlardır; ama önce bahsedilen o dört fırka sahte şialardır.

Bu şiaların akidesini, sonralardan yanlış nispetler onlara vermemeniz için özet olarak size arz etmek istiyorum. İmamiyye Şia’sı topluluğu Allah-u Teala’nın varlığına, benzeri ve eşi olmadığına, cisim, surat, cevher ve araz olmadığına ve bütün imkanı sıfatlardan uzak olduğuna inanmaktadırlar. Bütün araz ve cevherleri yaratan O’dur ve varlıkları yaratmada ve onlara feyiz vermede ortağı yoktur.

Ariflerden bazıları Allah-u Teala’da olmayan sıfatları şiirlerinde şöyle zikretmişlerdir:

Ne mürekkebdir, ne cisim, ne cevherdir, ne de araz.

Ortağı yoktur O’nun, müstağni bil yaratıcıyı.

Vacib’ul- Vücudun künhü kesinlikle görülmediğinden ve diğer taraftan da yaratıkları hidayet etmesi gerektiğinden dolayı beşer cisminden bazı elçiler seçerek insanları hidayete yönlendirmeleri için her zamanın halkının ihtiyaçları gereğince açık deliller, mucizeler ve düsturlarla onlara göndermiştir. Onların sayıları oldukça çoktur; hepsi ulu’l- azm ve insanların kılavuzu olan beş peygamberin yani Şeyh’ul- enbiya Nuh, Halil’ur- Rahman İbrahim, Kelimullah Musa, Ruhullah İsa ve peygamberlerin sonuncusu Muhammedin’il- Mustafa’nın emirleri altındadırlar. Son peygamber olan Hz. Muhammed (s.a.a)’in din ve şeriatı kıyamet gününe kadar baki kalacaktır.

Şia topluluğu şuna inanmaktadırlar ki:

“Muhammed (s.a.a)’in helali kıyamete kadar helâldir, haramı da kıyamet kadar haramdır; şeriatı de kıyamet gününe dek devam edecektir.”

Allah-u Teala insanların iyi veya kötü bütün amelleri için ceza ve mükafat belirlemiştir. Bunlar cennet ve cehennemde onlara verilecektir. Ceza ve mükafat için tayin olan güne yevm’ul- ceza diyorlar. Allah-u Teala dünya sonra erdikten sonra bütün mahlukatı evvelinden sonuna kadar diriltecektir. Cismi olan bu bedenle mahşere götürecektir. Mahkeme ve sorgu-sualden sonra herkesi kendi ameline göre cezalandıracak veya mükafatlandıracaktır.

Nitekim genel olarak semavi kitaplarda, özellikle Tevrat, İncil ve Kur’an-ı Kerim’de haber vermiştir. Kur’ân-ı Kerim senedi sağlam, sabit ve muhakkak olan muttasıl bir senetle elimize ulaşmış ve tahrif de olmamıştır. Biz bu kitabın düsturlarıyla amel etmekte; Allah katında mükafatlanacağımıza ümitliyiz.

Bu semavi kitapta yazılmış olan, örneğin: Namaz, oruç, zekat, humus, hac, cihat vs. gibi bütün ahkamlara inanıyoruz. Aynı zamanda Resulullah vasıtasıyla bize ulaşan bütün farz ve sünnet olan düsturlara inanmaktayız; Allah-u Teâla’nın yardımıyla onlarla amel etmeye kararlıyız. Şarap kumar, zina, livat, rıba, zulüm ve insan öldürmek gibi büyük-küçük bütün günahlardan titizlikle kaçınıyoruz.

Biz Şia topluluğu şuna inanıyoruz ki, Allah-u Teala, bu İlahi ahkamı ve düsturları getireni seçip halka tanıtmıştır. Resulullah (s.a.a)’in vefatından sonra onun dini ve şeriatını koruyan birinin olması gerekir. Allah-u Teâla Hz. Peygamber’i seçip halka tanıttığı gibi, onu da yani peygamberin vasi ve halifesini de Hz. Peygamber vasıtasıyla ümmete tanıtmalıdır.

Nitekim bütün peygamberler Allah-u Teâla’nın emriyle kendi vasilerini tanıtmışlardır. Onların en faziletlisi olan Hatem’ul- Enbiya da, fesat ve ümmetin ihtilafını önlemek için kendi vasilerini Allah-u Teala’nın emriyle cari olan sünnet üzere onlara tanıtmıştır. Allah-u Teala tarafından tanıtılan Resulullah’ın vasiler on iki kişidir. Onların evveli vasilerin efendisi olan Ali bin Ebi Talib’tir; ondan sonra oğlu Hasan, ondan sonra Hasan’ın kardeşi Hüseyin, ondan sonra Hüseyin’in oğlu Zeyn’ul- Abidin, ondan sonra onun oğlu Muhammed Bakır, ondan sonra onun oğlu Cafer Sadık, ondan sonra onun oğlu Musa Kazım, ondan sonra onun oğlu Ali Rıza, ondan sonra onun oğlu Muhammed Taki, ondan sonra oğlu Ali Naki, ondan sonra onun oğlu Hasan Askeri, ondan sonra onun oğlu Mehdi’dir. Allah’ın hücceti olan 12. İmam gözlerden gayıptır. Ama Allah-u Teâla onunla yeryüzünü zulümle dolduğu gibi adaletle dolduracaktır.

İmamiyye Şiası'nın inancı şudur ki, bu hak olan 12 İmam Allah tarafından Peygamber vasıtasıyla bizlere tanıtılmıştır. Bunların 12.si yani Hz. Mehdi (a.s) mütevatir ve müstefiz hadislere göre gaybete çekilmiştir. Bu hususta siz Ehl-i Sünnet alimlerinden de pek çok hadisler vardır. Bütün peygamber ve vasilerin zamanında gaybet olduğu gibi o zamanda da gaybet olmuştur. O kutsal vücudu Allah-u Teâla zulmü ortadan kaldırmak ve adaleti yaymak için vakti gelince zuhur etmek üzere onu gözlerden uzak kılmıştır.

Bu İmam (Mehdi), bütün alemi ıslah edecektir; herkes böyle bir şahsın zuhur edeceğini beklemektedir.

Velhasıl Şia topluluğu Ehl-i Beyt, has sahabe ve güvenilir raviler vesilesiyle bize ulaşan bütün sahih hadislere ve Kur’ân-ı Kerim’de geçen bütün ahkamlara inanmaktalar. Bu kutsal inanca, ana ve babalarımızı taklit yoluyla değil, aksine tahkik, mantık ve delille yetiştiğimden dolayı Allah’a şükürler etmeyim ve bu inanç ve mezheple iftihar ediyorum.

Kimin bu din ve mezhepte bir şüphesi olursa, ben o şüpheyi gidermek ve gerçekleri ispat etmek için Allah Teala’nın yardımı ile hazırım.

(Bu esnada ezan sesi yükseldi, namaz vakti oldu, namaz kılıp çay içtikten sonra Hafız efendi söze başladı.)

Hafız: Kıble sahip Şia fırkalarının tarihini beyan ettiğinizden dolayı çok memnun olduk. Ama sizin hadis ve dua kitaplarınızda, sizin sözlerinizin aksine, zahirleri İsna Aşeriyye (on iki İmam) Şiası’nın küfrünü gösteren bazı sözler mevcuttur.

Davetçi: O hadis ve duaları ve sakıncalı olan sözleri, hak ortaya çıkması için buyurursanız çok iyi olur.

Marifet Hadisini Eleştiri

Hafız: Çok hadisler görmüşüm fakat şimdi aklıma gelen şey şudur ki, sizin büyük alim ve müfessirlerinizden olan Feyz-i Kaşani, “Tefsir-i Safi”de şöyle bir hadis naklediyor: “Bir gün Hz. Hüseyin ashabı karşısında şöyle dedi:

“Ey insanlar Allah-u Teala, kulları ancak O’nu tanımak için yaratmıştır. O’nu tanıdıklarında O’na ibadet ederler, ibadet ettiklerinde O’ndan başkasının ibadetinden müstağni olurlar.”

Ashabından bir kişi: “Ey Resulullah’ın torunu, anam-babam sana feda olsun! Allah’ı tanımak nedir?” dediğinde şöyle buyurdular: “Her zamanın ehli, kendisine itaati farz olan İmamları tanımasıdır.”

Eleştirinin Cevabı

Davetçi: İlk önce hadisin senedinin silsilesine dikkat etmek gerekir; acaba hadis doğru mu, muteber mi, hasen mi, zayıf mı, veya merdut mu? Doğru olduğu takdirde, tevhit hakkındaki apaçık ayetler ve Ehl-i Beyt yoluyla ulaşan mütevatir hadisler karşısında haber-i vahitle amel etmek doğru değildir. Siz neden tevhit hakkındaki mevcut olan bu kadar hadisleri ve Ehl-i Beyt İmamlarının maddicilerle münazaralarını ve halis tevhidi ispat etmelerini görüp onlara teveccüh etmiyorsunuz? Halbuki Şia’nın önemli bütün tefsirleri ve hadis kitapları örneğin: Tevhid-i Mufazzal ve Tevhid-i Saduk ve Allame-i Meclisi’nin Bihar’ul- Envar kitabındaki tevhid bölümü ve Şia alimlerinin tevhid hakkındaki kitapları Ehl-i Beyt’ten naklolunan mütevatir hadislerle dolup taşmaktadır.

Siz neden hicri 413’te vefat eden ve Şia’nın büyük alimlerinden olan şeyh Mufi’din “En- Nuket’ul- İ’tikaddiyye” risalesini ve böylece o şahsiyetin telif etmiş olduğu “Evail’ul- Mekalat fi’l- Mezahib-i ve’l Muhterat” kitabını mütalaa etmiyorsunuz? Ve neden şeyh Ebu Mensur Ahmet bin Ali bin Ebi Talip et- Tabersi’nin “İhticac” kitabına Hz. Rıza (a.s)’ın muhalifler ve tevhidi inkar edenler karşısında halis tevhidi nasıl ispat ettiğini bilip öğrenmeniz için müracaat etmiyorsunuz da dönüp dolaşıp müteşabih hadisleri bulup onlara dayanarak Şia’ya saldırıyorsunuz? Arap şair ne de güzel söylemiştir:

Acaba benim gözümde çer-çöpü görüyorsun da;

Neden kendi gözündeki hurma gövdesini görmüyorsun?

Güya muhterem beyler kendi kitaplarındaki saçma-sapan, hatta küfriyatı görüp onlara dikkat etmiyorlar. O kitaplarda öyle sözler vardır ki, yavrusu ölen anneyi bile gülmeye zorluyorlar. Eğer onları görseniz utançtan başınızı yukarı kaldıramazsınız. Hatta sizin kendi güvenilir Sihahlarınızda o kadar gülünç hadisler nakl olunmuş ki insanı hayretler içerisinde bırakıyor.

Hafız: Gülünç olan sizin sözlerinizdir ki, büyüklük ve yücelikte eşi görülmemiş kitaplara, özellikle bizim alimlerimizin iftiharla hadislerini kabul ettiği Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’e hurafe ve hata nispeti vererek değerlendiriyorsunuz. Kim bu iki kitaptaki hadisleri inkar eder ve bunlardaki olan sözlerin hata olduğunu söylerse, gerçekte Ehl-i Sünnet ve’l- Cemaat mezhebini inkar etmiştir. Çünkü bu iki büyük kitap Kur’ân’dan sonra toplum içerisinde en muteber sayılan kitaplardır.

Nitekim İbn-i Hacer-i Mekki “Savaik'ul- Muhrika” kitabının evvelinde görmüş olsanız şöyle yazmıştır:

“Bu bölüm Ebu Bekir’in hilafeti niteliğinin beyanı hakkındadır. Buhari ve Müslim bunu Sahihayn’de rivayet etmişlerdir. Bu iki kitap Kur’ân’dan sonra ümmetin icmasıyla en sahih kitaplardır.”

Şu açıktır ki, bu iki kitapta naklolunan hadislerin Resulullah’dan nakl olunduğu kesindir. Çünkü ümmet bunları kabul etmede icma etmiştir ve ümmetin kabul ettiği her şey de kesindir. Binaenaleyh Sahihayn kitaplarında naklolunan hadislerin de doğruluğu kesindir. Öyleyse bir kimse nasıl cüret edip de bu iki kitapta küfriyat, saçma-sapan söz ve hurafeler vardır diyebilir!

Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’deki Hurafi Hadisler

Davetçi: İlk önce konuşmalarınız esnasında buyurdunuz ki, bu iki kitap (Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim) bütün ümmet tarafından kabul edilmiştir ve ilmi itirazlar size varittir. Sizin bu iddianız İbn-i Hacer’in sözüne istinat ederek ilim, amel ve mantık açısından, bilinç ve basiret üzere amel eden yüz milyon Müslümanların (şiaların) reddettiği bir şeydir. Öyleyse buradaki ümmetin icması sadr-ı İslam’da hilafet hususundaki kabul edilen icmanın aynısıdır.

İkinci olarak benim dediğim sözler delil ve burhanladır. Eğer muhterem beyler hakikati gören gözle o kitaplara bakarlarsa, bizim gördüğümüz şeyi sizler de göreceksiniz. Bizim ve bütün insanlar gibi siz de o kitaplardaki nakledilen sözler karşısında hayret içerisinde kalıp güleceksiniz.

Nitekim sizin büyük alimlerinizden çoğu örneğin: Darukutni, İbn-i Hazm ve Şahabuddin Ahmed bin Muhammed-i Kastalani “İrşad’us- Sari” kitabında ve allame Ebu’l- Fazl Cafer bin Sa’lebi eş- Şafii “el- İmata-u fi Ahkam’is- Sima” kitabında ve şeyh Abdulkadir bin Muhammed-i Kareşi el-Hanefi, “Cevahir’ul- Muzîe fi Tabakat’il- Hanefiyye” kitabında ve şeyh’ul- İslam Ebu Zekeriyya Nevevi Sahih’in şerhinde ve Şemsuddin Alkami “Kevkeb-u Munir fi Şerh-i Cami’us- Sağir”de ve İbn-i Kayyim “Zad’ul- Mead”da, velhasıl Hanefi alimlerinin hepsi ve Ehl-i Sünnetin diğer büyük alimleri açıkça Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’deki bazı hadisleri eleştirip tenkit etmişlerdir ve bu iki kitapta sahih olmayan çok zayıf hadislerin mevcut olduğuna itiraf etmişlerdir. Çünkü Buhari ve Müslim sadece hadis toplamışlardır; onların sahih olup olmadığına dikkat etmemişlerdir.

Sizin muhakkik alimlerinizden bazıları örneğin: Kemaluddin Cafer bin Sa’leb, Sahihayn kitaplarındaki hadislerin fezahat ve kabahatlerini açıklamada ve onların utanç verici ayıplarını neşretmede oldukça çaba sarf etmişlerdir. Bu babdaki delil ve burhanlarımız pek bariz ve açıktır. Öyleyse hadisler hakkında araştırma yaparak sizin saldırınıza uğrayanlar sadece biz değiliz. Hatta sizin büyük muhakkik alimleriniz de gerçekler üzerinde araştırma yapıp bu çeşit sözleri beyan etmişlerdir.

Hafız: Kendi delil ve burhanlarınızı, mecliste olanların hakka hüküm vermeleri için beyan etmeniz çok iyi olur.

Davetçi: Gerçi biz bu konu üzerinde konuşmuyorduk, eğer bu konuya girmek istesem, sizin önceki sorunuzun cevabından geri kalmış olurum; ama yine de ispatı için özet olarak birkaç örnek vermeye çalışacağım.

Allah-u Teâla’yı Görmek Hususunda Ehl-i Sünnet’ten Hadisler

Eğer siz hulul, ittihat, cismaniyet ve Allah’ı görme hakkındaki insanı küfre düşüren hadisleri mütalaa etmek isteseniz kendi muteber kitaplarınıza Sahih-i Buhari’nin birinci cildindeki “Fazl’us- Sücud” babına, yine dördüncü cildin “Es- Sırat-u Min Kitab-ir Rikak” babına ve Sahih-i Müslim’in birinci cildindeki “İsbat’ur- Ru’yet’il Muminin Rabbehum fi’l Ahireti” babına ve imam Ahmet bin Hanbel’in Müsned’inin ikinci cildine bakacak olursanız iyice anlamış olursunuz. Örnek olarak o bablardan sadece iki hadisi huzurunuza arz edeyim:

Ebu Hureyre şöyle rivayet ediyor: “Cehennemin ateşi gürülder ve şiddetli bir şekilde galeyana gelir. Allah-u Teâla ayağını onun içersine koyduğunda artık sakin olup; Yeter, yeter, bana kafidir, bana kafidir der.”

Yine Ebu Hureyre şöyle rivayet ediyor:

Bir grup halk Resul-u Ekrem’e (s.a.a); “Acaba kıyamet günü Rabbimizi görebilecek miyiz?” dediklerinde şöyle buyurdu: “Evet göreceğiz. Acaba öğle vakti gökte bulut olmadığında güneşi görmede bir zarar size dokunuyor mu?”

Halk: “Hayır dokunmuyor” dediler.

Yine şöyle buyurdu: “Acaba gökte bulut olmadığı gecede dolun ayı görmede size bir zarar dokunuyor mu?”

Halk: “Ya Resulellah, hayır dokunmuyor” dediler.

Yine buyurdular ki: “O ikisini görmekle size zarar dokunmadığı gibi kıyamet günü Allah’ı görmede de size bir zarar dokunmayacaktır. Kıyamet günü bir müezzin şöyle nida edecektir: Her ümmet taptığına tabi olsun. Bu anda Allah’tan başkasına tapan herkes ateşe dökülecektir. Sadece Allah’a tapanlar baki olacaklar. Bu esnada alemlerin Rabbi halkın onu göreceği bir şekilde gelip ben sizin Rabbinizim diyecektir. Halk (onu görünce) biz senden Allah’a sığınıyoruz, Allah’a ortak koşmayız diyeceklerdir. Bunun üzerine şöyle buyuracaktır: ‘Acaba sizinle Allah arasında, onunla Allah’ı tanıyacak bir nişane var mıdır?’ Halk; ‘Evet vardır’ diyecekler. Derken Allah ayağını (onlara göstermek için) açacaktır. Daha sonra halk başlarını yukarı kaldırıp Rablerini, ilk gördükleri şekilde göreceklerdir. Sonra; “Ben sizin Rabbinizim” diyecektir; halk da; ‘Evet, sen bizim Rabbimizsin’ diyeceklerdir.”

Allah aşkına insafla söyleyin bakalım, Allah-u Teâla’nın mücessem olup bir cisim şeklinde kendisini insanlara göstermesi veya ayağını açıp onlara nişan vermesi küfür getirici sözler değil midir? Sözümüzün ispatına en büyük delil şudur ki, Müslim Allah-u Teâla’nın görünmesinin ispatı hususunda özel bir bab açmıştır ve Ebu Hureyre Zeyd bin Eslem ve Suveyd bin Said ve diğerlerinden saçma ve uydurma hadisler nakl etmiştir. Sizin büyük alimleriniz örneğin: Zehebi “Mizan’ul- İ’tidal” kitabında ve Süyuti “el- Lali’l- Masnuet-i fi Ahadis’il- Mevduati” kitabında ve Sibt bin Cevzi “el-Mevduat”ta onların uydurma olduğunu açık delillerle beyan etmişlerdir. Bu sözlerin batıllığına dair, hadis ve rivayetlerin yanı sıra, Kur’ân-ı Kerim’in birçok apaçık ayetleridir. Kur’ân’ın şu ayeti açıkça Allah Teala’nın görülmesini nefyetmektedir:

“Gözler O’nu (Allah’ı) idrak edemez ( göremez); O, bütün gözleri idrak eder (görür) O, latif ve haberdar olandır.”[2]

Yine Kur’ân-ı Kerim, Hz. Musa ve Beniisrail kıssasında Hz. Musa’nın Beniisrail'in baskısı karşısında münacat makamında şöyle arz ettiğini naklediyor:

“Rabbim kendini bana göster; seni göreyim (Allah Teala cevabında) beni asla göremezsin.” [3]

Seyyid Abdulhay: (Ehl-i Sünnet’in cemaat imamı) Mevlamız Ali’den (kerremelleh vechehu); “Görmediğim Rabbe ibadet etmem” diye bir hadis nakl olunmamış mıdır? O halde Ali’nin (a.s) böyle bir sözünden Hak Teala’nın görülmesinin mümkün olduğu anlaşılıyor.

Allah Teala’nın Görülmeyeceğine Dair Delil ve Hadisler

Davetçi: Alicenap hadisin sadece bir cümlesine işaret ettiniz. Beylerin müsaadesiyle hadisin hepsini okuyacağım, o zaman kendi cevabınızı almış olacaksınız. Bu hadisi sikat’ul İslam şeyh Muhammed bin Yakub-i Kuleyni “Usul-u Kafi”nin “Tevhid Kitabı” babında ve şeyh Saduk Ebu Cafer Muhammed bin Ali bin Hüseyin bin Musa bin Babeveyh-i Kummi, “Tevhid” kitabının “Allah’ı Görme Akidesinin İptali” babında İmam Cafer Sadık (a.s)’dan şöyle buyurduğunu nakletmektedir:

“Yahudi bir alim Emir’ul- Muminin Hz. Ali’nin yanına gelerek; “Ey Emir’ul- Mümin! Allah’a ibadet ettiğinde O’nu görüyor musun?” dedi. Hz. Ali (a.s): “Görmediğim Rabbe itaat etmem” buyurdular.

Nasıl görüyorsun? dediğinde de şöyle buyurdular:

“Gözler O’nu göremez, fakat kalpler iman nuruyla onu görmekteler.”

Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’ın bu cevabından anlaşılıyor ki, Allah’ı cismi olan bu maddi gözle görmek mümkün değildir; ancak kalp gözüyle onu görmek mümkündür. Bu mana “Len teranî” kelimesinden anlaşılıyor. Zira biliyorsunuz ki, “Len” edatı nefy-i ebed için kullanılıyor ve şu ayet de; “Gözler onu göremez” önceki ayeti tekit etmektedir. Yani dünya ve ahirette kesinlikle Allah-u Teâla hiçbir şekilde görülmeyecektir.

Akli ve nakli deliller bu mezkur manayı ortaya çıkarmaktır. Şia’nın büyük alim, muhakkik ve müfessirlerinden başka sizin Kadı Beyzavi ve Carullah Zemahşeri gibi büyük alimleriniz kendi tefsirlerinde Allah-u Teâla'nın görülmesini muhal-i akli (aklen imkansız) olarak vurgulamışlardır. Kim Allah-u Teâla'nın ister bu dünyada olsun ister ahirette görülmesine inanırsa, Allah-u Teâla'yı kendi muhatı kılmış ve Allah’ın zatı için cismaniyeti kabul etmiştir. Çünkü maddi cisim olmazsa, maddi gözle onu görmek mümkün olmaz. Böyle bir inanç kesinlikle küfürdür. Nitekim bizim ve sizin büyük alimlerimiz bunu kendi tefsir ve ilmi kitaplarında zikr etmişlerdir. Bu bahis söz konusu olmadığından dolayı, onlardan bazı cümleleri min bab-i şahit (örnek olması için) arz ettik.

Sizin güvenilir kitaplarınızda kaydedilmiş olan saçma-sapan ve hurafi sözlere gelince, misal olarak iki hadisin özetini muhterem beylerin, Şia kitaplarındaki açıklaması ve tevili mümkün olan bazı haber-i vahidleri eleştirmeleri için nakl ediyoruz.

Siz Sihah-i Sitte’yi, özellikle Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’i vahy olan bir kitap gibi tasavvur ediyorsunuz. Siz beylerden ricam, taassuptan uzak olup biraz insaf gözüyle, bu kadar guluv (ifrat) yapmamanız için bu hadislere bakmanızdır.

Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’deki Hurafelere Bir Bakış

Buhari Sahihinin “Gusl” kitabının “Men İğtesele Uryanen” babında ve Müslim kendi Sahihinin ikinci cüz’ünde “Fezail-u Musa” babında ve İmam Ahmed bin Hanbel Müsned’inin ikinci cüz’ünde ve sizin diğer alimleriniz Ebu Hureyre’den şöyle naklediyorlar:

“Beniisrail arasında şöyle bir adet vardı, herkes hep birlikte avret mahallini kapatmaksızın suya girip kendilerini yıkıyorlardı ve aynı zamanda birbirlerinin avrat yerlerine de bakıyorlardı. Böyle bir davranış onların arasında ayıp sayılmıyordu. Fakat Hz. Musa, kimse onun avrat yerini görmemesi için tek başına suya dalıyordu.

Beniisrail Hz. Musa’nın bu tavrına karşı şöyle diyorlardı: Hz. Musa’nın tek başına yıkanması ve bizden uzaklaşmasının sebebi bedeninde bir noksanlık ve fıtık olduğundan dolayıdır. İşte bundan dolayı bizim onu görmemizi istemiyor.

Bir gün Hz. Musa yıkanmak için bir suyun kenarına gitti, elbiselerini çıkarıp bir taşın üzerine bıraktı ve suya daldı. Taş Hz. Musa’nın elbisesiyle birlikte firar etti. Musa da onun peşine koyulup; “Ey taş elbisem! Ey taş elbisem!” (Yani elbisemi nere götürüyorsun?) diyordu. Nihayet Beniisrail Hz. Musa’nın avrat yerine baktılar! Allah’a andolsun Musa’nın bir noksanlığı yoktur (yani fıtık değildir) dediler.

Bu esnada taş yerinde durdu; Hz. Musa elbiselerini aldı. Daha sonra Hz. Musa taşı dövmeye başladı, öyle ki taş altı veya yedi defa inledi.”

Allah aşkına insafla söyleyin, böyle bir amel siz beylerden birisi için vuku bulsaydı, çıplak olarak halkın içerisine, -avrat yerinizi görmeleri için- elbisenizin peşice gitmeniz ne kadar da kötü olurdu! (Faraza böyle bir olay olsa da insan bir köşeye saklanıp elbiselerinin getirilmesini halktan ister ve çıplak olarak halkın içerisine gitmez.)

Acaba insanın aklı böyle bir amelin, Kelimullah olan Hz. Musa gibi bir şahsiyetten vuku bulmasını kabul eder mi? Acaba taşın hareket edip Hz. Musa’nın elbisesini götürmesine insan inanabilir mi?

Seyyid Abdulhay: Acaba taşın hareket etmesi daha büyük mü, yoksa asanın ejderha olup hareket etmesi ve Allah Teala’nın haber verdiği dokuz tane mucize mi?

Davetçi: Şöyle meşhur bir söz vardır, diyorlar ki: “Duayı iyi öğrenmişsiniz, fakat duanın deliğini yitirmişsiniz.” Aziz beyler bizler peygamberlerin mucizesini inkar etmiyoruz; aksine Kur’ân-ı Kerim’in hükmüyle o mucizelere iman ediyoruz.

Fakat şunu tasdik edin ki mucizeler tehaddi ( meydan okuma) makamında düşmanın batıl olduğunu ispatlamak ve hakkı ortaya çıkarmak için yapılmıştır. Acaba böyle bir amelde peygamberin halkın içerisinde rezil olmasından başka ne gibi bir tehaddi ve hakkın ortaya çıkması vardır?

Seyyid Abdulhay: Hz. Musa’nın noksanlıktan beri olması ve halkın onun fıtık olmadığını bilmelerinden daha büyük hak hangisidir?

Davetçi: Faraza ki, Hz. Musa fıtık idi. Bunun peygamberlik makamına ne gibi bir zararı vardı. Peygamberler için noksanlık sayılan zati noksanlıklardır. Örneğin: Körlük, sağırlık, altı parmak olmak, felç olmak, kötürüm olmak vs. gibi. Ama bazı hastalıklardan dolayı cismi noksanlıklar peygamberlik makamına hiçbir zarar vermez. Örneğin: Hz. Yakub ve Hz. Şuâyb peygamberlerin çok ağlama eserinde kör olmaları gibi; veya Eyyub peygamberin bedenin yara olması gibi; veyahut Peygamber-i Ekrem’in Uhud savaşında başı ve dişinin kırılması gibi.

Fıtık da cismani hastalıklardan olup insan için vuku bulan şeylerden biridir. Bunun ne kadar bir önemi vardı ki Allah Teala mucize göstermekle onu tebree etmek istesin ve böylece Beniisrail Allah’ın peygamberinin avrat mahallini görsün ve O Hazretin saygınlığı ve şahsiyeti halkın arasında zedelensin.

Acaba halk sonradan; “Hz. Musa çıplak olarak halkın içerisine gitti ve öfkeli olduğundan dolayı taşa o kadar vurdu ki, taş altı veya yedi defa inledi” diye deyip gülmeyecekler miydi? Hayret! Allah’ın peygamberleri taşın hissiz olduğunu bilmiyor muydu da onu dövmeye kalkıştı?! Bu saçma sözlerden Allah’a sığınıyoruz.

Hz. Musa’nın Ölüm Meleğinin (Azrail’in) Yüzüne Tokat Vurması!

Alicenap seyyid Abdulhay bu çeşit saçma sapan sözleri nakleden Ebu Hureyre, Buhari ve Müslim’i savunmaya kalkışmaması ve muhterem beylerin de, hakkında guluv ettikleri Sahihlerinin zannettikleri gibi olmadığına yakin etmeleri için daha gülünç bir hadise değiniyorum:

Buhari Sahihinin birinci cildinde cenaze bablarından olan; “Men Ehabb’ed- Defne fi’l Arz’il- Mukaddeset-i min” babında, Sahihin ikinci cildinde ise “Vefat-u Musa” babında ve Müslim de Sahihinin ikinci cildinde; “Fezail-u Musa” babında tuhaf ve hurafi bir hadis nakletmişlerdir:

Ebu Hureyre’den söyle nakletmişlerdir:

“Ölüm meleği Hz. Musa’nın yanına gelerek; “Rabbinin davetini icabet et” dedi. Musa ölüm meleğinin gözüne bir tokat vurarak onun gözünü çıkardı. Melek Rabbine dönüp şöyle dedi: “Beni, ölmeyi istemeyen bir kuluna doğru gönderdin, o da vurup gözümü çıkardı.” Allah-u Teâla meleğin gözünü kendisine geri çevirip şöyle buyurdu: “Kulumun yanına dön ve de ki: Dünya hayatını mı istiyorsun? Öyleyse elini öküzün beline koy, eline ne kadar kıl çıkarsa onun sayısınca yaşayacaksın.”

İmam Ahmed bin Hanbel Müsned’inin ikinci cildine, Muhammed bin Cerir-i Taberi de kendi tarihinin birinci cildinde Hz. Musa’nın vefatını zikrederken mezkur hadisi az bir faklılıkla nakletmişlerdir. O da şu şekilde:

“Hz. Musa zamanında Melek’ul- Mevt (Azrail) kulların ruhunu almak için açık bir şekilde geliyordu, ama Hz. Musa yüzüne tokat vurarak gözü kör olduğu andan itibaren mahlukatın ruhunu almak için gizli bir şekilde geliyor.” -Çünkü cahil insanların sağ kalan gözünü de kör etmelerinden korkuyor! (mecliste olanların çoğunun kahkahayla gülmesi.)-

Şimdi siz beylerden insafla hüküm vermenizi istiyorum. Acaba sizin de kendinizi tutamayıp güldüğünüz bu haber (rivayet) saçma ve hurafe değil midir? Ben böyle saçma ve hurafi olan hadisi düşünmeden kaleme alan yazar ve ravilere hayret etmekteyim.

İnsaf, Basiret ve Mutluluğa Sebep Olur

Acaba Musa Kelimullah gibi ulu’l- azm bir peygamberin (el-ayazubillah) o kadar düşüncesiz ve katı kalpli olup Allah’ın emrine itaat etmesi yerine onun elçisinin gözünü kör edecek bir şekilde yüzüne sert bir tokat vurmasını hiç akıl sahibi bir kimse kabul eder mi?

Allah aşkına söyleyin bakalım, eğer bir kimse, Hafız efendiyi büyük bir şahsiyet davet etmişti fakat Hafız bey, elçinin davetini kabul edeceğine ona sert bir tokat vurarak gözünü kör etti derse, siz gülmez misiniz? Hafız bey, böyle bir söz bana iftiradır demez mi?...

Acaba katı yürekli cahil bir adam dahi böyle bir iş yapar mı? O zaman marifet ehli ulu’l- azm ve Kelimullah olan bir peygamber nasıl böyle bir iş yapabilir ve Allah’ın davet mesajını görmezlikten gelerek hiçbir suçu olmayan elçinin yüzüne tokat vurarak nasıl onu kör edebilir?

Peygamberlerin gönderilmesinden maksat insanları hidayet etmek ve onları hayvani hareketlerden sakındırmaktır. Marifet ehli olmayan cahil bir ferdin bile bir hayvana zulüm yapması çirkin olduğuna göre ulu’l azm olan bir peygamberin Allah’ın yakın meleği ve elçisine haşa zulüm yapması daha çirkin ve daha kötü olmaz mı?

Herkes böyle bir hadisin saçma ve iftira olduğunun farkındadır. Böyle saçma bir hadisi uyduranların amacı sırf peygamberlik makamına ihanet etmek veya toplumun yanında böyle büyük bir peygamberi küçültüp aşağılamaktır. Ben (böyle saçma hadisleri uyduran) Ebu Hureyre gibi insanlara şaşırmıyorum; çünkü o kendi alimlerinizin yazdığına göre karnını Muaviye’nin yağlı ve tatlı sofrasından doyurması için hadisler uydurmuştur; hatta ikinci halife Ömer onu, hadis uydurduğundan dolayı sırtı kana boyanacak bir şekilde kırbaçlamıştır.

Ama benim şaşırdığım şu ki, büyük bir ilme sahip olan şahıslar nasıl olmuş da düşünmeksizin bu çeşit saçma ve uyduruk hadisleri kendi kitaplarında kaydetmişlerdir. Derken Hafız gibi diğer alimler de bu çeşit kitapları okuyup düşünmeksizin onları Kur’ân’dan sonra en sahih kitaplar olarak vurgulayıp durmuşlardır.

Bu çeşit saçma hadisler, sahih bildiğiniz kitaplarınızda olduğuna göre o zaman Şia kitaplarına ve onlarda yazılı olan hadislere itiraz etmeğe hakkınız yoktur. Konudan dışarı çıktığım için özür diliyorum; el kelamu yecurr’ul- kelam (söz sözü açar).

Dönelim asıl mevzua. Naklettiğiniz hadisin üzerinde biraz duralım, onun bir yorumunun olup olmadığına bakalım, şu açıktır ki her insaflı alim, sizin ve bizim kitaplarda mevcut olan bu çeşit müphem ve vahit olan hadislerle karşılaştığında onları senedi sahih olan binlerce hadislerle yorumlar, aksi takdirde bir kenara atar veya en azından onlara karşı susar. Ben bu zayıf aklımla o hadisin (Marifet Hadisi) hakkında şöyle düşünüyorum; O Hazretin mezkur sözü ya kelamcılar arasında meşhur olan kaideye yani “malul hakkında tam ilim sahibi olmak, illet hakkında tam ilim sahibi olmak demektir” kaidesine hamledilmiş veya “büyük veziri tanıyan kimse padişahı tanımıştır” sözü gibi mübalağaya hamledilmiştir. Buna örnek, İhlas suresinin nassı, Kuran’ın diğer ayetleri ve birçok hadislerdir.

Öyleyse diyebiliriz ki, bu hadisten maksat İmam’ı tanımak ve O’nu tanımanın en büyük ibadetlerden olmasıdır. Zira İmam (a.s) insan ve cinlerin yaratılış gayesi olmuştur. Camia Ziyareti’nde yer alan; “O’nlar Allah’ı tanımanın yolarıdır” sözünün manası da budur.

Diğer bir şekilde de mana etmek mümkündür. Nitekim araştırmacılar bu çeşit yerlerde şöyle mana etmişlerdir. Her fiilin failini, her binanın banisini (ustasını), o fiil ve binanın sağlamlığından anlamak mümkündür. Öyleyse her usta ve eseri, onun boyutlarının bir boyutuna kamil bir delildir. Resulullah (s.a.a.) ve pâk Ehl-i Beyti (a.s) bütün yüce mevkilere sahip olduklarından dolayı O’nlardan daha sağlam bir eser ve O’nlardan daha kuşatıcı bir mahluk yoktur. Öyleyse Allah’ın marifetine, O’nlardan daha açık ve daha kuşatıcı bir yol olmamıştır. Allah’ın marifet yolları sadece O’nlar olabilmişlerdir.

Binaenaleyh O’nları tanıyan Allah’ı tanımıştır. Nitekim masum İmamların kendileri şöyle buyurmuştur: “Bizim vesilemizle Allah tanınır, bizim vesilemizle Allah’a ibadet edilir...” (Yani Allah’ın marifet ve ibadet yolu bizim elimizdedir.)

Velhasıl, Allah’ı (tam anlamıyla) tanımanın yolu bu şanı yüce ailedir. Eğer bu ailenin kılavuzluğu olmaksızın insanlar yolu bulmak isterlerse, dalalet vadisinde şaşkınlık içerisinde kalırlar; dalalet vadisinde kaybolanın da kılavuzsuz, mutluluk evine ulaşması imkansızdır. İşte bundan dolayı iki fırkanın (Şia ve Ehl-i sünnet) da ittifak ettiği bir hadiste Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur.

“Ey insanlar! Ben aranızda iki değerli emanet bırakıyorum, (ihtiyaç duyduğunuz şeyleri) O’nlardan alırsanız kesinlikle sapıklığa düşmezsiniz; biri Allah’ın kitabı, diğeri ise İtretim olan Ehl-i Beytimdir.”

Hafız: Düzeltmeye çalıştığınız sadece bu hadis değildir, sizin dua kitaplarınızdaki bütün dualarınızda, şirk ve küfür eserleri göze çarpmaktadır. Örneğin Allah’a teveccüh etmeksizin İmamlardan hacetlerinizi talep ediyorsunuz, bunun kendisi şirkin en büyük delilidir.

Davetçi: Alicenabın, geçmiş atalarına uyarak böyle esassız sözleri söylemesi gerçekten insafsızlıktır. Ya ne buyurduğunuzun farkında değilsiniz veya şirkin manasına dikkat etmeden konuşuyorsunuz. Hakikatin ortaya çıkması için ilk önce şirk ve müşrikin manasını açıklamanız rica olunur.

Şia’yı Şirk İle Suçlama

Hafız: Konu o kadar açık ki izaha gerek yok sanırım. Allah-u Teâla’yı kabul edip Yine O’ndan başkasına yönelmenin şirk olduğu apaçık bir gerçektir. Müşrik, Allah’tan başkasına yönelip isteğini ondan talep eden kimsedir.

Görüldüğü kadarıyla Şia camiası asla Allah’a yönelmemektedir. Bütün dileklerini Allah’ın adı olmadan İmamlarından istiyorlar. Hatta Şia fakirleri, yollarda, evlerin kapılarına veya dükkanlara geldikleri zaman; “Ya Ali!”, “Ya Hüseyin!” “Ya garip İmam Rıza!”, “Ya Hazret-i Abbas” diyorlar. Bir kere olsun “Ya Allah” dedikleri görülmemiştir. Bütün bunlar şirke, Şia toplumunun Allah’a yönelmediğine ve Allah’tan başkasına yöneldiklerinin delilidir.

Davetçi: Sözlerinizi neye yorayım bilmiyorum. Acaba inatçılık yüzünden, bildiğiniz halde kendinizi bilmezliğe vurmanıza mı, yoksa gerçeklere gereken dikkati göstermediğinize mi? Umarım inat ehli değilsinizdir. Çünkü alim olmanın şartlarından birisi insaflı olmaktır. Hakkı bilen biri, kendi istek ve amacı uğruna hakkı zayi ederse, o kimse insaflı değil demektir. İnsafı olmayan alim de amelsiz alimdir. Resulullah (s.a.a) bir hadiste şöyle buyuruyor: “İlmiyle amel etmeyen, meyvesiz bir ağaç gibidir.”

Konuşmanızda defalarca şirk ve müşrik kelimelerini kullandınız. Boş ve asılsız delillerle Allah’ı bir bilen şiaları müşrik olarak tanıttınız. Bu gibi sözleriniz, bilinçsiz Ehl-i Sünnet kardeşlerin üzerinde tesir edip şiaları müşrik bilmelerine sebep olabilir (ki şimdiye kadar da kötü tesirini bırakmıştır). Öte yandan burada bulunan şialar da bu sözlerinizden çok rahatsızdırlar. Size garazlı bir âlim ve iftiracı gözüyle bakıyorlar. Çünkü onlar inançlarının farkında olup sözlerinizin hiçbirinin kendilerinde olmadığını görüyorlar. Öyleyse sözlerinizde öyle cümleler kullanın ki hem hak belli olsun, hem de kalplerde size karşı ilgi doğsun.

Burada olan ve olmayan Ehl-i Sünnet kardeşlerin zihinlerinin aydınlanması için eğer izin verirseniz mecburen toplantımızın vaktini de göz önünde bulundurarak Allame Hilli, Muhakkik-i Tusi, Allame Meclisi gibi Şia’nın iftiharı ve dahileri olan büyük araştırmacı alim, fakih ve hekimlerinin ve Molla Sadra, Molla Nevruzi, Ali Taligani, Molla Hadi Sebzevari, Merhum Feyz-i Kaşani ve Feyyaz Lahicani gibi öteki hekim ve araştırma ehli olanların, Kur’ân’ın ayetleri, Eimme-i Athar (a.s)’ın yüce emirlerinden yola çıkarak şirk ve müşrik konusundaki itikatlarını arz edeceğim. Böylece burada bulunanlar zannetmesinler ki şirkin manası mugalata eden Hafız kardeşin buyurduğu gibidir.

Hafız: (Sinirli bir şekilde) Buyurun, buyurun.

Nevvab: (Saygılı bir şekilde) Mecliste âlim olmayanlar da olduğundan rica ediyorum sözleriniz oldukça sade olsun. Sadece alimleri göz önünde bulundurup cevaplarınızı onlara yönelik vermeyin. Özellikle Hind ve Peşaver’den olanlar lisan ehli olmadıklarından meclisin genelini göz önünde bulundurmanız gerekiyor. Bu yüzden karmaşık ve zor konulardan kaçınmanızı temenni ediyorum.

Davetçi: Sayın Nevvab, hatırlatmalarınızı her zaman göz önünde bulunduruyorum. Yalnızca bu toplantıda değil, hangi toplantıda olursa olsun, sözlerimi alimlere değil, hep alim olmayan tabakaya karşı yöneltmek adetimdir. Peygamberlerin gönderilmesi, kitapların nazil olması, gerçeklerden habersiz olan insanlar için değil midir? Gerçekler sade ve herkesin anlayabileceği bir şekilde anlatılmalıdır. Bir hadiste Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğu naklediliyor:

“Biz peygamberler, insanlarla akılları miktarınca konuşuruz.”

İsteğinizi daima göz önünde bulunduruyorum. İnşaallah bundan böyle daha çok dikkat ederim. Eğer gaflet edersem, rica ediyorum beni uyarın.

Şirkin Çeşitleri

Davetçi: Kur’ân’ın ayetleri, birçok alimin derin araştırmalarını, özellikle Sadr’ul- Müteellihin ve Fazıl Taligani’nin önemli açıklamalarından şirkin iki çeşit olduğu anlaşılmaktadır. Şirkin öteki kısımları da bu ikisinin kapsamına girmektedirler. Sözü geçen iki kısım şirk:

1- Açık olan şirk.

2- Gizli olan şirk.

Açık Olan Şirk

a) Zat’ta Şirk

İnsan Allah’a, zatında, sıfatlarında, fiillerinde veya ibadetlerinde ortak koşarsa bu açık şirktir.

Zatta şirk; uluhiyet, zat ve Allah’ın vahdaniyeti mertebesinde Allah’a şirk koşmak ve buna itiraf etmek demektir. Putperestler, nur ve zulmet (karanlık), Yezdan (Allah) ve Ehrimen (kötülük İlahi) gibi iki asl ve mebdeye (başlangıca) inanan Mecusiler buna güzel örnektirler.

Yine Hıristiyanlar, baba, oğul ve Ruh’ul- Kudüs olmak üzere Allah’ın zatı’nı üç kısma ayırmışlardır. Onlardan bazıları Ruh’ul- Kudüs’ün Meryem olduğunu söylüyorlar. Bu üçünün her birinin ayrı ayrı özellikleri olduğuna inanmaktadırlar. Bu üçü bir araya gelmezlerse, Allah’ın zatı da belirginleşmez diyorlar. Nitekim Allah-u Teâla da onların bu inancına, Mâide süresinin 73 ayetinde değinmiş ve onu reddetmiştir:

“Şüphe yok ki, “Allah, üçün üçüncüsüdür” diyenler küfre sapmışlardır. Oysa tek bir ilahtan başka ilah yoktur .”

Hıristiyanların Akaidi

Bu ayet Hıristiyanların Nesturiye, Milkaiye ve Yakubiye gibi fırkalarına aittir. Onlar da bu inançlarını putperestlerden ve Mecusîlerden almışlardır. Kısaca Hıristiyanlar da putperest ve Mecusiler gibi müşriktirler. Çünkü üç asl’a inanmaktadırlar.

Başka bir deyişle onlar uluhiyet‘in Allah, Meryem ve İsa’nın arasında ortak olduğunu söylüyorlar. Yine onlardan bazıları Allah, İsa ve Ruh’ul- Kudüs’ün ayrı-ayrı ilahlar olduğu inancıdadırlar. Diyorlar ki, başlangıçta ilahlar üç tane idiler: Baba, oğul ve Ruh’ul- Kudüs. Sonra bu üçü bir araya gelip Mesih oldular.

Şüphe yok ki, akli ve nakli delillere göre, bu anlamda böyle bir ittihat imkansız ve batıldır. Hatta Vacib’ul- Vücud’un zatı dışındaki varlıklar için bile imkansızdır. Bu nedenle yukarıda getirdiğimiz ayetin sonunda şöyle buyuruyor: “Oysa tek bir ilahtan başka ilah yoktur.” Yani, bir olan Allah’tan başka ibadete layık hiçbir varlık yoktur. O halis vahdaniyetle vasıflıdır.

b) Sıfatlarda Şirk

Allah-u Teala’nın ilim, hikmet, kudret, hayat vb gibi sıfatlarını, kadim ve O’nun zatına zait (yani zatın dışında) bilmek sıfatlarda şirk anlamına gelmektedir. Ebu’l- Hasan Ali bin İsmail-i Eş’ari-yi Basri‘nin takipçileri olan Eş’arilerin itikadı böyledir. Nitekim sizin büyük alimlerinizden Ali bin Ahmed bin Hazm ez-Zahiri “Fasl”ın dördüncü cüz’ünde, s. 207’de ve meşhur filozof Endülüslü İbn-i Rüşd “el- Keşf-u an Menahic’il- Edilleti fî Akaid’il- Milleti” kitabının 58. sayfasında Allah’ın sıfatlarının zait (zatından ilave) ve kadim olduğuna inandıklarını yazmışlardır.

Öyleyse, birisi Allah’ın sıfatlarını Onun yüce zatının dışında olduğunu kabul ediyorsa, yani Allah’ı alimiyet, kadiriyet, hikmet, hayat vb gibi sıfatlarla vasıflandırır ve bunları Allah Teâla’nın zatının kendisi olarak bilmezse müşriktir. Çünkü kadimlikte Onun için benzer ve eş edinmiş olur. Halbuki Allah Teâla’nın zatının dışında hiçbir şey kadim değildir. Allah’ın sıfatları O’nun zatının kendisidir. Örneğin, şeker ve tatlılık, yağ ve yağlılık gibi; şekerden tatlılığı, yağdan da yağlılığı ayırmak mümkün değildir; tatlılık ve yağlılık, sonradan şeker ve yağın zatına katılan şeyler değillerdir. Allah Teâla daha başlangıçta onları tatlı ve yağlı olarak yaratmıştır. Şekerden tatlılığı, yağdan da yağlılığı alırsak artık o, yağ ve şeker olmayacaktır.

“İşte bunlar bir takım örneklerdir; onları insanlara gösterip durmadayız ve bilgi sahiplerinden başkaları anlamaz onları.”

Allah’ın sıfatlarının, O’nun zatından ilave olmadığını daha iyi anlayabilmek için misaller konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır. Allah yani “Alim,” yani “Hayy”, yani “Kadir”, yani “Hakim”... demektir.

c) Fiillerde Şirk

Hakikat ve manada Allah’ı bir bilmemek fiillerdeki şirktir. Yani, mahlukattan birini veya bir kaçını İlahi fiillerde müessir (etkin) ya da müessirin bir cüz’i olarak bilmek ya da işleri yaratıldıktan sonra halka tefviz edilmiş (devredilmiş) olarak bilmek şirktir. Yahudiler böyle bir inanca sahiptirler. Onlar diyorlar ki; “Allah, mahlukatı yarattı, sonrada işleri mahlukata devretti ve kendisi kenara çekildi.”

Nitekim Mâide süresinin 64. ayetinde Yahudiler kötülenerek şöyle buyurulmaktadır:

“Yahudiler, Allah’ın eli bağlıdır (sıkıdır) dediler, elleri bağlandı ve söyledikleri söz yüzünden lanetlendiler.”

Kendilerine Müfevvize de denilen “Gulat müşrikler”, Allah’ın işleri İmamlara (a.s) devrettiğine ve O’nların yaratıp rızk verdiğine inanmaktadırlar.

Kim, hangi yolla olursa olsun, Allah’ın fiillerinde- ister müessirin cüz’i olsun, ister işleri enbiyaya, ümmetlere, İmamlara veya me’mumlara devredildiği şeklinde olsun- başkasını şerik bilmek kesinlikle şirktir.

d) İbadette Şirk

İbadette şirk ise şudur: İnsan ibadet ettiği zaman dış görünüşünü ya da kalbindeki niyetini Hak’tan (Allah’tan) başka yöne çevirmesine denir. Örneğin, namazı başkaları için kılmak ya da başkaları için adak adamak gibi niyete ait olan ibadetlerde niyetini Allah’tan başkasına çeviren müşriktir. Çünkü Kur’ân, Kehf suresinin 110. ayetinde böyle bir ameli (şirki) men ederek şöyle buyurmaktadır:

“Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa,artık iyi işlerde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak tutmasın.”

Amel ve ibadet edildiği zaman Allah’tan başkasına yönelilmemeli ve peygamberin, İmamın ya da mürşidin yüzü nazara alınmamalıdır. Yani namaz, oruç, hac, humus, zekat, adak vb. gibi farz veya sünnet ibadetlerin zahiri Allah için olur, ama kalpte ve batında Allah’tan başkasının dikkatini çekmek veya meşhur olmak için olursa bu şirktir. Çünkü hadislerde, amelde riya etmenin küçük şirk olduğu beyan edilmiştir. Bir hadiste Resulullah (s.a.a)’ın şöyle buyurduğu naklediliyor: “Küçük şirkten sakının!” Küçük şirkin ne olduğu soruluğunda ise şöyle buyurdu: “Riya ve şöhrettir.” [4]

Yine bir hadiste Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyor: “Sizin için koktuğum en kötü şey gizli şirktir. Gizli şirkten uzak durun. Çünkü ümmetimin içinde saklı olan şirk, karanlık gecede, siyah taşın üstünde yavaş yürüyen karıncadan daha gizlidir.”

Sonra şöyle buyurdular: “Kim namazında, orucunda riya (gösteriş) ederse müşriktir, kim sadakayı riya üzerine verir, hacca riya üzerine gider ve riya üzerine köle âzad ederse müşriktir.”

Hafız: Sizi kendi kendinizi ele verdiniz. Diyorsunuz ki insan, insan için adak adarsa müşriktir. Öyleyse siz şialar müşriksiniz. Çünkü İmamlara ya da İmam zadelere her zaman adak adıyorsunuz. Böyle bir adak Allah’tan başkası için olduğundan şirktir.

Adak Adama

Davetçi: İnsan bir kavmin veya bir milletin akaidini inceleyip hüküm vermek istediğinde akıl, mantık ve ilim kaidesince, onların cahillerinin söz ve fiillerine bakarak hüküm vermemesi gerekir. Aksine onların kanunlarını ve güvenilir kitaplarını dikkatlice incelemelidir.

Şia’nın inancını öğrenmek istediğiniz zaman cahil ve avam şiaların söz ve hareketlerine bakmanız yanlış bir şeydir. Çarşı-pazarda bilgisiz insanların Ya Ali, Ya İmam Rıza dediklerini gördüğünüzde, onların ya da bütün şiaların müşrik olduğunu söyleyemezsiniz. Bazı cahil kimseler İmamlara, İmam zadelere adak adıyorlarsa, bunu onlara galip olmanız için bir delil saymayın. Zira her kavimde cahil ve laubali kimseler bulunmaktadır.

Ama eğer sizler art niyetsiz ve bahane peşinde olmaksızın akılcı bir araştırma yapmak istiyorsanız, Şia’nın fıkıh kitaplarına başvurmanız gerekir. Bu kitaplar bütün kütüphanelerde, herkesin elinin ulaşacağı yerdedir.

İstidlali fıkıh kitapları ve ilmi hal risaleleri okursanız, Caferi fıkhında, şirke giden yolun olmamasının yanı sıra, hurafeye yönelik kanunlar da yoktur. Aksine gerçek, halis, öz tevhid Caferi fıkhıyla kendisini gösterir.

“Şerh-i Lüme” ve “Şerayi” gibi bütün kütüphanelerde bulunan fıkıh kitaplarını incelerseniz, onlarda adak için özel bir babın ayrıldığını görürsünüz. Yine Şia alimlerinin hepsinin ilm-i hal kitaplarında adak konusuna ait fetvalar vardır. Bu kitaplarda adak için özel bir babın ayrılmasının sebebi, adağın ibadet oluşundan dolayıdır. Allah için bir amelin yapılmasının gerekli olmasında, adak adandığı zaman iki şartın yerine getirilmesi gerekir. Bu iki şarttan herhangi biri olmazsa adak adanmış sayılmaz. Bu iki şarttan biri “niyet”, ikincisi hangi dille olursa olsun “siyğe” (akid) okunmasıdır. Bir Müslüman bu iki şart olmaksızın adağın gerçekleşmediğini anlarsa, ilk önce bu iki şartın mana ve niteliğini öğrenir ve daha sonra adağını adar.

İnsan bir fakihten ya da onun risalesinden adak meselesini araştırdığı zaman her şeyden önce niyet konusuyla karşılaşır. Niyet, her ibadette özellikle de adakta Allah için ve O’nun rızasını kazanmak için olmalıdır. Demek ki niyet Allah için olmazsa o amel yapılmamış sayılır.

İkinci olarak, niyeti tamamlayıp onu sabitleştirmek için adak adayan kimse, adak adadığı zaman muhakkak adak akdini okuması gerekir. Akitte de Allah adı olmazsa akit gerçekleşmemiş olur.

Örneğin birisi adak adadığı zaman şöyle demesi gerekir: “Lillahi aleyye en esume” (Allah için oruç tutmak benim üzerime gerekli olsun) veya içki içmeyi terk etmek istediği zaman “Lillahi aleyye en etruke şürb’el- hamr” (Allah için içkiyi terk etmek, benim üzerime gerekli olsun) demelidir. Diğer bütün adaklar da bu şekildedir.

Eğer akdi Arapça okumak mümkün olmazsa herkes kendi diliyle okuyabilir. Ama anlamı Arapça’yla aynı olmalıdır.

Eğer niyetinde Allah’tan başkası olursa veya başkasının adını Allah’la beraber getirir ve o başkası ister yaşayan olsun, ister ölü, ister peygamber olsun, ister İmam veya İmam zade, adağı batıldır. Bunu da bilerek ve kasıtla yaparsa müşriktir. Çünkü yukarıdaki ayette Kur’ân açıkça şöyle buyuruyor: “Rabbine itaatte hiç kimseyi ortak tutmasın.” İlim ehli, bunu bilmeyenleri uyarmaları gerekir.

Şia fakihleri, ister yaşayan olsun, ister ölü, peygamber veya İmam için adanan adağın batıl olduğunu, bunu bilerek ve kasten yapanın da müşrik olduğunu söylüyorlar.

Adak, Allah için adanmalıdır, ama adak istenilen yerlerde harcanabilir.

Örneğin, Allah için bir koyunu adayıp onu bir evde, bir ibadet yerinde vb. yerlerde keserse, bunun sakıncası yoktur. Para, elbise vb. şeyleri Allah için adar ve bir fakire bir yetime ya da Resulullah (s.a.a)’in soyundan gelen bir seyyide verirse sakıncası yoktur.

Ama eğer Peygamber (s.a.a) için veya İmamlar (a.s) için veya O’nların soyundan gelmiş olan seyyidler (Peygamber ve İmamların torunları) veya alimler ve yetimler için adak adanırsa, bu adak kesinlikle batıldır. Bilerek ve kasten de olursa şirktir.

Her resulün, fakihin, alimin, vaizin, mübelliğin vazifesi yazmak ve söylemektir. “Peygamberin vazifesi, ancak tebliğdir.” [5]

Halkın vazifesi ise dinlemek ve amel etmektir. Birisi ya da birileri dini vazifelerini öğrenip öğretmenin peşinde değilse ve dini vazifelerine uygun şekilde amel etmiyorlarsa bu o dinin, o mezhebin eksikliğinden değildir.

Zannederim bu kadarı gerçeğin anlaşılması için yeterlidir. Artık bundan sonra kalkıp; “şialar müşriktir” demeyin.

Gizli Şirk

Yeniden konumuza dönersek iyi olur. Şirkin ikinci kısmı “gizli şirk”tir. Bu şirk amellerde, ibadet ve itaatlerde riya olarak kendini gösterir.  Bu şirkle, açık şirkin kısımlarından olan ibadette şirkin farkı şudur: İbadet şirkinde Allah’a ortak koşulmakta ve o ortağa da ibadet edilmektedir. Örneğin namaz kılarken eğer şeytanın aldatmasıyla, velayet makamı veya bir mürşit nazara alınırsa, kesinlikle bu amel batıl ve şirkin özüdür.

İbadet ederken Allah’ın zatından başka hiçbir şey insanın zihnine ve fikrine gelmemelidir. Yoksa açık şirk kısmına girer.

Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğu naklediliyor.

“Allah-u Teâla buyuruyor ki, kim salih bir amel işlerse ve benden başkasını da onda ortak ederse, o amel bütünüyle onun içindir; ben ondan [o amelden ya da o ameli yapandan] uzağım. Ben şirkten, ihtiyaçsızların en ihtiyaçsızıyım.”

Yine bir hadiste şöyle nakledilmektedir: “Kim halkın övmesi için namaz kılar, oruç tutar veya hacca giderse, şüphesiz o amelinde Allah’a ortak koşmuştur.”

İmam Cafer-i Sadık (a.s) da şöyle buyuruyor:

“Bir kul, Allah’ın rahmetiyle ahretin sevabını talep ederek bir ameli yapar ve o amele insanlardan birinin rızasını katarsa, o müşriktir.”

Gizli şirkin alanı çok geniştir. Her amele en küçük bir şekilde de olsa Allah’tan başkası ortak koşulursa, bunu yapan müşrik olur.

Sebeplerde Şirk

Gizli şirkin kısımlarından bir diğeri sebeplerdeki şirktir. Nitekim insanlardan çoğu, sebep ve yaratıklara ümit etmekte ve onlardan korkmaktalar. Bu da şirktir; ama bağışlanmış şirktir.

Sebeplerde şirkten kasıt şudur: Sebeplerin tesirlerinin kendilerinden olduğuna inanmaktır. Örneğin, güneşin birçok şey üzerinde tesiri vardır. Eğer bu tesiri onun kendinden olduğunu söyler ve onun yaratıcısından gaflet edilirse bu şirktir. Ama güneş, hekim yaratıcısı tarafından feyzi artıran bir vesile olarak kabul edilirse, bu asla şirk değildir. Aksine bunun kendisi bir çeşit ibadettir. Çünkü Hakkın ayetlerine yönelmenin kendisi, Hakka yönelmenin mukaddimesidir. Kur’ân-ı Kerim’in birçok ayetinde “İlahi ayetlere bakınız” diye emr olunmuştur. Çünkü bu bakışlar, Allah’a yönelmenin ortamını hazırlamaktadırlar.

Aynı şekilde (yani sebeplerde şirkin bir başka şekli), herhangi bir sebebi müstakil olarak kabul etmektir. Örneğin tacir ticaretine, çiftçi ziraatına işçi işine, kısacası herhangi bir işe sahip olan o işine müstakil gözle bakarsa müşriktir. Ama sebeplere, “Allah’tan başka hiçbir müessir yoktur” niyetiyle bakarsa, bu şirk olmaz.

Şia Hiçbir Şekilde Müşrik Değildir

Bu kısa mukaddimede şirkin aslı, manaları ve eserleri beyan olup açıklığa kavuştuktan sonra izin verirseniz bu sözlerimizden bir netice elde edelim. Söyler misiniz, şialar beyan ettiğimiz bu şirk çeşitlerinin (gizli ve açık) hangi grubuna girmektedirler? Acaba hangi alim ya da avam bir şianın, Allah-u Tebarek ve Teala’nın zat, sıfat ve fiillerinde şerik kabul ettiğini, duydu ya da gördünüz? Acaba neye dayanarak Allah’a ibadet ederken başka bir mabuda taptığını söylüyorsunuz?

Bu şirk çeşitlerinden birini acaba şiaların, usul, füru ve akait olmak üzere hangi kitaplarında okudunuz ve hangi İmamından (a.s) bir rivayet görüp duydunuz? Halkın dikkatini çekmek ve riya etmek gibi şirkin gizli kısmı ise sadece şialara özgü değildir.

Şia ve Sünnilerin tümü bu maddi alemde tutsaktır. İlim ve marifetin olmaması, günahlardan arınmamak, bazen şeytanın hileli vesveselerine uyarak riya etmenin Şia’sı, Sünni’si yoktur. Yine sebeplerde gark olup Allah’a itaat etmeme ve şeytana itaat etme konusu da aynı şekildedir. Böyle bir şirkin bağışlanmış olduğunu daha önce söylemiştik. Çünkü biraz kendine gelmekle insan kendisini ondan kurtarabiliyor. Öyleyse neye dayanarak şiaların müşrik olduğunu söylüyor ve bilmeyenleri de kandırıyorsunuz?

Hafız: Söylediklerinizin hepsi doğru, ama arz ettiğim gibi İmamlara tevessül edip onlardan dilek dilemek şirktir. Çünkü bizim vasıtaya ihtiyacımız yoktur. Ne zaman Allah’a yönelirsek sonuç alabiliriz.

Davetçi: Doğrusu sizin gibi insaflı ve düşünceli bir alimin araştırmadan, geçmiştekilerin tesirinde kalarak bunları söylemesi şaşırtıcı bir şeydir.

Galiba uykuda idiniz, veya az önce söylediklerimi dikkatle dinlemediniz. Yukarıda konuyu genişçe açıklamama rağmen yine de, İmamlardan (a.s) bir şey istemek şirktir diyorsunuz.

Söyler misiniz halktan bir şey istemek şirk midir? Eğer böyle olursa, o zaman herkes müşriktir. Hiçbir zaman bir muvahhid dahi bulamazsınız. İnsanlardan bir şey istemek, onlardan yardım dilemek şirkse öyleyse neden peygamberler (a.s) insanlardan yardım istiyorlardı. Beylerin gerçeği görebilmesi için, Kur’ân’ın ayetleri üzerinde biraz daha dikkatli bir şekilde düşünmeleri iyi olur.

Asif’in, Belkıs’ın Tahtını Hz. Süleyman’ın Yanına Getirmesi

Neml (27) suresinin 38. ayetinden 40. ayetine kadar Allah-u Teâla şöyle buyuruyor: (Elçinin gitmesinden sonra Süleyman:

“Ey önde gelenler! Onlar, bana teslim olup gelmeden önce, sizden kim onun tahtını bana getirebilir?” dedi.

Cinlerden bir ifrit: “Sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm ve şüphe yok ki ben, elbette güvenilecek bir kuvvete sahibim” dedi.

Kitaba ait bir bilgiye sahip olan dedi ki: “Ben gözünü yumup açmadan onu sana getirebilir.” Derken (Süleyman) tahtı yanında durur vaziyette görünce dedi ki: “Bu Rabbimin lütuf ve ihsanındandır...”

Belkıs’ın o büyük ve azametli tahtı, uzun yollardan, bir göz açıp kapamaktan daha hızlı bir şekilde getirilmesi aciz mahlukun işi değildir. Bunun normalin üstünde bir şey olduğu bellidir. Hz. Süleyman (a.s) bu işin İlahi bir kudreti gerektirdiğini bildiği halde Allah’tan tahtın getirilmesini istemedi. Aksine onu getirmek için aciz bir mahluktan yardım istedi. Bizzat etrafında olanlardan o tahtı getirmelerini istedi. Hz. Süleyman (a.s)’ın aciz yaratıklardan böyle bir istekte bulunması, şunu gösteriyor ki, yaratıktan bir şeyi yapmasını istemek mutlak olarak şirk değildir.

Allah-u Teala dünyayı sebepler dünyası olarak yaratmıştır. Şirk kalbe ait olan bir şeydir. İnsan birisinden bir şey istediği zaman, onu Allah ya da Allah’ın şeriki olarak görmezse, ondan isteğini istemesi asla şirk sayılmaz. Nitekim bu amel insanların yanında normal olan şeylerdendir; zira insanlar sürekli, Allah’ın adını anmaksızın ondan bundan yardım istemekteler.

Acaba hasta birisi doktorlara gidip doktor bey derdime bir çare bul, bu hastalık beni öldürecek dediği zaman bu hasta müşrik mi olur?

Boğulmak üzere olan birisi, Allah’ın adını anmaksızın halktan yardım dilediği zaman müşrik mi oluyor?

Zalim birisi birisine zulmeder, o mazlum da örneğin bir bakanın yanına gidip de, bakan bey lütfen bu zalimin elinden beni kurtar, dediği zaman müşrik mi olur?

Eğer bir hırsız, birisinin evine girer ve o ev sahibinin can, mal veya namusuna zarar vermek isterse ve ev sahibi de dama çıkıp komşularını yardıma çağırır ve bizi kurtarın derse o adam müşrik mi olur?

Cevap kesinlikle hayırdır. Akıl sahibi hiçbir insan onlara müşrik demez. Eğer müşrik derlerse ya cahildirler ya da garazlı insanlardır.

Muhterem beyler, mugalata etmeyelim. Şia camiasının hepsi, Âl-i Muhammed’e (a.s) Allah diyen veya Âl-i Muhammed’i zat’da, sıfat’da veya fiillerde Allah’a şerik koşanları kesinlikle müşrik bilmekteler.

Şialar, zorluklarda Ya Ali, Ya Hüseyin diyorlarsa, bunun anlamı ey Allah olan Ali, Ey Allah olan Hüseyin değildir. Aksine dünya, sebepler dünyası olduğu ve Allah-u Teala da işleri sebeplerle yaptığı için Âl-i Muhammed’i de kurtuluş sebep ve vesileleri olarak kılmıştır. Onların vesilesiyle Allah’a yöneliyorlar.

Hafız: Neden direk olarak Allah’a yönelip de dileklerini O’ndan dilemiyorlar. Neden sebep ve vesilelerin peşinde gidip duruyorlar?

Davetçi: İsteklerimiz ve dertlerimizin giderilmesi konusunda Allah’a olan teveccühümüz yerindedir. Ancak semavi sağlam bir senet olan Kur’ân-ı Kerim, vesileyle Allah’a yönelmemizi ve vesileyle O’nun dergâhına gitmemizi kendisi emrediyor. Mâide (5) suresinin 35. ayetinde şöyle buyuruyor: “Ey inananlar, Allah’tan korkup-sakının ve (sizi) onu (yaklaştıracak) vesile arayın.”

Âl-i Muhammed Hakk’ın Feyiz Vesileleridirler

Biz şialar, Âl-i Muhammed (aleyhim’us- selam) işlerimizi yalnız başlarına ve kendileri hallediyorlar demiyoruz. Aksine O’nları Allah’ın salih kulları biliyor ve Allah’ın feyzine ulaşmak için birer vasıta olarak kabul ediyoruz. Bizim O’nları vesileler olarak kabul etmemiz, Resulullah (s.a.a)’in emrettiği içindir.

Hafız: Resulullah (s.a.a) nerede O’nları vesileler kılmamızı emretmiştir? Bu ayetin Âl-i Muhammed’e ait olduğunu nereden söylüyorsunuz?

Davetçi: Birçok hadiste Resulullah (s.a.a), tehlikelerden kurtulmak için Ehl-i Beytine tevessül etmemizi emretmiştir.

Hafız: O hadislerden aklınızda olanlardan bazılarını söyleye bilir misiniz?

Davetçi: Vesileden maksat Hz. Peygamber’in Ehl-i Beyt’idir; buna delilimiz, Hafız Ebu Naim İsfehani’nin “Nüzul’ul- Kur’ân fi Aliyyin” (Ali’nin hakkında nazil olan ayetler) adlı eserinde, Hafız Ebubekr Şirazi “Ma Nezele Min’el- Kur’ân’i fi Aliyyin” (Kur’ân’dan Ali hakkında nazil olan şeyler)’de, İmam Ahmed Sa’lebi kendi yazdığı tefsirde naklettikleri şeylerdi. Onlar şöyle diyorlar:

Bu ayet-i kerime (Maide/35)’deki vesileden amaç, Hz. Peygamber’in Ehl-i Beyt’idir. Bu konuda Resulullah (s.a.a)’den birçok hadisler naklolunmuştur.

Büyük alimlerinizden İbn-i Ebi’l- Hadid Mütezili “Şerh-i Nehc’ul- Belağa” adlı eserinin 4. Cildinin, 39. sayfasında, Hz. Fatıma (a.s)’ın hutbesinden bu ayete delil olarak bir cümleyi aktarıyor. Hz. Fatıma (a.s) “Fedek” olayında Muhacir ve Ensar’a yönelik bir hutbe okumuştur. Bu hutbenin başlarında Hz. Fatıma (a.s) şöyle buyuruyor: “Göklerde ve yerde ne varsa, azameti ve nuru için ibadet edilen Allah’a hamd ediyorum. Bütün vesilelerin hedefi O’dur ve O’nun insanların içindeki vesilesi biziz.”

Sekaleyn Hadisi

Hz. Peygamber’in pâk Ehl-i Beyt’ine tevessül edip O’nlara sarılmanın sağlam delillerinden birisi de Sekaleyn hadisidir. Bu hadisi, hem Sünniler, hem de şialar sahih senetlerle mütevatir olarak nakletmişlerdir. Resulullah (s.a.a) o hadisin bir yerinde şöyle buyuruyor:

“...Eğer onlara sarılırsanız, benden sonra asla sapmazsınız.”

Hafız: Bu hadise mütevatir ve senedi sahih demekle galiba hata yapıyorsunuz. Çünkü bu bizim büyük alimlerimizin yanında malum değildir. Büyük şeyhimiz sünnet ve cemaatın kıble ve kâbesi Muhammed bin İsmail Buhari Kur’ân’dan sonra en sahih olan kendi muteber sahihinde (Sahih-i Buhari) bu hadisi nakletmemiştir.

Davetçi: Ben hata yapmadım. Aksine bu hadisin muteber olduğunu alimleriniz kesin olarak kabul etmektedirler. Hatta İbn-i Hacer-i Mekki gibi çok mutaassıp birisi dahi bu hadisin sahih olduğuna itiraf etmiştir. Şüphenizin giderilmesi için “Savaik’ul- Muhrika”nın ikinci faslının sonlarına doğru 89 ve 90. sayfalarında 11. babdaki 4. ayetin aşağısında Tirmizi, Ahmet bin Hanbel, Taberani ve Müslim’den hadisler naklettikten sonra şöyle diyor: “Bil ki, Sekaleyn’e (Kur’ân ve Ehl-i Beyt ) sarılma hadisi birçok yollarla 20’den fazla sahabeden nakledilmiştir.”

Daha sonra şöyle diyor: “Bazıları Resulullah (s.a.a)’in bu hadisi veda Haccı’nda Arafat’ta iken, bazıları Medine’de ölüm döşeğinde ve odası sahabelerle dolu olduğu zaman, bazıları Gadir-i Hum’da, bazıları da Tâif’ten döndükten sonra buyurduğu konusunda ihtilaf etmişlerdir.”

Daha sonra kendi görüşünü şöyle açıklıyor: “Bu ihtilafların arasında her hangi bir çelişki yoktur. Resulullah’ın (s.a.a) adı geçen bütün yerlerde, Kur’ân’ın ve Ehl-i Beyt (a.s)’ın azametini ispat etmek için bu hadisi defalarca buyurmasında bir sakınca yoktur.”

Taassuptan Uzak Olmak Saadete Sebep Olur

Hadis Sahih-i Buhari’de yoktur öyleyse zayıftır sözüne gelince, bu söz birçok yönden red olmuş ve alimlerin kabul etmediği bir şeydir. Eğer Buhari, hadisi nakletmemişse, karşılığında öteki büyük alimlerinizin geneli nakletmişlerdir. Hatta Sahihi-i Buhari’yle aynı seviyede olan Sahih-i Müslim ve diğer Sihahlar bunu (Sahih-i Buhari’nin dışında) genişçe nakletmişlerdir.

 Ya sihahları ve muteber kitaplarınızı bir kenara atacak ve akidenizi yalnızca Sahih-i Buhari’de yazılanlarla sınırlandıracaksınız; ya da öteki alimlerinizin de kendi zamanlarında Ehl-i Sünnetin en adil, en alim ve en bilgin insanlar olduklarını itiraf edip onları da kabul edeceksiniz. Özellikle de Sihah-ı Sitteyi yazanları. Böyle olunca da eğer bir hadis Sahih-i Buhari’de bazı sebeplerden dolayı nakledilmemiş ve ötekilerde nakledilmiş olursa, o zaman onu kabul etmek zorundasınız.

Hafız: Buhari’nin üstünde durmamızın her hangi özel bir sebebi yoktur. Yalnızca Buhari çok ihtiyatlı ve hadis nakletmekte titiz olduğundan, senet veya metin yönünden sakıncalı veya akla uygun olmayan hadisleri nakletmemiştir.

Davetçi: Siz Ehl-i Sünnet’in yaptığı hatalardan biri de, “bir şeyi sevmek, insanı kör ve sağır eder” kaidesi esasına göre işte buradadır. Buhari hakkında guluv ediyorsunuz (yani onu sahip olduğu makamdan yüksekte görüyorsunuz). Onun çok dakik olduğunu ve Sahihinde getirdiği her hadisin çok muteber, hatta vahiy gibi olduğunu zannediyorsunuz. Halbuki zannettiğiniz gibi değildir. Buhari hadislerin senedinde getirdiği birçok kişi (ravi) merdut (reddedilmiş), menfur (nefret edilmiş), kezzap (yalancı) ve uydurukçu insanlardır.

Hafız: Aslında sizin bu sözleriniz merdut ve menfurdur. Siz Buhari gibi birisinin ilmi makamına ihanet ediyorsunuz. (Yani Ehl-i Sünnet ve cemaatin hepsine ihanet ettiniz.)

Davetçi: İlmi bir eleştiri ihanet ise, öyleyse hadisleri dikkat ve titizlikle incelemiş olan, muteber Sahihlerdeki, özellikle Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’deki birçok hadisin senedinde uydurukçu, kezzap ve merdut (sözlerine itibar olmayıp reddedilen) birçok kişinin olduğunu söyleyen büyük alimleriniz de, ilim makamına ihanet etmiş ve merdut insanlardır.

Hadis kitapları konusunda dakik ve titiz davranırsanız iyi olur. Onları okuduğunuz zaman guluv ederek; “Buhari ve Müslim onları nakletmiş, öyleyse hepsi sahih ve doğrudur” demeyin.

Sihah-i Sitte, özellikle de Sahih-i Müslim ve Buhari’ye guluv gözüyle bakan siz ve diğer alimler, önce onlardaki hadisleri eleştirip sahihlerle sahih olmayanları belirten kitaplara bir baş vurursanız iyi olur. Böylece Buhari’nin azametini, hadis nakletmekteki dikkatinin ne derecede olduğunu görürsünüz.

Eğer Süyuti’nin “El-Leali’l- Mesnua fi Ehadis’il- Mevzua” eserine, Zehebi’nin “Mizan’ul- İ’tidal” ve “Telhis’ul- Müstedrek” adlı kitaplarına, İbn-i Cevzi’nin “Tezkiret’ul- Mevzuat”ına, Ebubekir Ahmed bin Ali Hatip el-Bağdadi’nin yazmış olduğu “ Tarih-i Bağdadi” ye ve kısaca “Rical” konusunda büyük alimlerinizin yazmış oldukları kitapları okursanız, beni suçlamaz ve “Buhari’ye ihanet ettin” demezsiniz.

Buhari ve Müslim, Uydurukçu ve Yalancılardan Hadis Nakletmişlerdir

Ben ne söyledim ki bu kadar sinirleniyorsunuz? Ben sadece, “Sihahlar, hatta Sahih-i Müslim ve Buhari’de yalancılardan hadisler nakledilmiştir.” dedim.

Sahih-i Buhari’deki hadisleri, “Rical” kitaplarına baş vurarak dikkatle incelerseniz, birçok yalancı ve uydurukçu insanlardan hadisler nakletmiş olduklarını görmüş olursunuz.

Örneğin: Ebu Hureyre, Haricilerden olan İkrime Muhammed bin Abd Semerkandi, Muhammed bin Beyan, İbrahim bin Mehdi, Benus bin Ahmed-i Vasıti, Muhammed bin Halid, Ahmed bin Muhammed Yemani, Abdullah bin Vakid-i Harrani, Ebu Davud Süleyman bin Amr-i kezzab ve İmran bin Hattan gibi birçokları merdut (reddedilmiş) ravilerden hadis nakletmişlerdir. Onların hepsinin isimlerini saymaya ne toplantının vakti vardır, ve ne de benim hafızam yeterli gelir. Rical kitaplarına baş vurursanız, söylediğimiz gerçeği daha iyi anlarsınız.

Buhari, sizin zannettiğiniz gibi öyle çok ihtiyatlı ve titiz birisi de değildi. O ravilerin sadece dış görünüşüne bakıyordu. Bizim deyişimizle iyimser birisi idi, görünüşü iyi olan herkesten hadis nakletmiştir.

Bu iddiamızı rical kitapları yazan kendi alimleriniz onaylamaktadır. Onların bazlarının adlarını yukarıda getirdik. Bu alimler uyduruk hadisleri ayırt etmiş, Müslim ve Buhari’nin kendilerinden hadis naklettiği ravileri dikkatle incelemiş ve birçoklarının ayıplarını ortaya çıkarmışlardır. Onlar bu işi, bugünkü alimler de bunlardan haberdar olsunlar diye yapmışlardır. O kitapları göz önünde bulundurarak bu gece; “Buhari’nin Sekaleyn ve Ehl-i Beyt’e sarılmakla ilgili hadisleri nakletmemesinin sebebi onun titiz ve ihtiyatkar olmasından dolayıdır” buyurmayınız. Titiz, dakik ve ihtiyatlı bir alimin, itimat edilmeyen yalancı ve uydurukçu ravilerden gülünç hadisler naklederek ilim ve akıl ehlinin alay etmesine sebep olmak dakik bir alimden beklenir mi hiç?

Kelimullah (Hz. Musa)’ın Azrail’e tokat atıp onu kör etmesi, yine Hz. Musa’nın ayak yalın ve avret yeri açık olarak Beni İsrail’in yanına gitmesi (ki bunları daha önce söylemiştim) acaba hurafe ve uyduruk değil midir?

Acaba Allah’ın, kıyamette ayağı yaralı olarak görülmesi ve bacağını göstermesi küfür değil midir? Buhari bunları Sahihinde nakletmiş ve biz de daha önce onlardan bazılarını aktarmıştık.

Sahih-i Müslim ve Sahih-i Buhari’deki Resulullah’a İhanet Sayılan Gülünç Hadisler

Buhari, sahihinin 2. cildinin, 120. sayfasında, “el-Lehv-u bi’l- Hirab” babında ve Müslim sahihinin 1. cildinin “er- Ruhsat-u fi’l- La’b-i Ellezi La Ma’siyete fi Eyyam’il- İyd” babında Ebu Hureyre’den şu hadisi naklediyorlar:

“Bir bayram günü bir grup Sudanlı zenci, Resulullah’ın mescidinde toplanmış ve eğlence aletleriyle milleti eğlendiriyorlardı. Resul-u Ekrem (s.a.a) Aişe’den; “Sen de bakmak ister misin” diye sordu. Aişe de; “Evet Ya Resulullah” diye cevap verdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) onu sırtına aldı. Aişe başını Resulullah (s.a.a)’ın omzundan uzatıp yüzünü onun mübarek yüzüne koydu. Resulullah (s.a.a) Aişe’nin daha çok lezzet alması için onları daha iyi oynamaya teşvik ediyordu. Aişe yoruluncaya kadar onu sırtında tuttu. Aişe yorulduktan sonra onu yere indirdi.”

Şimdi Allah aşkına söyleyin, eğer böyle bir şeyi, sizlerin hakkında anlatsalar sinirlenip kızmaz mısınız?

Eğer bir adam dese ki; “Dün akşam Hafız beyin evinin arkasında bir grup insan oyun oynayıp alkış çalıp eğleniyorlardı, büyük alim Hafız bey de karısını sırtına almış onları seyrediyorlardı, hatta Sayın Hafız, karısının daha çok lezzet alması için onları daha iyi oynamaya teşvik ediyordu.” Hafız bey, Allah aşkına söyleyin, bunları duyduğunuz zaman utanmaz ve etkilenmez misiniz? Eğer ben, böyle bir sözü, dış görünüşü iyi olan birisinden duymuş olsam onu nakletmem doğru olar mı? Eğer nakletsem, akıllı insanlar bana demezler mi ki; “Cahil bir adam bir söz söyledi, akıllı olan siz neden onu naklettiniz?”

Buhari’nin naklettiği hadisler hakkında artık kendiniz hüküm verin. Eğer o hadis konusunda gerçekten dakik ve titiz idiyse, farz edin böyle bir olayı duydu, acaba onu nakletmesi ona yakışır mıydı? Sonra da sizler kalkıp diyorsunuz ki, Kur’ân’dan sonra en sahih kitap Sahih-i Buhari’dir!!

Buhari, Resulullah (s.a.a)’ın, kendisinden sonra Kur’ân’a ve pâk Ehl-i Beyt’e sarılmayı emrettiği Sekaleyn hadisini, Ehl-i Beyt (a.s)’ın adı o hadiste geçtiğinden dolayı onu nakletmemiştir! Ama uydurma, yalan hadisler olunca onları, (ki onların hepsini vakit olmadığı için aktaramıyorum) kitaplarında özel bablar ayırarak nakletmiştir!

Evet Buhari, Ehl-i Sünnet alimlerinin içinde çok ihtiyatlı birisi idi. Şu manaya ki o, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt (a.s)’ın velayet makamını ispatlayan her hadisi gördüğünde ihtiyat ederek onu nakletmemiştir. Çünkü bu hadisler bilgin ve alim insanların eline geçtiğinde, hak ve hakikatin ortaya çıkacağını biliyordu. Sihahları Sahih-i Buhari’yle karşılaştırdığımızda, bir hadis mütevatir dahi olsa, Kur’ân ve ayetlerle teyit bile edilse Buhari’nin onu nakletmediğini görüyoruz.

Örneğin Mâide suresinin 67. ayeti “Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et...”, 55. ayeti “Sizin veliniz, sahibiniz ancak Allah, O’nun resulü, namaz kılan ve rüku ederken zekat veren müminlerdir” ve Şura suresinin 214. ayeti “ve en yakınlarını korkut” gibi ayetlerin nüzul sebepleri hakkındaki birçok hadisi Gadir-i Hum hadisi, Yevm’ud- Dar (İnzar) hadisi, Muahat Hadisi, Sefine hadisi, Bab’ul- Hıtta hadisleri gibi velayet makamı ve Ehl-i Beyt (a.s)’ın yüceliğini ispat eden diğer hadisleri ihtiyat edip nakletmemiştir.

Ama nebilerin özellikle Hatem’ul- Enbiya Hz. Muhammed (s.a.a) ve O’nun tertemiz Ehl-i Beytinin (a.s) yüce makamına ihanet sayılan her hadisi (hangi yalancı ve uydurukçudan olursa olsun) ihtiyat etmeden nakletmiştir. Onların bazılarını daha önce aktardık.

Sekaleyn Hadisinin Senetleri

Şimdi de Sekaleyn hadisini nakleden sizin muteber hadis kitaplarınızdan bazılarına değineceğim. Böylece Buhari’ye rağmen, sizin diğer büyük ve güvenilir alimlerinizin, hatta Buhari’yle (size göre doğrulukta) eşit olan Müslim bin Haccac’ın bile Sekaleyn hadisini nakletmiş olduklarına şahit olacaksınız. O kitaplardan bazıları şunlardır:

Sahih -i Müslim (Müslim bin Haccac) c.7, s.122, Sahih-i Ebu Davud, Sünen-i Tirmizi, c. 2, s. 307, Hasais-u Nesai, s. 30, Müsned-i Ahmed bin Hanbel, c.3, s. 14 ve 17, c. 4, s. 26 ve 59, c. 5, s. 182 ve 189, Müstedrek-i Hakim c.3, s. 109 ve 148, Hilyet’ul- Evliya (Hafız Ebu Naim İsfehani) c.1, s. 355, Tezkire (Sibt bin Cevzi ) s.182 Usd’ul- Ğabe (İbn-i Esir-i Cezri), c. 2 s. 12 ve c. 3, s. 147, Cem’un Beyn’es- Sahihayn (Hamidi), Cem’un Beyn’es- Sihah’is- Sitte (Rezin), Kebir-i Taberani, Telhis’ul- Müstedrek (Zehebi), Ikd’ul- Ferid (İbn-i Abdurabbih), Metalib’ul- Süul (Muhammed bin Talha eş- Şafii), Menakıb-i Harezmi, Yenabi’ul- Meveddet (Süleyman Belhi el-Hanefi) 4.bab, Meveddet’ul- Kurba (Mir Seyyid Ali Hemedani İkinci Meveddet’te), Şerhi Nehc’ul- Belağa (İbn-i Ebi’l- Hadid), Nur’ul- Ebsar (Şeblenci) s. 99, Fusul’ul- Muhimme (Nuruddin bin Sabba el-Maliki) s. 25, Feraid’us- Simtayn (Himvini), Tefsir-i Keşf’ul- Beyan (İmam Sa’lebi), Menakıb-i Sem’ani ve İbn-i Meğazili eş- Şafii, Kifayet’ut- Talib (Muhammed bin Yusuf Genci eş- Şafi) 1. babda, Gadir-i Hum hutbesinin sahih olduğunu beyan ederken ve 6. bab s. 130’da nakletmiştir. Tabakat (Muhammet bin Sa’d-i Katip) c. 4, s. 8, Tefsir-i Fahr-u Razi, c. 6 s. 18’de İ’tisam ayetini tefsir ederken, Tefsir-i İbn-i Kesir, c. 4, s. 113 Meveddet ayetini tefsir ederken, Ikd’ul- Ferid (İbn-i Abdurabbih) c. 2, s. 158 ve 346, Şerh-u Nehc’ul- Belağa (İbn-i Ebi’l- Hadid) c. 6, s. 130, Yenabi’ul- Meveddet (Süleyman Hanefi) çeşitli tabirlerle s.18, 25, 29-34, 95, 115, 126, 199 ve 230, Savaik (İbn-i Hacer-i Mekki) çeşitli tabirlerle s. 75, 87, 90, 99 ve 136’da ve diğer birçok büyük alimleriniz az bir farklılıkla, (Şia ve Sünnilerin nakliyle tevatür haddine ulaşan) bu hadis-i şerifi Resulullah (s.a.a)’den nakletmişlerdir:

“Şüphesiz ki ben sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum; Allah’ın kitabı ve itretim olan Ehl-i Beytimi. Bu ikisi havuzun başında bana ulaşıncaya dek asla birbirlerinden ayrılmazlar. Kim o ikisine sarılırsa, şüphesiz kurtulur ve kim yüz çevirirse helak olur; Onlara sarıldığınız müddetçe asla sapmazsınız.”

Bu bizim güçlü delilimizdir. Resulullah (s.a.a)’ın emriyle Kur’ân-ı Kerim ve Ehl-i Beyt (a.s)’a sarılmak ve O’nlara tevessül etmek mecburiyetindeyiz.

Şeyh: Bu hadisi, Salih bin Musa bin Abdullah bin İshak bin Talha bin Abdullah el Kareşi et-Teymi et-Talhi kendi senediyle Ebu Hureyre’den şöyle naklediyor: “Şüphesiz ki ben aranızda iki şey bırakıyorum; Allah’ın kitabıyla ve Sünnetimi...”

Davetçi: Yine tek taraflı olarak zayıf, salih olmayan ve cerh-u ta’dil sahipleri (Zehebi, Yahya, İmam Nesai, Buhari, İbn-i Adiy vb.) tarafından reddedilmiş olan bir kimseden hadis naklederek meclisin vaktini aldınız. Benim efendim, büyük alimlerinizden nakledilen bu kadar sahih ve muteber hadis sizi ikna etmedi mi ki, bütün bu sahih hadisleri bir kenara bırakıp alimlerinizin de kabul etmediği zayıf hadislere yapışıyorsunuz? Halbuki hem Sünni hem de Şia alimleri, Resul-u Ekrem (s.a.a)’in; “Allah’ın kitabı ve itretim” diye buyurduğu sözde ittifak etmişlerdir. Çünkü kitap ve sünnetin bir açıklayıcıya ihtiyaçları vardır. Onların beyan edilmesi gerekir. Sünnetin kendisinin açıklanmaya ihtiyacı varken nasıl olur da Kur’ân’ı açıklayabilir? Demek ki itret, (Ehl-i Beyt) Kur’ân’ın eşidir; hem Kur’ân’nın açıklayıcısıdır ve hem de sünneti aşikar edendir.

Sefine Hadisi

Resulullah (s.a.a)’in Ehl-i Beyt (a.s)’ine sarılmanın delillerinden bir diğeri muteber “Sefine hadisi”dir. Bu hadisi birçok büyük alimleriniz tevatür haddinde nakletmiştir.

Şu anda aklımda kalan 100’den fazla büyük alimleriniz kendi muteber kitaplarında bu hadisi nakletmişlerdir. Müslim bin Haccac “Sahih”de, (Sahih-i Müslim), Ahmed bin Hanbel “Müsned”de, Hafız Ebu Naim İsfehani “Hilye” de, İbn-i Abdulbirr “İstîab”da, Ebubekir Hatib-i Bağdad-i “Tarih-i Bağdadi”de, Muhammed bin Talha Şafii “Metalib’us- Süul”da, İbn-i Esir “Nihaye”de, Sibt bin Cevzi “Tezkire”de, İbn-i Sabbağ Maliki “Fusul’ul- Muhimme”de, Allame Nuruddin Semhudi “Tarih’ul- Medine”de, Seyyid Mümin Şeblenci “Nur’ul- Ebsar”da, İmam Fahr-u Razi “Mefatih’ul- Gayb” tefsirinde, Celaluddin Süyuti “Dürr’ül- Mensur”da, İmam Sa’lebi “Keşf’ul- Beyan” tefsirinde, Taberani “Evset”te, Hakim “Müstedrek”in c. 3, s. 151’inde, Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”nin 4. babında, Mir Seyyid Ali Hemedani “Meveddet’ul- Kurba”nın ikinci Mevedde'sinde, İbn-i Hacer-i Mekki “Savaik”te, Taberi Tefsir ve Tarihinde, Muhammed bin Yusuf Genci “Kifayet’üt- Talib”in yüzüncü babanın 233. sayfasında ve diğer birçok büyük alimleriniz Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Şüphesiz ki Ehl-i Beyt’imin sizin aranızdaki misali (konumu), Nuh’un gemisinin misali (konumu) gibidir. Kim ona bindiyse kurtuldu, kim de ondan uzaklaştıysa helak oldu.”

İmam Muhammed bin İdris eş-Şafii’de yazdığı bir şiirde bu hadisin sahih olduğunu beyan etmiştir. Allame Fazıl Acili de bu şiiri “Zahiret’ul- Meal”da nakletmiştir:

İnsanların sapıklık deryasında gark olduklarını görünce,

Bismillah diyerek kurtuluş gemileri olan Ehl-i Beyt’e sarıldım.

Hablullah olan Ehl-i Beytin dostluğuna, emr olunduğumuz için temessük ettim.

Hadisler beyan ettiği gibi din yetmiş üç fırkaya bölündüğünde,

Onlardan sadece biri hak üzere idi.

Söyle bana ey akıl ve ilim sahibi!

Acaba Âl-i Muhammed batıl fırkaların içinde midir?

Yoksa kurtuluşa eren fırkanın içinde midir?

Eğer kurtuluşa eren fırkanın içindedir dersen, sözümüz birdir.

 Ama eğer batıl fırkanın içindedir dersen, adaletten sapmışsındır.

Kavmin efendisi onlardan ise, ben de onlara razı oldum.

Allah onların gölgesini (üzerimden) eksik etmesin.

Ben Ali ve evlatlarının imametine razı oldum.

Sen de hakikatin ortaya çıkacağı güne dek batıl fırkalarda baki kalanlarla ol.

Ehl-i Sünnet ve Cemaatin önderlerinden birisi olan İmam Şafii’nin bu apaçık şiirine dikkat edecek olursanız, göreceksiniz ki Ehl-i Beyt gemisine binmenin ve O’nlara sarılmanın kurtuluş sebeplerinden olduğunu açıkça ikrar etmektedir. Çünkü 73 fırkaya bölünen ümmetten yalnızca Âl-i Muhammed’e sarılanlar fırka-i naciyedir (kurtuluşa erenlerdir).

Demek ki şialar Resulullah (s.a.a)’in emrine uyarak Ehl-i Beyt tevessül edip Allah’a yönelmektedirler.

Aklıma bir şey daha geldi. Diyorsunuz ki insanın vasıta ve vesileye ihtiyacı yoktur, eğer vesileyle Allah’a yalvarıp yardım dilerse yanlış bir iş yapmış olur; size göre müşrik de olur. Eğer durum dediğiniz gibi ise öyleyse neden Ömer bin Hattab ihtiyaç zamanlarında ve zaruri durumlarda vasıtayla Allah’a yönelip yardım diliyordu?

Hafız: Halife Ömer (r.z) hiçbir zaman vasıtayla bir amel yapmamıştır. İlk olarak sizden böyle bir şey duyuyorum. Temenni ederim böyle bir şey varsa açıklayın biz de bilelim.

Davetçi: Halife ihtiyaç duyduğunda, Ehl-i Beyt (a.s)’ı vesile kılar, onların sebebiyle Allah’a yönelir ve ihtiyaçlarını giderirdi. Toplantımızın vaktini göz önünde bulundurarak sadece numune olması için iki olaya değineceğim:

1- İbn-i Hacer-i Mekki “Savaik”te 14. ayetten sonra Tarih-i Dimaşk’ten şöyle naklediyor: Hicri 17. yılda halk defalarca yağmur duası için çöle çıkmışlardı. Ama duaları kabul olmamıştı. Hepsi üzülüp perişan olmuşlardı. Ömer bin Hattab şöyle dedi: “Yarın öyle birisinin vasıtasıyla yağmur isteyeceğim ki, Allah onun vasıtasıyla bize yağmur yağdıracaktır.” Ertesi gün Ömer Resulullah (s.a.a)’in amcası Abbas’ın yanına giderek; “Bizimle beraber gel senin hatırına Allah’tan yağmur isteyelim” dedi.

Cenabı Abbas şöyle buyurdu: “Biraz otur vesileyi hazırlayayım.” Sonra birini Beni Haşim’e haber vermesi için yolladı, kendisi de temiz elbiseler giyinip güzel kokular sürdü. Daha sonra Hz. Ali (a.s) önde, İmam Hasan (a.s) sağında, İmam Hüseyin ve Ben-i Haşim de arkalarında olmak üzere dışarı çıktı. Sonra Abbas Ömer’e dönerek şöyle buyurdu: “Ey Ömer! Hiç kimseyi bizimle karıştırma.” Öylece musallaya gittiler.

Cenabı Abbas ellerini göğe kaldırarak şöyle münacat etmeye başladı: “Rabbimiz, sen bizi yarattın ve sen yapacağımız her şeyi biliyordun. Allah’ım, başlangıçta bize lütufta bulunduğun gibi sonunda da bize lütufta bulun.”

Cabir diyor: “Daha dua bitmemişti ki bulutlar hareket etmeye ve yağmur yağmaya başladı ve henüz evlerimize ulaşmamıştık ki yağmur bizi ıslattı.”

Yine Buhari şöyle naklediyor: “Kıtlık zamanında Ömer bin Hattab Abbas bin Abdulmuttalib’i vesile kılarak Allah’tan yağmur yağmasını istiyordu. O şöyle dua ediyordu: “Allah’ım! Peygamberimizin amcasını vesile kılarak senden yağmur istiyoruz.” ve sonra yağmur yağmaya başladı.

2- İbn-i Ebi’l- Hadid Mütezili, “Nehc'ul- Belağa’nın Şerhi” kitabında (c. 2 s. 256, Mısır bin) şöyle naklediyor:

“Halife Ömer, Resulullah (s.a.a)’ in amcası Hz. Abbas’la beraber Allah’tan yağmur dilemek için çöle çıktılar. Halife Ömer yağmur isteme yerinde şöyle arz etti:

“Allah’ım, şüphesiz ki biz Peygamberinin amcasını ve O’nun atalarının yadigarı ve Beni Haşim’in büyüklerini vasıta kılarak sana yöneldik. Peygamberinin makamını O’nun amcasında hıfz et. Çünkü o, senin azametli dergahından şefaat ve mağfiret dilemek için bizi sana yöneltmekte kılavuzluk etti.”

Sünni beylerin hikayesi ve halife Ömer’in takipçilerinin durumu, çok meşhur bir söz olan; “Aştan daha sıcak bir kap”a benzemektedir. Onların tavrı Ömer’in tavrıyla tutuşmamaktadır. Çünkü halife Ömer, zaruri ve ihtiyaç duyduğu hallerde, Peygamberin Ehl-i Beytini (a.s) şefaatçi kılarak Allah’tan hacetini talep ederdi. Ama biz şialar o pâk Ehl-i Beyt (a.s)’ı şefaatçi kılarak ve onları vesile edinerek Allah’tan bir şey istediğimizde hemen itiraz ederek bizleri ya kafir ediyorsunuz ya da müşrik!

Eğer Âl-i Muhammedi (s.a.a) Allah’a şefaatçi (aracı) yapmak şirk ise, o zaman kendi alimlerinizin rivayetlerine göre ilk müşrik kesinlikle halife Ömer bin Hattap’tır. Yok eğer halifenin ameli şirk değil de en güzel amellerden ise (çünkü halife bu ameli yapmıştır), o zaman şiaların amelleri ve onların Âl-i Muhammedi (a.s) vesile edinmeleri de mutlaka şirk sayılmayacaktır.

Öyleyse beyefendilerin, Allah’ın gazabına uğramamaları için (şialara iftirada bulunduklarından dolayı) sözlerinden dönerek Allah’tan mağfiret dilemeleri gerekir.

Eğer halife Ömer, sahabelerin ileri gelenlerinden olmasına rağmen, Hz. Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beytini kendisine vesile kılmadan duaları kabul olmuyorsa, o zaman vasıtasız olarak bizim dualarımızın kabul olmasını nasıl beklersiniz?

Demek ki Âl-i Muhammed, Peygamberi Ekrem (s.a.a)’in zamanından günümüze kadar, bütün zamanlarda kullar için Allah’a yönelmekte birer vasıta idiler. Biz de O’nların Allah’tan izinsiz hacetleri karşıladıklarına inanmıyoruz. Aksine O’nları, salih kullar, hak İmamlar ve Allah’ın dergahına yakınlar olarak görmekteyiz. Bu yüzden O’nları Allah-u Teala’yla kendi aramızda vasıta etmekteyiz.

Bu görüşümüze en büyük delilimiz dua kitaplarımızdır. Masum İmamlardan naklolan bu dualar, yukarıda anlattığım şeyin dışında bize emir edilmemiştir. Biz de bunların dışında amel yapmıyor ve yapmayacağız da.

Hafız: Söyledikleriniz, duyduğumuz şeylerin tam tersinedir.

Davetçi: Duyduklarınızı bırakın bir kenara. Gördüklerinizi söyleyin. Acaba Şia’nın büyük alimlerinin hangi muteber dua kitaplarını gördünüz veya okudunuz?

Hafız: Elimizin ulaşacağı yerde değillerdir.

Davetçi: Bu gibi kitapları okumadan yersiz iddialarda bulunmanız doğru bir şey değildir. Şu anda yanımda iki tane dua ve ziyaret kitabı vardır. Birisi “Zad’ul- Mead” ki Allame Meclisi (r.a) onu yazmıştır, diğeri ise “Hediyet’uz- Zairin” ki Muhaddis Hacı Şey Abbas Kummi yazmıştır. Onları okuyabilirsiniz. Bu iki kitabı alıp okuduklarında, tevessüle ait dualarda Ehl-i Beyt (a.s)’ın vasıta ve vesile edildiğini gördüler. Sonra Seyyid Abdülhayy Allame Meclisi’nin, Muhammed bin Babeveyh’ten o da Masum İmamlar (a.s)’dan naklettiği “Dua-yı Tevessül”ü meclistekilere okudu.

Dua-i Tevessül

Allahumme inn’i es’eluke ve eteveccehu ileyke binebiyyike nebiyy’ir- rahmeti Muhammed’in sallallahu aleyhi ve âlihi, ya Ebe’l- Kasım, ya Resulellah, ya İmam’er- rahmeti, ya seyyidena ve mevlana, inna teveccehna vesteşfa’na ve tevesselna bike ilellahi ve kaddemnake beyne yedey hacatina, ya vecihen indellah işfa’ lena indellah.

Ya Ebe’l- Hasan, ya Emir’el- Muminin, ya Aliyyebne Ebi Talib’in, ya hüccetellahi ala halkihi, ya seyyidena ve mevlana, inna teveccehna vesteşfa’na ve tevesselna bike ilellahi ve kaddemnake beyne yedey hacatina, ya cecihen indellahi işfa’ lena indellahi...”

Bu dua önce Hz. Resulullah (s.a.a), sonra Hz. Ali (a.s) ve Hz. Fatıma (a.s)’la başlayıp daha sonra O’nların on bir masum evladına hitap ederek devam etmektedir. Ancak onlara hitap edilirken “Ey Allah’ın yaratıklara olan hücceti” diye tek-tek onların isimlerini getirerek tevessül etmekteler. Sonunda onların hepsine tevessül edilerek;

“Sizin vesilenizle Allah’tan şefaat diliyoruz ve diyoruz ki sizler Allah’ın yanında itibarı olan insanlarsınız, Allah’ın yanında bana (ki hiç itibarım yoktur) şefaat edin...” deniliyor.

(Seyyit Abdülhayy duayı okurken meclisteki muhterem ve edebiyat ehli olanlar sürekli olarak; “La ilahe illallah, subhanellah! Meseleyi nasıl bize yanlış aktarmışlardır” deyip ellerini ellerinin üstüne vuruyorlardı. Bu arada ben söze girerek şöyle dedim:)

İnsafla söyleyin, bu duanın neresinde şirk vardır? Acaba duanın her yerinde Allah-u Teala’nın mübarek adı yok mu? Nerede O’nları Allah’a şirk kıldık? Neden bize iftira ediyorsunuz? Neden muvahhid Müslümanlara gali ve müşrik diyorsunuz? Neden Müslümanların arasında düşmanlık tohumları ekiyorsunuz? Meseleyi birbirine karıştırarak gerçekten haberi olmayan insanların, neden din kardeşlerine karşı kafir gözüyle bakmasına sebep oluyorsunuz?

Birçok mutaassıp ve gerçeklerden habersiz insan var ki, zavallı şiaları kafir diye öldürmekte, kendilerini cennet ehli zannetmektedirler. Bunun günahı siz alimlerin boynundadır.

Acaba şimdiye kadar bir şianın bir tane dahi olsa bir Sünni’yi öldürdüğünü duydunuz mu? Bizim alimlerimiz hiçbir zaman böylesi zehirleyici şeyleri, halkın arasına sokmamışlardır. Onlar Şia ve Sünni’lerin arasına düşmanlık tohumları ekmezler. Bizim alimlerimiz insanı katletmeyi büyük günahlardan sayarlar.

Sünni ve Şia arasındaki ihtilafları, ilim ve mantıkla halka anlattığımız zaman şunu da kesinlikle söyleriz ki; Sünniler bizim Müslüman kardeşlerimizdir, onlara düşmanlık etmeyin, kin beslemeyin. Aksine onlarla kardeşçe beraber olalım ve “La ilahe illallah” bayrağını yüceltelim.

Ama mutaassıp Sünni alimlerine bir bakın, Ebu Hanife, Malik bin Enes, Muhammed bin İdris ve Ahmed bin Hanbel’in usul ve füruda o kadar çok ihtilafları olmasına rağmen bu dört mezhep imamının peşinden gidenlere kardeş gözüyle bakıyor ve onlar her yerde özgürce amel ediyorlar. Ama Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’inden olan Ali bin Ebi Talib ve Cafer bin Muhammed (aleyhum’es- selam)’in takipçilerine müşrik, kafir ve gali diyorlar. Böylece şiaların mal ve canlarını, Sünnilerin yaşadığı bölgelerde tehlikeye atıyorlar. Şia’nın nice ilim ve takva ehli olan birçok insanları, Sünni alimlerinin fetvasıyla şehit olmuştur.

Ama Şia alimleri tarafından böyle bir şey gerçekleşmediği gibi, alim olmayanlar tarafından da gerçekleşmemiştir. şiaların ister alimleri olsun, ister alim olmayanları, Sünnilere karşı (ister alim olsun, ister olmasın) hiçbir zaman bu şekilde davranmamışlardır. Sizin alimleriniz genellikle Şialara lanet ederler. Ama Şia alimlerinin, kitaplarının hiçbirinde Sünnilere lanet ettikleri görülmemiştir.

Hafız: Haksızlık ediyorsunuz. Hangi Şia alimi Sünni alimlerinin fetvalarıyla öldürüldüler? Neden hisleri tahrik ediyorsunuz? Hangi alimimiz şialara lanet okuyor?

Davetçi: Alimlerinizin ve alim olmayanlarınızın (avamın) yaptıklarını söylemeye kalksam, bu bir toplantımızda bitmez. Bunun için aylarca oturup konuşmamız gerekir. Ben iddiamı ispatlamam için sadece onlardan tarihte yazılmış olanlardan bazılarına, hisleri tahrik etmek istemediğimi bilmeniz ve söylediklerimin birer gerçek olduklarını öğrenmeniz için değineceğim.

Eğer siz mutaassıp büyük alimlerinizin kitaplarına dikkatle bakacak olursanız, nasıl lanet okuduklarını görürsünüz. Örneğin, İmam Fahr-u Razi yazdığı tefsirde, nerede eline fırsat geçmişse şialara lanet okumuştur. Mesela, velayet ayeti, ikmal ayeti, vb. ayetleri tefsir ederken sürekli olarak; “ve emma er- refzatu la’nehumullah...” (Rafızilere gelince, Allah onlara lanet etsin...), “Haula’ir- refzatu la’nehumullah...” (Bu Rafıziler, Allah onlara lanet etsin...), “Emma kavl’ur- refaviz la’nehumullah...” (Rafızilerin sözlerine gelince, Allah onlara lanet etsin...) diye lanet etmektedir. Ama hiçbir Şia alimlerinin kalemi, Ehl-i Sünnet kardeşlerin ne alimlerine, ne de onların geneline karşı asla böyle bir şey yazmamıştır.

Şehid-i Evvel’in (Birinci Şehidin) Burhanuddin-i Maliki Ve İbn-i Cemaat’in Fetvasıyla Şehit Edilmesi

Sünni alimlerin, Şia alimlerinin ilim ve amel iftiharlarına karşı yaptıkları feci amellerden birisi, Şam’ın iki büyük kadısı olan “Burhanuddin Maliki” ve “İbad bin el-Cemaat eş- Şafii”nin fetvalarıdır. Bu iki kadı, Şia’nın büyük fakihlerinden olup ilim, takva ve zühtte kendi zamanının ileri gelenlerinden olan Ebu Abdullah Muhammed bin Cemaluddin-i Mekki el-Amili (Şehid-i Evvel)’nin katledilmesi için fetva sadır etmişlerdir.

Bu büyük fakihin yedi günde yazdığı “Lüme” adlı eseri, (ki yanında Muhtasar-ı Nafi adlı kitabın dışında hiçbir fıkhi kitap olmadan yazmıştır) onun fıkıh ilmindeki gücü ve derinliğini göstermektedir. Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli mezhebinin alimleri onun ilminden çok faydalanmışlardır.

Sünnilerin aşırı baskıları yüzünden takıyye edip şialığını açıklamamasına rağmen Şam’ın büyük kadısı İbad bin el-Cemaat, bu rabbani alime haset ederek onu Rafızi ve şialık suçuyla Şam Valisi (Beydemir)’ne şikayet edip zindana attırdı. Zindanda bir yıl işkenceye tabi tutulduktan sonra Hicri 786. yılın Cemadi’ul- Evvel ayının dokuz veya on dokuzunda, o iki Sünni kadı (İbn’ul- Cemaat ve Burhanuddin)’nın fetvasıyla önce kılıçla öldürüp sonra bedenini darağacına astılar. Daha sonra onların tahrikiyle, müşrik ve Rafızi birisi darağacına asılmıştır diye avam halk tarafından taş yağmuruna tutulmuştur. Daha sonra cesedini darağacından indirip yakarak külünü rüzgarda savurmuşlardır. [6]

Şehid-i Sani’nin (İkinci Şehid’in) Sayda Kadısı Tarafından Şahadete Erişmesi

Şia’nın alimlerinden ve iftiharlarından bir diğeri H. 10. y.y’da yaşayan eşsiz insan Şeyh Zeynuddin bin Nuruddin Ali bin Ahmed el-Amili (r.a)’dir. O, ilimde, fazilette, zühdde, takvada, dost ve düşmanın yanında büyük bir şöhrete sahipti. Gecesini gündüzüne katarak, halktan uzaklaşarak değerli kitaplar yazmıştır. Kendi el yazısıyla çeşitli ilim dallarında 200’den fazla eseri vardır.

Halktan kaçmasına rağmen o zamanki alimler, onu çekememiş ve halk ona yöneldiği için haset etmişlerdir. Özellikle Sayda’nın büyük kadısı, Osmanlı padişahlarından Sultan Selime onun hakkında şöyle bir mektup yazmıştır: “Şam bölgesinde, dört mezhepten birisine mensup olmayan bidatçı birisi ortaya çıkmıştır...”

Sultan Selim bu fakih alimi mahkemeye çekmek için İstanbul’a gönderilmesini emretti. Mescid’ul- Haram’da onu tutuklayıp 40 gün Mekke’de hapsettiler. Sonra deniz yoluyla İstanbul’a gönderdiler. Daha mahkemeye çıkmadan sahilde mübarek başını bedeninden ayırarak bedenini denize attılar ve başını da sultana götürdüler.

Muhterem beyler, şimdi Allah için insafla söyleyin ve adaletli bir şekilde hüküm verin, acaba tarih boyunca bir tane Sünni alimin, hatta bir tane alim olmayan Sünni'nin Caferi Mezhebine mensup değil diye Şia alimleri tarafından böylesine feci ve çirkin bir şekilde öldürüldüğünü okuyup duydunuz mu? Allah aşkına söyleyin “Dört mezhepten birine mensup değil” sözü suç ve kabahat mıdır?

Hangi delile göre, dört mezhepten (Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli) birisine mensup olmayan bir kimse, kafir ve katli de farzdır?

Acaba hangi delile göre, asırlar sonra resmiyet kazanmış olan bir takım mezheplere itaat etmek farz, ama Resul-u Ekrem (s.a.a)’in zamanından itibaren söz konusu olan bir mezhebin peşinden gitmek küfür ve ona itaat edenlerin kanının dökülmesi ise gereklidir?

İnsaflı İnsanlar İçin Güzel Söz

Allah için söyleyin Ebu Hanife, Malik bin Enes, imam Şafii veya imam Ahmed bin Hanbel’den hangisi Resulullah (s.a.a)’ın zamanında yaşamış ve mezheplerinin temel (usul) ve cüz’i (füru) konularını O Hazretten vasıtasız olarak almışlardır?

Hafız: Hiç kimse, dört mezhep imamlarının Resulullah (s.a.a)’le görüşme şerefine nail olduklarını iddia etmemiştir.

Davetçi: Acaba Emir’ul- Muminin Ali bin Ebi Talib (a.s) Resulullah (s.a.a)’in sahabesinden olup O’nun ilminin kapısı değil miydi?

Hafız: Açıktır ki, o sahabelerin büyüklerinden, hatta bazı yönlerden onlardan daha faziletli idi.

Davetçi: Öyleyse bu kaide üzere eğer Hz. Peygamber (s.a.a)’in; “Ali’ye itaat etmek bana itaattir” sözüne dayanarak ve O Hazretin buyruğu olan “Kim benim ilmimden yararlanmak istiyorsa, Ali’nin kapısına gitsin” sözünden yola çıkarak Ali bin Ebi Talib (a.s)’ı takip etmek farzdır diyecek olursak hak sözü söylemiş oluruz. Yine eğer; Muhammedî mezhebin kendisi olan Caferi mezhebinden yüz çevirmek horluğa sebep olur diyecek olursak haklıyız. Çünkü Hatem’ul- Enbiya (s.a.a) onların (şiaların) önderlerini (Ehl-i Beyt’i) Kur’ân’ın eşi kılmış, ve “Sekaleyn” ve “Sefine” hadisleri gereğince, O’nları takip etmemenin helakete sebep olacağını buyurmuştur.

Yine eğer; Ehl-i Beyt (a.s)’dan yüz çevirmek, Resulullah (s.a.a)’in emrinden yüz çevirmektir, sırat-ı müstakimden çıkmaktır ve sağlam ipe sarılmamaktır diyecek olursak haklıyız, buna delilimiz vardır.

Bütün bunlara rağmen Şia alimleri tarafından bu çeşit ameller, Sünnilerin cahillerine karşı yapılmamıştır, nerede kaldı ki onların alimlerine karşı yapılmış olsun!

Biz her zaman şialara şöyle deriz: Sünniler bizim Müslüman kardeşlerimizdir. Onlarla birlik ve beraberlik içerisinde olmamız gerekir. Ama Şia alimlerinin aksine sizin alimleriniz sürekli olarak, mümin, muvahhid, tertemiz ve Resulullah (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’inin takipçileri olan şialara; bidatçi, Rafızi, gali, Yahudi, hatta kafir ve müşrik bile demişlerdir; dört mezhep fakihlerinden (Hanefi, Hanbeli, Maliki ve Şafii) birisini taklit etmeyenleri yine müşrik, Rafızi ve kafir bilmişlerdir. Halbuki Müslümanların, dört mezhep fakihlerinden birine uymalarının gerekliliğine dair hiçbir delil yoktur. Oysa Resulullah (s.a.a)’in emri doğrultusunda Ehl-i Beyt’e uyan kimseler, kesinlikle kurtuluş ehli kimselerdir.

Böylesi yersiz fetvalar, yersiz konuşmalar avam halkın elinde bahane olmuş, her fırsatta katletme, yağmalama ve namuslara el uzatma gibi kafirlere bile yapmadıkları çirkin amelleri şialara yapmışlardır.

Hafız: Sizin gibi birisinden, hiçbir zaman vuku bulmamış yalan sözlere dayanarak hisleri tahrik etmenizi beklemiyorduk.

Türkmen, Harezmi, Özbek ve Afganların, İranlılara Karşı Yaptıkları Çirkin İşlerine Bir Bakış

Davetçi: Yanılıyorsunuz. Böylesine değerli bir toplantıda Müslüman kardeşlerime delilsiz olarak yersiz nispetler vermedim. Ehl-i Sünnet alim ve kadılarının, Şia’nın büyük fakihlerine karşı işledikleri cinayetlerden verdiğim örneklerin yanı sıra, tarihe de bir göz atarsak, Türkmenlerin, Harezmilerin, Özbeklerin ve Afganlıların defalarca İran’a saldırdıklarını görecek, sözlerime hak verecek, hatta onların Şia toplumuna yaptıklarından dolayı utanacaksınız.

Edebildiklerinde ve dışarıdan yapılan savaşlar sonucunda veya iç kargaşalıklar yüzünden İran’ın durumunu bozuk gördüklerinde İran’ın kuzey doğusundan saldırıya geçmiş, bazen Horasan, Nişabur ve Sebzivar’a kadar, hatta bir defasında Şah Sultan Hüseyin Safavi’nin zamanında İsfahan’a kadar ilerlemiş, o şehrin etrafına saldırıp yağmalar yapmış, iffet, insaniyet ve İslam’a aykırı olan hiçbir amelden geri kalmamış ve zavallı şiaları katlettikten, mallarını yağmaladıktan, ırzlarına dokunduktan sonra birçok insanı esir edip kafir esirleri gibi dünya pazarlarında satmışlardır.

Tarihin yazdığına göre, Türkistan şehirlerinde yüz binden fazla Şia satılmış ve onlara kafir kölelere yapılan muameleden daha kötü muameleler yapmışlardır. Bu çeşit amelleri, alimlerinizin hüküm ve fetvalarına dayanarak yapıyorlardı.

Hafız: Böylesi savaş ve saldırılar siyasi imiş; bunların Ehl-i Sünnet alimlerinin fetvalarıyla her hangi bir ilişkisi yoktur.

Han Hıyve’nin İran’a Saldırıları ve Ehl-i Sünnet

Alimlerinin Şiaların Katl ve Mallarının Yağmalanması İçin Verdikleri Fetvalar

Davetçi: Hayır, öyle değil. Bu katliam, saldırı, yağmalama ve ırzlara dokunma, Ehl-i Sünnet alimlerinin fetva ve hükümleriyle olmuştur.

Örneğin “Kaçar” Şahlarından olan “Nasıruddin Şah”ın saltanatının ilk yıllarında ve onun veziri “Mirza Taki Han Emir Nizam”ın zamanında İran ordusunun Horasan olayı ve Salar fitnesi ile başı karışıkken, Harezm’in emiri olan Özbekli Han Hıyve (Harezm) diye de meşhur olan Muhammed Emin Han bunu fırsat bilerek büyük bir orduyla, Horasan ve Merv’e saldırı düzenledi. Büyük bir katliam ve yağmadan sonra bir virane geride bırakarak birçok insanı da esir alıp götürdü.

Salar olayı bittikten sonra devlet Han Hiyve’yi nasıl alt edeceği üzerinde planlar yapmaya başladı, tedbirli insan olan merhum Emir Nizam, onu cezp etmek için girişimlerde bulundu, bu yüzden sarayın ileri gelen bilginlerinden Hidayet diye tanınan merhum Rıza Kulu Han Hezar Ceribi (Lillah Başi)’yi, Han Hiyve’nin yanına elçi olarak gönderdi. Bu elçiliğin ayrıntılarına gerek olmadığı için girmeyeceğim. Ancak Han Hiyve ile merhum Hidayet’in arasında geçen şu konuşmayı, işin içinde siyasi meselelerin olmadığını, aksine alimlerin fetva ve hükümleriyle gerçekleştiğini ispatladığı için aktaracağım.

Merhum Hidayet, Han Hiyve’yle görüştüğünde konuşmaları arasında ona şöyle dedi: Şu çok ilginçtir ki, İranlılar Rum, Rusya, Hindistan ve Avrupa ülkelerine gittiklerinde orada izzetle kalıyor ve sağ-salim olarak da dönüyorlar. Ama sizin bölgeye geldiklerinde, sizin taraftarlarınız onlara katliam uyguluyor, mallarını yağmalıyor ve esir alıp kafirler gibi horlayarak onları satıyorlar. Halbuki hepsi Müslüman, kıbleleri bir, kitapları bir, bir Peygamberin ümmeti ve bir Allah’a inanmaktalar. Öyleyse neden böyle yapıyorlar?

Han Hiyve cevaben şöyle dedi: “Siyasi açıdan bizim her hangi bir suçumuz yoktur. Ama mezhebi açıdan, Buhara ve Harezm’in alim, müftü ve kadıları Şiaları kafir, Rafızi ve bidat ehli olarak gördüklerinden onların cezasının katliam, yağmalama, korkutma ve kafirler gibi esir alınmasının gerekli ve farz olduğunu söylüyorlar!”

Bu olay, Rıza Kulî Han Hidayet’in yazdığı “Revzat’us- Safa-yi Nasıri ve Sefaret Name-i Harezm” adlı tarih kitabında genişçe ele alınmıştır. Bu kitap Tahran’da basılmıştır.

Ehl-i Sünnet Alimlerinin, Şiaların Katliam ve

Yağmalanmasına Dair Fetvaları ve Abdullah Han-ı Özbek’in Horasan’a Saldırıları

Yine, Abdullah Han-ı Özbek, Horasan’ı kuşattığı zaman Horasan’ın alimleri, onun yaptığı cinayet ve zulümlere itiraz edip; “Neden “La ilahe illallah Muhammed Resulullah” diyen ve Ehl-i Beyt’in yolundan gidenleri katlediyorsunuz, İslam böyle bir zulmü, hatta kafirler için bile izin vermemiştir” diye ona uzunca mektuplar yazdılar.

Abdullah Han da, Meşhed alim ve ahalisinin mektuplarını, yanında bulunan Sünni alim ve kadılarına vererek onlara cevap yazmalarını söyledi. Sünni alimler de uzunca cevaplar yazıp gönderdiler. Meşhed alimleri de bu cevapların karşılığını yazıp yolladılar. (Bu mektuplar “Nasih’ul- Tevarih” adlı kitapta genişçe yer almıştır.) Özbekli Sünni alimler mektuplarında; “şialar Rafızî ve kafir olup onların kanı, malı ve ırzı Müslümanlara helaldir” diye cevap yazmışlardır.

Afganlı Padişahların Afganistan Şialarına Karşı Tutumları

Afganistan’daki Ehl-i Sünnet camiasının, özellikle Emir Dost Muhammed Han, Kohendil Han, Şah Şüca Malik Abdülmümin Han, Emir Abdurrahman Han ve Emir Habibullah Han gibi dönemin emirleri Kabil, Kandehar, Herat ve bu şehirlerin çevrelerinde bulunan şiaların alimlerini, halkı, hatta çocuklarını nasıl vahşice katlettiklerini anlatırsam, gerçekten utanç verici olur. Sizler kendiniz de, tarih boyunca yapılan cinayetlerin ne derecede olduğunu biliyorsunuz. Hindistan’da, özellikle de Pencab’taki gayretli Kızıl başlar, Afganlıların yaptıkları zulmün açık örnekleridirler. Onlar, yapılan zulümlerden dolayı kendi vatanlarını terk etmeye mecbur kalıp Pencab’a kaçmış ve oraya yerleşmişlerdir.

Tarihçiler, bu olayların hepsini, gelecek nesiller hükmetsinler diye yazmışlardır.

Can yakıcı bu olaylardan bir diğeri, H.K. 1267. yılın Aşura gününde, Kandehar Şiaları Resulullah (s.a.a)’ın Ehl-i Beyt’i için matem tuttukları zaman gerçekleşen olaydır. O gün şialar bir araya gelerek Aşura merasimini yerine getiriyorlardı. Aniden mutaassıp Sünniler, çeşitli silahlarla halkın toplanmış olduğu İmam Bare’ye saldırarak birçok savunmasız şiayı, hatta savunmasız çocukları feci bir şekilde katledip mallarını yağmaladılar.

şialar, yıllar boyunca horlanarak hakaret içinde yaşamış ve serbestçe amel edememişlerdir. Aşure günleri bile iki-üç kişi ancak bodrumlarda bir araya gelerek Kerbela olayı için yas tutabilmişlerdir.

Emir Emanullah Han’a Teşekkür

Bu toplantıda hem kendi tarafımdan, hem de bütün Şia alim, vaiz ve mübelliğleri tarafından, hatta tüm Şia camiası tarafından şu anda Afganistan’ın padişahı olan Emanullah Han’a teşekkür ediyorum. O başa geldiğinden itibaren Şia ve Sünni nifakını kaldırmış ve herkese tam bir özgürlük vermiştir. Mazlum ve muvahhid şialar da yıllarca süren katliam, sürgün ve firarlardan sonra, bir rahatlık yüzü görmüş, özgürlüklerini kazanmışlardır. Allah onu zamanın afetlerinden ve müstekbirlerin şerrinden Müslümanların beraberliğinin devamı için korusun.

Bu şefkatli padişahın düşürülmesi için, İngilizlerin çeşitli komplolara başvurduklarını duydum. Tüm Sünni ve şiaların, böylesine akıllı, vatansever, İslam isteyen genç bir sultanı, düşmanların karşısında korumaları ve onların planlarını etkisiz hale getirmeleri gerekir.[7]

Beyler tarihe göz atacak olursanız, bu Hindistan’ın kendisinde, yabancıların tahrikiyle Sünni ve şialar arasında birçok savaşlar çıktığını ve nice birçok kanların döküldüğünü ve nice takvalı ve faziletli alimlerin ve tertemiz müminlerin, cahillerin heva ve hevesleri uğruna kurban edildiklerini görmüş olacaksınız.

Şehid-i Salis’in (Üçüncü Şehidin) Şahadeti

Bu uğursuz olayların en acılılarından bir diğeri, H. 1019 yılında Moğol padişahı Cihangirin emriyle, Sünni alimlerin eliyle 70 yaşında Şia ve Rafızî diye şehid edilen Ehl-i Beyt (a.s)’ın takvalı fakihlerinden ve Resulullah (s.a.a)’in temiz soyundan gelen Kadı Seyyid Nurullah Şuşteri (r.a)’in şahadete erişmesidir. Buraya gelirken (Ekber Abade-i Agire mezarlığında bulunan) kabrinin başına gittim. Ahmak ve mutaassıp cahillerin bu büyük insana yaptıkları zulüm beni çok üzdü. Onun kabri şimdiye kadar şiaların ziyaretgahı olmuştur. Kabrinin üstüne şöyle bir şiir yazılmıştır:

Zalimin biri Nurullah’ı (Allah’ın nurunu) söndürdü.

Peygamberin göz nurunun başını kesti.

Ali’nin zamin olduğu insanın katlinin yılı;

1019’da Seyyid Nurullah şehid oldu dedi.

Hafız: Haksız yere bizi suçluyorsunuz. Gerçi, cahillerin ve avamın yaptıkları ifrati hareketler beni de çok üzdü. Ama şiaların amelleri de onları tahrik etmeye yardımcı oluyor.

Davetçi: şiaların hangi ameli, onların öldürülme, korkutulma, yağmalanma ve ırzlarına geçilmesine sebep olmuştur, söyler misiniz?

Hafız: Her gün binlerce insan, ölülerin kabirlerinin karşısında durup onlardan dilek diliyorlar. Acaba şiaların bu davranışı ölülere tapmak değil midir? Neden alimler buna engel olmuyorlar? Milyonlarca insan o kabirlerin önünde yüzlerini toprağa sürüyor, secde ediyorlar. Bu da temiz insanların eline bahane vererek ifratı işler yapmalarına sebep oluyor. Şaşırılacak şey de şu ki, alicenabınız bu çeşit amellere tevhid ismini verip bu gibi insanlara da muvahhid diyorsunuz.

(Biz birbirimizle konuştuğumuz sırada Hanefi fakihlerinden Şeyh Abdusselam “Hediyet’uz- Zairin” adlı kitabı önüne koyup sayfalarını çevirerek okuyordu. Sanki bir açık yakalamak istiyordu bu kitaptan. Şeyh birden başını kaldırıp önemli bir delil eline geçmiş gibi bana doğru dönüp hamle edercesine şöyle dedi:)

Şeyhin Girişimi, Şüphe Uyandırması, Hamle İçin Vesile Hazırlaması ve Onu Savunması

Şeyh: Bismillah bakın burada (kitabı söylüyor) alimleriniz ziyaretçilere, İmamları ziyaret ettikten sonra iki rekat ziyaret namazı kılmalarını emrediyor. Acaba, gurbet kastı namazda şart değil midir? Öyleyse ziyaret namazı ne demek oluyor? İmam için namaz kılmak şirk değil mi? Ziyaretçilerin İmamın kabrine doğru dönüp namaz kılmaları, onların şirk koştuklarına en büyük delil değil midir. Buna cevabınız var mı? İşte bu da sahih ve muteber kitabınız.

Davetçi: Vakit geç oldu, herkes yorgundur. Eğer izin verirseniz sizin ve Hafız beyin cevabını yarın vereyim. (Mecliste bulunan -Sünni ve Şia- herkes, böyle bir şeyin imkansız olduğunu ve hiçbir yere gitmeyeceklerini itirazlı bir şekilde söylediler. Şeyhin cevabı verilip ölüye tapma konusu açıklanıncaya kadar bekleyeceklerini ve rahatsız olmayacaklarını söylediler. Ben tebessüm ederek Hafız’a şöyle dedim:) “Şeyh acayip ateşlendi. Kendice büyük bir delil buldu! İzin verirseniz önce onun cevabını vereyim, daha sonra alicenabınızın cevabını arz edeyim.

Hafız: Buyurun, hep birlikte dinlemeye hazırız.

Davetçi: Sayın şeyh, gerçekten çocukça bahaneler getiriyorsunuz. Şimdiye kadar ziyarete gidip ziyaretçilerin amellerini yakından gördünüz mü?

Şeyh: Hayır, bendeniz gitmedim ve görmedim.

Davetçi: Öyleyse ziyaretçilerin, İmam (a.s)’ın kabrine doğru dönüp namaz kıldıklarını neye dayanarak söylüyorsunuz ve sonra da kalkıp bu namaz ve ziyareti, mümin ve muvahhid şialar için bir şirk alameti olarak değerlendiriyorsunuz?

Şeyh: Elimdeki bu dua kitabınızdan diyorum. Burada, namazı İmam için kılın, diye yazıyor.

Davetçi: O kitabı bana verir misiniz? (Kitabı verdiklerinde tesadüfen Emir’ul- Müminin Hz. Ali (a.s)’ın ziyareti çıktı.) Acayip bir tesadüf, kendi aleyhinize delil getiriyorsunuz. Allah-u Teala her zaman bize yardımcı olduğu için burada da bizden yardımlarını esirgemedi.

Her şeyden önce en iyisi, bu ziyaretin nasıl yapılacağına dair, her bölümün amellerini -toplantımızın vaktini de göz önüne alarak- okuyalım, sonra namaz meselesini ele alarak şirkin nerede olduğuna bakalım! Burada olanlar da hüküm versinler.

Eğer, ziyaret namenin baştan sonuna kadar tevhidin dışında bir şey görmediğiniz takdirde utanmayın, bilin ki hata yapmışsınızdır. Kitap önünüzde olmasına rağmen onu incelemeden hamle ediyorsunuz. İşte buradan, bütün burada hazır bulunanlar da bilsinler ki, sizin diğer şüphecikleriniz de böylesine örümcek ağı gibi zayıftırlar.

Ziyaretin Adabı Hakkında

Bakınız burada ziyaretle ilgili şöyle yazıyor: Hz. Ali (a.s)’ı ziyaret eden bir kimse, Kufe Hendeği’ne yetiştiğinde dursun ve şöyle desin:

“Allah-u Ekber, Allah-u Ekber, ehl’ul- kibriyai ve’l- mecdi ve’l- azameti, Allah-u Ekber, ehl’ut- tekbiri ve’t- takdisi ve’t- tesbihi ve’l- alâi, Allah-u Ekber’u mimma ehafu ve ehzur, Allah-u Ekberu imadi ve aleyhi etevekkelu, Allah-u Ekberu recaî ve ileyhi uniybin..”

Necef‘in girişine geldiği zaman şöyle desin: “Hamd Allah’a ki bizi buna hidayet etti, eğer bizi hidayet etmeseydi, biz hidayet olamazdık...”

Avlunun kapısına yetiştiğinde Allah’a hamd ettikten sonra şöyle desin: “Ben şehadet ediyorum ki, Allah’tan başka ilah yoktur; O birdir ve şeriki yoktur. Yine şehadet ediyorum ki, Muhammed Allah’ın kulu ve resulüdür; Allah katından hakkı getirdi. Yine şehadet ederim ki, Ali Allah’ın kulu ve Resulullah ın kardeşidir. Allah uludur, Allah uludur, Allah’tan başka ilah yoktur...”

Hz. Ali (a.s)’ın mübarek mezarına ulaştığı zaman ise şöyle desin:

“Eşhedu en lâ ilahe illallah, vahdehu lâ şerikeleh...”

Ziyaretçi, Allah, Peygamber ve Eimme-i ethar’ın izinlerini isteyip hareme gittikten sonra, Hz. Peygamber (s.a.a)’e ve Emir’ul- Müminin Ali (a.s)’a selam vermeyi içeren çeşitli ziyaretler okur. Ziyaret bittikten sonra altı rekat namaz kılması emr edilmiştir. Bunların iki rekatı Emir’ul- Müminin (a.s)’a, diğer dört rekatı da Hz. Ali (a.s)’ın kabrinin çevresinde defnedilmiş olan Hz. Adem ve Hz. Nuh’a hediye edilmektedir.

Ziyaret Namazı ve Namazdan Sonraki Dua

Acaba hediye namazı şirk midir? Anne-babaya ve müminlerin ruhlarına hediye namazı diye bir düstur yok mu? Öyleyse bu düsturların hepsi şirk midir? Ziyaretçinin, kurbeten ilellah olarak iki rekat namaz kılıp Hz. Ali (a.s)’a hediye etmesi şirk midir?

İnsan bir dostunu ziyaret etmeye gittiği zaman ona hediye götürmesi insanlığın gereğidir. Her iki fırkanın hadis kitaplarında Resulullah (s.a.a)’den, mümini ziyaret ederken hediye götürmekle ilgili hadisler için özel bablar ayrılmıştır. Ziyaretçi mevlasının kabrinin önünde durduğunda, mevlasının hayatında en çok sevdiği şeyi, yani namazı O’na hediye etmesi şirk midir?

Bu yüzden ziyaretçinin, kurbeten ilellah olarak iki rekat namaz kılıp Emir’ul Müminin (a.s)’a hediye etmesi emr olunmuştur. Acaba bu size göre şirk midir?

Alicenabınız namazın düsturlarını okudunuz, namazdan sonraki duayı da okusaydınız, şüphe ettiğiniz şeyin cevabını öğrenmiş olurdunuz; burayı okumuş olsaydınız kesinlikle tenkitte bulunmazdınız.

Şimdi de zihinlerin aydınlanması ve daha sonraları şiaların amellerine insaf gözüyle bakmanız ve müşrik değil muvahhid olduğumuzu ve her hallerimizde Allah’ı unutmadığımızı ve Hz. Ali (a.s)’ı, Allah Teala’nın salih kulu ve Resulullah (s.a.a)’in varis ve halifesi olduğundan dolayı da sevdiğimizi bilmeniz için izninizle bu duayı da okuyorum.

Duanın düsturu şöyledir: Namaz bittikten sonra Hz. Ali (a.s)’ın baş tarafında (Şeyhin, kabre doğru okuyorlar, diye söylediği sözün tersine) kıbleye doğru, kabir sol tarafında olduğu halde şu duayı okusun:

“Allah’ım, ben bu iki rekat namazı, seyyidime ve velin olan mevlama ve resulünün kardeşi Emir’ul- Miminin ve vasilerin seyyidi Ali bin Ebi Talib’e kendimden taraf hediye olarak kıldım. Allah’ın salatı O’na ve O’nun Âl’ine olsun.

 Allah’ım, Muhammed ve Âl-i Muhammed’e salat eyle ve bu iki rekat namazı benden kabul et ve beni buna karşılık ihsan edenlerin mükafatıyla mükafatlandır.

Allah’ım, senin için namaz kıldım senin için rüku ve secde ettim. Sen şeriki olmayan bir Allah’sın. Namaz, rüku ve secde ancak sana câizdir. Çünkü Yüce Allah sensin, senden başka ilah yoktur.”

 Şimdi Allah için söyleyin. Bir ziyaretçi Necef’e attığı ilk adımdan ziyaret namazını bitirdiği ana kadar daima hakkı zikretmesi, Allah’ın adı dilinden düşmemesi, Allah’ı azametle anması ve Hz. Ali (a.s)’ı Allah’ın salih bir kulu Resulullah (s.a.a)’in kardeşi ve varisi olduğunu söylemesi ve bunu itiraf etmesi acaba şirk midir?

Eğer namaz kılmak ve Allah’ın vahdaniyetine şehadet etmek şirk ise, öyleyse lütfen tevhidin ne olduğunu öğretinde Allah ve Peygamberin yolundan çıkıp da sizin yolunuza girelim.

Şeyh: Görmüyor musun burada; “Önce türbenin eşiğini öp sonra gir” diye yazıyor. Bu yüzden biz duymuşuz ki, ziyaretçiler İmamların türbelerine gelince secde ediyorlar. Bu secde Ali için değil mi? Acaba Allah’tan başkasına secde etmek şirk değil midir?

Davetçi: Eğer ben sizin yerinize olsaydım, mantıklı cevabı duyduktan sonra bu toplantı bitinceye kadar, hatta münazara toplantıları bitinceye kadar asla konuşmaz susardım. Ama siz yine de konuşuyor ve öyle sözler söylüyorsunuz ki her işiteni gülmeye zorluyor. (Toplantıdakilerin kahkahayla gülmeleri.)

İmamlar’ın Türbelerinin Eşiğini Öpmek Şirk Değildir

Yine de, İmamların mukaddes türbelerinin eşiklerini öpmenin şirk olmadığı hakkında biraz açıklama yapmak zorundayım. Alicenabınız gerçeği saptırarak, öpmeği secde yapmak diye nitelendirdiniz. Bizim yanımızda böyle apaçık tarif yaptığınıza göre, Allah bilir yalnız olduğunuzda avam halkın yanında bize ne gibi iftiharlar atıyorsunuz!

Bu ve buna benzer dua ve ziyaret kitaplarında ziyaretçiye, edep için türbenin öpülmesi tavsiye edilmektedir, secde etmek değil.

Hangi kaideye göre, öpmeyi secdeye yorumluyorsunuz? Hangi ayet veya hadis, Peygamber ya da İmamların türbelerinin öpülmesini yasaklamakta veya onları öpmeği şirk alameti olarak saymaktadır?

Eğer mantıklı bir cevabınız yoksa lütfen toplantının vaktini almayın. “Ziyaretçilerin secde ettiklerini duyduk” dediğiniz söze gelince bu söz tamamen yalandır; hem de boynuzlu bir yalandır.

Duymakla görmek arasında büyük bir fark vardır.

Duymak hiçbir zaman görmek gibi olamaz.

Allah-u Teâla Hucurât suresinin (49) 6. ayetinde şöyle buyurmuyor mu?:

“Ey iman edenler! Eğer bir fasık, size bir haberle gelirse, onu etraflıca araştırın; yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.”

Bu ayete göre insan, fasık birisinin sözüne güvenmemelidir. Çünkü insan sonunda pişman olur ve utanır. İnsan araştırmalıdır, hakikati bulmak için yolculuk zahmetine katlanınız; böylece gerçekleri yakından görerek ona göre hüküm veriniz.

Ben kendim Bağdat’ta Ebu Hanife ve Şeyh Abdulkadir'in kabirlerine gittim. Ehl-i Sünnetin avam halkının o kabirlere davranış ve hareketlerini, şialara ettiğiniz ithamlardan daha şiddetli gördüm ve bunu hiçbir meclis ve toplantıda söz konusu edip açmadım.

Allah şahittir ki, Ebu Hanife’nin Muazzam’da ki kabrine gittiğimde, Hindistanlı Ehl-i Sünnet kardeşlerden bir grubun türbe yerine kaç defa yeri öptüklerini ve kendilerini yere attıklarını gördüm. Kin ve düşmanlık beslemediğimden, yaptıkları işin haram bir amel olduğuna dair herhangi bir delil olmadığından şimdiye kadar nakletmedim de. Çünkü onlar bu işi ibadet diye değil, sevgi ve muhabbet olsun diye yapıyorlardı.

Sayın Şeyh, bilin ki ziyarete giden hiçbir Şii (ister alim olsun, ister cahil) Allah’tan başka kimseye secde etmemektedir. Bu sözünüz tamamıyla iftira ve yalandır!

Secde, eğer (ibadet kastı olmaksızın) kendini yere atmak, yüzü ve alnı yere sürmek şeklinde olursa, bunun hiçbir sakıncası yoktur. Çünkü şahsiyeti büyük olan bir insanı ululamak veya ona saygı göstermek için (Allah’a şerik koşmaksızın ve onu Allah bilmeksizin) onun karşısında eğilmek, kendini yere atmak veya yüzünü toprağa sürmek asla şirk değildir. Aksine, sevgiliye olan alakanın şiddet ve çokluğu, ululamak, yüzü toprağa sürtmek ve öpmeğe sebep olmaktadır.

Şeyh: Kendini yere atarak alnı yere koymayı, secde kabul etmemek nasıl mümkün olur?

Davetçi: Tasdik edersiniz ki secde, niyete bağlıdır. Niyet ise kalbe ait bir şeydir. Kalp ve niyetleri ancak Allah bilir. Bazen bakıyorsunuz birisi secde halinde kendini yere atmış (elbette Allah’a mahsus olan bu haletle, Allah’tan başkasına -hatta niyet etmese dahi- secde etmesi iyi değildir) ama kalbindeki niyeti kimse bilmediği için, secde ediyor diyemeyiz. Ancak secdeye ait özel zamanlarda, dış görünüşü secde olduğu için ona secde diyoruz.

Hz. Yusuf (a.s)’ın Kardeşlerinin Ona Secde Etmeleri ve Kendilerini Yere Atmaları

Demek ki, yüceltmek ve saygı göstermek için (secde etmek niyetiyle değil) insanın kendini yere atması küfür ve şirk değildir. Hz. Yusuf (a.s)’ın kardeşleri onun karşısında yaptıkları secde bu türdendir ve orada olan iki Peygamber (Hz. Yakup ve Hz. Yusuf) onların bu işine engel olmadılar. Allah Teala Yusuf suresinin 100. ayetinde bu konu hakkında açıkça şöyle buyuruyor:

“Anasıyla babasını tahta çıkartıp oturttu ve hepsi de onun için secdeye kapandılar. Dedi ki: Babacığım, bu daha önceki rüyamın yorumudur. Doğrusu Rabbim onu gerçekleştirdi.”

Acaba, Kur’ân’ın birkaç yerinde, Meleklerin, Hz. Adem (a.s)’a secde ettiği buyurulmuyor mu? Sizin söylediğiniz gibi (ibadet niyeti olmaksızın) secde şeklinde kendini toprağa atmak şirk olursa, o zaman Hz. Yusuf’un kardeşleri ve mukkarreb meleklerin hepsi müşrik, sadece secdeyi terk eden lanetli İblis mi muvahhid olur?! Halbuki onların hepsi muvahhid idi ve Allah’a tapıyorlardı.

Rica ediyorum, bundan böyle basit şeylerle; Emevilerin, Haricilerin, Nasibilerin ve mutaassıpların uydurdukları kulaktan dolma sözlerle, böylesi azametli, hakkın konuşulduğu ve hakikatin arandığı bir meclisin vaktini almayın. Daha sonra kendiniz de söylediklerinize pişman olursunuz. Aynı zamanda kendi elinizle Şiilere yönelttiğiniz ayıplama ve bahanelerin böyle yersiz şeyler olduğunu ortaya çıkarmış oluyorsunuz.

Cevap: Hafız beye de cevap vereyim. Gerçi geç oldu ama bahsimiz çok uzun sürmeyecektir.

Cisim Fani Olduktan Sonra Ruh’un Baki Kalması

Muhterem beyler ilim ehli olduğu için derin ve düşünerek konuşmaları gerekir. Heva ve heveslere kapılmadan, geçmişlerin sözleri etkisinde kalmadan boş ve anlamsız sözler üzere konuşmamak daha iyi olur. Zanna kapılarak diyorsunuz ki: “Şiiler, neden ölülerin kabirlerinin önünde durarak onlardan hacetlerinin karşılanmasını talep ediyorlar?”

Hafız bey yoksa sizler de mi maddecisiniz? Çünkü maddeciler öldükten sonra dirilmeye inanmıyorlar. Maddeciler diyorlar ki, İnsan öldü mü artık her şey bitiyor. Allah-u Teâla da Mu’minun (23) suresinin 37. ayetinde maddecilerin sözünü şöyle naklediyor:

“Hayat ancak bu dünyadaki yaşayışımızdan ibarettir; yaşarız, ölürüz ve tekrar dirilmeyiz biz.”

Çok iyi biliyorsunuz ki İlahi inanca sahip olanların sabit akidelerinden birisi, insanın öldükten sonra da dirileceğidir. İnsan öldükten sonra cismi unsuru artık işe yaramamaktadır. Ama onun ruhu ve nefsi kalıcı olup maddi bedenlere benzeyen yapıları vardır, ama daha latiftir. Ruh Berzah aleminde ya nimet içinde olur, ya da azap içinde.

Özellikle şehitler ve Allah yolunda ölenler, daha büyük bir ayrıcalığa sahip olup İlahi nimetlerle nasiplenerek yaşamakta ve kendilerine verilen mükafatla şad olmaktadırlar. Allah Teala, Âl-i İmran (3) suresinin 169 ve 170. ayetlerinde açıkça şöyle buyurmaktadır:

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın. Hayır, onlar diridir ve Rableri katında rızklanmaktadırlar. Allah’ın kendi fazlından onlara verdikleriyle, sevinç içindedirler. Henüz kendilerine katılmayanlara müjdeler vermektedirler ki, olanlara hiçbir korku yoktur, mahzun olacak da değillerdir.”

Acaba rızklanmak, sevinçli olmak, Allah’ın fazl ve kereminden faydalanmak ölüler için mi yoksa diriler için mi? Üstelik ayet açıkça şöyle buyuruyor:

“Onlar diridir ve Rablerinin katında rızklanırlar.”

Allah yolunda öldürülenler nasıl yaşıyorlar ve nasıl rızklanıyorlar? Demek ki yemek için ağızları olduğuna göre, duymak için de kulakları vardır; cevap da vermekteler. Ama cismani olan tabiat perdesi kulaklarımızı kapatmış olduğu için biz onları seslerini duyamıyoruz.

Ruhun Kalıcı Oluşuna Dair Tenkit ve Onun Yanıtı

(Meclisin bir köşesinde oturup sözlerimizi dinleyen ve kendisini de aydın zanneden Ehl-i Sünnet gençlerinden “Davud Puri” adlı birisi, şüphe icat etmek için izin alarak şöyle bir soru sordu:)

Davudpuri: Kıble sahip (alicenap)! Sözleriniz bugünkü bilimin keşifleriyle uyuşmamaktadır. Geçmişte bilim bu kadar gelişmediği için insanlar cehalet yüzünden Ruh denen bir şeye inanıyorlardı. Ama bilim ve tekniğin altın asrı olan bugünümüzde, maddi bilim doruğuna ulaşmaktadır. Artık bu gibi şeylerin fatihası okunmuştur. Özellikle bilimin ilerlediği Avrupa’da İngilizli Darvin ve Almanlı Bachner gibi bilim adamları böylesi kokuşmuş, özellikle ruhun varlığı, onun kalıcılığı gibi inançların batıl olduğunu ortaya koymuşlardır.

Davetçi: Azizim, bu çeşit sözler yeni değildir ve sizin tabirinize göre altın asrına mahsus da değildir. Yaklaşık 2400 yıldır ki, maddeciler bunun bayraktarlığını yapıyorlar.

Maddecilerin Ortaya Çıkışı ve Zimkrates’in Hekim Sokrat’ın Karşısına Dikilmesi

Zimkrates ve onun takipçilerinin Sokrat, Eflatun, Aristo vb. gibi Yunan İlahiyatçılarının karşısına dikildiği zamandan beri maddecilik fikri de başlamıştır. Onlar ilim, irade, kudret ve şuur sahibi olan Allah’ı inkar ediyor ve şöyle diyorlardı: “Alemde beş duyu organlarıyla algılanabilen madde ve maddiyat (Matir)’ın dışında hiçbir şey yoktur. Her şey maddenin eseridir”.

Bu yüzden “Tabiatçı ve Maddeci” diye meşhur oldular. (Bugünkü Komünistler olanların uzantılarıdırlar.) İlim, irade, kudret ve şuurlu bir yaratıcıyı inkar etmenin bir gereği olan bu fasit inanç, ilk olarak o dar görüşlü fırkanın arasında görülmeye başladı.

İlahiyatçı alim ve filozoflar her dönemde onlara ilmi ve mantıklı cevaplar vermişlerdir. Ama Avrupa’nın adını getirdiğiniz ve Darvin’in Bachner’in itikatlarından bahsettiğiniz için, sizin gibi yenilikçi gençlere nasihatim olacaktır, o da şu ki: İlim, akıl ve mantığın gerektirdiği şey, her sözün tesiri altında kalmamanızdır. Eğer Darvin’in (felsefeden ziyade varsayım olan) felsefesini okuduysanız, onun görüşünü eleştiren kitapları da okuyun ki daha akılcı bir şekilde hüküm verebilesiniz. Çünkü Avrupalıların sultası, ilmi ve amel açısından siz gençlerin üzerinde çok olduğu için, Darvin, Bacher vb. şahısların kitapları elinize geçtiğinde onlar sizin gözünüzde büyüyor ve Avrupalıların hepsinin Darvinist olduğunu zannediyorsunuz ve bu kitapların bütün Avrupalı filozofların inançlarının bir örneği olduğunu sanıyorsunuz.

Avrupalı İlahiyatçı Bilim Adamlarının Görüşleri

Sözünü ettiğimiz maddeci Darvin’in felsefesini okuduğunuz zaman İlahiyatçı filozofların da kitaplarını okuyun. Örneğin, Fransız meşhur matematikçi Camil Flamoryon, yıllarca “Nefsi Tanıma” (Maarifet’un- Nefs) konusu üzerinde çalışmış, Allah’ın vahdaniyetini ispatı, ruh’un azameti ve öldükten sonra onun kalıcı olduğu hakkında birçok kitap yazmıştır. “Doğada Allah”, “Ölüm ve Esrarı” bunlardandır.

O, bu eserlerinde ölüm konusunu genişçe ele alarak şöyle diyor: “Gerçek ölüm, fena ve yokluk anlamında değildir. Ölüm, bir alemden, bir başka aleme geçiş demektir. Sadece kalıp değişiyor. Maddi unsurdan çıkıp daha latif bir şekle girmektedir. Çünkü ruh (hayat mayası) hiçbir zaman fena olmaz ve kalıcıdır.

Ruhun bedenden ayrı, başka bir şey olduğu konusu yıllarca yapılan uzun araştırmaların kesin sonucudur. Ruhun manevi bağımsızlığı vardır. Beden çürüdükten sonra ruh yine de öylece kalmaktadır.”

Bruksen (Fransız filozof), Victor Hugo (Fransız şair), Nermal (Alman araştırmacı) ve Descart (Fransız filozof) gibi araştırmacı ve filozoflarda –ki hepsinin görüşlerini hatta isimlerini saymak için bile meclisin vakti az olduğundan zikr etmiyoruz- çok olup Avrupalılar onlarla iftihar ediyorlar; Darvin, Bachner gibi maddicilerle değil.

Batının tesirinde kalmış ve onların iddialarına yönelen gençler, en azından sadece Darvin’in, Bacher’in kitaplarını okumasınlar. Öteki Avrupalı düşünür ve filozofların da kitaplarına baş vursunlar. Gençler, her iki grubun (İlahi ve Maddi) görüşlerini ve onlara yapılan eleştirilerini de iyice okuduktan sonra en güzel ve en mantıklısını seçmelidirler.

Eğer insafla yola çıkılıp ilmi, akıl ve mantıkla ilahiyatçıların ve maddecilerin görüşleri incelenirse, kesinlikle şu sonuca ulaşacaksınız: İnsanın bedeni, hilkat aleminin yaratılmış unsurlarından olduğu için, fani ve yok olup gitmektedir. Ama ruh başka bir aleme ait olduğu için yaşıyor ve hiçbir zaman ölmemektedir. Semavi kitaplar ve Rahmani öğretilerin hükmüne göre özellikle şehitler, tevhid ve hak yolunda ölenler, ruhani yönlerine ilaveten, cismani yönünde de yaşamakta ve duyma ve görme imkanına sahiptirler.

Nitekim Seyyid’üş- Şüheda İmam Hüseyin (a.s)’ın ziyaret namesinde şöyle bir cümle yer almıştır: “Ben şehadet ediyorum ki şüphesiz sen, sözlerimi duyuyor ve cevabımı veriyorsun.”

Nehc’ul- Belağa’nın 83. hutbesini okumadınız mı? Orada Hz. Ali (a.s) Resulullah (s.a.a)’ın tertemiz itretini (Ehl-i Beyt’ini) tanıtırken şöyle buyuruyor:

“Ey insanlar! Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in şu sözünü alın (yani Resulullah şöyle buyuruyordu): “Bizden biri ölürse, O gerçekte ölü değildir. Bizden kim zahirde çürürse, geçekte o çürümemiştir.”

Hz. Resulullah (s.a.a) gerçekte şöyle demek istiyor: “Biz, nur ve ruhlar aleminde sürekli yaşıyor ve edebiyiz” İbn-i Ebi’l- Hadid, Meysemi ve Mısırlı meşhur müftü Şeyh Muhammed Abduh Nehc’ul- Belağa’nın bu cümlesinin tefsirinde şöyle diyorlar: “Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’i öteki insanlar gibi gerçekte ölü değillerdir.”

Eğer biz zahirde Resulullah (s.a.a)’in Masum Ehl-i Beyt’inin kabirlerinin önünde duruyorsak, bu, ölülerin kabirlerinin önünde durup onlarla konuşuyoruz demek değildir. Aksine, yaşayanların ve canlıların önünde durup onlarla konuşuyoruz. Biz ölüye tapmıyoruz. Biz Allah’a tapıyoruz, Allah onların cisim ve ruhlarını yaşatmaktadır.

Acaba Emir’ul- Müminin Hz. Ali (a.s) ve Seyyid’üş- Şüheda Hz. Hüseyin (a.s) ve Bedir, Uhud, Huneyn ve Kerbela’da şehit olanlar, din yolunda, hak yolunda can vermediler mi? Kureyş, Ben-i Ümeyye, Yezit ve Yezidilerin (ki dinin hakikatlerini inkar edip dini eserleri yok etmek istiyorlardı) zulümlerine karşı kıyam edip canlarını mukaddes İslam dini ve “La ilahe İllallah” kelimesi için feda etmediler mi?

Nasıl ki Resulullah (s.a.a)’ın sahabesinin cihatları, Bedir, Uhud ve Huneyn şehitlerinin fedakarlıkları küfür ve şirkin kökünü kazımış ve tevhid kelimesini yüceltmişlerse, aynı şekilde İmam Hüseyin (a.s) da İslam’ın güçlenmesi için kıyam etmiştir. Eğer İmam Hüseyin (a.s)’ın kıyamı olmasaydı, Yezid İslam’ın kökünü kazıp fasit inanç ve batini küfrünü İslam toplumuna yerleştirmiş olurdu.

Muhaliflerin Muaviye ile Yezid’in Hilafetlerini Savunmaları ve Onların Cevabı

Şeyh: Sizin gibi birisinin, Müslümanların halifesi Yezit bin Muaviye’yi kafir ve fasık ilan etmesi gerçekten şaşırtıcıdır. Siz, Emir’ul- Mu’minin ve Mu’minlerin dayısı Muaviye bin Ebi Süfyan’ın Yezid’i hilafet makamına atadığını ve Muaviye’yi ise ikinci halife Ömer ve üçüncü halife olan mazlum Osman’ın (r.z), Şam’a Müslümanların emiri olarak nasbettiğini bilmiyor musunuz? Hilafete layık olduğu için de halk onları kabul etmişti. Siz Müslümanların halifesine küfür, mürtet nisbetinin yanı sıra, onların hilafetini kabul eden bütün Müslümanlara ve onları hilafet makamına getiren önceki halifelere de büyük ihanet ettiniz.

Yezid hilafeti döneminde sadece bir hata ve terk-i evla yaptı, o da onun hilafeti döneminde Resulullah (s.a.a)’ın reyhanesini katlettiler. Bu iş ise affedilebilir ve görmezlikten gelinebilir bir ameldir. İşte o bundan dolayı tövbe etti. Bağışlayıcı olan Allah da onun suçundan geçti. Nitekim İmam Gazali ve Dimyeri bu konuyu kitaplarında genişçe ele almış ve halife Yezid’in temizlik ve paklığını ispat etmişlerdir.

Davetçi: Taassup derecenizin, serkeş Yezid’i savunacak kadar çok olduğunu hiç sanmıyordum.

Buyurmuş olduğunuz şu anlamdaki: “Onun (Yezid’in) ataları onu hilafet makamına getirdikleri için Müslümanların körü körüne onu kabul etmeleri ve onun sözlerine uymaları gerekir” sözünüze gelince; bu sözünüz, akıl sahiplerince, özellikle ilim, hikmet ve (sözde) demokrasi dönemi olan bu zamanda kabul edebilecek bir şey değildir.

İşte bundan dolayı biz, böylesi mahzurlara duçar olmamak için halifenin masum olması ve Allah tarafından tayin edilmesinin gerekliliğine inanıyoruz.

“İmam Gazali, Dimyeri vb. gibileri Yezid’in yaptıklarını savunmuşlardır.” sözünüze gelince de; Onların da -sizin gibi- taassupları akıllarına ve ilimlerine galip gelmiştir. Taassubu aklına galip gelmeyen hiçbir kimse, Yezid gibi çirkef bir insanın savunuculuğunu yapmaz. Çünkü Yezid’in savunulacak hiçbir yönü yoktur.

“Yezid sadece bir hata ve sürçme yaptı, o da İmam Hüseyin’in şehit edilmesidir” sözünüze gelince de; Öncelikle şunu bilin ki, hiçbir suçu olmadan büyüklü-küçüklü 72 yaranıyla beraber Resulullah (s.a.a)’ın bedeninin bir parçası olan İmam Hüseyin’in şehit edilmesi, onların namuslarının (yani kadınlarının) kafir esirleri gibi esir alınması sadece bir hata değil, aksine büyük günahlardandır da. Sonra Yezid’in çirkin amelleri ve kafirliliğinin sebebi sadece İmam Hüseyin (a.s)’ı şehit ettiği için değildir. Onun küfr ve mürtetliğini ispatlayan birçok deliller vardır.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Yezid’in küfr ve mürtetliğini ispatlayan daha açık deliller varsa, onları söylemeniz rica olunur.

Yezid’in Küfr ve Mürtetliğine Dair Deliller

Davetçi: Yezid’in küfür ve mürtetliğine dair birçok delil vardır. Örneğin, o hem sözlerinde, hem de şiirlerinde içindeki küfrünü açığa vurmuştur. Özellikle şaraba ait şiirleri açık delillerdir. Mesela bir şiirinde şöyle diyor:

Üzüm şarabının doğuşu sakinin eliyledir.

Batışı ise benim ağzımdır.

Eğer şarap Muhammed’in dininde haramsa,

O halde onu İsa Mesih’in dini üzere al.

Yine bir şiirinde özetle şöyle diyor:

Dünya sadece bu dünyadır. Bu alemden başka alem yoktur.

Öyleyse bu alemin lezzet ve nimetlerinden el çekmeyelim.

Bu şiirlerin hepsi onun divanında mevcuttur. Ebu’l- Ferec bin Cevzi “Er- Redd-u Ala’l- Mutaasıb’il- Anid” adlı kitabında buna tanıklık ediyor. Onun kafir, zındık ve mülhit olduğuna dair delillerden bir diğeri, Sibt bin Cevzi’nin “Tezkire”de ve dedesi Ebu’l- Ferec’in genişçe naklettiği şiirlerdir. O şiirlerinden birinin başlangıcında (sevgilisine hitap ederek) şöyle diyor:

Aliye yanıma gel, yaklaş bana, sözünü bana söyle

Çünkü yavaş konuşmayı sevmem ben

Kıyametten söz eden O şahıs, yalan sözler söylüyor.

O, kalpleri saz ve sözden uzaklaştırıyor.

Nitekim “Dik’ul- Cin” diye tanınan ve Şia’nın büyük fakih, alim, fazıl ve ediplerinden olan İbrahim bin İshak, Abbasi halifelerinden Harun’ur- Raşid’in yanında Yezid’in bütün şiirlerini okuduğunda Harun elinde olmaksızın Yezid’e lanet edip şöyle dedi: “Zındık, yaratıcıyı ve kıyameti tamamen inkar etmiştir.”

Onun küfr ve ilhatliğine delil olan şiirlerinden bazıları neşeli vakitlerinde şarkı söylerken söyledikleri sözlerdir. Şiirlerinin birisinde şöyle diyor (arkadaşlarına hitapla):

Kalkın saza ve söze kulak verin.

Halis Şarap için ve dini hurafeleri bırakın kenara.

Saz, ezan sesini bana unutturmuştur.

Şarkıcı yaşlı kadınları, cennet ve hurilerle değiştim.

Maktel kitaplarında, hatta Sibt bin Cevzi “Tezkire” kitabının 148. sayfasında şöyle naklediyorlar:

Resulullah (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’ini Şam’a getirdiklerinde, Yezid, kasrının Ciyrun[8] yönüne bakan tarafında oturup şu küfür dolu şiirini okudu:

Âl-i Muhammed esirlerinin yükleri görülmeye başladığında, Karga seslenmeye başladı.

Dedim ki, ey karga[9] seslensen de seslenmesen de ben Peygamber’den borcumu (öcümü) aldım.

O şunu demek istiyordu: “Uhud’da, Bedir’de ve Huneyn’de öldürülen amca ve akrabalarımın intikamını, Peygamber’in evlatlarını öldürmekle aldım.”

Yezid’in küfrüne delalet eden delillerden diğer biri de, Hz. Peygamber’in evladını şehit ettikten sonra, şenlikler düzenleyip Abdullah bin Zeb’ari’ye ait olan küfür şiirlerini okumasıdır. Sibt bin Cevzi, Ebu Reyhan-i Biyruni vb. gibi alimler bu şiirleri kaydetmişlerdir. Yezid bu şiirlerde, müşrik ve kafir olan ve büyük Bedir savaşında Allah ve Resulünün emriyle öldüren atalarının dirilmesini arzu ediyor. Galiba şiirin 2 ve 5. beyitleri Yezid’in kendisinindir. O bu şiiri, Müslüman, Yahudi ve Hıristiyanların yanında okunmuştur! O şiir şudur:

Keşke Bedir savaşında ölen kabilemin yaşlıları, Hazreç kabilesinin (Uhud savaşında) inmelerini görselerdi.

Görselerdi mutlu olup derlerdi ki; eline sağlık ey Yezit.

Bedir’de ölenlerimize karşı, biz de (bugün) Onların büyüklerini öldürerek eşitleştik.

Beni Haşim, saltanatla oyun oynadılar.

Ne gökten bir haber gelmiş ve ne de vahiy nazil olmuş.

Beni Ahmed (Peygamber)’in evlatlarından intikam alamasam, Ben Handef [10] ailesinden değilim.

 Biz kanımızın karşılığını, Ali’nin yiğit ve kahraman oğlunu öldürmekle aldık.

Ebu’l- Ferec, Şeyh Abdullah bin Muhammed bin Amir-i Şibravi “El-İthaf bi-Hubb’il- Eşraf” adlı kitabında ve Hatib-i Harezmi “Makte’ul- Hüseyin” adlı kitabının 2. cildinde vs. alimleriniz şöyle yazıyorlar: “Mel’’un Yezit, İmam Hüseyin (a.s)’ın mübarek dudak ve dişlerine elindeki çubuk ile vururken mezkur şiirleri söylemiştir.

Ehli Sünnet Alimlerinin, Melun Yezid’e Laneti Câiz Bilmeleri

Sizin pek çok alimleriniz, o mel’un zındığı kafir bilmişlerdir. Hatta Ahmet bin Hanbel (Hanbelilerin imamı) ve birçok büyük alimleriniz Yezid’e lanet okunmasını câiz bilmişlerdir. Özellikle Abdurrahman Ebu’l- Ferec bin Cevzi bu konuda “Er- Red-u Al’el- Mutaassıb’il Anid’il Mani an La’n-i Yezid lanehullah” adlı kitabı yazmıştır. Ebu’l- Ala el-Muarra ise bu konuda şu şiiri söylemiştir:

Zamanın, sürekli olarak tevhid ve tevhid ehlinin aleyhine şeytani planlar çizdiğini görmekteyim.

Benim şaşkınlığım gittikçe durmadan artmaktadır.

Acaba Kureyşiniz, başta Yezid olmak üzere Hz. Hüseyn’i şehit etmedi mi?

Ama Gazali gibi bir takım mutaassıp alimleriniz ise Yezid’in taraftarı olup o melunun yaptıklarını temize çıkarmak için mantıksız ve komik özürler getirmişlerdir.

Halbuki alimlerinizin çoğu, Yezid’in zalimane ve küfür dolu amellerini teferruatıyla yazmışlardır.

Nitekim Dimyeri “Hayat’ul- Heyavan” kitabında, Mesudi “Müruc’uz- Zeheb”de şöyle yazıyorlar:

“Yezid’in birçok maymunu vardı. Onlara ipekten elbiseler giydirir, boyunlarına altın gerdanlıklar takar, sonra atlara bindirirdi.

Yine boyunlarına gerdanlık takılı birçok köpeği vardı. Onları kendi eliyle yıkayıp altın kaplarda su verirdi. Onların artığını kendisi içerdi. Çok alkollü meşrubat içtiğinden daima mest ve sarhoş idi.”

Mesudi “Müruc’uz Zeheb”in 2. cildinde şöyle yazıyor:

“Yezid’in sireti (tavır ve hareketleri) Firavunluk siretiydi. Hatta Firavun yönetimde ondan daha adil idi. Onun saltanatı İslam için büyük bir utanç kaynağı oldu. Şarap içmesi, Hz. Peygamber’in oğlunu şehit etmesi, O Hazretin vasisine (Ali bin Ebi Talip) lanet okuması, Kabe’yi yakıp tahrip etmesi ve birçok kanları dökmesi, Özellikle Medine halkını katliam etmesi, sayısız fısk ve fücurları gibi birçok iğrenç amelleri onun bağışlanmayacağını göstermektedir.”

Nevvab: Kıble sahip (alicenap), Medine halkının Yezid’in emriyle katliam edilmesi konusunun ne olduğunu beyan etmenizi rica ediyorum.

Davetçi: Tarihçiler, özellikle Sibt bin Cevzi “Tezkire”nin 63. sayfasında şöyle yazıyor:

“Hicretin 62. yılında Medine halkından bir grup Şam’a gittiler. Yezid’in kötü amel ve küfriyatını görünce Medine’ye dönüp biatlerini bozup açıkça ona lanet ediyorlardı. Yezid’in Medine’deki valisi Osman bin Muhammed bin Ebi Süfyan’ı da şehirden dışarı çıkardılar. Abdullah bin Hanzele (meleklerin gusül verdiği şahıs) şöyle dedi:

“Ey insanlar! Biz eğer Şam’dan gelip Yezid’in aleyhine ayaklandıysak, bunun sebebi onun dinsiz olduğu, anneleri, kızları ve bacılarıyla cinsel ilişkide bulunduğu, şarap içtiği, namaz kılmadığı ve Peygamber’in evlatlarını öldürdüğü içindir.”

Yezid’in Biatini Bozdukları İçin Medine Halkının Katliam Edilmesi

Yezit bu haberi duyunca, Müslim bin Akabe’nin komutanlığında Şam halkından oluşan büyük bir orduyu Medinelilerin isyanını bastırmak için yolladı. Üç gün, üç gece, Medinelileri katliam ettiler. İbn-i Cevzi, Mesudi vs. tarihçiler şöyle yazıyorlar:

“O kadar çok insan öldürdüler ki, sokaklarda kan akmaya başladı, halk kan gölü içindeydi! Hatta kan Resulullah (s.a.a)’in kabrine ulaştı ve Mescid’ün- Nebiy kanla doldu.

Ensar, Muhacir ve halkın ileri gelenlerinden 700 kişiyi öldürdüler. Normal halktan ise 10 bin kişiyi katlettiler. Müslümanların namuslarına dokunmalarını zikretmekten utanç duyuyorum. Sadece Sibt bin Cevzi’nin “Tezkire”de (s.163), Ebu’l- Hasan Medaini’den naklettiği şu cümleyle yetiniyorum: “Hirre olayın (Medine halkının katliam)’dan sonra, bin kadın, evlenmeksizin çocuk dünyaya getirdiler.” (Yani Şam ordusu onları hamile bırakmıştı.)

Bundan fazla meclisin vaktini almak istemiyorum. Zihinlerin aydınlanması için bu kadarı yeter.

Şeyh: Söylediklerinizin hepsi sadece Yezid’in fasık olduğunu gösterir ve günahkar fasıkın işlediği ameller ise affedilebilir şeylerdir. Yezid de kesinlikle tövbe etmiş ve Allah da onu bağışlamıştır. Çünkü Allah günahları bağışlayıcıdır. O halde siz neye dayanarak ona daima lanet ediyor ve melun diyorsunuz?

Davetçi: Bazı avukatlar, hak kendilerine aşikar olsa dahi, ellerine bir şeyler (para- mal gibi) geçmesi için yine de son fırsata kadar müvekkillerini savunmaktalar. Bilemiyorum, alicenabınız hangi menfaatler için o melun Yezid’i bu kadar savunuyor ve o tövbe etmiştir, diyorsunuz. Oysaki onun küframiz sözleri, evliyaullahı şehit etmesi, Medine halkının katliamı vb. amelleri onun tövbe ettiği konusuyla tamamen çelişmektedir. Sizin; “Yezid tövbe etmiştir” diye buyurduğunuz söz rivayettir ve sabit de olmamıştır, ama bizim naklettiğimiz olaylar dirayettir; rivayet dirayetin karşısında duramaz.

Acaba mebdei, meadı (Allah’ı, ahireti), vahyi, peygamberliği inkar etmek ve mürtet olmak size göre lanet okumaya sebep olan şeyler değiller mi? Acaba Allah, Kuran-ı Kerim’de zalimlere açıkça lanet etmiyor mu? Size göre Yezit zalim değil midir?

Sayın Yezid bin Muaviye’nin savunuculuğunu yapan avukat! (Toplantıda bulunanların şiddetle gülmesi.) Eğer bu getirdiğim delilleri yeterli görmüyorsanız, sizin izninizle kendi büyük alimlerinizin naklettiği iki hadisi aktarayım ve konuyu kapatalım artık:

Müslim ve Buhari Sahihlerinde (Sahih-i Müslim ve Sahih-i Buhari), Allame Semhudi “Tarih’ul- Medine”de, Ebu’l- Ferec İbn-i Cevzi “Er- Red-u Ala’l-Mutaasıb’il- Anid”de, Sibt bin Cevzi “Tezkire”de, İmam Ahmed bin Hanbel “Müsned”de vb. şahıslar Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Kim Medine halkını zulümle korkutursa, Allah da (kıyamet günü) onu korkutur. Allah’ın, meleklerinin ve tüm insanların laneti böyle bir adamın üzerine olsun. Kıyamet günü, Allah Teala böyle birisinin hiçbir amelini kabul etmez.”

Yine şöyle buyurmuştur:

“Benim şehrimi (Medine halkını) korkutana Allah lanet etsin.”

Acaba Medine’de yapılan katliam, ırzlara geçme ve malların yağlanması, Medine halkının korkmasına sebep olmamış mıdır? Eğer bunu kabul ediyorsanız bilin ki, Allah, Peygamberi, melekleri ve bütün insanlar o alçak insana lanet etmiş ve kıymete kadar da lanet edeceklerdir.

Alimlerinizin çocuğu Yezide lanet etmiş ve ona laneti de câiz bilmişlerdir. Bu konuda kitaplar da yazmışlardır. Örneğin: Allame Abdullah bin Muhammed bin Amir Şibravi eş- Şafii “El- İthaf bi Hubb’il- Eşraf” adlı kitabının 20. sayfasında Yezide lanet etme konusunda şunu naklediyor:

Molla Sa’d Taftazani’nin yanında Yezid’in adını söylediklerinde o şöyle dedi: “Allah’ın laneti ona, onun ashabına ve onun yardımcılarının üzerine olsun.”

Allame Semhudi “Cevahir’ul- Akdeyn”den şöyle naklediyor: “Alimler, Hz. Hüseyin (r.z)’ı katledene, onu öldürmeye emir ya da izin verenlere veya onun katline razı olanlara lanet etmenin câiz olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.”

Yine İbn-i Cevzi, Ebu Ya’la ve Ahmed bin Hanbel’den Kur’an ve hadisler açısından Yezid’in lanetli olduğunu ispat eden deliller getirdiklerini nakletmektedir. Meclisin vakti onları burada saymama izin vermiyor.

Eğer vakit geçmeseydi, bu konu üzerinde daha fazla dururduk. Beyler bu mukaddimeden anlayın ki, İmam Hüseyin (a.s)’ın İslam ve Müslümanların üzerinde büyük bir hakkı vardır. Çünkü O, mazlumiyet gücüyle böyle bir zulüm ve zalimin kökünü kazıdı. Kendi kanıyla, ve Ehl-i Beyt’inin kanıyla, Beni Ümeyye’nin, özellikle de melun Yezid’in zulmüyle kurumakta olan “La ilahe illallah” ağacını sulayıp İslam ve tevhide yeniden hayat kazandırmıştır.

Üzülmesi gerekli olan şey şu ki, siz, İmama Hüseyin (a.s)’ın hizmetlerini takdir etmek yerine O’nun ziyaretine gidenlere itiraz ediyor, onları kınıyor ve onlara ölüye tapanlar diye isim takıyorsunuz. Her yıl milyonlarca insanın, İmam Hüseyin (a.s)’ın ziyaretine gittiğinden ve onun için matem tutup o mazlumun garipliğine ağladığından dolayı yakınıyorsunuz. Gerçekten de bu yaptığınız, çok üzücü bir şeydir.

Adsız Asker Anıtı

Gazetelerde, dergilerde veya batının gelişmiş ülkelerine gidip- gelenler Paris, Londra, Berlin, Washington vb. gibi şehirlerde “Adsız Asker” diye anılan kabirler olduğunu söylüyorlar.

Bu kabirleri yapanların amacının şu olduğunu diyorlar: Bu asker, vatanını zalimlerin zulmüne karşı koymak için canından geçmiştir. Ama onun beden ve elbisesinde kim olduğu ve hangi aile ve şehirden olduğuna dair herhangi bir bilgi ve alamet yoktur.

O asker, her ne kadar adsız, kim olduğu bilinmeyen biri dahi olsa, kanını zalimlerin zulmünü defetmek yolunda akıttığı için saygınlığı vardır. Her hangi bir devlet adamı, başbakan, bakan, veya ileri gelenlerden birisi o şehirlerden birine gitse, saygı olsun diye o adsız askerin kabrini ziyarete gider ve çelenk koyarlar. Ona, milli haysiyetlerini dünya milletleri karşısında korumak için saygı gösteriyorlar.

Şimdi insaflı beylerden soruyorum; biz Müslümanlar 72 tane bilinen, tanınan, hepsi alim, abid ve takvalı olan, onlardan bazısı ise Kur’an karisi ve hafızı olan, zalimlerin zulmü karşısında din ve tevhidi, İslam ve adaleti savunmak yolunda canlarından geçen ve ekseriyeti de Hz. Peygamber’in tertemiz Ehl-i Beyt’inden olan insanları anan ve onları ziyaret edenleri takdir ve teşvik edeceğimize eleştirmek, bu eleştiri ve kösteklemenin yanı sıra da mutaassıp alimlerin tahrikleriyle onların kabirlerini harap etmek utanç verici bir şey değil midir?!

H.K 1216 yılının Gadir-i Hum bayramı gününde Kerbela halkının çoğunluğu ziyaret için Necef-i Eşref’e gitmişlerdi. Necd’li Vahhabiler fırsatı ganimet bilip Kerbela’ya saldırdılar. Savunmasız zayıf Şiileri katledip mallarını yağmaladılar. Tevhid için can vermiş İslam fedakarlarının (Yani İmam Hüseyin (a.s) ve O’nun yaranlarının) kutsal kabirlerini yerle bir ettiler!

Kerbela halkından yaklaşık 5 bin kişiyi, alim-cahil, zayıf-güçlü, büyük-küçük demeden, hatta suçsuz kadın ve çocukları katlettiler. İmam Hüseyin (a.s)’ın hazinelerini yağmalayıp cevherleri, altın kandilleri, değerli eşyaları ve antika halıları götürdüler. Hatta kabrin üstündeki sandukayı yakıp ondan kahve yaptılar. Birçok insanı da esir edip kendileriyle beraber birlikte götürdüler. İnna lillah ve inna ileyhi raciun (Yazıklar olsun böyle bir Müslümanlığa!)

Dünyanın bütün modern ülkelerinde alimlerin, sultanların, bilginlerin, hatta adsız askerlerin bile saygıyla anılıp da Müslümanların, kendi iftiharları olan insanların kabirlerini korumaya daha evla olmalarına rağmen onları vahşice tahrip edip yok etmeleri gerçekten de çok üzücüdür.

Hatta Hz. Hamza gibi Uhud şehitlerinin kabirlerini, Abdulmuttalib ve Abdullah gibi Hz. Peygamber (s.a.a)’in baba ve atalarının kabirlerini, yine İmam Hasan-ı Mücteba (a.s), İmam Zeyn’ul- Abidin (a.s), İmam Bakır (a.s) ve İmam Sadık (a.s) gibi Resulullah (s.a.a)’ın evlatları ve İslam’ın iftiharları olan diğer kimselerin kabirlerini Mekke ve Medine’de yerle bir ediyor, sonra da kendilerine Müslümanız diyorlar! Ama kendi önder ve sultanlarının kabirlerine büyük anıtlar yapıyorlar!

Oysa sizin ve bizim alimlerimiz, müminlerin kabirlerini ziyaret etme hakkında, onların çeşitli olay ve vakıalardan korunması için birçok hadisler nakletmişlerdir. Resulullah (s.a.a)’in bizzat kendileri Mu’minlerin kabirlerini ziyarete gidiyor ve onlar için mağfiret diliyorlardı.

Buna rağmen bir takım sinsi eller, din adına İslam’ın iftiharı olan büyük şahsiyetlerin kabirlerini yerle bir edip onlardan en küçük bir eser bile bırakmıyorlar. Sözü kısa keseyim, söyleyecek dertlerimiz pek çoktur.

Âl-i Muhammed, Hak Yolun Şehitleri

Siz din ve tevhid yolunda can veren o yüce ailenin insanlarını şehit olarak kabul ediyor musunuz, yoksa etmiyor musunuz? Eğer şehit kabul etmiyorsanız, o zaman deliliniz nedir? Eğer şehit kabul ediyorsanız, o zaman neye dayanarak onlara ölü diyorsunuz? Acaba Kur’ân; “Onlar diridirler ve Rableri katında rızklanırlar” diye buyuruyor mu?

Demek ki Kurân ve hadislerin hükmüyle Onlar diridirler, ölü değillerdir. Öyleyse biz ölüye tapmıyor ve ölülere selam vermiyoruz. Aksine biz yaşayanlarla konuşuyoruz.

Ayrıca Şiilerin hiçbiri O’nları, dileklerin kabul edilmesinde direk olarak muhatap almıyorlar, O’nları Allah’ın salih kulları ve Allah katında itibarı olanlar olarak kabul edip O’nların vesilesiyle Allah’a yönelmektedirler. (Nitekim daha önce bu konuya değinmiştik.)

Fakat hacetlerini (dileklerini) O’nlara arz etmektedirler. Çünkü İmamlar (a.s) salih ve itibarlı oldukları için Allah’tan, biz günahkar kullara inayet etmesini istemekteler. Eğer Şiiler, Ya Ali, Ya Hüseyin diyorlarsa bu şuna benzemektedir: Mesela birisinin padişahtan bir dileği var, o da padişahın vezirinin yanına gidip; Sayın vezir lütfen bana yardım edin, diyorsa, o şahıs hiçbir zaman veziri padişah gözüyle görmüyor. O, vezirin yanına gitmekle vezire şunu demek istiyor: Sizin padişahın yanında itibarınız vardır, lütfen aracılık edin, benim bu işim düzelsin.

Aynı şekilde Şiiler de, hiçbir zaman Âl-i Muhammed (s.a.a)’i Allah ya da Allah’ın fiillerinin şeriki olarak kabul etmiyorlar. O’nları Allah’ın salih kulları olarak görüyorlar. Çünkü O’nlar, ibadet, takva ve şer’i riyazetler sonucu, temiz fıtratlarının yanı sıra Allah’ın katında da özel bir yere sahip olmuşlardır. Bu yüzden her iki alemde O’nlara imamet, velayet ve büyük makamlar verilmiş, Allah’ın izni ve emriyle yaratıklar üzeride tasarruf hakkına da sahiptirler.

Onlar, Allah-u Teâla’nın eminleri ve vekilleri oldukları için, dileklerimizi Allah’a arz ediyorlar. Eğer uygun olursa, dileğimiz yerine getirilir. Aksi takdirde karşılığı ahrette verilir. Biz bunları amelen yapıyor ve netice de alıyoruz.

Bunlar, “Neden ölülerle konuşuyorsunuz?” sorunuza verdiğim kısa cevaplardı. Konu daha geniş bir şekilde ele alınabilir.

Bir noktayı daha söylemeden geçemeyeceğim. O da şudur ki, Şiiler masum İmamların makamını, diğer şehitlerin makamından daha üstün bilmekteler. Yani O’nların makamı, öteki şehitler gibi sadece diri oldukları konusundan öteye bir şeydir. İmamların sadece diri olduklarına değil, O’nların, bunun yanı sıra daha büyük makamlara sahip olduklarına da inanmaktadırlar.

Hafız: Bu cümleniz çözülmeye ihtiyacı olan bir muammaya benziyor. Sizin İmamlarınızın öteki imamlardan farkı nedir? Sizin İmamlarınız sadece seyyid olup Resulullah’a mensup olmaktan başka herhangi bir ayrıcalıkları yoktur!

Davetçi: Muamma diye bir şey yoktur ortada. Ömrünüz boyunca İmamet makamını tanımaktan uzak olduğunuz için bu konuyu anlamak size çok zor geliyor. Eğer taassup ve adetlerden dışarı çıkıp ilim, akıl, mantık ve insafla İmamet makamını incelemiş olursanız, Şia’nın imamet makamına olan inancıyla sizin İmamete olan inancınız arasındaki farkın ne kadar aşikar ve açık olduğunu görmüş olursunuz.

Bu konuyu ispat edebilmemiz için yarını beklememiz gerekiyor. Çünkü bu önemli konunun geniş bir zamana ihtiyacı vardır. İnşaallah yarın sohbet ederiz. (Meclisi burada tamamladık. Sabah ezanına yakın olduğu ve söz uzadığı için İmamet konusunun yarın akşam yapılması önerisi kabul edildi. Mizah ve güler yüzle beyleri uğurladık. Onlar da selametle meclisi terk ettiler.)


 

 


 

[1] - Vera: Haram ve şüpheli şeylerden titizlikle kaçınmak.

[2] - En’am/103.

[3] - Ar’af/143.

[4] - Şöhret: Yani yaptıklarını başkalarına duyurmak ya da göstermekle meşhur olmaya çalışmak.

[5] - Mâide/99.

[6] - Karşılaştığım bir olay tarihi vakiaları bana ispatlamıştır. Olay özetle şudur:

H. 1371. yılın Cemadi’üs- Sani ayının on dokuzunda Beyt’ul- Mukaddes’teki Mescid’ul- Aksa’yı ziyaretten dönüp Şam’a gidiyordum. İlk gece namaz kılmak için Ürdün’ün doğusunda yer alan Umman’ın büyük camisine (ki çok güzel bir cami idi) gittim. Sünni olan bu müslümanların bazıları akşam namazından dönüyor, bazıları da sünnetle meşgul idiler. Ben de caminin bir köşesinde akşam ve yatsı namazını kılmaya başladım. Farzları ve sünnetleri kıldıktan sonra bazılarının öfkeli bir şekilde bana baktığını gördüm. Özellikle, Kur’ân’ın kıraat edildiği yerde, bir kaç kişiyle Kur’ân’ın kıratıyla meşgul olan bir alim, dikkatle benim halime bakıyorlardı.

Takibatı (zikir ve duaları) da bitirdikten sonra camiden çıkıp terminale gidip otobüsün hareket etmesini beklemeye koyuldum. Yemek yedikten sonra, caminin müezzini yatsı ezanını okumaya başladı. Ezan okununca kendi kendime dedim ki otobüs yolda durmayabilir, iyisi fırsat varken gece namazını da kılıp gideyim. Bu niyetle abdestimi yeniledikten sonra yeniden camiye gittim. Herkesin gelip-gittiği büyük kapı yerine, batıda köşede yer alan bir kapıdan içeri girdim. Etrafı sakin olan büyük sütunların birisinin yanında nafile namazlarını kılmakla meşgul oldum.

Daha önce bana kötü kötü bakan ve kıraatle meşgul olan o alim, yatsı namazından sonra halkı başına toplayıp şirk ve müşrik konusu üzerinde sohbet etmeye başladı. Biraz sohbet ettikten sonra, kızgın bir halde etrafındakilere şöyle dedi: “Siz müslümanlar sorumlusunuz, kıyamette cevap vermek zorundasınız. Çünkü Allah Teala buyuruyor ki: “Müşrikler necistirler, onları mescide bırakmayın.” Biraz önce putperest necis bir müşrik camiye gelip hepinizin gözü önünde puta secde etti, onu kovmadınız. Ben kıraatle meşgul idim, sizler ise ölmüş idiniz. Camiden şirk necasetini temizlemenin, putperest ve müşrik rafizinin öldürülüp katledilmesinin gerekliliğini bilmiyor musunuz? Çünkü müşrik, müslümanların camisinde putperestlik ederse katli farzdır.” Öylesine ateşli bir şekilde avam halkı tahrik ediyordu ki, o anda yanlarında olsaydım kesinlikle beni öldürürlerdi.

Konuşması bittikten sonra cemaatin yarısı benim girdiğim kapıdan çıktılar. Ben de vitir namazı ile meşgul olduğum için kimse beni görmesin diye oturdum. Ama birden gözleri bana takılınca, öylesine tekme-tokatla üzerime saldırdılar ki hesaba gelmez. Bana sürekli; “Kalk ey müşrik, dışarı çık ey müşrik...” diyorlardı. Artık hayatımdan ümidimi kesmiştim. Derken şehadet kelimesini (Eşhedu en lâ ilahe illellah vahdehu la şerikeleh ve eşhedu enne Muhammed’en abduhu ve resuluh) söyledim. Şehadet kelmesini söyleyince onların arasına ihtilaf düştü. Birbirlerine; “Eğer bu müşrik ise, nasıl olur da Allah’ın vahdaniyetine ve Hatem’ul- Enbiya’nın peygamberliğe şahadet getirir?” dediler. Bir kısmı; “Biz ne bilelim, kadı onun rafizi ve müşrik olduğunu söyledi” diyorlardı.

Onlar aralarında tartışırken ben de namazın selamını verip kendimi savunmaya hazırladım. Arapça olarak uzun bir konuşma yaptım, onları güzel bir şekilde cezp edip kendimi onlara sevdirdim. Kadıyı da Allah’tan korkmayan garazlı birisi diye tanıtarak şöyle dedim: “O, müslümanların arasına tefrika sokarak yabancıların müslümanlara hakim olmasını istiyor...” Kısacası benden özür dileyip evlerine davet bile ettiler. Ama yolcu olduğum için davetlerini kabul edemedim.

İşte bu, Ehl-i Sünnet alimlerinin yüzlerce hareketlerinden sadece bir örnekti. Onlar avam halkı kandırarak, mazlum müslümanların katl ve ihanet edilmesine sebep olmuşlardır.

[7] - Ama maalesef sonunda yabancıların tahrikleri etkili oldu; iç kargaşalıklar çıkararak müslümanların birliğini sağlamak isteyen bu insanı saltanattan uzaklaştırdılar.

[8] - Yakut Himvi “Mucem’ul- Buldan”da şöyle diyor: Ciyrun, sütunları üzerine yapılmış geniş tavandır. Burası Şam’ın giriş kapısına yakındır. Onun etrafında bir şehir var ki eskiden zorbalardan biri orada bir kale yaptırmıştı. Sonraları “Sabiin” orada imaret yaptılar. Onun içinde müşteri çekmek için bir mabet de vardı. Orası halkın eğlence yeriydi.

[9] - Karga sesi Araplarda kötüye yorumlanır.

[10] - Handef, Yezid’in atalarından biridir.