ANASAYFA

BEŞİNCİ  OTURUM

BEŞİNCİ OTURUM
Menzilet Kelimesi Geneli (Umumiyeti) İfade Ediyor
Menzilet Hadisi Tebuk'ün Dışında Defalarca Söylenmiştir
Hz. Musa'nın Kardeşi Harun'u Yerine Halife Seçmesi ve Sâmiri'nin Beniisrail'i Buzağıyla Kandırması
Emir'ul- Müminin Hz. Ali (a.s)'ın Durumunun Hz. Harun (a.s)'ın Durumuna Benzemesi
İnzar Günü Hz. Peygamber'in "Hadis'üd- Dar" Diye Meşhur Olan Sözüyle Hz. Ali'yi Hilafete Ataması
Hz. Ali'nin Halifeliğini Açıkça İlan Eden Hadisler
Şeyh Yeniden Devreye Giriyor
Kimse Sahabelerin Faziletlerini İnkar Etmiyor
Ebu Bekir'in Fazileti Hakkında Hadisin Nakledilmesi ve Onun Sahte Olduğuna Dair Yanıt
Ebu Hureyre'nin Kimliği ve Yerilmesi
Hz. Ali Kur'an ve Haktan Ayrılmaz
Şiilerin, Muhaliflerin Karşısındaki Mazlumiyeti
Sünni Alimlerin Şialara Attıkları Yalanlar
İbn-i Abdurabbih'in Şiilere Attığı İftiralar
İbn-i Hazm'ın İftiraları
İbn-i Teymiyye'nin İftiraları
Şehristani'nin Yanıltmaları
Ebu Hureyre'yi Yeren Haberler ve Onun Durumu
Ebu Hureyre'nin Busr Bin Ertat'la Müslümanlar Hakkındaki Zulüm ve Katliamları
Ebu Hureyre'nin Merdutluğu ve Ömer'in Onu Kırbaçlaması
"Ben Ebu Bekir'den Razıyım, Acaba o da Benden Razı Mıdır?" Hadisinin Uydurma Olduğunun Tespiti
Ebubekir ve Ömer'in Faziletleri Hakkındaki Hadisler ve Onların Reddi
"Hasan ve Hüseyin Cennet Gençlerinin Efendileridir" Hadisi Karşısında Hadis Uydurmaları
"Ebu Bekir ve Aişe Resulullah'ın En Çok Sevdiği İnsanlardı" Sözünün Yanıtı
Hz. Fatıma, Alemdeki Kadınların En Üstünüdür
İmam Şafii'nin Ehl-i Beyt Sevgisinin Farz Olduğuna İlişkin İtirafı
Hz. Ali, Resulullah (s.a.a)'in Yanında En Çok Sevilen Şahıstı
"Tayr-i Meşviy" Hadisi
Hakikatin Beyanı
Zikr Ehli Âl-i Muhammed'dir
Dört Halifenin Hilafetiyle İlgili Ayetin Nakli ve Onun Yanıtı
Mağara Ayetinin Delil Getirilmesi ve Onun Cevabı
Şahit ve Örnekler
Hakikatin Gözler Önüne Serilmesi
Bel'am Bin Baura
Abid Bersisa

BEŞİNCİ OTURUM

(27 Recep 1345 Salı akşamı)

(Akşamın ilk saatlerinde cemaat daha kalabalık bir toplulukla geldi. Hal hatır sorulup çaylar içildikten sonra Hafız sözü açtı.)

Hafız: Bugün, dün akşamki sözlerimizin üzerinde epeyce düşündüm. Sonra şu sonuca vardım: Maşaallah, güçlü bir konuşma yeteneğiniz var. Sihirli beyanınızın yanı sıra, güzel konuşmanız ve konuyu dallandırıp budaklandırmakla, Resulullah’ın menzilet hadisini buyurmasından amacı; “Hz. Ali’nin (k.v), kendisinden hemen sonra halife olduğunu ispat etmekti” demek istiyorsunuz. Halbuki hadisin özel bir yönü olup Tebuk gazvesinde söylenmiştir. Hadisin genel olup her zaman geçerli olacağına dair herhangi bir delilimiz yoktur.

Menzilet Kelimesi Geneli (Umumiyeti) İfade Ediyor

Davetçi: Bu sözü sizden başkası söyleseydi şaşırmazdım. Ama sizin gibi birinin böyle konuşması gerçekten çok şaşırtıcıdır. Çünkü siz Arap edebiyatını ve onun kurallarını biliyorsunuz. Neden böyle konuşuyorsunuz anlamıyorum. Arapça dilbilgisi kurallarına göre istisna ve kendisinden istisna olunmuş kelime (müstesna minhu)’nin, her yerde genelliği ifade ettiğini çok iyi biliyorsunuz. Bu hadis-i şerifte menzilet kelimesinin özellikle aleme (özel ada) izafe olması, kesinlikle genelliği (umumiyeti) simgeliyor.

Ayrıca, usul ilminin alimleri, ism-i cins-i izafinin, özellikle de elif ve lâm ile olursa, umumiyeti ifade ettiğini söylüyorlar.

Hadiste de “menzilet” kelimesinin ism-i cins-i izafi olması umumiyeti gerektirmektedir.

Her ne kadar bazı alimler bunun aksini söylemişlerse de, Usul ilminin büyük alimleri bizim kabul ettiğimiz görüşü, yani bir kelime marifeye (tanınmış, belli, bilinene) izafe olduğu zaman umumu ifade eder görüşünü benimsemişlerdir. Burada marifenin aleme (özel ada) veya zamire izafe olması arasında her hangi bir fark yoktur. İstisnanın varlığı, umuma delalet etmenin şartı değildir. Aksine istisnanın sahih olması umum için yeterlidir.

Buna göre “Senin bana olan menziletin, Harun’un Musa’ya olan menzileti gibidir; ama benden sonra nebi yoktur.” hadisi umuma delalet etmektedir. “Benden sonra nebi yoktur” cümlesi manaya hamledilmiş (yüklenmiş)tir. O mana da “nübüvvet”tir. Manaya hamletme kuralı meşhur bir kural olup çok kullanılmaktadır. Fasih ve belagatlı kimselerin şiir ve yazılarında bu kural çok uygulanmıştır.

Hafız: Biraz daha dikkat ederseniz “Benden sonra nebi yoktur” cümlesinin cümle-i haberiyye olduğunu göreceğinizi zannediyorum. Onu Harun’un menazilinden istisna edemezsiniz. Ayrıca neden sarahatten çıkıp manaya hamlediyorsunuz ve neden nübüvvet kelimesini hazfediyorsunuz?

Davetçi: Münakaşa yolunda giriyorsunuz! Sizin gibi şerif birinin münakaşa yoluna baş vurması beklenmiyor doğrusu. Eğer önceki cümlelerin üzerinde biraz düşünürseniz, cümle-i haberiyyenin cevabının orada verildiğini göreceksiniz.

Neden manaya hamlettiniz ve neden zahir-i lafızla hakikati açıklamadınız? sözünüze gelince bunun cevabını siz daha iyi biliyorsunuz, ama bilmezlikten geliyorsunuz. Acaba beyan ilminin alimlerinin, cümleyi güzelleştirmek için bazı kelimeleri hazfettiklerini (cümlede kullanmadıklarını) biliyor musunuz? Kuran-ı Kerim’in ayetlerinde, fesahat ve belagatlı kimselerin sözlerinde bunun birçok örneğine rastlamaktayız.

Ayrıca, eğer hadislerde “nübüvvet” kelimesi olmasaydı, böyle bir soru sorabilirdiniz. Halbuki Peygamber-i Ekrem (s.a.a), bu makamın Hz. Ali (as)’ın olduğunu ispatlamak için birkaç kez nübüvvet kelimesini açıkça kullanmış, onu cümlede getirmiştir. Resulullah (s.a.a) bazen nübüvvet kelimesini getirmeyerek (innehu la nebiyye ba'dî), bazen de onu getirerek (illen nübüvvete) hakikati ispat etmişlerdir. Bu da cümleye ayrı bir güzellik kazandırmıştır.

Ehl-i Sünnetin büyük alimleri, hem nübüvvet kelimesinin olduğu, hem de olmadığı birçok hadis nakletmişlerdir. Onların bazılarını aşağıda getiriyoruz:

Muhammed bin Yusuf-u Genci eş- Şafii “Kifayet’ut- Talibin”in 70. babında, Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Meveddet”in 6. babında, İbn-i Esir kendi adını verdiği tarihinde yani “Tarih-i İbn-i Esir”de, Aişe bint-i Sa’d’dan, o da babasından, o da Resulullah (s.a.a)’den, Sibt bin Cevzi “Tezkire”nin 12. sayfasında Müsned-i Ahmed, Müslim ve daha başkalarından, İmam Ahmed bin Hanbel “Menakıb”de, Ebu Abdurrahman Ahmed bin Şuayb-i Nesai (Sihah-ı Sitte’nin yazarlarından biri) “Hasais’ul Aleviyye”de kendi senedine dayanarak Sa’d bin Ebi Vakkas’tan ve Aişe’den, o da babasından, Hatib-i Harezmi “Menakıb”da Cabir bin Abdullah Ensari’den şöyle naklediyorlar: “Resulullah (s.a.a), Hz. Ali’ye şöyle buyurdular: “Ema terza en tekune minni bimenzileti Harun’e min Musa” (Acaba bana nispetle, nübüvvet hariç, Harun’un Musa’ya olan menzileti gibi olmaya razı değil misin?)

Mir Seyyid Ali Hemedani, “Meveddet’ul- Kurba”nın 6. mevedde sinde Enes bin Malik’ten naklettiği hadisin sonunda (dün akşam bu hadisin tamamını aktarmıştım.) Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyor:

“Eğer benden sonra nebi (peygamber) olsaydı, mutlaka Ali peygamber olurdu. Ama benden sonra nübüvvet (peygamberlik) yoktur.”

Bu kadarının yeterli olacağını sanıyorum. Beyler kimseyi yanıltmaya kalkmasınlar; Bilsinler ki müstesna (istisna edilen) nübüvvettir, nübüvvetin olmaması değil. Bu hadis şunu anlatmak istiyor: Hz. Musa Kelimullah (a.s), ümmetinden 40 günlüğüne ayrıldığında, onları kendi başlarına bırakmayıp Beni İsrail’in en faziletlisi olan Hz. Harun’u kendi yerine halife ve vâsi olarak seçip gitti. Bu vesileyle gıyabında, nübüvvete herhangi bir zararın gelmesini önlemek istiyordu. Hal böyleyken şeriatı kamil, kanunları da kıyamete kadar sürecek olan Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in, cahil insanları kendi başlarına bırakmaması ve mukaddes şeriatı, istediklerine uyacak, rey ve kıyasa göre amel edecek ve şeriatı bölüp-parçalayarak hanif ve saf ümmeti 73 fırkaya bölecek olan insanların yetkisine bırakmaması daha uygundur.

Onun için hadisi şerif “Ali’nin bana nispet olan menzileti (konumu), Harun’un Musa’ya olan menzileti (konumu) gibidir.” diye buyurmaktadır. Yani bu hadis, Hz. Ali (a.s)’ın, Hz. Harun (a.s)’ın sahip olduğu bütün makamlara sahip olduğunu ispat ediyor. Hz. Ali (a.s)’ın bütün sahabe ve ümmetten daha üstün olduğunu kanıtlayan delillerden biri de O’nun halife tayin edilmesidir. Yani Hz. Harun (as), Hz. Musa (a.s)’ın gıyabında nasıl O’nun halifesi idiyse, Hz. Ali (a.s) da Hz. Peygamber (s.a.a)’in gıyabında O’nun halifesidir.

Hafız: Bu hadisin azameti hakkında söyledikleriniz, tabi ki tasavvur edilenin daha üstündedir. Ama öyle sanıyorum ki, biraz derinden düşünürseniz, hadiste genelliğin (umumiyetin) olmadığını göreceksiniz. Çünkü bu sadece Tebuk gazvesine mahsustur. Resulullah (s.a.a) sadece kısa bir süre için efendimiz Ali’yi (k.v.), halife olarak seçmiştir.

Menzilet Hadisi Tebuk’ün Dışında Defalarca Söylenmiştir

Davetçi: Hadis sadece Tebuk gazvesinde söylenmiş olsaydı, sözünüz doğru olurdu. Ancak bu hadis defalarca ve birçok yerde Resulullah (s.a.a) tarafından buyurulmuştur.

Örneğin, kardeşlik akdini ilk kez Mekke’de, ikinci kez de Medine’de Muhacirler ve Ensar arasında okuduğunda Hz. Ali (a.s)’ı kendisine kardeş seçmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Senin bana nispetle olan konumun, Harun’un Musa’ya olan konumu gibidir; şu farkla ki benden sonra nebi yoktur.”

Hafız: Çok acayip! Şimdiye kadar duyup-gördüğüm şey, menzilet hadisinin sadece Tebuk gazvesinde söylendiğidir. Peygamber (s.a.a) oraya sefere gidince, Hz. Ali’yi kendi yerine bırakmıştır. Hz. Ali sefere gidemediğinden dolayı üzülünce, Hz. Peygamber (s.a.a), onun üzüntüsünü gidermek için bu sözleri buyurmuştur. Açıklamalarınızda hata yaptığınızı sanıyorum.

Davetçi: Hayır, hata yapmıyorum, aksine buna yakinim vardır. Şia alimlerinin ittifakının yanı sıra sizin birçok alimlerinizin güvenilir ve muteber kitaplarında da bunlar nakledilmiştir. Örneğin: Mes’udi (hem Sünnilerin kabul ettiği birisi, hem de şiaların) “Müruc’uz- Zeheb”in ikinci cildinin 49. sayfasında, Halebi “Siret’ul- Halebiyye”nin 26 ve 120. sayfalarında, imam Ebu Abdurrahman Nesai “Hasais’ul- Aleviyye”nin 19. sayfasında, Sibt bin Cevzi “Tezkire”nin 13. ve 14. sayfalarında, Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Meveddet”in 9. ve 17. bablarında, imam Ahmed bin Hanbel’in “Müsned”inden naklen, Abdullah bin Ahmed “Zevaid-u Müsned”de ve Harezmi “Menakıb”ta bu hadisi nakletmişlerdir. Hatta, Resulullah (s.a.a)’in bu hadisi, kardeşlik akdinin dışında da birçok yerde buyurduğunu naklediyorlar. Meclisin vaktini fazla almamak için onları nakletmiyorum.

Sizler de tasdik edersiniz ki, bu hadis-i şerifin özel bir yönü yoktur. Aksine onun genelliği (umumiyeti) apaçık ortadadır. Resul-ü Ekrem (s.a.a) her fırsatta, gerekli gördüğü her yerde, Hz. Ali (a.s)’ın kendisinden sonra halife olduğunu şu cümlelerle ilan ediyordu: “Ali’nin bana nispetle olan menzileti (konumu), Harun’un Musa’ya olan menzilet (konumu) gibidir; şu farkla ki benden sonra nebi yoktur.”

Hafız: Peki nasıl olur, Resulullah’ın sahabeleri bu hadisin umumiyetini bilmeleri ve Ali’yi halife olarak kabul etmelerine rağmen, yine de ona karşı gelip başkasını halife seçti ve ona biat ettiler?

Hz. Musa’nın Kardeşi Harun’u Yerine Halife Seçmesi ve Sâmiri’nin Beniisrail'i Buzağıyla Kandırması

Davetçi: Bu konuda size verebileceğim birçok cevap var. Onların içinde buraya en uygun olanı Hz. Harun (a.s)’ın olayıdır. Kuran-ı Kerim’in de açıkça buyurduğu gibi Hz. Musa Kelimullah Tur dağına gideceği zaman, kardeşi Hz. Harun’u kendisine halife seçti. Beniisrail’i (bazı hadislere göre 70 bin kişiydiler) toplayarak, Hz. Harun’un emirlerine itaat etmelerini söyledi. Sonra Rabbinin misafiri olarak Tur dağına gitti. Daha bir ay geçmemişti ki Samiri fitnesi baş gösterdi. Beniisrail’in arasında ayrılık ve ihtilaf çıktı. Samiri altın bir buzağı yaparak Beniisrail’i, Hz. Musa (a.s)’ın halifesi olan Hz. Harun’un etrafından ayırıp kendi etrafında toplamaya başladı. Kısa bir sürede o 70 bin kişi, Hz. Harun’a karşı gelerek ona isyan etmeye başladılar. Halbuki Beniisrail, Hz. Musa (a.s)’ın Hz. Harun’u, kendi gıyabında yerine halife seçtiğini kulaklarıyla duymuşlardı. Ama onlar Samiri’nin aldatmasıyla buzağıya taptılar. Harun (a.s) her ne kadar onların bu çirkin işine engel olmaya çalıştıysa da fayda vermedi. Hatta onu öldürmeye bile yeltendiler. Nitekim A’raf suresinin 150. ayetinde bu olaya deyinilmiştir. Harun (a.s) kardeşi, Hz. Musa Tur dağından döndüğünde dert yanarak şöyle dedi: “Annem oğlu, bu topluluk beni zayıflattı (aciz bıraktı) ve neredeyse beni öldürüyorlardı da!”

Allah aşkına, taassubunuzdan biraz uzaklaşıp insafla söyleyin, Beniisrail’in Hz. Musa (a.s)’ın emirlerine karşı gelmeleri, hak halifesi Hz. Harun’u yalnız bırakmaları ve hokkabaz Samiri’nin hilesiyle buzağıya tapmaları, Hz. Harun’un halifeliğinin batıl olduğunu, Samiri ve buzağısının da hak olduğunu mu gösteriyor?

Beniisrail cahillerinin heva ve heveslerine uyarak yaptıkları bu iş için; “Harun’un halifeliği hak olsaydı ve onlar Hz. Musa (a.s)’ın ağzından bunu duysalardı, onun asla yalnız bırakmaz, Samiri ve buzağının peşinden gitmezlerdi” diyebilir miyiz? Böyle olmadığını kesinlikle biliyorsunuz. Hz. Harun (a.s), Kuran-ı Kerim’in hükmüyle Hz. Musa (a.s)’ın halifesi idi. Beniisrail bunu Hz. Musa (a.s)’ın kendi ağzından işitmişlerdi. Ama Hz. Musa (a.s)’ın gıyabında, fırsat hokkabaz Samiri’nin eline geçince, altından bir buzağı yaptı ve yaptığı işin bilincinde olduğu halde, kasıtlı olarak Beniisrail’i kandırdı. Onlar da, Hz. Harun’un Hz. Musa (a.s)’ın halifesi olduğunu bildikleri halde anlamazlıktan ya da başka kasıtlarından dolayı Samiri’nin peşinden gidip Hz. Harun’u yalnız bıraktılar.

Emir’ul- Müminin Hz. Ali (a.s)’ın Durumunun Hz. Harun (a.s)’ın Durumuna Benzemesi

Resulullah (s.a.a)’in vefatlarından sonra ashap Peygamberin ağzından defalarca, -açıkça veya kinaye olarak- kendisinden sonra Hz. Ali (a.s)’ın halife olduğunu duymalarına rağmen O’nu yalnız bıraktılar. Kimi heva ve heveslerine uyarak, kimi makam sevgisi, kimisi de Ben-i Haşim’e olan düşmanlığından dolayı Hz. Ali’den yüz çevirdiler. Ayrıca Hz. Ali (a.s)’a karşı şahsi haset, kin ve buğz duyan bir grup da O’nun aleyhine özel bir örgüt kurmuştu. Gazali “Sırr’ul- Alemin” kitabının 4. makalesinde bu konuya değinerek açıkça şöyle diyor: “Hakka sırt çevirip cahiliyye devrine döndüler”[6]

Bu yönden Hz. Harun (a.s) ile Hz. Ali (a.s)’ın durumları arasında tam bir benzerlik vardır. Sizin kendi araştırmacı alim ve tarihçilerinizden Diyneveri diye tanınan kadı Ebu Muhammed Abdullah bin Müslim bin Kutaybe-i Bahili ed- Diyneveri “el-imamet ve’s- Siyaset” adlı eserinin 1. cildinin 14. sayfasında Sakife olayını genişçe yazdıktan sonra şöyle diyor: “Ali’nin evini ateşe verip O’nu baskı ve tehditle camiye götürerek; “Biat et yoksa boynunu vururuz” dediler. Hz. Ali de kendisini Hz. Peygamber’in kabrine ulaştırdı. Orada Hz. Harun’un Hz. Musa’ya söylediği sözleri söyledi. Allah-u Teala bu sözleri Kur’an’da zikretmiştir:

“Bu topluluk beni zayıflattı (aciz bıraktı) ve neredeyse beni öldürüyorlardı da!”

Hz. Peygamber (s.a.a), Hz. Ali’yi Hz. Harun’a benzetmekle sanki ümmetine şunu anlatmak istiyordu: Hz. Musa’nın yokluğunda Beniisrail’in Harun’a yaptığını, benim vefatımdan sonra da siz Ali’ye yapacaksınız.

Bu bakımdan Hz. Ali (a.s) bu manayı ispatlamak için ümmetin baskısını ve oyunbazların siyasetlerini görünce -ki onu öldürmeye kadar ileri gittiler- Hz. Peygamber’in mübarek kabrinin yanına gitti. Orada Harun’un Hz. Musa’ya söylediği, Allah Teala’nın da Kuran’da ayet olarak nazil ettiği sözleri söyledi.

(Mecliste olanlar büyük bir şaşkınlıkla bir süre sessizlik içinde kaldılar.)

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Eğer Ali bin Ebi Talib (k.v) halife idiyse, neden Hz. Peygamber O’nu açıkça halife olarak tanıtmıyor da, amacını işaret ve kinayelerle buyuruyor! Eğer açıkça “Ali benim halifemdir” diye buyursaydı, kimsenin kuşkusu kalmazdı.

Davetçi: Daha önce arz etmiştim, Resul-u Ekrem (s.a.a) hakikati iki şekilde beyan buyurmuştur. Halifeliği açıkça beyan eden hadisler, sizin birçok muteber (güvenilir) kitaplarınızda nakledilmiştir. Ama kinayenin letafetliği sarahatten (açıklıktan) daha fazladır. Edebiyatçılar diyorlar ki: “Kinaye, insanın maksadını sarahatten daha iyi ulaştırır.” Kinayede bir dünya mana yatmaktadır.

Nevvab: Gerçeğin ortaya çıkması için, bizim alimlerin kitaplarında halifeliği açıkça ispat eden hadisleri -şu anda aklınızda varsa- söyleyebilir misiniz.? Çünkü bize, halifeliği açıkça anlatan hiçbir hadisin olmadığını defalarca söylediler.

Davetçi: Muteber kitaplarınızda Hz. Ali (a.s)’ın hilafetini açıkça söyleyen birçok hadisler vardır. Meclisin vaktini göz önüne alarak, onlardan bazılarını aktaracağım:

İnzar Günü Hz. Peygamber’in “Hadis’üd- Dar” Diye Meşhur Olan Sözüyle Hz. Ali’yi Hilafete Ataması

Hadislerin içinde en önemlisi ed-Dar hadisidir. Çünkü, Peygamber (s.a.a), peygamberliğini açıkladığı o ilk gün, Hz. Ali (a.s)’ın halifeliğini de açıkça ilan etti.

İmam Ahmed bin Hanbel “Müsned”in 1. cildinin 111, 159 ve 333. sayfalarında, imam Sa’lebi de kendi tefsirinin “İnzar” ayetinin açıklamasında, Sadr’ul- Eimme Muvaffak bin Ahmed el-Harezmi, “Menakıb”da, Muhammed bin Cerir-i-i Taberi İnzar ayetinin tefsirinde ve “Tarih’ul- Umem ve-l Müluk”un 2. cildinin 217. sayfasında çeşitli yollarla, İbn-i Ebi’l- Hadid el-Mutezili “Şerh-u Nehc’ul- Belağa”nın 3. cildinin 263. ve 281. sayfalarında Nakz’ul- Osmaniyye’den naklen, İbn-i Esir “Kamil”in 2. cildinin 22. sayfasında (mürsel olarak), Hafız Ebu Naim “Hilyet’ul- Evliya”da, Hamidi “Cem’un- Beyn’es Sahihayn”de, Beyhaki “Sünen’un ve Delail’un” da, Ebu’l- Fida “Tarih-u Ebu’l- Fida” diye meşhur olan kitabının 1. cildinin 116. sayfasında, Halebi “Siret’ul- Halebiyye”nin 1. cild, 381. sayfasında, Ebu Abdurrahman Nesai “Hasais’ul- Aleviyye”nin 6. sayfasının 65. hadisinde, Hakim Ebu Abdullah “Müstedrek”in 3. cilt, 132. sayfasında, Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”nin 31. babında Müsned-i Ahmed ve Tefsir-i Sa’lebi'den naklen, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş- Şafii “Kifayet’ut- Talib”in 51. babında ve daha başka birçok büyük alimleriniz az bir farklılıkla şöyle naklediyorlar:

Şuara suresinin 214. ayeti, yani “Ve enzir aşiretek’el- akrebin” (Ve en yakınlarını korkut) ayeti nazil olduğunda, Resul-u Ekrem (s.a.a) akrabalarından ileri gelen 40 kişiyi, amcası Ebu Talib’in evine davet etti. Onlar için bir koyun putu, biraz ekmek ve bir Sa’[7] süt hazırlamıştı. Onlar bu duruma gülerek; Muhammed bir kişilik yemek dahi hazırlamamıştır, dediler. (Çünkü onların içinde öyleleri vardı ki tek başına bir deve yavrusunu yiyebiliyordu.)

Resul-u Ekrem (s.a.a): “Kulu bismillah” (Bismillah diyerek yiyin) buyurdular. Onlar yiyip doyduktan sonra birbirlerine; Muhammed bu yemekle size sihir yaptı, dediler. Yemekten sonra Resulullah (s.a.a) ayağa kalkıp onlara bir konuşma yaptı. Sözü uzatmamak için bu konuşmanın giriş bölümünü getirmeyeceğim. Sadece iddiamıza delil olan bölümü aktaracağım. Orada Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular:

“Ey Abdulmuttalib oğulları! Allah-u Teala beni bütün insanlara ve özellikle sizlere peygamber olarak gönderdi. Ben de sizi iki kelimeyi (cümleyi) söylemeye davet ediyorum. Öyle iki kelime ki, dile hafif ve kolay, terazide ağır ve değerlidir. Siz bu iki kelimeyi söylemekle Arap’a, Aceme (Arap olmayanlara) malik olacaksınız. Onlar emrinize girecek ve bütün ümmetler (milletler) size muti olacaklar. Bu iki kelimeyle cennete girecek ve cehennemden kurtulacaksınız. O iki kelime; Allah’ın birliğine ve benim peygamberliğime şahadet etmenizdir. Kim (ilk şahıs olarak) bu davetimi kabul eder ve bana yardımda bulunursa, o benim kardeşim, benden sonra vezirim, varisim ve halifem olacaktır.”

Resulullah (s.a.a) bu son cümleyi üç kere tekrarladı. Her üçünde de Hz. Ali’den başka kimse cevap vermedi. Hz. Ali (a.s) her defasında; “Ey Allah’ın peygamberi! Ben senin yardımcın ve yaverinim” diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.a) onu halifelikle müjdeledi ve ağzının mübarek suyunu onun ağzına sürerek şöyle buyurdular:

“Bu (Ali), benim kardeşim, vasim ve aranızdaki halifemdir.”

Bazı kitaplarda Hz. Ali’nin kendisine hitap ederek şöyle buyurduğu naklediyorlar:

“Sen Ey Ali! Benim vasim ve benden sonra halifemsin.”

Şii ve Sünni İslam alimlerinin yanı sıra, İslam tarihi yazan başka milletlerin tarihçileri de, mezhebi (yani ne Sünni, ne de Şii) taassupları olmadığından, bu olayı tarafsız olarak nakletmişlerdir. Onlardan biri İngilizli filozof ve tarihçi Thomas Carl’dır. O, 18. asırda yaşamış ve dünyaca ünlü biriydi. O, Mısırlıların Arapça’ya çevirdiği “el-İbtal ve İbadet’ul- Mebtule” adlı meşhur kitabında, Hz. Ebu Talib’in evinde Kureyş’e verilen bu ziyafeti genişçe ele aldıktan sonra şöyle yazıyor: “Peygamber’in hutbesinden sonra Ali ayağa kalkarak ona iman etti. Böylece büyük halifelik makamı ona nasip oldu.”

Fransız bir öğretmen olan Mösyö Paul Lehjur, 1884 yılında Paris’te yayınlanan “Hatem’ul- Nebiyyin’in Yaşamı” adlı küçük kitabında, İngiliz Corcis Sal ve Şamlı Haşim-i Nasrani 1891 yılında yayınlanan “Makalet’ul- İslam”ın 83 ve 86. sayfalarında, (İslam’a ve Müslümanlara karşı o kadar taassup ve muhalif olmalarına rağmen), özellikle Mistir Can Deyvun Purt (ki insaflı biriydi) değerli eseri “Muhammed ve Kur’an” adlı kitabın 20. sayfasında bu konuyla ilgili, aydın bir görüş ve temiz bir kalple şöyle yazıyorlar: “Peygamber, daha peygamberliğinin başında Ali’yi kendisine kardeş, vezir ve halife seçti.”

Hz. Ali’nin Halifeliğini Açıkça İlan Eden Hadisler

Hz. Peygamber (s.a.a), bu hadis-i şerifin dışında birçok yer ve zamanda da aynı manaya değinmişlerdir. Örneğin:

1- İmam Ahmed bin Hanbel “Müsned”de ve Mir seyyid Ali Hemedani eş- Şafii “Meveddet’ul- Kurba”nın 4. meveddetinin sonunda şöyle naklediyorlar: Resulullah (s.a.a) Hz. Ali’ye şöyle buyurdular:

“Ya Ali! Sen benim zimmetimi beri edeceksin (halkın üzerimdeki olan haklarını ödeyeceksin) ve sen benim ümmetime olan halifemsin.”

2- İmam Ahmed “Müsned”de çeşitli yollarla ve lafızlarla, Şafii fakihi olan İbn-i Meğazili “Menakıb”da, Sa’lebi kendi tefsirinde şöyle naklediyorlar: Resul-u Ekrem (s.a.a) Hz. Ali’ye şöyle buyurdular:

“Ya Ali! Sen benim kardeşim, vasim, halifem ve borçlarımı ödeyensin.”

3- Ebu’l- Kasım Hüseyin bin Muhammed (Rağıb-i İsfehani) “Muhazırat’ul- Udeba ve Muhaverat’uş- Şuara ve’l- Buleğa” kitabının 2. Cildinin 213. sayfasında Enes bin Malik’ten Resul-ü Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Şüphesiz benim dostum, vezirim, halifem ve borcumu ödeyip vaatlerime vefa edecek olan kendimden sonra geride bıraktığım en hayırlı kimse, Ali bin Ebi Talib’dir.”

4- Mir Seyyid Ali Hemedani eş- Şafii “Meveddet’ul- Kurba”nın 6. meveddetinin başlarında, ikinci halife Ömer bin Hattap’tan şöyle naklediyor: Hz. Peygamber, ashap arasında kardeşlik akdi okuduğunda şöyle buyurdular:

“Bu Ali, dünya ve ahirette kardeşim, ailem arasında halifem, ümmetimin içinde vasim, ilmimin varisi ve borcumu eda edendir. Onun malı benden, benim malım ise onundur; onun menfaati benim menfaatim, onun zararı ise benim zararımdır. Onu seven beni sevmiştir, ona buğz eden bana buğzetmiştir.”

5- Yine 6. Meveddet’te Enes bin Malik’ten hadis naklediyor ki daha önce onu aktarmıştım. O hadisin sonunda söyle diyor: Resul-u Ekrem (s.a.a) açıkça şöyle buyurdu: “O (Ali), benim halifem ve vezirimdir.”

6- Muhammed bin Yusuf-u Genci eş- Şafii “Kifayet’ut- Talip”de Ebu Zer-i Ğifari’den şöyle naklediyor: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Havuzun (Kevser havuzu) başında, Emir’ul- Müminin Ali’nin bayrağı, yüzü, eli, ayağı (secde yerleri) nurlu olanların İmamı ve benden sonraki halifem yanıma gelecektir.”

7- Beyhaki, Hatib-i Harezmi ve İbn-i Meğazili eş- Şafii, “Menakıb”larında Resulullah (s.a.a)’ın Hz. Ali’ye şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Ben insanların arasından gittikten sonra, sen benim halifemsin ve benden sonra sen müminlerin velisisin.”

8- İmam Ebu Abdurrahman Nesai (Sihah-ı Sitte'nin imamlarından biri) “Hasais’ul- Aleviyye”nin 23. hadisinde İbn-i Abbas’tan, Hz. Ali (a.s)’ın faziletini genişçe naklediyor. Haruni menziletleri zikrettikten sonra Resulullah (s.a.a)’in Hz. Ali’ye şöyle buyurduğunu naklediyor:

“Sen benim halifemsin. Yani benden sonra her müminin halifesisin.”

(Açıktır ki bu cümle ve devamındaki cümleyle, Haruni bütün menzilet ve mertebeleri Hz. Ali’ye verdikten sonra Ali’nin emirliğini açıkça beyan buyurdu. “Yani sen Ey Ali! Ümmetime ve benden sonra her mümine benim halifemsin.”

Bu hadis-i şerifte ve diğer hadislerde Hz. Peygamber’in buyurduğu “min” kelimesi ya min-i beyaniyye’dir; yani “Benim ölümümden sonra...” veya min-i ibtidaiyye’dir; yani “Öldüğüm andan itibaren sen ümmetimin halifesisin.”

Her iki durumda da, Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’den hemen sonra, bütün ümmete Allah ve Resulünün halifesi olduğu açıkça kanıtlanmış oluyor.

9- Hilkat hadisi: Bu hadis çeşitli yollarla nakledilmiştir. Örneğin: İmam Ahmed bin Hanbel “Müsned”de, Mir Seyyid Ali Hemedani eş- Şafii “Meveddet’ul- Kurba”da, İbn-i Meğazili eş- Şafii “Menakıb”da, Deylemi “Firdevs”da az bir farklılıkla, sahih senetlerle Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Allah Teala, Adem’i yaratmadan 14000 yıl önce ben ve Ali bir nurdan yaratıldık. Allah Teala, Adem’i yarattıktan sonra, o nuru Adem’in sulbüne yerleştirdi. Abdulmuttalib’in sulbüne gelinceye kadar öylece bir nur idik. Abdulmuttalib’in sulbünden ayrıldıktan sonra nübüvvet bana, hilafet de Ali’ye verildi.”

10- Hafız Ebu Cafer Muhammed bin Cerir-i Taberi (Ö: 310 H.) “el-Vilayet” adlı kitabında Resul-u Ekrem (s.a.a)’den şöyle naklediyor: “Resulullah (s.a.a) “Gadir-i Hum” hutbesinin başlarında şöyle buyurdular:

“Cebrail Rabbimden taraf bana; burada kalkıp bütün beyaz ve zencilere şunu ilan etmemi emretti: “Şüphesiz ki, Ali bin Ebi Talip benim kardeşim, vasim, halifem ve benden sonra İmamdır.” Sonra şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Şüphesiz Allah Teala, Ali’yi sizlere veli ve İmam tayin etti; O’nun itaatini herkese farz kıldı; hükmü geçerli, sözü ise câizdir (Allah tarafındandır). Kim ona muhalefet ederse (karşı gelirse,) mel’undur; kim de onu tasdik ederse, rahmete uğramıştır.”

11- Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Meveddet”te Ahmed’in “Menakıb”ından, o da İbn-i Abbas’tan öyle bir rivayet naklediyor ki, hilafetin yanı sıra Hz. Ali (a.s)’ın birçok özel faziletlerini de içermektedir. Onların her biri tek başına onun hilafetini ispatlamaya yeterlidir. Bu yüzden beylerin izniyle, hüccetin tamamlanması için hadisin hepsini aktarmak istiyorum.

Saygı değer beyler, bilin ki Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in risalet makamından sonra, en üstün makam Hz. Ali (a.s)’ın makam ve mertebesidir. Velhasıl, İbn-i Abbas Resul-u Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyor:

“Ya Ali! Sen havuzumun ve bayrağımın sahibi, kalbimin habibi, benim vasim, ilmimin varisi ve halifemsin. Sen benden önceki peygamberlerin mirasının emanetçisisin. Sen Allah’ın yeryüzündeki emini ve bütün insanlara hüccetisin; Sen imanın rüknü ve İslam’ın bekçisisin. Sen karanlığın meşalesi, hidayetin nuru ve dünya ehli için yükseltilmiş nişanesin.

Ya Ali! Kim sana uyarsa, kurtulmuştur; kim de senden yüz çevirirse, helak olmuştur. Açık yol sensin; sırat-i müstakim sensin; ak yüzlülerin lideri ve müminlerin sultanı sensin. Ben kimin mevlası isem, sen de onun mevlasısın; ben bütün mümin erkek ve kadınların mevlasıyım. Seni ancak helalzade sever ve sana yalnızca haramzade düşman olur. Allah Teala beni miraca götürdüğünde şöyle buyurdu: “Ya Muhammed! Ali’ye benden taraf selam söyle ve ona bildir ki, o benim dostlarımın İmamı ve bana itaat edenlerin nurudur.” Bu keramet ve makam sana mübarek olsun ya Ali!”

12- Harezm hatiplerinin en üstün hatibi Ebu’l- Mueyyid Muvaffakuddin “Fezail-u Emir’ul- Müminin” (a.s) adlı kitabının 240. Sayfasının (1313 H.K tarihli baskısı) 19. bölümünde, kendi senetleriyle Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyor:

“Miraçta Sidret’ul- Müntehaya ulaştığımda bana şöyle hitap edildi: ‘Ey Muhammed! İnsanları imtihan ettin mi? Onların içerisinde en itaatkar kimi buldun?’ Ben de cevaben; ‘Evet, imtihan ettim; onların içerisinde en itaatkar Ali’yi buldum’ dedim. Allah Teala buyurdu ki; ‘Doğru söyledin ya Muhammed!’ Sonra şöyle buyurdu: ‘Senin hedeflerini insanlara ulaştıracak, benim kitabımdan kullarımın bilmediklerini onlara öğretecek bir halife kendine seçtin mi?’ Ben şöyle arz ettim: ‘Ey Rabbim! Sen kimi seçsen, ben de onu seçeceğim.’ Allah Teala buyurdu ki: ‘Ali’yi senin için halife ve vasi seçtim; ilim ve hilmimden O’na bağışladım. O, müminlerin gerçek olan emridir (Emir’ul- Müminin’dir); ne geçmişte bir kimse onun makamına ulaşmış ve ne de gelecekte bir kimse onun makamına ulaşacaktır.”

Bu çeşit hadisler, sizin muteber kitaplarınızda çoktur. Ben onlardan ancak aklımda kalabilenleri aktardım. Bu şekilde Cenab-ı Hafız bilsinler ki biz konuyu dallandırıp budaklandırmıyoruz. Aksine gerçeğin ta kendisini söylüyoruz. Sizin insaflı büyük alimleriniz de bunu aynen tasdik etmişlerdir. Onlardan biri Nezzam-i Besri’dir. Selahattin Safdi “Vafi bi’l- Vefeyat”da Elif harfinde Mütezili Nezzam diye tanınan İbrahim bin Seyyar bin Hani el-Besri’nin biyografisinde onun şöyle dediğini nakletmiştir:

“Resulullah (s.a.a), Ali’nin İmamlığını (halifeliğini) açıkça ilan etti; sahabe de bunu bilmiş oldu. Ama Ömer (r.z) Ebubekir (r.z)’ın hatırı için bunu sakladı.”

Maalesef biz Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in zamanında yaşamadık. Bugün hak yolu bulmak için Kuran’ın ayetlerine ve her iki fırkanın (Şii ve Sünni) kabul ettiği sahih hadislere başvurmak zorundayız. Her kim, Kur’an Kerim’in ayetleri ve Resul-u Ekrem (s.a.a)’in de mütevatir hadisleriyle, ilim ve yüce erdemlerle diğer insanlardan öne geçirilip üstün tanıtılmışsa, bizim de onu kendimize önder bilip ona uymamız gerekir.

Sizin muteber kitaplarınızda geçen hadislerde –Hz. Ali’nin imameti hususunda- hilafet, velayet ve vesayet (vasilik) lafızları oldukça geçmiştir. Bunlara ilaveten, geçen akşamlar değindiğimiz gibi, Hz. Ali (a.s), nübüvvet hariç diğer bütün üstünlük ve özelliklerde, Hz. Peygamber (s.a.a) ile ortaktı ve ümmetin hepsinden daha üstündü. Kuran’ın ayetleri ve birçok mütevatir hadislere göre, insanlar içerisinde hiç kimse O’nun faziletlerinin onda birine, hatta binde birine bile ulaşmış değillerdir.

Nitekim Hatib-i Harezmi “Menakıb”da İbn-i Abbas’tan, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş- Şafii “Kifayet’ut- Talip”de, Sibt bin Cevzi “Tezkire”de, İbn-i Sabbağ el-Maliki “Fusul’ul- Mühimme”de, Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Meveddet”te, Mir Seyyid Ali Hemedani “Meveddet’ul- Kurba”nın 5. Meveddesinde ikinci halife Ömer bin Hattab’tan Resul-u Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştirler:

“Eğer ağaçlar kalem, denizler mürekkep, cinler hesap eden ve insanlar da yazıcı olurlarsa, yine de Ali bin Ebi Talib’in faziletlerini sayamazlar.”

Binaenaleyh Hz. Ali (a.s) hilafet makamına ve Resulullah (s.a.a)’in vasisi olmaya herkesten daha evla ve daha layıktır.

Şeyh Yeniden Devreye Giriyor

Şeyh Abdusselam: (Hafız Muhammed Raşid’e dönerek:) Müsaade edin biraz da ben konuşayım; bu arada siz de nefes alıp istirahat ediniz. Sonra bana dönerek dedi ki:)

Kıble sahip (alicenap)! Biz asla Mevla’mız Ali (k.v)’nin faziletlerini inkar etmiyoruz. Ama faziletleri O’nunla sınırlandırmak da akıl kârı değildir. Çünkü Hulefa-i Raşid’in (r.z) Peygamber’in has sahabelerinden olup her birisi fazilet sahibi ve eşittiler. Siz hep tek taraflı konuşuyorsunuz. Bu da mecliste olanlar ve olmayanları yanıltabilir; durumun sizin buyurduğunuz şekilde olduğunu zannedebilirler. İzin verirseniz hakkın saklı kalmaması için onların faziletlerini anlatan hadislerden bazılarını aktarayım.

Davetçi: Bizim insanlara özel bir bakışımız yoktur. Biz sadece akıl, mantık ve ilme tabiiyiz. Tek taraflı da konuşmuyoruz. Kuran’ın ayetleri ve her iki fırkanın (Şii ve Sünni) kabul ettiği apaçık sahih hadisler bizlere tek taraflı gösteriyor. Sahabe konusuna gelince; Allah şahittir ki, cahilce bir sevgi ya da nefret işin içinde yoktur. Taassuba hiçbir zaman kapılmadım ve kapılmayacağım da. Burada muhterem beylerden ricam, benim taassuba kapıldığımı; akıl, mantık ve delil dışı bir söz söylediğimi gördüklerinde beni uyarmalarıdır. Bundan da çok mutlu olurum.

Kimse Sahabelerin Faziletlerini İnkar Etmiyor

Eğer her iki tarafın (Şii ve Sünni) kabul ettiği hadisleri beyan ederseniz, canı gönülden kabul ederim. Ben pâk sahabelerin faziletlerini inkar etmiyorum. Mutlaka her birinin kendi yerinde faziletleri vardır. Ama, her iki fırkanın da üzerinde ittifak ettiği ümmetin en faziletlisini (üstününü) bulmak gerekir. Biz fazıl (faziletli) üzerinde konuşmuyoruz. Çünkü füzela (faziletliler) çoktur. Resul-u Ekrem (s.a.a)’den sonra ümmetin en faziletlisinin kim olduğunu bulmalıyız ki aklın ve naklin (ayet ve hadislerin) hükmüne göre onu önde bilip ona uyalım.

Şeyh: Sizin amacınız yan çizmektir. Çünkü sizin kitaplarınızda, halifelerin fazileti hakkında istidlal edilecek bir hadis dahi bulunmamaktadır. Durum böyleyken nasıl her iki tarafın kabul ettiği hadisleri delil getirebiliriz?

Davetçi: Bu sizin sorununuzdur. Neden ilk akşam kitapları iyi okumadan konuşmaya başladınız? Aklınızdaysa bu teklifi ilk akşam Cenab-ı Hafız (sellemehullah) sundu ve dedi ki; “İstidlallerimiz, sohbetimiz boyunca Kuran’ın ayetleri ve her iki tarafın kabul ettiği hadislerden olsun.” Ben de sizin muteber kitaplarınızı iyice okuduğum için teklifi kabul ettim. Kendinizin ve mecliste bulunanların şahadetiyle, konuşmamızın başından şimdiye kadar bu anlaşmanın dışına çıkmadım. Şimdiye kadar hep sizin alimlerinizin muteber kitaplarında nakledilen sahih hadisleri ve Kuran’ın ayetlerini delil olarak getirdim. Bu sohbetler devam ettiği sürece inşaallah bu anlaşmanın dışına çıkmayacağım.

Bu anlaşmayı yaptığınız zaman, böyle bir sorunla karşılaşacağınızı tahmin etmiyordunuz galiba. Ama ben, anlaşmayı bahane edip de sizleri zor durumda bırakmak istemiyorum. Sizin için tek taraflı sahih hadislerinizi, sahte ve uyduruk olmamak; akli ve nakli delillere (ayet ve hadislere) uygun olması şartıyla dinlemeye hazırım. Sonra oturup insaflı bir şekilde adilce hüküm verelim, eğer bunlar Hz. Ali (a.s)’ın faziletlerinin çokluğu karşısında duracak olurlarsa kabul edelim.

Şeyh: Hilafetle ilgili hadisler naklettiniz; ama Ebu Bekir’in hilafeti hakkında, sizin gafil olduğunuz bu çeşit birçok hadisler vardır.

Davetçi: Sizin Zehebi, Süyuti ve İbn-i Ebi’l- Hadid. gibi büyük alimlerinizin kendileri demişlerdir ki; Emevi ve Bekriler Ebu Bekir’in faziletleri hakkında birçok hadisler uydurmuşlardır. Bunu göz önüne alarak o çok dediğiniz hadislerden bir tanesini örnek olarak söyleyin de insaflı ve taassupsuz hakimler hüküm versinler.

Ebu Bekir’in Fazileti Hakkında Hadisin Nakledilmesi ve Onun Sahte Olduğuna Dair Yanıt

Şeyh: Ömer bin İbrahim bin Halid, İsa bin Ali bin Abdullah bin Abbas’tan, o da babasından, o da dedesi Abbas’tan şu muteber hadisi naklediyorlar: Resulullah (s.a.a) o büyük şahısa (Abbas’a) şöyle buyurdu:

“Ey amca! Şüphesiz ki Allah Teala, Ebu Bekri Allah’ın dinine halifem yaptı. Öyleyse onu dinleyin ve kurtuluşa ermeniz için ona itaat edin!”

Davetçi: Hadis tek taraflı olmasına rağmen merdut (reddedilmiş) olmasaydı, üzerinde konuşurduk.

Şeyh: Nasıl merduttur? Siz bütün meseleleri, lafla düzeltmek istiyorsunuz!

Davetçi:Yanılıyorsunuz! Biz laf ehli değiliz; aksine amel ehliyiz. Bu hadisi biz reddetmedik. Bunu sizin büyük alimleriniz reddetmiştir. Onlara göre bu hadisi nakleden raviler, yalancı ve sahtekardırlar. Bu yüzden hadisi batıl bilip muteber kabul etmiyorlar. Zehebi “Mizan’ul- İ’tidal”da İbrahim bin Halid’in biyografisinde ve Hatib-i Bağdadi “Tarih-i Bağdadi”de Ömer bin İbrahim’in hal tercümesinde “O, kezzap (yalancı)’dır” diye yazıyorlar.

Şeyh: Sahih bir hadiste, güvenilir sahabelerden Ebu Hureyre (r.z) şöyle naklediyor: Cebrail, Peygamber (s.a.a)’e nazil olarak şöyle arz etti:

“Allah sana selam gönderiyor ve buyuruyor ki, ben Ebu Bekir’den razıyım; ondan sor acaba o da benden razı mı?!”

 Davetçi: Şunu iyi bilmek gerekir ki, hadisleri naklederken aklın kınamasına maruz kalmamak için çok dikkatli olmalıyız. Ayrıca şu noktayı da hatırlatmak istiyorum: Büyük alimlerinizden İbn-i Hacer “İsabe”de, İbn-i Abdulbirr “İstiab”da Ebu Hureyre’nin kendisinden Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyorlar:

“Benim adıma yalan söyleyenler çoğaldılar. Kim bilerek benim adıma yalan söylerse onun yeri cehennem ateşidir. Ne zaman benden size bir hadis gelirse, onu Kuran’la karşılaştırın.” (Yani Kuran’a uyarsa kabul edin, uymazsa reddedin.)

Yine Fahri Razi Tefsir-i Kebir’in 6. cildinin 371. sayfasında her iki fırkanın da kabul ettiği bir hadisi Resulullah (s.a.a)’den şöyle naklediyor:

“Benden size bir hadis nakledildiği zaman, onu Allah’ın kitabına sunun. Eğer ona uyarsa kabul edin, aksi takdirde reddedin.”

Büyük alimlerinizin kendi kitaplarında yazdıkları gibi Resulullah (s.a.a)’in adına yalan hadis uyduranlardan birisi de kendisinden hadis naklettiğiniz işte bu Ebu Hureyre’dir. Boşuna ona güvenilir dediniz.

Şeyh: Sizin gibi alim, mübelliğ ve Resulullah’ın soyundan gelen birinden, Resulullah (s.a.a)’in sahabelerini kötülemeyi doğrusu beklemiyorduk.

Davetçi: Sahabe kelimesini kullanarak beni korkutmaya çalışmayın. Sahabe olmayı yalnız başına şeref ve fazilet sebebi bilmek hatadır. Resul-u Ekrem (s.a.a)’e sahabe olmak o zaman insana şeref ve fazilet kazandırır ki, Peygamber’e karşı muti ve itaatkar olsun. Ama eğer Peygamber’in emir ve düsturlarına aykırı hareket eder, heva ve heveslerine tabi olursa, kesinlikle o insan reddedilmiş, hatta mel’un ve elemli bir azaba müstahak da olur.

Kuran’ın, fısklarına ve cehenneme gireceklerine şahadet verdiği münafıklar, acaba Resulullah (s.a.a)’in sahabelerinden değiller miydi? Oysa münafıklar lanetlenmiş ve ateş ehlidirler.

Ebu Hureyre’nin de o reddedilmiş melunlardan olup cehennemlik olduğuna şaşırmayın!

Şeyh: Öncelikle onun reddedilmiş olduğu belli değildir. Bazılarının onu reddettiğini farz etsek bile, bu onun ateş ehli olduğuna delil olamaz? Acaba her reddedilen (merdut) mel’un ve ateş ehli mi olur? Kuran’ın açık hükmü ve Peygamber’in sözüyle lanetlenmiş olan ancak mel’un olur.

Ebu Hureyre’nin Kimliği ve Yerilmesi

Davetçi: Ebu Hureyre’nin reddedilmişliğine dair güneşten daha aydın birçok deliller vardır. Bunu büyük alimleriniz de tasdik etmişlerdir. Onun reddedilmiş (merdut) olduğuna dair delillerden birisi, Resulullah (s.a.a)’in diliyle lanetlenmiş Muaviye bin Ebi Süfyan’ın, münafıkların ve ikiyüzlülerin yanında yer almasıdır. Çünkü Sıffin’de namazları Emir’ul- Müminin Hz. Ali (a.s)’ın peşinde kıldığı halde, Muaviye’nin yağlı sofrasının başından da eksik olmuyordu. Zemahşeri “Rebi’ul- Ebrar”da, İbn-i Ebi’l- Hadid “Şerh-u Nehc’ul- Belağa”da ve daha başkaları şöyle naklediyorlar:

Ondan bu iki farklı hareketinin sebebi sorulduğu zaman şöyle diyordu: “Muaviye’nin muzeyresi[8] ve yemeği daha yağlıdır, Ali’nin arkasında namaz kılmak ise efdaldır” Bu yüzden Ebu Hureyre “Şeyh’ul- Muzeyre” diye meşhur olmuştur.

Hz. Ali Kur’an ve Haktan Ayrılmaz

Halbuki (Şia alimlerinin ittifakın yanı sıra) Şeyh’ul- İslam Himvini “Feraid”in 37. babında, Harezmi “Menakıb”da, Taberani “Evset”te, Genci-yi Şafii “Kifayet’ut- Talip”te, İbn-i Kuteybe “el-imamet ve’s- Siyaset”in 1. cildinin 68. sayfasında, imam Ahmed bin Hanbel “Müsned”de, Süleyman Belhi “Yenabi’ul- Meveddet”te, Ebu Ya’la “Müsned”de, Muttaki-yi Hindi “Kenz’ul- Ummal”ın 6. cildinin 157. sayfasında, Said bin Mensur “Sünen”de, Hatib-i Bağdadi “Tarih-i Bağdadi” diye meşhur olan kitabının 14. cildinin 321. sayfasında, Hafız bin Merduye “Menakıb”da, Semani “Fezail’us- Sahabe”de, imam Fahr-i Razi “Tefsir-i Fahr-i Razi”nin 1. cildinin 111. sayfasında, Ebu’l- Kasım Hüseyin bin Muhammed (Rağib-i İsfehani) “Muhazırat’ul- Üdeba”nın 2. cildinin 113. sayfasında vs. alimleriniz Ebu Hureyre’nin kendisinden ve diğerlerinden Resul-u Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyorlar:

“Ali hak iledir ve hak da Ali’yle; Ali neredeyse hak da oradadır.”

Bu hadis, Ebu Hureyre’nin bu hadisi gördüğü halde Hz. Ali (a.s)’ı bırakıp Muaviye’nin etrafında dönmesi, onun merdut (reddedilmiş) olduğunu göstermiyor mu?

Muaviye’nin kötü amel ve zulümlerini görüp de susan ve dünyevi menfaatleri için karnını doyurmak ve makam sahibi olmak için o melunun meclisinde oturarak ona yardımcı olan merdut (reddedilmiş) değil midir?!

Hakim-i Nişaburi “Müstedrek”in 3. cildinin 124. sayfasında, imam Ahmed bin Hanbel “Müsned”de, Taberani “Evset”te, Şafii Fakihi İbn-i Meğazili “Menakıb”ta, Muttaki Hindi “Kenz’ul- Ummal”ın 6. cildinin 153. sayfasında, Şeyh’ul- İslam Himvini “Feraid”de, İbn-i Hacer-i Mekki “Savaik”in 74. ve 75. sayfalarında, Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Meveddet”te, Celalettin Süyuti “Tarih’ul- Hulefa”nın 116. sayfasında, imam Ebu Abdurrahman Nesai “Hasais’ul- Aleviyye”de ve daha başka büyük alimleriniz Ebu Hureyre’nin kendisinden Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyorlar:

“Ali Kur’an’ladır ve Kuran da Ali iledir. Bunlar havuzun başında bana gelinceye kadar asla birbirlerinden ayrılmazlar. Ali bendendir, ben de Ali’denim. Kim ona sebbederse (kötü söz söylerse), şüphesiz bana sebbetmiştir ve kim bana sebbederse, şüphesiz Allah’a sebbetmiştir.”

Bununla birlikte, Muaviye (aleyh’il- haviye)’nin açıkça hatta minber ve Cuma namazlarında Hz. Ali’ye, Hz. Hasan’a ve Hz. Hüseyin’e lanet edilmesine seyirci olan, bütün minber ve meclislerde Hz. Ali (a.s)’a lanet edilmesini görüp susan, bununla da kalmayıp Muaviye ve benzeri lanetliler ile oturup kalkan ve onların yaptığına sevinen bir şahıs merdut değil de nedir?

Onlarla muaşeret etmenin yanı sıra, hadisler uydurarak onlara yardımcı olan ve halkı Hz. Ali’nin aleyhine kışkırtan ve O Hazrete lanet etmeye zorlayan bir şahıs merdut değil midir?

Şeyh: Temiz sahabenin hadis uydurarak halkı Ali (k.v)’e lanet etmeye ve kötü söz söylemeye teşvik etmesi iftiralarını kabul etmemiz makul mu? Bu çeşit iftiralar Şiilerin iftiralarından değil midir?

Davetçi: Temiz sahabelerin böyle bir şeyi yapmaları tabii ki akılcı değil. Ama eğer sahabelerden biri böyle bir şeyi yapmışsa, bu kesinlikle onun temiz olmadığını gösteriyor ve o münafık, merdut ve melundur.

Allah’a ve Peygamber’e sebbeden (kötü söz söyleyen) kesinlikle merdut, melun ve cehennemliktir. Şii alimlerinin ittifakının yanı sıra sizin büyük alimlerinizin de naklettiği açık birçok hadiste Resul-u Ekrem (s.a.a) şöyle buyuruyor:

“Kim Ali’ye sebbederse, bana ve benim Allah’ıma sebbetmiştir.”

Böylesi iftiralar Şiilerin uydurmalarıdır sözüne gelince; yanıldığınızı hemen söyleyeyim. Bizi, kendi bazı alimleriniz gibi tasavvur etmeyin. Çünkü sizin öyle alimleriniz var ki, hedeflerine ulaşmak için Şiilere iftira atıyor, yalanlar uyduruyor, gerçeklerden haberi olmayan insanları (avam halkı) yoldan çıkarıyorlar. Kıyametten ve Allah’ın mahkemesinden de korkmuyorlar.

Şeyh: Siz, eğer Resulullah (s.a.v)’in yüce sahabelerine hadis uydurma iftirasında bulunuyorsanız, doğal olarak İslam’ın iftiharları olan Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bilgili alimlerini de kötüleyeceksiniz tabii. Aslında siz Şiilerin en büyük hüneri, büyükleri kötülemek, onlara iftira atmak ve onlara sövmektir.

Davetçi: Bu çeşit sözleri bize nispet vermekle haksızlık yapıyorsunuz. 1400 yıldır (Şii ve Sünnilerin yazdıkları) tarih kitapları, sizin söylediklerinizin aksine şahadet ediyorlar.

Şiilerin, Muhaliflerin Karşısındaki Mazlumiyeti

İslam’ın başlangıcından ve Emevilerin ortaya çıkışından bugüne kadar sürekli olarak tertemiz Ehl-i Beyt’in Masum İmamlarına ve mazlum Şialarına lanet etmek, sövmek ve iftirada bulunmak, Müslümanların siyasi oyunbazlarının (Sünni adına yani Emevi Sünnet ve Cemaatin takipçilerinin) yaptığı şeylerdir. Gerçeklerden haberi olmayanları aldatmak, tefrika çıkarmak ve Müslümanların arasına ihtilaf sokmak için, seçkin alimleriniz muteber kitaplarında mazlum Şialara yüzlerce iftira atmış ve boynuzlu yalanlar uydurmuşlardır. Şiilere Rafızi, kafir, müşrik ve gali demiş ve onlara sövüp lanet etmişlerdir; onların önderlerini de, her şeyden habersiz temiz kalpli Sünni kardeşlerin gözünden düşürmüş ve nefret ettirmişlerdir.

Şeyh: Hangi Sünni alim kitabında Şiilere iftira atıp onlar için yalan söylemiştir? Bunu ispat edemediğiniz takdirde kesinlikle mahkum olurusunuz. Bizim alimlerimiz ne yazıp söylemişlerse, gerçek söylemişlerdir. Şiiler fasit inanç ve amellerini bir kenara bıraksınlar da rahat etsinler ve onları böyle eleştirmesinler.

Sünni Alimlerin Şialara Attıkları Yalanlar

Davetçi: Büyük alimlerinizin Şiilere attıkları binlerce iftira ve yalandan bazılarını, bu muhterem mecliste gerçeklerden habersiz insanların aydınlanması için aktarmaya beni mecbur ettiniz. Hüküm vermeyi de Müslümanların temiz ruh ve aydın kalplerine bırakıyorum.

İbn-i Abdurabbih’in Şiilere Attığı İftiralar

Sizin iftiharınızdan olan edebi alimlerinizden Şahabuddin Ebu Ömer Ahmed bin Muhammed bin Abdurabbih Kurtubi el-Endulusi el-Maliki (Ö: 328 h.k Kurtup’ta ölmüştür) “Ikd’ul- Ferid” adlı kitabının 1. cildinin 269. sayfasında öz İslam’a sahip olan imanlı ve muvahhid Şiilere “Ümmetin Yahudileri” diyor ve şöyle devam ediyor: “Yahudiler nasıl Hıristiyanlara düşman iseler, Şiiler de aynı şekilde İslam’a düşmandırlar.” O bu şekilde Şiilere birçok iftiralarda bulunmuştur.

Örneğin diyor ki: “Şiiler, Yahudiler gibi üç talaka inanmıyorlar ve talaktan sonra iddetin olmadığını söylüyorlar.”

Mecliste bulunan muhterem Şiiler, hatta Şiilerle irtibatta olan siz Sünniler, İbn-i Abdurabbih’in bu iftiralarına gülmüyor musunuz? Bizim bütün fıkıh kitaplarımız ve ameli risalelerimizde (Tevzih’ul- Mesaillerde) üç talak’ın hükümleri, talaktan sonra iddet beklemenin yolları genişçe ele alınmıştır. Şiilerin talaktaki amelleri ve talaktan sonra iddet beklemeleri, edepten uzak olan bu edibin (İbn-i Abdurabbih’in) yalanına en büyük delildir.

Yine şöyle diyor: “Şiiler Yahudiler gibi Cebrail’e düşmandırlar. Çünkü vahyi Ali’ye getireceğine Peygamber’e getirmiştir!!” (Mecliste bulunan Şiilerin gülmesi.) Görüyorsunuz ki, burada bulunan Şiiler böyle saçma sapan sözleri duyunca gülüyorlar; nerede kaldı ki ona inanmış olsunlar.

O (İbn-i Abdurabbih), eğer Afrika’da girdiği kabuğundan sıyrılıp dışarı çıksaydı veya Şiilerin yazdığı kitapları okuma zahmetine katlansaydı, utanır ve böyle bir iftirayı yapmazdı. Belki de gerçekleri bilmeyenleri kandırmak ve Müslümanlar arasında ihtilaf çıkarmak için kasıtlı olarak böyle yapmıştır.

Biz Şiiler, Hz. Muhammed-i Mustafa Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’i hak üzere gelmiş peygamber olarak biliyor ve diyoruz ki; ona (s.a.a) nazil olan vahiyde asla hata ve yanlışlık olmamıştır. Biz, Cebrail-i Emin’in makamını o şahsiyetsiz adamın tasavvur ettiğinden daha yüce biliyoruz. Biz O Ali bin Ebi Talib’e inanıyoruz ki, Cebrail, (İlahi vahyin emini) O’nu, Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in halifesi ve varisi olarak tanıtmıştır.[9]

Yine şöyle diyor: “Şiiler, Yahudiler gibi Peygamberin sünnetine amel etmezler. Birbirlerini gördüklerinde Selam’un Aleykum’un yerine “Sam’un alekum” (Ölüm sana olsun) derler.” (Şiilerin kahkahayla gülmeleri.)

Şiilerin birbirlerine ve siz Sünni kardeşlere olan davranışları onun yalanına en büyük delildir. Bundan daha saçma başka bir söz daha diyor: “Şiiler, Yahudiler gibi Müslümanların kanını ve malını helal biliyorlar.”

Sizin kendiniz Şiilerin amellerini görüyor ve onlara şahitsiniz. Biz, bırakın Müslümanların can ve malını, kafirlerin bile can ve malını helal bilmiyoruz.

Şii mezhebinde kul hakkı ve insanı öldürmek, büyük günahlardan sayılmaktadır. Bütün bunlar, sizin büyük alimlerinizden sadece birinin söylediği bazı sözlerdi. Meclisin zamanı, onun böylesi saçma sapan sözlerini aktarmaya elvermediğinden bununla yetiniyorum.

İbn-i Hazm’ın İftiraları

Büyük alimlerinizden Ebu Muhammed Ali bin Ahmed bin Said bin Hazm el-Endülüsi (Ö: 456 h. k.) “el-Fasl-u fi’l- Milel-i ve’n- Nihal” adlı meşhur kitabında Şiilere hakaretlerle birlikte onlara tuhaf yalan ve iftiralar atmıştır. Özellikle kitabın birinci cildini okuduğunuzda göreceksiniz ki açıkça; “Şiiler, Müslüman değildir; aksine kafir ve yalancıdırlar; onlar Yahudilik ve Hıristiyanlıktan kaynaklanmaktadırlar.” diye saçmalamaktadır.

4. cildinin, 182. sayfasında da şöyle diyor: “Şiiler, dokuz kadınla evlenmeği câiz biliyorlar.”

Bu yalancı adamın yalan ve iftiralarına en büyük cevap; Şiilerin asırlar boyu yazdıkları delilli fıkhi kitapları ve ilmi risaleleridir. Onların hepsinde dört kadından fazlasını daimi olarak nikahlamanın haram olduğu yazılmıştır. Şiilerin irfan ehli fakih ve alimleri bir kenarda dursun, çöldeki cahilleri bile böyle bir cevazın olmadığını çok iyi biliyorlar.

Eğer o kitabı okursanız, Şiilere attıkları iftira, yalan, küfür ve kötü nispetlerinden dolayı utanıp yere girmiş olursunuz. Örnek için bu kadarı yeterli görüyorum.

İbn-i Teymiyye’nin İftiraları

Alimlerinizin içinde en hayasızı, belki de en dinsizi Ahmed bin Abdulhalim Hanbeli yani İbn-i Teymiyye’dir. (Ö: 728 h.k.) İbn-i Teymiyye’nin Şiilere, özellikle Mevlamız Emir’ul- Mü’minin Hz. Ali (a.s.)’a ve Resulullah (s.a.a.)’in pak itretine (Ehl-i Beytine) karşı büyük bir kin ve düşmanlığı vardı.

Onun “Minhac’us- Sünne” kitabını okuyan herkes şaşırıp kalıyor. Öyle şiddetli bir düşmanlığı vardı ki, Mevlamız, Emir’ul- Mü-minin Hz. Ali (a.s.) ve O’nun Ehl-i Beyti hakkındaki bütün açık nasları (ayet ve hadisleri) ve yüce faziletleri inkar edip yalanlıyor. Mazlum Şialara öyle yalan ve iftiralar atıyor ki bunları duyanın aklı duruyor. Eğer onların hepsine tek tek cevap vermeye kalksam, bu meclislerin günlerce uzaması gerekir. Sözü uzatmamak için birkaç örnekle yetineceğim. Böylece sayın Şeyhim bilsinler ki yalan ve iftira atmak, Şii alimlerinin değil bazı Sünni alimlerinin özelliklerindendir. Şaşılacak şey şu ki, Şiiler hakkında söylediği onca yalandan sonra, gerçeklerden haberleri olmayanları kandırmak için, 1. cild sayfa 15’de bir de diyor ki; “Kıble ehlinden hiç biri Şiiler kadar yalan söylemiyor. Bu yüzden sihahları yazanlar onlardan hadis nakletmemişlerdir!?”

10. cidin 23. sayfasında da şöyle diyor: “Şiiler usul-u dinin dört tane olduğuna inanıyorlar: Tevhid, Adalet, Nübüvvet, İmamet.”

Şiilerin kelami (akaitle ilgili) kitapları, herkesin elinin ulaşacağı yerdedir. Onlarda yazılan ve geçen akşamlarda bizim de söylediğimiz gibi Şiiler usul-u dinin üç tane olduğuna inanıyorlar. Bu üçü: Tevhid, Nübüvvet ve Mead’dır. Adalet Tevhidin, İmamet de Nübüvvetin bir parçasıdır.

1. cildin, 131. sayfasında da şöyle diyor: “Şiiler camilere önem vermezler. Camileri bomboştur. Ne Cumaları camide kılarlar, ne de cemaat namazları vardır. Eğer bazen namaz kılsalar da cemaatla değil, tek başlarına kılarlar.” (Şiilerin kahkahayla gülmeleri.)

Sayın Şeyhim, siz ve burada olan ve olmayan Sünni kardeşler, Şiilerin camilerinin dopdolu olduğunu görmediniz mi? Cemaatla kılınan namazları görmediniz mi? Şiilerin merkezi olan İran ve Irak’ta, her şehirde cemaat namazlarının kılınması için birçok büyük camileri yok mu?

Hangi köye giderseniz gidin orada bir caminin olduğunu görürsünüz. Mübarek Ramazan ayından ilave, her gün sabah akşam namazlarını cemaatle camilerde kılarlar.[10]

Siz alimler, Şiilerin fıkh-i istidlali kitaplarına, alim olmayan Sünni kardeşler de ilmi hal kitaplarına bakacak olursanız, göreceksiniz ki camiye gitmek ve cemaatla namaz kılmak hakkında ne kadar çok sevap nakledilmiştir. Camilerde kılınan namazın sevabı evde kılınan namazın sevabından kat kat fazla olduğu yazılmıştır. Bu yüzden Şiiler ellerinden geldiğince namazlarını camilerde, cemaatla kılmaya özen gösterirler. Böylece bu yalancı ve saygısız şahsın (İbn-i Teymiyye) Şiiler hakkında nasıl da yalanlar uydurduğunu anlamış olursunuz.

Yine aynı sayfada diyor ki, Şiiler diğer Müslümanlar gibi Hacca gitmezler. Onların haccı kabirleri ziyaret etmektir. Kabirlerin haccının sevabını Allah’ın evinin haccından daha fazla kabul ederler. Hatta kabirlerin haccına gitmeyenlere lanet ederler. (Şiilerin gülüşmesi.)

Eğer Şiilerin ibadetle ilgili risale ve kitaplarını açacak olursanız, Kitab’ul- Hac (Hac kitabı) adında bu ibadet için özel bölüm ayırdıklarını görmüş olursunuz. Şiilerin Hacda yapması gereken ameller için her Fakih (müçtehit) “Menasik-i Hac” adlı kitaplar yazmışlardır; o kitaplarda Masum İmamlar (a.s.)’dan da hac konusunda hadisler nakletmişlerdir. O hadislerin bazısında şöyle geçmektedir:

“Maddi imkanı olup da, Allah’ın evinin haccını terk eden bir Müslüman (Sünni olsun, Şii olsun), İslam’ın hattından çıkmıştır; öldüğü zaman ona denilecek ki: Hangi din üzerine ölmek istersin; Yahudi olarak mı, Hıristiyan olarak mı, yoksa Mecusi olarak mı?”

Böyle emirler karşısında, Şiilerin Allah’ın evini haccetmeyi terk etmelerini akıl kabul eder mi? Gidin İmamlar (a.s.)’ın kabirlerini ziyaret eden dağ başındaki cahil bir köylüden, hac amelinin nerede yerine getirilmesi gerektiği hakkında soru soracak olursanız; Mekke-i Muazzama’da diye cevap almış olursunuz.

Ama Allah’tan haberi olmayan bu şahıs, bunlara ek olarak bir de kalkıp Şii’nin iftiharlarından Şeyh Mufid diye meşhur olan Şeyh Muhammed bin Muhammed bin Nu’man Mufid’e iftira atarak diyor ki; “Onun Menasik-i Hacc’il- Meşahid (Kabirlerin Haccının Menasik'i) adında bir kitabı vardır.” Halbuki Şeyh Mufid’in “Menasik’uz- Ziyaret” adında herkesin elinde olan bir kitabı vardır. Bu kitapta Masum İmamlar (a.s.)’ın mukaddes mezarları ziyaret edildiği zaman diğer ziyaretler gibi bu ziyarete ait adaplar yazılmıştır.

Mezar (ziyaret) kitaplarını okuduğunuz zaman, kitabın ilk başında yazıyor ki; “Müstahap (farz değil) ibadetlerden birisi de, Peygamber-i Ekrem (s.a.a.) ve Masum İmamlar (a.s.)’ın mukaddes kabirlerini ziyaret etmektir.”

Allah’tan habersiz şahsın yalanına en büyük cevap, her yıl binlerce Şii’nin Allah’ın evine gidip hac amellerini yerine getirmeleridir. Şiiler hacdan döndükten sonra kendilerine “hacı” denilmesinden iftihar duyuyorlar. Şimdi bu yalancı şahsın ne kadar yalan düzmelerine bir bakın!

Yine 1. cildin 11. sayfasında şöyle diyor: “Şiiler köpeklerinin adını Ebu Bekir ve Ömer koyarak sürekli onlara lanet ediyorlar. Yani böylece Ebu Bekir ve Ömer’e lanet etmiş oluyorlar!! (Şiilerin gülüşmesi.)

Şiilere böylesine iftira atıp onlar hakkında yalan söyleyen bu şahsın inat, taassup ve dinsizliğine doğrusu insan şaşırıyor.

Halbuki, onun inancının tersine Şiilerin ahkâm ve hadis kitaplarının tümünde köpeğin ayn-ı necis olduğu yazılmıştır. Müslüman birinin evinde köpek olursa, o eve Allah’ın rahmetinin nazil olmayacağı bu kitaplarda yazılıdır. Şii Müslümanların birkaç yerin dışında köpek beslemeleri yasaklanmıştır. O birkaç yer, bazı özel şartlarla, şunlardır: Avcılıkta, ev ve hayvan sürülerini korumakta. Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in torunu Hz. Seyyid’üş- Şüheda Eba Abdillah’il- Hüseyin (a.s)’ın Yezid’e karşı kıyamının sebeplerinden birisi de onun köpeklerle oynaması ve yukarıda sayılan yerlerin dışında evinde köpek beslemesidir.

Şii veya Sünni Müslümanlardan biri söylenen yerlerin dışında evinde köpek beslerse, biz onu dini hususunda suçlar ve ona inancımız olmaz. Şii inancına göre, bir köpek bir evde serbest dolaşıyorsa, o ev necis olur. Bütün bunlar göz önüne alındığında, Şii birisinin kendi evinde köpek beslenmesi ve buna ilaveten kalkıp Resulullah (s.a.a)’in muhterem sahabelerinden bazılarının isimlerini onlara koyması veya onlara lanet etmesi düşünülemez?

Yazıklar olsun bu çeşit Müslümanlara. İnat ve taassuptan Allah’a sığınırız.

Siz, cahil de olsa bir Şii’nin böyle bir şey yaptığını gösterirseniz, biz bu şahsın söylediklerine teslim olacağız. Eğer gösteremezseniz (ki asla gösteremeyeceksiniz) öyleyse lanet edin böylesi mutaassıp inatçı insanlara ki, onlar alim etiketi altında gerçeklerden haberdar olmayan insanları aldatmakta ve Müslümanların arasına ihtilaf ve düşmanlık sokmaktalar.

O, kitabının ikinci cildinde de şöyle yazıyor: “Şiiler İmam Zaman’ı (Hz. Mehdiyi) bekledikleri için Samerra gibi bir çok yerlerde, gündüzleri bir at, katır veya başka bir binek hazırlayıp; ‘Bineğin hazırdır, herkes silahlı olarak seni bekliyor. Artık kıyam et’ diye İmamlarına seslenirler. Ve Ramazan ayının son günlerinde doğuya doğru dönüp kıyam etmesi için ayakta onu çağırırlar. Onların içinde öyleleri vardır ki, İmam gelirse, namazda olduğundan onu görememek ve hizmetinde bulunamamak korkusundan dolayı namazlarını terk ederler.” ( Şii ve Sünnilerin kahkahayla gülüşleri.)

Çölün bir köşesinde oturup saçmalayan bu adamın hadsiz hesapsız ve gülünç iftira ve yalanlarından daha çok, günümüz Mısırlı, Suriyeli vs. ülkeleri alimlerinin sözleri hepsinden daha şaşırtıcıdır. Bu alimler her yerde, Şiiler ile beraberlerdir. Özellikle ahalisinin hepsinin Ehl-i Sünnet kardeşlerin oluşturduğu Samerra şehrinde yer altındaki mukaddes odanın (Serdab) hizmetçilerinin bile tamamı Sünnidirler. Ama onlar bunu araştırmadan, büyük alimlerden sormadan İbn-i Teymiyye gibi şahısların saçma-sapan sözlerine uyarak böyle hurafe ve palavraları kendi kitaplarında yazmaktalar.[11]

Bunlar, Ehl-i Sünnet alimlerinin Şia toplumuna yaptıkları ihanet, boynuzlu yalan ve iftiralardan bazı örneklerdi. Eğer, İbn-i Hacer-i Mekki, Cahiz ve Kadı Ruzbehan gibi şahısların sözlerinin sadece fihristini anlatmaya kalkışırsam, geceler boyu zamanınızı almam gerekir. Başkalarına rehberlik yapmak isteyen böylesi alimlerin saçma-sapan sözleri ve palavralarıyla zamanınızı zayi etmek istemiyorum.

Şehristani’nin Yanıltmaları

Onların dünyaca ünlü nice kitapları var, ama ilmi yönden yazarı herhangi bir değere sahip değildir. Örneğin Muhammed Abdulkerim Şehristani’nin (Ö: 548 h.k) “Milel ve Nihal” adlı kitabı ünlü olmasına rağmen araştırmacı alimlerin gözünde beş paralık değeri yoktur.

Bu kitabı açıp okuduğunuzda Şiilere ne iftiralar atmamış ki?! Hz. Ali’ye tapmak, tenasüh ve teşbihten tutun, aklın ve şeriatın kabul etmediği ve Şiilerin ruhunun bile haberi olmadığı birçok hurafeyi Şialara nispet veriyor. Bu şahsın, gerçekleri anlama idrakinin olmadığı açıkça bellidir. Tarihi olaylar hakkında da her hangi bir bilgisi olmadığı açıktır. Dünyanın bir köşesinde oturmuş kim ne demişse, yeterli araştırma yapmadan başlamış hepsini yazmaya. Adını da “Milel ve Nihal” (Milletler ve İnançlar) koymuş!

İnsan, bu kitabın bazı yerlerindeki yalanları görünce, öteki bölümlerde yer alan sözleri de gözden düşüyor. Sonra, öteki bölümlerin yalan ve hayal ürünü olarak yazılmadığı nereden belli? diye düşünüyor insan. Okuyucuların, kitabın mahiyetini ve yazarının nasıl bir şahsiyete sahip olduğunu bilmeleri için sadece tarihi bir olayı örnek olarak aktaracağım: İsna Aşeriyye’nin (yani Şiilerin) durumunu anlatırken şöyle yazıyor:

“İmam Muhammed Taki’den sonra, mezarı Kum’da olan İmam Ali bin Muhammed Naki...”

Halbuki ister alim olsun ister cahil, ister dost olsun ister düşman, ister büyük olsun ister küçük, Hz. Hadi (İmam Ali Naki) (a.s)’ın mezar-ı şerifinin Samerra’da oğlu İmam Hasan Askeri (a.s)’ın yanında olduğunu herkes biliyor. Büyük bir haremi olup altından yapılmış büyük bir kubbesi de vardır. Kacar şahlarından Nasıruddin Şah onu tezhip etme iftiharına nail olmuştur.

Yeter, sözü fazla uzatmak istemiyorum. Bunlar binlerce örnekten biriydi. Artık sayın Şeyh; Şiiler yalan söylüyor, iftira atıyor, demesinler. Görüyorsunuz sizin kendi büyük alimleriniz bu işi yapıyorlar. Ebu Hureyre’ye iftira atıp hakaret etmediğimin bilinmesi için de, Ehl-i Sünnet’in büyük alimlerinin onun içyüzü hakkında yazdıkları sözlerden bazılarına değineceğim.

 


 

[1] - Bakara/285.

[2] - Bakara/253.

[3] - Tathir ayetinin meali: “Ey Ehl-i Beyt! Gerçekten Allah, ancak sizden ricsi (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.” (Ahzab/33)

[4] - Mâide/55.

[5] - Meryem/96.

[6] - Kitabın 9. celesesinde, Gazali’nin bu cümlesini, Gadir-i Hum hadisiyle beraber naklettik.

[7] - Yaklaşık üç kilogram olan bir ölçü kabı.

[8] - Muzeyre; Sütten yapılmış olan bir tür yemeğin ismidir. Bu yemek Muaviye’ye mahsustu.

[9] - Yıllar önce trenle, Kazimeyn’den Samerra’ya bir grup Şii ile birlikte gidiyorduk. Bizim bulunduğumuz vagonda Musullu bir grup şahıslar da vardı. Onlardan ikisi ehli Sünnet’in kadı ve alimiydiler. Daima bizi küçümsüyor, alay ediyor ve iftira atıyorlardı. Benim Arapça bildiğimden haberleri yoktu. İş bir yere vardı ki, kadı şöyle konuşmaya başladı:

“Bu Rafizilerin birçok fasit ahlak ve adetleri vardır. Tamamen bidatçı olup müşriktirler. Onların acayip bidatlarından biri şudur: Namazın selamını verdiklerinde ellerini üç kere havaya kaldırıp “Han’el- Emin” (Cebrail hiyanet etti) diyorlar.”

Yanındakiler sordular: “Emin kimdir? ve nasıl bir hiyanette bulunmuştur?”

Şeyh (alim) şöyle cevap verdi: “şiiler diyorlar ki; Peygamber (s.a.a), Ali ve Cafer Hira’da uyuyorlardı. Allah, nübüvvet vahyini Ali’ye götürmesi için Cebrail’i görevlendirdi. Ama Cebrail hiyanet edip vahyi Hatem’ul- Enbiya’ya verdi. Onun için bütün şiiler Cebrail’e düşmandırlar. Her namazdan sonra üç kere “Han’el- Emin” (Cebrail hiyanet etti.) derler. Yani vahyi Ali’nin yerine Hatem’ul- Enbiya’ya verdi.

Ben artık dayanamadım, şeyhe dedim ki: “Şeyhim, yalan ve iftira büyük günahlardan mıdır yoksa küçük günahlardan mı?” Dedi ki: “Büyük günahlardan.” Dedim ki: “Öyleyse bu ak sakalınla neden iki günah işleyip şiiler hakkında insanları yanıltıyorsunuz?” Büyük bir utanmazlıkla; “Ben gerçek ne ise onu söyledim” diye cevap verdi. Musullulardan; “Aranızda Farsça bilen var mı” diye sorduğumda birkaç kişi bildiklerini söylediler. Bunun üzerine konudan haberi olmayan şiilerden on veya on iki ziyaretçiyi yaşlı-genç olmak üzere tek-tek çağırıp şöyle sordum: “Siz namazın selamından sonra ellerinizi kulaklarınızın hizasına kadırıp ne diyorsunuz?” Dediler ki:” Namazımızın kabul olması için üç defa “Allah-u Ekber” deriz.”

Şeyhe dedim ki: “Utandınız mı Şeyhim, yoksa utanmadınız mı?” Şeyh; “Onları sen öğrettin” diye cevap verdi. Dedim ki: “Allah’tan kork! Hep yanınızda oturup yerimden kımıldamadığımı görmediniz mi?” Sonra Musullulara dönüp şöyle dedim: “Rica ediyorum kalkın, öteki kompartımanlara gidin, şiilerden kendiniz sorun. Farsça bilen bir-iki kişi gidip döndüler. Döndükten sonra Şeyhe; “Bu yalanları söylemekten amacın neydi? Şehirli olsun, köylü olsun kimden sorduysak dediler ki; “Biz Allah-u Ekber” diyoruz. Hatta; “Han’el- Emin” (Emin hıyanet etti) demiyor musunuz?” diye sorduğumuzda; “Biz şimdiye kadar böyle bir şey duymadık” diye cevap verdiler.” Gençler tahsilli oldukları için Şeyhe çok sinirlenmişlerdi.

Şeyh: “Daha önce de söyledim, ben bunları kitaplarda okudum.” Dedi. Onlar da: “Alim birisinin araştırmadan bir şeyi söylememesi gerektiğini bilmiyor musun?”diye onu kınadılar. Bunlar sünni alimlerin şiilere attıkları iftiralardan bir örnekti. İşte bu şekilde şiileri sünni kardeşlere kötülüyorlar.

[10] - (Kitapta şiilerin cemaat namazlarını gösteren bir-kaç resim var; biz buna gerek duymadığımız için o resimleri getirmedik. Müt)

[11] - Mısırlı Abdullah Kuseymi “Es- Sıra-u Beyn’el- İslam-ı ve’l- Veseniyyet”te, Mısırlı Muhammed Sabit “El- Cevle fi Rubu’il- Şark’il- Edna”da, Türkistanlı Musa Carullah “El Veşia fi Nakd’il- Akaid’iş- Şia”da, Mısırlı Ahmed Emin “Fecr’ul- İslam ve Zuha’l- İslam”da, vs. alimler İbn-i Teymiyye’nin iddialarını yazmışlardır.


 

 

Ebu Hureyre’yi Yeren Haberler ve Onun Durumu

İbn-i Ebi’l- Hadid-i Mütezili “Şerh-i Nehc’ul- Belağa”nın 1. cildinin 358. sayfasında ve 4. ciltte, üstat ve şeyh-i imam Ebu Cafer İskafi’den şöyle naklediyor:

“Muaviye bin Ebi Süfyan, sahabe ve tabiinden bir grubu toplayıp onlardan Hz. Ali (a.s)’ı yeren hadisler uydurmalarını ve bunları halkın arasında yaymalarını istedi. Onlar da bu işle meşgul olmaya başladılar. Ebu Hureyre, Amr bin As ve Muğeyre bin Şube, Hz. Ali (a.s)’ı yeren hadisleri uyduran kimselerdendiler.”

Olayı sayfa 359’a kadar genişçe anlattıktan sonra, aynı sayfada A’maş’tan şöyle rivayet ediyor: “Ebu Hureyre, Muaviye ile beraber Kufe camisine geldi. Halkın kendisine büyük bir ilgi gösterdiğini görünce ayağa kalktı ve . (Halkın dikkatini çekmek için) iki eliyle başına vurmaya başladı. Sonra şöyle dedi: “Ey Irak halkı! Benim Allah ve Peygamberinin adına yalan söyleyip cehennem ateşini satın alacağımı zannediyor musunuz? Peygamber’den duyduğum o şeyi benden duyun (yani duyduğumu size naklediyorum) Peygamber’in şöyle buyurduğunu duydum. “Her peygamberin bir haremi vardır; benim haremim de Medine’dir. Kim orada bir olay çıkarırsa, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun. Allah’ı şahit tutuyorum ki, Ali Medine’de olay çıkardı.” (O, bu sözüyle, halkı Hz. Ali’ye lanet etmeye davet etti.)

Muaviye bunu (yani Ebu Hureyre’nin hem de Hz. Ali (a.s)’ın hilafet merkezinde kendisine böyle bir hizmette bulunduğunu) duyunca, onu çağırtıp hediyeler verdi ve Medine’nin valisi yaptı onu.

Bunlar, onun merdut (reddedilmiş) olduğuna delil değil mi? Muaviye’nin hoşuna gitmesi için, Hulefa-i Raşidin’den, hatta onların en faziletlisi, en kâmili ve en şereflisi olan biri hakkında böyle konuşan bir adam, birkaç gün Resulullah (s.a.a)’in sahabesi oldu diye övülmeye layık mıdır?

Şeyh: Onun melun ve merdut olduğuna dair Şiilerin elinde ne gibi deliller vardır?

Davetçi: Elde çok birçok delil vardır. Bu delillerden birisi şudur: Kim Hz. Peygamber (s.a.a)’e sebbederse, o her iki fırkaya (Şii ve Sünni) göre, kesinlikle melun, merdut ve ateş ehlidir.

Daha önce aktardığım ve sizin büyük alimlerinizin de naklettiği hadislerde Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Kim Ali’ye sebbederse, bana sebbetmiştir; kim bana sebbederse, Allah’a sebbetmiştir.”

Ebu Hureyre, mevlamız ve muvahhidlerin mevlası Emir’ul- Müminin Hz. Ali (a.s)’a sebb ve lanet edenlerden birisidir. O, sahte hadisler uydurarak halkı da, Hz. Ali (a.s)’a sebbetmeye zorluyordu!!

Ebu Hureyre’nin Busr Bin Ertat’la Müslümanlar Hakkındaki Zulüm ve Katliamları

Bir başka delil şudur: Taberi, İbn-i Esir, İbn-i Ebi’l- Hadid, Allame Semhudi, İbn-i Haldun, İbn-i Hallakan, vs.. tarihçileriniz şöyle yazarlar: Muaviye bin Ebi Süfyan, hunhar ve zalim Busr bin Ertat’ı Yemenlileri ve Mevlamız Emir’ul- Mümininin Şiilerini katletmesi için 4. bin Şamlı savaşçıyla beraber Medine yolundan harekete geçirdi. Onlar, Medine, Mekke, Tâif, Tebale (Tehame bölgesinde bir şehir), Necran, Erhab kabilesi (Hemdan kabilelerinden biri), Sen’a ve Hazar Mevt’ta akıl almaz katliamlar yaptılar. Ben-i Haşim ve Emir’ul- Mümininin Şiilerini yaşlı-genç demeden kılıçtan geçirdiler. Hatta Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in amcası Abbas’ın oğlu ve Yemen valisi Ubeydullah’ın çocuklarına bile rahm etmeyip başlarını kestiler. O melunun emriyle öldürülenlerin sayısını 30 binin üzerinde yazmışlardır!!

Emevi ve onların takipçilerinin bu amelleri insanı pek şaşırtmıyor. Çünkü onlar böyle şeyleri devamlı yapıyorlardı. İnsanı şaşırtan şey, sizin başınızın üzerinde tuttuğunuz Ebu Hureyre’nin de, Busr bin Ertat’la birlikte bu sefere çıkıp onun feci katliamlarını görmesi ve orada bulunmasıdır.

Özellikle, Cabir bin Abdullah Ensari, Ebu Eyyub Ensari ve diğer birçok sahabelerin olduğu Medine-i Münevvere’nin savunmasız ve günahsız halkına yapılan zulümleri kendi gözleriyle görüyordu. Sahabeler korkularından ya Medine’den kaçmış veya evlere saklanmışlardı. Ebu Eyyub Ensari gibi Resulullah (s.a.a)’in has sahabelerinin evlerini yakıyorlardı. Ebu Hureyre, bütün bunlara ses çıkarmadığı gibi, yeri geldiğinde bu zulümlere yardımcı da oluyordu.

Medine’deki katliamlardan sonra, bu zulüm ordusu Mekke’ye doğru hareket ederken, Ebu Hureyre orada onların vekili olarak kaldı. Daha sonra Muaviye, onun bu hizmetleri ve Ebu Busr’a yaptığı yardımları karşılığında onu Medine’ye vali tayin etti.

Allah aşkına insafla söyleyin, bu dünya perest insan üç yıl[1] Resul-u Ekrem (s.a.a)’ın sahabesi olmasına rağmen, bu müddet zarfında nasıl oluyor da beş bin hadis nakledebiliyor? Peki, her iki fırkanın kabul ettiği ve Allame Semhudi “Tarih’ul- Medine”de, Ahmed bin Hanbel’in “Müsned”de, Sibt bin Cevzi’nin “Tezkire”nin 163. sayfasında ve daha başka alimlerin Resul-u Ekrem (s.a.a)’den naklettikleri şu meşhur hadisi duymadı mı?:

“Kim Medine halkını zulümle korkutursa, Allah da onu korkutacaktır; Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun; kıyamet günü, Allah Teala, ondan hiçbir şeyi kabul etmeyecektir. -Benim Medine’mi korkutana Allah’ın laneti olsun- Kim Medine halkına kötü kasıtta bulunursa, Allah Teala onu, kurşunun ateşte eridiği gibi eritecektir.”

Durum bu iken, Medinelileri korkutup onca zulüm yapan bir orduya nasıl katılabiliyor? Ayrıca, sahte hadisler uydurarak Resulullah (s.a.a)’in vasisi, hak halifesi ve pak Ehl-i Beyt’ine karşı geliyor ve insanları öyle birine sebb ettiriyor ki, ona sebb etmeyi Peygamber (s.a.a) kendisine sebb edilmiş sayıyor. İnsafla söyleyin, Resulullah (s.a.a) adına yalan hadis uyduran böyle birini Allah ve Resulü reddetmez mi?

Şeyh: Resulullah (s.a.a)’in en güvenilir sahabesine dinsiz ve hadis uyduran diyerek haksızlık ediyorsunuz.

Ebu Hureyre’nin Merdutluğu ve Ömer’in Onu Kırbaçlaması

Davetçi: Eğer bir haksızlık olduğunu düşünüyorsanız, bunu ilk yapan ben değilim. Böyle bir şeyi ilk olarak yapan ikinci halife Ömer bin Hattab’dır. İbn-i Esir gibi tarihçiler H.K 23. Yılın olaylarında, İbn-i Ebi’l- Hadid “Şerh-i Nehc’ul Belağa”nın (Mısır baskısı) 3. cilt 104. sayfasında ve daha başkaları şöyle naklediyorlar:

H.K 21 yılında halife Ömer Ebu Hureyre’yi Bahreyn’e vali olarak gönderdi. Ona, Ebu Hureyre kendisine mal toplayıp bir sürü at aldığı haberini verdiler. Bunun üzerine Ömer onu hicri 23 yılında görevinden aldı. Halifenin yanına gelir gelmez, halife ona: “Ey Allah’ın ve Allah’ın kitabının düşmanı, Allah’ın malını mı çalıyorsun?” diye kızdı. O da; “Asla hırsızlık yapmadım, onlar halkın bana verdiği hediyelerdi” diye cevap verdi.

İbn-i Mes’ud “Tabakat”ın 4. cildinin 90. Sayfasında, İbn-i Hacer Askalani “İsabe”de ve İbn-i Abdurabbih “Ikd’ul- Ferid”in 1. cildinde şöyle yazıyorlar:

Halife Ebu Hureyre’ye; “Ey Allah’ın düşmanı! Seni Bahreyn’e vali olarak gönderdiğimde ayağında ayakkabın bile yoktu; şimdi asil atların ve 600 dinarlık malın olduğunu duydum. Bunları nereden aldın?” diye sordu.

O da cevaben; “Bunlar halkın hediyeleriydi. Onları çalıştırdım, elimdekiler onlardan elde ettiğim kârlardır.” dedi.

Ömer yerinden kalkıp onu o kadar kırbaçladı ki sırtından kan akmaya başladı. Sonra, Bahreyn’de biriktirdiklerinden 10 bin dinar alıp Beyt’ul- Mal’a vermelerini emretti. Ömer, sadece kendi halifeliği zamanında değil, Resulullah’ın zamanında da Ebu Hureyre’yi yere düşene kadar dövdü.

Bu olayı Müslim “Sahih”in 1. cildinin, 34. sayfasında nakletmiştir. İbn-i Ebi’l- Hadid “Şerh-i Nehc’ul Belağa”nın 1. cilt, 360. sayfasının ilk başında şöyle yazıyor:

“Ebu Cafer İskafi (Mutezli şeyhi) diyor ki; Şeyhlerimiz Ebu Hureyre’yi (akli yönden) sakıncalı bulup onun hadislerini kabul etmiyorlar. Ömer onu kamçılayarak dedi ki; “Hadis nakletmekte çok ileri gittin. Zaten sana Peygamber’in adına yalan uydurmak yakışır!”

İbn-i Asakir “Tarih-i Kebir”de, Muttaki “Kenz’ul- Ummal”ın 239. sayfasında şöyle naklediyorlar: Halife Ömer onu kırbaçlayıp dövdü. Resulullah (s.a.a.)’dan hadis nakletmesine engel olarak dedi ki: “Peygamber’den çok hadis naklediyorsun. Ondan taraf yalan söylemeye layıksın (yani senin gibi şahsiyetsiz biri Peygamber’in adına yalan söyler ancak.) Peygamber’den hadis nakletmeği terk etmelisin. Yoksa seni ya Devs’a[2] gönderirim ya da Buzinelerin[3] yanına.

Yine İbn-i Ebi’l- Hadid “Şerh-i Nehc’ul- Belağa”nın 1. cildinin 360. sayfasında (Mısır baskısı) Üstadı imam Ebu Cafer İskafi’den şöyle naklediyor: “Mevle’l- Muvahhidin Emir’ul- Mü’minin Hz. Ali (a.s.) şöyle buyuruyor: “Bilin ki! İnsanların (veya Yaşayanların) en yalancısı, Resulullah (s.a.a.)’in adına en çok yalan söyleyen Devslu Ebu Hureyre’dir.”

İbn-i Kutaybe “Te’vil’ul- Muhtelif’il- Hadis”te, Hakim “Müstedrek”in 3. cildinde, Zehebi “Telhis’ul- Müstedrek”te, Müslim “Sahih-i Müslim” diye meşhur olan kıtanın ikinci cildinin “Fezail-u Ebu Hureyre” bölümünde diyorlar ki; Aişe onu defalarca reddederek şöyle diyordu: “Ebu Hureyre çok yalan söylüyor; o, Resulullah’ın adına bir sürü yalan hadis uydurmuştur.”

Sözü fazla uzatmayalım. Ebu Hureyre’yi yalnızca biz reddetmedik. Halife Ömer, Mevlamız Emir’ul- Müminin, Umm’ul- Müminin Aişe, sahabe ve tabiin de onu reddetmişlerdir.

Mutezile’nin şeyh ve alimleri ve Hanefi’lerin geneli, Ebu Hureyre’nin hadislerini kabul etmiyorlar. Senedi Ebu Hureyre’ye dayanan hadisleri batıl biliyorlar. Nevevi, Sahih-i Müslim’in şerhinde, özellikle 4. ciltte bu konuyu genişçe ele alıyor. Büyük mezhebinizin lideri imam A’zam Ebu Hanife şöyle diyor:

“Resulullah’ın sahabeleri genelde güvenilir ve adil idiler. Ben onların hepsinden senedi kime dayanırsa dayansın hadis kabul ediyorum. Ama senetleri Ebu Hureyre’ye, Enes bin Malik’e ve Semuret bin Cundeb’e dayanan hadisleri kabul etmiyorum.”

Öyleyse, sahabeden olan Ebu Hureyre’yi eleştirdiğimiz için bize itiraz etmeyin. Biz o Ebu Hureyre’yi eleştiriyoruz ki, ikinci halife Ömer onu kırbaçlamış, Beyt’ul- Mal hırsızı ve yalancı diye nitelendirmiştir.

Biz o Ebu Hureyre’yi eleştiriyoruz ki, Ümm’ül- Muminin Aişe, imam A’zam Ebu Hanife, sahabenin büyükleri, tabiin, Mutezile’nin şeyh ve alimleri onu eleştirmiş ve reddetmişlerdir.

Velhasıl biz o Ebu Hureyre’yi eleştiriyoruz ki, Kur’an’ın eşi olan Mevlamız, Muvahhidlerin Mevlası Emir’ul- Müminin Hz. Ali (a.s) ve Resulullah (s.a.a.)’ın Ehl-i Beyti’nden olan masum İmamlar (a.s) onu merdut ve yalancı bilmişlerdir.

Biz o Ebu Hureyre’yi eleştiriyoruz ki, obur ve pis boğazdır. Emir’ul- Müminin Hz. Ali (a.s)’ın en faziletli oluşunu bilmesine rağmen, onu bırakıp melun Muaviye’nin yağlı sofrasını tercih etti. Sahte hadisler uydurarak Muaviye’nin, sizin de Hulefa-i Raşidin’den biri olduğunu kabul ettiğiniz muttakilerin İmamı ve Müslümanların halifesine (Hz. Ali’ye) sebb ve lanet ettirmesine yardımcı oldu.

Bu kadar yeter; bundan fazla meclisin zamanını almak istemiyorum. Konuyu biraz fazla uzattığım için de özür diliyorum. “Haksızlık ediyorsun” dediğiniz için, yalnızca biz değil, halifeler, sahabeler ve büyük alimlerinizin de onu reddettiğini ispat etmek istedim.

Dünya malı ve makamına ulaşmak için, Resulullah (s.a.a)’in adına sahte hadis uyduran ve onları sahih hadisle karıştıran böyle sahtekarların her hadisine güvenilmez. Bu yüzden Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Benden size bir hadis naklettiklerinde, onu Allah’ın kitabına sunun...”

(Önemli bir konuyu konuştuğumuz için, beylerin yatsı namazının vaktinden biraz geçmişti. Sohbet buraya ulaşınca, onlar yatsı namazını kılmak için kalktılar. Yatsı namazını kılıp çay içtikten sonra meclis resimleşti.)

Davetçi: Şimdiye kadar söylediklerimizi göz önüne alarak siz ve biz, Resul-u Ekrem (s.a.a)’ten nakledilen her hadisi, Kuran’la karşılaştırmak zorundayız; Kuran’a uyarsa kabul edelim, aksi takdirde reddedelim.

“Ben Ebu Bekir’den Razıyım, Acaba o da Benden Razı Mıdır?” Hadisinin Uydurma Olduğunun Tespiti

Naklettiğiniz bu hadisi (her ne kadar tek taraflı olsa da) Kuran’la karşılaştırmak zorundayız. Eğer her hangi bir engel olmazsa, kesinlikle kabul edeceğiz. Bazıları bu hadise şöyle cevap vermişlerdir: Kaf suresinin 16. ayetinde Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

“Andolsun ki insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne gibi vesveseler vermekte olduğunu biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.”

Şah damarı deyimi meşhur bir deyimdir. Bu misal yakınlığın şiddetini anlatmaktadır; yani ne derece yakın olduğunu bildiriyor. İzafe izafe-i beyaniyyedir; izafe-i lami de olabilir.

Ayet-i Kerime şu gerçeği dile getirmektedir: Allah Teala’nın insanlara olan ilmi öyle bir şekildedir ki, insanın içinde ve kalbinde olan hiçbir şey O’na gizli değildir. Allah (c.c), insanın içinden geçen her şeyi bilir.

Allah Teala Yunus suresinin 61. ayetinde şöyle buyuruyor:

“Hiçbir işe girişemezsin, O’nun vahyettiği Kuran’dan başka hiçbir ayet okuyamazsın ve siz hiçbir iş işlemezsiniz ki o işe koyulduğunuz zaman biz sizi görmeyelim, tanık olmayalım ve yeryüzünde ve gökte zerre miktarı bir şey bile yoktur ki rabbinden gizli kalsın; bundan küçük, daha da büyük hiçbir şey yoktur ki apaçık kitapta tespit edilmiş olmasın.”

Bu ayetlerin hükmüne göre, akli delillere göre hiçbir hareket, iş ve söz, Allah’a gizli değildir. Alemlerin Rabbi, huzuri ilmi ile kullarının bütün iş, amel ve sözlerini bilmektedir.

Öyleyse, aktardığınız bu hadisi, yukarıdaki iki ayet ve Kur’an’daki diğer ayetlere göre nasıl yorumlayabiliriz? Diyebilir miyiz, Ebu Bekir’in razı olup olmadığını Allah bilmiyordu, onun için Allah, Ebu Bekir’den sormak zorunda kaldı?!

Üstelik, Allah Teala’nın rızası, insanların rızasıyla bağlantılıdır. Kul, rıza makamına yetişmediği sürece, Allah Teala ondan razı olmaz. Peki, Allah Teala, Ebu Bekir’den razı olduğunu söylediği halde, nasıl olur da Ebu Bekir’in rıza makamına ulaştığını ve kendisinden razı olup olmadığını bilmiyor?!

Ebu Bekir ve Ömer’in Faziletleri Hakkındaki Hadisler ve Onların Reddi

Şeyh: Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğuna artık bir şüphe yoktur: “Allah Teala halkın hepsine genel olarak, ama Ebu Bekir’e özel olarak tecelli eder.”

Yine buyurmuş ki: “Allah Teala benim göğsüme döktüğü her şeyi, Ebu Bekir’in de göğsüne döktü.”

Yine buyurmuştur ki: “Ben ve Ebu Bekir iki rahvan at gibiyiz.”

Yine buyurmuş ki: “Dünyanın göğünde bulunan 80 bin melek, Ebu Bekir ile Ömer’i sevenler için istiğfar ederler ve ikinci gökte bulunan 80 bin melek de Ebu Bekir ve Ömer’in düşmanlarına lanet ederler.”

Yine buyurmuştur ki: “Ebu Bekir ve Ömer öncekilerin ve sonrakilerin en hayırlısıdırlar.”

Ömer ve Ebu Bekir’in makamlarının azameti şu hadisten daha iyi anlaşılmaktadır: “Allah beni kendi nurundan, Ebu Bekir’i benim nurumdan, Ömer’i Ebu Bekir’in nurundan ve ümmetimi de Ömer’in nurundan yaratmıştır. Ömer cennet ehlinin kandilidir.”

Halifelerin makamı konusunda bizim muteber kitaplarımızda bunlar gibi birçok hadis vardır. Gerçeklerin ortaya çıkması için onlardan yalnızca bir kaçını örnek olarak size aktardım.

Davetçi: Söylediğiniz bu hadislerin kendileri, bizzat bunların Resulullah (s.a.a)’in mübarek ağzından çıkmadığını gösteriyor. Resulullah (s.a.a) hiçbir zaman bu tip sözleri söylemezlerdi. Çünkü birinci hadis Allah’ın cisim olduğunu gösterir. Bu da halis küfür demektir. Allah’ın cisim olduğuna inanmak insanı kesinlikle küfre götürür. İkinci hadis ise Ebu Bekir’in Resulullah (s.a.a)’e nazil olan her şeye ortak olduğunu söylüyor; ki böyle bir şey de imkansızdır. Üçüncü hadis de Resulullah (s.a.a)’in Ebu Bekir’den hiçbir üstünlüğü olmadığını gösteriyor. Son iki hadis ise her iki tarafın da (Sünni ve Şia) kabul ettiği “Muhammed ve Âl-i Muhammed alemlerin en hayırlısıdırlar.” hadisleriyle (bu konuda daha birçok hadis nakledilmiştir) çelişmektedir. Son hadis ise, Kurân’ı Kerim’deki Dehr (İnsan) suresinin 13. ayeti “Koltuklar üzerine yaslanarak otururlar orada. Ne güneş görürler, ne de kavurucu soğuk.” ile çelişmektedir. Cennette güneş ve ay yoktur. Orada bulunan taş, ağaç, duvar, kapı kısaca her şey nurludur. Bu dünyada aydınlanmak için ışığa ihtiyaç vardır; cennette değil.

Bu zahiri tenkitlerden ilave, sizin rical ve dirayet alimleriniz örneğin: Mukaddesi “Tezkiret’ul- Mevzuat”ta, Firuzabadi eş-Şafii “Sefer’us- Seadat” kitabında, Hasan bin Kesir-i ez- Zehebi “Mizan’ul- İ’tidal”da, Ebu Bekir Ahmed bin Ali Hatib-i Bağdadi kendi yazdığı tarih kitabında, Ebu’l Ferec bin Cevzi “Mevduat” kitabında, Celaluddin-i Süyuti “El- Leali’l- Mesnua fi’l- Ehadis’il- Mevdua” adlı kitabında bu hadislerin uydurma olduğuna ilişkin hüküm vermişlerdir. Bu hadislerin her biri hakkında açıkça şöyle demişlerdir: Ravi ve senet açısından bu hadisler mevdu ve sahte hadislerdendir. Çünkü bunları nakledenlerin içerisinde yalancı ve hadis uyduran kimseler bulunmaktadır. Böylece bu hadislerin, hem aklen, hem de Kur’ân ayetlerine göre batıllığı apaçık ortadadır.

Şeyh: Peki Resulullah (s.a.a)’in buyurduğu şu hadise ne dersiniz: “Ebu Bekir ve Ömer cennet yaşlılarının efendileridirler.”

Davetçi: Bu hadis hakkında da biraz düşünecek olursak, sizin diraye ve rical alimlerinizin bu hadisi uyduruk hadislerden bilmelerinin yanı sıra Resulullah (s.a.a)’in böyle bir şey buyurmayacağı yine hadisin kendisinden anlaşılmaktadır. Çünkü herkes, yaşlı bir insanın cennette olamayacağını biliyor. Cennette, dünyada olduğu gibi bir ihtiyarlama söz konusu olmadığından dolayı insanın siyadet (efendilik) kemaline olaşabilmesi için gençlikten yaşlılığa doğru ilerleme diye bir şey söz konusu olmayacaktır.

Bizim sözümüzü doğrulayan birçok hadis vardır. Bunlar sizin ve bizim hadis kitaplarımızda mevcuttur. Örneğin, bir gün “Eşcei” kabilesinden olan yaşlı bir kadın Resulullah (s.a.a)’in huzuruna geldiğinde, Resulullah (s.a.a) sohbetleri esnasında ona şöyle buyurdu: “Yaşlılar cennete girmeyecektir.”

O kadın da üzülerek ; “Ya Resulellah! Öyleyse ben cennete giremeyeceğim” deyip Hazretin huzurundan ayrıldı. Resulullah (s.a.a) de onun arkasından şu haberi yolladı:

“Ona söyleyin ki, o gün kimse yaşlı olmayacaktır. Çünkü bütün yaşlılar genç olarak cennete gireceklerdir.”

Ardından şu ayeti okudular:

“Şüphe yok ki biz, huri kadınları da güzel bir biçimde yeniden yaratmış, hepsini bakireler yapmışızdır, yaşıt cilveli dilberler halinde.”[4]

Yine sizin ve bizim hadis kitaplarımızda Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Cennet ehli, yüzünde kıl bitmemiş, kıvrık saçlı ve gözlerine sürme çekilmiş bir halde 33 yaşlarında cennete girerler.”

Şeyh: Sözleriniz kendi yerinde doğrudur; ama bu hadis cennet ehli için muhassıstır (tahsis edicidir).

Davetçi: Alicenabınızın sözünü iyi anlayamadım. Bu hadis neyin muhasısıdır (neyi tahsis etmektedir). Yani Allah (c.c) sırf Ebu Bekir ve Ömer yaşlıların efendisi olsunlar diye mi bir kısım insanları yaşlı olarak cennete götürecektir?! Eğer Ebu Bekir ve Ömer cennete gidecek olurlarsa, Allah Teala onları da genç olarak cennete götürebilir. Yoksa, sadece onlar efendi olsunlar diye Allah (c.c) bir kısım insanları yaşlı olarak cennete götürmez.

Üstelik, sizin kendi alimleriniz bu hadisi uydurma hadislerden saymışlardır. Resulullah (s.a.a)’in bizim işimizi kolaylaştırmak için temel bir kural koyduğunu da biliyorsunuz. Bu kural, “Kur’ân’a uymayan her hadisin kabul edilmediği kuralıdır”. Bizim rical ve diraye alimlerimiz de, Resulullah (s.a.a)’den ya da Masum İmamlardan (a.s) gelen bir hadisi bizim kendi kaynaklarımızda gördüklerinde, Resulullah(s.a.a)’in bu temel kuralını ölçü alarak Kur’ân’a uymayan hadisleri kabul etmiyorlar.

Az önce büyük alimlerinizden bir çoğunun uydurma hadisler hakkında birçok kitaplar yazdıklarını arz ettim. Şeyh Mecduddin Muhammed bin Yakub-i Firuzabadi “Sefer’us- Seadet” ‘in 142. sayfasında, Celaluddin Süyuti “el-Leali” kitabında, İbn-i Cevzi “Mevduat”ta, Mukaddesi “Tezkiret’ul- Mevduat”ta ve Şeyh Muhammed bin Derviş (Hut-i Beyruti diye meşhurdur) “Esne’l- Metalib” adlı kitabının 183. sayfasında şöyle yazıyorlar: “Ebu Bekir ve Ömer cennet yaşlılarının efendileridirler” hadisinin ravilerinden birisi Yahya bin Anbese’dir.

Zehebi şöyle diyor: “Yahya zayıf ravilerden birisidir. İbn-i Can-i Deccal da: “O kendisinden hadis uyduruyordu” demiştir.

Demek ki bizimle beraber, sizin eleştirmen alimleriniz de bu hadisi kabul etmemektedirler.

Gerçekten de büyük bir ihtimalle Bekriyyun ya da Beni Ümeyye, Resulullah (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’ni zayıf düşürmek için hem Sünnilerin, hem de Şiilerin ortak kabul ettiği Ehl-i Beyt’in azamet ve faziletini ispat eden sahih her hadisin karşısında başka bir hadis uydurmuşlardır. Ebu Hureyre gibileri de fasit Beni Ümeyye halifelerine yağcılık yapmak için bu işe daima ön ayak olmuşlardır. Çünkü onların Âl-i Muhammed’e karşı büyük bir kin ve nefretleri vardı.

Nevvab: Şia ve Sünnilerin (Ehl-i Beyt’in faziletine ilişkin) kabul ettikleri hangi sahih ve sabit hadis karşısında başka bir hadis uydurdular?

“Hasan ve Hüseyin Cennet Gençlerinin Efendileridir” Hadisi Karşısında Hadis Uydurmaları

Davetçi: O sahih hadislerden biri Resulullah (s.a.a)’in buyurduğu. “Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin efendileridirler; babaları ise onlardan daha üstündür.” hadisidir. Bu hadisi Hatib-i Harezm “Menakıb”da, Mir Seyyid Ali Hemedani “Meveddet’ul- Kurba”nın 8. Meveddesinde, imam Ebu Abdurrahman Nesai “Hasais-i Alevi”de, İbn-i Sabbağ el-Maliki “Fusul’ul- Mühimme”nin 159. sayfasında, Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”nin 54. babında Tirmizi, İbn-i Mace ve Ahmed bin Hanbel’den, Sibt bin Cevzi “Tezkire”nin 133. sayfasında, imam Ahmed bin Hanbel “Müsned”de, Tirmizi “Sünen”de, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib”in 97. babında nakletmişlerdir.

Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib”in 97. babında bu hadisi naklettikten sonra şöyle diyor: Hadis ilminin imamı Ebu’l- Kasım Taberani “Mu’cem’ul- Kebir”de İmam Hasan (a.s)’ın hayatını anlatırken bu hadis-i şerifi nakleden ravilerin adlarını yazmıştır. Bu hadisi nakleden sahabelerden bazılarının isimleri şunlardır: “Emir’ul- Müminin Ali bin Ebi Talib, ikinci halife Ömer bin Hattab, Huzeyfe Yemani, Ebu Said Hodri, Cabir bin Abdullah-i Ensari, Ebu Hureyre, Usame bin Zeyd ve Abdullah bin Ömer.”

Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii daha sonra şöyle diyor: “Resulullah (s.a.a)’in buyurduğu; “Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin efendileridirler; babaları ise onlardan daha üstündür.” hadisi “hasen” bir hadistir. Bu hadisin senetlerini birbirlerinin yanına koyduğumuzda, hadisin sahih bir hadis olduğu ortaya çıkmaktadır.

Hafız Ebu Naim İsfehani “Hilye”de, İbn-i Asakir “Tarih-i Kebir”in 4. cildinin 206. sayfasında, Hakim “Müstedrek”te, İbn-i Hacer-i Mekki “Savaik”in 82. sayfasında, kısacası Ehl-i Sünnet’in büyük alimleri bu hadisin Resulullah (s.a.a)’in mübarek ağzından çıktığı konusunda ittifak içerisindeler.

Şeyh: Zannediyorum Resulullah(s.a.a)’in buyurduğu şu hadisi hiç kimse inkar edemez; “Ebu Bekir’in olduğu yerde başkalarını öne geçirmek yersizdir.” Bu hadisin kendisi Ebu Bekir’in ümmetin diğer bireylerine göre her şeyde öncelik hakkına sahip olduğunu ispat etmektedir.

Davetçi: Neden her hadisi düşünmeden kabul ediyorsunuz anlayamıyorum. Eğer Resulullah (s.a.a)’in kendisi bu hadisi buyurmuş olsalardı, niçin kendileri ona göre amel etmediler? Neden Mübahele olayında Ebu Bekir’in yerine Hz. Ali (a.s) ‘ı kendisiyle beraberinde götürdü? Neden Tebuk seferinde Ebu Bekir de olduğu halde Hz. Ali (a.s)’ı halife olarak kendi yerine bıraktı? Mekke’de “Beraat” suresinin okunması meselesinde, neden Ebu Bekir’i bundan men edip yerine Hz. Ali (a.s)’ı görevlendirdi? Neden Mekke fethedildikten sonra Kabe’deki putları kırmak için Ebu Bekir’in yerine Hz. Ali (a.s)’a öncelik verip hatta “Hubel” putunu kırması için onu kendi omuzlarına çıkardı? Ebu Bekir olduğu halde neden onun yerine Hz. Ali (a.s)’ı Yemenlileri İslam’a davet etmesi ve yönetmesi için gönderdi? Hepsinden önemlisi; neden kendisinden sonra halife olması için Ebu Bekir’in yerine Hz. Ali (a.s)’ı vasi olarak tayin etti?

Şeyh: Resulullah (s.a.a)’den çok sahih bir hadis nakledilmiştir. Bunu kesinlikle inkar edemezsiniz. Bu hadis şöyledir: Amr bin As diyor ki: Bir gün Peygamber (s.a.a)’e şöyle sordum: “Ya Nebiyyellah! Alemdeki kadınların içinde en çok sevdiğiniz kimdir?”diye sorduğumda; “Aişe” buyurdular. Sonra; “Erkeklerin içinde en çok sevdiğiniz kimdir?” sorduğumda; “Aişe’nin babası” buyurdular. Buna göre Ebu Bekir Peygamber’in en çok sevdiği insan olduğu için ümmetin hepsine öncelik hakkı vardır. Bu da Ebu Bekir’in halifeliği için kesin bir delildir.

“Ebu Bekir ve Aişe Resulullah’ın En Çok Sevdiği İnsanlardı” Sözünün Yanıtı

Davetçi: Bu hadis, Bekriyunların uydurması olmasının yanı sıra iki fırkanın (Sünni ve Şiilerin) kesin olarak kabul ettiği hadislerle de çelişmektedir. Bu yüzden bu hadisin merdutluğu sabittir.

Bu hadisi iki açıdan dikkatle incelemek gerekir: Birincisi Ümm’ül- Müminin Aişe açısından, diğeri ise birinci halife Ebu Bekir açısından.

Aişe’nin Resulullah (s.a.a)’in en sevdiği kadın olduğu sözü, her iki fırkanın (Şii ve Sünnilerin) muteber kitaplarında bulunan başka sahih hadislerle çelişmektedir.

Şeyh: Mümkünse, Onların hangi hadisler olduğunu söyleyin de biz de adilane bir şekilde hüküm verelim.

Davetçi: Bu hadisin hilafına, sizin kendi alim ve ravileriniz tarafından Ümm’ül- Eimme Hz. Fatıma (a.s) hakkında birçok hadis nakledilmiştir.

Hz. Fatıma, Alemdeki Kadınların En Üstünüdür

Hafız Ebubekir Beyhaki kendi yazdığı tarih kitabında, Hafız bin Abdulbirr “İstiab” da, Mir Seyyid Ali Hemedani “Meveddet’ul- Kurba”da vs. alimler Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyorlar:

“Fatma ümmetimin kadınlarının en üstünüdür.”

Ahmed bin Hanbel “Müsned”de ve Hafız Ebubekir Şirazi de “Nüzul’ul- Kur’ân fi Ali” adlı kitabında, Muhammed-i Hanefiye’den, o da Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’dan, İbn-i Abdulbirr “İstiab”da, Hz. Fatıma (a.s)’ı ve Ümm’ül- Mü’minin Hz. Hatice’yi Abdulvaris bin Süfyan ve Ebu Hureyre’den naklen anlatırken; yine Ümm’ül- Mü’minin Hz. Hatice’yi (a.s) Ebu Davud’dan o da Ebu Hureyre ve Enes bin Malik’ten naklen anlatırken, Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”nin 55. babında, Mir Seyyid Ali Hemedani “Meveddet’ul- Kurba”nın 13. Meveddesinde Enes bin Malikten ve diğer birçok güvenilir alimleriniz Enes bin Malik’ten Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyorlar: “Alemlerdeki kadınların en iyisi dört tanedir: İmran kızı Meryem, Mezahim kızı Asiye, Hüveylid kızı Hatice ve Muhammed kızı Fatıma.”

Hatip “Tarih-i Bağdat” kitabında şöyle yazıyor: “Resulullah (s.a.a) bu dört kadını alemlerin en iyi kadınları olarak saydıktan sonra Fatıma’yı hem dünyada, hem de ahirette diğer üçüne üstün kılmıştır.”

Muhammed bin İsmail Buhari “Sahih”te ve imam Ahmed bin Hanbel “Müsned”de Ebu Bekir kızı Aişe’den Resulullah (s.a.a.)’in Fatıma’ya (a.s) şöyle buyurduğunu naklediyorlar:

“Ey Fatıma! Sana müjdeler olsun, Allah seni alemdeki kadınların üzerine genel olarak ve Müslüman kadınlar üzerine de özel olarak seçti ve seni tertemiz kıldı ve İslam en üstün dindir.”

Buhari Sahihinin 4. cildinin 64. sayfasında, Müslim Sahihinin 2. cildinin “Fezail-u Fatıma” babında, Hamidi “el- Cem-u Beyn’es- Sahihayn”da, Abdi “el- Cem-u Beyne Sihah’is- Sitte”de, İbn-i Abdulbirr “İstiab”da Hz. Fatıma (a.s)’ın hayatını anlatırken, imam Ahmed “Müsned”in 6. cildinin 282. sayfasında, Muhammed bin Saad-ı Katip “Tabakat”ın ikinci cildinde Resulullah (s.a.a)’in hasta ve yataktayken buyurduğu sözlerin içinde ve 8. ciltte Hz. Fatıma (a.s)’ın hayatını anlatan uzun bir hadisin zımnında (meclisin vakti az olduğu için hepsini aktaramıyorum) Aişe’den Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyorlar: “Ey Fatıma! Alemdeki kadınların efendisi olmaya razı değil misin?...”

İbn-i Hacer-i Askalani bu ibareyi (yani sen alemlerdeki kadınların en üstünüsün) Hz. Fatıma (s.a.a)’ın hayatını anlatırken nakletmiştir.

Yine Buhari ve Müslim Sahihlerinde, imam Salebi Tefsirinde de, imam Ahmed bin Hanbel “Müsned”de, Taberani “Mu’cem’ul- Kebir”de, Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”nin 32. babında Tefsir-i İbn-i Ebi Hatem’den, Hafız Ebu Naim-i İsfehani’nin Menakıb,  Vasit, ve Hilyet’ul- Evliya’sından ve Feraid-i Himvini’den, İbn-i Hacer-i Mekki “Savaik”in 14. ayetini açıklarken Ahmed’den, Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib-i Süul”un 8. sayfasında, Taberi “Tefsir-i Taberi” adlı kitabında, Vahidi “Esbab’un- Nüzul”da, İbn-i Meğazili eş-Şafii “Menakıb”da, Muhibbuddin Taberi “Riyaz”da, Mumin Şeblenci “Nur’ul- Ebsar”da, Zemahşeri Tefsirinde, Süyuti “Dürr’ül- Mensur”da, İbn-i Asakir kendi Tarihinde, Allame Semhudi “Tarih’ul- Medine”de, Fazıl-ı Nişaburi Tefsirinde, Kadı Beyzavi Tefsirinde, imam Fahri Razi “Tefsir-i Kebir”de, Seyyid Ebu Bekir Şahabuddin Alevi “Reşfet’üs- Sadi min Bahr-i Fezail-i Beni’n- Nebiyy’il- Hadi”de Tefsir-i Beğevi’den, Sa’lebi’den, Sire-i Molla’dan, Menakıb-ı Ahmed”den, Tabarani’nin Kebir ve Evset’inden, Şeyh Abdullah bin Muhammed bin Amir eş-Şebravi eş-Şafii “Kitab’ul- İthaf”ın 5. sayfasında Hakim, Taberani ve Ahmed’den; Celaluddin Süyuti “İhya’ul- Meyyit”te İbn-i Munzir, İbn-i Ebi Hatem ve İbn-i Merduye’nin tefsirlerinden ve Teberani’nin “Mu’cem’ul- Kebir” adlı kitabından, İbn-i Hatem ve Hakim’den, kısaca büyük alimlerinizin geneli (Emevi taraftarları ve Ehli beyt düşmanı çok az bir grubun dışında) İbn-i Abbas ve diğerlerinden şöyle naklediyorlar:

Şura suresinin 23. ayeti; “De ki: Ben bu tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum; istediğim, ancak yakınlarıma sevgidir. Ve kim güzel ve iyi bir iş yaparsa, onun güzelim mükafatını artırırız.” nazil olduğunda sahabeler şöyle dediler: “Ya Resulellah! Allah’ın, sevgisini üzerimize farz kıldığı yakınların kimlerdir?” Resulullah (s.a.a) cevaben: “Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’dir.” buyurdular. Bazı hadislerde de Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğu naklediliyor: “Ali, Fatıma ve onların iki oğludur.”

Bu gibi hadisler sizin muteber kitaplarınızda çoktur. Ama vaktin azlığı, onların hepsini nakletmemize mani oluyor.

İmam Şafii’nin Ehl-i Beyt Sevgisinin Farz Olduğuna İlişkin İtirafı

Alimleriniz bu konuya o kadar çok değinmişlerdir ki, hatta İbn-i Hacer gibi mutaassıp birisi bile “Savaik” adlı kitabının 88. sayfasında, Hafız Cemaluddin Zerendi. “Mi’rac’ul- Vusul”da, Şeyh Abdullah Şebravi “İthaf” kitabının 29. sayfasında, Muhammed bin Ali Sabban -ki Mısırlıdır- “İs’âf’ur- Rağibin”in 119. sayfasında ve daha birçok kimseler, dört mezhep imamlarından biri olan Muhammed bin İdris-i Şafii’nin şöyle dediğini naklediyorlar:

Ey Resulullah’ın Ehl-i Beyti! Sizin sevginizi,

Allah tarafından nazil ettiği Kur’ân’da farz kılmıştır.

Sizin kadrinizin yüceliğine şu yeter ki,

Size salat göndermeyenin namazı kabul olmaz.

Şimdi insafla söyleyin, acaba yalnızca bir tarafın (Ehl-i Sünnet’in) naklettiği hadis, her iki fırkanın (Sünnilerin ve şiaların) sayısızca naklettikleri sahih hadisler karşısında durabilir mi?

Acaba Resulullah (s.a.a)’in, Allah’ın Kur’ân’da sevgisini farz kıldığı birisini bırakıp onun yerine başkalarına öncelik vermesini akıl kabul eder mi?

Acaba Resulullah (s.a.a)’in heva ve hevesine uyarak, faziletine (Peygamber’in hanımı ve Ümm’ül- Mü’minin olmaktan başka) hiçbir delil olmayan Aişe’yi, Allah’ın Kur’ân’da sevgisini farz kıldığı, hakkında “Tathir” ayeti nazil olan ve yine Kur’ân’ın hükmüyle “Mübahele” olayına katılma iftiharına erişen Fatıma’dan daha çok sevmesi düşünülebilir mi?

Enbiya ve Evliyaların heva ve heveslerine uymadıklarını, Allah’tan başka hiç kimseyi göz önünde bulundurmadıklarını sizler de çok iyi biliyorsunuz. Özellikle Resul-u Ekrem (s.a.a) ancak Allah için sever ve ancak Allah için buğz ederdi. Allah’ın sevmediğini kesinlikle sevmez ve Allah’ın düşmanı olmayana kesinlikle düşman olmazdı.O zaman nasıl olur da Allah’ın, sevgisini farz kıldığı Hz. Fatıma’yı bir kenara bırakıp da başkalarını ona tercih eder?

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Hz. Fatıma’yı, Allah onu sevdiği için seviyordu. Resulullah (s.a.a), Allah’ın alemlerdeki kadınlardan üstün kıldığı ve sevgisini farz ettiği bir kimseyi bırakıp da kendi hanımlarından birini ona tercih etmesini akıl kabul eder mi?

Ya her iki fırkanın kabul ve Kur’ân-ı Kerim’in de teyit ettiği bu sahih hadisleri reddedeceksiniz; ya da çelişkinin ortadan kalkması için söylediğiniz hadislerin uydurma olduğunu kabul edeceksiniz.

“Resulullah (s.a.a) yanında en çok sevilen şahıs Ebu Bekir idi.” hadisi de, büyük ve güvenilir alimleriniz tarafından nakledilen; “Resulullah (s.a.a) yanında en çok sevilen şahıs, Hz. Ali idi.” şeklindeki birçok hadislerle çelişmektedir.

Hz. Ali, Resulullah (s.a.a)’in Yanında En Çok Sevilen Şahıstı

Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”nin 55. babında Tirmizi’ den Bureyde’nin şöyle dediğini naklediyor:

“Peygamber kadınların içinde en çok Fatıma’yı, erkeklerden ise en çok Ali’yi seviyordu.”

Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib”in 91. babında Ümm’ül- Müminin Aişe’den şöyle bir hadis naklediyor:

“Allah Teala, Resulullah’ın Ali bin Ebu Talib’den daha çok sevdiği bir kul yaratmamıştır.”

Sonra şöyle devam ediyor: “Naklettiğim bu hadisi, İbn-i Hacer “Menakıb”da, İbn-i Asakir- Dimaşki de Hz. Ali’nin hal tercümesinde kaydetmiştir.”

Muhyiddin ve imam’ul- harem Ahmed bin Abdullah eş-Şafii de yine Tirmizi’den şöyle naklediyorlar: Aişe’den; “Resulullah insanlar içinde en çok kimi seviyordu?” sorduklarında; “Fatıma’yı” diye cevap verdi. “Erkekler içerisinde daha çok kimi seviyordu” dediklerinde de; “Onun kocası Ali bin Ebi Talib’i” dedi.

Zehebi ve Hafız Ebu’l- Kasım-ı Dimaşki de Aişe’den şu hadisi nakletmişlerdir:

“Resulullah’ın Ali ve Fatıma’dan daha çok sevdiği bir kimseyi görmedim.”

Hafız Hucendi, Muazet-i Gifariyye’den şöyle naklediyor: “Resulullah (s.a.a) Aişe’nin evindeyken onun huzuruna vardım. Hz. Ali de dışarıdaydı. Resulullah Aişe’ye şöyle buyurdular:

“Bu (Ali) en çok sevdiğim ve benim yanımda en değerli olan insandır. Onun hakkını tanı, onun değer ve makamını bil.”

Şeyh Abdullah bin Muhammed bin Amr Şebravi eş-Şafii (sizin büyük alimlerinizden sayılmaktadır) “İthaf” kitabının 9. sayfasında, Süleyman Belhi “Yenabi’ul- Mevedde”de ve Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib-is Süul”un 6. sayfasında Tirmizi’den, o da Cumey’ bin Umeyr’den şöyle naklediyorlar:

“Halamla birlikte Ümm’ül- Mü’minin Aişe’nin yanına gittik. Ben ondan Resulullah’ın en çok sevdiği insanların kimler olduğunu sordum. Aişe de; “Kadınlardan Fatıma ve erkeklerden ise onun kocası Ali bin Ebi Talip” diye cevap verdi.

Aynı hadisi Mir Seyyid Ali Hemedani eş-Şafii “Meveddet’ul- Kurba”nın 11. Meveddesinde sadece şu farkla Cumey’in şöyle dediğini naklediyor: “Bunu halamdan sordum, o da böyle cevap verdi.”

Hatip Harezmi de “Menakıb”ın 6. faslının sonunda bu hadisi Cumey’den, o da Aişe’den naklediyor:

İbn-i Hacer-i Mekki “Savaik”in 2. faslında Hz. Ali (a.s)’ın fazileti hakkında 40 tane hadis naklettikten sonra Tirmizi’den, o da Aişe’den şu hadisi naklediyor:

Aişe diyor ki: “Fatıma kadınların, kocası da erkeklerin içinde Resulullah’ın en çok sevdiği kimselerdi.”

Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib’us- Süul”un 7. sayfasında bu konuda birçok hadis naklettikten sonra şöyle diyor:

“Bütün bu sahih hadisler şunu ispat ediyorlar: Resulullah (s.a.a)’in kadınlar içinde en çok sevdiği kimse Fatıma’dır. O; cennetteki kadınların, Medineli kadınların ve bütün ümmetin kadınlarının efendisidir.”

Akli ve nakli deliller, Hz. Ali ve Hz. Fatıma (aleyhum’es- selam)’ın Resulullah (s.a.a)’in en çok sevdiği insanlar olduğunu kanıtlamaktadırlar.

Resulullah (s.a.a)’in Hz. Ali (a.s)’ı herkesten daha çok sevdiğini ve her zaman ona öncelik verdiğini ispat eden hadislerin içinde en önemlisi “Tayr-i Meşviy” (kızartılmış kuş) diye meşhur olan hadistir. Bu hadisle Hz. Ali (a.s)’ın ümmetin içinde Resulullah (s.a.a)’in en çok sevdiği kimse olduğu tamamen ispat edilmektedir. “Tayr-i Meşviy” hadisi iki fırka arasında o kadar meşhur ki onu kimlerin rivayet ettiğini söylemek bile gereksizdir. Ama “Bu hadisi Şiiler uydurmuşlardır” diyenlerin eline bahane vermemek için yine de onun aklımda olan senetlerinden bazılarına değinmek istiyorum.

"Tayr-i Meşviy" Hadisi

Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesai ve Secistani kendi muteber sahihlerinde, imam Ahmed bin Hanbel “Müsned”de, İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa’nın Şerhi”nde, İbn-i Sabbağ-i Maliki “Fusul’ul- Mühimme”nin 21. sayfasında ve Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”nin 8. babını bu hadise ayırmış ve Ahmed bin Hanbel’den, Tirmizi’den, Muvaffak bin Ahmed’den, İbn-i Meğazili’-den ve “Sünen-i Ebu Davud”dan, onlar da Peygamber’in kölesi Sefine’den, Enes bin Malik’ten ve İbn-i Abbas’tan bu hadisi naklettikten sonra şöyle diyor: “Tayr hadisini 24 kişi Enes’ten nakletmiştir.” Özellikle Maliki “Fusul’ul- Muhimme”de şöyle diyor: “Enes bin Malik’in naklettiği Tayr hadisi, sahih ve sarih hadislerin içinde en sahih ve sağlam olan hadistir.”

Sibt bin Cevzi “Tezkire”nin 23. sayfasında (Fezail-i Ahmed ve Sünen-i Tirmizi’den naklen) ve Mes’udi “Müruc’uz- Zeheb”in 2. cildinin 49. sayfasında bu hadise değinmişlerdir. İmam Ebu Abdullah Abdurrahman Nesai “Hasais’ul- Alevi” adlı kitabının 9. hadisinde ve Hafız bin Ukde ve Muhammed bin Cerir-i Taberi bu hadisin mütevatir olduğu ve senetleri hakkında yazmış oldukları özel kitaplarında, sahabeden 35 kişinin bu hadisi Enes’den naklettiklerini söylüyorlar. Hafız Ebu Naim de bu hadis hakkında kalın bir kitap yazmıştır.

Kısacası sizin büyük alimlerinizin hepsi kendi muteber kitaplarında bu hadisi nakletmişlerdir. Allame, muhakkik, zahit, adil, sıka Seyyid Mir Hamid Hüseyin Dehlevi (sizler onun ilim, amel ve takvasını daha iyi biliyorsunuz), Hindistan’daki şöhreti güneşten daha parlak olan bu alim “Abekat’ul- Envar” adlı büyük kitabının bir cildini “Tayr-i Meşviy” hadisine ayırmıştır. Orada Ehl-i Sünnet’in büyük alimlerinin güvenilir kitaplarından bu hadisin bir çok senetlerini toplamıştır. Ben bu hadisi kaç senetle naklettiğini şimdi hatırlamıyorum. Ancak şu kadar biliyorum ki, bu hadisin senetlerini okuduğumda bu büyük seyyidin böylesi küçük bir hadisin mütevatir olduğunu Ehl-i Sünnet’in kendi kaynaklarından nasıl zahmet çekerek ispat ettiğini görünce gerçekten de çok şaşırdım. Velhasıl, hem Sünnilerin hem de Şiilerin her zaman ve her yerde sahih oluşunu itiraf ettikleri o hadislerin hepsinin özet ve neticesi şudur:

“Bir gün kadının biri kızartılmış bir kuşu Resulullah (s.a.a)’in yemesi için ona hediye etmişti. Resulullah (s.a.a) onu yemeden önce ellerini göğe kaldırıp şöyle dua etti: “Allah’ım! Sana ve bana en sevgili olan kulunu gönder de bu (kızartılmış) kuşu benimle beraber yesin.” Derken Hz. Ali gelip o kuşu Resulullah (s.a.a) ile birlikte yediler.

Malik’in “Fusul’ul- Muhimme”sinde, “Tarih-i Hafız-ı Nişabu-ri”de, “Kifayet’ut- Talip”te, “Müsned-i Ahmet”de ve Ehl-i Sünnetin diğer önemli kitaplarında Enes bin Malik’ten şöyle nakletmişlerdir:

Enes diyor ki: “Resul-ü Ekrem bu dua ile meşgulken Ali üç defa geldi. Her gelişinde özür getirerek onu geri yolladım. Üçüncü gelişinde ayağıyla kapıya vurdu. Resulullah (s.a.a); “Onu içeri al.” diye buyurdular. Ali içeri girdiğinde; “Allah sana rahmet etsin, senin bana gelmene mani olan şey neydi?” diye sordular. Ali de; “Üç defa kapıya kadar geldim, bu üçüncü gelişimdir.” diye arz etti. Resulullah (s.a.a) bana dönerek; “Enes! Neden Ali’nin gelmesine mani oldun? Seni bu işe sürükleyen şey ne idi?” diye sordu. Ben de; “Ya Resulullah! Doğrusunu isterseniz, sizin duanızı duyduğumda benim kavmimden birisinin gelmesini istedim” dedim.

Şimdi sizlere soruyorum, acaba Allah-u Teâla Resulünün duasını kabul mu etti, yoksa red mi etti?

Şeyh: Cevap bellidir. Çünkü Allah-u Teâla Kur’ân’da duaların kabul edileceğine dair vaatte bulunmuştur. Ayrıca Resulullah da hiçbir zaman yersiz dua etmeyeceğinden Allah Teala duasını kesinlikle kabul buyurmuştur.

Davetçi: Öyleyse bilin ki, Allah-u Teâla da yarattıklarının içinden en çok sevdiğini seçip onu Peygamberinin yanına göndermiştir. Binaenaleyh, Allah ve Peygamberinin, ümmetin içinde en çok sevdiği kimse, Ali bin Ebi Talip (a.s)’dır.

Nitekim sizin büyük alimleriniz, bu manayı tasdik etmişlerdir. Örneğin: Sizin büyük alimlerinizden olan Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib’us- Süul” adlı kitabın 5. faslının 1. babının 15. sayfasında “Rayet” (bayrak) ve “Tayr” hadisleri münasebetiyle, güzel beyanı ve tatlı tahkikiyle Hz. Ali (a.s)’ın ümmetin içinde Allah ve Peygamber’in en çok sevdiği kimse olduğunu ve onun makamının yüceliğini ispat etmiştir.

Şafii sözlerine şunu da ekliyor: “Peygamber-i Ekrem (s.a.a), muttakilerin en yüksek dereceleri olan bu değerli makam ve yüce sıfatı (Allah ve peygamberinin yanında sevgili olmayı) Hz. Ali’ye ispat ederek onun ulvi makamını halka bildirmek istedi.”

H. 658. Yılda Şam’ın hafız ve muhaddisi olan Muhammed bin Yusuf-u Şafii “Kifayet-ut Talib fi Menakıb-i Ali bin Ebi Talib”in 33. babında kendi muteber senetleriyle Enes ve Sefine’den bu hadisi dört yolla naklettikten sonra şöyle diyor:

“Mehamili de “Emali”nin 9. cüz’ünde bu hadisi nakletmiştir. Bu, Hz. Ali’nin Allah’ın en çok sevdiği insan olduğunu ispat eden açık bir delildir. Bu manaya delalet eden delillerin en güçlüsü de, Allah’ın kendi Resulünün duasını kabul edeceğine dair verdiği vaattir. Resulullah (s.a.a) dua ettiğinde, Allah Teala onun duasını hemen kabul ederek en sevdiği insanı Resulünün yanına gönderdi. O insan Ali’den başkası değildi.”

Şafii sonra şöyle devam ediyor: “Tayr-i Meşviy” hadisini Hakim Ebu Abdullah Hafız Nişaburi 86 kişiden, onlar da Enes’ten nakletmişlerdir. Hafız, 86 kişinin hepsinin ismini yazmıştır. [5]

Şimdi insafla söyleyin. Sizin söylediğiniz hadis, özellikle onunla çelişen Tayr hadisiyle bir midir? Cevap kesinlikle “hayır”dır. Ehl-i Sünnetin büyük alimlerinin (çok az inatçı bir grup dışında) hemen hemen hepsinin nakledip sıhhatini doğruladıkları sahih hadisleri bir kenara iterek o tek taraflı hadisi kabul etmek bir fayda vermez. Ayrıca naklettiğiniz o hadis araştırmacı hadis alimleri tarafından reddedilmiştir.

Şeyh: Galiba siz bizim söylediğimiz her şeyi kabul etmemeye ve ısrarla onları reddetmeye karar almışsınız.

Hakikatin Beyanı

Davetçi: Bu şahitlerin huzurunda sizin gibi bir alimin bana böyle bir şeyi söylemesi gerçekten de beni üzdü. Siz ne zaman ilim, akıl ve mantıkla uyuşan bir delil getirdiniz ben de inatçılık edip onu kabul etmedim? Eğer zerre kadar inat, taassup ediyorsam ya da Ehl-i Sünnet kardeşlerime karşı herhangi bir düşmanlığım varsa, Allah’ın yardım ve rahmeti benden uzak olsun.

Allah’ı şahit tutuyorum ki şimdiye kadar, Yahudilerle, Hıristiyanlarla, Henud (Hindu)’larla, Berahimelerle, İran’daki kabiliyetsiz Behailerle, Hindistan’daki Kadyanilerle, sapık maddeci ve tabiatçılarla birçok münazaralarda bulundum ve hiçbirinde inat etmedim; her yerde ve her zaman Allah’ı göz önünde bulundurdum; hedefim daima hak ve hakikati ilim, akıl, mantık ve insaf kurallarına dayanarak aşikar etmek olmuştur.

Ben kafir, mürtet ve necis insanlarla tartıştığım zaman bile inatçılık etmedim, kaldı ki aynı ümmet ve şeriattan olan, kıblesi ve hükümlerine tabi olduğumuz Peygamberi bir olan siz Müslüman kardeşlerime karşı da inat edeyim. Ancak sizde yerleşmiş olan bir hata var ki öncelikle onu mantık ve insaf yoluyla gidermek gerekir.

Elhamdülillah sizler alimsiniz, eğer biraz geçmiş atalarınızın adet ve taassuplardan uzaklaşarak insaf dairesine girerseniz sağlıklı bir sonuca erişiriz.

Şeyh: Biz, sizin Lahur’da Berahame ve Henud (Hindu)’larla yaptığınız tartışmaları gazete ve dergilerden okuduk. Ve bu bizi gerçekten çok sevindirdi. Hatta daha sizi görmeden önce size karşı kalben içimizde bir alaka doğdu. İnşaallah Allah size ve bize muvaffakiyet verir de hak ve hakikat aşikar olur.

Eğer bir hadisin sahihliğinde herhangi bir şüphe olursa, sizin de buyurduğunuz gibi onu Kur’ân'la karşılaştırmamız gerekir. Eğer Ebu Bekir (r.z)’in fazilet ve Hulefa-i Raşidin (r.z)’in hilafetlerine ilişkin hadislerde şüphe ediyorsunuz, Kur’ân’dan kaynaklanan delillerde de mi şüphe edip onları zedelemeye çalışacaksınız?

Davetçi: Kur’âni delillerde ya da sahih hadislerde şüphe edip onları zedelemeye çalışmaktan Allah’a sığınırım. Allah böyle bir günü göstermesin. Burada önemli bir noktayı hatırlatmadan geçemeyeceğim. O da şudur: Ne zaman bir fırka, bir kavim ya da bir mürtetle bile tartışsam, onların hepsi kendi haklılıklarını ispat için Kur’ân’dan delil getiriyorlardı. Çünkü Kur’ân-ı Mecid’in ayetlerini çeşitli şekillerde yorumlamak mümkündür.

 Hatem’ul- Enbiya (s.a.a), insanların Kur’ân’ı kişisel menfaatlerine uygun şekilde yorumlamalarını engellemek için Kur’ân’ı tek başına emanet olarak bu ümmete bırakmadı.

Resulullah (s.a.a) her iki fırkanın (Şii ve Sünni) alimlerinin kabul ettiği ve daha önce de arz ettiğim ve Resulullah (s.a.a)’in buyurduğu; “Ben sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum; Allah’ın Kitabı ve itretimi (Ehl-i Beytimi). Bu ikisine sarıldığınız müddetçe kurtulacaksınız.” (Bazı hadislerde ise: “...Onlara sarıldığınız müddetçe asla sapmazsınız.” şeklinde geçmiştir.) hadisi, O Hazretin Kur’ân’ı yalnız başına emanet bırakmadığını, Kur’ân’la birlikte Ehl-i Beytini de ümmete emanet olarak bıraktığını açıkça ortaya koymaktadır. Bunun için Kur’ân ayetlerinin nüzul sebeplerini, içerdiği hakikat ve manayı yine O’nun gerçek açıklayıcısı ve beyan edicisi olan Resulullah (s.a.a)’den, O’ndan sonra ise Resulullah’ın Ehl-i Beyti’nden sormak gerekir. Çünkü Enbiya suresinin 7. ayetinde Allah-u Teâla şöyle buyuruyor: “Bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun.”

Zikr Ehli Âl-i Muhammed’dir

Zikr Ehlinden maksat, Kur’ân’nın dengi olan Ali (a.s) ve onun İmam olan 11 masum evladıdır. Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”nin 39. babının 119. sayfasında (İstanbul baskısı), o da imam Sa’lebi’nin Keşf’ul- Beyan tefsirinden, Cabir bin Abdullah-i Ensari’den naklen şöyle naklediyor: “Ali bin Ebu Talip; “Zikr Ehli biziz.” buyurmuştur. Zikr Kur’ân’ın adlarından birisidir. Ehl-i Beyt (a.s) ise Kur’ân ehlidirler. Sizin ve bizim alimlerimiz muteber kitaplarında Hz. Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu naklediyorlar:

“Beni kaybetmeden önce sorun benden. Allah’ın kitabını sorun benden. Çünkü ben bir ayet nazil olduğu zaman gece mi yoksa gündüz mü, düzlükte mi yoksa tepede mi nazil olduğunu biliyorum. Allah’a and olsun nazil olan ayetlerin hepsinin nüzul sebeplerini, nerede nazil olduklarını ve kime nazil olduklarını şüphesiz biliyorum. Çünkü Rabbim bana fasih bir dil ve algılayıcı bir kalp bağışlamıştır.”

Demek ki, Kur’ân’ın ayetleri delil olarak gösterildiği zaman, bu onun hakiki anlamı ve gerçek müfessirlerin beyanıyla uyumlu olmalıdır. Yoksa herkes kendi görüş ve zevkine, inanç ve fikrine göre Kur’ân’ın ayetlerini tefsir ederse, bu durum ihtilaf ve ayrılığın dışında hiçbir sonuç doğurmaz.

Bu mukaddimeden sonra kastettiğiniz o ayeti okuyun. Eğer gerçeğe uygun olursa, onu canı gönülle kabul eder, başımızın üstüne koyarız.

Dört Halifenin Hilafetiyle İlgili Ayetin Nakli ve Onun Yanıtı

Şeyh: Fetih suresinin 29. ayetinde Kur’ân şöyle buyuruyor:

“Muhammed Allah’ın Resulüdür. Onunla beraber bulunanlar, kafirlere karşı çok çetin, kendi aralarında çok merhametlidirler. Sen onları rüku eder, secdeye kapanır halde görürsün. Allah’tan bir lütuf ve ihsan ister dururlar. Görünüşlerine gelince, yüzlerinde secde izi-alametleri vardır.”

Bu ayet-i kerime bir yönden Ebu Bekir’in (r.z) şeref ve faziletini ispat ederken, bir yönden de hulefa-i raşidinin hilafetini belirlemektedir. Şia camiasının iddiasının aksine bu ayet, Ali’nin (k.v) ilk halife değil de 4. halife olduğunu bildiriyor.

Davetçi: Ayet-i Kerimenin zahirinden ne hulefa-i raşidinin hilafeti çıkıyor, ne de Ebu Bekir’in faziletli. Buna bir açıklık getirin. İddia ettiğiniz anlam ayetin neresinden anlaşılıyor?

Şeyh: Ayetin Ebu Bekir’in (r.z) şeref ve faziletine delil olan tarafı “onunla beraber bulunanlar” cümlesidir. Bu cümle onun faziletini ispat etmektedir. Çünkü Resulullah Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde Ebu Bekir Leylet’ul- Ğar’da Peygamberle birlikte idi.

Hulefa-i raşidinin hilafetlerine gelince; bu mezkur ayette apaçık görülmektedir. “Vellezine meahu” (Onunla beraber bulunanlar)’dan maksat, yukarıda da söylediğim gibi Ebu Bekir’dir. O hicrette Sevr Mağarasında Resulullah (s.a.a)’la beraber idi. “Eşiddau ale’l- kuffar” (Kafirlere karşı çetinlerdirler)’den maksat, Ömer (r.z)’dir. Çünkü o kafirlere karşı çok şiddetliydi. Rühamau beynehum” (Kendi aralarında merhametlidirler)’den maksat da Osman (r.z)’dır. Çünkü o çok merhametliydi. Ve “Siymahum fi vücuhihim min eser’is- sücud” (Yüzlerinde secde alametleri görünmektedir) cümlesinden maksat da Ali bin Ebu Talip (k.v)’tir.

Ümit ederim hakkın bizimle olduğunu kabul edip onu tasdik edersiniz. Görüyorsunuz ki Ali birinci halife değil 4. halifedir. Zira Allah Teala onu Kur’ân’da 4. mertebede zikretmiştir.

Davetçi: Doğrusu, konuşmamız yanlış ve garazlı algılanmaması için nasıl cevap vereceğimi bilmiyorum! Ama eğer insafla taassupsuz olarak meseleye bakacak olursanız, işin içinde kötü niyet değil hakikati ortaya çıkarma gayreti olduğunu göreceksiniz.

Şimdiye kadar hiç kimse bu ayeti bu şekilde tefsir etmemiştir. Hatta en muteber tefsir kitaplarınızda bile bu ayet böyle tefsir edilmemiştir. Eğer bu ayet halifeler hakkında olsaydı, Ebu Bekir Resul-u Ekrem (s.a.a)’in vefatından sonra Hz. Ali (a.s), Beni Haşim ve kendisine karşı çıkıp biat etmeyen diğer büyük sahabelerin itirazlarına karşı bu ayeti delil olarak getirip herkesi susturabilirdi. Demek ki sizin buyurduğunuz bu mana sonradan çıkarılan ve sahibinin de böyle bir tefsire razı olmadığı bir manadır.

Taberi, imam Sa’lebi, Fazıl Nişaburi, Celaluddin Süyuti, Kadı Zemahşeri ve imam Fahr-u Razi gibi diğer büyük müfessirlerinizin hiçbiri ayeti bu şekilde tefsir etmemişlerdir. Ne zamandan beri ve kimler tarafından bu şekilde mana edildiğini bilmiyorum. Üstelik, ayetin kendiside sizin iddianızın tersine ilmi, edebi ve ameli engeller vardır. Kim ayeti böyle tefsir etmişse boşuna çabalamıştır. Böyle tefsir eden kimse, Ehl-i Sünnetin büyük alimlerinin yazdığı tefsirlerin başında Resulullah (s.a.a)’den naklettikleri şu hadise dikkat etmemiştir:

“Kim Kur’ân’ı kendi reyine göre tefsir ederse, onun yeri ateştir.”

Bunun tefsir değil de tevil olduğunu söyleyecek olursanız, o zaman da bilin ki sizler tevili kesinlikle kabul etmiyorsunuz.

Şeyh: Alicenabınızın bu kadar net bir ayetin karşısında direneceğinizi zannetmiyordum. Eğer hakikate aykırı olarak bu ayete tenkitiniz varsa, gerçeğin ortaya çıkması için onu buyurun.

Nevvab: Kıble sahip! Sizden ricamız, şimdiye kadar ricamızı kabul ettiğiniz gibi, şimdi de sözlerinizi, çok sade bir şekilde herkesin güzel bir şekilde anlaması için söylemenizdir. Çünkü bize bu ayeti çok okudular ve hepimizi Kur’ân’ın hükmüne cezb ederek ve mahkum ettiler.

Davetçi: Evvela ayetin azameti ve oyuncuların sözleri, beyleri o kadar meczup etmiş ki, bundan dolayı onun batın ve zamirlerinden gafil olmuşlardır. Eğer ayetin edebi manasına ve nahiv terkibine birazcık dikkat edecek olursanız, iddianızla asla uyuşmayacağını kendiniz bile görmüş olursunuz.

Şeyh: Öyleyse bir zahmet kendiniz bu ayetin nahiv terkibini ve zamirlerini beyan edin de, onların iddiamızla nasıl uyuşmadığını görelim.

Davetçi: Önce ayetin terkibi yönünü ele alalım. Bildiğiniz gibi ayetin terkibi iki şıktan hariç değildir: Ya diyeceğiz ki; “Muhammed” mübteda, “Resulullah” atf-ı beyan ve “Vellezine meahu” Muhammed kelimesine atf edilmiş, “Eşiddau kelimesi haber ve ondan sonra gelenler de haberden sonra haberdirler. Ya da; “Vellezine meahu” mübteda, “Eşiddau” haber, ondan sonra gelenler de haberden sonra haberdirler dememiz gerekiyor.

Bu kaideyi sizin akide ve sözünüze göre değerlendirirsek iki mana ortaya çıkar. Eğer “Muhammed” mübteda, “Vellezine meahu” da mübtedaya atf edilse ve ondan sonra gelenler de haberden sonra haber olsalar, ayetin manası şöyle olur: “Muhammed (s.a.a) Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Hz. Ali’dir.”

Eğer “Vellezine meahu” mübteda, “Eşiddau” kelimesi haber ve ondan sonra gelenler de haberden sonra haber olursa, o zaman da ayetin manası şöyle olur: “Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali’dir.” Kelamın bu çeşit olabilmesinin makul ve edebi olmadığını yeni talebe olanlar bile bilmektedirler.

Buna ilaveten eğer bu ayet-i kerimeden amaç 4. halife olsaydı, o zaman sizin iddianıza uygun olması için kelimeler arasında vav-ı atife olması gerekirdi.

Müfessirlerinizin hepsi bu ayetin bütün müminlere şamil olduğunu söylüyorlar. Yani bunların, müminlerin hepsinin sıfatları olduğu inancındalar.

Sonra ayetin zahirine de bakacak olursak, bu sıfatların hepsinin her zaman Resulullah (s.a.a)’le birlikte olan bir kişiye ait olduğu görülecektir, dört kişiye değil. Eğer O kişinin de Emir’ul- Mü’minin Hz. Ali (a.s) olduğunu söyleyecek olursak, akıl ve nakille daha uyum sağlar.

Mağara Ayetinin Delil Getirilmesi ve Onun Cevabı

Şeyh: Cedel yapmıyorum demeniz şaşırtıcıdır; oysa yine de cedel yapıyorsunuz. Acaba Allah-u Teâla Kur’ân’ı Kerim’in 9. suresinin (Tevbe) 40. ayetinde şöyle buyurmuyor mu?:

“Eğer siz ona (Peygambere) yardım etmezseniz bilin ki, Allah ona zaten yardım etmişti. Hani küfredenler onu iki kişinin ikincisi olarak yurdundan çıkardıklarında, mağarada bulundukları bir sırada arkadaşına şöyle diyordu: “Tasalanma, Allah bizimle.” Bunun üzerine Allah ona sükunet indirdi ve kendisini sizin görmediğiniz ordularla destekledi...”

Bu ayet, önceki ayeti teyit etmesinin yanı sıra, “Vellezine meahu” (onunla beraber olanlar) cümlesinden de, hicret gecesi mağarada Resulullah (s.a.a)’le beraber olan Ebu Bekir’in ümmetin hepsinden daha faziletli ve şerefli olduğuna en büyük delildir. Ayrıca Resulullah (s.a.a) batini ilimle Ebu Bekir’in O Hazretin halifesi olacağını ve kendisinden sonra da bir halifenin varlığının olması gerektiğini bildiğinden, onu da kendisiyle birlikte götürerek koruması gerekirdi. Bu yüzden onu da düşmanların eline düşmemesi için kendisiyle beraber götürdü. Ondan başka hiç kimseyi de yanına almadı. Bu yüzden diyoruz ki halife olmak ilk olarak onun hakkı idi.

Davetçi: Sizler Ehl-i Sünnet gözlüğünü çıkarıp bir kenara bırakmadıkça, çıplak gözle tarafsız ve taassupsuz bir insan gibi ayete bakmadıkça, ayetin iddianıza herhangi bir delil teşkil etmediğini göremezsiniz.

Şeyh: Eğer iddiamızın tersine başka delilleriniz varsa beyan ediniz.

Davetçi: Sizden rica ediyorum, bu konuyu kapatalım artık. Çünkü söz sözü açıyor. Böyle olunca da bazıları inat ettiğimizi zannedebilir, işin sonu da kin ve nefrete dönüşebilir .Bizim halifelerin makamına karşı ihanet ettiğimiz de düşünülebilir. Şimdilik herkesin makamı korunmuştur. Boş yere tevil ve tefsir etmenin bir anlamı yoktur.

Şeyh: Lütfen işin altından kaçmayın. Emin olun ki, mantıklı deliller kin ve nefret doğurmayacağı gibi gerçekleri de ortaya çıkaracaktır.

Davetçi: “İşin altından kaçma” dediğiniz için cevap vermek zorundayım. Kaçma diye bir şey yoktur işin içinde. Ben sadece edebe riayet etmeye çalıştım. Şimdi sözlerimi insaf ve dikkatle dinleyin. Bunun cevabını muhakkik alimler çeşitli yollardan vermişlerdir. Öncelikle şunu belirtelim ki Resul-u Ekrem (s.a.a)’in Ebu Bekir’in kendisinden sonra halife olacağını bildiğinden onun canını korunması Resulullah (s.a.a)’in üzerine farz olduğu iddianız aslı olmayan bir şeydir. Bunun cevabı çok kolaydır. Şöyle ki Peygamber-i Ekrem’in halifesi yalnızca Ebu Bekir olsaydı böyle bir ihtimal olabilirdi. Oysa Hulefa-i Raşid’in halifelerinin 4 kişi olduğunu sizin kendiniz söylüyorsunuz. Durum böyle iken getirdiğiniz delile göre Resulullah (s.a.a)’in dört halifenin dördünü de yanında götürmesi gerekiyordu. Yoksa birinin canını kurtarıp da diğer üçünü tehlikeye atması, hatta o kalan üçünden birini de kesinlikle düşmanın hücumuna uğrayacak şekilde yatağına yatırması bu delille hiçbir şekilde bağdaşmamaktadır.

Taberi’nin kendi tarihinin üçünü cildinde yazdığına göre, Ebu Bekir Resulullah (s.a.a)’in ne zaman hicret edeceğinden haberi bile yoktu. Hz. Ali (a.s)’ın yanına giderek Hz. Peygamber’in ne durumda olduğunu sordu. O da onun mağaraya gittiğini, işi varsa oraya gitmesi gerektiğini söyledi. Ebu Bekir de koşarak yarı yolda Resulullah (s.a.a)’e ulaştı. Böylece mecbur beraberce yola devam ettiler. Bundan da anlaşılıyor ki Peygamber-i Ekrem (s.a.a) onu kendisiyle birlikte götürmek istememiştir. Aksine o izinsiz olarak Resulullah’ın yanına gidip yarı yoldan sonra onunla beraber yola devam etmiştir.

Hatta bazı hadislere göre Hz. Peygamber (s.a.a)’in Ebu Bekir’i yanında götürmesinin sebebinin tesadüfi, fitne çıkmaması ve düşmana haber vermesinden korktuğundan dolayı olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim sizin insaflı alimleriniz buna itiraf etmişlerdir. Örneğin: Sizin ünlü alimlerinizden olan Şeyh Ebu’l Kasım bin Sabbağ “En- Nur’u ve’l- Burhan” adlı kitabında Muhammed bin İshak’dan, o da Hassan bin Sabit-i Ensari’den şöyle rivayet etmiştir:

“Hz. Peygamber (s.a.a)’in hicretinden önce Umre için Mekke’ye gittim. Kureyş müşriklerinin Resulullah (s.a.a)’in ashabına sövdüklerini gördüm. O sırada Resulullah (s.a.a) Ali’ye kendi yatağında yatmasını emretti. Ebu Kuhafe’nin oğlu Ebu Bekir’in düşmanlara haber vermesinden korktuğundan dolayı onu yanına olarak mağaraya doğru hareket ettiler.”

Ayetteki istişhat yeri ve fazilet sebebini beyan etmiş olsaydınız çok iyi olurdu. Resulullah (s.a.a)’la birlikte yolculuk yapmak, hilafetin ispatı için nasıl bir delil olabilir?!

Şeyh: İstişhat yeri apaçık malumdur. Birincisi; Resulullah (s.a.a) ile birlikte olması ve Allah’ın ona Resulullah (s.a.a)’in arkadaşı demesi. İkincisi de şu ki; Allah Teala Resulullah’ın dilinden şöyle buyuruyor: “Allah bizimle beraberdir.”[6] Üçüncü olarak da; Allah tarafından Ebu Bekir’e sekine (manevi bir güç) inmesi, onun faziletine büyük bir delildir. Bunların hepsi onun efdalliği ve halifelikte öncelik hakkına sahip olduğunu göstermektedir.

Davetçi: Kimse, Ebu Bekir’in mertebelerini inkar etmiyor. Zira o yaşlı bir Müslüman, ashabın büyüklerinden ve Resulullah (s.a.a)’in zevcesinin babası (yani kayın pederi) idi. Ama sizin az önce saydığınız deliller, Ebu Bekir’e özel bir faziletin ve halifelikte öncelik hakkına sahip olduğunun ispatı için yeterli değildir.

Garezsiz yabancı birisinin karşısına, ona özel bir fazilet ispat etmek için bu ayet hakkında yaptığınız beyanlarla çıkarsanız, kesinlikle itiraza maruz kalırsınız. Zira sizin cevabınıza karşılık derler ki: İyilerle arkadaş olmak tek başına faziletli ve üstün olmak için yeterli değildir. Birçok yolculuklarda iyiler kötülerle ve kafirler de Müslümanlarla arkadaş oluyorlar. Nitekim yolculukta bunlar daha çok göze çarpmaktadır.

Şahit ve Örnekler

 Yusuf suresinin 39. ayetinde de görüldüğü üzere Hz. Yusuf (a.s) zindanda iken iki arkadaşı vardı. Ayette şöyle buyurmaktadır:

“Ey benim zindan arkadaşlarım! Parçalara bölünüp fırkalaşmış Rabler mi daha hayırlıdır, Vahid ve Kahhar olan Allah mı?”

Müfessirler bu ayet hakkında şöyle diyorlar: Yusuf’u zindana götürdüklerinde, kralın aşçı ve sakisi olan iki kafiri de onunla birlikte zindana götürdüler. Bu üç kişi 5 yıl boyunca bir yerde kaldılar. Ayette görüldüğü gibi Hz. Yusuf (a.s) onlara “arkadaşlarım” diye hitap ediyor. Acaba Peygamberin o iki kafire arkadaş diye hitap etmesi onların fazilet ve şereflerini mi ispatlamaktadır. Yoksa onlar iman mı etmişlerdi? Halbuki müfessir ve tarihçilerin hepsi, onların beş yıl arkadaşlıktan sonra kafir olarak Hz. Yusuf’un yanından ayrıldıklarını söylüyorlar.

Kehf suresinin 37. ayetinde de Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Kendisiyle konuşan (imanlı fakir) arkadaşı ona dedi ki: Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni bir adam olarak biçimlendiren Allah’ı inkar mı ettin?”

Sizin büyük alimlerinizden olan Fahr-u Razi’nin de “Tefsir-i Kebir”de naklettiği gibi, müfessirlerin geneli bu ayet hakkında şöyle diyorlar: Biri mümin, diğeri de kafir olan iki kardeş vardı. Müminin adı “Yahuda”, kafirin ise “Beradus” idi. Aralarında geçen konuşma uzun olduğu için nakletmiyoruz. Ancak görüyorsunuz ki Allah-u Teâla, biri mümin, diğeri de kafir olmasına rağmen onları “arkadaş” olarak nitelendiriyor. Acaba müminin kafirle arkadaş olması, kafire herhangi bir fayda sağladı mı?

Cevap olumsuzdur. Demek ki birisiyle arkadaş olmak tek başına fazilet ve üstünlük için yeterli değildir. Bu konu için birçok delil var, ama zaman bundan fazlasına izin vermiyor.

Resulullah (s.a.a)’in Ebu Bekir’e “Allah bizimle beraberdir.” diye buyurması Allah’ın kesinlikle daima onunla beraber olduğu ve bunun da onun üstünlüğü ve hilafetinin ispatı için delil teşkil ettiği iddianıza gelince; en iyisi bu konudaki inancınızı yeniden gözden geçirin. Çünkü böyle dediğinizde size hemen itiraz ederek şöyle derler. “Allah yalnızca mümin ve evliyalarla mı beraberdir? Mümin olmayan birisiyle beraber değil midir?”

Acaba bir yer var mı ki Allah orada bulunmasın? Bir kimse var mı ki Allah onunla beraber olmasın? Bir mecliste hem mümin hem de kafir olursa, Allah’ın yalnızca müminle beraber olduğunu ama kafirle olmadığını akıl kabul eder mi? Nitekim Allah Teala Kur’ân’ın 58. suresi olan Mücadele suresinin 7. ayetinde şöyle buyuruyor:

“Allah’ın göklerde ve yerde olanların tümünü gerçekte bilmekte olduğunu görmüyor musun? (Kendi aralarında gizli toplantılar düzenleyip) Fısıldaşmakta olan üç kişiden dördüncüleri mutlaka O’dur; beşin altıncısı da mutlaka O’dur. Bundan az veya çok olsun, her nerede olsalar mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra yapmakta olduklarını kıyamet günü kendilerine haber verecektir. Allah, her şeyi bilendir.”

Bu ve buna benzer ayetlere, akli ve nakli delillere göre, ister mümin olsun ister kafir, ister dost olsun ister düşman, isterse de münafık olsun Allah herkesle beraberdir. İki kişi bir arada olsa ve biri diğerine “Allah bizimle beraberdir” derse, bu karşı tarafın faziletli olduğunu ispat etmez.

Nitekim eğer iki iyi adam, ya da iki kötü adam, ya da biri iyi diğeri kötü olan iki kişi bir arada olsalar, yine de Allah onlarla beraberdir.

Şeyh: “Allah bizimledir” sözünden maksat, yani biz Allah’ın sevgili kullarıyız; çünkü Allah’a yöneldik, Allah için ve Allah’ın dinini korumaktan ötürü hareket ettik. Bu yüzden Allah’ın lütfü bizi kapsamaktadır.

Hakikatin Gözler Önüne Serilmesi

Davetçi: Bunun anlamı dediğiniz şekilde olsa dahi, yine size itiraz ederek diyecekler ki: Böyle bir şey hiçbir kimsenin ebedi saadetine delil olamaz. Çünkü Allah, kulların amellerine bakar. Bir zamanlar amelleri iyi olup Allah’ın rahmet ve lütfüne şamil niceleri vardı; sonraları kötü amelleri sonucu ve imtihan zamanında başarısız oldukları için Allah onlara buğz edip onları rahmetinden mahrum bırakmış ve onlar da melun olmuşlardır.

Nitekim İblis yıllar boyunca Allah’a halis niyetle ibadet etti. Ama Allah’ın emrine isyan ettiği, heva ve hevesine tabi olduğu an Allah’ın rahmetinden mahrum kalarak kıyamete kadar lanetlenmiş oldu. Allah Teala ona şöyle buyurdu:

“Öyleyse oradan (cennetten) çık; çünkü sen kovulmuş bulunmaktasın. Şüphesiz Din (kıyamet) gününe kadar lanet senin üzerinedir.”[7]

Biliyorsunuz, örnekte münakaşa olmaz. Bunları konunun iyi bir şekilde anlaşılabilmesi için söylüyorum.

İnsanlar da aynıdır. Onların da içinde niceleri vardı ki önceleri Allah’ın dostlarıydılar; ama imtihan vakti olunca Allah’ın düşmanı haline gelmişlerdir. Burada örnek olarak iki kişiye değineceğiz. Kur’ân-ı Kerim’in insanların ibret alması ve ümmetin gafillerinin uyanması için onlara işaret etmiştir.

Bel’am Bin Baura

Onlardan biri Bel’am bin Baura’dır. Bel’am Hz. Musa (a.s)’ın zamanında Allah’a o kadar çok yakındı ki, Allah ona İsm-i A’zamını vermişti. Bir defa dua etmekle Hz. Musa (a.s)’ı “Tiyh” vadisinde şaşkın hale getirmiştir. Ama imtihan zamanı gelince, makam sevgisi onu Allah’ a isyana ve şeytana itaat etmeye itmiştir. Böylece cehennemi de satın almıştır. Müfessir ve tarihçilerin hepsi onun durumunu yazmışlardır. Fahr-u Razi de kendi tefsirinin 4. cildinin 463. sayfasında İbn-i Abbas, İbn-i Mes’ud ve Mücahid’den naklen onun hikayesini nakletmektedir. Allah-u Teala A’raf suresinin 175. ayetinde şöyle buyuruyor:

“Onlara, şu adamın haberini de oku: Kendisine ayetlerimizi vermiştik; onlardan sıyrılıp çıktı, şeytan da onu peşine taktı; nihayet o, azgınlardan oluverdi.”

Abid Bersisa

Ötekisi ise Abid Bersisa’dır. Bu da önceleri Allah’a öylesine yakındı ki duaları kabul oluyordu. Ama imtihan edildikten sonra sonu hayırlı olmadı. Şeytanın hilesine aldanarak bir kızla zina etti. Bu yüzden de bütün zahmetleri boşa çıktı. Sonra darağacına asılarak kafir olarak dünyadan gitti. Bunun için Allah Teala Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

“Durumları, şeytanın durumuna benziyor. Hani, şeytan insana küfret-inkar et der, insan küfür ve inkara sapınca da şöyle konuşur: ‘Vallahi ben senden uzağım; ben, alemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım!’ Bu yüzden ikisinin de sonu, içinde sürekli kalacakları ateşe girmek oldu. Zalimlerin cezası işte budur.”[8]

Demek ki bir insandan belli bir zaman iyi bir amel görülürse, bu onun akıbetinin hayırlı olacağını ispatlamaz Onun için şöyle dua etmemiz buyurulmuştur: “Allah’ım, işlerimin sonunu hayır kıl.”

“Ayrıca, “Mean-i Beyan” ilminde şöyle bir şey vardır: Bir cümlede bir şey özellikle vurgulanıyorsa, bunun sebebi muhatabın şek ve şüphede olduğu içindir. Ayet-i Kerime’nin cümle-i ismiyye ve in-i müşeddede ile başlaması, karşı tarafın akidesinin bozukluğunu, tezelzül ve tevehhüme kapıldığını, şek ve şüphede olduğunu gösteriyor.

 Şeyh: İnsaflı olun biraz. Sizin gibi birisinin bu konuda İblis, Bel’am-i Baura ve Bersisa’yı örnek getirmesi doğru değildi.

 Davetçi: Kusura bakmayın, az önce örnekte münakaşa olmaz dediğimi duymadınız mı? İlmi ve mezhebi münazaralarda örnekler konunun iyice anlaşılabilmesi için getirilmektedir. Allah şahittir ki, misal ve şahit getirirken hiçbir zaman ihanet kastım yoktur. Sadece kendi görüş ve akidemi ispat etmek için aklımda olanları söyledim.

Şeyh: Ayetin kendisinde Ebu Bekir’in faziletini ispat eden karine vardır. Çünkü ayette şöyle buyuruyor: “Feenzele sekinetehu aleyh” (Allah, sükunetini ona indirdi.) Sekinetehu’daki zamir (“ona” kelimesinden maksat) Ebu Bekir’dir. Bu da açıkça Ebu Bekir’in başkalarından daha faziletli ve üstün olduğunu ortaya koymakta ve sizin gibilerin de yanlış düşüncesini ortadan kaldırmaktadır.

Davetçi: Yanılıyorsunuz, “Sekinetehu”daki zamir, Resulullah’a dönmektedir. Sekine (sükunet), Resulullah’a inmiştir; Ebu Bekir’e değil. Çünkü cümlenin hemen arkasından şöyle buyuruyor: “Ve eyyedehu bicunudin lem terevha” (Kendisini, sizin görmediğiniz ordularla destekledi.) Hakkın ordusuyla desteklenmek, kesinlikle Resulullah’ın hakkıdır; Ebu Bekir’in değil.

Şeyh: Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellemin) bu ordularla desteklenmesi kesin ve belli bir şeydir. Ama Ebu Bekir (r.z), Resulullah’la beraber olduğu için o da nasipsiz değildi.

Davetçi: Eğer ikisi de İlahi rahmete nail olsa idiler, o zaman ayetin bütün cümlelerindeki zamirler tesniye olarak gelmesi gerekirdi. Halbuki önceki ve sonraki bütün zamirler müfret (tekil) olarak getirilmiştir; tâ ki Resulullah (s.a.a)’in yüksek makamı ve Allah’tan gelen rahmet ve inayetlerin O’nun şahsına ait olduğu ispat ve belli olsun. Eğer Resulullah’ın tufeylisi olarak başka birilerine de rahmet ve sekine inmiş olsaydı, onun adı zikredilirdi. Bu ve benzeri ayetler, sekine ve rahmetin yalnızca Resulullah (s.a.a)’e ait olduğunu ortaya koymaktalar.

Şeyh: Resulullah (s.a.a)’in sekine (sükunet) ve rahmete ihtiyacı yoktu. Çünkü sekine O’nda her zaman mevcuttu. Buna binaen sekine, yalnızca Ebu Bekir’e inmiştir.

Davetçi: Neden aynı şeyleri tekrar ederek meclisin vaktini alıyorsunuz. Hangi delile göre Hatem’ul- Enbiya’nın sekineye (sükunete) ihtiyacı olmadığını söylüyorsunuz? İster Peygamber olsun ister olmasın, herkesin Allah’ın rahmetine ihtiyacı vardır. Huneyn kıssasında Tevbe suresinin 26. ayetinde Allah-u Teâla’nın şöyle buyurduğunu unuttunuz mu?: “Sonra Allah, resulünün üzerine de, müminlerin üzerine de sükunetini indirdi.”

Fetih suresinin 26. ayetinde de yine, sekinenin Resulullah’a ve müminlere indiği vurgulanmıştır. Bu ayetlerde Resul-ü Ekrem (s.a.a)’den sonra müminlere de değinilmiştir. Eğer Ğar (mağara) ayetinde, Ebu Bekir müminlerden sayılmış olsaydı, sükunet ve sekineye meşmul olarak zamirlerin tesniye olarak zikredilmesi ya da onun isminin ayrıca anılması gerekirdi. Bu mesele o kadar açıktır ki, sizin insaflı alimleriniz de ayetteki zamirin Ebu Bekir’e ait olmadığını söylemişlerdir.

Siz beylerin, Şeyh Ebu Cafer Muhammed bin Abdullah İskafi’nin (Mutezilenin büyük alimlerindendir) “Nakz’ul- Osmaniyye” adlı kitabını okuması çok iyi olur. Bu insaflı alimin, Ebu Osman Cahiz’in tutarsız sözlerinin cevabında hakkı nasıl da aşikar ettiğine bir bakınız. İbn-i Ebi’l- Hadid de “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin 3. cildinin 253. sayfasından 281. sayfasına kadar, onun verdiği cevaplardan bazılarını naklediyor.

Bütün bunlara ilave olarak, ayette bir cümle var ki sizin söylediğinizin tam aksini ispat ediyor. O cümle şöyledir: Resulullah (s.a.a), Ebu Bekir’e mahzun olma diyerek onun hüzünlenip gamlanmasına engel oluyor. Bu cümle Ebu Bekir’in o anda hüzünlü olduğunu gösteriyor. Acaba Ebu Bekir’in hüzünlü olması, iyi bir amel miydi yoksa kötü bir amel mi? Eğer iyi bir ameldiyse, sizin de bildiğiniz gibi Resulullah (s.a.a) hiçbir zaman birinin iyi bir ameline engel olmazdı. Ama eğer kötü bir amel idiyse, öyleyse bu amelin sahibi faziletli birisi değildir. Faziletli olmayan birisi de Allah’ın rahmetine şamil olamayacağı gibi ona sükunet de nazil olmaz. Şeref ve fazilet yalnızca evliyalara, müminlere ve Allah’ın dostlarına aittir. Evliyaların bir takım alametleri vardır. Onlar o alametlerle tanınırlar. Bunların en önemlisi Kur’ân-ı Kerim’de buyrulduğu gibi evliyalar hiçbir olayın karşısında korkmaz ve hüzne kapılmazlardı. Aksine, direnip sabrederlerdi. Yunus suresinin 62. ayetinde Allah-u Teâla şöyle buyuruyor:

“Biliniz ki; Allah’ın velileri için korku yoktur, onlar mahzun olacak değillerdir.”

(Söz buraya ulaşınca, herkes saatlerine bakıp gece yarısını geçti dediler. Nevvab efendi; “Kıble sahibin sözü, mezkur ayetin hakkında henüz bitmemiş, daha söylenecek çok söz vardır bir sonuca ulaşamadık” dedi. Beyler de; “Gerek yoktur, daha fazla zahmet vermeyelim, gerisi yarın akşama kalsın” diye cevap verdiler. O gece Resulullah (s.a.a)’in bi'setinin yıl dönümü ve büyük bayramlardan biri olduğu için meclise pastalar, tatlılar, şerbetler getirdiler; meclis neşeli bir şekilde son buldu.)