ANASAYFA

YEDİNCİ OTURUM

YEDİNCİ OTURUM
Mecazi Özdeşlikle Hakiki Özdeşlik Arasındaki Fark
Peygamber ve Ali'nin Nefsani Özdeşliği
Mübahele Ayeti
Hz. Peygamber'in Necran Nasranileriyle Tartışması
Nasranilerin Mübahele İçin Hazırlanması
Hz. Peygamber İle Hz. Ali'nin Eşitliğine Dair Hadisler
Peygamber (s.a.a) Bütün Peygamberlerden Üstün Olduğundan Dolayı Hz. Ali de Onlardan Üstündür
Sa'saa'nın Hz. Ali'den, O'nun Peygamberlerden Üstün Oluşunun Sebebi Hakkındaki Soruları ve Onların Yanıtı
Hz. Ali Bütün Peygamberlerin Aynası İdi
Teşbih Hadisi Etrafında Şeyh Muhammed bin Yusuf-u Genci-yi Şafii'nin Açıklaması
İcmanın Reddine Dair Deliller
Usame'nin Oyuncularla Konuşması
İcmanın Gerçekleşmediğine Dair İki Fırkanın İttifakı
Ashabın Büyüklerinin Ebu Bekir'in Biatinden Kaçınmaları
Sekaleyn ve Sefine Hadisleri
Ebu Bekir Yaş Bakımından Büyük Olduğundan Dolayı Hilafete Geçti Sözünün Yanıtı
Hz. Ali Hakla Batılı Birbirinden Ayırt Edendir
Ömer'in, Nübüvvet ve Saltanat Bir Ailede Toplanmaz Sözüne Reddiye
Hilafet Tayini Hakkında Yine Gerçeklerin Beyanı
Hz. Ali ve Haşimilerin Biati, Altı Aydan Sonra Tehditle Gerçekleşti
Hz. Ali'yi Kılıç Zoruyla Camiye Götürdüklerine Dair On İki Delil
İnsafla Yargılamak Gerek...
Hz. Fatıma'nın Çocuk Düşürdüğüne Dair Rivayetler
Hakkı Savunmak Gerekir
"Ali'yi Sevmek Hasenedir", "Hüseyin'e Ağlayana Cennet Gerekli Olur" Hadislerini Eleştiri ve Onların Yanıtı
Fühuşun, Sünnilerin Bulunduğu Şehirlerde Daha Yaygın Oluşu
Zemahşeri'nin İtirafı ve Ehl-i Sünnet'i Eleştirmesi
"Ali'yi Sevmek Hasenedir" Hadisinin Ehl-i Sünnet Kitaplarından Senetleri ve Manası
Hakikatin Keşfi
Kes ile Nakes Arasındaki Fark
Ağlama ve Yas Tutmanın Netice ve Faydaları
İmam Hüseyin (a.s) Makam Peşinde Değildi
Beş Seçkin İnsan, Her Çeşit Çirkin Amellerden Uzaktılar
İmam Hüseyin (a.s)'ın Kıyamı Zahiri Riyaset ve Hilafet İçin Değildi
İmam Hüseyin (a.s)'ın Kıyamı, "La İlahe İllallah" Şeceresini Korumak İçin Gerçekleşmiştir
İmam Hüseyin (a.s)'ın Mazlumiyeti Hakkında İngiliz Kadının
İstenen Sonuç ve Gerçeğin Ortaya Çıkması
Ziyaretin Sevap ve Faydaları
Ehl-i Beyt İmamlarının Kabirlerini Ziyaret Etmenin Faydaları

YEDİNCİ OTURUM

(29 Recep 1345 Perşembe akşamı)

 Gecenin ilk saatlerinde davetliler (sohbete katılacak olanlar) salona geldiler. Çay içip bir müddet samimi sohbetlerden sonra ciddi bir hava içerisinde oturum başladı.

Seyyid Abdulhay (Ehl-i Sünnet imamı): Kıble sahip (alicenap)! Birkaç gün önce bazı açıklamalarda bulundunuz. Kıble ve serverimiz Hafız bey sizden delil istediler. Ama siz meseleyi çarpıtarak konunun dışına çıktınız ve bir takım tabiri caizse ilmi mugalatalarla bizi oyalayarak konunun dışına çıktınız ve böylece asıl mesele arada kayboldu.

Davetçi: Buyurun efendim, konu ne idi ve hangi sorunuz cevapsız kaldı, lütfen hatırlatır mısınız?

Seyyid: Birkaç gün önce, efendimiz Ali’nin (k.v) Resulullah (s.a.a) ile nefsani özdeşliğini ve bu sebeple de Ali’nin bütün peygamberlerden üstün olduğunu buyurmadınız mı?

Davetçi: Doğru, böyle olduğunu şimdi de söylüyorum.

Seyyid: Öyleyse bizim eleştirimizi neden cevapsız bıraktınız?

Davetçi: Çok yanıldınız; size şaşırıyorum; bütün geceleri can kulağıyla delillerimizi dinlediğiniz halde, benim konudan kaçarak mugalata yaptığımı mı söylüyorsunuz? İşin içinde, konudan sıyrılıp kaçmak veya mugalata yapma diye bir şey yoktur. Laf lafı açtı, derken sohbet uzadı ve siz de bunu yanlış yorumladınız. Ama kesinlikle konunun dışına çıkmadım ve meseleyle irtibatsız sözler de sarf etmedim. Siz bir takım sorular sordunuz; ben de mecburen cevapladım. Şimdi buyurun sormak istediklerinizi sorun. Allah’ın yardımıyla cevap vermeye hazırım.

Seyyid: İki insanın arasında, nefsani bir özdeşlik oluşup onların tek vücut haline gelmeleri nasıl mümkün olabilir? Bunu anlamaya çok meraklıyız.

Mecazi Özdeşlikle Hakiki Özdeşlik Arasındaki Fark

Davetçi: İki insan arasında hakiki özdeşlik olamaz. Bu imkansızdır; batıl oluşu da aşikardır. Hakiki özdeşliğin imkansız oluşu meselesi, kendi konusu dahilinde delillerle ispat olunmuştur. Böyle bir şeyin mümkün olmayışı apaçıktır. Öyleyse iddia edilen şey hakiki özdeşlik değildir. Söz konusu özdeşlik, mecaz ve mübalağa babındandır. Çünkü birbirini çok seven veya bir çok yönleriyle birbirlerine benzeyen iki insan genellikle bir vücut olduklarını hissedercesine özdeşlik iddiası yaparlar.

Arap ve Arap olmayan edebiyatçı ve şairlerin söz ve şiirlerinde bu tür mübalağalar oldukça çoktur. Hatta evliyaullahın sözlerinde de bu çeşit mübalağalar açıkça görülmektedir. Örneğin: Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’ın olduğu belirtilen bir şiirde şöyle geçmekte:

Kişilerin himmetleri (gayretleri) muhtelif işlerde çoktur.

Ama benim gayretim dünyada müsait bir dosttur.

Bu dost, iki bedene girmiş bir ruh gibidir.

Cisimleri iki cisim, ama ruh birdir.

Mecnun-i Amiri hakkında şu söz meşhurdur: Bir gün Mecnun’a hacamat[6] yapmak istediklerinde, Mecnun, kendisine hacamat yapmamaları için ısrarla şöyle diyordu: “Ne olur bu işten vazgeçin. Çünkü neşterin, Leyla’ya dokunacağından korkuyorum. Zira Leyla benim damarlarımda yer almıştır.” Şairler bu manayı şiir şeklinde dile getirmişlerdir:

Hacamattan korkmuyorum diye söyledi Mecnun.

Zira dağlardan daha yücedir sabrım benim.

Lakin Leyla ile dolup taşmıştır bedenim.

Bu sedef o incinin sıfatlarıyla doludur.

Aydın bir kalbe sahip olan akıl;

Leyla ile benim aramda fark olmadığını anlar.

Ey hacamat eden, bana hacamat yaptığında,

Neşteri Leyla'ya dokunduracağından korkarım.

Ben Leylalım, Leyla da ben.

Biz iki bedene girmiş bir ruhuz.

Onun ruhu benim ruhum; benim ruhum da onun ruhudur.

İki ruhun bir bedende yaşadığını kim görmüştür?

Edebiyat üstatlarının eserlerine bakacak olursanız, bu çeşit mübalağa ve mecazi sözleri çok görürsünüz. Nitekim tatlı dilli edebiyatçı şair şöyle demiştir:

Ben aşık olan kimseyim; aşık olunan da benim.

Biz bir bedene girmiş iki ruhuz.

Beni gördüğün zaman, onu görürsün.

Onu gördüğünde de beni görürsün.

Peygamber ve Ali’nin Nefsani Özdeşliği

Bundan fazla beylerin vaktini mukaddimede almış olmayayım. Şimdi şu netice ve sonucu alıyorum ki, eğer ben size; “Emir’ul- Muminin Ali (a.s)’ın Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ile nefsani özdeşliği vardı” dediysem, sizin dikkat ve düşünceleriniz hakiki özdeşliğe yönelmesin. Zira hiç kimse hakiki özdeşliği iddia etmemiştir. Eğer bir kimse böyle bir özdeşliğe inanırsa, böyle bir inanç kesinlikle batıl ve itibarsızdır.

Binaenaleyh bu özdeşlik, hakiki değil mecazidir. Ondan kast olunan da, ruh ve kemal eşitliğidir, cisim değil. Kesinlikle Emir’ul- Muminin Ali (a.s), nass ve delille istisna edilen hariç, bütün fazilet, kemal ve sıfatlarda Resulü Ekrem (s.a.a) ile eşitti.

Hafız: Öyleyse bu kaide ve kurala göre, Muhammed ve Ali’nin, birlikte peygamber olmaları gerekir. Sizin sözlerinizden anlaşıldığı üzere Ali de peygamberlikte ortakmış; vahiy de özdeşlikten dolayı mecburen her ikisine nazil oluyormuş!

Davetçi: Gerçekten mugalata yaptınız; durum sizin beyan ettiğiniz şekilde değildir. Biz ve Şialardan hiç kimse, böyle bir inanca sahip değiliz. Meclisin vaktini münakaşa ile almanızı ve konuşulan konuların tekrar olunmasına sebep olmanızı sizden beklemiyordum. Daha şimdi, nass ve delilin istisna ettiği hariç bütün kemallerde eşit olduklarını arz ettim. Nass ve delilin de istisna ettiği nübüvvet-i Hasse ve onun şartlarıdır; ki vahyin nazil oluşu ve hükümler, o şartlardandır.

Geçen akşamlarda yapılan açıklamaları unuttunuz mu? Eğer unuttuysanız, yayınlanan gazete ve dergilere müracaat ediniz; göreceksiniz ki biz geçen gecelerde, “Menzilet” hadisinin yanı sıra, Hz. Ali’nin nübüvvet makamına sahip olduğunu, fakat Hatem’ul- Enbiyanın din ve şeriatının emri altında olduğunu ispatladık. İşte bundan dolayı, vahiy Hz. Ali (a.s)’a inmemiş ve O’nun nübüvvet makamı, Harun’un Musa dönemindeki nübüvvet makamından da fazla olmamıştır.

Hafız: Siz bütün fazilet ve kemallerde eşitliğe inandığınız için bu inanç nübüvvet ve nübüvvetin şartlarında da eşitliği gerektirmektedir.

Davetçi: Zahirde böyle düşünülmesi mümkün olabilir, ama eğer birazcık dikkat etseniz, meselenin beyan ettiğinizden başka bir şey olduğunu tasdik edeceksiniz. Nitekim geçen akşamlarda, nübüvvet için mertebe ve derecelerin olduğunu Kur’ân ayetleri ile vurgulamış ve nübüvvete sahip olanların bazılarının, diğer bazılarına nazaran üstün olduğunu ispatlamıştık. Allah-u Teâla da Kur’ân'da açıkça şöyle buyurmaktadır: “O peygamberlerden bazısını bazısına üstün kıldık.”

Peygamberlerin bütün derece ve mertebelerinden en üstün derece Muhammed (s.a.a)’in özgü nübüvvetinin mertebesidir. İşte bunun için Allah-u Teâla Ahzab süresinin 40. ayetinde şöyle buyuruyor:

“Muhammed, sizden birisinin babası değildir; fakat Allah’ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur.”

 İşte o kemal, hatemiyete sebep olan has nübüvvettir. Öyleyse bu has kemalde hiç kimse ortak olamaz; ama diğer kemal ve faziletlerde eşitlik hükmündedirler. Bu mananın ispat olması için delil ve burhanlar yeterince çoktur.

Seyyid: Acaba kendi iddianızı ispat etmek için Kur’ân-ı Kerim'den bir deliliniz var mı?

Mübahele Ayeti

Davetçi: Elbette ilk delilimizin Kur’ân'dan olduğu gayet açıktır; ki bu bizim en muhkem semavi senedimizdir. En büyük delil, Kur’ân-ı Kerim'de apaçık buyurulmuş olan şu mübahele ayetidir:

“Sana gelen bunca ilimden sonra, yine de bu hususta seninle çekişip-tartışmalara girişirlerse de ki: Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, nefsimizi (kendimizi) ve nefsinizi (kendinizi) çağıralım; sonra karşılıklı lanetleşelim de Allah’ın lanetini yalan söylemekte olanların üstüne kılalım.”

Sizin kendi alimlerinizden tanınan muteber şahıslar ve müfessirler, örneğin; imam Fahri Razi Tefsir-i Kebir’de, imam Ebu İshak Salebi “Keşf'ul- Beyan”da, Celaluddin Süyuti “Dürr’ül- Mensur”da, Gazi Beyzavi “Envar’ut- Tenzil”de, Carullah Zemahşeri “Keşşaf”da, Müslim bin Haccac “Sahih”de, Ebu’l- Hasan Fakih bin Meğazili eş-Şafii el-Vasitî “Menakıb”da, Hafız Ebu Naim İsfehani “Hilyet’ul- Evliya”da, Nuruddin Maliki “Fusul’ul- Muhimme”de, Şeyh’ul- İslâm Himvini “Feraid”de, Ebu'l- Muayyid Harezmi “Menakıb”da, Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”de, Sibt bin Cevzi “Tezkire”de, Muhammed bin Talha “Metalib'us- Süul”da, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talip”te İbn-i Hacer-i Mekki “Savaik'ul- Muhrika”da ve bunlardan başkaları, bu ayetin nüzul olduğu günü Mübahele günü yazıyorlar ve o gün Zilhicce ayının 24’ü veya 25’i imiş.

Hz. Peygamber’in Necran Nasranileriyle Tartışması

Resulü Ekrem (s.a.a) Necran Nasranilerini (Hıristiyanlarını) İslâm’a davet ettikten sonra, onların büyük alimlerinden olan Seyyid, Akıb, Casilik, Alkame ve 70 kişiye aşkın diğer kimseler, 300 kişiye ulaşan kendi takipçileriyle birlikte Medine’ye geldiler. Resulullah'la yaptıkları birkaç ilmi münazaralarda, sabit ve muhkem delillerle gereken cevapları alarak yenilgiye uğradılar. Zira O Hazretin delilleri, onların elinde bulunan güvenilir kitaplardandı. O kitaplarla kendi hakkaniyetini, Hz. İsa'nın O Hazretin alamet ve nişaneleri hakkındaki söyledikleri sözleri ve zuhur edeceğinden haber verdiğini onlara anlattı. Nasraniler Hz. İsa'nın verdiği haberlere göre böyle bir zuhurun bekleyişi içinde idiler; ki O (Resul) deveye binerek (Mekke’de bulunan) Faran dağlarından zahir olacak, İyr ve Uhud (Medine’de) arasında hicret edecektir. Resulullah (s.a.a)’in delilleri öyle güçlü idi ki, teslim olmaktan başka cevapları yoktu.

Ama makam ve mevki sevgisi onların teslim olmasına mani oldu. Onlar İslâm’ı kabullenmediklerinden dolayı Resulullah (s.a.a) Allah’ın emri üzerine, doğrunun yalancıdan ayırt edilmesi için onlara mübahele (karşılıklı beddua) yapma önerisinde bulundu. Nasraniler de bu öneriyi kabullenip bu işin yarına bırakılmasını söylediler; Hazret de kabul etti.

Nasranilerin Mübahele İçin Hazırlanması

Belirtilen gün olan ertesi gün, Nasranilerin hepsi yetmişten fazla kendi alimlerinin eşliğinde, Medine’nin çıkışında, Resulullah (s.a.a)’in çok büyük ve kalabalık bir toplulukla onları yıldırmak ve korkutmak için geleceğini bekliyorlardı.

Aniden “Medine” kalesinin kapısı açıldı, Resulullah (s.a.a), sağında bir genç, solunda hicaplı bir kadın ve ön tarafında ise iki çocuk olduğu bir halde gelerek Nasranilerin karşısındaki bir ağacın altında oturdular. Buların dışında kimse O’nlarla gelmemişti.

Nasranilerin en bilgini ve alimi olan oskof, mütercimlerden Muhammed ile gelenlerin kim olduklarını sordu. Mütercimler; “O genç, O’nun damadı ve amcası oğlu Ali bin Ebi Talip’tir, O kadın O’nun kızı Fatıma’dır, O iki çocuk ise O’nun torunları ve kızının evlatları olan Hasan ve Hüseyin’dir” dediler.

Oskof bu durumu görünce Nasrani alimlerine şöyle dedi: Bakınız Muhammed nasıl da mutmain bir halde en yakınlarını, evlatlarını ve en çok sevdiği azizlerini mübahaleye getirip onları belaya maruz bıraktı. Allah’a and olsun ki, eğer O’nun tereddüt veya korkusu olsaydı, asla onları getirmez ve mübaheleden vazgeçerdi veya en azından ailesinden olan azizlerini bu hadiseden uzak tutardı. O’nunla mübahele yapmamız, kesinlikle doğru değildir. Eğer Rum Kayseri’sinden korkmasaydım ona iman ederdim. Öyleyse O’nun isteklerini kabullenerek O’nunla anlaşıp kendi şehrimize dönelim. Onların hepsi; “Söylediklerin sahih ve doğrudur” deyip Oskofu tasdik ettiler. Daha sonra Oskof, Hz. Peygamber’e; “Biz seninle mübahele yapmıyor, anlaşmak istiyoruz.” dedi. Hazret de onların bu teklifini kabul ettiler.

Barış anlaşması Hz. Ali (a.s)’ın eli ile yazıldı. Evrafi kumaşlarından, her kumaşın kıymeti kırk dirhem olmak şartıyla iki bin kumaş, bin mıskal altın ve bunların yarısının yani bin kumaş ve beş yüz mıskal altının Muharrem ayında ve diğer yarısının da Recep ayında verilmesinin gerekliliği yazıldıktan sonra her iki taraf da imzaladı.

Daha sonra kendi diyarlarına döndüler. Yolda giderken onların alimlerinden olan Akıb kendi yaranlarına şöyle dedi: “Allah’a and olsun ki, ben ve siz, bu Muhammed’in vaat edilen peygamber ve söylediklerinin de Allah tarafından olduğunu biliyoruz. And olsun Allah’a ki, herhangi bir peygamberle mübahele eden kimse, kurtuluşa ermemiştir; neticede onların büyük ve küçüklerinden hiçbir kimse sağ kalmamıştır, hepsi helak olup gitmiştir. Eğer biz de mübahele etseydik, kesinlikle hepimiz helak olurduk ve yer yüzünde bir tane dahi Nasrani kalmazdı. And olsun Allah’a; ben onlara baktığımda öyle simalar gördüm ki, eğer Allah’tan isteseydiler, dağları yerinden oynatırlardı.

Hafız: Beyan ettikleriniz sahih, doğru ve bütün Müslümanlar tarafından kabullenilmektedir. Ama bizim konumuz olan, Ali (k.v) ile Resulullah’ın (s.a.a) nefsani özdeşliği meselesiyle ne alakası vardır?

Davetçi: Bu ayeti kerimede, bizim şahit ve delilimiz “Enfüsena” (nefslerimiz) kelimesidir. Zira bu olayda kaç tane önemli nükte gözükmektedir.

Birinci olarak; Resulullah (s.a.a)’in hakkaniyetinin ispat oluşudur. Zira eğer hak olmasaydı mübaheleye cesaret etmez ve aynı zamanda Nasranilerin büyük alimleri de mübaheleden kaçmazlardı.

İkinci olarak; bu ayeti kerime, İmam Hasan ve İmam Hüseyin (a.s)’ın Resulullah’ın oğulları olduğuna delalet etmektedir. (Nitekim birinci akşam bu konuya değinmiştim.)

Üçüncü olarak; bu ayeti şerifle, Emir'ul- Muminin Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’in (Allah’ın selamı onların hepsinin üzerine olsun) Resulullah (s.a.a)’den sonra, mahlûkatın en şerif ve en aziz insanları oldukları ispat edilmektedir.

Nitekim sizin, Zemahşeri, Beyzavi, Fahri Razi gibi bütün mutaassıp alimleriniz kendi kitaplarında buna değinmişlerdir. Özellikle Carullah Zemahşeri bu ayeti şerifenin tefsirinde genişçe bahsedip Âl-i Aba’nın beş ferdinin bir araya toplanmasının hakikatlerini ortaya serdikten sonra şöyle diyor: “Bu ayet, Peygamberle birlikte abanın altında toplananların, en faziletli olduklarına en büyük delildir ve bu ayetten daha büyük bir delil olamaz.”

Dördüncü olarak; bu ayet, Hz. Ali (a.s)’ın Hz. Peygamber (s.a.a)’in bütün ashabından daha üstün ve faziletli olduğuna bir delildir. Zira Allah-u Teâla bu ayette, Hz. Ali’yi Hz. Peygamber’in nefsi olarak tanımlamıştır. “Enfusena” (nefislerimiz) kelimesinden kasıt, Resulullah’ın kendi nefsi olmadığı apaçıktır. Zira davet, değişikliği gerektirmektedir ve insan hiçbir zaman kendisini davet etmeye emr olunmamıştır. Öyleyse bu ayetteki “enfusena”dan kasıt, Resulullah (s.a.a)’in nefsi mesabesinde olan başka birisinin davet olunmasıdır.

Zira, Şia ve Sünni fırkalarının, güvenilir ve muteber olan bütün müfessir ve muhaddisleri (hadisçiler), Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (aleyhum’us- selam)’dan başka hiç kimsenin Mübahele günü Resulullah’ın yanında olmadığını söylemişlerdir. Çünkü, “ebnaena ve ebnaekum” (bizim oğullarımız ve sizin oğullarınız) cümlesinden Hasan ve Hüseyin; “nisaena ve nisaekum” (kadınlarımız ve kadınlarınız) cümlesinden de Hz. Fatıma kast olunmuştur. Mezkur heyette, Emir’ul- Muminin Ali (a.s)'ın dışında, kendisine “Enfüsena” (nefislerimiz) denilecek kimse kalmamaktadır.

İşte, “Enfüsena” kelimesiyle, Hz. Peygamber efendimiz ile Hz. Ali (aleyhum’es- selam) arasında nefsani özdeşliğin olduğu ispat olmaktadır. Binaenaleyh, Hak Teala, Hz. Ali’yi, Hz. Muhammed (s.a.a)’in nefsi olarak tanımlamıştı. İki şahıs arasında, hakiki özdeşlik ve birlik muhal olduğundan dolayı, buradaki özdeşlik mecazi özdeşliktir.

Beyler iyi biliyorlar ki, Usul ilminde şöyle bir kural vardır: Lafzı en yakın mecaza hamletmek, uzağa hamletmekten daha evladır. En yakın mecaz da, delille istisna edilen hariç, bütün iş ve kemallerde eşit ve ortak olmaktır. Biz daha önce arz ettik ki, delil ve icmayla hariç olan şey, Hz. Peygamber’in nüvüvvet-i hasse’si ile vahyin nazil oluşudur; ki biz, Hz. Ali’yi bu hususta Hz. Peygamber’le eşit ortak bilmiyoruz. Ama ayeti kerimenin hükmüne göre, diğer bütün kemallerde eşittirler. Kesinlikle İlahi feyiz (lütuf), Mebde-i Feyyaz (Allah-u Teâla)’dan taraf, mutlak olarak Hz. Peygamber’in bizzat kendi vasıtasıyla Hz. Ali’ye ulaşmıştır. İşte bunun kendisi, bizim iddia ettiğimiz nefsani özdeşliğe delildir.

Hafız: Nefs’in mecazi anlamda davet edilmesi nereden belli? Bir mecazinin diğer bir mecaziden evla olması da doğru değildir.

Davetçi: Sizden, münakaşa etmemenizi, meclisin vaktini boşa geçirmemenizi, insafın dışına çıkmamanızı ve çıkmaza girdiğinizde de konuyu bırakmanızı rica ediyorum. Kesinlikle, sizin gibi insaflı bir alimden münakaşa ve mücadele beklentimiz yoktur. Zira hem siz ve hem de fazilet ehli kimselerin yanında, nefs’in mecazi anlamda kullanmasının diğer mecazilerden daha yaygın oluşu sabittir.

Daha önce arz ettiğim gibi, Arap ve Arap olmayan edip ve şairlerin lisanında mecazi özdeşlik çok yaygındır. Nitekim insanların defalarca birbirlerine; “Sen benim canımsın” veya “Sen benim canım gibisin” dediğini hepimiz duymuşuz. Özellikle bu mana, hadislerin lisanında Hz. Ali (a.s) için çok rivayet olunmuş ve bunların her biri bizim maksadımızın ispatı için yeterli birer delildirler.

Hz. Peygamber İle Hz. Ali’nin Eşitliğine Dair Hadisler

İmam Ahmed bin Hanbel “Müsned”inde, Şafii fakihi olan İbn-i Meğazili Menakıb’da, Muvaffak bin Ahmed (Hatib-i Harezmi) Menakıb’da, Resulullah’ın (s.a.a)’in defalarca şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Ali benden ve ben de O’ndanım; O’nu seven beni sevmiş ve beni seven de şüphesiz Allah’ı sevmiştir.”

Aynı şekilde, İbn-i Mace Sünen’inin 1. cildinin 92. sayfasında, Tirmizi Sahihi’nde, İbn-i Hacer “Savaik”te imam Ahmed, Tirmizi, Nesai ve İbn-i Mace'den Hz. Ali (a.s)’ın faziletleri hakkındaki nakletmiş olduğu 40 hadisin 6. hadisinde, imam Ahmed bin Hanbel Müsned'inin 4. cildinin 164. sayfasında, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii, İbn-i Simak’ın Müsned'inin 4. cildi ve Tebarini’nin “Mucem'ul- Kebir”inden naklen “Kıyafet’ut- Talib” kitabının 67. babında, imam Ebu Abdurrahman Nesai “Hasais” adlı kitabında, Hanefi olan Süleyman Belhi, “Mişkat”tan naklen “Yenabi’ul- Mevedde”nin 7. babında Ceyş bin Cunadet’il- Seluli’den Resulü Ekrem (s.a.a)’in Veda Haccında Arafat’ta şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Ali bendendir, ben de Ali’denim; ben ve Ali’den başka kimse (benim vazifemi) eda edemez.”

Hanefi olan Süleyman Belhi “Yenabi’ul- Mevedde” kitabının 7. babında, Abdullah bin Ahmed bin Hanbel’in “Zevaid-i Müsned”inden naklen İbn-i Abbas'a istinaden şöyle nakletmiştir: Resulü Ekrem (s.a.a) müminlerin annesi Ümmü Seleme'ye şöyle buyurdular:

“Ali bendendir, ben de O’ndanım; O’nun eti benim etimden ve O’nun kanı benim kanımdandır; O bana nispetle Harun’un Musa’ya olan konumu gibidir. Ey Ümmü Seleme! Duy ve şahit ol ki, bu Ali, Müslümanların seyyidi ve efendisidir.”

Hamidi “Cem’un Beyn'es- Sahihayn”de ve İbn-i Ebi'l- Hadid “Nehc'ül- Belağa Şerhi”nde, Resulü Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyorlar:

“Ali bendendir, ben de Ali’denim; Ali bana nispetle, bedendeki baş gibidir; O’na itaat eden şüphesiz Allah’a itaat etmiştir.”

Muhammed bin Cerir-i Taberi Tefsirinde ve Şafii fakihi olan Mir Seyyid Ali Hemedani “Meveddet'ul- Kurba” adlı kitabinin 8. Meveddet'inde Resul-ü Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Allah-u Teâla bu dini Ali’nin vasıtası ile kuvvetlendirdi; şüphesiz O benden, ben de O’ndanım; “Efemen kane ala beyyinetin min Rabbihi ve yetluhu şahidun minhu”[7] ayeti O’nun hakkında nazil olmuştur.”

Şeyh Süleyman Belhi “Yenab'ü-l Mevede” adlı kitabının 7. babını bu konuya tahsis ederek o bölüme şu unvanı vermiştir: “El- bab’us- Sani Fi Beyani enne Aliyyen (k.v) Ke-nefsi Resulillah (s.a.a) ve Hadis-i Aliyyun Minni ve ene Minhu” (7. bab, Ali’nin (k.v) Resulullah (s.a.a)’in nefsi gibi olmasının beyanı ve “Ali bendendir ve ben de O’ndanım” hadisi hakkındadır.)

Süleyman Belhi bu babda, çeşitli yol ve farklı lafızlarla, Resulü Ekrem (s.a.a)’den 24 hadis naklederek O Hazretin şöyle buyurduğu nakletmiştir: “Ali, benim nefsim mesabesindedir.” Babın sonunda da Menakıb’tan naklen Cabir’in şöyle dediğini naklediyor: Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu duydum:

“Ali’de bir takım hasletler (özellikler) vardır ki, eğer onlardan biri, herhangi bir kişi için olsaydı, fazilet ve şeref bakımından ona yeterli olurdu.”

O hasletler, Resulullah (s.a.a)’in Hz. Ali hakkında buyurduğu şu sözlerden ibarettir:

“Ben kimin mevlası isem Ali de onun Mevlasıdır.”

“Ali bana nispetle Harun’un Musa’ya konumu gibidir.”

“Ali bendendir, ben de ondanım.”

“Ali bana nispetle benim nefsim gibidir; O’na itaat bana itaattir, O’na itaatsizlik bana itaatsizliktir.”

“Ali’ye karşı savaş, Allah’a karşı savaştır; Ali’yle barış içerisinde olmak, Allah ile barış içerisinde olmaktır.”

“Ali’nin dostu Allah’ın dostudur; Ali’nin düşmanı Allah’ın düşmanıdır.”

“Ali, Allah’ın kullarına olan hüccetidir.”

“Ali’yi sevmek iman ve ona düşman olmak ise küfürdür.”

“Alinin hizbi, Allah’ın hizbidir; O’nun düşmanlarının hizbi ise şeytan’ın hizbidir.”

“Ali hak ile, Hak da Ali iledir; onlar birbirlerinden ayrılmazlar.”

“Ali cennet ile cehennemin bölücüsüdür.”

“Ali’den ayrılan benden ayrılmış, benden ayrılan da Allah’tan ayrılmıştır.”

“Ali’nin Şiaları, kıyamet günü kurtuluşa erecek olanların ta kendileridir.”

Mezkur babın sonunda Menakıb’tan naklen diğer uzun bir hadis de zikretmekte; o hadisin sonunda şöyle geçiyor:

“Beni nübüvvete seçene ve beni mahlukatın en üstün kılan Allah’a and olsun ki, (ey Ali) şüphesiz sen, Allah’ın kullarına olan hücceti, O’nun sırrına olan emini ve O’nun kullarına olan halifesisin.”

Bu tür hadisler, sizin alimlerinizin itibarlı kitaplarında ve “Sıhah-ı Sitte”de çok zikr olunmuştur. Bunları görmüşsünüz veya sonradan mütalâa edip hepsinin mecazi özdeşliğe alamet olduğunu tasdik edeceksiniz. Binaenaleyh “Enfüsena” kelimesi, nesebi, hasebi ve harici kemallere göre, ilim ve amel açısından Hz. Ali (a.s)’ın, irtibat ve özdeşliğinin çok güçlü oluşuna apaçık bir delildir.

Sizler ilim ehli olduğunuz için, inşaallah inattan uzak durarak bu ayeti kerimenin bizim konu ve maksadımıza, kat’i bir delil olduğunu tasdik edersiniz. Bu ayet ile aynı zamanda sizin ikinci sorunuzun cevabı da verilmiş oldu. Zira biz, Hz. Ali (a.s)’ın “Enfüsena” ayeti ile, has nübüvvet ve vahyin nüzulü hariç diğer bütün kemal, makam ve faziletlerde Resulullah (s.a.a) ile eşit olduğunu ispatladığımızda, Hz. Ali a.s)’ın bütün sahabe ve ümmetten üstün olduğunu anlamış oluruz. Bundan da öte, bu ayetin delaletine, akıl ve naklin hükmüne göre, O Hazretin bütün peygamber, sahabe ve ümmetten istisnasız olarak üstün olması gerekir. Nitekim Resulü Ekrem (s.a.a) de bütün Enbiya ve ümmetten üstün ve faziletliydi.

Peygamber (s.a.a) Bütün Peygamberlerden Üstün Olduğundan Dolayı Hz. Ali de Onlardan Üstündür

Sizler, imam Gazali’nin “İhya’ul- Ulum”, İbn-i Ebi’l- Hadid’in “Nehc'ül- Belağa Şerhi”nin, imam Fahri Razi, Carullah Zemahşeri, Beyzavi, Nişaburi gibi şahısların tefsir kitaplarını okuduğunuz zaman onların, Resulü Ekrem (s.a.a)’in, bir hadislerinde; “Ümmetimin alimleri, Beniisrail’in peygamberleri gibidir.” buyurduğunu nakl ettiklerini görürsünüz. O Hazret diğer bir hadiste de şöyle buyur-muştur:

“Ümmetimin alimleri, Ben-i İsrail peygamberlerinden daha üstündürler.”

Bu ümmetin alimleri, ilimlerini Muhammed (s.a.a)’in ilim kaynağından alıp Ben-i İsrail peygamberleri gibi veya onlardan üstün olabiliyorlarsa, sizin muteber alimlerinizin de Resulullah (s.a.a)’den naklettikleri naslara göre Hz. Ali bütün peygamberlerden üstün olması gerekir ve bunda şek ve tereddüt asla yoktur. Zira Resulü Ekrem (s.a.a) buyurmuştur ki: “Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır.” Veya; “Ben hikmet eviyim, Ali de onun kapısıdır.” Hz. Ali (a.s)’ın kendisinden de bu konu hakkında soru sorduklarında, üstünlüğünün bazı yönlerine değindiler.

Sa’saa’nın Hz. Ali’den, O’nun Peygamberlerden Üstün Oluşunun Sebebi Hakkındaki Soruları ve Onların Yanıtı

Hicretin 40. yılı mübarek Ramazan ayının 20. Gününde, Resulü Ekrem’in de önceden haber verdiği gibi zalim ve bedbaht olan Abdurrahman bin Mülcem-i Muradi tarafından zehirli bir kılıç ile mübarek kafasından darbe alan Hz. Ali (a.s), ölüm nişaneleri belirdiğinde, oğlu İmam Hasan’a, kapı arkasında toplanan Şiaların gelip kendisini görmelerine izin verilmesini emretti. Onlar gelip yatağın etrafında toplandıklarında sessizce O Hazret için ağlıyorlardı. Hz. Ali (a.s) çok halsiz bir halde onlara şöyle buyurdular:

“Beni kaybetmeden önce, istediğiniz soruyu sorun; fakat sorularınız kısa olsun.”

Ashabın her biri soru sorup cevaplarını alıyorlardı. Onlardan biri, Şia’nın büyük şahsiyet ve ravilerinden olan Kufe'nin meşhur hatibi Sa’saa bin Suhan'dı. Şia alimlerinin yanı sıra kendi büyük alimleriniz, hatta Sıhah yazarları onun rivayetlerini Hz. Ali ve İbn-i Abbas’dan nakletmişlerdir.

İbn-i Abdulbirr “İstiab” adlı kitabında İbn-i Sa’d “Tabakat”ta İbn-i Kuteybe “Maarif”de ve diğer büyük alimleriniz onun yaşantı ve durumu hakkında şerhler yazarak onu güvenilir ve adil bilip Hz. Ali (a.s)’ın alim, fazıl, sadık ve takvalı ashabından biri olduğunu nakletmişlerdir.

Sa’saa Hz. Ali (a.s)’a şöyle arz etti: “Siz mi üstünsünüz, Adem mi?

Hz. Ali (a.s): “İnsan kendisini tarif ve tezkiye etmesi çirkin bir şeydir; ama “Rabbinin nimetlerini anlat” babından dolayı söylüyorum: Ben Adem’den daha üstünüm.”

Sa’saa: “Ey Emir’el-Muminin! Hangi delile göre siz Adem’den daha üstünsünüz?”

Hz. Ali (a.s): “Adem (a.s) için buğday hariç, cennette bütün rahmet, rahatlık ve nimetler hazırlanmıştı; O nehy edilmesine rağmen o buğdaydan yiyerek cennet ve Hakkın rahmetinin dışına çıktı. Ama Allah Teala beni, buğdayı yemeden men etmemesine rağmen kendi istek ve irademle dünyayı önemli bilmediğimden dolayı, buğdaydan yemedim...”

 Bu söz, insanın keramet ve faziletinin, Allah katında zühd ve takva ile oluşuna kinayedir. Zira dünya ve dünya güzelliklerinden daha çok perhiz edenlerin, Allah katında değer ve yakınlığı daha fazladır. Nitekim zühd ve takvanın son derecesi de, yasaklanmayan helallerden uzak durmaktır.

 Sa’saa: “Siz mi daha faziletlisiniz, yoksa Nuh peygamber mi?”

Hz. Ali (a.s): “Ben Nuh'tan daha faziletliyim.”

Sa’saa: “Hangi delile göre, siz Hz. Nuh’dan daha faziletlisiniz?”

Hz. Ali (a.s): “Hz. Nuh kendi kavmini Allah’a davet ettiğinde onlar itaat etmediler; üstelik, O Hazrete çok eziyet ve zulüm ettiler. Sonunda onlar hakkında beddua edip şöyle dedi: “Allah'ım, yer yüzünde kafirlere bir diyar dahi bırakma (yani onların hepsini helak et.)” Ama ben Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)'den sonra, bu ümmetten onca darbe ve eziyet görmeme rağmen kesinlikle onların hakkında beddua etmedim ve tamamen sabrettim.”

Nitekim meşhur “Şıkşıkıyye” hutbesinde şöyle buyuruyor:

“Gözümde diken ve boğazımda kemik olduğu halde sabrettim...”

Bu söz, belalara karşı sabrı çok olan kimsenin hakka en yakın mahluk olduğuna kinayedir.

Sa’saa: “Siz mi daha üstünsünüz, yoksa İbrahim mi?”

Hz. Ali (a.s): “Ben İbrahim’den daha üstünüm.”

Sa’saa: “İbrahim’e üstün oluşunuzun delili nedir?”

Hz. Ali (a.s): “İbrahim Allah Tealaya; “Rabbim, ölüyü nasıl diriltirsin?” diye sordu. Allah Teala; “İnanmıyor musun?” diye buyurdu. İbrahim; “Evet inanıyorum, ama (onu görmekle) kalbimin mutmain olmasını istiyorum.” dedi. Ama benim imanım öyle bir yere varmış ki, eğer hicaplar kaldırılırsa zerre kadar yakinimde artış olmaz.”

Bu söz, şahsın derece ve makam yüceliğinin hakk'ul- yakin mertebesine ulaşması için, o şahsın yakin makamına ulaşması gerekliliğine kinayedir.

Sa’saa: “Siz mi daha üstünsünüz, yoksa Musa mı?”

Hz. Ali (a.s): “Ben Musa’dan daha faziletliyim?”

Sa’saa: “Siz hangi delile göre Musa’dan daha üstünsünüz?”

Hz. Ali (a.s): “Allah Teâla, Hz. Musa’yı Firavun’u davet etmek için Mısır’a gönderdiğinde Musa Rabbine şöyle dedi:

“Rabbim, ben onlardan bir kişi öldürdüm, beni öldüreceklerinden korkuyorum. Kardeşim Harun, dil bakımından benden daha fasihtir; Onu da benimle beraber, beni doğrulayan bir yardımcı olarak gönder. Zira ben, onların beni yalanlayacaklarından korkuyorum.”

Ama ben, babası, kardeşi, amcası, dayısı, ve yakın akrabasını öldürmediğim pek az kimse olmasına rağmen, Resulullah (s.a.a) Allah tarafından beni “Tevbe” süresinin ilk ayetlerini Mekke’de Ka’be’nin üzerinde Kureyş kafirlerine okumam için görevlendirdiğinde, asla korkmayıp emre itaat ettim ve yalnızca gidip görevimi tamamlayıp “Tevbe” suresinin ayetlerini onlara açıkladıktan sonra geri döndüm.”

Bu söz, şahsın üstünlüğünün Allah’a tevekkül ile olabileceğine ve tevekkülü çok olanın da üstün olduğuna kinayedir. Musa (a.s) kendi kardeşine itimat edip ona güvendi. Ama Emir’ul- Muminin Ali (a.s), Allah’a kamil bir tevekkül edip Hak Teala’nın geniş kerem ve lütfüne itimat etti.

Sa’saa: “Siz mi mi daha üstünsünüz, yoksa İsa mı?”

Hz. Ali (a.s): “Ben İsa’dan daha üstünüm?”

Sa’saa: “Siz hangi delile göre İsa’dan daha üstünsünüz?”

Hz. Ali (a.s): “Cebrail, Meryem’in yakasına üfledikten sonra, Meryem Allah’ın kudreti ile hamile oldu. Doğum zamanı geldiğinde Meryem’e şöyle vahiy olundu:

“Bu evden (Beyt'ul- Mukaddes) dışarı çık; zira bu ev ibadet evidir, doğum evi değil.”

İşte bundan dolayı Beyt'ul- Mukaddes'ten dışarı çıkıp çölde kuru bir hurma ağacının altında İsa’yı dünyaya getirdi. Ama ben, annem Esed kızı Fatıma'nın Mesdcid'ül- Haram’da doğum sancısı başladığında, Kâbe'nin Rabb’ine yalvararak şöyle arz etti: “İlahî, bu evin ve bu evi bina edenin hakkı hürmetin,e bu doğum sancısını benim için kolaylaştır.” İşte o an evin duvarı yarıldı ve Annem Fatıma’yı; “Ey Fatma, eve gir!” diye gaybi bir nida ile evin içine davet ettiler. Daha sonra annem içeri girdi ve ben Allah’ın evi olan Kabe'de dünyaya geldim.”

Bu söz, insanın şerefinin, ilk etapta asalet, soy ve doğumun temizliğine göre olduğuna; ruhu, nefsi ve bedeni daha temiz olanın da daha üstün olduğuna işarettir.

(Fatıma’nın Kabe'ye girmesi ve Meryem’in de doğum için Beyt'ul- Mukaddes’ten dışarı çıkarılmasından, Mekke’nin Beyt'ül- Mukaddes’se, Fatıma’nın Meryem’e ve Hz. Ali (a.s)’ın da Hz. İsa (a.s)’a nazaran daha üstün olduğu, Allah-u Teâla'nın bu emrinden anlaşılmaktadır.)

Hz. Ali Bütün Peygamberlerin Aynası İdi

( Bu sırada namaz vakti oldu. Derken arkadaşlar namaz için kalktılar. Namazı kılıp çay içerek kısa bir süre dinlenmeden sonra ben söze başlayarak şöyle arz ettim:)

Davetçi: Söylediklerime ilave, sizin alimlerin muteber ve güvenilir kitaplarında, Hz. Ali (a.s)’ın bütün peygamberlerin sıfatlarının aynası ve bütün sıfatlara sahip olduğunu zikretmişlerdir.

Nitekim Mutezili olan İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin 2. cildinin 449. sayfasında, Şafii fakihi olan Hafiz Ebubekir Ahmed bin Huseyn Beyhaki “Menakıb”da, imam Ahmet bin Hanbel “Müsned”inde, imam Fahri Razi “Tefsir-i Kebir”de “Mübahele” ayetinin tefsirinde, Muhyiddin Arabi “Yevakit ve Cevahir” adlı kitabının 32. konusunun 172. sayfasında, Hanefi olan Şeyh Süleyman Belhi, “Müsned-i İmam Ahmed”, “Sahih-i Beyhaki”, “Şerh’ul- Mevakıf” ve “Tarikat’ul- Muhammediyye”den naklen “Yenabi’ul- Mevedde” kitabının 40. babının başlarında, Nurettin Maliki Beyhaki’den naklen “Fusul’ul- Mühimme”nin 121. sayfasında, Şafii olan Muhammed bin Talha “Metalib’us- Süul”un 22. sayfasında ve Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib”in 23. babında, lafız ve ibarelerde az çok farklılıkla Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Kim, Adem’in ilmine, Nuh’u takvasına (hikmetine), İbrahim’in özelliğine (veya adet ve huyuna), Musa’nın heybetine ve İsa’nın da ibadetine bakmak istiyorsa, Ali bin Ebi Talib’e baksın.”

Şafii olan Mir Seyyid Ali Hemedani, “Meveddet’ul- Kurba” adlı kitabının 8. Mevedde’sinde, bu hadisi şerifi fazlalıklarla zikretmiş ve onun sonunda Cabir’den Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmektedir:

“Şüphesiz, Ali’de, Peygamberlerin hasletlerinden doksan haslet vardır; Allah Teala, Ali’den başka hiç kimsede onların hepsini bir araya toplamamıştır.”

Teşbih Hadisi Etrafında Şeyh Muhammed bin

Yusuf-u Genci-yi Şafii’nin Açıklaması

Şam’ın muhaddis ve fakihi olan Şeyh Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii, hadisi naklettikten sonra kendi itikadi olan görüşünü şöyle beyan etmektedir: “Ali’yi ilimde Adem’e Teşbih (benzetmenin) sebebi, Allah-u Teâla'nın Adem’e her şeyin ilim ve sıfatını öğretmesiydi. Nitekim Bakara süresinde şöyle buyuruyor: “Adem’e isimlerin tümünü öğretti...”[8] İlmi, idraki ve manasının istinbatı Hz. Ali (a.s)’ın yanında olmayan hiçbir hadise ve vakıa yoktur. Zira Hz. Adem bu İlahi ilmi vasıtası ile Allah-u Teâla tarafından hilafete atandı. Allah-u Teâla Bakara süresinin 30. ayetinde şöyle haber veriyor: “Ben yeryüzünde mutlaka bir halife yaratacağım.” İşte Hz. Adem bu İlahi ilim vasıtasıyla hilafet makamına atanmış oldu.

Bu teşbihi derincesine düşünen her insan, Hz. Ali (a.s)’ın, ilim sebebiyle mahlukatın en üstün ve faziletlisi olduğunu ve Resulullah (s.a.a)’ten sonra hilafet makamına sahip olduğunu anlayacaktır.

Hz. Ali (a.s)’ı hikmette Nuh (a.s)’a benzetmenin sebebi, O’nun kafirlere şiddetli ve sert, müminlere ise şefkatli olduğunu anlatmak isteyişindendir. Nitekim Allah-u Teâla Kur’an-ı Kerim’de O’nu şöyle vasıflandırmıştır: “Onunla beraber bulunanlar kafirlere karşı çetindirler, kendi aralarında ise merhametli...” Daha öncede arz ettiğim gibi bu ayet, Hz. Ali (a.s)’ın medhi hakkında nazil olduğuna bir delildir. Nuh (a.s) da kafirlere karşı çok şiddetli idi. Nitekim Allah-u Teâla Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Nuh dedi ki; Rabbim, yer yüzünde kafirlerden yurt edinen hiç kimseyi bırakma.”[9]

Hz. Ali (a.s)’ı hilimde Hz. İbrahim (a.s)’a benzetmenin sebebi, İbrahim (a.s)’ın Kur’an'da bu sıfatla anılmasıdır. Allah Teala O’nun hakkında şöyle buyurmuştur:

“Gerçekten İbrahim çok içli ve halim (yumuşak huylu) idi.”

Bu benzetmeler, Hz. Ali (a.s)’ı ahlakta peygamberlerin ahlakı ile ahlaklandığını ve sıfatla da vasilerin sıfatlarıyla vasıflandığını göstermektedir. Öyleyse muhterem beyler, eğer birazcık insafla dikkat edecek olursanız, Şia ve Sünni’nin ittifak ettiği bu hadisin delalet ve manasından, Hz. Ali (a.s)’ın mümkün olan bütün yüce sıfatlara sahip olduğunu ve o sıfatların enbiyanın üstün sıfatlarıyla eşit olduğunu anlayacaksınızdır. İşte bu kaide gereği, bütün sıfatları haiz olma bakımından O Hazretin bütün peygamberlerden üstün olması gerekir.

Bu Teşbih (benzetme) Hadisi de, Hz. Ali (a.s)’ın Hatem’ul- Enbiya hariç bütün peygamberlerden üstün olduğuna başka bir delildir. Zira büyük peygamberlere mahsus olan haslet ve sıfatlarda onlarla eşit olması ve başkalarının sıfat ve faziletlerini de kendisinde bulundurması, bütün peygamberlerden üstün olduğunu gerektirir.

Nitekim Şafii olan Muhammed bin Talha “Metalib’us- Süul” adlı kitabında mezkur hadisi naklettikten sonra, bu manayı tespit etmiş ve açıkça şöyle demiştir: “Resulullah (s.a.a) bu hadisi şerifte, Hz. Ali (a.s) için Adem’in ilmi gibi bir ilim, Nuh'un takvası gibi bir takva, İbrahim’in hilmi gibi bir hilim, Musa’nın heybeti gibi bir heybet, İsa’nın ibadeti gibi bir ibadet sabit etmiştir.” Daha sonra şöyle ekliyor: “Bu sıfatlar, Hz. Ali’yi en yüce makama çıkarmıştır. Zira Hz. Peygamber (s.a.a) O’nu, zikr olunan bu sıfatlarla mürsel peygamberlere benzetmiştir.”

Acaba bu manayı sizin büyük alimleriniz kabullendiği halde, Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’dan başka, sahabe ve tabiin de olmak üzere bu ümmet arasında, büyük peygamberlerin sıfat ve güzel ahlaklarını kendisinde bulunduran birisini bulabilmeniz mümkün mü?

Nitekim Hanefi olan Şeyh Süleyman Belhi, “Yenabi’ul- Mevedde”nin 40. babında, Harezmi'nin Menakıb’ından naklen Muhammed bin Mensur’dan şöyle naklediyor: Ahmed bin Hanbel’den duydum ki şöyle diyordu: “Sahabeden hiç kimseye, Ali bin Ebi Talib’e nakledilen faziletler gibi fazilet nakledilmemiştir.”

Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib”in 2. babında Muhammed bin Mensur ve imam Ahmed bin Hanbel'den şöyle naklediyor: “Ali bin Ebi Talip için gelen şey, Resulullah’ın ashabından hiç kimse için gelmemiştir.”

Hz. Ali (a.s)’ın üstünlüğü hakkındaki söz, sadece imam Ahmed bin Hanbel’e ait değildir; sizin insaflı alimlerinizin ekseriyeti bu manayı tasdik etmişlerdir. Nitekim Mutezili olan İbn-i Ebi’l- Hadid “Nech’ül- Belağa Şerhi”nin 1. cildinin 46. sayfasında şöyle diyor: “Hz. Ali (a.s), fazilet bakımından velayete daha evla ve layıktı. Zira O, Resulullah (s.a.a)’den sonra insanların en üstünü ve velayet makamından da hilafete bütün Müslümanlardan daha layık idi.”

Allah aşkına, Allah rızası için biraz insaflıca düşününüz. Acaba sizlerin, düşünmeden geçmişlerinizin adetleri üzerine onları taklit ederek delilsizce, bu sıfatlardan yoksun olanları böyle büyük bir şahsiyetten öne geçirmeniz insafsızlık değil mi? Acaba akıl ve fikir sahibi kimseler, geçmişlerinizin fikir ve anlayışlarının ne kadar seviyesiz olduğuna gülmüyorlar mı? Zira onlar, siyaset ve grupçuluktan dolayı ümmetin en üstün olanını evine kapatarak O’ndan tam manasıyla aşağıda olan birisini hilafet makamına oturttular! En azından Sakife’deki hilafet gibi böyle mühim bir iş hususunda istişare yapmak için, -tamamen unutulsun diye- O’na haber bile göndermediler!

Hafız: Biz mi insafsızlık yapıyoruz yoksa siz mi? Oysa siz, Resulullah’ın sahabesinin delilsizce hilafete layık olmayanları öne geçirip hilafeti aldıklarını söylüyorsunuz. Gerçekten siz bizim hepimizi, düşüncesiz, cahil ve yersiz taklitçi ettiniz. Hangi delil icma delilinden daha büyük olabilir? Zira bütün sahabe ve ümmet, hatta mevlamız Hz. Ali (k.v) dahi icma ederek Ebu Bekir’in hilafetine hükmetmiş ve teslim olmuşlardır.

Ümmetin icmasının hüccet ve o icmaya itaatin vacip oluşu apaçıktır. Zira Resulü Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Benim ümmetim hata (başka bir nakle göre dalalet) üzerine icma etmezler.” Öyleyse biz körü körüne kendi geçmişlerimizin peşinden gitmemişiz. Zira Resulullah’ın vefatından sonra, daha ilk gün bütün ümmetin toplanıp Ebu Bekir'in hilafetinin sahihliğini kabullendikleri zaman, biz de vaki olan bir işin karşısında yer aldık; aklın hükmünce bizim de itaat etmemiz gerekir.

Davetçi: Resulullah (s.a.a)’in vefatından sonra, hilafetin hakkaniyetine dair delilin ne olduğunu söyler misiniz? Yani hilafet hangi delile göre sabit olur?

Hafız: Resulullah (s.a.a)’in vefatından sonra hilafetin hakkaniyetine dair en büyük delil, Resulullah’tan sonra ümmetin icmasıdır. Bütün akıl sahipleri ve bilginlerin teslim olmak için dizini yere getiren icma deliline ilaveten, öncelik hakkını Ebu Bekir ve Ömer’e veren şey, onların yaşlı olmalarıdır. Ali (k.v), bütün fazilet, kemal ve Resulullah’a yakınlığına rağmen, onlardan yaşça küçük ve genç olduğu için geride kaldı. Hakikaten bir gencin, sahabenin büyüklerinden öne geçmesi de doğru değildi. Biz hilafet bakımından Ali’nin (k.v) geride kalmasını O’nun için bir eksiklik görmüyoruz; çünkü O’nun daha faziletli olduğu herkesin yanında sabittir.

Halife Ömer’in naklettiği şu hadis de: “Nübüvvet ve saltanat bir ailede toplanmaz.” Ali’yi (k.v) hilafet makamından düşürmüştür; çünkü Ali, Resulullah’ın Ehl-i Beyti’ndendi; bundan dolayı hilafet makamına geçemezdi.

Davetçi: Bu tür delillerin sizin gibi bir bilginden duyulması gerçekten şaşırtıcıdır. Ne kadar da geçmiş adetlerin etkisi altında kalarak körü körüne düşünmeden hakkı göz ardı edip boş delillere sarılıyorsunuz; ki bu delillere oğlunu kaybeden anne bile güler. Kendiniz de birazcık düşünecek olursanız, bu tür delillerin boş ve çer-çöpe sarılmak olduğunu anlayacaksınız. Ama üzülecek nokta şudur ki, beyler bir saat dahi taassup ve Tesennün elbisesini çıkarıp da asılsız ve boş deliller karşısında, Şia’nın büyük alimlerinin delilleri hakkında derincesine düşünüp onları tetkik etmeye hazır olmuyorlar.

Sizin avamınız Şia’nın delillerinden habersiz olduğu gibi sohbet etmiş olduğum alimlerinizi de Şia’nın delillerinden habersiz ve taassuba gömülmüş olarak gördüm. Bunun tek sebebi, sizin kütüphanelerinizde okumak için Şia’nın büyük kelam ve hadis alimlerinin kitaplarının bulunmayışı ve bu kitapları kutub-u dalle (saptırıcı kitaplar) olarak tanıtıp birbirlerini onları okumaktan men etmeleridir.

Ben kendim, Basra, Bağdat, Beyrut ve Halep’te, yani Sünnîlerin oturmuş olduğu bölgelerde, kitapçılara gidip Şia alimlerinin muteber kitaplarını sorduğumda tanımadıklarını söylüyorlardı. Hatta Ehl-i Sünnet alimleri tarafından velayet makamının ispatı, Peygamberin itret ve Ehl-i Beytinin fazileti hakkında yazılıp basılmış olan kitapları bile satış piyasasına bırakmazlar. Eğer bazen tesadüfen Şia kitaplarından biriyle karşılaştığınızda da, onu kin ve düşmanlık gözüyle okuduğunuzdan dolayı, öyle öfkelenip sinirlenirsiniz ki, hakikatin keşf olup kamil bir neticenin elde edilmesi için, o kitapları ilim ve mantık dairesine sokmazsınız. Ama tam aksine, biz Şia camiasından taraf, sizin alimlerinizin kitaplarını neşretmek için hiçbir engel ve sakınca yoktur. Hatta sizin alimleriniz tarafından yazılmış olan muteber kitaplar, tefsir, edebiyat ve hadis ilmi kitapları, Şiaların pazarında satışa sunulmuş, şahsi ve umumi kütüphanelerde, evlerde okunup okutulmaktadırlar.

Şimdi üzerimde var olan büyük sorumluluktan dolayı, aydın fikirli beylerin görüşlerini celbetmek, sağlam ve red olunmayacak delillere sahip oldukları düşüncesine kapılmamaları için, meclisin vaktine riayet ederek kısaca cevap vermek istiyorum.

İcmanın Reddine Dair Deliller

Öncelikle şahit getirdiğiniz hadise göre ümmetin icmasının sağlam bir delil ve hüccet olduğunu söylediniz. Elbette sizin kendiniz de çok iyi biliyorsunuz ki, “ümmet” lafzı, “ya-i mütekellim”e izafe olduğunda umumu ifade etmektedir. Öyleyse hadisin manası (eğer sahih ise) şöyle olur; “Ümmetimin hepsi hata ve dalalet üzerine icma etmezler.” Yani Peygamberin ümmetinin hepsi bir işte birleştikleri zaman o işte hata olmaz. Biz de ümmetin istisnasız olarak hepsinin icma (ittifak) etmesinin netice vereceğini kabullenmekteyiz. Zira Allah-u Teâla bu ümmetin içerisinde has insanların hak ile ve hakkın da onlar ile olması üzere bir grup insanlar karar kılmıştır. Yani Allah’ın hüccet ve halifesi onların içerisinde bulunmaktadır. Katiyen ümmetin hepsi icma ettiğinde, hak ehli ve Allah’ın hücceti olan o grup, ümmet içersinde bulunacak, onların hata ve dalalete düşmelerine mani olacaktırlar.

Eğer birazcık dikkat edip ciddi düşünecek olursanız, bu hadis Resulullah (s.a.a)’in halife tayin etme işini ümmete bırakmasına delalet etmez.

Eğer alicenabınızın söz ve görüşü doğru olursa, kamil dinin sahibi olan Resulullah’ın; “Benim ümmetim dalalet ve hata üzerine icma etmezler.” beyanına göre, O Hazret halife tayin etme hakkını kendisinden uzaklaştırıp ümmete bırakmıştır. (Oysa hadis böyle bir şeye delalet etmemektedir.) Ümmete bırakmış olduğu takdirde de bütün Müslümanlar, hilafette fayda sahibi olduklarından dolayı halife seçimine hepsinin katılmaları gerekir. Yani Resulullah (s.a.a)’in vefatından sonra bütün ümmetin toplanıp istişare ederek ümmetin hepsinin icmasının onayı ile kamil olan bir şahsı hilafete seçmeleri gerekir. Şimdi sizlerden soruyorum, Resulullah (s.a.a) daha yeni vefat etmişken, Sakife adında, üzeri kapalı küçük bir yerde Ebu Bekir'in halife olarak ilan edilmesi, bütün ümmetin toplanıp oy vermesiyle mi gerçekleşti, yoksa başka şekilde mi gerçekleşti?

Hafız: Çok tuhaf bir açıklamada bulundunuz. Ebu Bekir (r.z) hilafet makamında oturduğu iki yıl zarfında, bütün Müslümanlar ona itaat edip emrine uydular; işte bu, hakkaniyete delil olan icmadır.

Davetçi: Gerçekten cevap vermede mugalata ettiniz. Benim sorum, Ebu Bekir'in hilafetinin bütün dönemi ile ilgili değildi. Benim sorum şudur: Acaba, “Beni Saide Sakife”[10]sinde Ebu Bekir’in hilafetine oy verirken bütün ümmet icma etmiş miydi, yoksa birkaç kişiden oluşan küçük bir grup mu orada toplanarak oy verip biat ettiler?

Hafız: O küçük grubun sahabenin büyüklerinden olduğu ve zamanla icmanın gerçekleştiği bilinen bir şeydir.

Davetçi: Sözü kıvırmadığınız ve hakikatleri açıkladığınızdan dolayı çok memnun oldum. Allah aşkına insaflı olunuz; acaba Resulullah (s.a.a) doğru yolu ümmete göstermeye daha layık olmasına rağmen bu büyük hakkı kendi üzerinden atarak onu ümmete bıraktı da birkaç kişi politikacılık mı yapsınlar; kendi arkadaşlarından birine biat mı etsinler; (Evs kabilesi Hazrec kabilesiyle geçmişten kaynaklanan düşmanlıktan dolayı onlardan öne geçmek için Sa'd bin Ubade’ye biat mı etsinler;) daha sonra zamanın geçmesiyle bazıları korkudan, bazıları da dünya malından dolayı teslim olarak hükümet mi yapsınlar? Sizin bu gece, o birkaç kişinin toplanmasına icma ismini vermeniz için mi böyle yaptı? Acaba Mekke, Yemen, Cidde, Tâif, Habeşe ve diğer şehir ve köylerdeki Müslümanlar, ümmet-i merhumeden değil miydiler; halifenin seçilmesinde görüş ve oy hakları yok muydu?

Eğer işin içinde komplo, hile, siyaset ve önceki anlaşmalar nazara alınmadıysa ve sizin deliliniz de hak ise, o zaman neden ümmetin icmasının gerçekleşmesi, dalalete düşülmemesi ve bütün Müslümanların hilafet hakkında görüşlerinin alınması için sabretmediler?

Nitekim dünyanın gelişmiş milletleri arasında şu adettir ki, bir cumhurbaşkanı veya bir lider seçmek istediklerinde, halkın görüşü alınır, onların oylarına saygı gösterilir ve ekseriyetin oyu ne ise ona göre amel edilir. Eğer dünyanın tarihine bakacak olursanız, böyle esassız bir şeyi ve birkaç kişinin eliyle seçilen bir önderi asla göremezsiniz. Zira kültürlü düşünür, bilim ve ilim adamları, böyle bir işe gülmektedirler.

Her şeyden daha çok şaşırılacak şey de, böyle küçük bir grubun, üzeri kapalı ufak bir yerde toplanmasına icma adı verilmesi ve 1335 yıldan sonra da taassupla boş ve yanlış olan bu söz ve iş üzerinde durulup ümmetin icmasının hilafetin hakkaniyetine delil olarak söylenmesidir. Yani Sakife’de birkaç kişiden oluşan bir grubun bir araya gelmesiyle millet ve ümmetin kaderinin bir kişinin eline verilmesi ve ona itaatin de farz oluşunun söylenmesidir!

Hafız: Neden lütufsuzluk yapıyorsunuz; Sakife’de gerçekleşen icmadan maksat, sahabenin büyükleri ve akıllılarının icmasıdır.

Davetçi: Buyurmuş olduğunuz “icmadan maksat, sahabenin büyükleri ve akıllılarının icmasıdır” sözünüz, delilsiz, mantıksız ve tahakkümdür. Zira sizin bu hadisten başka hiçbir deliliniz yoktur. İstidlal ettiğiniz bu hadisin neresinde sahabenin büyükleri ve akıllıları anlaşılmaktadır. Siz, alimlerin hayretle baktıkları bu hadisi, kendi hayalinize göre mana ediyorsunuz.

Oysa ben daha şimdi “Ümmetî” kelimesindeki “ya” zamirinin, sahabeden (fazilet sahibi olsalar dahi) birkaç kişilik bir gruba değil, umuma delalet ettiğini arz ettim.

Farz edelim ki biz sizin bu sözünüzü (yani icmadan maksat ashabın büyükleri ve akıllılarının icmasıdır) kabullendik; şimdi söyler misiniz acaba sahabenin büyükleri ve ileri gelenleri sadece Sakife’de toplanıp da Ebu Bekir, Ömer ve kabir kazan Ebu Ubeyde (Cerrah)’nin önderliğine oy veren ve biat eden birkaç kişiden mi ibarettir? Acaba Müslümanların diğer şehirlerdeki sahabelerden akıllı olan büyükler yok muydu? Acaba Resulullah (s.a.a)’in vefatı esnasında Medine’de bulunan bütün kavimlerin ileri gelenleri ve ashabın büyükleri, Sakife gibi küçük yerde bir araya gelip de böyle bir işte icma ettiler mi ki, o da bu akşam size deliliniz olabilsin?

Hafız: Hilafet meselesi mühim bir iş olduğu için fitne ve kargaşalık çıkmasın diye vakit dar olduğundan dolayı diğer beldelerdeki Müslümanlara haber vermediler. Zira Ebu Bekir ve Ömer Ensar’dan bir grubun Sakife’de toplandığını duyduklarında, acele ile oraya gidip sohbetler ettiler ve Ömer siyasi bir şâhıs olduğu için ümmetin salahını, Ebu Bekir’e biat etmekte görüp ona biat etti. Diğer bir grup da Ömer’e tabi olup biat ettiler. Ama Ensar ve Hazrec kabilesinden olan bir grup Sa’d bin Ubade’ye uyarak biat etmeden çıkıp gittiler. Bu meselede acele etmenin sebebi de bundan ibaretti.

Davetçi: Bütün tarihçilerin, sizin büyük alimlerinizin de tasdik ettiği gibi, siz de şu gerçeği tasdik ediyorsunuz ki, daha işin başlangıcı olan Sakife gününde icma gerçekleşmedi. Ebu Bekir, siyaset yaparak Ömer ve Ebu Ubeyde’ye iltifatta bulundu, onlar da Ebu Bekir'e tearufta bulunup sen bizden daha layık ve daha evlasın dediler, daha sonra çabucak Ebu Bekir’e biat ettiler. Evs kabilesinden hazır olan birkaç kişi de Hazreçlilerle geçmişten olan düşmanlıklarından dolayı Sa’d bin Ubade’nin emir olup da onlardan öne geçmemeleri için Ebu Bekir’e biat ettiler ve sonraları zaman geçmesiyle bu biat genişlemeye başladı. Oysa, eğer icma delili sağlam bir delil idiyse, o zaman bütün ümmetin (sizin sözünüze göre akıllıların) bir araya toplanarak istişare edip oy birliğiyle halifeyi tayin etmek için sabretmeleri gerekirdi.

Hafız: Arz ettim ki, işin içinde fitne ve kargaşa olduğundan ve iki kabile olan Evs ve Hazrec’in Sakife’de bir araya gelerek halifenin kendi içlerinden olmasının gerektiğine dair münakaşa ettiklerinden dolayı onlar böyle yaptılar. Gerçekten hilafet meselesinde en küçük bir gaflet, Ensar’ın yararına tamamlanır ve Muhacirin eli bu işten uzaklaşırdı. İşte bunun için acele etmekte mecburdular.

Davetçi: Biz de göz yumarak sizin bu sözlerinize teslim oluyor ve sizin kendi sözlerinizden delil çıkarıyoruz. Muhammed bin Cerir-i Taberi’nin kendi tarihinde (c. 2, s. 457) ve diğer büyük alim ve tarihçileriniz yazdıklarına göre, Müslümanlar Sakife’de hilafet meselesinde istişare için bir araya toplanmamışlardı; aksine iki kabile olan “Evs” ve “Hazreç” kendilerine bir emir tayin etmek için toplanmışlardı. Bu esnada Ebu Bekir ve Ömer aceleyle kendilerini onların münakaşa meclisine yetiştirip bu ihtilaftan kendi yararlarına su istifade ettiler. Hakikaten eğer onlar böyle mühim bir iş olan hilafet meselesinde istişare için bir araya toplanmıştılarsa, geriye kalan bütün Müslümanlara da oy kullanmaları için haber vermeleri gerekirdi.

Usame’nin Oyuncularla Konuşması

Eğer sizin söylediğiniz gibi vakit dar olduğundan dolayı, Mekke, Yemen, Taife ve Müslümanların bulundukları diğer şehirlere haber verme imkanı yoktuysa, Medine’nin yakınlarında olan Usame’nin ordusundaki büyük sahabelere de mi ulaşılamıyordu? O sahabelerden biri, hatta en etkili olanı Müslümanların ordu komutanı olan Usame bin Zeyd idi. Resulullah (s.a.a) Usame’yi ordudakilere komutan yaparak Ebu Bekir ve Ömer’i de onun komutası altına sokmuştu.

Usame, fitnenin koptuğunu ve onların haberi olmadan, istişare edilmeden üç kişinin kendi istekleri doğrultusunda halife seçtiklerini duyduklarında, atına binip mescide gelerek şöyle feryat etti: “Ortalığı katıp karıştıran bu velvele ve kargaşalık nedir? Sizler kimiz izniyle halife tayin ettiniz? Siz birkaç kişi neciydiniz ki, Müslümanların ve sahabenin büyüklerinin istişare ve icması olmaksızın halife tayin ettiniz?”

Usame’nin bu feryadını bütün tarihçiler nakletmişlerdir. Ömer, Usame’yi cezp etmek için ileri gelerek şöyle dedi: “Ey Usame! İş tamam oldu, biat gerçekleşti, tefrika çıkarma, sen de biat et.”

Usame onun bu sözlerinden rahatsız olup şöyle dedi: “Peygamber (s.a.a) beni sizlere komutan etti, komutanlıktan da azledilmedim; Peygamber’in sizlere emir ettiği bir şahıs, nasıl olur da gelip emri altında olan memurlara biat etmiş olur...!”

Tartışma ve münakaşayı sonuna kadar anlatıp konuyu uzatmak istemiyorum. Eğer Usame’nin ordusunun şehirden biraz uzak olduğunu ve vaktin geçtiğini söylerseniz, Sakife’den Hz. Peygamber’in evine kadar olan mesafede mi uzaktı? Acaba, Şia ve Sünni ittifakına göre Müslümanlar içerisinde etkili bir şahıs olan Hz. Ali’ye, Hz. Peygamber’in amcası olan Abbas’a, Resulullah’ın ailesinden olan ve haklarında tavsiyede bulunduğu Beni Haşim’e ve diğer büyük sahabelere, orada oldukları halde görüşlerinden yararlanılması için neden haber vermediler?

Hafız: Zannediyorum ortamı öyle tehlikeli bir hal bürümüştü ki, Sakife’den dışarı çıkacak bir fırsat bulamadılar.

Davetçi: Lütufsuzluk yapıyorsunuz; zira onların fırsatı olmasına rağmen Hz. Peygamber’in evinde bulunan Beni Haşim ailesine ve sahabenin büyüklerine kasıtlı olarak haber vermediler.

Hafız: Onların yaptıklarının kasıtlı olduğuna dair deliliniz var mı?

Davetçi: En büyük delil, Ömer’in Peygamber’in evinin kapısına kadar gelerek, evde toplanan Ali, Ben-i Haşim ve sahabenin büyüklerinin haberdar olmamaları için içeri girmemesidir.

Hafız: Kesinlikle bu söz, Rafızîlerin uydurma ve düzmecelerindendir.

Davetçi: Yine lütufsuzluk ettiniz; zira bu söz hiç kimsenin uydurma ve düzmecesi değildir. Bu söz de kendi alimlerinizdendir. Üçüncü asırda yaşayan Muhammed bin Cerir-i Taberi’nin tarih kitabının 2. cildinin 456. sayfasına müracaat etseniz iyi olur. O şöyle yazmaktadır:

Ömer, Resulullah’ın evinin kapısına kadar gelip içeri girmedi; Ebu Bekir’e, işinin olduğunu ve hemen dışarı gelmesinin gerektiği haberini gönderdi. Ama Ebu Bekir cevaben; “Şu an vaktim yoktur, gelemeyeceğim” dedi. Ömer tekrar; “Mühim bir olay olmuş ve senin olman gereklidir” diye haber gönderdi. Nihayet Ebu Bekir dışarı çıktı, Ömer gizli bir şekilde Ensar’ın Sakife’de toplanma olayını ona bildirdi ve; “Çabuk oraya gitmemiz gerekir” dedi.

O ikisi oraya doğru giderlerken yolda mezarcı Ebu Ebuyde’ye rastladırlar; bu gece size delil olabilecek ümmetin icmasını teşkil etmek için onu da yanlarına alarak üç kişi beraberce oraya gittiler.

Allah aşkına biraz insaflı olunuz. Eğer işin içinde hile ve menfaat taleplik yoktuysa, öyleyse neden Ömer Resulullah’ın kapısına kadar gidip de olayı bütün Beni Haşim ve sahabenin büyüklerine bildirerek onlardan yardım almak için içeriye girmedi? Acaba Resulullah (s.a.a)’in ümmeti arasında sadece Ebu Bekir mi kamil bir akla sahipti? Sahabeden olan diğer şahsiyetler ve Resulullah’ın Ehl-i Beyti yabancı insanlar mıydı ki onlara haber vermediler? Bütün tarihçilerin yazdığı gibi sizin düzmeceniz olan bu icma, üç kişiyle mi oluştu?

Eğer bir şehirde, hatta o şehir ülkenin başkenti dahi olsa, üç kişi veya bir grup bir araya toplanarak bir şahısın saltanat ve hilafetinde icma bile etseler, diğer şehirlerde yaşayan akıl sahipleri ve alimlerinin ona tabi olmalarının gerekliliğine dair bu tür bir inanç, dünyanın neresinde kabul edilmiştir? Veya toplum tarafından seçilmeyen bir grubun görüşü, diğer gruplara nasıl farz olabilir? Hayhuy ve ses çıkarmakla, bir milletin efkarını baskı altına almak ve diğer bir grubu tehdit etmek doğru mudur?

Beyler biraz insaflı olunuz; eğer bir grup konuşmak istese, ilmi ve ameli konularda münazara yapsa, deliller getirerek söz konusu hilafet ve icmanın uydurma ve düzmeceden ibaret olduğunu ve hiçbir semavi ve yeryüzündeki kanunlarla bağdaşmadığından meşru olmadığını söylese, acaba onlar Rafızi, müşrik ve necis mi olur; katledilmeleri farz mı oluyor; onların hakkında her çeşit iftirada bulunmak câiz mi olur?!

Siz buyuruyorsunuz ki; Peygamber (s.a.a), hilafet meselesini ümmete (veya sizin görüşünüze göre ümmetin ileri gelenlerine) bıraktı, lütfen Allah aşkına insaflı olunuz, ümmet veya ümmetin ileri gelenleri sadece üç kişiden (Ebu Bekir, Ömer ve mezarcı olan Ebu Ebeyde-i Cerrah) mi ibaretti? Bu üç kişi birbirlerine iltifat ederek, üç kişiden ikisi diğer bir kişiye biat edip de ona teslim olmaları, geriye kalan bütün Müslümanların da o iki kişinin yolunu devam ettirmelerini mi farz kılıyor? Eğer bazıları; “Bu üç kişi de diğer ümmet ve ashap gibi idi, onların ashapla istişare etmeleri gerekirdi, neden böyle yamadılar” demiş olurlarsa, kafir mi olurlar; onların kanlarının akıtılması mı gerekir?

İcmanın Gerçekleşmediğine Dair İki Fırkanın İttifakı

Beyler, eğer taassup elbisenizi çıkarıp icma etrafında biraz düşünecek olursanız, göreceksiniz ki, azınlık, çoğunluk ve icma (ittifak) arasında büyük bir fark vardır. Eğer şura meclisi önemli bir iş için düzenlenirse, o işe az sayıda insan oy verirse, meclisin azınlığı oy verdi derler; eğer çoğunluk oy verirse, meclisin çoğunluğu oy verdi derler; ama eğer mecliste bulunanların istisnasız olarak hepsi oy verirse, icma hasıl oldu derler; yani o iş hakkında bir kişi dahi muhalefet etmemiştir.

Allah aşkına söyleyin bakalım, Sakife’de ve daha sonra mescidde ve sonraları da Medine şehrinde, böyle bir icma Ebu Bekir’in hilafetine oy verdi mi? Sizin isteğinize göre, oy hakkını bütün ümmetten alarak icmanın İslâm’ın merkezi olan Medine’de bulunan sahabenin büyükleri ve ileri gelenlerinin bir araya gelmeleriyle gerçekleşeceğini söyleyecek olursak, yine de böyle bir icmanın gerçekleşmediği bir gerçektir.

Allah’ın rızası için söyler misiniz, acaba Medine’nin mühim şahsiyetleri ve sahabenin önde gelen büyükleri birleşerek Ebu Bekir’in hilafetine oy verdiler mi ki böyle bir icma da geçekleşmiş olsun? Kesinlikle bu sorunun cevabı menfidir. Nitekim “Mevakıf” adlı kitabın yazarı itiraf ederek demiştir ki; “Ebu Bekir’in hilafeti hususunda, hatta Medine şehrinde bile icma gerçekleşmedi; sahabenin ileri gelenlerinin hepsi ona oy vermediler. Zira Ensar’dan olan Sa’d bin Ubade, onun evlatları, sahabenin mühim şahsiyetleri, Ben-i Haşim’in hepsi, onların dostları ve aynı zamanda Hz. Ali (a.s) altı ay boyunca muhalefet ederek onların emri altına girmediler.”

Gerçekten hakikat ve insafı göz önünde bulundurarak tarihe müracaat ettiğimizde, İslâm devleti ve nübüvvetin merkezi olan Medine’de, bütün mühim şahsiyetlerin ve sahabenin hepsinin bir araya gelmediğini, Ebu Bekir’i halife olarak tayin etmek için hep birlikte oy verilmediğini, neticede böyle bir icmanın da gerçekleşmediğini görüyoruz.

Sizin güvenilir ravi ve büyük tarihçilerinizden çoğu, örneğin: İmam Fahri Razi, Celaleddin Suyuti, İbn-i Ebi’l- Hadid-i Mutezili, Taberi, Buhari, Müslim ve bunlar gibi niceleri muhtelif ibaretlerle Medine şehrinde kamil bir icmanın gerçekleşmediğini söyleyip nakletmişlerdir.

Bunların yanı sıra Ben-i Haşim’in hepsi, (Resulullah (s.a.a)’in akrabaları, ailesi ve Kur’ân’ın eşi olan Ehl-i Beyt’i), Ben-i Ümeyye ve üç kişi haricinde ashabın geneli, Sakife’de hilafete oy verilirken hazır değillerdi; böyle bir olayın vaki olduğunu duyur duymaz da itiraz etmeğe başladılar. Hatta Muhacir ve Ensar’dan olan sahabenin ileri gelenlerinden bazı şahıslar, itirazlarının yanı sıra mescide gidip Ebu Bekir ile hilafet konusu üzerinde tartışmaya başladılar. Örneğin:

Selman-ı Farsi, Ebuzer-i Gifari, Mikdad bin Esved-i Kendi, Ammar-i Yasır, Bureydet’ul- Eslemi, Halid bin Said bin As el-Emevi (Muhacirlerden), Ebu'l- Heysem bin Tiyhan, Huzeyme bin Sabit (Zü'ş- Şehadeteyn),[11] Ebu Eyyub Ensari, Ubey bin Ka’b, Sehl bin Huneyf ve Osman bin Huneyf.

Bunların her birisi mescidde Ebu Bekir’e karşı sağlam hüccet ve yeterli deliller getirmişlerdir. Ama ne yazık ki meclisimizin vakti az olduğu için onların müzakerelerine değinemeyeceğim. Fakat icma delilinin tamamen batıl ve esassız olduğunu açıklamak ve mecliste bulunanların veya bulunmayanların basiretlerinin artması ve hüccetin onlara tamam olması için, sadece bu kısa açıklamaya iktifa ettim. Medine’nin kendisinde dahi icma gerçekleşmedi. Hatta Medine’de bulunan ashabın ileri gelen büyük şahsiyetlerin icması sözü de yalandan başka bir şey değildir. Şimdi Ebu Bekir’in hilafetine karşı gelen bazı muhaliflerin isimlerini, sizin muteber kitaplarımızdan huzurlarınıza arz edeyim.

Ashabın Büyüklerinin Ebu Bekir’in

Biatinden Kaçınmaları

İbn-i Hacer Askalani ve Belazuri kendi tarih kitaplarında, Muhammed Havend Şah “Ravzat’us- Sefa”da, İbn-i Abddulbirr “İstiab” adlı kitabında ve diğer alimleriniz şöyle diyorlar: Sa’d bin Ubade, Hazrec kabilesi, Kureyş’den bir tâife ve sahabenin büyüklerinden 18 kişi Ebu Bekir’e biat etmeyerek Rafızî oldular; onlar Ali bin Ebi Talib’in Şialarındandılar. O 18 kişinin ismi şunlardan ibarettir:

1- Selman-ı Farsi. 2- Ebuzer-i Gifari. 3- Mikdad bin Esved-i Kendi. 4- Ammar-i Yasir. 5- Halid bin Said bin As. 6- Bureyde Eslemi. 7- Ubey bin Ka’b. 8- Huzeyme bin Sabit ( Zü’ş- Şehadeteyn). 9- Ebu Heysem bin Teyhan. 10- Sehl bin Huneyf. 11- Osman bin Huneyf (Zü’ş- Şehadeteyn). 12- Ebu Eyyub-i Ensari. 13- Cabir bin Abdullah Ensari. 14- Huzeyfe bin Yeman. 15- Sa’d bin Ubade. 16- Kays bin Sa’d. 17- Abdullah bin Abbas. 18- Zeyd bin Erkam.

Yakup kendi tarihinde (Tarih-i Yakup) şöyle diyor: Muhacir ve Ensar’dan bir grup Ebu Bekir’e biat etmeyerek Ali bin Ebi Talib’e meylettiler. Onlar; Abbas bin Abdulmuttalip, Fazl bin Abbas, Zübeyr bin Avam bin As, Halid bin Said, Mikdad bin Ömer, Salman-ı Farsi, Ebuzer-i Gifari, Ammar-i Yasir, Burra bin Azib ve Ka’b’dan ibrettiler.

Acaba bu şahıslar kendi kabilelerinin büyükleri, ashabın ileri gelenleri ve Resulullah (s.a.a)’in istişare ettiği şahıslar değil miydiler? Acaba Hz. Ali (a.s), Peygamber efendimizin amcası Abbas ve Beni Haşim kabilesinin diğer ileri gelenleri kavmin akıllı insanları değil miydiler?

Allah aşkına biraz insaflı olunuz. Onların huzuru, istişaresi, onayı ve tasdiki olmaksızın, kendisini hakikat şeklinde gösteren bu icma nasıl bir icmadır? Ebu Bekir’i gizlice o topluluktan dışarı çıkarmak, sahabenin ileri gelen diğer büyüklerine haber vermemek ve onların görüşlerini almamak icma manası mı veriyor, yoksa işin içinde siyasi oyunun olduğunu mu gösteriyor? Demek ki işin başında, bütün ümmetin icması olmadığı gibi, Medine ehlinin hepsinin de icması yokmuş. Hatta Sa’d bin Ubade ve yanındakilerin üstü örtülü Sakife’den çıkmasıyla orada da icma gerçekleşmemiştir. Gerçekte bu, İslâm aleminde yapılan ilk inkılâptı!!

 

 

[1] - Bir Korur, Hindistanlıların yanında on milyon, İranlıların yanında ise beş yüz bindir. (Müt.)

[2] - Mâide/55.

[3] - Yani bu ayet, sadece Hz. Ali (a.s) değil diğer Ehl-i Beyt İmamalarının velayetini de ispatlamaktadır.

[4] - Hudeybiyye; Mekke yakınında bir kuyunun adıdır; yarısı haremden, diğer yarısı ise haremin dışından sayılmaktadır.

[5] - Fetih/27. Bu fetihten maksat, Hayber fethidir.

[6] - Hacamat; iki omuz arasından bir miktar kan almaya denir. Sırta küpe atarak bir çeşit kan almak durumu. Hadislerde bunun çok faydaları zikredilmiştir. (Müt.)

[7] - “Rabbinden apaçık bir belge üzerinde bulunan, onu (Peygamber’i) ondan bir şahit (Ali) izleyen” Hud/17.

[8] - Bakara/31.

[9] - Nuh/26.

[10] - Sakife, Beni Saide kabilesinin önemli bir iş için toplanıp istişare ettikleri üstü kapalı bir yerin ismi idi.

[11] - “Zü’ş- Şehadeteyn” (yani tanıklığı iki kişinin yerine geçerli olan) lakabını Resulü Ekrem (s.a.a) ona vermiştir.

 

Sekaleyn ve Sefine Hadisleri

Bunların hepsinden geçecek olursak, Ben-i Haşim ve Resulullah (s.a.a)’in Ehl-i Beytinin icması kesinlikle hüccettir. Zira geçen gecelerde de muteber kaynaklardan arz ettiğim gibi, Şia ve Sünnilerin sahih kabullendikleri bir hadis-i şerifte Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz ben, sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum; biri Allah’ın kitabı, diğeri ise itretim ve Ehl-i Beyt’imdir; bu ikisine sarılırsanız kurtulursunuz.” Başka bir nüshada ise; “...kesinlikle sapıklığa düşmezsiniz.” diye geçmektedir.

Bunlar, yani Resulullah (s.a.a)’in Ehl-i Beyti, olay esnasında Sakife’de hazır olmadıkları gibi Ebu Bekir’in hilafetini de onaylamadılar (yani icmanın gerçekleşmesi için, onların Sakife’de toplanmasını istemediler!).

Yine geçen akşamlarda senetleriyle zikretmiş olduğum Sefine hadisi unvanıyla tanınan sahih bir hadiste Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Benim Ehl-i Beytim Nuh’un gemisine benzer; ona tevessül eden kurtulmuş, ondan uzaklaşan ise helak olmuştur.”

Bu hadis şunu anlatmaktadır ki; Nuh’un kavmine gelen tufan ve belalarda onların kurtuluşu, nasıl Nuh’un gemisine tevessül etmek idiyse, benim ümmetim de karşılaştıkları sıkıntı, bela ve ihtilaflardan kurtulmak istiyorsa, Ehl-i Beytime tevessül edip onlara sarılmaları gerekir; kim onlardan yüz çevirip uzaklaşırsa helak olur.

İbn-i Hacer “Savaik” adlı kitabın 90. sayfasında dördüncü ayetin tefsirinde, Resulullah’ın Ehl-i Beyti’ne önem vermenin gerekliliği hususunda, İbn-i Sa’d’dan iki hadis naklediyor. Onlardan biri, Hz. Peygamber (s.a.a)’in buyurmuş olduğu şu hadistir:

“Ben ve Ehl-i Beyt’im cennette bir ağacız; o ağacın dalları dünyadadır; Allah’a doğru bir yol bulmak isteyen o dallara sarılmalıdır.”

İkinci hadis ise şudur:

“Her dönemde ümmetim için Ehl-i Beytimden adil kimseler vardır; bunlar, sapıkların tahrifini, batıl iddiada bulunanların iddiasını ve cahillerin tevilini bu dinden uzaklaştırmaktadırlar. Bilin ki, İmamlarınız sizi Allah doğru götürürler; öyleyse sizi götürenin kim olduğuna bakın.”

Kısacası, kendi muteber kitaplarınızda fazlasıyla naklolan bu tür hadislerin ümmete anlatmak istediği şudur ki; eğer Ehl-i Beytimden uzaklaşacak olursanız, düşmanlar galip gelerek sizi sapıklığa sürüklerler, aranıza bidat, rey ve kıyas ortaya çıkar; (böyle bir durumda) yine de sizin kurtuluşunuz Ehl-i Beyt (a.s)’a bağlıdır; onları kendinizden uzaklaştırmayın, kendiniz de onlardan uzak durmayın ki helak olursunuz.

Bilahare, icma, biat ve halifenin tayin olunmasında etkili olabilecek bütün şahıslar, biatten sakınan kimselerle beraberdiler. Öyleyse bu ne biçim bir icma idi ki, sahabenin ileri gelenleri, kabile büyükleri ve Resulullah (s.a.a)’in itret ve Ehl-i Beyti, Medine’de olmalarına rağmen ona katılmamışlardı!

İcma gerçekleşmediği gibi, ekseriyet de gerçekleşmemiştir. Nitekim sizin büyük alimlerinizden olan İbn-i Adulbirr Kurtubi “İstiab” adlı kitabında, İbn-i Hacer “İsabe” adlı kitabında ve diğer büyük alimleriniz şöyle diyorlar: Hilâfet iddiasında bulunan Ensarlı Sa’d bin Ubade, Ebu Bekir ve Ömer’e kesinlikle biat etmedi; onlar da, o kabile reisi olduğundan dolayı fesat çıkmasın diye ondan biat talebinde bulunmayıp ona itiraz etmediler.

Daha sonra Sa’d bin Ubade Şam’a gitti. Ravzat’us- Sefa’nın rivayetine göre büyüklerden birisinin tahriki üzerine (ki ölüm emrini verenin kim olduğu ukala yanında malumdur) geceleyin onu okla öldürüp cinler onu öldürmüştür dediler. (Ama bir grup tarihçilerin rivayetine göre, onu okla öldüren Halid bin Velid’dir. Halid bin Velid, Ebu Bekir’in hilafetinin ilk dönemlerinde Malik bin Nuveyre'yi öldürmek ve onun hanımının ırzına dokunmakla Ömer’in gazabına uğramıştı. Ömer’in hilafeti döneminde onun yanında kendisini temizlemesi için, geceleyin okla Sa’d bin Ubade’yi öldürdü. Sonra, cinler onu öldürmüştür diye söz çıkardılar.)

Beyler Allah aşkına adet ve taassubunuzu bir tarafa bırakıp biraz düşününüz! Ali bin Ebi Talip (a.s), Peygamber (s.a.a)’in amcası olan Abbas, İbn-i Abbas, Beni Haşim’in hepsi, Peygamberin itret ve Ehl-i Beyti, Beni Ümeyye ve Ensar’ın katılmadığı bir icma nasıl bir icma imiş?

Hafız: Fesat çıkma ihtimali olduğu için ve bütün ümmete ulaşmadıklarından dolayı mecburen acele davranıp Sakife’de olanlarla yetinerek biat etmişler ve sonraları ümmet bu emre teslim olmuştur.

Davetçi: Kabul edelim ki, Medine’nin dışındaki sahabenin ileri gelenleri ve büyüklerine ulaşmadılar, acaba Medine'de olan sahabeye de mi ulaşamadılar? Allah aşkına insafla konuşunuz; eğer işin içinde hile yoktuysa, o zaman neden Medine’de hazır olanlara, şura meclisinde iştirak etmeleri için haber vermediler? Acaba Peygamber’in amcası Abbas (şeyh’ul- kabile), damadı Ali bin Ebi Talip, Ben-i Haşim ve Medine’de olan sahabe’nin büyüklerinin görüş ve onayları lazım değildi de, sadece Ömer ve Ebu Ubeyde Cerrah’ın görüş mü ümmetin adına yeterliydi? “Öyleyse ey basiret sahipleri ibret alın!!”

Öyleyse umum ve husus olarak sizin icmanızın delili, sahabenin Muhacir ve Ensardan olan büyükleri bu icmaya katılmadıklarından, hatta muhalefet bile ettiklerinden dolayı, tamamıyla boş, batıl ve itibar derecesinden düşüktür. Çünkü arz ettiğim gibi icma, bir kişinin dahi muhalefet etmediği bir toplantıya derler. Sizin kendi alim ve tarihçilerinizin, aynı zamanda sizin kendi itirafınıza göre de, sahabenin büyük ve ileri gelen şahsiyetleri icma dediğiniz toplantıya katılmamışlardır.

Nitekim imam Fahri Razi “Nihayet’ul- Usul” adlı kitabında açıkça şöyle diyor: “Sa’d bin Ubade öldürülünceye kadar, Ebu Bekir ve Ömer’in hilafetinde icma gerçekleşmedi ve o öldürüldükten sonra icma gerçekleşmiş oldu.” Gerçek olmayan böyle bir icmayı, hakkaniyete dair delil kabul ettiğinizi anlayamıyorum. Sizin birinci delilinizin cevabı, meclisin vakti az olduğu için kısmen anlatılarak verilmiş oldu.

Ebu Bekir Yaş Bakımından Büyük Olduğundan

Dolayı Hilafete Geçti Sözünün Yanıtı

İkinci delilinize gelince; Ebu Bekir’i, yaş bakımından Hz. Ali (a.s)’dan büyük olduğu için hilafete daha layık olduğunu buyurdunuz. Sizin bu deliliniz merdut, birinci delilden daha boş, gülünç ve anlamsızdır. Eğer hilafette yaş şart ise Ebu Bekir ve Ömer’den daha yaşlı olanlar vardı. Hakikaten, Ebu Bekir’in babası Ebu Kuhafe o zamanda hayatta olmasına ve oğlundan daha büyük olmasına rağmen neden onu halife etmediler?

Hafız: Ebu Bekir, yaşlı olmasıyla birlikte bu işe de layıktı. Dünya görmüş ve Resulullah’ın mahbubu olan yaşlı bir adam kavmin arsında olursa, bir genci halife yapmazlar.

Davetçi: Tecrübeli bir ihtiyarın olmasıyla birlikte genç birsine, herhangi bir işte, özellikle Allah’a ait olan bir işte, mesuliyet vererek iş başına getirmek doğru değildir diyorsunuz. Eğer mesele dediğiniz gibiyse, o zaman sizin bu itirazınız ilk önce Resulullah’a yöneliktir; çünkü Resulullah (s.a.a) Tebuk savaşına hareket etmek istediğinde, münafıklar gizlice bir anlaşma yaparak Resulullah’ın gıyabında bir inkılâp yapmayı kararlaştırdılar. İşte bunun için, Resulullah (s.a.a), Medine’de kendi yerine, Medine’nin işlerini idare edecek ve münafıkların komplo ve operasyonlarını etkisiz hale getirecek iş bilir, güçlü ve siyasetmedar birisini bırakması gerekirdi. Şimdi muhterem beylerden temennim şudur ki buyursunlar: Acaba Peygamber (s.a.a), Medine’de kimi kendi yerine halife olarak bıraktı?

Hafız: Açıktır ki, Hz. Ali’yi (k.v) kendi yerine halife ve naip olarak bıraktı.

Davetçi: Meğer Ebu Bekir, Ömer ve diğer sahabeden yaşta büyük olanlar, Medine’de değiller miydi ki, Resulullah (s.a.a), yaşta genç olan Emir'ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’ı kendi yerine resmi bir halife ve vezir olarak tayin etti? Resulullah (s.a.a) açıkça şöyle buyurdular:

“Sen, benim Ehl-i Beytim arasında ve benim hicret evim olan Medine’de benim halifemsin.”

Beyler, delil sunduğunuz zaman biraz düşünerek söyleyiniz ki cevap vereceğiniz zaman cevapsız kalmayasınız. Resulullah (s.a.a)’in, Ebu Bekir ve Ömer gibi ashabın yaşlılarının orada olmalarına rağmen genç yaşta olan Hz. Ali (a.s)’ı hilafete tayin etmesindeki maksadı, sizin bu akşamki sözlerinize ameli bir cevap olup sizin, dünya görmüş yaşlı birisi varken bir genç iş başına getirilmemelidir sözünü söylemememiz içindir.

Resul-ü Ekrem (s.a.a)’in ameli, halife tayini ve risaletin tebliğinde yaşlı veya gencin asıl etken olmadığına en büyük delildir. Eğer yaşlı insanların hayatta olmasıyla, genç bir kimsenin iş başına getirilmemesi gerekiyorsa, o zaman neden, Tevbe suresinin ilk ayetlerinin Mekke ehline açıklanması için Ebu Bekir gönderildikten sonra, Peygamber yaşlı olan Ebu Bekir’i yolun yarısından geriye çevirip, “Allah-u Teâla bu emri ya kendin veya kendin gibi birisi tebliğ etmelidir” diyerek bu işi genç olan Hz. Ali (a.s)’ın uhdesine bıraktı? Oysa zahirde, böyle önemli ve tehlikeli bir işi, dünya görmüş, tecrübeli ve yaşlı birisinin yapması daha uygun olurdu!

Yine Resulullah (s.a.a), neden Yemen ehlinin hidayeti için Ebu Bekir, Ömer ve diğer yaşlı olanlardan istifade etmedi de, bu için Emir’ul- Müminin Hz. Ali’yi görevlendirdi?

Bu çeşit örnekler çoktur. Resulullah (s.a.a), Ebu Bekir, Ömer ve diğer ihtiyarların olmalarına rağmen, genç olan Hz. Ali’yi seçerek büyük işleri O’nun üstesine bırakmıştır.

Binaenaleyh, sizin getirmiş olduğunuz bu yaşlılık şartının boş ve anlamsız olduğu ve yaşın büyük olmasının kesinlikle nübüvvet, velayet ve hilafet şartlarından olmadığı bu sözlerimizle ortaya çıkmış oldu. Gerçekte hilafetin nübüvvet gibi asıl şartı, Allah’ın kabul ettiği ve beğendiği bütün kemal sıfatlarına sahip olmaktır. Kim bütün yüce kemal sıfatlarına sahip olursa, ister yaşlı olsun ister genç, Allah-u Teâla onu hilafet makamına atar, Peygamberi vasıtasıyla O’nu halka tanıtır ve onların da böyle birisine itaat etmesi gerekir.

Onların hilafetinin batıl olduğuna büyük delilerden diğer biri de, şimdi aklıma gelen şu delildir: Hakla batılı ayırt eden Emir’ul- Mu’minin Hz. Ali (a.s)’ın, o sahte icmaya karşı muhalefet etmesidir.

Hz. Ali Hakla Batılı Birbirinden Ayırt Edendir

Resulullah (s.a.a)’in buyruğuna göre, Hz. Ali (a.s) hakla batılı birbirinden ayırt edendir. Nitekim sizin büyük alimleriniz bu konuda bir çok hadis nakletmişlerdir. Örneğin: Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi, “Kitab'us- Seb’in fi Fezail-i Emir'il- Mu’minin” kitabından naklen “Yenabi’ul- Mevedde”nin 16. babında, Harem-i Şerifin imamı olan Ebu Cafer Ahmed bin Abdullah eş-Şafii, Firdus Deylemi’den naklen 70 hadisin 12. hadisinde, Mir Seyyid Ali Hemedani eş-Şafii “Meveddet'ul- Kurba”nın 6. Meveddetinde, Hafız “Emali” adlı kitabında ve Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib”in 44. babında, senedi İbn-i Abbas, Ebu Leyla ve Ebuzer-i Gifari’ye ulaşan üç hadisi, farklı ibare ve lafızlarla bu konuda nakletmişlerdir. O hadislerin birinde Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Pek yakında benden sonra bir fitne çıkacaktır, böyle olduğunda sizler Ali ile olun; çünkü kıyamet günü beni ilk gören ve benimle ilk musafaha eden O olacaktır; O, yüce makamda benimle beraberdir; O, hakla batılı birbirinden ayırt edendir.”

 Öyleyse, Resulullah (s.a.a)’in vefatından sonra, halifenin kendilerinden olmasını isteyen Ensar ve Muhacirin birbirine düşmesi olayı ve fitnesinde, Resulullah’ın hükmü ve emri gereğince, hakla batılı birbirinden ayırt etmesi için, ümmetin Hz. Ali (a.s)’ı getirmesi gerekirdi. Çünkü Resulullah’ın buyurduğuna göre, Ali hangi tarafta olsa, o taraf hak, karşı taraf ise batıldı.

Hafız: Sizin naklettiğiniz bu hadis, haber-i vahittir (yani bir kişinin naklettiği haberdir); haber-i vahit de muteber olmadığı için onunla amel edilmez.

Davetçi: Çok şaşılacak bir şeydir ki çabuk unutuyorsunuz veya kasıtlı olarak öyle davranıyorsunuz. Geçen akşamlarda arz ettim ki, Ehl-i Sünnet alimleri, haber-i vahidi hüccet kabul ediyorlar. Siz bu yüzden hadisi, haber-i vahid olarak reddedemezsiniz. Bunun yanı sıra, bu konuda sadece bir hadis yoktur; sizin güvenilir büyük alimleriniz tarafından bu konuda, farklı ibarelerle maksadı ispatlayan bir çok hadis naklolunmuştur. Biz bu hadislerin bazılarına geçen akşamlarda değindik. Ama şimdi meclisin vakti fazla alınmasın diye sadece raviler silsilesi ve onların kitaplarıyla yetiniyor ve senetli hadislerin hepsini zikretmekten vazgeçiyorum. Şimdi yine, sözlerimin doğruluğunun teyidi için, vakit ve hafızamın yeterliliği dahilinde bazı hadislere değinmek istiyorum.

Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib'us- Süul”da, Taberi “Tefsir-i Kebir”de, Beyhaki “Sünen”de, Nureddin Maliki “Fusul'ul- Mühimme”de, Hakim “Müstedrek”te, Hafız Ebu Naim “Hilye”de, İbn-i Asakir Tarihinde, İbn-i Ebi'l- Hadid “Nehc'ul- Belağa Şerhi”nde, Taberani “Evsed”de, Muhibbuddin “Riyaz”da, Himvini “Feraid”de, Suyuti de “Dürr'ül- Mensur”da İbn-i Abbas, Salman, Ebuzer ve Huzeyfe’den şöyle nakletmişlerdir: Peygamber (s.a.a) mübarek eliyle Ali bin Ebi Talib’e işaret ederek şöyle buyurdular:

“Şüphesiz bu, bana ilk iman eden ve kıyamet günü benimle ilk görüşecek olandır; bu, Sıddık’ı Ekberdir; bu, hak ile batıl arasını ayırt edecek olan bu ümmetin Faruk’udur.”

Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet'ut- Talib”in 44. babında bu hadisi, şu birkaç kelime izafesiyle nakletmiştir:

“...O (Ali), müminlerin sultanıdır; O, ondan gelinecek olan kapımdır; O, benden sonra halifemdir.”

Yine Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib'us- Süul”da, Hatip Harezmi “Menakıp”ta, İbn-i Sabbağ Maliki “Fusul'ul- Muhimme”de, Hatib-i Bağdat “Tarih-i Bağdad” adlı kitabının 14. cildinin 21. sayfasında, Hafız bin Merduye “Menakıp”da, Sem’ani “Fezail'us- Sahabe”de, Deylemi “Firdevs”de, İbn-i Kuteybe “el-İmamet'u ve's-Siyaset” adlı kitabının 1. cildinin 68. sayfasında, Zemahşeri “Rabi'ul- Ebrar”da, Himvini “Feraid”in 37. babında, Taberani “Evsed”de, Fahri Razi “Tefsir-i Kebir”in 1. cildinin 111. sayfasında, Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet'ut- Talib”de, imam Ahmed “Müsned”de ve sizin diğer alimleriniz Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Ali nereye dönse, Ali hak ile, hak da Ali iledir.”

Yine aynı kitaplarda, o kitaplara ilaveten Şeyh Süleyman Kunduzi el-Hanefi “Yenabi'ul- Mevedde”nin 20. babında Himvini’den naklen, Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu zikretmiştir:

“Ali hak iledir; hak da Ali ile; hak nereye meyl ederse, Ali de onunla meyleder.”

Hafız Ebu Naim Ahmed bin Abdullah İsfahani “Hilyet’ul- Evliya”nın 1. cildinin 63. sayfasında kendi senetleriyle Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Ey Ensar topluluğu! Sizleri, sıkıca sarıldığınız takdirde asla sapmayacağınız bir kimseye hidayet edeyim mi?” Ashap; “Evet, ya Resulellah” dediklerinde Hazret şöyle buyurdular: “Sarılmış olduğunuz takdirde dalalete düşmeyeceğiniz O kimse, (gördüğünüz) bu Ali’dir. Öyleyse benim sevgimle O’nu seviniz; benim kerametimle ona ikramda bulununuz. Şüphesiz Cebrail, Allah tarafından size söylediklerimi bana emretti.”

Çeşitli lafız ve muhtelif ravilerle nakledilmiş olan bu nebevi hadisler, ilk bakışta haber-i vahid olarak görülüp has bir mana için beyan olunmuş olsa da, ilim ehlinin yanında bunlara tevatür-ü manevi denilmektedir. Tevatür-ü manevi, çeşitli lafız ve kelimelerle nakl olan özel delillerin içerdiği manadan elde edilen genel ve ortak bir manadır. Genel ve ortak manadan kasıt da, Resulullah (s.a.a)’in velayet makamına olan teveccühüdür ki, O Hazretin diğer kimselere değil Hz. Ali’ye olan meylini ispat etmektedir.

Bunun yanı sıra şunu da bildirmektedir ki; Hz. Peygamber (s.a.a)’in şefkat ve sevgisine maruz kalan Hz. Ali (a.s)’dır; çünkü Peygamber (s.a.a) daima Hz. Ali (a.s)’dan yardım talebinde bulunmuştur. Zira Hz. Ali (a.s), yardım etmede uzman birisi idi. İşte bundan dolayı, ümmeti de kendisinden sonra Hz. Ali’ye müracaat etmeğe ve ona sarılmaya davet etmiştir. Çünkü Hz. Ali (a.s), sürekli hak iledir ve hakla batılı birbirinden ayırt edendir. Bu tür hadisleri mütalaa ettikten sonra biraz insafla konuşunuz. Acaba Hz. Ali’nin, Ebu Bekir’e karşı muhalefet etmesi, sizin hayali icmanızın dışında kalması ve Ebu Bekir’e biat etmemesi, Ebu Bekir’in hakkaniyetine mi yoksa onun hilafetinin batıllığına mı delildir?

Eğer Ebu Bekir’in hilafeti hak idiyse, o zaman neden hak ve hakikat simgesi olan ve Hz. Peygamber’in de hakkında “O hak ile, hak da onunladır ve hak daima onunla döner” buyurmuş olduğu Hz. Ali (a.s) onlara biat etmedi ve aksine onlara karşı muhalefet bile etti?

“Sakife” günü yapılan acelecilik, gerçekten çok şaşırılacak ve üzülecek bir şeydir. Kesinlikle araştırmacı her şahsı, o güne karşı kötümser ve karamsar ediyor. Eğer işin içerisinde hile ve fitne yoktuysa öyleyse neden Hz. Peygamber’in de buyurduğu gibi hakla batılı birbirinden ayırt eden Ali (a.s)’nin, sahabenin ileri gelenlerinin, Ben-i Haşim’in, özellikle Peygamber (s.a.a)’in amcası Abbas’ın, umuma ait olan hilafet meselesinde bir araya toplanıp görüş ve fikirlerini belirtmeleri için birkaç saatliğine sabretmediler?

Hafız: İşin içerisinde hile ve siyasetin olmadığı apaçıktır. Zira ortamı tehlike bürümüş olduğundan dolayı, İslâm’ı korumak için halife tayininde acele ettiler.

Davetçi: Yani siz, Ebu Ubeyde Cerrah’ın (Mekke’nin eski mezarcısı) veya diğerlerinin, Hz. Peygamber (s.a.a)’in amcasından, kendi canını din yoluna adayan Hz. Ali (a.s)’dan veya sahabenin diğer ileri gelenleri ve Beni Haşim’den daha çok mu İslâm’ı düşündüklerini söylemek istiyorsunuz?

Eğer orada konuştukları kadar sabretseydiler veya Ebu Bekir ve Ömer mecliste konuşarak onları oyalayıp Ebu Ubeyde veya başka birisini, Hz. Ali ve Abbas’ı çağırmak ve İslâm’ın tehlikede olduğunu onlara bildirmek için gönderseydiler ve o iki mühim şahsiyetin gelmesi için biraz sabretseydiler, İslâm ortadan kalkacak veya önlenilmeyecek bir fitne mi doğacaktı?

İnsaflı olunuz, eğer birazcık sabredip de en azından Ben-i Haşim ve sahabelerin ileri gelenleri olan Abbas ve Ali (a.s)’ın Sakife'ye gelmeleri için haber salsaydılar, o üç kişi hak olduğu takdirde güç kazanacaklardı. Böyle olunca da, İslâm’da ihtilaf kelimesi doğmaz ve 1335 yıldan (müzakere ve münazara tarihi) sonra, bu akşam Müslüman, din kardeşi olan biz ve sizler bu mecliste birbirimizin karşısına çıkmayacak, aksine gücümüzü bir araya toplayarak İslâm’ın asıl düşmanlarıyla savaşacaktık. Öyleyse İslâm’ın başına ne geldiyse, o gün geldiğini tasdik ediniz; işte bu ihtilaf, o üç kişinin gizli hedef ve maksatlarına ulaşmak için aceleciliklerinden ortaya çıkmıştır.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Acele davranarak mescid ehline ve Peygamber’in Ehl-i Beytine haber vermemelerinin sebebi ne idi?

Davetçi: Bunu kesin biliniz ki, onların acele etmesinin sebebi şuydu: Eğer bütün Müslümanların veya en azından Usame bin Zeyd ordusunun ileri gelenlerinin ve Medine’de olan sahabe ile Ben-i Haşim’in büyüklerinin oraya gelmeleri ve istişareye katılmaları için sabretseydiler, kesinlikle o toplulukta hilafet için adı zikr olunan şahısların içerisinde Hz. Ali’nin de adı zikr olunacaktı. Eğer Hz. Ali (a.s)’ın veya Abbas’ın adı o toplantıda anılsaydı, hak ve hakikat taraftarları elde olan açık delillerle, onların külahını siyaset alanı arkasına atacaklardı.

İşte bundan dolayı, Ben-i Haşim ve sahabenin ileri gelenleri Peygamber (s.a.a)’in gusül, kefen ve defin işleriyle meşgulken, onlar kendi işlerini görmek ve Ebu Bekir’i iki kişinin icmasıyla halife tayin etmek için acele ettiler. Nitekim de bunu başardılar. Sizler de kalkıp bu akşam böyle bir işe, Müslümanların icması adını veriyorsunuz. Nitekim sizin Taberi ve İbn-i Ebi’l- Hadid gibi büyük alimleriniz ve bunlardan başkaları, Ömer’in şöyle dediğini yazmışlardır: “Ebu Bekir’in hilafeti, acele ile ansızın gerçekleşti; Allah onun işini hayır kılsın.”

Ömer’in; “Nübüvvet ve Saltanat Bir Ailede

Toplanmaz” Sözüne Reddiye

Sizin, Ömer’in sözüne dayanarak; “Nübüvvet ve saltanat bir ailede toplanmaz” şeklindeki sözünüze gelince; bu söz “Nisa” suresinin 54. ayetiyle reddedilmiştir. Ayet şudur:

“Yoksa onlar, Allah’ın kendi fazlından insanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar? Doğrusu biz, İbrahim ailesine kitabı ve hikmeti verdik; onlara büyük bir mülk (saltanat) de verdik.”

Bu ayetin hükmüne göre sizin deliliniz geçersizdir. Kesinlikle bu hadis zayıf, hatta uydurulan hadislerden olup halife Ömer’e istinat edilmiştir. Zira Resulullah (s.a.a) asla Kur’ân’a aykırı bir söz buyurmaz. Böylece bu ayet nübüvvet ve saltanatın bir yerde olabileceğine en açık bir delildir. Nitekim Âl-i İbrahim ve başkalarında bu iki özellik bir araya toplanmıştır.

Buna ilave olarak, hilafet makamı, nübüvvetin bir parçası hatta o makamın devamıdır. Sizin kastettiğiniz manada, bir arada toplanacak olan sultanlık ve padişahlık değildir.

Eğer Hz. Musa’nın kardeşi Hz. Harun, Musa (a.s)’ın hilafet makamından uzak idiyse, Hz. Ali (a.s) da Hatem’ul- Enbiyan (s.a.a)’in hilafet makamından uzak olmalıdır. Kur’ân’ın hükmü gereğince, nübüvvet ve hilafet Hz. Musa ve Harun (a.s)’da bir arada olduğuna göre, geçen gecelerde arz ettiğim “Menzilet” hadisi gereğince, Hz. Muhammed (s.a.a) ve Hz. Ali (a.s)’da da bir araya toplanmıştır. Sizin bu hadisiniz, kesinlikle Emevilerin uydurdukları sahte ve asılsız sözlerdir; hiçbir açıdan kabul edilemez.

Eğer nübüvvet ve hilafet (halife Ömer’e göre saltanat) bir arada toplanmıyorsa, o zaman neden halife Ömer, şura meclisinde Hz. Ali (a.s)’ı hilafet için aday gösterdi? Sizin kendiniz de O Hazreti dördüncü mertebede halife olarak kabul ediyorsunuz.

Acaba aralıksız hilafet, (uydurulmuş bir hadisle) nübüvvet ile bir arada olamıyorsa, aralıklı hilafet ile bir arada olabilir mi?!

Göz açık, kulak açık, bu körlük!

Allah’ın göz kapatmasına şaşırıyorum!

Üstelik, Resulullah (s.a.a) açıkça; “Ali’nin gittiği yoldan gidin; başkalarının yolundan değil” diye buyurmaktadır.

Siz diyorsunuz ki; “nübüvvet ve saltanat bir ailede toplanmaz” halbuki Resulullah (s.a.a), önceki gecelerde, senetleriyle huzurlarınıza arz ettiğim her iki fırkanın kabul ettiği Sekaleyn hadisi gereğince, Ehl-i Beytine itaat edilmesini ümmete farz kılmış, onlara muhalefet etmeyi ise apaçık sapıklık olarak beyan etmiştir. Hazret defalarca şöyle buyurmuşlardır:

“Sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum; Allah’ın kitabıyla itretim olan Ehl-i Beytimi; bunlara sarıldığınız müddetçe asla sapıklığa düşmezsiniz.”

Nasıl ki Hz. Nuh’un zamanındaki tufan olayında onun emriyle gemiye binenler kurtuldu ve binmeyenler de -hatta kendi sulbünden olan oğlu bile- helak oldularsa, Hatem’ul- Enbiya (s.a.a) de bu ümmet içerisinde Ehl-i Beytini, ihtilaflı konularda kurtuluşa ermeleri, O’nların akıl, fikir, ilim, zahir ve batınlarından yararlanmaları için O’nları Nuh’un gemisi konumunda tanıtmıştır. Hz. Nuh’un gemisine binmeyen nasıl helak olduysa, Ehl-i Beyt’e sarılmayanlar da öylece helak olurlar. Bu konuya daha önce de genişçe değindik.

Bunun gibi açık naslar gereği bu ümmet, karşılaştıkları olaylar ve ihtilaflı meselelerde Ehl-i Beyt’in görüş ve fikirlerinden yararlanmaları gerekir. Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s) bir takım şahsi özellikleri ve Hz. Peygamber (s.a.a)’in O’nun hakkındaki tekitle buyurmuş olduğu sözlerine ilave olarak O, Ehl-i Beyt’inin en kamil ve üstün bir şahsıdır. Öyleyse neden, O’nun doğru görüş ve fikirlerinden faydalanmaları ve yardım almaları için bir saat bile beklemediler.

Bu işin içerisinde bir sır olmasaydı, ilim ehli, akıl ve fikir sahibi kimseler şaşırıp kalmazlardı. Ellerini vicdanlarına koyup insafla hüküm verdiklerinde hakikatin derinliğine ulaşıyor, öncekilerin körü körüne gittikleri yolu gitmiyor ve siyaset oyuncularının, alelacele Ebu Bekir’i hilafet kürsüsüne getirerek Hz. Ali’yi sabit olan hakkından uzaklaştırmaları için böyle bir düzene başvurduklarını anlamış oluyorlar.

Şeyh: Hangi delile göre sadece Ali bin Ebi Talib’e (k.v) itaat edilmesinin gerekli olduğunu, sahabenin fikir ve icmasının ise üzerine çizgi çekilmesini buyuruyorsunuz?

Hilafet Tayini Hakkında Yine Gerçeklerin Beyanı

Davetçi: Birinci olarak; biz, sahabenin görüş ve icmasının muhterem olmadığını arz etmedik. Bizim, sizinle olan farkımız şudur ki; siz sahabe ismiyle herhangi bir kimseyle karşılaştığınızda, münafık bile olsa, ikinci halifenin kırbaçladığı ve yalancı olarak nitelendirdiği Ebu Hureyre bile olsa kayıtsız şartsız onun karşısında teslim oluyorsunuz. Ama biz öyle değiliz; biz sahabeden, Resulullah’la musahebet şartlarını yerine getiren, ömrünün sonuna kadar Allah ve Resulü’nün emrine itaat eden, heva ve hevesine uymayan bir sahabeye önem verip onun ayaklarını gözümüzün üzerine koyarız.

İkinci olarak; biz, delillerle ispatladık ki biat günü Sakife’de Ebu Bekir’in hilafeti için herhangi bir icma gerçekleşmemiş ve ümmetin icmasıyla da Ebu Bekir hilafete tayin edilmemiştir. Eğer davetçinin (kendisini kastediyor) sözlerine doğru-dürüst bir cevabınız varsa, buyurun da toplantıda bulunan beyler hüküm versinler, ben de sahabenin icması karşısında boyun eğeyim. Eğer siz kendi kitaplarınızda, tüm ümmetin veya azından size göre ümmetin ileri gelenlerinin Sakife’de toplanarak oy birliğiyle Ebu Bekir’i halife tayin ettiklerini gösterebilirseniz biz de kabul ederiz. Ama eğer Ömer, Ebu Ubeyde ve Evs kabilesinden (ki Hazreç ile aralarında bulunan eski husumetten dolayı) bir grup kimseler dışında Ebu Bekir’e biat etmediklerini görecek olursanız, o zaman bizim doğru yol üzere hareket ettiğimizi tasdik ediniz.

Üçüncü olarak; sizin sözünüzü tenkit ederek diyoruz ki; dünyanın bütün akıllılarını hüküm vermeleri için çağırıp da sorsak: “Acaba sahabeden olan üç kişi birbirlerine iltifatta bulunarak birisini seçip de ümmetin kaderini belirlemeye ve daha sonra zorla, tehditle, ihanet etmekle, korkutmakla halkı kendi planlarına teslim olmaya mecbur etmeye hakları var mıdır?” Kesinlikle verecekleri cevap olumsuzdur.

Yine sözümü tekrarlayarak arz ediyorum ki; bizim eleştirimiz şunadır ki, o gün o üç kişi (Ömer, Ebu Bekir, Ebu Ubeyde) Sakife’ye gittikleri zaman hilafetten konuşulduğunu gördüklerinde, neden Resulullah (s.a.a)’in evinde kefen-defin işleriyle meşgul olan ve Usame’nin ordusunda bulunan ashabın büyük şahsiyetleri ve ileri gelenlerini çağırıp da onların görüş ve fikirlerinden yardım almadılar?

Seyyid: Biz diyoruz ki; bir gaflet olmuş veya olmamış, biz orada yoktuk ki onların sorunlarının ne olduğunu bilelim. Ama şimdi yapılmış olan bir işle karşı karşıya kalmışız; icma zamanın geçmesiyle yavaş yavaş oluşmuş olsa da, onun karşısında durmamalı, hatta ona saygı duyarak onların gittiği yolu gitmemiz gerekir.

Davetçi: Ne de güzel istidlal ediyorsunuz! Aferin böyle yüce bir fikir ve inancınıza! Mukaddes İslâm dininin körü körüne bir din olduğunu mu söylemek istiyorsunuz? İslam dini, her nerede birkaç kişi toplanıp bir karar alırsa ve birkaç kişi de onların başlarına toplanırsa, diğer Müslümanların yapılıp biten bir iş karşısında yer aldıklarında körü körüne onu kabul etmelerini mi emrediyor? Tertemiz hatemiyet dininin manası bu mudur? Oysa İslam dini Zümer suresinin 19. ayetinde şöyle buyuruyor:

“Öyleyse sözü dinleyip de (araştırarak) en güzeline uyan kullarımı müjdele.”

İşte İslâm dini tahkik ve araştırmayı emreden bir dindir; Ebu Ubeyde Cerrah (mezarcı) gibi birini körü körüne taklit etmeyi emreden bir din değildir. Resulullah (s.a.a)’in kendisi yolu bize göstermiştir; ümmet iki grup olduğunda, kurtuluşa erebilmemiz için hangisinin yanında yer almamızı bize açıklamıştır. Hangi delile göre “Emir’ul- Muminin Hz. Ali’ye uymamız gerekir?” diyecek olursanız, Kur’ân’ın apaçık ayetleri ve sizin güvenilir kitaplarınızda yer alan sağlam hadisler kılavuzluğuyla cevabı apaçık ve nettir.

Hz. Ali’den (a.s) hadise ve ihtilaflı konularda itaat etmenin gerekliliğini bildiren naslardan biri de Ammar-ı Yasir’in (r.a) rivayetidir. Sizin büyük alimlerinizden Hafız Ebu Naim İsfahani “Hilye”de, Muhammed bin Talha Şafii “Metalib’us- Süul”da, Belazuri kendi Tarihinde ve Şeyh Süleyman Belhi Hanefi (Yenabi’ul- Mevedde Bab 43 de) Himvini’den, Mir Seyyid Ali Hemedani Şafii “Meveddet’ul- Kurba” 5 de, Deylemi “Firdevs”de ve diğer güvenilir kaynaklarınız Ebu Eyyub-i Ensari’den uzunca bir hadiste nakletmişlerdir. Toplantının vakti kısıtlı olduğundan dolayı hepsini nakletmekten mazuruz. Ama yine de özet ve hulasası şöyledir: Ebu Eyyub’dan sorduklarında (itiraz ettiklerinde) neden Ali ile oldun da Ebu Bekir’e biat etmedin? Cevabında şöyle dedi: Bir gün Resulullah (s.a.a)’in huzurundayken Ammar-ı Yasir geldi, hazretten bazı sorular sordu Hazret sohbetin içeriğinde şöyle buyurdu:

“Ya Ammar! Eğer tüm insanlar bir yoldan gitse ve Ali’de başka bir yolu seçse sen Ali’nin gittiği yolu seç, halkın gittiği yolu bırak. Ya Ammar! Ali seni hidayetten çıkarmaz dalalete de düşürmez. Ey Ammar! Ali’ye uymak bana uymaktır. Bana uymak ise Allah’a uymaktır.”

Acaba, sizin güvenilir kitaplarınızda bunca nakledilen sahih hadisler ve Hz. Ali (a.s)’ın da Ebu Bekir’in hilafetine açıkça muhalefet etmesine rağmen, Beni Haşim, Beni Ümeyye, Ensar ve Muhacirlerin ileri gelenlerinin O’nunla olmadığı düşünülse bile (ki onunla birlikte idiler) Ali’nin yolunu bırakıp da başka birinin sözüne uymaları doğru muydu? Acaba Hz. Ali’nin görüş ve fikrini almaları için O’nun gelmesini beklemeleri gerekmez miydi?

 (Bu sırada yatsı namazı için ezan okundu, beyler kalkıp namazlarını kıldılar, kısa bir çay faslından sonra Hafız bey söze başladı.)

Hafız: Sahip (Cenap)! Siz sohbetleriniz sırasında iki tuhaf kelime sarf ettiniz. Birincisi; Defalarca sohbetlerinizde Mezarcı Ebu Ubeyde diyorsunuz. Bu muhterem şahısın mezarcı olduğu nereden malum? İkincisi; sohbetinizde dediniz ki; “Ali, Haşimiler ve ashaptan bazısı biat etmedi; hatta muhalefet bile ettiler.” Halbuki tüm muhaddis ve tarihçiler, onların hepsinin biat ettiklerini yazmışlardır.

Davetçi: Anlaşılan, kendi kitaplarınızı da dikkatlice ve derincesine incelememişsiniz. Evvela; biz Ebu Ubeyde’ye mezarcı dememişiz; kendi kitaplarınızda bunu kaydetmişlerdir. İbn-i Esir-i Şami “el-Bidayet-u Ve’n- Nihaye” kitabının 5. cildinde, s. 266’da, Resulullah (s.a.a)’in defni babında şöyle yazmıştır: “Ebu Ubeyde Cerrah, kabirleri Mekkeliler gibi kazıyordu. İbn-i Abbas, Resulullah (s.a.a)’e mezar kazmaları için bir kişiyi onun peşi sıra, diğer bir kişiyi de Medine’nin mezarcısı olan Ebu Talha’nın peşi sıra gönderdi.”

İkinci olarak; “Ali, Beni Haşim ve ashabın hepsi biat ettiler.” sözünüze gelince; Evet, siz sadece biat ettiler kelimesini okuyup geçiyorsunuz; ama o biatin hakikati hakkında, ne zaman ve nasıl biat ettiler? diye düşünmüyorsunuz. Bütün büyük muhaddis ve tarihçileriniz yazmışlardır ki: Ali (a.s) ve Beni Haşim (zahirde) biat ettiler; ama altı aydan sonra; o da zorla, ölümle tehditle ve bir takım mahrumiyet ve zorlamalardan sonra.

Hafız: Sizin gibi şerif bir insanın, avam Şia’nın inandığı ve söyledikleri sözü ağzına alıp söylemesi gerçekten tuhaftır. Şia’nın cahilleri; “Hz. Ali’yi zor ve tehditle biat için götürdüler” diyorlar. Halbuki O cenap, Ebu Bekir’in hilafetinin ilk günlerinde onun hilafetine istek ve rağbetle teslim oldu.

Hz. Ali ve Haşimilerin Biati, Altı Aydan Sonra

Tehditle Gerçekleşti

Davetçi: Buyurdunuz ki Ali (a.s) ve Haşimiler ilk günden biat ettiler. Sanıyorum ki bilmezlikten geliyorsunuz. Çünkü tarihçilerinizin geneli, Hz. Ali (a.s)’ın, Hz. Fatıma (a.s)’ın vefatından sonra biat ettiğini yazıyorlar. Nitekim Buhari Sahihinin (c. 3, s. 37) “Hayber Gazvesi” babında, Müslim bin Haccac da Sahihinin (c. 5, s. 154) “Kavl’un- Nebiy La Nuris” babında” şöyle naklediyorlar: “Hz. Ali (a.s), Hz. Fatıma (a.s)’ın vefatından sonra biat etti.”

Yine Abdullah bin Müslim bin Kuteybe Dineveri (Ö. 276) “el- İmamet-u ve’s- Siyase”nin 14. sayfasının sonunda şöyle diyor: “Hz. Fatıma (r.z) vefat etmedikçe Hz. Ali (k.v) biat etmedi.”

Ancak sizin İbn-i Kuteybe gibi bazı alimleriniz, Hz. Fatıma (a.s)’ın Resulullah (s.a.a)’in vefatından 75 gün sonra vefat ettiği kanısındalar. Ama tarihçilerinizin geneli Hz. Fatıma (a.s)’ın vefatını Resulullah (s.a.a)’in vefatından 6 ay sonra bildirmekteler. Sonuç şu oluyor ki; Hz. Ali (a.s) ve Haşimiler, 6 ay sonra biat etmişlerdir. Nitekim Mesudi de “Muruc'uz- Zeheb”in 1. cildinin 414’cü sayfasında şöyle demiştir. “Fatıma (a.s) vefat etmedikçe Haşimilerden hiç kimse biat etmedi.”

Her iki fırkanın güvendiği alimlerden olan İbrahim bin Sa'd es-Sakafi, Zuhri’den şöyle rivayet ediyor: Ali bin Ebi Talip (a.s) altı aydan sonra biat etti; Hz. Fatıma (a.s) vefat etmedikçe Hz. Ali’ye cesaret edemediler. İbn-i Ebi’l- Hadid de “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nde aynı sözü yazmıştır.

Velhasıl, sizin büyük alimleriniz kendi muteber kitapların, Hz. Ali (a.s)’ın hemen biat etmediğini, aksine uzun bir zaman geçtikten sonra bazı sebeplerden dolayı ikrahen biat ettiğini nakletmişlerdir.

İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c. 2, s. 18’inde Zuhri vasıtasıyla Aişe’den şöyle dediğini nakletmiştir: “Ali 6 ay boyunca biat etmedi; O biat etmedikçe Beni Haşim’den de kimse biat etmedi.”

Yine Kufeli Ahmed bin A’sem eş-Şafii “Futuh”da, Ebu Nasır Hamidi “Cem’un Beyn’es- Sahihayn”da Nafi’den o da Zuheri’den, Hz. Ali (a.s)’ın altı ay boyunca biat etmediğini nakletmişlerdir.

Benim, Şia’nın avam halkının inandığı ve söylediği sözleri söylediğim iddianıza gelince; Çok özür dilerim, meseleyi anlayamamışsınız; bunlar avamca bir inanç değil, alimce ve tahkik üzere bir inançtır. Kendi kitaplarınızın içeriğini bilmenize rağmen bize boşuna saldırıyorsunuz.

Allah’a and olsun ki, her kavmin alimleri, avam halkı yanılttıklarından dolayı sorumludurlar. Sizin bu şekil konuşmalarınızdan, onlar öyle zannediyorlar ki bu sözleri biz uydurmuşuz; halbuki kendi büyük alimleriniz bu sözleri söylemişlerdir.

Hafız: Bizim alimlerimiz nerede; “Ali’yi zorla sürükleyerek biat için camiye götürdüler, evinin kapısını yaktılar” demişlerdir? Bu çeşit sözler, Şiaların dillerinde meşhurdur, toplantılarında teessür ile naklederler; Fatıma’yı incittiler, çocuğunu düşürdüler diyerek hisleri tahrik ediyorlar.

Davetçi: Muhterem beyler, ya gerçekten mütalaanız çok azdır veya bilerek ve selefinize uyarak, zavallı ve mazlum Şiaları kendi avam milletinizin nezdinde itham edip bu cümlelerle selefinizi temize çıkarmaya çalışıyorsunuz. İşte bundan dolayı; “Bu sözleri Şialar uydurmuştur” diyor ve yazıyorsunuz. Halbuki durum böyle değildir. Daha önce de arz ettim ki, bu tarihi olayları sadece Şialar nakletmemişlerdir; sizin büyük ve insaflı alimleriniz de bunları yazmışlardır. Ama bazıları, taassuplarından dolayı bunları nakletmekten çekinmişlerdir.

Eğer istiyorsanız, meselenin ispatı için aklımda olan birkaç haberi, insaflı beylerin, suçsuz olduğumuzu ve tarihin söylediklerinden fazla bir şey söylemediğimizi anlamaları için, meclisin vakti müsait olduğu süre dahilinde kendi güvenilir alimlerinizden nakledeyim?

Hafız: Buyurun, dinlemeye hazırız.

Hz. Ali’yi Kılıç Zoruyla Camiye Götürdüklerine Dair On İki Delil

Davetçi: 1- Sizin meşhur ve güvenilir muhaddis ve tarihçilerinizden olan Ebu Cafer Belazuri (Ahmed bin Yahya bin Cabir-i Bağdadi, Ö. 279) tarih kitabında şöyle nakletmiştir: “Ebu Bekir Hz. Ali’yi biat için çağırdı; ama o kabul etmedi. Ömer’i gönderdi; Ömer de evi yakmak için ateş getirdi. Hz. Fatıma (a.s) kapıda onu görünce; “Ey Hattab’ın oğlu! Evimi yakmak için mi gelmişsin?” diye buyurdu. Ömer; “Evet! Bu iş (hilafet), babanın getirdiğinden (risaletten) daha önemlidir.” diye cevap verdi.

2- Yine sizin güvenilir tarihçilerinizden olan İzzuddin bin Ebi’l- Hadid el-Mutezili ve Muhammed bin Cerir-i Taberi şöyle nakletmişlerdir: Ömer, Useyd bin Hüzeyr, Seleme bin Eslem ve bir grup toplulukla Ali’nin (a.s) kapısına gittiler. Ömer: “Dışarı çıkın! Çıkmadığınız takdirde evinizi yakacağım.” diye haykırdı.

3- İbn-i Hızabe “Gurer” adlı kitabında Zeyd bin Eslem’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ben, odun toplayıp Ömer’le Fatıma’nın kapısına gidenlerdendim. Ali ve ashabı biat etmekten sakınmışlardı. Ömer Fatıma’ya dedi ki: “Bu evde kim varsa dışarı çıkar, aksi takdirde evi ve evde olanları yakarım.” Evde Ali, oğlu Hasan ve Hüseyin, Fatıma, Beni Haşim ve ashaptan bir grup kimseler vardı. Fatıma şöyle buyurdu: “Evi ve çocuklarımı yakmak mı istiyorsun?” Ömer; “Evet, Allah’a and olsun ki, dışarı çıkıp Peygamberin halifesi ile biat etmeleri için bu işi yapacağım.”

4- Sizin büyük ve ünlü alimlerinizden olan İbn-i Abdurabbih “Ikd’ul- Ferid” kitabının c. 3, s. 63’ünde şöyle yazmıştır: Ali (a.s) ve Abbas Fatıma’nın evinde oturmuşlardı. Ebu Bekir Ömer’e dedi ki; “Git onları biat için buraya getir; gelmekten sakınırlarsa, onlarla savaş.” Ömer bir ateş alarak evi yakmaya gitti. Fatıma kapıya gelerek şöyle buyurdu: “Ey Hattab’ın oğlu! Evimizi yakmak için mi geldin? Ömer: “Evet!...” dedi.

5- İbn-i Ebi’l- Hadid Mutezili “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c. 1, s. 134’ünde “Sakife-i Cevheri” kitabından naklen “Sakife-i Beni Saide” olayını genişçe nakletmiştir. Kitabında şöyle diyor: Haşimiler Ali (a.s)’ın evinde toplanmışlardı. Zübeyr de onlarla beraberdi; zira kendisini Haşimilerden biliyordu. (Hz. Ali (a.s) buyurmuştur ki; Zübeyr sürekli bizimle beraberdi, ancak çocukları büyüdükten sonra onu bizden ayırdılar.)

Ömer bir grup askerle Fatıma (a.s)’ın evine gitti. Useyd ve Selme de onunla birlikte idiler. Ömer şöyle dedi: “Dışarı çıkınız! Biat ediniz!” Onlar biat etmekten çekindiler. Zübeyr kılıcını çekerek dışarı çıktı. Ömer; “Bu köpeği yakalayın!” dedi. Selme bin Eslem kılıcını alıp duvara vurdu. Bu sırada Ali (a.s)’ı çekerek zorla Ebu Bekir’e doğru götürdüler. Haşimiler de O Hazretle beraber gelip O’nun tepkisinin ne olacağına bakıyorlardı. Ali (a.s); “Ben Allah’ın kuluyum, Resulullah (s.a.a)’in kardeşiyim” diyordu. Ama kimse aldırış etmiyordu. Nihayet O’nu Ebu Bekir’in yanına götürdüler. Ebu Bekir: “Biat et.” dediğinde

Hz. Ali şöyle buyurdular:

“Ben bu makama daha layığım, ben size biat etmiyorum; sizin bana biat etmeniz gerekir. Siz, Resulullah’a yakınız diyerek bunu Ensardan kopardınız. Aynı delille ben de size delil sunuyorum; öyleyse insaflı olun; nasıl ki Ensar size insaflı davrandı. Allah’tan korkuyorsanız hakkımızı itiraf edin. Eğer böyle yapmazsanız, bilin ki bana zulüm ediyorsunuz.”

Bu esnada Ömer: “Biat etmedikçe seni bırakmayız.” dedi.

Hz. Ali de şöyle buyurdular:

“Birbirinizle iyi anlaşmışsınız! Bugün ona çalışıyorsun ki, yarın o bu makamı sana döndürsün. Allah’a and olsun ki, senin sözünü kabul ederek ona biat etmeyeceğim.”

Daha sonra halka dönerek şöyle buyurdular:

“Ey Muhacirler topluluğu! Allah’tan korkun! Allah’ın Muhammed (s.a.a) ailesine verdiği saltanatı onlardan çıkarmayın; onları kendi hak ve makamlarından uzaklaştırmayın; sizin aranızda Allah’ın kitabını ve Resulullah’ın sünnetini bizden daha iyi bilen ve dini tam manasıyla kavrayan bir kimse yoktur. Allah’a and olsun ki, bunların hepsi bizdedir. Öyleyse nefsinize uyarak haktan uzaklaşmayın.”

Bu sırada Ali (a.s) biat etmeden eve döndü. Hz. Fatıma (a.s) hayatta olduğu müddetçe evinde kalarak biat etmedi. Ama O’nun vefatından sonra biat etmek zorunda kaldı.

6- Büyük alimlerinizden olup yıllarca Dinever kentinde resmen kadılık yapmış ve H. 276’da vefat etmiş olan Ebu Muhammed bin Müslim bin Kuteybe bin Amr el-Bahili ed-Dineveri “Tarih-i Hulefa Raşidin ve Devlet-i Emevi” (el-İmamet-u ve’s- Siyase diye meşhurdur) kitabının c. 1, s. 13’ünde Sakife olayını genişçe açıklamış ve şu ibareyle konuya girmiştir:

“Ebu Bekir (r.z) ashaptan bir grubun biat etmediğini ve Ali’nin (k.v) evinde toplandıklarını öğrenince, Ömer’den onların biat etmeleri için dışarı çıkarılmasını istedi. Ama onlar dışarı çıkmaktan çekindiler. Ömer onların bu hareketini görünce odun toplattırıp şöyle dedi: “Ömer’in canı elinde olan Allah’a and olsun ki, ya dışarı çıkacaksınız veya evi içindekilerle birlikte yakacağım.”

Halk dedi ki: “Ey Eba Hafs (Ömer’in künyesi)! Resulullah’ın kızı Fatıma (a.s) da bu evdedir!”

Ömer; “O olsa dahi, evi yakacağım!” dedi.

Bu sırada evdekiler dışarı çıkıp biat ettiler. Ama Ali biat etmekten çekinerek şöyle dedi:

“Ben Kur’ân’ı toplamadıkça dışarı çıkmayacağıma ve dışarı elbisesi giymeyeceğime dair yemin etmişim.”

Ömer yine de kabul etmedi. Ancak Hz. Fatıma (a.s)’ın ağlamaları, halkın da kınaması üzerine Ömer Ebu Bekir’in yanına geri dönüp Hz. Ali’den biat alması için Ebu Bekir’i tahrik etti. Ebu Bekir birkaç kez Kunfuz’u Ali (a.s)’ın kapısına gönderdi ama her defasında olumsuz cevap aldı. Sonunda Ömer bir grup cemaatla birlikte Fatıma (a.s)’ın evine gelip kapıyı çaldılar. Fatıma (a.s) onların sesini duyunca yüksek bir sesle ağlayarak şöyle figan etti:

“Babacığım! Ya Resulellah! Senden sonra Ömer bin Hattap ve Ebu Bekir bin Ebu Kuhafe’den nedir çektiklerimiz!”

Halk Fatıma (a.s)’ın ağlama ve figanını duyunca ağlayarak geri döndüler. Ama Ömer birkaç kişiyle kaldı ve zorla Ali (a.s)’ı Ebu Bekir’in yanına götürerek; Hadi Ebu Bekir’e biat et” dediler. Hz. Ali (a.s): “Biat etmesem ne yapacaksınız” buyurduğunda dediler ki: Bu durumda Allah’a and olsun ki boynunu vururuz.”

Hz. Ali (a.s): “Allah’ın kulu ve Resulullah’ın kardeşini mi öldüreceksiniz?” buyurduğunda Ömer; “Sen Resulullah’ın kardeşi değilsin!” dedi.

Ebu Bekir onun bu sözleri karşısında sessiz durup hiçbir şey söylemiyordu. Ömer Ebu Bekir’e dönerek; “Bütün bu işleri senin emrinle yapmıyor muyuz? dedi. Ebu Bekir de: “Fatıma olduğu müddetçe onu zorlamayacağız.” dedi.

Emir’ul- Muminin Ali (a.s) Resulullah (s.a.a)’in kabrine vararak ağlar bir halde, Harun’un kardeşi Musa’ya dediklerini Hz. Peygamber’e arz etti. Allah Teala Kur’an’da Harun’un Musa’ya şöyle dediğini nakletmiştir:

“Annem oğlu, bu topluluk beni zayıflattı (hırpalayıp güçsüzleştirdi ve neredeyse beni öldüreceklerdi.”[1]

Dineveri olayı genişçe anlattıktan sonra şöyle diyor: Ali (a.s) biat etmeyerek evine geri döndü. Daha sonra Ebu Bekir ve Ömer Hz. Fatıma’nın rızasını elde etmek için O’nun evine gittiler. Fatıma (a.s) onlara şöyle buyurdu:

“Allah tanık olsun ki, sizin ikiniz beni incittiniz; babama kavuşuncaya dek her namazda size beddua edeceğim; sizi babama şikayet edeceğim.”

İnsafla Yargılamak Gerek

Allah aşkına beyler, insaflı edin; acaba icmanın manası bu mudur? Resulullah’ın ashabını zorla, korkutmakla, ölüm tehdidi ve evi yakmakla biat için götürüp adını icma koymaları doğru mudur?!

İnsaflı beyler birazcık dikkat etseler ve adetlerini bir kenara bırakacak olsalar, görecekler ki o günün siyaset oyunu aynen bugünün siyaset oyunları gibidir. Benzeri çok görülmüştür; görüyorsun ki bir grup birisinin etrafını sararak, hay huy ve gürültü patırtıyla onu başa getiriyor ve daha sonra da; halk onu bu makama seçti diyorlar.

İşte o gün de birkaç oyuncu, bir araya gelerek bir kişiyi seçtiler; daha sonra da diğer insanları, zorla, tehditle, korkutmakla, ihanetle, evlerini yakmakla ve kılıç çekerek ölüm kusmakla biate hazır ettiler. Şimdi de siz beyler, bunun adını icma koyup kendi hakkaniyetinize bir delil sayıyorsunuz!!

İlginç olan da şu ki, kalkıp bize de; “kör ve sağır olun, anlamaz olun, geçen tarihe bakmayın, din hakkında araştırma yapmayın, her ne yaptılarsa iyi yaptılar, körü körüne tasdik edin ki icma vaki olmuş, hilafet icma yoluyla tayin edilmiş” deyin diyorsunuz!!!

Allah’a and olsun ki eğer beyler, olaya tarafsızca, insafla ve dikkatli bir şekilde bakacak olurlarsa, onların o gün yaptıklarının bir siyasi oyun olduğunu tasdik edeceklerdir. Ama Şia camiası, Resulullah (s.a.a)’in emri doğrultusunda hareket ederek, O Hazretin Ehl-i Beyti’nin etrafında toplanmış; “Resulullah (s.a.a) Kur’ân ve Ehl-i Beyt’ime sarılın” buyurduğundan dolayı onlardan ayrılmamış, sadece onlara itaat etmişlerdir başkalarına değil.

7- Sizin güvenilir alimlerinizden olan Ahmed bin Abdulaziz Cevheri[2] “Sakife” kitabında (nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid de “Nehc’ul- Belağa Şerhi”nin c. 2, s. 49’unda ondan nakletmiştir) Ebu’l- Esved’e istinaden şöyle demiştir:

“Ashap ve Muhacirlerden bir grup, Ebu Bekir’in biati hususunda onlarla istişare edilmediğinden dolayı sinirlenerek biat etmediler, Ali ve Zübeyr de sinirlenerek biat etmeyip Fatıma’nın evine gittiler. Bu sırada Ömer, Useyd bin Huzeyr, Selme bin Selame (ki her ikisi de Beni Abduleşhel kabilelerindendiler) ve bir grup halkla birlikte Fatıma’nın evine baskın yaptılar. Fatıma (a.s) her ne kadar ağladı, sızladı ve rica ettiyse de fayda etmedi. Ali (a.s) ile Zübeyr’in kılıçlarını alarak duvara vurup kırdılar ve zorla onları biat için Mescid-i Nebi’ye götürdüler!”

8- Yine Cevheri Selme bin Abdurrahman’dan rivayet etmiştir ki: Ebu Bekir kürsüye oturduğunda, Ali, Zübeyr ve Haşimilerden bir grup kimsenin Fatıma (a.s)’ın evinde toplandıklarını duydu. Bunun üzerine Ömer’i onları getirmesi için gönderdi. Ömer, Fatıma’nın kapısına giderek; “Dışarı çıkınız, aksi takdirde Allah’a and olsun ki; evi sizinle yakacağım.” dedi.

9- Yine Cevheri, İbn-i Ebi’l- Hadid’in “Nehc’ul- Belağa Şerhi” c. 2, s. 19’da yazdığına göre, Şa’bi’ye istinaden şöyle nakletmiştir:

“Ebu Bekir, Haşimilerin Ali’nin evinde toplandıklarını öğrenince Ömer’e; “Halid nerededir?” diye sordu. Ömer de; “Buradadır” dedi. Ebu Bekir; “Öyleyse gidin Ali ve Zübeyr’i biat etmeleri için dışarı çıkarın.” dedi.

Ömer ve Halid Fatıma’nın evine gittiler. Ömer içeri girdi, Halid de kapıda bekliyordu. Ömer Zübeyr’in elinde kılıcı görünce, “Bu kılıç nedir?” diye sordu. Zübeyr de cevaben; “Bunu Ali’ye biat etmek için hazırlamışım” dedi. Ömer Zübeyr’in kılıcını çekip elinden alarak orada buluna taşa vurup kırdı. Sonra Zübeyr’in yakasından tutup çekerek dışarı çıkardı ve Halid’e teslim edip tekrar eve döndü. Evde Mikdad ve Beni Haşim gibi birçok kimseler vardı. Ali’ye; “Kalk gidelim Ebu Bekir’e biat et” dedi. Ali (a.s) gitmekten çekindi. Bundan dolayı Hz. Ali’nin elinden tutup O’nu çekmeye başladı. Nihayet O Hazreti de Halid’e teslim etti. Sokakta Halid’le birlikte birçok kimseler de vardı; Ebu Bekir onları Ömer’e yardım etmeleri için göndermişti.

Nihayet Ömer ve Halid Ali’yi çekerek zorla götürüyorlardı; halk da sokaklara dolup seyrediyorlardı. Hz. Fatıma Ömer’in hareketlerini görünce, kendisine başsağlığı ve tesliyet için gelen kadınlarla beraber dışarı döküldüler. Ömer’in yaptıklarını görünce, figan ve feryat edip yüksek sesle ağlamaya başladılar. Ebu Bekir’in yanına vardıklarında, Hz. Fatıma (a.s), Ebu Bekir’e hitaben sert bir şekilde şöyle buyurdu:

“Resulullah’tan sonra O’nun Ehl-i Beyt’inin evine iyi baskın yaptınız! Allah’a and olsun ki, Allah’a kavuşana dek Ömer’le konuşmayacağım.” [3]

Nitekim Buhari ve Müslim sahihlerinde şöyle yazmışlardır: “Fatıma (a.s) Ebu Bekir’e öfkelendi, vefat edene kadar da onula konuşmadı.”[4]

10- Sizin büyük alimlerinizden olup yıllarca Hanefi mezhebinin Halep’te kadılığını yapan ve H. 815’de vefat eden Ebu Velid Muhibbuddin Muhammed bin Muhammed bin eş-Şahne el-Hanefi “Ravzat’ul- Menazır Fi Ahbar’il- Avail’i ve’l- Evahır” adlı tarihinde, Sakife olayını açıklarken ateş ve yakma meselesini şöyle anlatıyor: Ömer Ali’nin (a.s) evini ve içindekileri yakmak için geldi; Fatıma’yla karşılaşınca dedi ki: “Ümmetin dahil olduğu şeye, siz de dahil olun...”[5]

11- Taberi kendi tarihinin c. 2, s. 443’ünde, Ziyad bin Kuleyb’den şöyle naklediyor: Talha, Zübeyr ve Muhacirlerden bir grup Ali’nin evindeydiler. Ömer bin Hattap gelerek şöyle dedi: “Biat için dışarı çıkın; aksi takdirde hepinizi yakarım.”

12- Meşhur Tarihçi İbn-i Şahne İbn-i Esir’in “Kamil” kitabının haşiyesinde (c. 11, s. 112’de), Sakife olayını anlatırken şöyle yazmıştır:

Beni Haşim ve ashaptan bazıları örneğin: Zübeyr, Utbe bin Ebu Leheb, Halid bin Said bin As, Miktad bin Esved-i Kendi, Selman-i Farisi, Ebuzer-i Gifari, Ammar bin Yasir, Bura bin Azib, Ubey bin Ka’b, Ebu Bekir’e biat etmekten çekinerek Ali’ye meyilleri olduğu için O’nun evinde toplanmışlardı. Ömer bin Hattap, evde olanları yakmak için geldi; kapıda Hz. Fatıma’yla karşılaşınca dedi ki: “Halkın girdiği şeye siz de girin.” (Yani siz de biat edenler gibi biat edin.)

Bu sözlerin şahidi, her iki fırkanın kabul ettiği çok değerli alim, fazıl ve tarihçi Ebu’l- Hasan Ali bin Hüseyin Mes’udi’dir. O, “Müruc’uz- Zeheb”in c. 2, s. 100’ünde, Mekke’de kendisini halife olarak ilan eden Abdullah bin Zübeyr’in olaylarını anlatırken şöyle yazmıştır: “Beni Haşim, Hz. Ali’nin oğlu Muhammed bin Hanefiye ile Şi’b-i Ebu Talip’te toplanmış oldukları zaman, Abdullah’ın ordusu onları muhasara edip onları yakmak için pek çok odun oraya getirdi; hatta ateşin alevi de yükseldi. Ama bununla birlikte yine de Beni Haşim teslim olmadı. Nihayet Muhtar’ın ordusu gelerek onları kurtardı.”

Bunları naklederken şöyle diyor: Nevfili kendi kitabında şöyle nakletmiştir: Abdullah’ın kardeşi Urve bin Zübeyr, Şi’b-i Ebu Talib’in muhasarası olayı bir mecliste söz konusu edildiğinde halk oranın yakıldığını ve Abdullah’ın Haşimiler’e yaptıklarını kınarken şöyle özür getirdi: “Kardeşim Abdullah suçlu değildir. Onun odun ve ateş getirerek ateş alevlendirmesinden maksadı, sadece Beni Haşim’i korkutmak içindi. Nitekim geçmişte de Beni Haşim (Ebu Bekir’e) biat etmekten çekindiklerinde, onların teslim olup biat etmeleri için evlerinin etrafına odun toplatılıp onları yakmakla korkutulmuşlardır. Kardeşim Abdullah da onların yaptıklarından başka bir şey yapmamıştır!”

Bunlar sizin büyük alimlerinizin yazıp naklettikleri pek çok sözlerden birkaç örnek idi. Bu olay, insaflı ve tarafsız alimlerin yanında çok açık ve nettir; hatta şairler bile kendi şiirlerinde bu olaya değinmişlerdir. Ama sizin bazı alimleriniz, icma inancının batıllığına bir senet olmaması için ihtiyat ederek bu olayları nakletmekten çekinmişlerdir.

Tanınmış ünlü şair ve alimlerinizden biri olan Hafız İbrahim Mısri Ömer’iyye kasidesinde halife Ömer’i medh ederek şöyle demiştir:

Bir söz söyledi Ömer Ali’ye,

Onu, dinleyene duyur ve söyleyenini büyült

Biat etmesen yakarım evini, bir kimse bırakmam orada;

O evde Mustafa’nın kızı olsa da.

Bunu Ebu Hafs’tan (Ömer’den) başkası söyleyemez;

Adnan kabilesinin kahraman ve himayecisi olan Ali’ye.

Hafız: Bu rivayetler gösteriyor ki, Ebu Bekir’in hilafetine muhalefet edenlerin toplantısını dağıtmak ve onları korkutmak için ateş getirmişlerdir. Ama Şialar; “Hz. Fatıma’nın evinin kapısını yaktılar, Fatıma (a.s) kapı ile duvar adasında kalarak Muhsin ismindeki altı aylık çocuğunu düşürdü” diye bir takım sözler uydurmuşlardır!

Hz. Fatıma’nın Çocuk Düşürdüğüne Dair Rivayetler

Davetçi: Az önce arz ettim ki, vaktimizin kısıtlı olduğundan dolayı, nakl olan haberleri özet olarak aktarmaya çalıştım. Bu konuda rivayet çoktur. Sadece bunu belirtmek istedim ki, muvahhid ve ahirete inanan takvalı Şialar yalan söylemezler ve hiç kimseye karşı da şahsi garaz ve düşmanlıkları yoktur.

Beylerin, her iki fırkanın kabul ettiği meşhur tarihçi ve değerli alim Ebu’l- Hasan bin Ali bin Hüseyin el-Mes’udi’nin (Ö.H.347) “Müruc-uz Zeheb” adlı eserine müracaat etmeleri çok iyi olur. Mes’udi o günün olaylarını genişçe naklederek şöyle diyor: “...Derken Hz. Ali’ye saldırdılar; O’nun evinin kapısını yaktılar ve evde bulunanları zorla çıkardılar ve hanımlar efendisi Fatıma’yı ise kapı ile duvar arasında sıkıştırdılar; bu esnada Muhsin adlı çocuğunu düşürdü.”

Öyleyse biliniz ki, bunlar Şiaların uydurması değil, aksine tarihe geçen vakıalardır. Tarih kesinlikle kaybolmayacaktır; eğer bazı kimseler, o olayları yazmaktan çekinmişlerse de diğer insaflı insanlar onları yazıp korumuşlardır.

Çocuk düşürme olayı tarihte, güneşten daha açık ve nettir. Ancak bazı alimler, halifelerini sevdiklerinden dolayı gerçekleri saklayıp susmayı tercih etmişlerdir. Bununla birlikte bazı gerçekler farkında olmaksızın kaleme alınmış ve bizim iddiamıza birer delil olmuşlardır.

Konunun daha fazla açıklığa kavuşması için İbn-i Ebi’l- Hadid’in “Nehc’ul- Belağa Şerhi” adlı kitabının c. 3, s. 351’ine müracaat ediniz. O şöyle diyor: Mutezile şeyhlerinin büyüklerinden olan üstadım Ebu Cafer’e; “Hebbar bin Esved’in süngü ile Hz. Resulullah’ın kızı Zeyneb’in tahtırevanına saldırdığında, Zeyneb’in korkudan çocuk düşürdüğü[6] haberi Resulullah’a ulaştığında Resulullah (s.a.a) Hebbar’ın kanını mubah kıldı.” dedim. Ebu Cafer bu söze karşılık; “Eğer Resulullah (s.a.a) hayatta olsaydı, Fatıma’yı korkutarak O’nun çocuğunun düşmesine sebep olan şahısın da kanını mubah kılardı.” dedi.

Yine Selahattin Halil bin Ebik es-Sıfdi “Vafi bil Vefeyat” adlı eserinde, Elif harfli isimler listesinde İbrahim bin Seyyar bin Hani el-Basri’nin (Nezzam-ı Mutezili diye meşhurdur) söz ve inançlarını naklederken onun şöyle dediğini yazar: “Ömer, biat günü Fatıma (a.s)’ın karnına vurdu, Fatıma (a.s) bu darbe neticesinde Muhsin adındaki çocuğunu düşürdü.”

Öyleyse beyler, gerekçesiz olarak geçmişlerinize uyup da Şialara iftirada bulunmayın, her şeyden habersiz avam halkın yanında; “bu sözleri Şialar çıkarmışlardır, bizim halifeler Ali ve Fatıma’yı incitmediler, aksine onlar halifelerin hilafetine razı idiler” diyerek bizi suçlamayın ve meseleyi yanlış olarak onlara aktarmayın.

Fatıma (a.s)’ın evini yakma olayı, biat için Ali ve Haşimiler’e ihanet edilmesi, onları biat etmeye zorlamaları, ceninin düşürülmesi vs. zulümler, kendi alimlerinizin muteber kitaplarında kaydedilmiştir. Eğer itirazınız varsa, Belazuri, Taberi, İbn-i Hizabe, İbn-i Abdurabbih, Cevheri, Mes’udi, Nezzam, İbn-i Ebi’l- Hadid, İbn-i Kuteybe, İbn-i Şahne ve Hafız İbrahim gibi büyük alimlerinize itiraz edin; neden kitaplarınızda yazdınız ve şiirlerinizde söylediniz? diye onları eleştirin. Bizim söylediklerimizin hepsi, sabit kaynaklar esası üzeredir; heva ve heves ve cahilce taassuptan dolayı değildir.

Hafız: Bu çeşit sözleri nakletmenin ne faydası vardır? Nifak, çatışma, kin, tefrika ve ikilik doğurmadan başka hiçbir faydası yoktur.

Hakkı Savunmak Gerekir

Davetçi: Evvela; itirazınız varsa, itirazınızı bu çeşit sözleri yazıp nakleden alimlerinize yapınız. Kesinlikle hak (sürekli olarak) perde arkasında kalmaz “Allah’ın hüccet-i baliğesi (apaçık ve tam hücceti) vardır”[7] tarih kaybolmaz. Her kavim ve millette, hakikatleri yazacak garazsız, taassupsuz ve tertemiz insanlar bulunmaktadır. Bunlar sizin insaflı alimleriniz gibi hakikatleri kendi kitaplarında yazarak onu perdeler arkasından gözler önüne serdiler.

İkinci olarak; “bunları neden söyleyip yazıyorsunuz” sözünüze gelince; açıktır ki bu sözler ve yazılar; sizin vicdansız, beyinsiz, iftiracı ve tefrikacı yazar ve alimlerinizin saldırıları karşısında bir savunmadır. Bu çeşit alim ve yazarlar, her şeyden habersiz Müslümanların arasında tefrika çıkarmak için meseleyi din kardeşlerimize yanlış aktarıyorlar, muvahhid mümin Şiaları kafir, müşrik ve mülhit olarak tanıtıyorlar, bu çeşit tarihi olay ve gerçekleri Şialar uydurmuştur diyerek sâf insanların kafalarını karıştırıyorlar.

Biz de kendi hakkımızı savunmak zorundayız; dünyanın dört bir köşesinde yaşayan aydın Müslüman kardeşlerimize; “Biz Ehl-i Beyt Şiaları yani Ali ve Âl-i Ali evladı dostları “La ilahe illâllah Muhammed Resulullah” diyen ve Hz. Ali hakkında Hz. Peygamber’in buyurduğundan fazla bir şey söylemeyen kimseleriz” demek istiyoruz. Nitekim geçen gecelerde, akli ve nakli delillerle ispat ettik ki, biz Hz. Ali’yi Allah’ın (c.c) salih kulu, Resulullah (s.a.a)’in nass üzeri olan gerçek halifesi, vasisi ve kardeşi biliyoruz ve Allah rızası için olmayan her amele de karşıyız.

Buyuruyorsunuz ki; “Ne için söylüyorsunuz, gerçekleri söylemenin ne faydası vardır?” Biz de size diyoruz ki; Siz söylemeyin biz de söylemeyelim; siz yazmayın biz de yazmayalım. Farz olan hak ve hakikatleri savunmamız (aklen ve naklen) gereklidir. Biz söylemiyoruz, ama bizi söylemeye mecbur ediyorsunuz. İşte bu akşam siz; “bunlar Şia’nın avamının itikadıdır, hakikati yoktur” demeseydiniz, ben de toplantıda bulunan kardeşlere; “bu denilen sözler Şia’nın avam kesiminin sözleri değildir; aksine Ehl-i Sünnetin insaflı alimlerinin itikadıdır” demeye mecbur olmazdım. Nitekim onlardan bazı örnekleri huzurunuza arz ettim. Pâk ve tertemiz muvahhid olan biz Şialar topluluğu, kitap, sünnet, akıl ve icmaya dayalı olan sahih inançlardan başka şeylere inanmaz ve hakkın dışında herhangi bir söz söylemeyiz.

Hafız: Doğrusu buyurduklarınıza şaşıyorum; çükü kaynak ve önemli kitaplarınızda, kitaba ve sünnete ters düşen bir takım rivayetler vardır. Bunların da Şiaların günaha karşı laubali ve cesur olmalarına sebep oluyorlar. Kesinlikle bu çeşit rivayet uyduruk rivayetlerdendir; ümmetin ahlakını bozmaktan başka bir derde deymezler; sizler de onlardan sakındırmıyorsunuz!

Davetçi: Zat-i alinizin ilgisiz sözler söylemesi gerçekten tuhaftır. Meselenin açılması ve aydınlığa kavuşması için lütfen uyduruk ve fesada sebep olabilecek hadisleri beyan ediniz.

“Ali’yi Sevmek Hasenedir”, “Hüseyin’e Ağlayana Cennet Gerekli Olur” Hadislerini Eleştiri ve Onların Yanıtı

Hafız: Sizin büyük alimlerinizden olan Ahund Molla Muhammed Bakır Meclisi el-İsfahani “Bihar’ul- Envar” kitabının birçok cildlerinde uyduruk hadisler nakletmiştir. O hadislerden biri, Resulullah (s.a.a)’den naklettiği şu tuhaf hadistir:

“Ali’nin (a.s) sevgisi hasenedir (rahmet ve iyiliktir).”

Yine Resulullah (s.a.a)’ten şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Kim Hüseyin’e ağlarsa, cennet ona gerekli olur.”

Bunlara benzer birçok hadisler gördüm. Bu çeşit hadisler, fesadın çıkmasına sebep oluyor. İşte bu rivayetler, Şiaların günaha karşı cesur ve onların laubali olmalarına yol açıyor. Şöyle ki Ali sevgisi ümidiyle, bu günahlar onlara herhangi bir zarar vermez diyerek veya Hüseyin’e bir damla göz yaşı dökmek, onların bütün günahlarını silip temizliyor hayaliyle her çeşit günah yapabilirler. Ümidin halkta bu kadar artması, fuhuş ve ahlak bozukluğunun yaygınlaşmasına sebep olur. Nitekim biz, birçok Şia’nın yıl boyunca günahlarda gark olduklarını görüyoruz. Muharrem ayı olunca, on gün matem tutup ağıt okurlar; on gün bitikten sonra; “biz on gün yas tutarak, anadan doğduğumuz gün gibi günahlardan tertemiz olduk” diyorlar.

Fühuşun, Sünnilerin Bulunduğu Şehirlerde Daha Yaygın Oluşu

Davetçi: Evvela; fuhuş yaygınlaşması ve bazı Şiaların laubali oluşunu bu hadislere inanmaya bağlamakla büyük bir hata yaptınız. Eğer avam halktan bazısının günaha duçar olmalarının sebebi böyle rivayetlere inanmaktan kaynaklanıyorsa, o zaman buyurun bakalım Sünni kardeşlerin günah ve fuhuşta gark olmaları, hatta alenen günah işlemeleri neye göredir?! Onlar ki bu çeşit hadislere inanmıyorlar; o zaman neden açıkça günah işleyip haram işler yapıyorlar?

Ehl-i Sünnetin ağırlıklı olduğu, hatta hepsi Ehl-i Sünnet olan şehirlerde örneğin: Mısır, İskenderiye, Şam, Beyt’ul- Mukaddes, Beyrut, Umman, Halep, Bağdat, Basra gibi büyük şehirlerde, hatta küçük kasabalarda bile büyük-küçük kahvehanelerde alenen kumar oynayıp şarap içiyorlar; bazı avam Şialar arasında olan fuhuş ve çirkef işler, onların arasında fazlasıyla kat kat daha yaygındır. Bütün cadde ve sokaklarda kumar oynama, sarhoş edici şeyleri içme, resmi fuhuş haneler ve beyan etmekten utandığım diğer fuhuşlar yok mudur?!

Eğer biz de sizin gibi kusur bulma ve bahane peşinde olsaydık, derdik ki; Sünni kardeşlerin arasında zina, livat, şarap içme ve kumar oynama gibi fuhuşların yaygınlaşmasının ve onların dinin hükümlerine karşı cesaret ve laubaliliklerinin sebebi, sizin imam ve fakihlerinizin yersiz fetvaları olmuştur. Zira sizin büyük müçtehitlerinizin, köpeğin temiz olması, etinin yenebileceği, meni, sarhoş edici şeyler ve haramdan cünüp olanın terinin temiz olması, yolculukta tenasül uzvunu bir bezle sararak mahremlerle (anası-bacı vs..) cinsel ilişkinin câizliği vb. şeyler hakkında bir takım gülünç fetvalar vermişlerdir.

Ama Şia fakihleri, bunların hepsini haram bilip bu işleri işleyenlerden teberri etmekteler.

Hafız: Bunlar yalan ve efsanedir; söylediklerinize bir delil var mı?

Zemahşeri’nin İtirafı ve Ehl-i Sünnet’i Eleştirmesi

Davetçi: Sizin kendiniz biliyorsunuz, fakat kasıtlı olarak, kalbinizin razı olmadığı şeyi savunmak zorunda kalıyorsunuz. Bu değindiğim şeyler sizin alimlerinizin fıkıh kitaplarınızda mevcuttur. Vakit onların hepsini nakletmeğe yeterli değildir. Mesele o kadara açık ve mantıksızdır ki sizin birçok büyük aliminiz de onları eleştirmişlerdir. Örneğin Tefsir-i Keşşaf’ın c. 3, s. 301’ine müracaat edebilirsiniz. Carullah Zemahşeri şöyle diyor:

Benden mezhebimi sorsalar salim kalmam için gizlerim.

Hanefi’yim dersem, haram şarabı helal biliyorsun diyecekler.

Maliki’yim dersem, köpek etini helal ediyorsun diyecekler.

Şafii’yim dersem, kızıyla evlenmeyi helal sayıyorsun diyecekler.

Hambeli’yim dersem, hulûl-i mezhep ve mücessimesin diyecekler.[8]

Hadis ehliyim dersem, keçidir, bir şey anlamıyor diyecekler.

Bu zamanın halkına şaşırıyorum, kimse dillerinden kurtulamıyor.

Zaman beni geri itip bir grup anlamaz cahilleri iş başına getirmiştir.

Cahiller iş başına gelince, mum gibi yanmama yakin ettim.

Böyle büyük bir alim ve müfessir; bu çeşit bozuk fetva ve inançlardan dolayı, kendisini dört mezhepten birine mensup etmekten utandığını söylüyor. Beyler, durum bu iken bizim böyle tuhaf mezheplere tabi olmamızı mı bekliyorsunuz?!

Bunları bırakıp da asıl konumuza dönelim.

İkinci olarak; buyurduğunuz bu çeşit rivayetler, iki sebebe göre Şiaların uydurması değildir:

1- Defalarca arz ettim ki, Şiaların hadis uydurmaya bir ihtiyaçları yoktur.

2- Bu çeşit rivayetler, kendi büyük alimlerinizin muteber kitaplarında da çokça nakledilmiştir.

Bunları sadece Allame Meclisi nakletmemiştir. Şia’nın bütün alimleri bunları nakletmişlerdir. Ahdimi bozmak istemediğimden dolayı Şia alimlerinin sözlerini bırakıp sizin kendi alimlerinizin sözlerini nakletmek istiyorum.

“Ali’yi Sevmek Hasenedir” Hadisinin Ehl-i Sünnet Kitaplarından Senetleri ve Manası

Sizin, Allame Meclisi’nin “Bihar’ul Envar” kitabından naklettiğiniz bu hadisi, İmam Ahmed bin Hanbel “Müsned”inde, Hatip Harezmi “Menakıb”ının 6. Faslının sonlarında, Süleyman Kunduzi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”nin 42. ve 56. bablarında (Kunuz’ud- Dekaik’ten naklen), Şeyh Abdurrauf Menavi el-Mısri “Menakıb’is- Seb’in”nin 239. sayfasında (Hadis 49) Firdevs Deylemi’den, o da Muaz bin Cebel’den naklen, Mir Seyyid Ali Fakih-i Hemdani eş-Şafii “Meveddet’ul- Kurba”nın 6. Meveddesinde, İmam’ul- Harem eş-Şafii (Muhibbuddin Ebu Cafer Ahmed bin Abdullah-i Taberi) “Zehair’ul- Ukba”nın Ehl-i Beyt’in fazileti hakkında nakletmiş olduğu 70 hadisten 59. hadisinde, Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib’us- Süul”da, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talip”de ve diğer alimleriniz Enes bin Malik ve Muaz bin Cebel’den, onlar da Resulullah (s.a.a)’ten şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Ali’yi (a.s) sevmek hasenedir (iyilik ve rahmettir), onunla birlikte hiçbir seyyie (günah ve kusur) zarar vermez; Ali’ye buğz (düşmanlık) etmek ise seyyiedir, onunla birlikte hiçbir hasene fayda vermez.”

Yine İmam’ul- Harem Ahmed bin Abdullah Taberi eş-Şafii “Zehair’ul- Ukba”da, İbn-i Hacer tarihinin 215. sayfasında, Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”nin 56. babının 33. hadisinde “Menakıb-i Seb’in”den naklen, İbn-i- Asakir kendi tarihinin c. 1, s. 159’unda Nesai’den o da İbn-i Abbas’tan Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: “Ebu Talip oğlu Ali’nin sevgisi, ateşin odunu yediği (yaktığı) gibi günahları yer .”

Üçüncü olarak; hadis anlama yeteneğine sahip olanlar, perdelerin kalkması ve muammaların çözülmesi için oldukça dikkat gösterip derincesine düşünürler; bir hadisi anlayamadıklarında veya onun gerçek manasına yetişemediklerinde, hemen yermeye kalkışmaz ve ona uyduruk nispeti vermezler. Menficilik kolay bir iştir. Ama Allah’ı sürekli olarak göz önünde bulundurmamız gerekir. Kur’an-ı Kerim “Enbiya” suresinin 7. ayeti kerimesinde bize şöyle emrediyor:

“Bilmiyorsanız, şu halde zikir ehline sorun!”

İki fırkanın üzerinde icma ettiği ve size çözümü zor gelen bu hadisin manası çok açık ve çözümü basittir. Kur’ân’a müracaat ettiğimizde görüyoruz ki, Kur’an günahları, kebire ve sağire (büyük ve küçük)) olmak üzere iki kısma ayırmıştır. Bazı ayetlerde, büyük günahlar karşısında küçük günahlara “Seyyie” tabiri zikredilmiştir. Nitekim Allah Teala “Nisa” suresinin 31. ayetinde açıkça şöyle buyuruyor:

“Size yasaklananların büyük olanlarından kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı (küçük günahlarınızı) örteriz ve sizi güzel bir makama sokarız.”

Bu ayete göre, kul eğer büyük günahlardan sakınırsa, küçük günahları görmezlikten gelinir ve bağışlanır.

Söz konusu hadiste de buyuruyor ki: “Ali’nin sevgisi öyle bir hasene (sevap ve rahmet)’dir ki, hiçbir seyyie (küçük günah) ona zarar vermez.”

Hafız: Allah Teala, Kur’ân’da açıkça şöyle buyurmuyor mu?:

“Şüphesiz Allah bütün günahları bağışlar”[9]

Öyleyse günahkar bir kul, yaptığı günah ister büyük olsun ister küçük, pişman olup Allah’a yönelirse, kesinlikle affedilir. O halde büyükle küçük arasında bir fark yoktur.

Hakikatin Keşfi

Davetçi: Galiba ayet-i şerifeye iyi dikkat etmediniz, yoksa itiraz etmezdiniz. Evvela; büyük günah ile küçük günah arasında fark koyan ben değilim. Allah Teala’nın kendisi fark koymuştur. İkinci olarak; ben de sizin gibi, inanıyorum ki Allah’ın bağışlayıcı olduğuna inanan her kul, yaptığından pişman olarak tövbe edip Allah’a yönelirse, Allah Teala onun günahlarını bağışlar. Eğer tövbe etmeden ölürse, ölümden sonraki akabe (menzil)lerde, hesap gününe kadar azap görür; yaptığı günah çok büyük olmazsa, artık kendi cezasını almış ve o gün affedilir.

Ama eğer büyük günahlar yapmışsa, hesap gününden sonra o cehenneme götürülür; günahlarının cezasını çeker ve daha sonra cehennemden kurtulur. Eğer küçük günahlardan tövbe etmeksizin dünyadan ayrılırsa, Ali (a.s)’ı seven bir kimse olursa, Allah Teala (kendi lütfuyla) onu affeder, ölümden sonraki menzillerde cezaya tabi tutulmadan ve cehennem azabı görmeden cennete götürülür. Nitekim ayet-i kerimede; “... Sizi güzel bir makama (cennete) sokarız.”[10] buyurmuştur.

Anlayamıyorum, bu hadisi nasıl günah yapmak için cesaret ve laubalilik sayıyorsunuz! Hadiste büyük veya küçük günah yapmaya emir mi vardır? Cevap kesinlikle hayırdır. Öyleyse yersiz olarak hayal etmişsiniz. Halbuki bu hadis-i şerif, günaha cesaret etmeye değil ümitsizliğe kapılmaya mani oluyor. Bir çok inançlı kişiler vardır ki, heva ve hevese kapılarak küçük günah işlediler mi şeytan; artık rahmet yüzü görmeyeceksiniz diye onlara vesvese edip ümitsizliğe sokmaya çalışır, onlar da genellikle genç ve cahil olduklarında dolayı aldanarak ümitsizliğe kapılırlar ve derler ki; artık affedilmeyeceğimize göre, öyleyse neden zevkimizi sürmeyelim! Böylece yavaş yavaş küçük günahlardan geçip büyük günahlara da bulaşıyorlar.

Ama bu çeşit hadisler kalplere ümit ışığı saçıyor, insanın hata yapabileceğini ve Hz. Ali’yi gerçekten sevdiğinde de kusurların ona zarar vermeyeceğini insana anlatıyorlar. Allah Teala Kur’an ayetlerinde bağışlama ve affetmeyi vaat ettiğinden dolayı, bağışlaması için de bir takım sebepler kılmıştır; Hz. Ali (a.s)’ın sevgisi de o sebeplerden biridir.

Şia asla laubali olamaz; Şia demek takipçi demektir; Hz. Ali’nin Şia’sı demek, sözünde ve amelinde O Hazreti takip eden ve tam manasıyla O’nunla uyum sağlayan kimse demektir. İşte bu sıfatlara sahip bir Şia kurtuluş ehlidir. Nitekim sizin bütün tefsir ve diğer muteber kitaplarınızda, önceki gecelerde de arz ettiğim gibi farklı tabirlerle Resulullah (s.a.a)’den şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

“Ya Ali! Sen ve Şiaların cennette kurtuluşa erenlersiniz.”

Bu çeşit hadisleri eleştirmenizden daha ziyade, şöyle bir eleştiride bulunabilirsiniz; “Şia kurtuluş ve cennet ehli olduğunu anladığından dolayı cesaret bularak kötü ameller yapmaya teşebbüs edebilir!” Kendiniz de biliyorsunuz ki böyle bir eleştirinin gerçekle ilgisi yoktur.

Şia teklif çağına erdiğinde, Allah’ı ve Peygamberini tanıdıktan sonra, Şia’nın ne demek olduğunu bilmesi gerekir; bunu bildiğinde, söz, amel, ilişki, sosyal hayat ve diğer tüm davranış ve ahlakında Hz. Ali (a.s) ve O’nun evlatlarına uymasının gerekli olduğunu artık kendisi anlamış olur. Yani Hz. Ali (a.s)’ın büyük ve küçük günahlar yapmadığını, hatta mekruh bile işlemediğini görünce, mevlası gibi olmayı, O’nun güzel sıfatlarıyla sıfatlanmayı, kötü ahlak ve adetleri terk etmeyi kendisine vazife bilir. Peygamberler ve İmamlarda olan masumluk makamına sahip olmadığından ve tam manasıyla Ali (a.s) gibi olmanın çok zor, hatta imkansız olduğundan dolayı, Ali’nin sevgisini kazanmak ve O’nun Şialarından olmak için edebildiği kadar O’na uymaya ve benzemeye çalışır. Masum olmadığından ve caiz’ul- hata olduğundan dolayı, bazı alışkanlıklar ve küçük günahlar yapabilir. O da Ali (a.s)’ın sevgisiyle affolunur. Allah etmesin tövbe etmeden ölürse, Hz. Ali (a.s)’ın sevgisi sayesinde, yapmış olduğu kusur ve küçük günahlarıyla sorgulanmaz ve onlar görmezlikten gelinir.

Ama ikinci hadisin yani “Kim Hüseyin’e ağlarsa, cennet ona vacip olur” hadisinin manasına gelince; bu hadisin manası, alim ve avam herkesin anlayabileceği kadar çok sade, açık ve nettir. Mecliste bulunan beyler defalarca, cevap verirken onların da halini göz önünde bulundurmamı hatırlattıklarından dolayı, onların isteğini yerine getirerek çok kısa bir şekilde arz ediyorum ki: Bu hadisin çok sade bir şekilde manası şudur: “Kim Hüseyin’e (O’nu canı gönülden sevdiğinden ve O’nun mazlumiyetinden dolayı) ağlarsa, cennet ona vacip olur.” Bu hadisin mefhumunun aksi de şudur; Hüseyin’e nekes (kötü özlü ve soylu) bir kimse ağlarsa, cennet ona vacip olmaz; hatta bu ağlamasından bir netice bile elde edemez.

Hafız: “Kes” ile “Nekes”[11] arasındaki fark nedir ki, ağlamanın kes’e faydası oluyor da nekes’e olmuyor?

Kes ile Nakes Arasındaki Fark

Davetçi: “Men-i mevsule” kelimesinde “kes” ile “nekes” diye bir şey yoktur. Ama Farsça manasında bu kelimeler (yerine göre) gelebilir. “Kes”; Allah’ın birliğini kabul eden, Adem’den Hatem’e kadar büyük peygamberlerin nübüvvetine inanan, peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.a) peygamberin düsturlarını uygulayan, cismani maada inanan, cennet ve cehenneme inancı olan, Hz. Peygamberin Ehl-i Beyt’inin velayetini kabul eden, Hz. Ali (a.s) ve O’nun 11 evladının hepsini Allah’ın en sahil kulları, itaatleri farz olan İmamlar ve Resulullah (s.a.a)’in vasi ve halifeleri bilen, Resulullah (s.a.a)’in 12. vasisini yani Hz. Ali’nin 11. evladı Hz. Mehdi’yi halen yaşadığına, Allah istediği zaman zuhur edip dünyayı zulümle dolduktan sonra adaletle dolduracağına inanan mümin bir kimsedir.

Ama “nakes”; dinin emirlerini zahirde kabul eden, fakat amel safhasında salih olmayan, onları tümüyle terk eden veya bazılarına yerine getirip bazılarını terk eden veyahut adam öldürme, şarap içme, zina yapma, faiz yeme gibi büyük günahlara duçar olan ya da namaz, oruç, humus, hacc vb. gibi terk ettiği farzları telafi etmeğe çalışmayan bir Müslümandır. Böyle bir Müslüman her ne kadar ağlasa da, ağlamasının ona bir faydası olmaz.

Ancak, kötü amellerinden tövbe eder, yapmadığı amelleri telafi etmeğe çalışır, halkın malını kendilerine veya yaşamadıkları takdirde varislerine geri çevirir ve onları kendisinden razı ederse, işte o zaman Ehl-i Beyt’in mazlumluğuna ağlamasının ona bir faydası olur. Yoksa yukarıda belirttiğimiz günahları ağlamakla affettireceğini hayal ederek günah işleyen zavallılar, ağlayıp sızlasalar da, Muhammed (s.a.a) ve Âl-i Muhammed ondan razı olmaz ve böyle bir ağlamanın onlara hiçbir faydası dokunmaz.

Biz sürekli olarak minberlerimizde, derslerimizde, dini toplantılarımızda bunları açıklar ve hatırlatırız. Eğer büyük günah ve zulümler yapıp da Muhammed (s.a.a) ve Al-i Muhammed’e ağlamak veya onları ziyaret etmekle her şeyin (bu kolaylıkta) biteceği ve kurtuluşa erişileceği zannedilirse, o zaman düşmanlar geçmişlerini telafi etmişlerdir. Zira onlar da genellikle Ehl-i Beytin mazlumluğuna ağlamışlardır. Nitekim Kerbela vakıası yazarları kendi kitaplarında; “Allah’a and olsun ki o gün (Aşura günü), dost ve düşman herkes Hüseyn’in mazlumiyetine) ağladı.” diye yazmışlardır. Düşman, Peygamber (s.a.a)’in oğlunu, ashabını, torunlarını, hatta süt emen çocuklarını bile katlettiler. Daha sonra onların bu acı durumuna da ağladılar. İşte böyle nekes (alçak) insanlara, bu ağlamanın katiyen hiçbir yararı olmayacaktır.

Hafız: Bir Müslüman, dinin esaslarını kabul edip dini emirleri yerine getirirse kurtuluş ehlidir; öyleyse ağlamanın ona ne faydası vardır. Ağlama ve yas meclisleri düzenlemek ne içindir? Onlara ne gibi bir netice ve fayda sağlıyor ki, müminlerin ağlaması için her yıl büyük masraflar yapıyorlar?

Ağlama ve Yas Tutmanın Netice ve Faydaları

Davetçi: Açıktır ki insan her ne kadar amil ve kamil de olsa, yine de hatalardan masum olamaz. Sonuçta insandır, hata yapabilir. Eğer gaflet edip bazı yanlışlıklara düşer ve hata yaparsa, Allah Teala kullarına olan şefkat ve lütfundan dolayı, bir lütuf ve bağış olarak bir takım sebep ve vesilelerle, onların sürçme ve hatalarını bağışlar. Bazen Hz. Ali (a.s)’ın sevgisini vesile kılar, bazen şehitler efendisi Hz. Hüseyin ve diğer Ehl-i Beyt İmamlarının mazlumiyetine ağlamaya teveccüh eder ve onların döktükleri gözyaşlarını, tövbe kabul ederek onları bağışlar.

Eğer tam manasıyla (dört dörtlük) mümin ve adil olup küçük ve büyük günah işlememiş olurlarsa, Ehl-i Beyti sevmeleri ve O’nların musibetlerine sevgilerinin nişanesi olan ağlamaları, onların makamının yücelmesine sebep olur.

Ama; “Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’ine yas tutma adı altında düzenlenen bu merasim ve masrafların faydası nedir?” dediğiniz söze gelince; siz beyler uzak olduğunuzdan dolayı bu merasimlerin olumlu netice ve faydalarından habersizsiniz. Eğer bu toplantılara katılır, insaf ve sevgiyle yaklaşırsanız, bu toplantıların Muhammed ve Âl-i Muhammed (s.a.a) mektebinin en büyük eğitim yuvası olduğunu görecek ve tasdik edeceksiniz.

Şöyle ki Muhammed ve Âl-i Muhammed (s.a.a) adına yapılan bu toplantılara, halkın her tabakasından, hatta dinden uzak olan insanlar bile katılırlar. Hatip, vaiz, alim, mütekellim, müfessir, muhaddis ve diğer dallardaki alimler, tevhid, nübüvvet, mead, dinin fer’i hükümleri, ahlak, ahret, toplumsal ve bireysel görevler hakkında saatlerce açıklamada bulunuyor; günah ve kötü ahlakın (toplum ve aile arasındaki) zarar ve ziyanlarını beyan eder ve mukaddes İslâm dininin diğer dinler karşısında hak oluşuna dair delilleri anlatarak pek çok güzel neticeler sağlarlar.

Her yıl birçok insan, bu toplantılarda söylenen ayet, hadis ve öğütler sayesinde İslâm’ı kabul ediyor ve nice günahkar ve sapık insanlar yaptıkları günahlardan tövbe edip doğru yola hidayet oluyorlar.

İşte bu, her iki fırkanın Resulullah (s.a.a)’in Hz. Hüseyin (a.s) hakkında buyurmuş olduğu sözün sadece bir yönüdür. Resulullah (s.a.a); “Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin’denim.” buyurmasıyla, dinin Hüseyin vasıtası ile hayat kazanacağına işaret etmektedir. Hz. Hüseyin (a.s) canını İslam yolunda feda ederek, İslam’ın kökünü kazımak isteyen Emevilerin kökünü kendi mazlumiyetiyle kazıdı.

Bin yıldan beri o büyük zatın adına merasim ve toplantılar düzenlenmekte ve halk kitleleri bu toplantılara katılarak mübelliğ ve konuşmacılar vasıtası ile dinin hakikatlerini öğrenip doğru yola hidayet oluyorlar. Eğitim yuvası olan bu toplantıların faydalarının bir kısmı kısacası budur.

Yine izah için arz ediyorum; Hz. Ali (a.s)’ın Şia’sı ve O’nu sevenler, Hz. Hüseyin (a.s)’ın ziyaretçisi ve O’na yas tutanlar, (bir kelimede diyecek olursak) O’nların aşıkları farzları terk etmez, büyük ve küçük günah işlemezler. Çünkü Hz. Hüseyin (a.s)’ın din için çoluk çocuğunu feda ettiğini ve şahadet şerbetini içtiğini biliyorlar. Nitekim “Ziyaret-i Varis”de şöyle okuyoruz:

“Şahadet ediyorum ki, şüphesiz sen namazı ikame ettin, zekat verdin, iyiliği emrettin, kötülükten sakındırdın; ölüm anına dek Allah’a ve Resulüne itaat ettin.”

Her iki fırkanın muteber kitaplarında, Ümm’ül- Müminin Aişe, Cabir, Enes vs. kimselerden Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

“Kim Hüseyn’i, hakkına arif olduğu halde Kerbela’da ziyaret ederse, cennet ona vacip olur.”

Yine buyurmuşlardır ki: “Kim Hüseyn’e, hakkına arif olduğu halde ağlarsa, cennet ona farz olur.”

Bildiğiniz gibi farz ve müstahap ameller, Allah’ı tanımaya bağlıdır. Allah’ı gereği gibi tanımayan bir kimsenin kurbet kastı doğru olamaz; zahiri ibadeti doğru bile olsa, marifet olmaksızın faydasızdır.

Ağlama ve ziyaretler de, Peygamber (s.a.a) ve İmamları tanımaya bağlıdır. Yani İmam Hüseyin (a.s)’ın, Peygamberin evladı ve vasisi olduğunu, dini ihya etmek için kıyam ederek bu yolda şehit düştüğünü ve Yezid’e karşı kıyamının da Yezid’in, dini hükümleri alenen ayak altına alarak dinsizliği yaygınlaştırmasından dolayı olduğunu bilmesi gerekir. Böyle bir bilinç üzere İmamlarını ziyaret eden ve yas tutup ağlayan kimse, kesinlikle mevlasının yol yordamına aykırı hareket etmez.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Hz. Hüseyin’in hak ehli olduğunu ve hak için Beni Ümeyye’nin adamları tarafından haksızca öldürüldüğüne biz de inanıyoruz. Ama bazıları özellikle tahsilli okumuş gençler diyorlar ki; “Kerbela savaşı dünyevi menfaatler için yapılan bir savaştı; makam sevgisi ve halife olma tutkusu Hüseyin bin Ali’yi Kufe’ye çekti. Doğal olarak, her güçlü hükümet kendisine yönelen tehlikeleri uzaklaştırmak isteyecektir. Yezit ve adamları bu fitneye karşı koymak zorunda kaldılar. İmam Hüseyin’e kayıtsız şartsız teslim olup itaati farz olan halife Yezid’e tabi olmayı, Şam’a gidip halifenin yanında saygınlık kazanmayı veya sağ salim vatanına dönmeyi teklif ettiler. Ama O, bunları reddettiği için öldürüldü. Dolayısıyla makam ve riyaset sevgisi olan böyle birine matem tutmanın anlamı yoktur, aksine bidattir!”

Acaba, Kerbela savaşının dünya sevgisinden kaynaklanan bir savaş olmadığını, tersine İmam Hüseyin’in Allah için, Allah’ın dinini korumak için kıyam ettiğini ve bu yolda savaşıp öldürüldüğünü bilmeleri ve onları bu inançlarından vazgeçirmek için yeterli cevabınız var mı?

Davetçi: Vakit geç oldu. Bu konuya girersek sözün uzamasından ve rahatsızlığa sebep olmasından korkuyorum.

Nevvab: Hayır! Kesinlikle rahatsız olmayız. Büyük bir ilgi ile sizi dinlemeye hazırız. Gerçek ortaya çıksın ki muhaliflere cevap verebilelim. Öylelerine az da olsa cevap verebilmek büyük bir hizmet olacaktır. Rica ediyorum buyurun.

İmam Hüseyin (a.s) Makam Peşinde Değildi

Davetçi: Daha önce arz ettim ki; her iyi ve kötü amel, marifetin neticesidir. İlk önce kendi Allah’larını tanımalı ve daha sonra yüceler yücesi Allah tarafından Hatem’ul- Enbiya’ya (s.a.a) nazil olan semavi kitabı tasdik etmelidirler. Tasdikin anlamı şudur: O kitapta var olan her şeyi kayıtsız şartsız kabul edilmelidir. İtirazcılar, maddeci iseler ve hissi (somut) deliller istiyorlarsa, onlara cevap vermek çok kolaydır. Vakit geç olduğundan dolayı konuya kısaca değinmek istiyorum.

Beş Seçkin İnsan, Her Çeşit Çirkin Amellerden Uzaktılar

Kur’ân’a tabi olan bir müslümanın, Resulullah (s.a.a)in reyhanı olan Hüseyin bin Ali (a.s)’ın makam ve saltanat sevgisine sahip olduğunu söylemesi hakka ve hakikate aykırı olup Kur’ân ’ı ve Resulullah (s.a.a)’ı inkar etmek demektir. Çünkü Ahzab suresinin 33. ayetinde, Allah-u Teala onun (İmam Hüseyin (a.s) ) pak ve temizliğine şahadet vererek, dedesi (s.a.a) babası (a.s) annesi (a.s) ve kardeşi (a.s) gibi her türlü kötülükten pislikten arınmış olduğunu söylüyor. Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

“Ancak ve ancak Allah Teala siz Ehl-i Beyt’ten ricsi (her çeşit pislik ve kötülüğü) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.”

Müslim, Tirmizi, Salebi, Secistani, Ebu Naimi İsfahani, Ebu Bekr-i Şirazi, Suyuti, Himvini, Ahmed bin Hanbel, Zemahşeri, Beyzavi, İbn-i Esir, Beyhaki, Taberani, İbn-i Hacer, Fahr-u Razi, Nişaburi, Askalani, İbn-i Asakir vb. büyük alimlerinizin ekseriyeti bu ayetin Penç ten Âl-i Aba’nın yani Hz. Muhammed (s.a.a), Hz. Ali (a.s), Hz. Fatıma (a.s), Hz. Hasan (a.s) ve Hz. Hüseyin (a.s)’in hakkında nazil olduğunu kabul etmişlerdir. Ayrıca bu konuya genişçe de yer ayırmışlardır.

Bu ayet, beş seçkin insanın her türlü pislik ve kötülükten uzak olduklarına en büyük delildir. Açıktır ki, dünya makamına olan sevgi ve dünyaya olan düşkünlük bu pisliklerden birisidir. Birçok ayet ve hadisler, emir ve sultanlar gibi heva ve heves yüzünden dünyaya yani dünya makam ve riyasetine gönül vermeyi yermiştir. Nitekim Resulü Ekrem (s.a.a) ve masum İmamlar (a.s)’dan bu konu hakkında birçok hadis nakledilmiştir. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu hadislerin birinde şöyle buyuruyor:

“Dünya sevgisi bütün kötülüklerin başıdır.”

Eba Abdillah’il- Hüseyn (a.s) kesinlikle dünya makamına talip değildi, fani bir saltanat için canını feda etmedi, ailesini bu uğurda düşmana esir etmedi. Kim bu mananın bilincinde olduğu halde İmam Hüseyin (a.s)’ı dünya düşkünü birisi olarak nitelerse, kesinlikle Kur’ân-ı Kerim’i inkar etmiştir.

İmam Hüseyin (a.s)’ın Kıyamı Zahiri Riyaset ve Hilafet İçin Değildi

Bir takım insanlar da vardır ki, (ayet ve hadislerle ikna olmadıkları için) hissi deliller istemekteler. Onlara verilecek hissi delil çoktur. Ancak zamanın darlığından dolayı bu delillerin hepsini zikredemeyeceğim. Sadece örnek olarak bazılarına kısaca değinmek istiyorum.

İmam Hüseyin (a.s)’ın, Yezid’in aleyhine olan kıyamı dünyevi makamlara ulaşmak için olsaydı, Nebiyyi Ekrem (s.a.a) O’na (a.s) yardım etmeyi emretmezdi. Nitekim bu konuda sizin kaynaklarınızda birçok hadisler nakledilmiştir; onlardan birini aktarmakla yetiniyorum:

Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi “Yenabi’ul- Mevedde”nin 60. babında Buhari, Beğevi ve İbn-i Sikkin tarihinden, İmam’ul- Harem’in “Zahair’ul- Ukba”sından, “Sire-i Molla”dan ve daha başka alimlerinizden naklen Enes bin Haris bin Ba’ye’den şöyle dediğini naklediyor: Resulü Ekrem (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu duydum:

“Şüphesiz bu oğlum (Hüseyin), Kerbela denilen bir yerde öldürülecektir. Sizden her kim o gün orada olursa, ona yardım etsin.”

Sonra şöyle yazıyor: Enes bin Haris (Peygamberin emrine amel etmesi için) Kerbela’ya gitti ve orada Hz. Hüseyin (r.a) ile beraber öldürüldü.”

Demek ki, İmam Hüseyin (a.s)’ın Kerbela’daki kıyamı, hak için bir kıyam idi, makam sevgisi için değil.

İtirazcılar eğer İmam Hüseyin (a.s)’ın şahadetinden, Ehl-i Beytinin esaretine kadar olan olaylar üzerinde düşünürlerse, hak ve hakikati görürler.

Makam sevgisi için baş kaldıran ve zamanın devletine karşı kıyam eden biri, asla çoluk çocuklarıyla yola çıkmaz. Küçük çocukları, hamile kadını, kundaktaki daha ana sütü emen çocuğu kendisiyle götürmez. Aksine yalnız ve kendisini destekleyen bir grupla hareket eder, düşmana galip gelip hakimiyeti ele aldıktan ve hedefine ulaştıktan sonra ailesini yanına çağırır.

Hz. Eba Abdillah’il- Hüseyin (a.s)’ın ailesi ve küçük çocuklarıyla birlikte yaptığı bu hareket, O’nun, dünyevi hilafet ve riyasette gözünün olmadığına ve düşmana galip gelmek için hareket etmediğine büyük bir delildir. Böyle bir kastı olsaydı, Yemen’e gider, kendisi ve babasının dostlarını başına toplar ve orayı merkez edinip savaşa tam olarak hazırlandıktan sonra hücuma geçerdi.

Nitekim amcası çocukları, dostları ve kardeşleri sürekli Yemen’e gitmeyi önermiş, neticede olumsuz cevap almışlardır. Çünkü onun İmam (a.s)’ın asıl hedef ve maksadından haberleri yoktu.

İmam Hüseyin (a.s)’ın Kıyamı, “La İlahe İllallah”

Şeceresini Korumak İçin Gerçekleşmiştir

İmam Hüseyin (a.s), galip olmak için hiçbir maddi imkanının olmadığını biliyordu. Seksen dört kadın ve çocukla yaptığı hareket, kesin bir sonuç almak içindi. İmam (a.s) bir taraftan, dedesi Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’in büyük zahmetler çekerek diktiği, Bedir, Uhud ve Huneyn şehitlerinin kanıyla suladığı ve Ali bin Ebi Talip (a.s) gibi bir bahçıvanın da bakıcılığını yaptığı şecere-i tayyibe olan “La ilahe illâllah”ı korumak istediklerini biliyor, diğer taraftan ise zulüm, tehdit, katl ve yıkıp yakmakla bilgin bahçıvanın çıkarılması ve şecere-i tayyibeyi sulayanın onu sulamaktan alı koyulmasıyla, tevhid ve nübüvvet bahçesinin esas ve temelinin yok olmaya yöneldiğini görüyordu. Gerçi bazen asıl bahçıvan tarafından şecere-i tayyibe güçleniyordu; ama bu tam manasıyla yeterli olmuyordu. Nihayet bu bağın bakımı cahil ve inatçı bahçıvanların (yani Beni Ümeyye’nin) eline düşmüş oldu.

Üçüncü halife Osman bin Affan’ın halifeliğinden itibaren Beni Ümeyye’nin eline daha çok fırsat geçti. Onlar Osman’ın zamanında kilit noktaları ele geçirdiler. O zaman kör olan lanetli Ebu Süfyan, Beni Ümeyye’nin meclisine gelerek orada yüksek sesle şöyle dedi: “Hilafeti elden ele birbirinize devredin. Çünkü ne cennet vardır; ne de cehennem.” (Yani ikisi de yalandır)

Yine şöyle diyordu: “Ey Ümeyye oğulları! Hilafeti top gibi elinizde tutmaya çalışın. And olsun Ebu Süfyan’ın yemin ettiği o şeye ki (maksadı sürekli yemin ettiği putlardır), her zaman sizin için böyle bir saltanat arzu ederdim; onu miras olarak çocuklarınıza devrediniz.”

Bu inançsız kavim, bütün yolları kapatmış, gerçek ve manevi bahçıvanın bu bağa koruyuculuk etmesine engel olmuştur. Çirkef Yezid’in hilafeti zamanına kadar şecere-i tayyibe neredeyse kuruyacaktı. Şeriatın ağacının ömrü bitmek üzereydi. Şecere-i tayyibe olan “La ilahe illallah”, Allah’ın adı ve dinin hakikati yok olmaya yüz tutmuştu.

Bahçesinin afetlere uğradığını gören her alim bahçıvan, doğal olarak hemen onu korumaya kalkacaktır. Yoksa, bahçesinin ürünleri tümüyle yok olabilir.

O zamanlar, tevhid ve risalet bahçesinin bahçıvanlığı Hz. Eba Abdillah’il- Hüseyin (a.s)’a verilmişti. Beni Ümeyye’nin inat ve ilhadı işi öyle bir yere vardırmıştı ki, neredeyse tevhid ağacını kurutacak, hatta “La ilahe illallah” ağacının kökünü kazıyacaklardı. İmam Hüseyin (a.s) bu durumu görünce, yalnız ve yalnız risalet bağını sulamak ve şecere-i tayyibeyi (La ilahe illallah)’yi güçlendirmek için Kerbela’ya doğru hareket etti. Ama susuzluğun ağacın köklerine kadar işlediğini, normal suların artık etki etmediğini ve daha güçlü bir takviyeye ihtiyacı olduğunu biliyordu. Ziraatçılar iyi bilirler, bir ağaç güçsüz düştüğünde, onu kurbanla güçlendirmeye çalışırlar. Yani koyun vb. gibi bir canlı varlığı, o ağacın canlanıp güçlenmesi için onun dibinde keser, derisi, eti ve kanıyla birlikte ağacın altına defin ederler.

Resulullah (s.a.a)’in reyhanı olan Seyyid’üş- Şüheda, alim bir bahçıvan olduğu için, şecere-i tayyibenin özellikle son yıllarda Beni Ümeyye’nin zamanında susuz bırakıldığını görmüştü. Onun normal sularla düzelmeyeceği belliydi, fedakarlık etmek gerekiyordu.

Şecere-i tayyibe ve şeriat ağacını sulamak, onu güçlendirmek ancak kan vermekle mümkün olurdu. Bu yüzden La ilahe illallah şeceresini sulamak için en iyi gençlerini, ashabını ve küçük çocuklarını alarak Kerbela’ya götürdü. Çünkü onları orada şecere-i tayyibeye kurban edecekti. Bazı dar düşünceliler diyorlar ki, İmam Hüseyin neden Medine’den çıktı? Orada kalmalı, kıyam etmeli ve kurbanlarını orada vermeliydi! Ama onlar şunun farkında değillerdir; Eğer İmam Hüseyin (a.s) Medine’de kalarak kıyam etmiş olsaydı, düşünür insanların bu kıyamdan haberleri olmayacak ve O Hazretin neden baş kaldırdığını iyice anlayamayacaklardı.

Nitekim birçok din taraftarları, kendi şehirlerinde hak için kıyam ettiler, ama kimsenin onların hedef ve amaçlarından haberi olmadı. Niçin öldürüldüklerinin sebebi bile bilinmedi; hatta düşmanlar, onların kıyamdan amaçlarının ne olduğunun tam tersini halka söyleyip durmuşlardır.

Ama İmam Hüseyin (a.s) hak ve hakikati ortaya çıkarmak için, Recep ayında, Mekke’ye gitti. Çünkü bu ayda insanlar Umre için Mekke’ye geliyorlardı. Arefe gününe kadar orada yüz binlerce insana konuşma yapıp gerçekleri herkese anlatıyordu. Yezid’in, şecere-i tayyibe olan La ilahe illallah’ın kökünü kazımak istediğini, hilafet iddiasında olan bu çirkef insanın, dinin temelini yok etmeye çalıştığını, şarap içip kumar oynadığını, köpek ve maymunlarla oynadığını, dinin hükümlerini ayaklar altına aldığını, ceddi Peygamberin zahmetlerini boşa çıkarmak istediğini, kendisinin ise ceddinin dinini korumak için kıyam ettiğini ve her şeyi göz önüne alarak bütün varlığını feda etmeğe hazır olduğunu halka bildiriyordu.”

Demek ki İmam Hüseyin (a.s)’ın kıyamı, Medine’den Mekke’ye ve Mekke’den de Kufe’ye gidişi, dini nişaneleri korumak ve bütün insan toplumuna, Yezid’in dinsiz, bozuk bir ahlak ve inanca sahip olduğunu ve onun, telafi edilmeyecek bir takım zararlı amellerini ilan etmek içindi.

İmam (a.s)’ın kardeşleri, amca oğulları ve O’nu seven dostları, Hazretin Kufe’ye hareketine mani olmak için şöyle diyorlardı: “Size onca mektup yazıp davet eden Kufeliler, vefasızlıklarıyla meşhurdurlar. Yıllardır bu memlekete kök salmış Beni Ümeyye’nin kudreti ve çirkef Yezid’in saltanatıyla baş edemezsiniz. Çünkü hak ehli çok azdır. İnsanlar dünyanın kölesi olmuşlardır. Onların dünyası Beni Ümeyye ile uyuştuğu için Beni Ümeyye’nin etrafında toplanmışlardır. Galip gelmeyeceksiniz. Bu yolculuktan vazgeçin. Eğer Hicaz’da kalmak istemiyorsanız, o zaman Yemen’e gidin. Çünkü orada sizi seven çoktur. Oranın halkı gayretlidir. Sizi yalnız bırakmazlar. Ömrünün sonuna kadar da rahatça orada kalabilirsiniz.”

İmam Hüseyin (a.s) gerçeklerin hepsini herkese anlatamıyordu; bu yüzden O’nun bu hareketine mani olmak isteyenlere kısa cevaplar verip geçiyordu. Ama kardeşi Muhammed bin Hanefiyye’ye, amcası oğlu Abdullah bin Abbas gibi yakınlarına ve sırdaşlarına şöyle buyurdular:

“Zahirde galip olmayacağımı ben de biliyorum. Zafer ve fetih için de gitmiyorum. Ben ölmeye gidiyorum. Mazlumiyetin gücüyle zulüm ve fesadın kökünü kazımak istiyorum.”

Bazılarının kalplerini güçlendirmek için gerçeklerden (sırlardan) bazısını onlara söylemek zorunda kalıyordu. Bir cevabında şöyle buyuruyor:

“Ceddim Resulullah (s.a.a)’ı rüyada gördüm. Bana şöyle buyurdular: “Irak’a git; şüphesiz Allah-u Teala seni öldürülmüş olarak görmek istiyor.”

Muhammed bin Hanefiyye ve İbn-i Abbas; “Öyleyse kadınları neden götürüyorsun?” dediklerinde İmam (a.s) şöyle buyurdu:

“Ceddim buyurdu ki; ‘Şüphesiz ki Allah onları esir olarak görmek istiyor.’ Resulullah (s.a.a)’in emriyle onları esaret için götürüyorum.”

Yani benim şahadetimle Ehl-i Beytimin esaretinde bir sır vardır. Onların esareti benim şahadetimin tamamlayıcısıdır. Mazlumiyetin bayraktarlığını yaparak, Şam’a gidecekler; Yezid’in hilafet ve kudretinin kökünü kazıyacak, küfür ve zulmün bayrağını yıkacaklar.

Öyle de oldu. Nitekim Hz. Zeyneb-i Kubra’nın (selamullah aleyha), Yezid’in kudret ve eğlence meclisinde, Yüzlerce Beni Ümeyye’nin ileri gelenleri, yabancı elçiler ve birçok Yahudi ve Hıristiyanların önünde yaptığı konuşmasıyla ve İmam Seyyid’us- Sacidin Zeyn’ul- Abidin (a.s)’ın da Şam’da Mescid-i Emevi’de, Yezid’in karşısında yaptığı minberdeki hitabesiyle, Beni Ümeyye’nin haşmet ve azameti yok olup halk gaflet uykusundan uyanmıştır.

İmam Seccad (a.s) Şam’da yaptığı konuşmada, Allah Teala’ya hamd-u sena ettikten sonra şöyle buyurdular:

“Bize (Âl-i Muhammed’e) Allah tarafından altı özellik verilmiş, öteki insanlara göre yedi faziletimiz vardır. Bize, ilim, sabır, cömertlik, fesahat, yiğitlik ve müminlerin kalplerine sevgimiz verilmiştir. Öteki insanlara faziletlerimiz ise şunlardır: Seçilmiş peygamber Muhammed (s.a.a) bizdendir, Sıddık Emir’ul- Müminin Ali bin Ebi Talib (a.s) bizdendir, Cafer-i Tayyar bizdendir, Allah’ın Resulünün aslanı Hamza bizdendir, bu ümmetin iki sıbti (iki evladı İmam Hasan ve İmam Hüseyin) bizdendir ve bu ümmetin Mehdi’si bizdendir.”

Sonra kendisini tanıtmaya başlayarak şöyle buyurdular:

“Beni tanıyanlar tanıyor; tanımayanlara ise şimdi kendimi tanıtıyorum: Ben, özel sıfat ve faziletlere sahip olan Hatem’ul- Enbiya Muhammed bin Abdullah (s.a.a)’in evladıyım...”

(Meclisin vaktinin kısıtlı olması, İmam (a.s)’ın buyurduğu o sıfatların hepsini zikretmeye müsaade etmiyor.)

Daha sonra İmam Seccad (a.s), Muaviye (lanetullahi aleyh)’in zamanında, üzerinde yıllarca gece gündüz açıkça mevlamız ve muvahhidlerin mevlası Emir’ul- Müminin Ali (a.s)’a lanetler okunduğu, binlerce iftirada bulunulduğu minberin üzerinde Yezid, Beni Ümeyye ve düşmanlarının önünde, Şamlılara ulaşması engellenen Emir’ul- Müminin Hz. Ali (a.s)’ın faziletlerini beyan ederek şöyle buyurdular:

“Ben, insanlar “La ilahe illallah” diyene dek onların burunlarına kılıç vuranın oğluyum; ben, iki kılıçla[12] Resulullah’ın önünde savaşan, düşmanı iki mızrakla vuran, iki kere hicret eden, iki kere biat eden, kafirlerle Bedir ve Huneyn’de savaşan ve bir göz kırpması süresince bile Allah’ı inkar etmeyenin oğluyum; ben, müminlerin salihi, peygamberlerin varisi, dinsizleri yok eden, Müslümanların başbuğu, mücahitlerin nuru, abidlerin ziyneti, ağlayanların (Allah korkusundan) tacı ve sabırlıların sabırlısı, alemlerin Rabbinin elçisi olan Âl-i Yasin’in namaz kılanlarının en iyisinin oğluyum; ben, Cebrail’in onayladığı ve Mikail’in yardım ettiği insanın oğluyum; ben Müslümanların haremini koruyan, dinden çıkanları (Nehrevanlıları), biatten dönenleri (Cemel savaşına katılanları), zulüm ve tağut ehlini (Sıffin savaşına katılanları) ve kendi düşmanı olan Nasibileri öldüren, Kureyş’in hepsinin en iftiharlısı olan, müminlerin içinde Allah ve Resulünün davetini ilk kabul eden, imanda herkesten öne geçen, zalimlerin belini kıran, müşrikleri helak eden, Allah’ın münafıklara karşı oklarından bir ok olanın oğluyum; ben, Rabb’ul- Alemin’in hikmet dili, Allah’ın hikmet gülistanı, O’nun ilim heybesi, cömert, bağışlayıcı, güler yüzlü... bütün savaşlarda öncü, yiğit, çok sabırlı ve güzel ahlaklı olan, (ibadet için) çok kıyam eden, nefsini arındırmış olan... (fasık) grupları dağıtan, direnişiyle nefsinin irade dizginini elinde tutan, kalbi herkesten daha güçlü ve daha sabit olan, azmi herkesten güçlü olan, mazlumların hakkını herkesten daha iyi alan, en dayanıklı insan olan, azmi en sabit, savaş meydanlarında kızgın bir aslan gibi olan, savaşlarda ona (ister yaya olsun, ister atlı) yaklaşanları mızraklarla yere seren, fırtınanın kumu, tozu, toprağı dağıttığı gibi din düşmanlarını dağıtan, Hicazlıların en cesuru, Iraklıların en kahramanı, Mekki ve Medeni olan, her batıl dinden yüz çevirip İslam’a yönelen, Akabe’de biat eden, Bedir ve Uhud kahramanı olan, ağacın altında biat eden (Rıdvan biatine katılan), Allah için hicret eden, Arapların efendisi, Peygamberin iki evladı Hasan ve Hüseyin’in babası olanın oğluyum; işte bu sıfatların sahibi benim ceddim olan Ali bin Ebi Talip’tir.”

İmam Zeyn’ul- Abidin (a.s) sonra şöyle buyurdular:

“Ben, Hatice-i Kubra’nın oğluyum; ben, Fatımat’üz- Zehra’nın oğluyum; ben, başı arkadan kesilmiş olanın oğluyum; ben, susuz dudaklarla şehit olanın oğluyum; ben, diğer insanlara serbest bırakılıp da kendisine suyun men edildiği kimsenin oğluyum; ben, gusül verilmeyip kefenlenmeyenin oğluyum; ben, kesilmiş başı mızrakla dolaştırılanın oğluyum; ben, Kerbela’da ailesinin hürmeti gözetilmeyenin oğluyum; ben, mukaddes bedeni bir yerde başı da diğer bir yerde olanın oğluyum; ben, ailesi esir edilip Şam’a getirilenin oğluyum.”

Sonra İmam (a.s) yüksek sesle ağlamaya başladı; sürekli ben, ben diyordu (dedesi Hz. Ali (a.s)’ın faziletlerini sayıyordu); nihayet halk da galeyana gelip çığlık atarak ağlamaya başladılar.

İmam Hüseyin (a.s)’ın şahadetinden sonra, O’na (a.s) tutulan ilk matem meclisi, işte Şam’da Emevi Camisinde tutulan bu matemdi. Seyyid’üs- Sacidin Hz. Zeyn’ul- Abidin (a.s) dedesi Hz. Ali (a.s)’ın faziletlerini anlattıktan sonra Yezid’in ve düşmanlarının karşısında babası İmam Hüseyin (a.s)’ın başına gelenleri anlatmaya başladı. O kadar anlattı ki halk hüngür hüngür ağlamaya başladı. Öyle ki Yezid korkuya kapılarak camiyi terk etmek zorunda kaldı.

İmam Seccad (a.s)’ın bu camide yaptığı konuşmalar Emevilerin aleyhine başlayacak olan kıyamın ortamını hazırladı. (Bu yüzden Yezit, siyaset icabı pişmanlığını bildirip bu feci olayın suçunu lanetli Ubeydullah bin Mercane’nin üstüne atarak onu lanetledi.) Sonunda Beni Ümeyye’nin küfür, zulüm ve dinsizlik saltanatı yıkıldı.

Şimdiye kadar Şam’da, yani Beni Ümeyye’nin zulümle hüküm sürdükleri başkentlerinde, onlardan hiçbir kimsenin kabri baki kalmamıştır. Oysa Ben-i Haşim ve Resulullah (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’nden birçok kimsenin mezarı orada olup Şamlıların ve her arif, bilgin, Şia ve Sünni’nin ziyaretgahı haline gelmiştir.

Kısacası, bütün tarihçiler ve Kerbela olayını yazanlar, İmam Hüseyin (a.s)’ın Medine’den Mekke’ye, Mekke’den Kerbela’ya kadar olan süre içinde açıkça ve üstü kapalı olarak daima şehit olacağını söylediğini ve insanlara, ölmek için gittiğini anlattığını yazmışlardır.

İmam Hüseyin (a.s) Mekke’de “Terviye” günü birçok müslümanın önünde bir hutbe irat ederek kendi şahadetini açıkça haber verdi. Allah’a hamd-u sena, Hatem’ul- Enbiya (s.a.a)’e salat ve selamdan sonra şöyle buyurdular:

“Ölüm genç kızın boynuna takılan gerdanlık gibi, Adem oğullarının boyunlarına takılmıştır; onlara ezelden yazılmıştır. Yakup nasıl Yusuf’u özlemiştiyse, ben de geçmişlerimi öylesine özlemişimdir ve ulaşacağım şahadet yeri, benim için tayin edilmiştir. Sanki görüyorum; Nevavis’le[13] Kerbela arasında aç kurtlar bedenimi paramparça ediyorlar...”

Bu sözleri ile, Kufe’ye yani hilafetin merkezine gidemeyeceğini, Kerbela ile Nevavis arasında kan içici kurtlar tarafından öldürüleceğini insanlara bildiriyordu. Kurtlardan amaç, Beni Ümeyye ve diğer kabilelerden olan kendi katilleridir.

 Özetleyecek olursak bu gibi sözler, İmam Hüseyin (a.s)’ın hilafet için değil şahadet için hareket ettiğini göstermektedir. Yol boyunca çeşitli şekillerle ölüm haberini veriyordu. Mola verdiği her yerde çocukları ve ashabını toplayıp hep şöyle buyuruyordu:

“Yahya’nın başını kesip zinakar bir kadına göndermeleri, bu dünyanın ne kadar aşağılık ve değersiz olduğunu göstermeye yeter. Yakında ben mazlumun başını da bedenden ayırıp şarap içen Yezid’e götürecekler.”

Kufe’ye on fersah kaldığında Hür bin Yezid-i Riyahi 1000 atlı ile İmam Hüseyin (a.s)’ın yolunu keserek; “Sizin Kufe’ye gitmenize engel olmam ve sizden kopmamam için Ubeydullah bana emr etmiştir.” dedi. İmam (a.s) herhangi sert bir tepki göstermeksizin teslim olup orada konakladı.

Beyler birazcık düşünün, eğer İmam Hüseyin (a.s) emirlik ve hilafet sevdasında olsaydı, Hürr’e teslim olur muydu? Hürr’ün 1000 taneden fazla da askeri yoktu. İmam Hüseyin (a.s)’ın atlı-yaya 1300 askeri vardı; bunların içinde Kamer-i Beni Haşim Hz. Abbas ve Hz. Ali Ekber gibi yiğit gençler de vardı. Onların her biri tek başına 1000 kişiyi dağıtmaya yeterdi. Ayrıca Kufe’ye de 10 fersahtan fazla bir şey kalmamıştı. Tabiatıyla onları ortadan kaldırıp hükümetin merkezine (Kufe’ye) girmesi gerekirdi. Halk da savaş hazırlığı içerisinde O’nu (a.s) bekliyordu. Bu şekilde galip gelebilirdi. Oysa İmam (a.s) böyle yapmadı. Hürr’ün sözü ile orada çölün ortasında kaldı, dört gün sonra da düşmana yardımcı birlikler gelerek Peygamberin evladının durumu daha da zorlaştı.

Beyler konuya iyice dikkat etmiş olsalar cevaplarını alırlar. İmam Hüseyin (a.s) başka bir amaçla bu kadar yolu gelmişti. Hilafet düşüncesi olsaydı, düşmanlar onu her taraftan kuşattığı ve bu kuşatma en şiddetli halini aldığında, sınırlı gücünün dağılması için de bir ortam hazırlamazdı. Aşura gününden önceki akşam yaptığı konuşma ve hutbeler de, bizim iddiamızı doğrulamaktadır. Çünkü o geceye kadar atlı ve yaya olmak üzere 1300 kişi İmam (a.s)’ın yolunda savaşmaya hazırdılar.

Ama İmam (a.s) akşam ve yatsı namazlarından sonra yüksek bir yere çıkarak uzun bir hutbe irat ettiler; hutbesinde bir takım öyle sözlere değindiler ki, İmam (a.s)’ın ordusuna makam ve dünya malı için katılan kimseleri büyük bir korku sardı. Bütün mekatil kitapları, İmam (a.s)’ın şöyle buyurduğunu yazmışlardır:

“Buraya hükümet ve riyaset düşüncesi ile gelenler bilsinler ki, yarın burada olan herkes öldürülecektir. Onlar benden başka kimseyi istemiyorlar. Ben biatimi sizlerden kaldırdım. Gecenin karanlığından yararlanarak kalkın gidin.”

Daha İmam (a.s)’ın sözleri bitmeden herkes kalkıp gitti; geriye sadece 42 kişi kaldı. O kırk iki kişinin 18’i Ben-i Haşim’den 24’ü ise İmam Hüseyin (a.s)’ın öteki ashabıydı. Gece yarısından sonra düşman ordusundan 30 kişi İmam Hüseyin (a.s)’ı arkadan vurmak için geldiler. İmam (a.s) o arada Kur’ân okuyordu. Onlar, İmam (a.s)’ın bu Kur’ân okuyuşu karşısında öyle etkilendiler ki, tevhid ordusuna katılıp İmam (a.s)’ın safına geçtiler. Onlar ile birlikte hakkın kurbanları 72 kişiye ulaştı. Onların da çoğu zahit, abid ve Kur’ân karisiydiler.

Bütün bunlar, İmam (a.s)’ın makam düşkünü ve hilafet peşinde olmadığını gösteren açık delillerdir. İmam Hüseyin (a.s)’ın hedefi sadece dini ihya etmek ve İslâm’ı savunmak idi. Bunu da, bu yolda can vermekle yapmak istiyordu. Can vererek Lâ ilahe illâllah bayrağını yükseltip küfür ve fesat bayrağını yıkmayı amaçlamıştı. Çünkü dine yardım etmek bazen öldürmekle bazen de ölmek ile olur. İmam Hüseyin (a.s) da mertçe kıyam edip birçok kurbanlar vererek özellikle küçük çocuklarını kurban vererek mazlumiyetin gücüyle Beni Ümeyye’nin fesat ve zulmünün kökünü kazıdı. Öyle ki İmam Hüseyin (a.s)’ın La ilahe illallah kelimesini yüceltmek için dine büyük bir hizmet yaptığını, dost düşman herkes tasdik ve takdir etmektedir. Hatta Müslüman olmayanlar bile bunu itiraf ediyorlar.

İmam Hüseyin (a.s)’ın Mazlumiyeti Hakkında İngiliz Kadının Makalesi

19. y.y’da yazılan Fransızca bir ansiklopedide bir İngiliz bilgin kadının “Üç Şehit” adlı uzun makalesi yayınlanmıştır. O makalenin özeti şöyledir: “İnsanlık tarihinde üç kişi, hakkın yücelmesi için her fedakarlıktan daha üstün bir fedakarlık yapmıştır: Birincisi; Yunanlı hekim Sokrat’tır. İkincisi; Hz. İsa bin Meryem (a.s)’dır. (Bu kadın Hıristiyan olduğu için Hz. İsa (a.s)’ın öldürüldüğüne inanıyor, ama biz Müslümanlar onun öldürüldüğüne ve asıldığına inanmıyoruz. Çünkü Kur’ân’ı Kerim Nisa suresi 157. ayetinde açıkça şöyle buyuruyor:

“Oysa O’nu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler.”

Üçüncüsü; Müslümanların peygamberi Hz. Muhammed (s.a.a)’in torunu Hz. Hüseyin’dir.”

Daha sonra şöyle devam ediyor: “Bu üç kişinin şahadet şekline ve durumlarına bakıldığı zaman, Hz. Hüseyin’in öteki ikisinden (Sokrat ve Hz. İsa) daha önemli ve daha güçlü olduğunu herkes onaylamaktadır. Bu yüzden O’na Seyyid’üş- Şüheda denmektedir. Çünkü Sokrat ve Hz. İsa (a.s) hak yolunda sadece kendi canlarını feda ettiler. Ama Hz. Hüseyin (a.s) vatanından uzak bir çölün ortasında, kimsenin elinin ulaşamayacağı bir yerde düşmanlar tarafından kuşatıldı ve en azizlerini hak yolunda feda etti. Onların her birini feda etmek, O’nun için kendi başını vermekten daha zordu. Kendi eliyle onları düşmanın önüne göndererek bu yolda kurban etti. İmam Hüseyin (a.s)’ın mazlumiyetine en büyük delil, kundakta daha süt emen çocuğunu kurban etmesidir. Süt emen çocuğa su istemek için getirdiklerinde, o aşağılık kavim su vermek yerine onu okladılar. Dünya tarihinde böyle bir şey görülmemiştir.

Düşmanın bu hareketi, Hüseyn’in mazlumiyetini ispat etti. İşte bu mazlumiyet gücüyle, güçlü Beni Ümeyye ailesinin izzetini yok ederek onları bütün alem önünde rezil etti. O’nun ve ailesinin fedakarlıkları sonucu, Muhammed (s.a.a)’in dini yeniden hayat kazandı.”

Alman doktor Martin, Fransız doktor Joseph vb.. gibi Avrupalı tarihçilerin hepsi, yazdıkları tarih kitaplarında Seyyid’üş- Şüheda Hz. Hüseyin (a.s)’ın kıyam ve fedakarlıklarının İslâm dinini canlandırdığını ve Beni Ümeyye’nin zulüm ve küfrüne engel olduğunu onaylamaktalar. Eğer O’nun bu kıyamı olmasaydı, Beni Ümeyye tevhid dininin esasını tamamıyla ortadan kaldıracak ve alemde Allah, Peygamber, din ve şeriat adına hiçbir şey bırakmayacaklardı.

İstenen Sonuç ve Gerçeğin Ortaya Çıkması

Arz ettiklerim sözlerin neticesi şudur ki; insaflı dost ve düşman herkes, Hz. Seyyid’üş- Şüheda’nın (ruhlarımız ona feda olsun) kıyam ve savaşını, din için yapılan bir kıyam ve savaş olarak kabul etmekteler.

Bu bakımdan, İmam Hüseyin (a.s)’ın Şiaları, matem tutanları ve ziyaretçileri, O’nun Yezid’e karşı çirkin işler işlediğinden dolayı savaştığını duyunca, O Hazretin haram ve çirkin olan işlerin yapılmasına razı olmadığını anlıyorlar. İşte bundan dolayı Şialar, İmam Hüseyin (a.s)’ın sevmediği çirkin işlerden uzak durup yapılması farz olan amelleri titizlikle yerine getirmeye çalışıyorlar.

Şialar, İmam Hüseyin (a.s)’ın onca büyük musibet ve belalara rağmen Aşura günü -ki dünya tarihinde böyle bir şey görülmemiştir- namazını terk etmediğini, hatta öğle namazını cemaatle kıldığını duyunca ve tarih kitaplarında okuduklarında, İmam (a.s)’ın sevgisini kazanmak için farzları, hatta sünnetleri ciddiyetle yerine getirmeye gayret gösteriyorlar. Zira İmam (a.s)’ın sevgisini kazanmak, Allah’ın sevgi ve rızasını kazanmak demektir.

İmam Hüseyin (a.s)’ın kıyamının, bir makam elde etmek için gerçekleştiğini zanneden sizin gibi beyler, yanılmakta veya mugalata yaparak gerçeği saptırmak istiyorlar. Böylesi hadisler, sizin düşüncenizin aksine Şiaların ruhunu güçlendirip onları amele sevk ediyor. Özellikle bu konu genişçe anlatılır ve İmam (a.s)’ın şahadetinin felsefesi güzelce beyan edilirse, çok iyi sonuçlar doğurur.

Nitekim bizim kendimiz, sürekli böyle güzel neticelere şahit olmuşuz. Zira her yıl Muharrem ayında, halkın yas elbiseleri giyerek İmam Hüseyin (a.s)’ı anma merasimlerine kalabalık bir şekilde katılmaları ve alimlerin İmam (a.s)’ın kıyamının felsefesini açıklamaları neticesinde, şeytanın hilelerine aldanmış olan birçok gençler, İmam (a.s)’ın vücudunun bereketi ile tövbe edip doğru yola gelerek günahları terk ediyor ve gerçek Şiaların safına katılıyorlar.

(Söz buraya ulaştığında, toplantıda bulunanların çoğunun gözlerinden yaşlar akmaya başladı, meclise büyük bir sessizlik hakim oldu. Biz de bu oturumu sona erdirmek istiyorduk.)

Nevvab: Kıble sahip! Gerçekten bizi çok etkilendirdiniz. Resulullah (s.a.a)’in reyhanı olan çok fedakar insanı kısa süre içerisinde güzel bir şekilde anlattınız bizi minnettar ettiniz, ceddiniz Resulullah (s.a.a) size karşılık versin. Şu anda burada herkesin İmam Hüseyin (a.s) için üzüldüğünü görüyorum. Bizi yararlandırdığınızdan dolayı Allah sizden razı olsun, sizi kendi lütuf ve rahmetine ulaştırsın.

Şimdiye kadar körü körüne başkalarının etkisinde kalıp o mazlum mevlanın ziyaretine gidemedik ve matem meclislerinde bulunamadık. Bu yüzden söylediğiniz faydalardan da mahrum kaldık. Bunun nedeni ise hatalı tebliğler, yersiz taassuplardan başka bir şey değildir. Bize diyorlar ki; O mevlayı ziyaret etmek ve O’nun matem meclislerinde bulunmak bidattir. Gerçekten ne de güzel bir bidattir! İnsanı uyandırıyor, marifet sahibi ediyor. Peygamber’in Ehl-i Beytinin hakikatini ve İslâm’a hizmet edenleri insana tanıtıyor.

Ziyaretin Sevap ve Faydaları

Davetçi: Peygamber (s.a.a)’in pâk Ehl-i Beytinin matem meclisleri ve onların kabirlerini ziyaret etmenin bidat olmasıyla ilgili söylediğiniz sözlere gelince; kesinlikle o sözler Havariç ve Nasibilerden kaynaklanmıştır; alimleriniz de düşünmeksizin onlara uymuşlardır. Halbuki bidat; Allah’tan, Peygamberden ve Kur’ân’ın eşiti olan Peygamberin Ehl-i Beytinden gelmeyen her emirden ibarettir.

İmam Hüseyin (a.s)’a ağlamak ve O Hazreti ziyaret etmek hakkında Şiaların kitaplarının yanı sıra, sizin de güvenilir kitaplarınızda ve her iki fırkanın büyük alimlerinin yazdığı maktellerde, pek çok hadisler nakledilmiştir. Onların bazılarına daha önce değindik. Şimdi, zamanın darlığını göz önüne alarak, bütün mekatil ve muteber hadis kitaplarında, İmam Hüseyin (a.s)’ı ziyaret etme hakkında nakledilen meşhur bir hadisi nakletmekle yetiniyorum:

“Bir gün Resulullah (s.a.a) Ümm’ül- Muminin Aişe’nin evindeydi. Bu arada İmam Hüseyin (a.s) geldi. Peygamber (s.a.a), onu kucağına alarak o kadar onu öpüp kokladı ki, sonunda Aişe (dayanamayarak) şöyle dedi: “Anam, babam sana feda olsun! Hüseyin’i ne kadar seviyorsun?”

Peygamber (s.a.a); “Onun ciğerimin parçası ve reyhanım olduğunu bilmiyor musun?” buyurarak ağladı.

Aişe, ağlamasının nedenini sorunca, Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular: “Beni Ümeyye’nin, Hüseynime vuracakları kılıç ve mızraklarının yerini öpüyorum.”

Aişe: “Onu öldürecekler mi?” diye sordu.

Peygamber (s.a.a): “Evet; susuz ve aç olarak şehit edecekler. Benim şefaatim kesinlikle onlara yetişmeyecektir. O’nun şahadetinden sonra O’nu ziyaret edenlere ne mutlu!”

Aişe: “Ya Resulellah! Onu ziyaret edenin sevabı ne kadar olacak?”

Peygamber (s.a.a): “Benim bir haccım kadar.”

Aişe şaşırarak: “Sizin bir haccınız kadar mı?”

Peygamber (s.a.a): “Benim iki haccımın sevabı kadar.”

Aişe daha da şaşırınca, Peygamber (s.a.a): “Benim dört haccımın sevabı kadar.” buyurdular.

Resulullah (s.a.a) İmam Hüseyin (a.s)’ı ziyaret edenlerin sevabını durmadan artırıyordu. Aişe ise bu sevaplar karşısında şaşkın kalıyordu. Sonunda Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “Aişe! Kim benim Hüseyin’imi ziyaret ederse, Allah Teala benim doksan hac ve doksan umremin sevabını o ziyaret edenin amel defterine yazar.” Artık Aişe bir şey demeyip sustu.

Beyler, Allah aşkına insafla hüküm verin. Resulullah (s.a.a)’in önemle tavsiye ettiği böyle bir ziyaret bidat mıdır? İmam Hüseyin (a.s)’ın kabrinin ziyareti ve O’nun matem merasimlerine gitmekle muhalefet eden ve buna bidat diyen kimse, kesinlikle Hz. Peygamber ve O’nun Ehl-i Beyti (a.s) ile düşmanlık etmektedir.

Ehl-i Beyt İmamlarının Kabirlerini Ziyaret Etmenin Faydaları

Masum İmamların kabirlerini ziyaret etmenin manevi faydaları ve uhrevi (ahiret) sevaplarının yanı sıra, dünyevi yararları da vardır. Çünkü bu ziyaretler insanlara canlılık kazandırarak birçok ibadeti yerine getirmelerine sebep oluyor. Düşünebilen herkes bundan nasipsiz kalmak istemiyor.

Eğer bu mukaddes yerlerin ziyaretine gidecek olursanız, kendi gözlerinizle oraların insanlarla dolup taştığını görürsünüz. Gece gündüz -birkaç saat dışında- o mekanlar açık olup ziyaret edilmektedirler. Açık olmayan süre içerisinde ise oraların temizliği yapılır ve orada çalışanlar istirahat ederler.

Ziyaretçilerin hepsi, farz ve sünnet namazlar kılmak, Kur’ân okumak, zikir ve dua etmek gibi çeşitli ibadetlerle meşgul olurlar. Kendi şehir ve vatanlarında farzların dışındaki ibadetlerini yerine getiremeyenler, sabah ezanından iki saat önce, Allah’a ibadet eder, Kur’ân okur ve Allah korkusundan ağlarlar. Bunları orada adet edinip şehir ve vatanlarına döndüklerinde de aynı ibadetlere devam eder, günah işlemez, sünnet ve kaza namazlarını büyük bir istekle yerine getirirler.

Acaba, birçok amelin yerine getirilip insanların çeşitli ibadetlerle meşgul olmasına sebep olan bu ziyaretler bidat mıdır?

Her gün, sabah, öğle ve akşam olmak üzere en az üç defa, her defasında en az iki-üç saat namaz, dua, Kur’ân ve zikirler okumakla Allah’ın rahmet ve lütfunu kazanmaya çalışıyorlar.

Eğer masum İmamların (Allah’ın rahmeti onların hepsinin üzerine olsun) ziyareti, bu çeşit ibadetlere sebep olma faydası dışında, diğer herhangi bir faydası olmasaydı bile, sırf bunun için Müslümanların ziyarete teşvik edilmesi uygun olurdu. Kendi şehirlerinde dünyevi işler ile meşgul olmaktan dolayı fazla ibadet edemeyenler, bu vesileyle, bütün mutluluk ve saadetlerin temeli olan Rableriyle ilişkilerini sağlamlaştırarak maneviyat elde etmiş oluyorlar.

Siz, Ehl-i Sünnet şehirlerinde, ister alim, ister cahil herkesin, yirmi dört saat boyunca sürekli ibadetle meşgul olduğu -camilerin dışında- mukaddes bir yer gösterebilir misiniz? Camilerde de halk sadece namaz kılıp hemen dağılıyorlar. Bağdat’ta Şeyh Abdulkadir Giylani ve Muazzam’da İmam Ebu Hanife’nin kabirlerinin olduğu mekanlar ise her zaman kapalı olup sadece namaz vakitleri açık oluyorlar. Orada da birkaç kişi gelip namazlarını kılıyor, sonra da hemen dağılıp gidiyorlar.

Ama Şia’nın iki hak İmamının -yani İmam Ali Naki ile İmam Hasan Askeri’nin- kabirlerinin bulunduğu ve bütün halkı, hatta türbelerin hizmetçileri bile Sünni olan Samerra şehrinde, şafak vakti olunca, türbelerin kapıları, ziyaretçi ve ilim ehli olan talebelerin izdihamından dolayı zor açılıyor. Sünnilerden, -ister alim olsun ister cahil- hiçbir kimsenin orada bulunan caminin bir köşesinde ibadetle meşgul olduğunu görmedim. Hatta o hadimler bile o kapıları açtıktan sonra gidip yatıyorlar. Oysa Şialar haremde büyük bir şevk ile ibadetle meşgul oluyorlar. Bu mukaddes yerlerin Şialara kazandırdığı eser ve bereketler işte bunlardır.

Allah nasip eder Irak’a giderseniz, orada birbirinden iki fersah uzaklığı olan iki şehir göreceksiniz. O iki şehir Kazimeyn ve Bağdat’tır. Kazimeyn; Şiaların merkezi olup İmam Musa bin Cafer (a.s) ve İmam Muhammed bin Ali el-Cevad (a.s)’ın kabirlerinin olduğu yerdir. Bağdat ise Ehl-i Sünnetin merkezi olup Şeyh Abdulkadir Giylani ve sizin imam A’zamınız Ebu Hanife’nin kabirlerinin olduğu yerdir.

Biraz dikkat edecek olursanız, Şiaların hak İmamlarının yüce hedeflerini anlamakta güçlük çekmezsiniz. Kazimeyn halkı, masum İmamların kabirlerinin bereketi ve o iki nurlu kabirin ziyareti aşkından dolayı akşam erken yatıp sabah ezandan önce kalkarak büyük bir şevk ile (türbelerin bulunduğu yere giderek) ibadete koyulurlar. Evleri Kazimeyn’de, dükkanları ise Bağdat’ta olan birçok Şia tüccar da, sabahları ibadetlerini orada yapıp sonra işleri için Bağdat’a giderler. Ama Bağdat halkı, gaflet uykusuna dalıp günah ve ayyaşlıkta gark olmuşlardır!

Nevvab: Doğrusu, şimdiye kadar araştırmadan körü körüne bazılarının sözüne inanıp onların peşinden gittiğim için kendime lanet etmek istiyorum. Birkaç yıl önce buradan bir kafile Bağdat’a gidiyordu. Ben de onlar ile imam Azam Ebu Hanife ve Şeyh Abdulkadir’in (r.z) ziyaretlerine gittim. Bir gün de Kazimeyn’i gezmeye gideyim dedim. Gidip döndüğümde arkadaşlarım bana çok kızdılar.

Gerçekten çok ilginçtir; nasıl oluyor da, Resulullah (s.a.a)’den herhangi bir hadis olmadığı halde Muazzam’da imam A’zam’ın, Bağdat’ta Şeyh Abdulkadir’in, Hindistan’da Nizamuddin’in veya Mısır’da Şeyh Ekber Mukbiluddin’in ziyaretleri câiz oluyor, ama Resulullah (s.a.a)’in reyhanı olan ve Allah yolunda fedakarlık eden Hüseyin (a.s)’ın ziyareti bidat oluyor?! Halbuki Peygamber (s.a.a) Hz. Hüseyin’i ziyaret etmenin o kadar çok sevabı olduğunu beyan buyurmuştur. Akıl da bunu kabul ediyor!

Şu an kesin karar aldım ki, eğer sağ kalırsam inşaallah bu yıl Allah’ın rızasını kazanmak için Resulullah (s.a.a)’in aziz evladı Şehit Hüseyin’in ziyaretine gideceğim. Allah’tan geçmişte yaptıklarımızın bağışlamasını diliyorum. Bu gece üzüntülü olarak huzurunuzdan ayrılıyorum. İnşallah yarın akşam görüşürüz.