ANASAYFA

SEKİZİNCİ OTURUM (2. Kısım)

Taassup İnsanı Kör Ediyor,,,,
Ehl-i Sünnet Alimleri de "Hezeyan" Kelimesini Söyleyenin Risalet Makamına İnanmadığını İtiraf Etmekteler
İslam'da Peygamber (s.a.a)'in Huzurunda Çıkarılan İlk Fitne
Özrü Kabahatinden Daha Kötü
Kutbuddin Şirazi'nin Ömer'in Sözlerine İtiraz
Ebu Bekir'in Ölüm Anındaki Vasiyetine Engel Olunmaması
Büyük Musibet, Ölüm Anında Peygamber'e Hakaret ve Hidayeti Göstermesine Engel Olmak
Altı Aylık Çocuk Doğuran Kadın Hakkında Hz. Ali'nin Verdiği Hüküm
Ebu Bekir'in Fedek'i Fatıma'ya Geri Vermesi ve Ömer'in Buna Engel Olması
Halifelerin Fedek'i Fatıma (a.s)'ın Evlatlarına Geri Vermesi
Ömer Bin Abdulaziz'in Fedek'i Geri Vermesi
Abdullah, Mehdi ve Memun'un, Fedek'i Fatıma Evlatlarına Geri Vermesi
Fedek'in Bağış Olduğunun İspatı
Muhaliflerin; "Ebu Bekir Şehadet Ayeti Gereği Amel Etti" Sözünün Cevabı
Mütesarrıftan Şahit istemek Şeriata Aykırıdır
Zu'ş- Şehadeteyn Olan Huzeyme
Fatıma'nın Şahitlerinin Red Edilmesi
Ayette Geçen Sadıklardan Maksat Hz. Peygamber'le Hz. Ali'dir
Hz. Ali (a.s) Sıddıkların En Üstünüdür
Ali, Hak ve Kur'an İledir
Ali'ye İtaat, Allah'a ve Peygamber'e İtaattir
Cabir Olayı ve Ona Mal Bağışlanması, Akıl Sahiplerinin İbret Almasına Sebep Olmaktadır
Tathir Ayetinin Nüzulü Hakkında Eleştiri
Tathir Ayeti'nin Hz. Peygamber'in Eşleri Hakkında Nazil Olmadığının İspatı ve Eleştirinin Cevabı
Peygamber (s.a.a)'in Eşleri Ehl-i Beyt'ten Değildir
Tathir Ayetinin Ehl-i Beyt Hakkında Nazil Olduğunu Beyan Eden Ehl-i Sünnet Kaynaklı Rivayetler
Fatıma (a.s)'ın Hariresi İle İlgili Ümmü Seleme'nin Hadisi ve Tathir Ayetinin İnişi
Ehl-i Beyt'tin Humus Hakkından Mahrum Kılınması
Allah-u Teala Ali'yi Peygameber'in Şahidi Kılmıştır
Hz. Ali'yi İncitenleri Kınayan Rivayetler
Hz. Fatıma (a.s) Son Nefesine Kadar Ebu Bekir ve Ömer'den Razı Olmadı
Fatıma'yı İncitmek, Allah'ı ve Peygamber'i İncitmektir
Ebu Cafer İskafi'nin Muaviye'nin Zamanındaki Rivayetlerin Uyduruk Olmasına Dair Beyanı
Hz. Fatıma'nın Gazabını Eleştiri ve Onun Yanıtı
Fatıma'nın Kalbi ve Tüm Azası İmanla Dolu İdi
Fatıma'nın Gazabı Dini İdi
Fatıma'nın Sessiz Kalması Razı Olduğundan Dolayı Değildi
Hz. Ali Hilafeti Döneminde İstediği Her Şeyi Yapabilme Gücüne Sahip Değildi
Hz. Ali'nin Teravih Namazının Cemaatla Kılınmasını Yasaklaması
Ebu Bekir ve Ömer'in Hz. Fatıma'yı Ziyaret Etmesi
Fatıma'nın Gece Yarısı Defnedilmesi
Fatıma'nın Dertleri Kıyamete Kadar İçler Acısıdır

 

Taassup İnsanı Kör Ediyor

Davetçi: Bütün edebiyatçılar, müfessirler ve özellikle de büyük alimleriniz, örneğin; İbn-i Esir Cami’ul- Usul’da, İbn-i Hacer Şerh-u Sahih-i Buhari’de, Sahih yazarları ve diğerleri de bu kelimenin hezeyan etmek manasına geldiğini kabul etmişlerdir. Evet beyler insan apaçık gerçekleri açıkça görebilmek ve yersiz savunmaya kalkışmamak için bağnazlık ve inattan uzak durmalıdır.

Acaba Kur’ân-ı Kerim’in; “O’na Resulullah (s.a.a) ve Hatem’ul- Enbiya deyin” emrine rağmen, “bu adam hezeyan ediyor” diyerek Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in makamını küçük düşüren bu insan Kur’ân-ı Kerim ve edebe aykırı davranmamış mıdır? Halbuki bilindiği gibi Peygamber (s.a.a) son nefesine kadar nübüvvet ve ismet makamından ayrılmamıştır. Özellikle de tebliğ ve doğru yola erişme yolunda hezeyana kapılmamıştır. Bunun aksini iddia eden ise onu tanımamış ve iman etmemiştir.

Şeyh: Acaba Ömer gibi birine tanımazlık ve imansızlık isnadında bulunmak doğru mudur?

Davetçi: Evvela; neden Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e; “Bu adam hezeyan ediyor” denildiğini duyduğunuzda rahatsız olmadınız? Halbuki her Müslüman bunu duyduğunda rahatsız olmalıdır. Ama bilindiği gibi nihai makamı sadece Resulullah (s.a.a)’in ashabı olmaktan ibaret olan ve sonraları sıradan insanlar tarafından başa geçirilen birine karşı bir laf söylendiğinde hemen rahatsız oluyorsunuz. Oysa bu söz benim düşüncem de değildir, akıllı ve bilgili her insan (nerede kaldı ki güzel kalpli ve temiz fıtratlı Müslümanlar) bu olayı duyunca; “İman etmiş olan bir insan, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e böyle söylemez” diye düşünmektedir.

Ehl-i Sünnet Alimleri de “Hezeyan” Kelimesini Söyleyenin Risalet Makamına İnanmadığını İtiraf Etmekteler

Nitekim Kadı Ayyaz Şafii Kitab’uş- Şifa’da, Kirmani Şerh-i Sahih-i Buhari’de, Nevevi Şerh-i Sahih-i Müslim’de ve birçok insaflı alimleriniz kendi kitaplarında şöyle demişlerdir: “Bu sözü her kim söylemişse, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e iman etmemiş ve O’nun yüce risalet makamını tanımamıştır. Zira mezhep imamlarına göre Peygamberler insanları doğru yola eriştirme ve irşat etme makamında gayb alemiyle irtibat halindedirler. Dolayısıyla sağlığında da hastalık halinde de emirlerine itaat edilmesi icap eder. Dolayısıyla O Hazrete böylesine küstahlıkla muhalefet etmek, O’nun büyük makamını tanımamaktır.”

İslam’da Peygamber (s.a.a)’in Huzurunda Çıkarılan İlk Fitne

Ömer’in fitne ve nifak yarattığını söyleyen sadece ben değilim. Bizzat insaf sahibi alimleriniz de bunu tasdik etmişlerdir. Nitekim büyük alim Hüseyin Meybudi Divan şerhinde şöyle diyor: “İslâm’da vuku bulan ilk fitne, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in huzurunda vuku buldu. Peygamber (s.a.a) hasta yatağında vasiyet etmek isteyince, Ömer ona engel oldu ve böylece Müslümanların arasında fitne ve ihtilaf çıkmasına sebep oldu.”

Şehristani de Milel ve Nihel kitabının dördüncü mukaddimesinde şöyle diyor: “İslâm’da vuku bulan ilk hilâf, Ömer’in, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in kağıt kalem isteyerek vasiyet yazmasına mani olmasıdır.” İbn-i Ebi’l- Hadid de Nehc’ul Belağa Şerhi’nin c. 2 s. 563’ünde bu manaya işaret etmiştir

Şeyh: Eğer Ömer bu sözü söylemişse de saygısızlığından söylememiştir. Bunlar insanın bedensel bir özelliğidir ki insan hastalanınca hezeyana kapılır ve bu durumda Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ile diğer insanlar arasında hiçbir fark yoktur.

Davetçi: Sizin de bildiğiniz gibi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in özel sıfatlarından biri ismet (masumiyet)tir; ki ölünceye kadar Peygamber (s.a.a)’den ayrılmaz. Özellikle de insanları irşat ve doğru yola hidayet etme makamında; “Sizin sapıklığa düşmemeniz için size bir şeyler yazmak istiyorum” deyince...

Dolayısıyla doğru yola hidayet etme ve irşat makamında olduğu için de ismet makamındaydı ve Allah-u Teala ile irtibat halindeydi. Nitekim Kur’ân şöyle buyuruyor:

“Peygamber heva heves üzere konuşmaz, o (söz) vahy edilen bir vahiydir.”

Hakeza: “Resulün size verdiklerini alın.”

Hakeza: “Allah’a ve Resulüne itaat edin.”

Bu ve benzeri ayetler sizlere gerçekleri göstermektedir. Dolayısıyla bilmeniz icap eder ki ümmetin hidayeti için istenilen kağıt ve kaleme engel olmak Allah-u Teala’ya muhalefettir.

Şüphesiz hezeyan kelimesi açıkça bir sövüştür; “bu adam” tabiri de apaçık bir ihanettir. Lütfen insaflı olunuz. Eğer birisi bir topluluk arasında size işaret ederek; “bu adam hezeyan ediyor” derse, ne düşünürsünüz?! Üstelik bizler masum da değiliz, hezeyana da kapılabiliriz. Size söylenen bu lafı edep ve saygı mı kabul edersiniz, yoksa ihanet ve hakaret mi?

Eğer edepsizlik ve saygısızlık sayarsanız, Peygamber’e nispet daha büyük edepsizlik ve saygısızlıktır. Dolayısıyla Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e bu lafı söyleyenden uzak durmak, her Müslümanın görevidir.

Halbuki Allah-u Teala Kur’ân’da apaçık Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i, Resulullah ve Hatem’un- Nebiyyin olarak anmaktadır.

Lütfen sevgi, nefret ve bağnazlığı bir kenara bırakın. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i Resulullah ve Hatem’un- Nebiyyin diye çağırmayan, O’na saygı göstermeyen ve hatta; “bu adam hezeyana kapılmış” diyen birisi hakkında akıl ve insafınız neyi hükmetmektedir?

Şeyh: Faraza ki hata yapmıştır, Peygamber (s.a.a)’in halifesi olduğu hasebiyle dini korumak için içtihatta bulunmuştur. Dolayısıyla af edilebilir bir şeydir.

Davetçi: Evvela; Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in halifesi olduğu için içtihatta bulunduğunu söylemekle haksızlık ediyorsunuz. Zira Ömer bu lafı söyleyince halife değildi. Hatta hilafet rüyasını bile görmemişti. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) vefat edince hızlı bir şekilde bildiğiniz bir yolla Ebu Bekir halife seçildi. Sonraları da tehdit, öldürme, evini ateşe verme ve benzeri yollarla herkes teslim olmaya zorlandı. Bundan iki yıl üç ay gibi bir süre sonra Ebu Bekir ölüm anında Ömer’i halife tayin etti.

İkinci olarak; halifenin içtihatta bulunduğunu söylemekle ilginç bir beyanda bulundunuz. Nass karşısında içtihatta bulunmanın manası yoktur; bu affedilmeyecek bir hatadır.

Üçüncü olarak; dini korumak için engellediğini söylemeniz de çok ilginçtir. İlim ve insafınız bağnazlığınızın esiri olmuştur!

Beyler, dini korumak Resulullah (s.a.a)’in görevi mi, yoksa Ömer bin Hattab’ın mı? Acaba Resulullah (s.a.a) gibi biri, ümmet için yazmak istediği bir vasiyetin yazılmasının dine aykırı olup olmadığını bilmiyor da Ömer bin Hattab mı biliyor ki dini korumak için o vasiyetin yazılmasına engel oluyor?! Aklınız bunu kabul ediyor mu? Ey basiret sahipleri ibret alın!

Siz de biliyorsunuz ki, dinin zaruriyatı hususunda hata etmek affedilmeyecek büyük bir hatadır.

Şeyh: Her halde Ömer (r.z), Resulullah (s.a.a)’in bir şey yazmasından ihtilaf çıkacağını anlamıştı. Bu yüzden Peygamber (s.a.a)’in yararını umarak kağıt ve kalem getirilmesine mani oldu.

Özrü Kabahatinden Daha Kötü

Davetçi: Özrü kabahatinden daha büyük bir şey söylediniz. Değerli büyük üstadım Hacı Şeyh Muhammed Ali Kazvini şöyle diyordu: “Bir hatayı düzeltmek isterlerken yüz hata yapıyorlar.” Aynen siz de halifenin apaçık bir hatasını savunmak için birçok hatalara düşüyorsunuz.

Söylediklerinizden anlaşıldığı üzere sanki Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ismet ve gayb alemiyle irtibat makamına sahip olduğu halde- ümmetin doğru yola erişme ve irşadı hususunda haşa sanki ümmetin salahını ve zararını düşünemiyordu da dolayısıyla Ömer Peygamber (s.a.a)’in hayrını düşünüyordu! Eğer alicenabınız şu ayet hakkında:

“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşersiniz.”[1] iyice düşünecek olursanız, kesinlikle sözünüzü geri alacak ve Ömer’in yaptığı şeyi anlayacaksınız. Zira Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emrine uymamak, vasiyetine engel olmak ve hezeyana kapıldığını söylemek, Peygamber (s.a.a)’i oldukça rahatsız etmiş ve dolayısıyla onları yanından dışarı çıkartmıştır.

Şeyh: Halifenin Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in iyiliğini düşündüğü, “Allah-u Teala’nın kitabı bize yeter” sözünden anlaşılmaktadır.

Davetçi: Aksine bizzat bu söz, Kur’ân’ı iyi bilmemenin veya kasten Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i incitmenin ve arzularına muhalif olan işleri engellemek istemenin göstergesidir. Zira eğer Kur’ân hakkında yeterli bir bilgiye sahip olmuş olsaydı, Kur’ân-ı Kerim’in tek başına işlerin idaresi için yeterli olmadığını anlardı. Çünkü Kur’ân, ahkamın külliyatını beyan edip detayını bir açıklayıcıya havale eden mücmel ve mucez olan sağlam bir kitaptır.

Kur’ân’daki o mücmel ve kulli hükümlerin de nasih, mensuh, muhkem, müteşabih, genel, özel, mutlak, mukayyet, mücmel ve müevvel olanları vardır. Sıradan bir insanın, İlahi bir feyiz ve rabbani bir açıklayıcının açıklaması olmaksızın az lafızlı ve çok manalı bir kitap olan Kur’ân’dan istifade etmesi nasıl mümkün olabilir?

Bundan da öte, eğer Kur’ân tek başına yeterli olmuş olsaydı o halde neden Kur’ân; “Resulün verdiğini alın ve nehy ettiğinden sakının.” diye buyuruyor?

Hakeza şöyle buyuruyor: “Onu Resule veya kendilerinden olan emir sahiplerine götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi.”[2]

Dolayısıyla Kur’ân tek başına yeterli değildir. Kur’ân-ı Kerim’in gerçek müfessirleri olan Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’nin açıklayıcı beyanları da gereklidir.

Nitekim Şii ve Sünni’nin üzerinde ittifak etmiş olduğu üzere Peygamber-i Ekrem (s.a.a) önemine binaen defalarca, hatta ölüm döşeğinde bile şöyle buyurmuştur:

“Sizlere iki değerli emanet bırakıyorum: “Kur’ân-ı Kerim ve İtretim olan Ehl-i Beytimi. Bunlar havuzun başında yanıma gelinceye kadar birbirlerinden asla ayrılmazlar. Onlara sarılacak olursanız kurtulur ve ebedi olarak sapıklığa düşmezsiniz.”

Sizin gibi zeki insanların neden düşünmediğine şaşıyorum. Halbuki bilindiği gibi Kur’ân hükmü gereği de; “Peygamber heva heves üzere konuşmaz, söylediği her şey kendisine vahy edilmektedir.” Dolayısıyla bizzat Kur’ân kendisini ümmetin kurtuluş ve doğru yola erişmesi için yeterli görmüyor ve beyan makamında Ehl-i Beyt’le iç içe olduğunu ifade ediyor. Nitekim Peygamber-i Ekrem (s.a.a) de, Kur’ân-ı Kerim ve Ehl-i Beyt’e uyulduğu takdirde ümmetin sapıklığa düşmeyeceğini açıkça beyan etmiştir. Ama Ömer, Kur’ân-ı Kerim’in tek başına yeterli olacağını söylüyor.

Lütfen insaflı olunuz ve hak üzere hüküm veriniz. Bir taraftan Allah-u Teala’nın elçisi Kur’ân-ı Kerim ve Ehl-i Beyt’e sarılmak gerektiğini, bunların birbirinden ayrılmayacağını ve uyanlara doğru yola erişme vesilesi olacağını beyan ediyor; diğer taraftan da Ömer Kur’ân-ı Kerim’in tek başına yeterli olduğunu, Ehl-i Beyt’i, hatta Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in yazılı hadislerini kabul etmediğini bile açıkça beyan ediyor.

Bunlardan hangisine uymak farzdır? Şüphesiz akıl sahibi hiçbir insan, Allah-u Teala ile irtibat halinde olan Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i bir kenara bırakıp Ömer’i kabul etmek gerektiğini söyleyemez.

Sizler neden Ömer’in sözünü tutup Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in sözünü bir kenara attınız? Eğer gerçekten Kur’ân tek başına yeterli oldaydı Kur’ân şöyle buyurur muydu?: “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.”[3]

Görüldüğü gibi Kur’ân “Zikir ehli”ne sorulmasını emrediyor. Bu ayetteki “Zikir ehli” Peygamber-i Ekrem ve O’nun tertemiz Ehl-i Beyti’dir.

Nitekim önceki gecelerde arz ettim ki, sizin Suyuti gibi birçok büyük alimleriniz, bu ayetteki “Zikir ehli”nden maksadın Kur’ân-ı Kerim’in dengi olan Ehl-i Beyt (a.s) olduğunu beyan etmişlerdir.

Lütfen sözlerimize kötü gözle bakmayın ve sadece bizim bu sözleri eleştirdiğimizi zan etmeyin. İnsaf sahibi büyük alimleriniz de Ömer’in bu sözlerini eleştirmekteler.

Kutbuddin Şirazi’nin Ömer’in Sözlerine İtirazı

Nitekim büyük alimlerinizden olan Kutbuddin Şafii Şirazi, Keşf’ul- Ğuyub’da şöyle diyor:

“Açıktır ki kılavuzsuz yolu bulmak mümkün değildir. Ömer’in; ‘Allah’ın kitabı aramızdadır, kılavuza ihtiyacımız yoktur’ şeklindeki sözüne şaşırıyorum. Ömer’in bu sözü; tıp kitapları yanımızdadır, doktora ihtiyacımız yoktur söyleyen kimsenin sözü gibidir. Şüphesiz ki bu söz yanlıştır ve kabul edilemez. Zira herkes tıp kitaplarından anlayamaz ve mutlaka o ilmi bilen bir tabibe başvurması icap eder.

Kur’ân-ı Kerim de böyledir; kendi fikriyle Kur’ân’dan istifade edemeyenler de, Kur’ân ilmine sahip olanlara müracaat etmelidirler. Nitekim Kur’ân açıkça şöyle buyuruyor:

“Onu Resule veya kendilerinden olan emir sahiplerine götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi.”[4]

Gerçek kitap ilim ehlinin göğsüdür. Nitekim Kur’ân da şöyle buyuruyor:

“Hayır o (Kur’ân), kendilerine ilim verilenlerin sinelerinde (yer eden) apaçık ayetlerdir.”[5]

Bu yüzden Hz. Ali (a.s) da şöyle buyurmuştur:

“Ben Allah-u Teala’nın konuşan kitabıyım, bu Kur’ân ise Allah-u Teala’nın susan kitabıdır.” (Kutbuddin’in sözünün sonu.)

Dolayısıyla insaf, ilim, akıl ve bilgi sahibi herkes, Ömer’in lafını reddetmekte ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in vasiyetine engel olmakla çok büyük bir zulüm işlediğini tasdik etmektedir.

Ebu Bekir’in Ölüm Anındaki Vasiyetine Engel Olunmaması

Sizin defalarca; “Ebu Bekir ve Ömer’in vasiyeti engellenmemiştir.” dediğiniz söze gelince; Bu doğrudur, işte bundan dolayı bu çok ilginç ve hayret vericidir. Bütün tarihçi ve hadisçilerin yazdığına göre, Ebu Bekir ölmek üzereyken Osman bin Affan’a şöyle dedi: “Dediklerimi yaz ve bu benim halka olan vasiyetimdir...” Osman da Ebu Bekir’in dediği her şeyi yazdı.

Ömer ve başkaları da orada hazır bulunuyordu, hiç kimse onun vasiyet yazdırmasına mani olmadı; özellikle de Ömer, ne hikmetse; “Bize Allah’ın kitabı yeter, Ebu Bekir’in vasiyetine ihtiyacımız yoktur.” demedi.

Ama bilindiği gibi “Allah’ın kitabı bize yeter” bahanesiyle Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in vasiyetine engel oldular ve kendilerine olduğunu söylediler. Öyleyse İbret alın ey basiret sahipleri!

Biz de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e yapılan bu ihanet, küstahlık, sövmek ve ümmetin dalalete düşmemesine sebep olacak vasiyetin yazılmasına mani olmak gibi nedenlerden dolayı asla o tezgahtaki kimselere itaat edemeyiz. Akıl, ilim ve insaf ehli herkes, bütün bunların delil ve mantığa dayanmadığını, heva ve heves üzere olduğunu bilmektedir.

Büyük Musibet, Ölüm Anında Peygamber’e Hakaret ve Hidayeti Göstermesine Engel Olmak

Ümmetin alimi olan İbn-i Abbas, ağlamakta haklıydı. Hatta bütün Müslümanların kan ağlamaları gerekir. Çünkü Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in vasiyet edip ümmetin vazifesini belirlemesine engel oldular; risaletinin mükafatı olarak ömrünün son anında O Hazrete ihanet ve sövgü yağdırdılar. Vasiyet etmesine engel olmasalardı, hilafet işi daha çok açıklığa kavuşurdu, Resulullah (s.a.a)’in hilafetle ilgili önceki sözleri pekişmiş olurdu. Ama bilindiği gibi kurnaz siyasetçiler bunu anlayarak Peygamber (s.a.a)’in vasiyet yazmasına engel oldular.

Şeyh: Hz. Peygamber (s.a.a)’in hilafet hakkında bir şeyler yazdırmak istediğini nereden çıkarıyorsunuz?

Davetçi: Evvela; bilindiği gibi o zaman artık ümmetin hidayetine vesile olacak açıklanmamış ahkam ve dini kurallar baki kalmamıştı. Zira dinin tamamlandığını beyan eden ayet nazil olmuştu. Sadece 23 yıl boyunca söylediği hilafet mevzusunu yeniden açıklığa kavuşturmak istiyordu.

Nitekim imam Gazali Sırr’ul- Alemin’in kitabının 4. Makalesinde şöyle diyor: “Bana kağıt kalem getirin sorunlarınızı gidereyim ve benden sonra ona (hilafete) kimin layık olduğunu hatırlatayım.” ve özellikle de; “benden sonra asla sapmayasınız” cümlesinden ümmetin hidayetiyle ilgili şeylerin yazılacağı anlaşılmaktadır. Öte yandan ümmetin hidayeti konusunda, hilafet ve kılavuz dışında bir şeyin baki kalmadığını da biliyoruz.”

Ayrıca bilmek icap eder ki biz de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in illa da hilafet hakkında bir şeyler yazmak istediğini de ısrar etmiyoruz. Ama şüphesiz ümmetin hidayeti ve onları dalaletten kurtaracak bir takım şeyleri yazmak istediği kesindir. O halde neden engel oldular? Engellediler diyelim; o halde neden sövüp ihanet ettiler?

Göz açık, kulak açık, bu körlük!

Allah’ın göz kapatmasına şaşırıyorum!

Ey basiret sahipleri ibret alın!

Elimde olmaksızın söz çok uzadığı için özür dilerim. İçimdeki dertlerden bir kısmını sizin hatırlatmanızla bu nakıs dilimle sizlere aktarmaya çalıştım.

Bütün bunlardan anlaşıldığı üzere Hz. Ali (a.s) Hz. Peygamber (s.a.a)’in vasisi idi ve bu konuda bir takım açıklamalarda da bulunmuştur. Ama ölüm döşeğinde vasiyeti tamamlamak için onu yazmakla ümmetin vazifesini tayin etmek istiyordu. Ama siyasi oyuncular, Hazretin ne yazacağını iyice anladıklarından dolayı ihanet ve kavgayla buna engel oldular.

Özellikle hücceti tamamlamak ve şüpheleri ortadan kaldırmak için bazı hadislerde de şöyle buyurmuştur:

“Allah-u Teala Adem, Nuh, Musa ve İsa için bir vasi kıldığı gibi benim için de Ali’yi vasi kılmıştır.”

Yine buyurmuştur ki: “Ali benden sonra, Ehl-i Beytim ve ümmetim arasında benim vasimdir.”

Bütün bunlar, vasilikten maksadın hilafet olduğunu apaçık ortaya koymaktadır. O halde Hz. Ali (a.s) Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in halifesidir.

Şeyh: Bu rivayetler sahih olsalar bile mütevatir değillerdir. O halde bunları nasıl senet kabul ediyorsunuz?

Davetçi: Bize göre Kur’ân-ı Kerim’in dengi olan Ehl-i Beyt (a.s)’dan rivayet edilen rivayetler kesindir. Önceki gecelerde beyan etmiş olduğum gibi kendi alimleriniz de haber-i vahidi hüccet bilmektedirler. Dolayısıyla bundan da öte eğer bu rivayetlerde lafzı tevatür olmasa da kesinlikle manevi tevatür vardır. Vakit darlığı ve şu anda hepsini hafızamda tutamadığım için rivayet ettiğim bu birkaç rivayetten de anlaşıldığı üzere Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Hz. Ali (a.s)’ı hilafet manasında vasilik makamına tayin etmiştir.

Ayrıca bilmek icap eder ki siz tevatüre çok önem veriyorsunuz. Bize cevap vermek istediğiniz her yerde hemen tevatüre sarılıyorsunuz. O halde “Miras bırakmayız” hadisinin tevatürünü nasıl ispat edebiliyorsunuz?

Halbuki bilindiği gibi sizin dediğinize göre de bu hadisi sadece Ebu Bekir veya Evs bin Hadsan rivayet etmiştir ve birkaç hali malum menfaati olanlar da tasdik etmişlerdir.

Ama milyonlarca muvahhid ve temiz Müslümanlar bunu her zaman reddetmişlerdir. Özellikle de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in ilim kapısı olan Hz. Ali ve Kur’ân-ı Kerim’in dengi sayılan bütün Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarının inkarı bu hadisin iptali için en büyük delildir. Bunların hepsi de mantıklı delillerle bu hadisin uydurma olduğunu ispat etmişlerdir. Nitekim biz de bunlardan sadece bazısına işaret ettik.

Bu delillerin en büyüğü ise Hz. Ali ve Hz. Fatıma (a.s)’ın bizzat Ebu Bekir’in huzurunda bu hadisi inkar etmeleridir. Elbette ki ilim kapısı olan Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in vasisi Hz. Ali (a.s) bu hadisi red etmişse artık hüccet tamamlanmış ve o hadisin uydurma olduğu anlaşılmıştır.

Eğer nebilerin ve özellikle de Hatem’ul- Enbiyanın miras bırakma durumu yoksa o halde nasıl kendilerine varis tayin etmişlerdir? Nitekim önceden de söylediğim gibi bizzat Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Her nebinin bir vasisi ve varisi vardır; Ali de benim vasim ve varisimdir.”

Mali mirası olmadığı bir vasi ve varisin hiçbir manası yoktur. Eğer mali mirasın olduğunu ispat eden bunca ilmi ve akli delillere rağmen ilmi mirasın kastedildiğini beyan ediyorsanız, bu iddiamızı daha iyi ispat etmektedir. Zira Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in ilmi varisi, bu ilme sahip olmayanlardan hilafet makamına daha evla ve layıktır.

İkinci olarak; Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Hz. Ali (a.s)’ı vasi ve varisçi kılmasına, kendi alimlerinizin de rivayet etmiş olduğu rivayetlere göre Allah-u Teala’nın da Hz. Ali (a.s)’ı bu makama tayin etmesine rağmen, böyle bir hadisi nasıl olur da ihtilaf çıkmasın diye kendi vasisine söylemeyip de vasi ve varisi olmayan başkalarına açıkça söylemiş olabilir?

Çok ilginçtir, dini hükümlerde Hz. Ali bir şeye hükmedince, Ömer ve Ebu Bekir habersiz oldukları halde O’nun sözünü tasdik etmekte ve dedikleriyle amel etmekteydiler.

Nitekim alimleriniz ve tarihçileriniz Hz. Ali (a.s)’ın Ebu Bekir, Ömer ve Osman zamanında verdiği hükümleri nakletmişlerdir. Ama bilindiği gibi ne hikmetse bu hususta Hz. Ali (a.s)’ın sözünü kabul etmediler, hatta hakaret ettiler ve her akıl sahibi insanın nakletmekten utandığı kinayeli laflar söylediler.

Hafız: Halifelerin dini hükümleri bilmediklerini ve onlara Ali’nin (k.v) sürekli hükümleri hatırlattığını söylemeniz çok tuhaftır.

Davetçi: Şaşılacak bir şey yok, bütün hüküm ve kaideleri kavramak gerçekten çok zordur. Peygamber veya Peygamber’in ilim kapısı dışında normal bir insanın tüm hüküm ve bilimleri kamil bir şekilde bilmesine imkan yoktur.

Ayrıca bilmek icap eder ki, bunu sadece ben söylemiyorum, kendi alimleriniz de muteber kitaplarında nakletmişlerdir. Bizim ihanet ettiğimizi sanmasınlar diye konunun aydınlığa kavuşması için o olaylardan sadece bir örnek zikretmek istiyorum.

Altı Aylık Çocuk Doğuran Kadın Hakkında Hz. Ali’nin Verdiği Hüküm

İmam Ahmed bin Hanbel Müsned’de İmam’ul- Harem Ahmed bin Abdullah Şafii Zehair’ul- Ukba’da, İbn-i Ebi’l- Hadid Şerh-i Nehc’ul- Belağa’da, Şeyh Süleyman Hanefi Yenabi’ul- Mevedde 56. babda, Ahmed bin Abdullah, Ahmed bin Hanbel, Kal’i ve İbn-i Siman’dan şöyle rivayet ediyorlar:

“Ömer altı ayda doğum yapan bir kadını recm etmek istiyordu, bunun üzerine Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Allah-u Teala Kuran’da buyuruyor ki: “Hamilelik ve sütten kesilme süresi otuz aydır” Sütten kesilme iki yıldır, hamilelik müddeti ise altı aydır.” [6]

Bunun üzerine Ömer o kadını recm etmekten vazgeçerek şöyle dedi: “Ali olmasaydı Ömer helak olurdu.”

Aynı babda Ahmed bin Hanbel’in Menakıb’ından şöyle rivayet ediyor: “Ömer bin Hattab bir zorlukla karşılaşınca hemen hükmünü Ali’den öğrenirdi.”

Bu tür olaylar Ebu Bekir, Ömer ve Osman zamanında oldukça çok görülmüştür. Bir sorunla karşılaştıklarında Hz. Ali (a.s)’ın verdiği hükmü kabul ediyor ve ona göre amel ediyorlardı.

O halde beyler biraz düşününüz, ne oldu da Hz. Ali (a.s)’ın miras hakkındaki hükmünü kabul etmediler; hatta küstahlık ve hakarette bulundular. Kavga gürültü çıkararak mazlum Zehra (a.s)’ın hakkını elinden aldılar. Bu hadisin uydurma olduğunun üçüncü delili de bizzat Ebu Bekir’in kendi amelidir. Eğer bu hadis doğru olmuş olsaydı, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den kalan her şeye el konulması ve varislerinin hiçbir şeyde tasarruf etmemesi icap ederdi. Ama bilindiği gibi halife Fatıma (a.s)’ın hücresini kendisine verdi, Aişe ve Hafsa’nın hücrelerini de miras babından kendilerine verdi. Bu bir çelişki değil midir? Bazısına inanıp bazısını inkar etmek değil midir?

Eğer bu hadis sahihse ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in söylediğine kesin inanmışlardıysa, o halde neden Ebu Bekir Fedek’e el koyduktan sonra bir mektup yazarak Fedek’i Fatıma’ya verdi? Ama Ömer engel olarak ilgili mektubu alıp yırttı.

Hafız: Bunu yeni duyuyorum. Ebu Bekir’in Fedek’i Fatıma’ya geri verdiği nerede yazılıdır?

Ebu Bekir’in Fedek’i Fatıma’ya Geri Vermesi ve Ömer’in Buna Engel Olması

Davetçi: Zan edersem benim senetsiz konuşmayacağımı artık biliyorsunuz. Ne yazık ki siz çok az okuyorsunuz, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde, Ali bin Burhanuddin Şafii Tarh-u Siret’il- Halebiyye, c. 3, s. 391’de şöyle yazıyor:

“Ebu Bekir Fatıma’nın konuşmasından etkilendi ve ağladı. (Elbette bu olay, birkaç gün sonra Ebu Bekir’in evinde vuku bulmuştur.) Sonra Fedek’in Fatıma’ya geri verilmesini yazdı. Ama bilindiği gibi Ömer mektubu alarak yırttı.”

İlginç şudur ki, o gün mektubu yırtan ve Fedek’in geri verilmesine itiraz eden Ömer, kendi hilafeti zamanında Fedek’i geri verdi ve Ömer’den sonraki Emevi ve Abbasi halifeleri de Fedek’i Fatıma’nın varislerine vermişlerdir.

Hafız: Çok ilginç şeyler beyan ediyorsunuz. Sizin dediğiniz gibi Fedek’in geri verilmesine karşı koyan ve ilgili mektubu yırtan Ömer nasıl olur da bizzat kendisi Fedek’i yeniden Fatıma’nın varislerine geri çevirir?

Davetçi: Şaşırmakta haklısınız, okumamış ve görmemiş olabilirsiniz; bizzat kendi alimlerinizin senetlerinden Fedek’i verip geri alan halifeleri sizlere söyleyeyim de şaşırmayın ve bizim haklı olduğumuzu bilin.

Halifelerin Fedek’i Fatıma (a.s)’ın Evlatlarına Geri Vermesi

Allame Semhudi Tarih’ul- Medine’de, Yakut bin Abdullah Rumi Mu’cem’ul- Buldan’da şöyle rivayet etmektedir: “Ebu Bekir hilafeti zamanında Fedek’e el koydu. Ama Ömer hilafeti zamanında onu Ali ve Abbas’a geri verdi.”

Eğer Ebu Bekir Resulullah (s.a.a)’in emri gereği Fedek’e el koyduysa, o zaman Ömer hangi hakla onu Ali (a.s)’a geri çevirdi?

Şeyh: Şayet Müslümanlara harcamak üzere bir Müslüman olarak Hz. Ali’nin yetkisinde bırakmıştır.

Davetçi: Bu dediğiniz, sahibinin de kabul etmediği bir görüştür. Zira halifenin böyle bir niyeti yoktu. Eğer böyle olmuş olsaydı, tarihte yer alırdı. Bizzat büyük tarihçileriniz Ömer’in Fedek’i Ali ve Abbas’a bıraktığını kaydetmişlerdir.

Hz. Ali (a.s) da Fedek’i miras olarak aldı, bir Müslüman olarak değil; zira bir Müslüman bütün Müslümanların hakkına el koyup tasarrufta bulunamaz.

Şeyh: Belki de maksat Ömer bin Abdulaziz’dir.

Ömer Bin Abdulaziz’in Fedek’i Geri Vermesi

Davetçi: (Gülümseyerek) Ali (a.s) ve Abbas Ömer bin Abdulaziz zamanında yaşamamışlardır. Ömer bin Abdulaziz’in meselesi ayrıdır. Nitekim allâme Semhudi Tarih’ul- Medine’de ve İbn-i Ebi’l- Hadid “Nehc’ul- Belağa Şerhi” c. 4, s. 81’de Ebu Bekir Cevheri’den şöyle rivayet etmektedirler: “Ömer bin Abdulaziz hilafete erişince Medine’-deki varisine bir mektup yazarak Fedek’i Fatıma’nın evlatlarına vermesini emretti. Bunun üzerine de vali, Hasan bin Hasan-i Mücteba’-yı veya Hz. Ali bin Hüseyin’i yanına çağırarak Fedek’i ona verdi.

İbn-i Ebi’l- Hadid aynı sayfanın ilk satırında şöyle yazmıştır: “Bu, Fatıma’nın evlatlarına geri verilen ilk haktı. Bir müddet sonra Yezid bin Abdulmelik yeniden Fedek’i alarak Emeviler’e devretti. İlk Abbasi halifesi olan Abdullah Seffah Fedek’i yeniden İmam Hasan’ın evlatlarına verdi, onlar da miras hakkı olarak (Fedek’ten gelen geliri) Fatıma evlatları arasında taksim ediyorlardı.

Abdullah, Mehdi ve Memun’un Fedek’i Fatıma Evlatlarına Geri Vermesi

Hasan Oğulları Mensur’un aleyhine kıyam edince, Mensur Fedek’i onlardan geri aldı. Oğlu Mehdi halife olunca, tekrar Fedek Fatıma evlatlarına geri çevrildi. Musa bin Hadi halife olunca Fedek’e el koydu. Me’mun halife olunca onu yeniden Fatıma ve Ali (a.s)’ın evlatlarına geri verdi. Yakut Himvi Mucem’ul- Buldan’ın (ilk baskısı) “F-D” harfinde Me’mun’un Medine valisi Kasem bin Cafer’e yazdığı mektupta şunları yazdığını kaydetmiştir:

“Resulullah (s.a.a) Fedek’i kızı Fatıma’ya bağışladı. Bu O’nun evlatları arasında da meşhur ve bilinen bir şeydir.”

Meşhur şair Di’bil-i Huzai orada kalkıp bir şiir okudu. O şiirin ilk beyti şudur:

 Bugün zamanın yüzü güldü.

Zira Me’mun Fedek’i Haşimilere geri verdi.

Fedek’in Bağış Olduğunun İspatı

Kesin delillerle ispat edildiği üzere Fedek baştan beri Hz. Fatıma’nın malıydı. Ama bilindiği gibi onu haksız yere gasbettiler. Bu yüzden sadece bazı halifeler insafları veya siyasetleri gereği onu Fatıma’nın evlatlarına geri vermişlerdir.

Hafız: Eğer Fedek Fatıma’nın Resulullah tarafından bağışlanmış olan malıydıysa, o zaman neden miras iddiasında bulununca ondan söz etmedi?

Davetçi: Hz. Fatıma (a.s) ilk önce Fedek’in Resulullah tarafından kendisine bağışlandığının iddiasında bulundu. Ama İslâm hükümlerinin aksine tasarrufta bulunandan şahit istediler. Şahitleri getirince de yine Şer’i hükümlerin aksine reddedildi. Bu yüzden miras yoluyla hakkını elde etmeye çalıştı.

Hafız: Zan edersem yanlış buyuruyorsunuz; çünkü Hz. Fatıma hiçbir yerde Fedek’in kendisine bağışlanmış olduğundan söz etmemiştir.

Davetçi: Yanlış söylemiyorum, hatta yakinim vardır. Sadece Şia kitaplarında değil, bizzat büyük alimlerinizin kitaplarında da açıkça yer almıştır. Nitekim Ali bin Burhanuddin Halebi (Ö: 1044) Siret’ul- Halebiyye s. 39’da şöyle diyor:

“ Hz. Fatıma ilk önce mülkiyet ve tasarruf sahibi olması unvanıyla, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Fedek’i kendisine bağışladığı esasında Ebu Bekir ile tartıştı. Şeriatın beğendiği tanıkları olmayınca da miras iddiasıyla hakkını aradı!!”

Görüldüğü gibi miras iddiası bağış iddiasından sonradır.

İmam Fahruddin Razi Tefsir-i Kebir’de “Fatıma’nın iddiası” zımnında, Yakut Himvini Mucem’ul- Buldan’da, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 4 s. 80’de Ebu Bekir Cevheri’den naklen ve mutaassıp İbn-i Hacer de Savaik’ul- Muhrika s. 21’de “Rafızîlerin Şüphelerinden 7. Şüphe”den söz ederken şöyle naklediyorlar:

“Fatıma ilk önce Fedek’in bir bağış olduğu iddiasında bulundu. Şahitleri reddedilince üzülerek şöyle buyurdu: “Artık sizinle konuşmayacağım.” Fatıma (a.s) artık o günden sonra onlarla konuşmadı;[7] vefat edince de onlardan hiçbirinin, cenazesine namaz kılmamasını vasiyet etti. Amcası Abbas cenaze namazını kıldırdı ve geceleyin defnettiler.”

(Ama bilindiği gibi Ehl-i Beyt (a.s) kaynaklarına göre cenaze namazını Hz. Ali (a.s) kıldırmıştır.)

Muhaliflerin; “Ebu Bekir Şehadet Ayeti Gereği Amel Etti” Sözünün Cevabı

Hafız: Hz. Fatıma (r.z)’nın incinmesi ve üzülmesinde şek ve şüphe yoktur. Ama Ebu Bekir (r.z)’i de fazla suçlu göremeyiz. Zira Ebubekir şer’i hükümlere uymak zorundaydı. Hz. Fatıma, iddiasının ispatı için iki erkek veya bir erkek ile iki kadın veya dört kadın şahit getirmek zorundaydı. Yeterli şahit getirmediği için artık O’nun yararına kesin hüküm veremediler.

Davetçi: Burada söz uzayabilir. Dolayısıyla beyleri de usandırmamak için isterseniz tartışmayı yarın akşama bırakalım.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Bizim de özellikle öğrenmek istediğimiz önemli konulardan biri de buydu; eğer yorulmadıysanız konuşmayı devam ettirelim. Zira sözü yarıda bırakmak dikkatleri dağıtır. Sabaha kadar uzayacak olsa da bizim açımızdan bir sorun yoktur. Tam bir şevk ve istekle sözlerinizi dinlemeye hazırız. Bu meseleyi hal etmedikçe buradan gitmeyeceğiz. Konuyu detaylıca anlatınız. Ama eğer siz gerçekten yorgun iseniz biz artık ısrar etmeyiz.

Davetçi: Ben ilmi ve dini konularda asla yorulup usanmam. Ben meclistekilerin halini gözetmek istiyorum. Çünkü diğerlerin de halini göz önünde bulundurmamız gerekir.

(Orada bulunanların hepsi yorulmadıklarını ve özellikle Fedek konusunda bilgilenmek istediklerini beyan ettiler.)

Davetçi: Hafız Bey; “halifenin şer’i hükümlere uyması gerektiğini ve yeterli şahit gösterilmediğinden dolayı de Hz. Fatıma’nın yararına hüküm verilmediğini” söyledi. Ben burada birkaç mesele söz konusu etmek istiyorum, siz beyler de hüküm verin.

Mütesarrıftan Şahit istemek Şeriata Aykırıdır

Evvela; eğer Ebu Bekir dediğiniz gibi şer’i hükümleri uygulamak zorundaydıysa, o zaman söyleyin bakalım, şeriatın neresinde mütesarrıftan (tasarrufta bulunandan) şahit istenmiştir? İttifakla sabittir ki orası Hz. Fatıma’nın tasarrufundaydı. Ebu Bekir’in Hz. Fatıma’dan şahit istemesi dinin hangi kanunlarıyla uyum içindedir? Şer’i hükümlere göre müddei (iddia eden) şahit göstermelidir; tasarrufta bulunan değil. Acaba halifenin bu ameli şer’i hükümlere aykırı mıdır değil midir? Siz insaflıca hükmedin.

İkinci olarak; şehadet (tanıklık) ayetinin genelliğini kimse inkar etmiyor. Ama bilindiği gibi “ma min ammin illa ve kad husse” (bütün geneller özelleşebilir) kaidesi gereğince bu ayet de istisna ve tahsis edilebilir.

Hafız: Hangi delile göre şehadet ayetinin tahsis edilebileceğini buyuruyorsunuz?

Zu’ş- Şehadeteyn Olan Huzeyme

Davetçi: Bu mananın en büyük delili, sizin muteber Sihah kitaplarında da rivayet edildiği üzere Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Huzeyme bin Sabit’in şehadetini iki kişinin şehadeti yerine kabul etmiştir ve onu “Zu’ş- Şehadeteyn” (iki şehadet sahibi) diye adlandırmıştır. O halde şehadet ayeti de tahsis edilebilir. Huzeyme gibi mü’min bir sahabe bu ayeti tahsis edebildiğine göre, Tathir ayeti hükmü gereği masum olan Ali ve Fatıma (a.s) da daha evla bir şekilde istisna edilebilirler. Bu masum insanlar asla iftira ve yalan atmazlar. Dolayısıyla O’nları red etmek Allah-u Teala’yı reddetmek gibidir.

Fatıma’nın Şahitlerinin Red Edilmesi

Hz. Fatıma (a.s) Fedek’in kendi malı olduğunu söyledi. Babasının hayatta iken bunu kendisine bağışladığını ve o günden beri tasarrufta bulunduğunu beyan etti. Ama bilindiği gibi şer’i hükümlerin tam tersine ondan şahit istediler. Hz. Fatıma (a.s) da, Hz. Ali (a.s), Ümmü Eymen ve çocukları Hasan ve Hüseyin’i şahit olarak gösterdi. Ebu Bekir ise bunların şehadetini kabul etmedi. Acaba onların bu ameli, hakikate ve şer’i kaidelere aykırı değil miydi?

Fatıma (a.s)’ın tasarruf dışında hiçbir delili olmasaydı bile bu, şeriata göre hakkaniyeti için yeterliydi. Ayrıca bilmek icap eder ki Kur’ân da Hz. Fatıma’nın temizliğine tanıklık etmiş ve O’nun her türlü pislikten uzak olduğunu bildirmiştir. Yalan ve haksız iddiada bulunmak da o cümledendir. (Yani Hz. Fatıma (a.s) bunlardan da beridir.)

Özellikle de Hz. Ali (a.s) gibi kamil bir şahit, Hz. Fatma’nın hakkaniyetine tanıklık etti. Hz. Ali’nin tanıklığını reddetmek kesinlikle Allah-u Teala’yı reddetmektir. Zira Aliyyu A’la olan Allah-u Teala, Kur’ân ayetlerinde Hz. Ali’yi sadık ve sıddık olarak tanıtmıştır. Allah-u Teala’nın tastık ettiği birinin tanıklığını hangi cüretle red ettiler? Oysa Kur’ân Ali ile birlikte olmayı, yani O’na uymayı emrediyor. Sadakatinin çok olduğundan sıdı abidesi olmuş ve sadık olarak zikredilmiştir. Nitekim Allah-u Teala Kur’an’da şöyle buyuruyor:

1- “Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve sadıklarla (doğrularla) birlikte olun.”[8]

Hafız: Bu ayetin sizin amacınız ve Ali’ye (k.v) uymanın gerekli olması ile ne ilgisi vardır?

Ayette Geçen Sadıklardan Maksat Hz. Peygamber’le Hz. Ali’dir

Davetçi: Büyük ve değerli alimleriniz tefsir ve diğer kitaplarında bu ayetin Hz. Muhammed (s.a.a) ve Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olduğunu yazmışlardır. Buradaki “sadıklar” (doğrular)dan maksadın Hz. Muhammed (s.a.a) ile Hz. Ali (a.s), bazı rivayetlerde Ali, bazı rivayetlerde ise Eh-i Beyt olduğu yer almıştır.

İmam Sa’lebi Keşf’ul- Beyan tefsirinde, Celaluddin Suyuti Durr’ul- Mensur’da İbn-i Abbas’tan, Hafız Ebu Sa’d Abdulmelik bin Muhammed Harguşi Şeref’ul- Mustafa’da Esmai’den, Hafız Ebu Naim İsfahani ise Hilyet’ul- Evliya’da Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet ediyorlar:

“Bu ayetteki sadıklar (doğrular)dan kasıt, Muhammed ve Ali’dir.”

Şeyh Süleyman Hanefi de Yenabi’ul- Mevedde’nin (İstanbul baskısı) 39. babının 119. sayfasında Muvaffak bin Ahmed-i Harezmi, Hafız Ebu Naim İsfahani ve Himvini’den naklen İbn-i Abbas’ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Bu ayetteki “sadıklardan”dan maksat Hz. Muhammed ve Ehl-i Beyti’dir.”

Büyük alimlerinizden olan İbrahim bin Muhammed Himvini Feraid’us- Simtayn’de, Muhammed bin Yusuf Genci eş-Şafii Kifayet’ut- Talib’in 62. babında, Muhaddis-i Şam ise kendi Tarih’inde müsneden şöyle rivayet ediyor: “Sadıklarla birlikte olun. Yani Ali bin Ebi Talib’le birlikte olun.”

2- “Doğruyu getiren ve onu tasdik edene gelince; işte muttaki (takva sahibi) olanlardır.”[9]

Celaluddin Suyuti, Durr’ul- Mensur’da, Hafız bin Merduye Menakıb’da, Hafız Ebu Naim Hilyet’ul- Evliya’da, Muhammed bin Yusuf Genci Kifayet’ut- Talib’in 62. Babında, İbn-i Asakir kendi Tarih’inde bir grup tefsir ehlinden, onlar da İbn-i Abbas ve Mücahid’den şöyle nakletmişlerdir: “Ayetteki “Doğruyu getiren”den maksat Hz. Muhammed, “onu tastık eden” ise Ali bin Ebi Talip’tir.”

3- “Allah’a ve O’nun resulüne iman edenler; işte onlar Rableri katında sıddıklar ve şehitlik mertebesine erenlerdir. Onların mükafatları ve nurları vardır.”[10]

İmam Ahmed bin Hanbel Müsned’de, Hafız Ebu Naim İsfahani “Ma Nezele Min’el- Kur’ân’i fi Ali’yyin”de İbn-i Abbas’tan, bu ayetin Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olduğunu ve O Hazretin de sıddıklardan olduğunu nakletmişlerdir.

4- “Kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kişilerle beraberdir. Ne güzel arkadaştır onlar!”[11]

Ayetteki “sıddıklar”dan maksat, Hz. Ali’dir. Sünni/Şii kanalıyla nakledilen sayısız rivayetler, Hz. Ali (a.s)’ın ümmetin sıddıkı (doğrusu), hatta sıddıkların en üstünü olduğunu vurguluyorlar.

Hz. Ali (a.s) Sıddıkların En Üstünüdür

Nitekim Fahr-u Razi Tefsir-i Kebir’de, Sa’lebi Keşf’ul- Beyan’da, Celaluddin Suyuti Durr’ul- Mansur’da, Ahmed bin Hanbel Müsned’de, İbn-i Şirveyh Firdevs’te, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi, c. 2, s. 451’de, İbn-i Meğazili Şafii Menakıb’da, İbn-i Hacer-i Mekki Savaik’da Hz. Ali (a.s)’ın faziletleri hakkında rivayet etmiş olduğu 40 Hadis’in 30. Hadisinde Buhari’den o da İbn-i Abbas’tan (son cümle hariç) naklen Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Sıddıklar (doğrular) üç kişidir; Yasin ailesinin mümini Habib-i Neccar, Firavun ailesinin mümini Hazkil ve onların en üstünü olan Ali bin Ebi Talip.”

 Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi Yenabi’ul- Mevedde’nin 42. babının başında imam Ahmed’in Müsned’inden naklen, Ebu Naim, İbn-i Meğazili ve Harezmi Menakıb’da Ebi Leyla ve Ebu Eyyub Ensari’den naklen, İbn-i Hacer-i Mekki Savaik’te 40 hadisten 31. hadiste Ebu Naim’den naklen, İbn-i Asakir Ebi Leyla’dan naklen, Muhammed bin Yusuf Genci Kifayet’ut- Talib’in 24. babında müsned olarak Ebi Leyla’dan rivayet etmekte ve rivayetin sonunda şöyle demektedir: “Muhaddis-i Şam kendi tarihinde, Hafız Ebu Naim Hilyet’ul- Evliya’da Hz. Ali (a.s)’ın haletlerinin tercümesinde, bunların hepsi de Hz. Muhammed (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Sıddıkla (doğrular) üç kişidir; Yasin ailesinin mümini Habib Neccar (ki şöyle dedi: “Ey kavmim elçilere uyun”, Firavun ailesinin mümini Hazkil (ki şöyle dedi: “Acaba Allah Rabbim’dir diyen birini mi öldüreceksiniz.” ve onların en üstünü olan Ali bin Ebi Talip.”

Gerçekten ilginçtir, adet ve bağnazlıklar nasıl da ilim ve insafınızı mağlup etmiş! Bizzat kendinizin rivayet etmiş olduğu birçok rivayetler de Kur’ân ayetleri gibi Hz. Ali (a.s)’ın sıddıkların en üstünü olduğunu ispat etmektedir. Bununla birlikte başkalarına sıddık diyorsunuz; oysa bir ayet dahi onların sıddık olduğuna dair nakledilmemiştir.

Allah aşkına muhterem beyler biraz insaf ediniz ve adetleri bir kenara bırakınız. Acaba Kur’ân-ı Kerim’in, sıddıklardan (doğrulardan) olduğunu söylediği ve kendisine uymayı emrettiği birinin şehadetinin reddedilmesi ve hatta kendisine hakaret edilmesi doğru bir şey miydi?

Acaba Resulullah (s.a.a)’in, “bu ümmetin sıddıkı” diye tanıttığı ve Kur’ân-ı Kerim’in de sadakatini doğruladığı birinin yalan yere tanıklıkta bulunmasını akıl kabul ediyor mu?

Ali, Hak ve Kur’an İledir

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) “Hak Ali iledir ve Hak da Ali iledir.” diye buyurmamış mıdır? Nitekim Hatib Bağdadi Tarih-i Bağdadi, c. 4, s. 321’de, Hafız bin Merduye Menakıb’da, Deylemi Firdevs’te, Hafız Heysemi Mecme’uz- Zevaid, c. 7, s. 236’da, İbn-i Kuteybe el-İmamet’u Ve’s- Siyase, c. 1, s. 68’de, Hakim Ebu Abdullah Nişaburi Müstedrek c. 3, s. 124’de, imam Ahmed Hanbel Müsned’de, Taberani Evset’te, Hatib Harezmi Menakıb’da, Fahr-u Razi Tefsir c. 1, s. 111’de, İbn-i Hacer-i Mekki Cami’us- Sağir c. 2, s. 74, 75 ve 140’ta, yine Savaik’in 9. babının 2. Faslında Hz. Ali (a.s)’ın faziletleri hakkındaki hadislerin 21. hadisinde (Evset’ten, o da Ümmü Seleme’den naklen), Şeyh Süleyman Belhi Hanefi, Yenabi’ul- Mevedde’nin 20 babında Cem’ul-Fevaid, Evsed ve Sağir-i Taberani, Feraid-i Himvini, Menakıb-ı Harezmi ve Rebi’ul- Ebrar-i Zemahşeri’den naklen (Ümmü Seleme ve İbn-i Abbas’tan naklen), hakeza Yenabi’ul- Mevedde Celaluddin Suyuti’nin Cami’us- Sağir’inden naklen b. 65, s. 185’de, hakeza s. 116’da Tarih’ul-Hulefa’dan naklen, hakeza s. 358’de Feyz’ul-Kadir’in 4. cildinden İbn-i Abbas’tan naklen, s. 237’de Menakıb’us- Sab’in’in 44. hadisinden Sahib-i Firdevs’ten naklen, s. 283’de 59. babın zımnında Savaik’in ikinci faslından Ümmü Seleme’den naklen ve Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii de Kifayet’ut-Talib’de bazısını Ümmü Seleme’den, bazısını Ayşe’den, bazısını da Muhammed bin Ebu Bekir’den naklen Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu yazmışlardır:

“Ali Kur’ân iledir, Kur’ân da Ali iledir; bu ikisi havuzun başında yanıma gelinceye kadar birbirinden ayrılmazlar.”

Bazıları ise şu ibaretle rivayet etmişlerdir:

“Hak sürekli Ali iledir, Ali de hak iledir; bunlar asla birbirlerinden ayrılmazlar.”

İbn-i Hacer, Savaik’in 9. babının 2. faslında s. 77’de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in ölüm döşeğinde şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Ben sizin aranızda, Allah-u Teala’nın kitabını ve itretim olan Ehl-i Beyt’imi bırakıyorum.”

Daha sonra Hz. Ali (a.s)’ın elinden tutup kaldırarak şöyle buyurdular:

“Bu Ali Kur’ân iledir ve Kur’ân da Ali iledir; bunlar Havuz’da yanıma gelinceye kadar birbirinden ayrılmazlar. Ve ben onların her ikisinden kendilerine bıraktığım hilafet makamını soracağım.”

Yine genellikle Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyorlar:

“Ali Hak iledir, Hak da Ali iledir; Ali nereye dönerse hak da onunla döner.”

Sibt bin Cevzi Tezkiret-u Havass’il- Ümme s. 20’de Gadir hadisinin zımnında Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyor:

“Allah’ım, Ali nereye ve nasıl dönerse hakkı O’nunla döndür.”

İbn-i Cevzi, bu hadis hakkında görüşünü belirterek şöyle diyor: “Bu hadis, Ali ile ashaptan biri arasında ihtilaf olduğunda hakkın Ali ile olduğuna delalet etmektedir.”

Ali’ye İtaat, Allah’a ve Peygamber’e İtaattir

Bu zikrettiğim kitapların yanı sıra diğer muteber kitaplarınızda da nakledildiğine göre Peygamber-i Ekrem (s.a.a) birçok mekan ve mahallelerde farklı ibarelerle şöyle buyurmuştur:

“Ali’ye itaat eden bana itaat etmiştir, bana itaat eden ise Allah’a itaat etmiştir; Ali’yi inkar eden beni inkar etmiştir, beni inkar eden de Allah’ı inkar etmiştir.”

Ebu’l- Feth Muhammed bin Abdulkerim Şehristani Milel ve Nihel kitabında Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu naklediyor:

“Ali bütün durumlarda hak üzeredir; nereye dönerse dönsün hak O’nunla döner.”

Bunca muteber kitaplarınızda yer alan açık rivayetlere rağmen, Ali’yi red veya inkar etmek ve O’ndan yüz çevirmek, Allah-u Teala ve Resulünü red ve inkar etmek, hak ve hakikatten yüz çevirmek değil midir?

Ebu’l- Mueyyid Muvaffak bin Ahmed Harezmi Menakıb’da, Muhammed bin Talha eş-Şafii Metalib’us- Süul’de ve İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in açıkça şöyle buyurduğunu rivayet etmekteler:

“Ali’ye ikram eden bana ikram etmiştir, bana ikram eden de Allah-u Teala’ya ikram etmiştir; Ali’ye ihanet eden bana ihanet etmiştir, bana ihanet eden de Allah-u Teala’ya ihanet etmiştir.”

İnsaflı beyler, vuku bulan olayları, kendi kitaplarınızda yer alan bunca rivayet ve hadislerle tatbik ederek adalet üzere hükmedin ve zavallı Şiilere o kadar da kötümser olmayın.

Sizin; “Halife şeriatın zahirine göre hükmetmekle görevliydi, şehadet ayeti genel olduğu için de şeriatın kabul etmiş olduğu şahitler olmaksızın sadece bir iddia üzere Müslümanların malını Fatıma’ya veremezdi.” sözünüze gelince; önce de söylediğim gibi bu mal Müslümanların malı değildi, Fatıma (a.s)’ın tasarrufunda olan bir mülk ve bağıştı.

İkinci olarak; eğer halife gerçekten şeriat hükümlerini icra eden idiyse, bir saç tüyü kadar Şeriat hükümlerine aykırı davranmaması icap ederdi. O halde neden ayrıcalık yaparak bazı kimselere, şahitleri olmaksızın sırf bir iddia üzere Müslümanların malından onlara veriyordu? Bu hüküm ve halifenin ihtiyatı, sadece Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emaneti olan mazlum Fatıma (a.s) hakkında mı uygulandı? Halbuki bilindiği gibi Hz. Fatıma (a.s)’ın sözünün doğruluğu ve Hz. Ali (a.s)’ın tanıklığının kabulü herkesçe açık ve belliydi.

İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nin c. 4, s. 105’inde şöyle diyor: Bağdat’ın batı medresesinin üstadı Ali bin Fariki’ye; “Fatıma doğru sözlü biri miydi?” diye sordum. Cevaben; “Evet” dedi. Ben; “Eğer doğru sözlü biri idiyse, o halde halife neden Fedek’i Fatıma’ya vermedi?” diye sorduğumda, tebessüm ederek şaka ehli olmadığı halde güzel bir söz söyledi; o sözün özeti şudur:

“Eğer o gün sırf iddia üzere Fedek’i Fatıma’ya vermiş olsaydı, Fatıma ertesi gün de gelir kocası için hilafeti isterdi. Böyle olunca da halife mecburi olarak hakkı haklıya vermesi gerekirdi; çünkü önceden onun sadakatini onaylamıştı.”

Binaenaleyh bu konu büyük alimleriniz nezdinde apaçıkmış; insaf üzere gerçeği tasdik etmişlerdir. İlk günden beri hak mazlum Fatıma (a.s) ile idi. Ancak siyaset, makamlarını korumak için bilerek Fatıma’nın kendi hakkından mahrum edilmesini icap ediyordu.

Hafız: Halife kime şahit olmaksızın Müslümanların malını verdi?

Cabir Olayı ve Ona Mal Bağışlanması, Akıl Sahiplerinin İbret Almasına Sebep Olmaktadır

Davetçi: Örneğin Cabir; “Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bana Bahreyn malından (bir miktar mal) vereceğini vaad etmişti” diye iddia edince, itiraz edilmeden ve şahit istenmeden Müslümanların malından 1500 dinar kendisine verildi.

Hafız: Evvela; bu haberi ben görmemişim, sizin kitaplarınızda olabilir. Ayrıca bilmek icap eder ki şahit istemediği nereden bellidir?

Davetçi: Görmemeniz çok ilginç; çünkü alimleriniz adil bir sahabenin rivayet etmiş olduğu haber-i vahidin kabul edileceğine dair getirdikleri delil Cabir bin Abdullah bin Ensari’nin bu haberidir.

Nitekim Şeyh’ul- İslâm Askalani Feth’ul- Bari fi Şerh-i Sahih’il-Buhari, “Men Yukeffilu An Meyyitin Deynen” babında şöyle diyor:

“Bu haber, sahabeden adil olanların verdiği haberin kabul edilebileceğine delalet etmektedir; bu kendi menfaatine de olsa fark etmez. Çünkü Ebu Bekir Cabir’den, iddiasının sıhhati hakkında şahit istemedi.”

Bu haberi Buhari kendi Sahih’inde daha detaylı olarak nakletmiştir. Hums kitabının “Ma Kataa’n- nebiyyu min’el Bahreyn” babında şöyle yazmıştır: “Bahreyn malını Medine’ye getirdiklerinde Ebu Bekir’in münadisi şöyle seslendi: “Her kime Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bir şey vaat etmişse veya Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den bir alacağı varsa gelip alsın.”

Cabir gelerek; “Resulullah (s.a.a) Bahreyn malından bana (bir miktar mal) vermeyi vaat etmişti.” dedi.

Bahreyn fethedilip Müslümanların tasarrufuna geçince, şahit istenmeksizin sırf iddia üzere Cabir’e 1500 dinar verildi.

Hakeza Celaluddin Suyuti, Tarih’ul- Hulefa kitabının “Hilafet-i Ebu Bekir” faslında, Ebu Bekir’in hilafeti zamanında ortaya çıkan olayları rivayet ederken Cabir’in olayını da rivayet etmektedir.

Beyler şimdi Allah için söyleyin, acaba bu amel bir ayrıcalık ve fark gözetmek değil miydi? Eğer Ebu Bekir şehadet ayetinin hilafına şahit istemeksizin Müslümanların malından sırf iddia üzere Cabir’e bir miktar para vermişse ve bunda bir sakınca da görmemişse, Fedek’i de, Müslümanların malı olmuş olsaydı bile (halbuki bilindiği gibi Fatıma Fedek’te tasarruf ediyordu), Resulullah (s.a.a)’in emaneti ve doğru sözlü kızı olan Hz. Fatıma’nın kalbini kırmaması ve iddiasını kabul ederek kendisine geri çevirmesi gerekirdi.

Ayrıca bilmek icap eder ki Buhari ve diğer alimler, kendi menfaatine bile olsa adil bir sahabenin haberini kabul etmektedirler. Ama bilindiği gibi sıra Hz. Ali (a.s)’a gelince, kendi lehine olduğu bahanesiyle Hazretin sözünü reddetmektedirler. Acaba Hz. Ali ashaptan, hatta ashabın en mükemmel bir ferdi değil miydi? Eğer meseleye insaflıca bakacak olursanız, işin içinde bir hile olduğunu, hak ve hakikatin icra edilmesi niyetinde olunmadığını tasdik edersiniz.

Hafız: Ebu Bekir’in Cabir’den şahit istememesinin sebebi, Cabir’in Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in yakın ashabından ve O’nun terbiye etmiş olduğu bir kişi olmasından dolayıdır. Ayrıca bilmek icap eder ki Cabir; “Kim bilerek bana iftira ve yalan isnat ederse cehennemde yerini hazırlamalıdır.” hadisini de mutlaka duymuştur. Bu şiddetli tehdit karşısında, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in yakını ve O’nun terbiye etmiş olduğu mümin bir sahabe kesinlikle boş yere iftira ve yalan söylemez, bu değersiz dünya için ahiretini bozmaz ve Resulullah’a isnat ederek yalan söz nakletmez.

Davetçi: Acaba Cabir mi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e daha yakındı, yoksa Hazretin terbiye etmiş olduğu Hz. Ali ve Hz. Fatıma mı?

Hafız: Şüphesiz Ali ve Fatıma (r.z) ömürlerinin başından beri Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in terbiyesi altında büyümüşlerdir ve O Hazrete herkesten daha yakın idiler.

Davetçi: O halde Hz. Ali ve Hz. Fatıma (a.s)’ın, böyle şiddetli bir tehdit karşısında Hz. Peygamber’e iftira ve yalan isnat etmeyeceklerini kabul ediniz. Dolayısıyla onlar Fatıma-i Sıddika (a.s)’ın iddiasını kabul etmeliydiler; zira onlar da sizin itiraf ettiğiniz gibi Ali ve Fatıma’nın Cabir’den, hatta bütün ashaptan daha üstün olduğunu biliyorlardı. Nitekim Hz. Ali ve Hz. Fatıma (a.s) ne de olsa Tathir ayetinin muhatabı olmuş masum kimselerdi.

Tathir ayeti açıkça Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’in masumiyetine delalet etmektedir.

Ayrıca bilmek icap eder ki kendi alimleriniz de onların sadakat ve doğruluğunu tasdik etmişlerdir. Nitekim Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Hz. Ali (a.s)’ı “ümmetin sıddıkı ve doğru olanı” diye tanıtmış, Allah-u Teala da Kur’ân’da O’nu “sadık” diye nitelendirmiştir.

Hz. Fatıma (a.s) hakkında ise hadis pek çoktur. Örneğin: Hafız Ebu Naim İsfahani Hilyet’ul- Evliya c. 2, s. 42’de Aişe’den şöyle rivayet etmektedir:

“Babası dışında Fatıma’dan daha doğru sözlü birini görmedim.”

Tathir Ayetinin Nüzulü Hakkında Eleştiri

Hafız: Bize göre Tathir ayetinin bu beş kişi hakkında indiği iddiası kesin değildir. Siz bizim kitaplarımızı da anlaşıldığı kadarıyla yakından biliyorsunuz, bu konuda hata ettiğinizi kabul edin; zira Kadı Beyzavi ve Zemahşeri’ye göre Tathir ayeti Resulullah (s.a.a)’in hanımları hakkında nazil olmuştur; bu ayetin beş kişi hakkında indiğini söyleyen bir rivayet varsa da zayıftır; çünkü bu ayet bu mananın tam aksine delalet etmektedir. Ayetin başı ve sonu Peygamber (s.a.a)’in hanımları hakkındadır; bu yüzden ayetin ortasını çıkarıp başkalarına ekleyemeyiz.

Tathir Ayeti’nin Hz. Peygamber’in Eşleri Hakkında Nazil Olmadığının İspatı ve Eleştirinin Cevabı

Davetçi: Sizin bu iddianız birçok açıdan doğru değildir. Evvela; ayetin başı ve sonunun Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hanımları hakkında olduğunu ve bu yüzden Ali ve Fatıma’nın ayetin muhatabı olmadığı hakkındaki sözünüze gelince; cevabı şudur ki, insanlar günlük konuşmalarında bazen konuşurken aniden sözlerini başka bir yöne atfederek başkalarına hitaben konuşuyorlar ve daha sonra da yeniden ilk sözlerine dönüyorlar.

Böyle bir şey Arap edebiyatı ve şiirlerinde oldukça çoktur, hatta Kur’an’da bile birçok örneği vardır. Özellikle Ahzap süresine dikkat ediniz, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hanımlarına hitap ederken aniden müminlere hitap edilmekte, sonra yeniden kendilerine dönülmektedir. Bunun şahitlerini detaylı olarak size arz edebilirim. Ama bilindiği gibi bu toplantı buna müsait değildir.

Ayrıca bilmek icap eder ki eğer bu ayet Resulullah (s.a.a)’in hanımları hakkında olmuş olsaydı onlara özgü müennes zamir (dişi çoğul edatı) kullanılması ve böylece “liyuzhibe ankünne ve yutahhirrekunne” denilmesi icap ederdi. Ama bilindiği gibi görüyoruz ki ayette müzekker edatı (kum) kullanılmıştır, bu da ayetin hanımlar hakkında değil, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyt’i hakkında nazil olduğunu açıkça göstermektedir.

Nevvab: Size göre de Hz. Fatıma o topluluktan biridir; o halde neden Hz. Fatıma göz önünde bulundurulmamış ve O’nun hakkında tenis (dişi) zamiri kullanılmamıştır?

Davetçi: (Alimlere işaret ederek) Alimlerin de bildiği gibi Hz. Fatıma’nın olmasına rağmen müzekker zamirinin kullanılması edebiyattaki tağlip (ekseriyet) sanatı itibariyledir. Bir topluluk içinde erkeklerin çoğunlukta olduğu yerde müzekker zamir kullanılmaktadır, hatta bizzat bu ayetteki müzekker kip, bu görüşün zayıf olmadığını, aksine güçlü olduğunu göstermektedir.

Eğer bu ayet Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hanımları hakkında nazil olmuş olsaydı, kadınlar topluluğu için müzekker edatının kullanılması hata olurdu.

Bunlardan ilave, bilmek icap eder ki sizin muteber kitaplarınızda da yer alan sahih hadisler, bu ayetin hanımlar hakkında değil Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehl-i Beyti hakkında nazil olduğuna hükmetmektedir.

Nitekim İbn-i Hacer-i Mekki bütün bağnazlığına rağmen bu ayet hakkında Savaik’ul- Muhrika adlı kitabında şöyle diyor: “Çoğu müfessirler bu ayetin Ali, Fatıma Hasan ve Hüseyin hakkında nazil olduğunu beyan ediyor; zira ayette “müzekker” (erkek) zamiri kullanılmıştır.”

Peygamber (s.a.a)’in Eşleri Ehl-i Beyt’ten Değildir

Bundan da öte birçok delil Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hanımlarının Ehl-i Beyt’ten olmadığına delalet etmektedir.

Nitekim Sahih-i Müslim ve Cami’ul- Usul’da şöyle rivayet edilmiştir: “Hasin bin Semure Zeyd bin Erkam’a; “Peygamber (s.a.a)’in hanımları da Ehl-i Beyt’ten midirler?” diye sorduğunda Zeyd şöyle dedi: “Allah-u Teala’ya and olsun ki hayır; çünkü kadın bir müddet eşiyle olur, boşanınca babasının evine döner ve babasının ailesine katılır, böylece kocasından bütünüyle kopar. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ehli Beyti kendisine sadaka verilmesinin haram olduğu kimselerdir. Onlar hangi eve gitseler, nereye gitseler O Hazretin Ehl-i Beyti’nden çıkmazlar.”

Ayrıca bilmek icap eder ki Şia kaynaklarında Ehl-i Beyt (a.s) İmamlarından rivayet edilen bütün rivayetlerin yanı sıra bizzat kendi kaynaklarınızda yer alan sayısız hadisler de bu mananın aksine hükmetmektedir.

Tathir Ayetinin Ehl-i Beyt Hakkında Nazil Olduğunu Beyan Eden Ehl-i Sünnet Kaynaklı Rivayetler

Nitekim imam Salebi Keşf’ul- Beyan tefsirinde, imam Fahr-u Razi, Tefsir-i Kebir c. 6, s. 783’de, Celaluddin Suyuti, Durr’ul- Mansur c. 5, s. 199’da ve Hasais’ul -Kubra c. 2, s. 264’de, Nişaburi kendi tefsirinin 3. Cildinde, imam Abdurrazzak Res’ani, Rumuz’ul- Kunuz tefsirinde, İbn-i Hacer Askalani, İsabe c. 4, s. 207’de, İbn-i Asakir, Tarih c. 4, s. 204 ve 206’da, imam Hanbel Müsned c. 1, s. 331’de, Taberi, Riyaz’un- Nazire c. 2, s. 188’de, Müslim, Sahih c. 7, s. 130’da; yine c. 2, s. 331’de, Nebhani, Şeref’ul- Muebbed (Beyrut baskısı) s. 10’da, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii altı müsned haberle Kifayet’ut- Talib’in 100. babında, Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi, Yenabi’ul- Mevedde’nin 33. babında Sahih-i Müslim’den, Şevahid-u Hakim’den o da Aişe’den, on rivayet Tirmizi’den, yine Hakim Alauddevle Simnani, Beyhaki, Taberani, Muhammed bin Cerir, Ahmed bin Hanbel, İbn-i Ebi Şeybe, İbn-i Munzir, İbn-i Saad, Hafız Zerendi ve Hafız bin Merduye’den onlar da Ümmü Seleme’den, Ömer bin Ebi Seleme (Hz. Peygamber’in üvey oğlu), Enes bin Malik, Saad bin Ebi Vakkas, Vasıle bin Eska’ ve Ebu Said Hudri’den Tathir ayetinin beş kişi olan Âl-i Aba hakkında nazil olduğunu nakletmekteler.

Hatta İbn-i Hacer-i Mekki sahip olduğu bütün bağnazlığa rağmen Savaik, s. 85 ve 86’da yedi yoldan bu olayın sıhhatini rivayet etmekte ve bu ayetin Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin hakkında nazil olduğunu itiraf etmektedir.

Seyyid bin Ebu Bekir bin Şahabuddin Alevi Reşfet’us- Sadi Min Bahr-i Fezail-i Beni’n- Nebiyy’il- Hadi s. 14 ila 19’da (Mısır 1303 baskısı) 1. bab’ın zımnında Tirmizi, İbn-i Cerir, İbn-i Munzir, Hakim, İbn-i Merduye, Beyhaki, İbn-i Ebi Hatem, Taberani, Ahmed bin Hanbel, İbn-i Kesir, Müslim bin Haccac, İbn-i Ebi Şeybe ve Semhudi’den ve diğer büyük alimlerinizden yaptığı derin araştırmalarla bu ayetin Âl-i Aba olan beş kişi hakkında nazil olduğunu rivayet etmektedir.

Ayrıca deliller de, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in, kendisine sadaka verilmesi haram olan Ehl-i Beyti’nin kıyamete kadar bu ayetin muhatabı olduğunu ispat etmektedir. Cem’un Beyn’es- Sihah’is- Sitte’de Muvatta, Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim, Sünen-i Ebi Davud, Sünen-i Secistani, Sünen-i Tirmizi, Cami’ul- Usul’dan naklen bir çok fakih, tarihçi, muhaddis ve alimlerinizin bu ayetin Âl-i Aba olan beş kişi hakkında nazil olduğunu itirafa etmeleri nakledilmiştir. Dolayısıyla sizin yanınızda bu ayetin Âl-i Aba hakkında nazil olduğu tevatür haddine ulaşmıştır. Birkaç inatçı ve bağnaz ve hakkı inkar eden ulemanın bu haberi zayıf kabul etmesinin bütün bu muteber ve mütevatir rivayetler karşısında hiçbir değer ve itibari yoktur.

Küçük yarasa güneşin düşmanı değildir.

O karanlıklar içinde ancak kendine düşmandır.

Fatıma (a.s)’ın Hariresi İle İlgili Ümmü Seleme’nin Hadisi ve Tathir Ayetinin İnişi

Bazı kimseler, Harire (Muhallebi) Hadisi’ni naklederek Tathir ayetinin inişiyle ilgili olayı detaylı olarak, bazıları ise özetle nakletmişlerdir. Örneğin imam Salebi Tefsirinde, imam Ahmed bin Hanbel Müsned’inde ve İbn-i Esir Cami’ul- Usul’da (Sahih-i Tirmizi ve Müslim’den naklen) az bir farkla rivayet ettiğine göre Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hanımı Ümm-ü Seleme şöyle demiştir:

“Resulullah (s.a.a) benim evimdeydi, Fatıma Resulullah için bir tas harire (muhallebi) getirdi, Resulullah (s.a.a) de sofada oturmuştu, mübarek ayaklarının altında Hayber malı bir aba seriliydi, ben de odamda namaz kılıyordum, Peygamber (s.a.a) Fatıma’ya şöyle buyurdu: “Git kocanı ve çocuklarını da al getir.” Ardından Ali Hasan ve Hüseyin gelerek muhallebi yemekle meşgul oldular, çok geçmeksizin Cebrail nazil olarak onlara şu ayeti okudu:

“Ey Ehl-i Beyt! Allah ancak sizden ricsi (her çeşit çirkinlik ve pisliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.”[12]

Peygamber (s.a.a) daha sonra abanın artan kısmını onların üzerine örterek mübarek elini göklere kaldırdı ve şöyle dedi:

“Allah’ım, bunlar benim itretim ve Ehl-i Beytimdir; o halde onlardan her türlü pisliği gider ve onları temiz kıl.”

Ümmü Seleme sonra şöyle diyor: Ben de başımı abanın altına koyarak; “Ya Resulullah, ben de sizinleyim.” dedim. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Sen de hayır üzeresin.” (Yani Ehl-i Beytimin makamında değilsin, ama akıbetin hayır üzeredir!)

O halde bu ayet sadece bu beş kişinin, her türlü küfür, nifak, şüphe, iftira, yalan, riya ve günahlardan uzak ve beri olduğuna delalet etmektedir. Nitekim Fahr-u Razi tefsirinde şöyle diyor: “Bu ayet, O’nların tüm günahlardan uzak olduğuna ve İlahi keramet ridasına büründüklerine delalet etmektedir.”

Bazı alimlerin, kendi muteber kitaplarında Ali ve Fatıma’nın bu ayetin kapsamında olduğunu ve her türlü günah, kötülük, iftira ve yalandan münezzeh olduğunu nakletmelerine rağmen insafsızlık ederek Hz. Ali (a.s)’ın imamet iddiasını, Hz. Fatıma hakkındaki şehadetini ve Hz. Fatıma’nın Fedek hakkındaki iddiasını ret etmeleri gerçekten çok şaşılacak bir durumdur! Burada insaflı kimselerin nasıl hükmedeceklerini bilemiyorum!

Konumuza dönelim, lütfen insaf üzere hüküm verin; Ali ve Fatıma gibi Allah-u Teala’nın, her türlü pislik ve kötülükten münezzeh kıldığı, yani büyük ve küçük günahlardan masum olmalarını irade buyurmuş olduğu kimselerin red edilmesi, ama öte yandan Cabir gibi sıradan bir Müslüman’ın iddiasının kabul edilmesi doğru mudur?! O değerli ailenin haklarının çiğnenmesi insaf mıdır?!

Hafız: Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in halifesi ve mümin bir sahabenin Resulullah (s.a.a)’e bütün yakınlığına rağmen kasten kalkıp Fedek’i gasbetmesi inanılacak bir durum değildir. Şüphesiz insan yaptığı her şeyi bir maksat üzere yapar. Bütün beytülmali elinde bulunduran birinin Fedek’i gasbetmeye ne ihtiyacı olabilir ki?

Davetçi: Şüphesiz ki ihtiyaç meselesi değildi. Onlar Ehl-i Beyt-i zamanın Müslümanlarının gözünde küçük düşürmek, inzivaya itmek istiyorlardı. Çünkü Ehl-i Beyt hilafet makamına daha evla ve layık olduklarından dolayı, hilafeti hayal etmemeleri için fakr-u zaruret içinde olarak kendileriyle meşgul olmalıydılar. Zira dünya peşinde olan insanlar dünyalarının idare edileceği yere giderler.

Onlar, azamet, ilim, fazilet, takva ve edep sahibi bu ailenin zengin oldukları takdirde halkın onlara daha çok yöneleceğini tahmin ediyorlardı. İşte bu yüzden Fedek’i siyaset gereği gasbettiler ve O’nlara güçlenebilecekleri tüm yolları kapadılar.

Ehl-i Beyt’tin Humus Hakkından Mahrum Kılınması

Bu gasp edilen yollardan biri de Ehl-i Beyt’in sabit hakkı olan humus idi. Allah-u Teala Hz. Peygamber ve Ehl-i Beytine sadakayı haram kıldığından dolayı, ümmetin ekseriyetinin icmasıyla O’nlara humus yolunu açmış ve Enfal suresinin 41. ayetinde açıkça şöyle buyurmuştur:

“Bilin ki, ganimet olarak ele geçirdiğiniz şeylerin humusu (beşte biri), Allah’ın, Resulün, O’nun akrabalarının, yetimlerin, yoksulların ve yolcunundur. Eğer Allah’a, hak ile batılın birbirinden ayrıldığı gün, iki ordunun karşı karşıya geldiği günde (Bedir savaşında) kulumuza inanıyorsanız (ganimeti böyle bölüşün). Allah her şeye kadirdir.”

Böylece Ehl-i Beyt (a.s) kıyamete kadar refah ve huzur içinde yaşayacak, halka muhtaç olmayacaktı. Ama bilindiği gibi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in vefatından sonra bu açıdan da Ehl-i Beyt’i baskı altında tuttular. Ebu Bekir, taraftarlarıyla birlikte açık ve sabit olan humus haklarını da O’nlardan aldılar. Humus paralarıyla savaş malzemeleri alınması gerektiğini ifade ettiler. Böylece Ehl-i Beyt (a.s) her taraftan mahrum edildi. Çünkü sadaka kendilerine haramdı, var olan açık humus hakları da ellerinden alındı.

Nitekim imam Şafii Kitab’ul- Umm’da bu konuyla ilgili şöyle diyor: “Ehl-i Beyt’e sadaka yerine humus karar kılınmıştır. Onlara az veya çok sadaka verilemez. Onların sadaka alması, tanıyanların da O’nlara sadaka vermesi haramdır. Onlara humsun yasaklanmış olması bile O’nlar için sadakayı helal kılmaz.”

Ömer bin Hattab’ın zamanında; “humus çok arttı, hepsini Peygamber’in akrabalarına vermek olmaz, savaş teçhizatı almak icap eder.” bahanesiyle bu hakları da elinden alındı ve şimdiye kadar da bu İlahi haklarından mahrum kılınmışlardır.

Hafız: İmam Şafii humsun beşe bölünmesini, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hakkının Müslümanların ihtiyaç ve maslahatları yolunda harcanmasını, bir bölümünün yakınlık sahiplerine ve diğer üç kısmının da yetim, fakir ve yolda kalmışlara harcanmasını açıkça beyan etmiştir.

Davetçi: Resulullah (s.a.a) zamanında, müfessirlerin ekseriyetinin ittifakına göre, bu ayet Resulullah (s.a.a)’in evlat ve akrabalarına yardım için nazil olmuştur ve de humus onlara harcanıyordu Ama bilindiği gibi Şia Ehl-i Beyt’e uyarak, bu konuda var olan apaçık ayet sebebiyle humsu altı kısma ayırmaktadır. Allah-u Teala’nın, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in ve yakınlık sahiplerinin payı masum İmama verilmektedir. İmamın gaybetinde de adil fakih ve müçtehit olan bir naibine veriliyor, o da salah gördüğü yerde Müslümanların maslahatı için harcıyor. Diğer üç pay ise Benihaşim’den olan yetimlere, muhtaçlara ve yolda kalmışlara verilmektedir.

Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in vefatından sonra Haşim oğulları’ndan bu hakkı da gasbettiler. Nitekim Suyuti Durr’ul- Mensur, s. 3’de, imam Salebi Keşf’ul- Beyan tefsirinde, Zemahşer’i Keşşaf’ta, Kuşçu Şerh-i Tecrid’de, Nesai el-Fey kitabında ve daha birçok alim kendi eserlerinde bu hakkın Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra akıllı siyasetçiler tarafından kendi maksatlarını ilerletmek için alındığını yazmaktadırlar!!!

Hafız: Siz, müçtehidin görüş hakkı olduğuna inanmıyor musunuz? Şüphesiz Ebu Bekir de Müslümanlara yardım etmek için böylesine içtihatta bulunmuştur.

Davetçi: Evet müçtehidin görüşü câizdir; ama nass karşısında değil. Siz Ebu Bekir ve Ömer’in görüşlerini, Kur’an ve sünnet karşısında geçerli mi biliyorsunuz? İnsafen bu câiz midir?

Allah-u Teala ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bir hüküm verince, halife ümmetin salahı bahanesiyle naslar karşısında içtihat edebilir mi? Lütfen biraz insaflı olun. Bu işte art bir niyet olduğunu sezinlemiyor musunuz? Şüphesiz akıllı ve tarafsız bir insan olaya dikkatle bakacak olursa, kötü niyeti sezinler ve olayın hiçte öyle sade olmadığını anlar. Gerçekte onların maksadı Peygamber (s.a.a)’in ailesini perişan kılmaktı.

Allah-u Teala Ali’yi Peygameber’in Şahidi Kılmıştır

Ayrıca bilmek icap eder ki Allah-u Teala Hz. Ali’yi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şahidi kılmıştır. Nitekim Kur-an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

“Rabbinden açık bir belge üzerinde bulunan, O’nu (Peygamber’i) kendisinden bir şahit (Ali) izleyen...”[13]

Hafız: Bana göre ayetteki belge sahibinden maksat, Peygamber-i Ekrem (s.a.a), şahit ise Kur’ân’dır. Sizin, “şahid”in Ali (k.v) olduğuna dair deliliniz nedir?

Davetçi: Ben ayetlerde tasarrufta bulunmak ve Kur’ân’ı kendi görüşüme göre mana etmek cesaretine sahip değilim. Kur’ân-ı Kerim’in dengi olan Ehl-i Beyt (a.s), bu ayetteki şahitten maksadın Hz. Ali (a.s) olduğunu açıkça beyan etmiştir.

Üstelik alim ve müfessirleriniz de otuzun üstünde rivayet nakletmişlerdir. Örneğin: İmam Salebi Tefsiri’nde üç hadis rivayet etmiş, Celaluddin Suyuti ise Durr’ul- Mansur’da İbn-i Merduye, İbn-i Ebi Hatem ve Ebu Naim’den rivayet etmiştir. İbrahim bin Muhammed Himvini ise Feraid’us- Simtayn’de üç senetle nakilde bulunmuştur. Süleyman Belhi el-Hanefi ise 26. babda; Sa’lebi, Himvini, Harezmi, Ebu Naim ve Vakidi’den rivayet etmektedir. İbn-i Meğazili de İbn-i Abbas, Cabir bin Abdullah ve başkalarından rivayet etmektedir. Hafız Ebu Naim İsfahani de üç yolla rivayet etmektedir.

Ayrıca bilmek icap eder ki Taberi, İbn-i Meğazili, İbn-i Ebi’l- Hadid, Muhammed bin Yusuf-u Genci (Kifayet’ut-Talib, 62. bab) ve benzeri alimleriniz de bu inançtadır. Az bir kelime farklılıklarıyla ayetteki şahitten maksadın Hz. Ali olduğunu beyan etmişlerdir.

Hatip Harezmi, Menakıp’ta şöyle diyor: İbn-i Abbas’a; “Ayetteki şahit kimdir” diye sorduklarında; “Şahit Peygamber-i Ekrem için şahitlik eden ve O’nun kendisinden olan Ali’dir” dedi.

Bu yüzden kendi alimlerinizin de tasdik etmiş olduğu üzere, ümmetin, Allah-u Teala’nın Peygamber (s.a.a)’in şahidi kıldığı Hz. Ali’nin şahitliğini kabul etmesi farzdı.

Resulullah (s.a.a) Huzeyme bin Sabit’in şehadetini iki kişinin şehadeti gibi kabul etmiş, “Zu’ş- şehadeteyn” (iki şehadet sahibi) diye adlandırmıştır. Allah-u Teala da bu ayette, Hz. Ali’yi Müslümanlar arsında Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şahidi kılarak O’nun için bir özellik tanımıştır. Tathir ayetine göre de Hz. Ali (a.s) masum ve hatadan münezzeh biridir; kendi menfaatleri için asla iftira ve yalan yere şehadette bulunmaz.

Bilemiyorum, nasıl cesaret ettiler, hangi şer’i delile göre şehadetini kabul etmediler? Hatta kendisine hakaret bile ettiler. Şahitliğini red ederken de “bu işte menfaat sahibidir” dediler, bu delil üzere de tanıklığını kabul etmediler.

Ayrıca bilmek icap eder ki mecliste ve gıyabında birçok kinayelerle ihanet ettiler, bunların sadece bazısına daha önce işaret etmiş olduğum için konunun detayına girmiyorum. Dünyayı üç talakla boşayan, insanların en takvalısı olan, dost düşman herkesin kabul etmiş olduğu Ali gibi bir şahsiyetin dünyayı istemesi ve bunun da ötesinde kendi kitaplarınızda bile yazılan, ağzıma almaktan haya etmiş olduğum kelimelere muhatap olmasına razı olur musunuz?

Velhasıl, ‘Ali bu işte menfaat sahibidir’ iddiasıyla halka Ali (a.s)’ın eşi için haşa yalan yere tanıklık edebileceğini ilka ettiler. Halbuki bilindiği gibi Allah-u Teala O’nun tanıklığını kabul etmiş, bunlar ise oyunlar oynayarak O’nun tanıklığını red etmişlerdir.

Nazil olan onca Kur’an ayetlerinin, velayet makamını pekiştirmesinin ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Hz. Ali (a.s) hakkındaki onca tavsiyelerinin neticesi bu mu olmalıydı?

O Hazrete o kadar eziyet ettiler ki “Şıkşıkıyye” hutbesinde dertleşerek şöyle demektedir: “Gözümde diken, boğazımda kemik olarcasına sabrettim.” Hz. Ali (a.s)’ın bu iki cümlesi, O’nun sonsuz derdini, acısını ve sabrını anlatmaktadır.

Bir başka yerde de şöyle buyurmuştur:

“Allah’a and olsun ki, Ali bin Ebi Talip çocuğun annesinin memesine duyduğu iştiyaktan daha şiddetlisini ölüme duymaktadır.”

Hz. Ali (a.s)’ın içi dertle doluydu, hayattan bıkmıştı, en büyük şaki Abdurrahman bin Mülcem zehirli kılıcıyla başını ibadet mihrabında yarınca, “Kabe’nin Rabb’ine and dolsun ki kurtuldum.” diye buyurmuştur.

Kendi büyük tarihçilerinizin de yazdığı üzere ilk günlerde olmaması gereken şeyleri yaptılar, söylenmemesi gereken şeyleri söylediler. Ama bugün siz bilginlerin artık Allah-u Teala ve Resulünun sevgilisi olan Hz. Ali’yi incitmesi ve meseleyi avam halka yanlış aktarması doğru değildir. Sizin de bildiğiniz gibi Hz. Ali’yi incitmek, Resulullah (s.a.a)’i incitmek demektir.

Hz. Ali’yi İncitenleri Kınayan Rivayetler

Büyük alimlerinizden imam Ahmed bin Hanbel kendi Müs-ned’inde birkaç yolla ve imam Salebi kendi Tefsiri’nde, Himvini ise Feraid’de Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Ali’yi inciten beni incitmiştir. Ey insanlar Ali’yi inciten kıyamette Yahudi veya Hıristiyan olarak haşir olacaktır.”

İbn-i Hacer-i Mekki 9. babın 2. faslının zımnında, 16. Hadiste, Saad bin Ebi Vakkas’tan ve Muhammed bin Yusuf da Kifayet’ut-Talib’in 68. babında müsned olarak Resulullah (s.a.a)’ten şöyle rivayet etmektedir: “Ali’ye eziyet eden, bana eziyet etmiştir.”

İzin verirseniz aklıma gelen bir hadisi nakledeyim; ne de olsa Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hadisini duymak da ibadettir. Bu hadisi Buhari Sahih’de, imam Ahmed Müsned’de, Ali Hemedani eş-Şafii Meveddet’ül- Kurba’da, Hafız Naim İsfahani Ma Nezele Min’el- Kur’ân’i Fi Ali’yyin’de, Hatip Harezmi Menakıp’ta, İbn-i Meğazili eş-Şafii Menakıp’ta, Hakim Ebu’l- Kasım Haskani Hakim Ebu Abdullah Hafız’dan, o da Ahmed bin Muhammed bin Ebu Davud’dan, o da Ali bin Ahmed-i İcli’den, o da İbad bin Yakub’dan, o da Ertat bin Habib’den, o da Ebu Halid Vasiti’den, o da Zeyd bin Ali bin Hüseyin’den, o da babası Hüseyin bin Ali’den, o da babası Ali bin Ebi Talip’ten nakletmişlerdir. Bu ravilerin hepsi de kendi kıllarından tutarak demişlerdir ki; “Peygamber-i Ekrem (s.a.a) de böylece mübarek kılından tutarak şöyle buyurdular:

“Ya Ali, her kim senin bir tek kılını dahi incitirse, beni incitmiştir, beni inciten Allah’ı incitmiştir; kim de Allah’ı incitirse Allah’ın laneti onun üzerine olsun.”

Seyyid bin Bekr bin Şahabuddin Alevi Reşfet’us- Sadi Min Bahr-i Fezail-i Beni’n- nebiyy’il- Hadi, s. 60’da 4. babın zımnında Taberani’nin Kebir’inden, İbn-i Habbab’ın Sahih’inden ve Hakim’den hadisi sahih kabul ederek Hz. Ali (a.s)’dan Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Kim Ehl-i Beytim hakkında bana eziyet ederse, Allah’ın laneti onun üzerine olsun.”

Bu samimi sözlerimin etkili olmasını ümit ediyorum; siz muhterem beyler, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in daha çok üzülmesine ve mukaddes ruhunun incinmesine razı olmayın. İlahi adalet mahkemesinde cevap vermek zordur. (Bu toplantı müddetince ağlar gözle konuşuyordum, orada olanların, hatta bazen Hafız’ın bile gözlerinden yaşlar akıyordu.)

Siz beyler biraz düşünün, dakik olun, kendinizi olayın içerisinde görerek bakın ki, daha iki ay önce Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in huzurunda kendisine biat etmiş, Allah-u Teala ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emriyle ona teslim olmuş bu ümmet arasında Hz. Ali (a.s)’ın tanıklığının red edilmesi, Hz. Fatıma’nın mülküne el koyulması ve O’nlara hakaret edilmesi, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in bu iki emanetini ne kadar özdü ve İslam düşmanlarını ne kadar hoşnut etti! Mazlum Fatıma (a.s) o kadar rahatsız olup gazaplandı ki, genç yaşta dert ve hüzün içinde dünyadan ayrıldı.

Hafız: Şüphesiz ki ilk başlarda Hz. Fatıma rahatsız olup öfkelenmiştir. Ama daha sonra halifenin hak üzere hüküm verdiğini görünce, onlardan razı olup büyük bir rızayet içinde dünyadan ayrılmıştır.

Hz. Fatıma (a.s) Son Nefesine Kadar Ebu Bekir ve Ömer’den Razı Olmadı

Davetçi: Eğer durum dediğiniz gibi olmuş olsaydı, o zaman neden büyük ve değerli alimleriniz bunun tam aksini yazmışlardır. Örneğin: Buhari ve Müslim gibi iki güvenilir aliminiz kendi Sahih’lerinde şöyle yazmışlardır:

“Hz. Fatıma Ebu Bekir’i gazaplı haliyle terk etti; öfkeli kaldı ve ömrünün sonuna kadar onunla konuşmadı. Vefat edince Hz. Ali (a.s) Fatıma’nın cenaze namazını kıldırdı ve geceleyin defnetti. Ebu Bekir’i haberdar etmediler ve onun cenaze namazına katılmasına izin vermediler.” [14]

Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii Kifayet’ut- Talib’in 99. babında bu rivayeti nakletmiştir. Hakeza İbn-i Kuteybe de El İmamet’u ve’s- Siyase kitabının 14. sayfasında şöyle nakletmiştir: “Fatıma (a.s) ölüm döşeğinde Ebu Bekir ve Ömer’e şöyle dedi:

“Allah’ı ve meleklerini şahit tutuyorum ki, sizin ikiniz beni öfkelendirdiniz, beni hoşnut etmediniz, eğer Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i görecek olursam, ikinizi de şikayet edeceğim.”

Yine aynı kitapta şöyle yazmıştır: “Hz. Fatıma ölünceye kadar da Ebu Bekir’den hoşnut olmadı ve ondan uzak durdu.”

Bu ve sizin diğer muteber kitaplarınızda yazılan sayısız rivayetler ışığında lütfen tarafsızca ve insaflıca hüküm verin. Bu rivayetlerin telfik yolunu bana da söyleyin.

Fatıma’yı İncitmek, Allah’ı ve Peygamber’i İncitmektir

Örneğin: İmam Ahmed Müsned’de, Süleyman Kunduzi Yenabi’ul- Mevedde’de, Ali Hemedani Meveddet’ul- Kurba’da, İbn-i Hacer Savaik’da (Tirmizi, Hakim ve benzerlerinden naklen) çok az bir tabir ve lafız farklılıklarıyla Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in defalarca şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler:

“Fatıma benim bir parçamdır, gözümün nurudur, kalbimin meyvesidir ve ruhumdur; onu inciten beni incitmiştir, beni inciten Allah’ı incitmiştir; Onu gazaplandıran beni gazaplandırmıştır, ona eziyet den bana eziyet etmiştir.”

İbn-i Hacer İsabe’de Fatıma (a.s)’ın biyografisini anlatırken Buhari ve Müslim’den naklen Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Fatıma benim bir parçamdır, ona eziyet eden bana eziyet etmiştir, onu rahatsız eden beni rahatsız etmiştir.”

Muhammed bin Talha eş-Şafii Metalib’us- Süul, s. 6’da, Hafız Ebu Naim İsfahani Hilyet’ul- Evliya, c. 2, s. 40’da ve imam Nesai Hesais’ul- Alevi’de Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler:

“Fatıma benim kızım ve bir parçamdır; onu rahatsız eden beni rahatsız etmiştir, ona eziyet eden bana eziyet etmiştir.”

Ebu’l- Kasım Hüseyin bin Muhammed (Rağib-i İsfahani) Muhazarat’ul- Udeba, c. 2, s. 214’de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Fatıma benim bir parçamdır; öyleyse onu gazaplandıran beni gazaplandırmıştır.”

Hafız Ebu Musa bin el Müsenna Basri (Ö. H. 252) Mucem’inde, İbn-i Hacer Askalani İsabe c. 4, s. 375’de, Ebu Ya’la Musuli Sünen’inde, Taberani Mu’cem’inde, Hakim Nişaburi Müstedrek c. 3, s. 154’de, Hafız Ebu Naim İsfahani, Fezail’us- Sahabe’de, Hafız bin Asakir Tarih’uş- Şam’da, Sibt bin Cevzi Tezkire s. 175’de, Taberi Zahair s. 39’da, İbn-i Hacer-i Mekki Savaik, s. 105’de ve Ebu’l- İrfan es-Sebban İs’af’ur- Rağibin, s. 171’de, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Hz. Fatıma’ya şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler:

“Ya Fatıma, Allah-u Teala senin gazabın için gazap eder, senin hoşnutluğun için hoşnut olur.”

Muhammed bin İsmail-i Buhari, Sahih’in “Menakıb-i Karabet-i Resulullah” babında, s. 71’de (Mesur bin Muhzime’den naklen) ve hakeza, s. 75’de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Fatıma benim bir parçamdır; onu gazaplandıran beni gazaplandırmıştır.”

Buhari ve Müslim’in Sahih’inde Ebu Davut ve Tirmizi’nin Sünen’inde, Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde, İbn-i Hacer’in Savaik’inde, Şeyh Süleyman Belhi’nin Yenabi’sinde ve daha birçok muteber kitaplarınızda Hz. Fatıma’nın faziletleri hususunda birçok benzeri rivayetler nakledilmiştir. Bunları, Hz. Fatıma’nın onlardan hoşnut olmadan vefat ettiğini bildiren hadislerle nasıl değerlendirebiliyorsunuz?

Şeyh: Bu rivayetler doğrudur. Ama Hz. Ali’nin hakkında nakl olunmuştur. Zira Hz. Ali Ebu Cehl’in kızını almak isteyince Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ona kızdı ve şöyle buyurdu: “Her kim Fatıma’yı incitirse beni incitmiştir; beni inciten de Allah’ın gazabına uğramıştır.” Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in bu sözlerden maksadı, Hz. Ali idi!!!

Davetçi: İnsan ve diğer hayvanlar arasında birçok fark vardır. İnsanı hayvandan ayıran iki önemli güç akıl ve fikirdir. Yani hayvandan üstün olanlar, hayatlarını akıl ve fikir önderliğinde şekillendirenlerdir. İnsan duyduğu her şeyi hemen kabul etmemelidir, akıl ve fikriyle değerlendirmelidir, aklı kabul ediyorsa kabullenmeli, aksi takdirde reddetmelidir. İşte bu yüzden Kur’ân şöyle buyuruyor:

“Sözü işiten ve en iyisine tabi olan kullarımı müjdele. İşte onlar Allah’ın kendilerini hidayete eriştirdikleridir ve onlar temiz akıl sahipleridir.”[15]

Geçmişlerinizin nakletmiş olduğu rivayetleri akıl tezgahında cerh-u tadil etmeden, üzerinde durup düşünmeden, bu akşam yaptığınız gibi hemen kabul diyor ve tekrarlıyorsunuz. Bu yüzden kısa olarak bir cevap vermek zorundayım.

Önceden de söylediğim gibi alimlerinizin de onayladığı üzere Hz. Ali (a.s) Tathir ayetinin muhatabıdır ve zati bir temizliği vardır. Yani her türlü rics, pislik, lehv ve kötü ahlaktan münezzehtir. Hakeza Mübahele ayetinde de önceki akşamlar bahsettiğim gibi Allah-u Teala Hz. Ali’yi Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in nefsi olarak kabul etmiştir. Diğer taraftan Hz. Ali (a.s) Resulullah (s.a.a)’in ilim kapısıdır; Kur’ân’dan ve onun ahkam ve düsturlarından haberdardı. Allah-u Teala’nın şöyle buyurduğunu da çok iyi biliyordu:

“Allah’ın Resulüne eziyet etmeniz, sizin için câiz değildir.”[16]

Hz. Ali (a.s) gibi birisinin Resulullah (s.a.a)’e eziyet edecek, O’nu hoşnutsuz kılacak bir amel veya söze bulaşmasını akıl nasıl kabul edebilir? Büyük ahlak abidesi olan Resulullah gibi bir insanın Allah-u Teala’nın sevgilisine, hem de Kur’ân-ı Kerim’in istisnasız helal kıldığı bir işte gazaplanması mümkün müdür? Allah-u Teala bu hususta bir fark gözetmemiştir. Nikah meselesi şu ayetin hükmüne göre geneldir:

“...Size helal olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikahlayın...”[17]

Bu ayetin hükmü, bütün enbiya, evsiya ve tüm ümmet arasında geneldir. Eğer farzen Hz. Ali (a.s) böyle bir şey isteseydi şer’i açıdan câiz olduğu için Resulullah (s.a.a) helal olan bir şey hususunda O’na gazaplanmaz ve bu kelimeleri O’na söylemezdi.[18]

O halde akıl ve fikir sahibi herkes biraz araştıracak olursa, bu hadisin de Emeviler’in uydurması olduğunu kolayca anlayabilir; nitekim büyük ve değerli alimleriniz de bunu itiraf etmişlerdir.

Ebu Cafer İskafi’nin Muaviye’nin Zamanındaki Rivayetlerin Uyduruk Olmasına Dair Beyanı

İbn-i Ebi’l- Hadid Mutezili Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 1, s. 358’de bu konuda üstadı Ebu Cafer İskafi el-Bağdadi’den naklen şöyle diyor:

“Muaviye bin Ebi Süfyan ashap ve tabibinden bir grubu Hz. Ali (a.s) hakkında çirkin rivayetler uydurmakla görevlendirmişti. Halkın Hz. Ali’den uzaklaşması için halk içinde O’na lanet etmelerini emretmişti.

Ebu Hureyre, Amr bin As, Muğire bin Şu’be ve Tabiin’den Urve bin Zubeyr gibileri bu işle görevlenmişlerdi. Ebu Hureyre bu konuda, Hz. Ali (a.s)’ın Resulullah (s.a.a) hayattayken Ebu Cehil’in kızıyla evlenmek istediği hakkındaki rivayeti uydurdu. Sözde Resulullah (s.a.a) O’na kızarak minbere çıkmış ve şöyle buyurmuştur:

“Allah-u Teala’nın dostuyla düşmanının arasını bulmak mümkün değildir. Fatıma benim bir parçamdır; ona eziyet eden bana eziyet etmiştir; Ebu Cehil’in kızını almak isteyen benim kızımdan uzaklaşmalıdır.” [19]

Sonra Ebu Cafer İskafi şöyle diyor: “Bu hadis, Kerabisi rivayeti olarak meşhurdur. Yani uydurulan her rivayete kerabisi diyorlar.”[20]

İbn-i Ebi’l- Hadid devamında şöyle diyor: “Bu hadis Buhari ve Müslim’in Sahih’lerinde Musavver bin Mahzeme’den rivayet edilmiştir.”

Büyük Şia alimi Seyyid Murtaza da, Tenzih’ul- Enbiya ve’l-Eimme kitabında şöyle diyor: “Bu rivayet Hüseyin Kerabisi’den rivayet edilmiştir; bu şahıs Ehl-i Beyt (a.s) düşmanlarından biridir, bu yüzden onun rivayetleri kabul edilemez.

Ayrıca bilmek icap eder ki sizin muteber kitaplarınızda yer alan rivayetlere göre de Hz. Ali (a.s)’a buğzeden kimse münafıktır; Kur’ân hükmü gereği de ateş ehlidir. O halde onun rivayeti red edilmiştir.

Üstelik, Fatıma’ya eziyet edenlerin kınanması hakkındaki rivayetler, sadece Kerabisi veya Ebu Hureyre’nin rivayet etmiş olduğu Ebu Cehil’in kızıyla ilgili rivayetlerle sınırlı değildir. Bu konuda birçok hadis mevcuttur.

Bu cümleden Hace Parsa-i Buhari Fasl’ul- Hitap’da, imam Ahmed bin Hanbel Müsned’inde ve Seyyid Ali Hemedani eş-Şafii Meveddet’ul- Kurba’nın 13. Mevedde’sinde, Selman Muhammedi’den rivayet etmiş olduğu bir rivayette Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmaktadır:

“Fatıma’nın sevgisi yüz yerde insana yarayacaktır; onların en kolayı ölüm, kabir, mizan, sırat ve hesaptır. Öyleyse kızım Fatıma kimden razı olursa, ben de razı olurum; ben kimden razı olursam, Allah da ondan razı olur; Fatıma’nın razı olmadığı kimseden ben de razı değilim, benim razı olmadığım kimseden Allah-u Teala da razı değildir. O halde Fatıma’ya, eşi Ali’ye ve onların soy ve Şialarına zulmedenlere yazıklar olsun.”

Örnek ve şahit olarak zikredilen bu kadar rivayet yeterlidir. Şimdi siz muteber beyler, her iki fırkanın güvenilir kitaplarında yer alan bunca sahih rivayetleri, Buhari, Müslim ve diğer birçok büyük alimlerinizin de, Fatıma’nın Ebu Bekir’e gazap etmiş olduğu halde dünyadan ayrıldığına dair nakletmiş oldukları hadisleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hafız: Bu rivayetler doğrudur, bizim muteber kitaplarımızda daha çok ve detaylı bir şekilde rivayet edilmiştir. Hz. Ali’nin Ebu Cehil’in kızıyla evlenmek istemesiyle ilgili Kerabisi’nin rivayet etmiş olduğu sözde bu hadise ben de inanamamıştım. Ama bu akşam, bu sorunu hallettiğinizden dolayı çok memnun oldum.

Hz. Fatıma’nın Gazabını Eleştiri ve Onun Yanıtı

Ayrıca bilmek icap eder ki bu rivayetlerdeki gazap, geleneksel bir gazap değil dini bir gazaptır. Dolayısıyla bizim bütün Sahih kitaplarımızda yer aldığı üzere Fatıma (r.z)’ın Ebu Bekir ve Ömer’e öfkesi, dini gazap değildir; yani Hz. Fatıma, dini emirlerin aksine gerçekleşen bir iş sebebiyle bu ikisine gazap etmemiştir. Elbette her kim Fatıma’yı dini açıdan gazaplandırırsa, Allah’ın ve Peygamber (s.a.a)’in gazabına uğrayacaktır. Ama Fatıma’nın bu gazabı, hedefine ulaşamadığından her duygusal insanın gösterdiği bir gazap haletidir.

Fatıma (a.s) Fedek’i istediğinden, halife de Fedek’i O’na geri vermediğinden dolayı, doğal olarak Fatıma da üzüldü ve gazaplandı. Ama bilindiği gibi sonraları bu normal gazap kalbinden çıktı ve halifenin hükmüne razı oldu. Onun razı olduğunu gösteren en büyük delil de daha sonda sessiz kalmasıdır! Hatta Ali (k.v) hilafete geçince elindeki bütün güç ve imkana rağmen Fedek’i geri almadı, bu da O’nun halifelerin hükmünden razı olduğunun kesin bir delilidir!

Davetçi: Buyurduğunuz bu konuların her birinin ayrı bir cevabı vardır. Sizin yüzünüzde bir yorgunluk görmesem de ricamı kabul ederseniz bu soruların detaylı cevabını, vakit çok geçtiğinden dolayı yarın akşama bırakayım.

(Mecliste bulunanlar hep bir ağızdan şöyle dediler: Kabul etmiyoruz, çok hassas bir yere yetiştik, bu büyük meselenin neticesi belli olmadıkça bir yere gitmeyeceğiz.)

Davetçi: Sizin isteğiniz üzere, kısa da olsa vakit müsaade ettiği miktarda konunun detayına girmeden özetle cevap vermek istiyorum.

Fatıma’nın Kalbi ve Tüm Azası İmanla Dolu İdi

Evvela; Hz. Fatıma’nın gazabının dini değil, doğal olduğunu söylemekle yanıldınız; düşünmeden ve araştırmadan hüküm verdiniz. Zira Kur’ân-ı Kerim ve hadislerde de yer aldığı üzere, kemal sahibi bir mümin asla böyle bir gazaba kalkışmaz. Nerede kaldı ki Tathir, Mübahele ayeti ve İnsan suresinde övülen Fatıma gibi birsi böyle bir gazapta bulunsun.

Sizin muteber kitaplarınızda da yer aldığı üzere Hz. Fatıma (a.s)’ın imanı kemal derecesine ermişti. Nitekim Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Allah Teala, kızım Fatıma’nın kalp ve bütün azalarını imanla doldurmuştur.”

Fatıma’nın Gazabı Dini İdi

İmanının nişanesi Hakkın emirlerine teslim olan hiçbir mümin ve mümine, bir hakim hak üzere hüküm verdiği takdirde, yani Allah-u Teala’nın hükümlerini uyguladığı zaman ona gazap edemez, özellikle de kin ve ukde dolu bir gazapta bulunamaz, ölünceye kadar bu gazabı taşıyamaz, onların kendi cenazesine namaz kılmasına engel olacak kadar kızamaz. Evvela; Fatıma (a.s) Allah-u Teala’nın temizliğine hükmettiği bir insandır. Asla iftira ve yalan atmaz ve bundan dolayı da hakim onun aleyhine hükmetmez.

İkinci olarak; Hz. Fatıma (a.s)’ın gazabı bir hal değişikliği olmuş olsaydı, ortadan kalkması icap ederdi; özellikle kendisinden özür dilendikten sonra kalbinden çıkması gerekirdi. Çünkü Peygamber-i Ekrem (s.a.a): “Mümin, kinci ve ukde ehli değildir.” diye buyurmuştur. Müminin sıfat ve nişanelerinden biri, adet ve nefsani istekler üzere kalbinde kin ve öfke bulundurmamasıdır. Bir rivayette de şöyle buyurmuştur: “Mümin bir kimse hata ederse, üç günden fazla onun düşmanlığını kalbinde tutamaz.” Dolayısıyla Hz. Fatıma (a.s) gibi Tathir ayetiyle övülen, bütün varlığı imanla dolan, her türlü kötülük, pislik ve ahlaki rezaletlerden uzak olan, özellikle de Allah-u Teala’nın temiz olduğuna dair şehadette bulunduğu bir kimse asla kin ve ukde ehli olamaz.

Diğer taraftan iki fırkanın da ittifak etmiş olduğu üzere Hz. Fatıma (a.s) Ebu Bekir’e gazap etmiş olduğu hal üzere dünyadan gitti. Binaenaleyh Hz. Fatıma (a.s)’ın gazabı dini bir gazaptı; çünkü Allah-u Teala ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hükümlerinin aleyhine bir hüküm verilmişti; onun bu hükme olan gazabı dini bir gazaptı ve bu gazap Allah-u Teala ve Hz. Peygamber (s.a.a)’in gazabını gerektiren bir gazaptır.

Fatıma’nın Sessiz Kalması Razı Olduğundan Dolayı Değildi

Üçüncü olarak; Fatıma (a.s)’ın sessiz kalmasının O’nun rizayetine delalet ettiğini söylemekle hata ettiniz. Zira her sessizlik rizayetin göstergesi değildir. Bazen zalimin güçlü olduğundan dolayı mazlum, düşmanlar karşısında yüz suyunu korumak için sükut etmek zorunda kalıyor.

Mazlum Fatıma (a.s) da onlardan kesinlikle razı olmamış, üstelik bu dünyadan o gazap üzere bile ayrılmıştır. Büyük alimleriniz, özellikle de Buhari ve Müslim gibi iki güvenilir aliminiz şöyle yazmışlardır: “Fatıma Ebu Bekir’e gazap etti; ondan uzak durdu ve ölünceye kadar da onunla konuşmadı.”

Hz. Ali Hilafeti Döneminde İstediği Her Şeyi Yapabilme Gücüne Sahip Değildi

Dördüncü olarak; Hz. Ali (a.s)’ın iktidara geçtiğinde Fedek’i alıp Fatıma’nın çocuklarına geri vermemesinin bu hükme rizayetinin delili olduğunu söylenmeniz de büyük bir yanlışlıktır. Zira Hz. Ali (a.s) kendi hilafeti döneminde istediğini her şeyi yapabilme, istediği hükmü verebilme ve bir bidati ortadan kaldırabilme gücüne sahip değildi. Bu konuda yapacağı en küçük bir teşebbüs karşısında feryatlar yükselecek, isyanlar başlayacaktı.

Eğer Hz. Ali (a.s) Fedek’i Fatıma’nın evlatlarına geri çevirseydi, özellikle Muaviye ve taraftarları bundan kötü istifade ederlerdi. Ayrıca bilmek icap eder ki Fedek’i red ederlerken de bunda Hz. Ali (a.s)’ın menfaati olduğunu söylemişlerdi. Dolayısıyla böyle bir durumda kendi görüşlerini delillendirir ve O’nun Ebu Bekir ve Ömer’in yoluna aykırı davrandığını yayarlardı.

Ayrıca böyle bir hüküm verebilmesi için uygulamalarında özgür ve güçlü olması gerekliydi. Halbuki bilindiği gibi Hz. Ali (a.s) için öncekilerin amel ve davranışlarının aksine davranabilecek bir güç ve kudret bırakmamışlardı.

Nitekim, minber olayı ve teravih namazında bu durum açıkça ortaya çıktı. Çünkü önceki halifeler Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in namaz kıldığı minberinin yerini değiştirdiler. Hz. Ali (a.s) hilafet makamına gelince minberi Resulullah (s.a.a)’in zamanındaki ilk yerine geri döndürmek istedi. Halk feryat ederek ilk iki halifenin sünnetine aykırı davranıldığını söylediler.

İnsanları cemaat ve teravih namazından sakındırınca, yine halk; “Ali Ömer’in hükmüne aykırı hüküm veriyor” diye feryat ettirler.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Hz. Ali (a.s) neden teravih namazının cemaatle kılınmasına engel olmaya çalıştı?

Hz. Ali’nin Teravih Namazının Cemaatla Kılınmasını Yasaklaması

Davetçi: Teravih lügat açısından “tervihe”nin çoğuludur ve kök itibariyle oturmaya denir; daha sonraları Ramazan geceleri dört rekat namazdan sonra dinlenmek için oturmanın adı olmuştur. Daha sonra da Ramazan geceleri kılınan dört rekatlı müstehap namaza denildi. (veya bütün gecelerde kılınan yirmi rekatlı müstehap namazın adı oldu.)

Şüphesiz mukaddes İslâm dininde sadece farz namazlar cemaatle kılınır, müstehap namazlar cemaatle kılınmaz, bizzat Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Ramazan geceleri kılınan nafile namazların cemaatle kılınması bidattir. Duha namazı bidat ve günahtır. Ramazan geceleri nafilelerini cemaatle kılmayınız; Duha namazı da kılmayınız. Zira sünnet üzere kılınan namaz, az da olsa bidat olan çok amelden daha iyidir. Her bidat dalalettir, her dalalet cehenneme giden yoldur.”

Ömer H. 14. yılda kendi hilafeti döneminde camiye girince ışıkların yandığını ve insanların toplanmış olduğunu gördü. Ne haberdir? dediğinde; “İnsanlar nafile namazını cemaatle kılmak için toplanmışlardır” dediler. Bunun üzerine Ömer şöyle dedi: “Bu bidattir; ama güzel bir bidattir!”

Buhari Sahih’inde Abdurrahman bin Abdulkari’den şöyle rivayet etmektedir: “Halife insanların dağınık namaz kıldığını görünce onlara müstahap namazların cemaatle kılınmasının daha iyi olduğunu söyledi. Ubey bin Kaab’a onlara cemaat namazı kıldırmasını emretti. Daha sonra camiye geldiği zaman halkın emrine uyup cemaat namazı kıldığını görünce şöyle dedi: Bu bidat ne de güzel bir bidattir!”

Bu durum Hz. Ali (a.s) zamanına kadar devam etti. Hz. Ali (a.s) bu ameli, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) zamanında uygulanmadığından dolayı yasakladı ve nafilelerin cemaatle kılınmamasının gerektiğini hatırlattı.

Kufe’ye gelince de halkı bundan sakındırdı. Hz. Ali (a.s) yasakladığı halde adet edindikleri için vazgeçmediler. Hz. Ali (a.s) gidince yine kendi aralarından birini seçerek cemaatle nafile namazını kıldılar. Hz. Ali (a.s) bunu duyunca İmam Hasan’a, eline bir kırbaç alarak halkı bundan alı koymasını emretti. Halk bu durumu görünce; “Ey vah! Ali gelip bizi namazdan men ediyor!” diye ses koparıp feryat ettiler.

Halbuki bilindiği gibi kendileri de Peygamber-i Ekrem (s.a.a) zamanında böyle namaz kılınmadığını ve bunun Ömer zamanında adet olduğunu biliyorlardı. Buna rağmen Hz. Ali (a.s)’a itaat etmediler. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in sünnetine de mutabık olan bu işe boyun eğmediler.

O halde Hz. Ali (a.s) Fedek’i nasıl Fatıma’nın evlatlarına geri çevirebilirdi? Bunu yapacak olsaydı, hemen feryatlar yükselir, Hz. Ali (a.s)’ın dünyaya meylettiğini ve evlatlarının menfaatleri için beytülmale el koyduğunu söyleyip dururlardı. İşte bundan dolayı yine eskisi gibi sabretti ve onu Hz. Mehdi’ye bıraktı.

O halde Hz. Ali (a.s)’ın sükutu, o hükme razı olduğunun delili değildi. Eğer kendisinden önceki halifelerin Fedek hususundaki amellerini doğru bulmuş olsaydı artık onlarla tartışmaz, rahatsızlığını ifade etmez ve Allah-u Teala’yı hakem karar kılmazdı.

Nitekim Hz. Ali (a.s) Basra valisi Osman bin Huneyf-i Ensari ile dertleştiği mektubunda şöyle diyor:

“Göğün gölge etmiş olduğu şeylerle (dünya malıyla) dolu olan Fedek bizim elimizdeydi. Bir grup (önceki üç halife) tamahlaşıp (onu elimizden aldılar); bir grup da (Hz. Fatıma ve evlatları) cömertlik yaparak ondan vazgeçtiler. Allah-u Teala (hakla batıl arasında) ne de iyi hüküm edendir.” [21]

Hz. Fatıma’nın, ömrünün sonunda Ömer’den razı olduğunu ve onları affetti demeniz de yanlıştır. Zira böyle bir şey asla vaki olmamıştır. Nitekim daha önce arz ettiğim rivayetlerle, mazlum. Fatıma (a.s)’ın ömrünün sonuna kadar onlardan hoşnut olmadığını, hatta onlara kızgın olarak dünyadan ayrıldığını ispat ettim.

Ebu Bekir ve Ömer’in Hz. Fatıma’yı Ziyaret Etmesi

Şimdi de sözümü bitirmek ve iddiamı bir defa daha ispat etmek için şu rivayeti de rivayet etmek istiyorum. İbn-i Kuteybe el-İmamet’u ve’s- Siyase kitabında, İbn-i Ebi’l- Hadid ve diğer alimler de kendi muteber kitaplarında şöyle yazmışlardır:

“Ömer Ebu Bekir’e şöyle dedi: “Gel Fatıma’ya gidelim; zira onu gazaplandırdık.” (Bazı rivayetlerde ise Ebu Bekir’in Ömer’e böyle söylediği yer almıştır ki bu daha doğru gözükmektedir) Birlikte Fatıma’nın kapısına vardılar. Ama mazlum Fatıma (a.s) onlarla görüşmek istemedi. Hz. Ali (a.s)’ı aracı kılınca Fatıma (a.s) Hz. Ali’nin sözüne karşı sessiz kaldı. Bunun üzerine onlara sadece giriş izni verdi. Girip selam verdiler, Hz. Fatıma ise yüzünü duvara döndü. Ebu Bekir şöyle dedi:

“Ey Resulullah’ın kızı, Allah’a and olsun ki Peygamber (s.a.a)’in akrabalığını kendi akrabalığımdan daha çok seviyorum. Seni kızım Aişe’den daha çok seviyorum. Keşke Resulullah (s.a.a)’den sonra ben de ölseydim. Ben senin değer, şeref ve faziletini herkesten daha iyi biliyorum. Eğer seni mirasından men ettiysem, bu bizzat Peygamber (s.a.a)’den duyduğum; “Biz miras bırakmayız; bıraktığımız miras değil, sadakadır.” hadisi üzere idi.”

Hz. Fatıma (a.s) Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’a şöyle arz etti:

“Ben onlara Resul-ü Ekrem (s.a.a)’in bir hadisini hatırlatıyorum, Allah’ın rızası için doğru söylesinler. Acaba Resulullah (s.a.a)’in şu hadisini duymadılar mı?: “Fatıma’nın rızası benim rızamdır; Fatıma’nın gazabı benim gazabımdır; Fatıma’yı seven beni sevmiştir; Fatıma’yı razı eden beni razı etmiştir; Fatıma’yı öfkelendiren beni öfkelendirmiştir.”

Onlar; “Evet, Hz. Peygamber (s.a.a)’den bunu duyduk.” dediler.

Bu sırada Fatıma (a.s) şöyle buyurdu: “Allah’ı ve meleklerini şahit tutuyorum ki sizler beni gazaplandırdınız, beni razı etmediniz. Resulullah (s.a.a) ile görüşürsem sizin ikinizi O’na şikayet edeceğim.”

Ebu Bekir, Hz. Fatıma’nın bu beyanı karşısında ağlar bir halde şöyle dedi: “Senin ve Peygamber’in gazabından Allah’a sığınırım.”

Fatıma (a.s) da ağlar bir halde şöyle buyurdu:

“Allah’a and olsun ki her namazda sana beddua ediyorum.”

Ebu Bekir bu sözleri duyunca ağlayarak dışarı çıktı. Halk etrafında toplandı ve ona teselli vermeye çalıştı. Ebu Bekir şöyle dedi:

“Eyvahlar olsun size! Siz eşlerinize ve evinize sevinç içinde dönüyorsunuz; beni bırakın, benim sizin biatinize ihtiyacım yoktur, benden vazgeçin. Allah’a and olsun ki Fatıma’dan duyduklarım ve gördüklerimden sonra, hiçbir Müslümanın boynunda biatimin olmasını istemiyorum.”

Büyük alimlerinizin bu yazdıklarından da anlaşıldığı gibi Hz. Fatıma (a.s) ömrünün sonuna kadar Ebu Bekir ve Ömer’den rahatsız oldu, hüzün dolu bir kalple dünyadan ayrıldı ve kesinlikle onlardan razı ve hoşnut olmadı!

Fatıma’nın Gece Yarısı Defnedilmesi

Hz. Fatıma’nın üzgün, kırgın ve halifelere karşı hoşnutsuzluğunun en büyük delili, Hz. Ali (a.s)’a şöyle vasiyet etmesidir:

“Bana zulmedenlerden ve hakkımı alanlardan hiç kimse cenaze namazıma katılmasın. Onlar benim ve Resulullah (s.a.a)’in düşmanlarıdır. Onlardan ve taraftarlarından hiçbirisinin cenaze namazımı kılmasına izin verme. Gece olup gözler uyuyunca beni defnet!”

Nitekim Buhari Sahih’inde şöyle diyor: “Ali, Fatıma’nın vasiyetini yerine getirdi ve O’nu geceleyin defnetti. Ne kadar aradılarsa da yerini bulamadılar.”

Fatıma’nın Dertleri Kıyamete Kadar İçler Acısıdır

İttifakla şu sabittir ki Hz. Fatıma (a.s), vasiyeti üzere geceleyin defnedildi.

Muhterem beyler, Allah aşkına insaflı edin! Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu ümmetin saadet ve azameti için büyük zahmetler çekti, hayatını bu ümmetin rahatlığı ve mutluluğu için harcadı, ölünce geriye biricik kızını emanet bıraktı, gece-gündüz, açık-gizli muteber kitaplarınızda da yer aldığı üzere şöyle buyurdu:

“Fatıma benim bir parçamdır, emanetimdir. Beni koruduğunuz gibi O’nu da koruyunuz, rahatsız olacağına yol açacak bir iş yapmayınız. O sizden razı olduğu takdirde ben sizlerden razı olurum.”

Mir Seyyid Ali Hemedani eş-Şafii Meveddet’ul- Kurba’da Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Ben Fatıma’ya eziyet edenleri kıyamette ağır sorguya çekeceğim. Fatıma’nın rızayeti benim rızayetimdir; Fatıma’nın gazabı benim gazabımdır; benim gazap etmiş olduğum kimseye eyvahlar olsun.”

Bu ümmet, Resulullah (s.a.a)’in onca tavsiyelerine itina göstermedi, Fatıma’ya eziyet etti, O’nun sabit hakkını gasbetti! Genç yaşta öyle üzülüp kederlendi ki ağlar gözle şöyle buyurdu:

Üzerime bir takım musibetler döküldü;

O musibetler gündüzün üzerine dökülseydi kararır gece olurdu.

Resulullah’ın aziz kızı o kadar üzgün ve dertliydi ki sürekli Allah-u Teala’ya; “Allah’ım, ölümümü çabuklaştır.” diye dua ediyordu; geceleyin defnedilmesini ve muhaliflerinden hiç kimsenin cenaze namazına katılmasına izin verilmemesini vasiyet ediyordu.

Muhterem beyler lütfen insaflıca hükmedin; acaba bu olaylar O’nun hoşnutluğunu mu, yoksa hoşnutsuzluğunu mu gösteriyor? Artık bu hadisler ışığında gerçekleri apaçık bir şekilde görünüz.

Birazcık gam ve hüznümü sana anlattım ama;

Kalbinin kırılacağından korktum; yoksa diyecek söz çoktur.

(Bu toplantıda hepimiz özellikle de Hafız bey hüngür hüngür ağlıyor, istiğfar ediyordu. O geceden itibaren artık konuşmadı. Mantıklı delillerimiz o insaflı alimi derinden etkilemişti. Son gecede manen Şii olarak bizden ayrıldı. Oturum bir çeyrek saat öylece sessiz, hüzün dolu bir halde kaldı. Çay ikram ettiler, ama hiç kimse içmedi. Sabah namazına yakın toplantı sona erdi.)