ANASAYFA

DOKUZUNCU OTURUM

DOKUZUNCU OTURUM
İfk Olayı
Eşler Övülme ve Kınanmada Her Açıdan Benzer Değildir
Nuh ve Lut'un Eşleri Cehenneme, Firavun'un Eşi İse Cennete Gidiyor
Nuh'un ve Lut'un Hanımlarının hıyanet Etmesi
Aişe'nin Hal ve Tavırlarına İşaret
Aişe'nin Hz. Peygamber'e Eziyet Etmesi
Resulullah'ın Eşi Sevde'nin Sözü
Aişe'nin Hz. Ali'ye Karşı Muhalefeti ve O'nunla Savaşı
Hz. Ali'nin Faziletleri Sınırsızdır
Hz. Ali'nin Fazilet ve Menkıbeleri Hakkında Hadisler
Ali'nin Sevgisi İman, Buğzu ise Nifak ve Küfürdür
Aişe'nin Emriyle Basra'da Sahabe ve Müminlerin Katliamı
Aişe'nin, İmam Hasan (a.s)'ın Hz. Peygamber (s.a.a)'in Kenarında Defnedilmesine Mani Olması
Aişe'nin Hz. Ali'nin Şehadetine Sevinerek Şükür Secdesi Etmesi
Aişe'nin Osman Hakkındaki Çelişkili Sözleri
Ümmü Seleme'nin Aişe'ye Nasihati
Üç Halifenin Tayinindeki Farklılık, Onların Hilafetinin Batıllığına Bir Delildir

 

 

DOKUZUNCU OTURUM

(2 Şaban 1345 Cumartesi akşamı)

(Grup vakti Nevvab Abdulkayyum Han, Gulam İmameyn Mevla Abdulahad Gulam Haydar Han ve Seyyid Ahmed Alişah adındaki beyler yanıma gelerek, hal hatırdan sonra şöyle dediler: “Bütün bu açıklamalardan sonra, özellikle de dün gece hakkı bulduk. Biz inatçı ve bağnaz kimseler değiliz. Makam, mevki sevgimiz de yok. Bir ömür adetler üzere yaşadık. Hakkı bulduktan sonra adetler üzere yaşamak insaf değildir. Bu gece herkesin huzurunda açıkça Şii olduğumuzu ilan etmeyi kararlaştırdık.”

Ardından resmen Şii oldular, geçmişlerinden teberride bulundular.

Hoş sohbetin ardından toplantı bitene kadar beylerden susmala­rını, dinlenmelerini, görüş izharında bulunmamalarını istedim.

Sadece kendileri değil, bu konuşmaları gazete ve dergilerden oku­yan birçok temiz kalpli insanın da Şii olduklarını, fakat halktan utanarak, çekinerek ve bu şehir halkıyla muaşeretlerini devam ettirmek için takıyye etmek zorunda kaldıklarını söylediler.

Akşam namazından sonra beylerin tümü geldi, ikramlardan sonra toplantı başladı. Hafız Bey önceki gece etkilendiği için sadece iki tarafın konuşmalarını dinlemek istediğini belirtmişti. Bu yüzden Şeyh Abdusselam ile karşılıklı konuşmaya, tartışmaya başladık.)

Şeyh: Bu toplantılar boyunca sizden çok istifade ettik; güzel ahlak ve edebinize hayran kaldık. Bırakın dostları, düşman bile karşınızda teslim olmak zorunda kalır.

Siz her yerde Ehl-i Sünnet’in amel ve davranışlarını kınıyorsunuz. Ama Şii Müslümanların amellerine dokunmuyorsunuz, sürekli onları savunuyorsunuz. Halbuki bilindiği gibi Şiilerin çirkin amel ve davranışları ıslah edilemeyecek kadar kötüdür.

Davetçi: Ben hep hakkı savundum. Zira Hz. Ali (a.s) evlatlarına, özellikle de Hasan ve Hüseyin’e şöyle buyurmuştur:

“Hak için konuşun, ahiret için amel edin; zalime düşman, mazluma yardımcı olun.”

Muhaliflerimiz kınamış veya Şii Müslümanları savunmuşsam hak üzere yapmışımdır. Kınadığım şeyleri akıl, nakil ve mantık delilleri üzere kınadım. O halde siz de Şiilerin ıslahı bile mümkün olmayan çirkin işlerinin ne olduğunu söyleyiniz.

Seyh: Akıl ve rivayetin de çirkin bulduğu, Şii Müslümanların en büyük çirkin işi Hz. Aişe’ye dil uzatmalarıdır.

Halbuki bilindiği gibi Hz. Aişe Resulullah (s.a.a)’in eşi olma şerefine nail olmuştur. Ona dil uzatmanın nereye varacağını bilmiyorlar. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

“Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler ise kötü kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır. Bunlar (sonuncular), iftiracıların söylediklerinden uzaktırlar. Bunlar için bir bağışlanma ve güzel bir rızk vardır.”[22]

Davetçi: Şii Müslümanların Ümm’ül- Müminin Aişe’ye dil uzattığı iddiası büyük bir iftira ve yalandır. Haşa, sıradan Şiiler bile böyle bir şeye yeltenmemiştir. Nasibiler ve Hariciler bunu iftira ve yalanla Şiilere isnat etmişlerdir. Onlar zavallı Şiilere ihanet etmiş, bir grup insan da hiç araştırmadan, öncekilerin adeti üzere bu iftiraları kabul etmiş, itiraz etmişlerdir.

Nitekim şimdi de siz bu iddialarda bulunuyor, kınıyorsunuz. Bütün Şii kitaplarını araştırın, hiçbir yerde Ümm’ül- Müminin Aişe’ye dil uzatıldığını göremezsiniz, bu iddia büyük bir iftira ve yalandır.

İfk Olayı

Şii hadis ve tefsir kitaplarına bir göz atın, Ümm’ül- Müminini ifk (iftira) olayında nasıl savunduklarını açıkça görürsünüz. Halbuki Şiiler böyle bir inanca sahip olsalardı, Aişe’ye saldırmanın en uygun yeri ifk konusu olurdu.

Bu iddia ve iftiralar maalesef Peygamber-i Ekrem (s.a.a) zamanında sadece bazı münafık sahabeler tarafından ifade edilmiştir. Mistah bin Esase, Hassan bin Sabit ve Abdullah bin Ubey gibileri bu iftiralarda bulunmuştur. Bu yüzden de Kur’ân’da tam 17 ayet Aişe’nin temizliğini ispat etmiş, münafıkları yalanlamıştır.

Şii Müslümanların inancına göre Peygamberin eşlerine, Hafsa ve Aişe de olsa, dil uzatan kimse kafir ve mel’undur, kanı ve malı helaldir. Zira bu iftiralar bizzat Peygamber (s.a.a)’e yönelmektedir. Ayrıca bilmek icap eder ki Şiiler Müslümanlara sövme ve iftirada bulunmanın haram olduğunu da biliyorlar. Nerede kaldı ki Aişe ve Hafsa bile olsa Peygamber (s.a.a)’in eşlerine iftira edip sövsünler.

Eşler Övülme ve Kınanmada Her Açıdan Benzer Değildir

Ayrıca bilmek icab eder ki okuduğunuz ayet de düşündüğünüz gibi değildir. Eşler övülme ve kınanmada her açıdan ortak ve benzer değildir. Birisi iyi ve cennete layıksa, diğerinin de öyle olması gerekmez. Veya birisi fasık, kafir ve ateşe layıksa, diğerinin de onun gibi olması düşünülemez. Eğer böyle olmuş olsaydı bu eksiklik birçok şahıs için de geçerli olurdu. Özellikle de Hz. Nuh ve Hz. Lut’un eşi ile Firavun ve Asiye bunun en açık örneğidir. Nitekim Kur’ân’da şöyle buyuruluyor:

“Allah inkar edenlere Lut’un karısı ile Nuh’un karısını misal verdi. Bu ikisi kullarımızdan iki salih kişinin nikahları altında iken onlara hainlik ettiler. Kocaları Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. İkisine de: ‘Ateşe girenlerle beraber siz de girin’ denildi.”[23]

Nuh ve Lut’un Eşleri Cehenneme, Firavun’un Eşi İse Cennete Gidiyor

Bu iki ayette de eşlerin birbirini bağlamadığı açıkça ifade edilmektedir. Lut ve Nuh’un eşleri kendilerine hıyanet edince, o büyük Peygamberlerin eşi olmalarının kendilerine hiçbir faydası olmamıştır. Her ikisi de kafir olup cehenneme gitmektedirler. Özellikle de ayetin sonun da şöyle buyurulmuştur:

“...Ateşe girenlerle beraber siz de girin!”[24]

Öte yandan kafir Firavun’un eşi olan Asiye onunla eş olmaktan bir zarar görmüyor ve kocası cehenneme, kendisi ise cennete gidiyor. O halde sizin eşlilik ve zevciyeti bir şeref sebebi saymanız asla doğru değildir. Elbette ruhi, ahlaki ve davranış açısından aynı olduğu takdirde zevciyetin de bir etkisi vardır; yoksa kafir, Müslüman, münafık ve Müminin birbiriyle evliliğinden bir zarar veya menfaat söz konusu değildir. O halde Mümin bir erkeğin eşi fasık olursa eşini kötülemek, kötü ahlakını kınamak eşine bir zarar vermez. Halk o kadının kötü ahlakını beyan edince mümin eşinin makamına ihanet sayılmaz.

Şeyh: Çok geçmeksizin kısa bir süre içerisinde sözlerinizde büyük bir çelişki ortaya çıktı.

Davetçi: Bir oturumda değil, hatta ömrüm boyunca bile çelişkili konuşmamın imkanı yoktur; zira din ve mezhep konuları, ilmi ve akli bir meseldir; düzenli bir programa tabidir. Akaitte şahsi görüşleri söz konusu etmiyoruz; bizim akidemiz, filozof ve hükemanın sürekli değişen akideleri gibi değildir; ki herkes şahsi görüşünü söylemeye yeltensin. Eflatun’un görüşleri üstadı Sokrat’ın görüşünden farklıdır. Feyz ve Feyyaz’ın görüşü üstatları Molla Sadra’dan farklıdır. Ama bilindiği gibi enbiya, özellikle de Hatem’ul-Enbiya’nın mektebinde yetişenler -O’nun ilim kapısı Hz. Ali (a.s)’dan beslendikleri için- asla çelişki sergilemezler. Dolayısıyla biz de çelişkili konuşmuyoruz...

Eğer dergi ve gazeteleri okuyup geçen gecelerde söylediğim sözlere dikkat edecek olursanız, Kur’ân’ı temel alan Ehl-i Beyt İmamları ve Resulullah (s.a.a)’in dininin büyüklerinin söz ve emirlerinden asla dışarı çıkmadığımı görürsünüz. Hiçbirisi unutulacak veya değişebilecek şahsi görüşüm değildir. Şimdiye kadar söylediklerim ve bundan sonra de söyleyeceklerim, hep Kur’ân’dan ve din büyüklerinden istifade etmiş olduğum şeylerdir. Dolayısıyla konuşmamda herhangi bir çelişkinin olması mümkün değildir. Ama siz yine de çelişkinin ne olduğunu beyan ediniz.

Şeyh: Bir yerde tüm insanlara sövmenin haram olduğunu buyurdunuz, şimdi de Nuh ve Lut’un hanımlarının eşlerine hainlik ettiklerini beyan ediyorsunuz. Bu çelişki değil midir? Peygamberlerin eşlerine fuhuş, hainlik ve habislik nispeti vermeniz çirkin değil midir?

Davetçi: Kesin biliyorum ki kasıtlı olarak yanılıyorsunuz, insanların vaktini alıyorsunuz, safsata yapıyorsunuz. Sizin gibi alim birinden bu safsataları beklemiyordum, ayetteki hıyanetin manasını biliyorsunuz ve belki de Peygamberlerin eşlerini savunmanız, bunun genişlemesinden ve maksadınızın aksine apaçık gerçekleri ortaya çıkarmasından korkuyorsunuz.

Nuh’un ve Lut’un Hanımlarının hıyanet Etmesi

Hainliği fuhuş diye tabir etmeniz çok ilginçtir, fuhuşla hainlik arsında çok fark vardır. Peygamberlerin hanımları her türlü fuhuştan münezzehtirler; biz de hainliklerinden bahsediyoruz.

Evvela; her peygamberin eşi, o peygamberin söz ve davranışlarının aksini sergilerse haindir.

İkinci olarak; onların hainlik ettiklerini ben kendi yanımdan söylemedim ki hemen mugalata yaparak beni eleştirmeye kalkıştınız. Zira bizzat Kur’ân-ı Kerim; “fehanetahuma” (O ikisi hainlik ettiler.) buyuruyor. Onların hainliği fuhuş hainliği değildi. Zira arz ettim ki peygamberlerin eşleri bundan münezzehti; dolayısıyla onların hainliği, asilik, küfür ve nifak idi.

Ayrıca bilmek icap eder ki Nuh’un eşi kendisine muhalefeti, Hz. Nuh’u halkın yanında kötülüyordu; “Benim eşim delidir, sürekli onunla olduğum için onu tanıyorum, ona aldanmayın.” diyordu.

Hz. Lut’un hanımı da eve yeni gelen misafirleri kavmine haber veriyor, evin içindeki sırları düşmanlara bildiriyor, fitne ve fesada sebep oluyordu.

Ama sizin kendi lehinize delil gösterdiğiniz Nur süresindeki 26. ayetin manasına gelince; müfessirlerin ve Ehl-i Beyt (a.s)’dan gelen rivayetlerin ışığında o ayetin anlamı şudur:

“Kötü kadınlar kötü erkeklere uygundur, kötü erkekler de kötü kadınlara rağbet ederler; temiz kadınlar da temiz erkeklere layıktır, temiz erkekler de onlara rağbet ederler.”

Bu, Nur süresinin şu 3. ayetinin manasıdır: “Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenemez; zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evlenir...”

Velhasıl bu ayet sizin iddianızla uyuşmamaktadır ve sizin maksadınızla hiçbir ilgisi yoktur.

Aişe’nin Hal ve Tavırlarına İşaret

Ümm’ül- Müminin Aişe’ye gelince; eğer o eleştiriliyorsa, bir tarafa olan sevgi veya buğz açısından değildir. Onun bilmeden yaptıkları işler sebebiyledir. Aişe ömrü boyunca yerinde durmamış ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in eşlerinden hiçbirisinin, hatta Ömer’in kızı Hafsa’nın bile bulaşmadığı işlere bulaşmıştır. Şiilerin Aişe’yi eleştirmesi, kendi alimlerinizin bizzat kendi kitaplarında rivayet ettikleri şeyler çerçevesindedir. Yani Aişe, kendi hayat tarihini lekelemiş biridir.

Şeyh: Ümm’ül- Müminin Aişe’nin kendi tarihini lekelediğini söylemeniz sizin gibi birine yakışır mı?

Davetçi: Resulullah (s.a.a)’in eşlerinden Ümm’ül- Müminin Hz. Hatice (a.s) hariç hepsi biz Şiiler için aynıdır; Ümmü Seleme, Sevde, Aişe, Hafsa, Meymune ve diğerleri hep Ümm’ül- Müminin’dir, sadece Aişe’nin hal ve tavırları onu diğerlerinden ayırmış ve kendi tarihini lekelemiştir. Bunu ben söylemiyorum, bizzat kendi büyük alimleriniz onun hayatının lekeli olduğunu rivayet etmiştir. Herkesin iyi veya kötü davranışları perde altında kalmaz, sonunda mutlaka ortaya çıkar. Ama siz var olan sevginiz sebebiyle olayı görmezlikten geliyor, rivayetleri hiçe sayıyor ve savunmaya kalkıyorsunuz.

Ama bilindiği gibi zavallı Şiiler bunları yazacak veya söyleyecek olursa, binlerce iftira atıyor, itirazda bulunuyorsunuz.

Eğer bir itirazınız varsa önce kendi alimlerinize itiraz ediniz, ki neden kendi kitaplarında rivayet etmişlerdir!

Şeyh: Her halde Ali’ye (k.v) yaptığı muhalefetten dolayı onu böyle tenkit ediyor ve kınıyorsunuz.

Davetçi: Hz. Ali, İmam Hasan ve Ehl-i Beyt’e (a.s) muhalefeti şöyle dursun, hayatındaki bu lekeler bizzat Hz. Peygamber (s.a.a) zamanından kaynaklanmaktadır. Zati ahlaki ve fıtratı gereği Peygamber (s.a.a)’e eziyet ediyordu. Sürekli Peygamber (s.a.a)’in emrine itaatsizlik ediyordu, bu hal üzere başkalarına da öyle davrandı.

Şeyh: Ümm’ül- Müminin Aişe’yi bu kadar küçük görmeniz ilginçtir. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e eziyet ettiğini nasıl söyleyebiliyorsunuz? Halbuki bilindiği gibi Hz. Aişe de Kur’ân-ı Kerim’in şu ayetini okuyordu:

“Şüphesiz Allah’a ve Resulüne eziyet edenlere Allah dünyada da ahirette de lanet etmiş ve onlara aşağılatıcı bir azap hazırlamıştır.”[25]

O halde nasıl olur da Peygamber (s.a.a)’e eziyet edip dünya ve ahirette lanete uğrayabilir ve kendisi için ahirette aşağılayıcı bir azabı hazırlar? Dolayısıyla bu büyük bir iftira ve yalandır ve bu Şiilerin bir iftirasıdır.

Davetçi: Rica ediyorum bu kadar hakaret etmeyin; zira Şiiler iftira ehli değildir. Ortada olan deliller bu tür oyun ve desiselere gerek bırakmamaktadır.

Bu ayete gelince; tasdik ediyorum ki bu ayeti sadece Aişe değil, babası Ebu Bekir ve büyük sahabelerin hepsi de gördüler. Eğer insafınız olursa, önceki geceler naklettiğim rivayetler ışığında birçok gerçekler ortaya çıkar.

Aişe’nin Hz. Peygamber’e Eziyet Etmesi

Aişe’nin Peygamber (s.a.a)’e eziyet etmesi, sadece Şii kitaplarda yer almamıştır. Bizzat büyük alim ve tarihçileriniz de yazdığı üzere birçok defasında Resulullah (s.a.a)’ı üzmüş, O Hazreti incitmiştir.

Nitekim imam Gazali, İhya-u Ulum’ud- Din, “Adab’un- Nikah” kitabı, c. 2, s. 135’de, Aişe’yi kınayan birçok hadis rivayet etmiştir. Bunlardan biri de Aişe’nin Resulullah’a karşı çıkması ve Ebu Bekir’in hakemlik yaptığı olaydır. Mevla Ali Muttaki, Kenz’ul-Ummal c. 7, s. 116’da, Ebu Ya’la, Müsned’inde ve Ebu’ş- Şeyh Emsal kitabında şöyle yazmışlardır:

“Ebu Bekir kızı Aişe’yi görmeye gitti; çünkü Hz. Peygamber (s.a.a) ve Aişe arasında bir rahatsızlık çıkmıştı. Peygamber (s.a.a), Ebu Bekir’i hüküm vermeye çağırdı. Aişe konuşurken Peygamber’e ihanet ediyor ve sürekli O’na; “Söz ve davranışlarında adil ol!” diyordu. Bu sözlerine dayanamayan Ebu Bekir kızının yüzüne öyle bir tokat vurdu ki elbisesi kana bulandı.”

İmam Gazali aynı “Nikah” babında ve diğerleri de kendi kitaplarında şöyle nakletmişlerdir: “Ebu Bekir, kızının evine girince Resulullah’ın üzgün olduğunu gördü. Onlara; “Aranızda geçenleri bana anlatın, ben hüküm vereyim.” dedi. Peygamber (s.a.a) de Aişe’ye; “Sen mi konuşuyorsun, ben mi konuşayım?” diye sordu. Aişe; “Sen konuş; ama hakkı söyle!!” dedi.

Başka bir cümlede de Peygamber (s.a.a)’e şöyle dedi: “Sen Allah’ın Peygamber’i olduğunu mu sanıyorsun?!”

Acaba bu cümleler Peygamber (s.a.a)’in makamını yermek ve O Hazrete ihanet değil midir? Aişe Peygamber (s.a.a)’i hak Peygamber olarak kabul etmemiş miydi ki böylesine sözler konuşuyordu?

Bu ve benzeri birçok rivayetler sizin kitaplarınızda vardır ve hepsi de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’i ne kadar üzdüğünü ifade etmektedir. Neden Sünni ve Şii tarihçiler ve hatta oryantalistler bile İslâm tarihinde Resulullah (s.a.a)’in diğer eşlerinden bahsetmemiş ve onları eleştirmemişlerdir. Hatta Ömer’in kızı Hafsa hakkında bile böyle bir eleştiri yoktur. Aişe’nin bizzat kendi yaptıkları onu kötü tanıtmıştır ve biz de Aişe hakkında sadece büyük alimlerinizin dediklerini diyoruz.

Acaba siz imam Gazali’nin kitaplarını, Taberi, Mesudi, İbn-i A’sam Kufi ve vb. kimselerin tarih kitaplarını okumadınız mı ki bizzat kendi alimleriniz, Aişe’nin Allah-u Teala ve Resulünün emirlerine itaatsizlik ettiğini söylemişlerdir! Allah-u Teala ve Resulüne itaatsizlik saadet ve mutluluğa sebep olabilir mi?

Şimdi de siz benim; neden Aişe’nin hayatının lekeli olduğunu söylediniz?” diye beni tenkit ediyorsunuz.

Hangi tarihi leke, Allah-u Teala’nın ve Resulünün emrine itaatsizlik, Peygamber (s.a.a)’in halifesine isyan etmek ve onunla savaşmaktan daha büyüktür?

Halbuki bilindiği gibi Allah-u Tela Peygamber (s.a.a)’in bütün eşlerine hitaben şöyle buyurmaktadır:

“Evlerinizde oturun, eski cahiliye adetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın.” [26]

Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in bütün eşleri bu emre itaat etmişler ve zaruri bir iş dışında evden dışarı çıkmamışlardır.

Resulullah’ın Eşi Sevde’nin Sözü

Nitekim Sihah-i Sitte’de, hatta diğer hadis ve tarih kitaplarınızda da yazdığı üzere Peygamber (s.a.a)’in eşi Sevde’ye; “Neden hac ve umre yapmıyorsun, bu büyük sevaptan geri kaldın?” diye sorduklarında Sevde cevap olarak şöyle demiştir:

“Hac bana bir defa farzdı, onu da yerine getirdim; bundan sonra benim haccım ve umrem Allah-u Teala’nın şu emrine itaat etmemdir. “Evlerinizde oturun...” O halde evden dışarı çıkmak bile istemiyorum, hatta Resulullah (s.a.a)’in beni oturttuğu o hücreden bile mümkün mertebe dışarı adım atmak istemiyorum. Ölünceye kadar da böyle kalacağım.”

Sevde sözünde durdu, evinden dışarı çıkmadı ve ancak ölünce cenazesini oradan çıkardılar. Sevde, Aişe veya Ümmü Seleme Peygamber’in eşleri ve müminlerin anneleridir; sadece amelleri farklıdır.

Ümmetin Aişe veya Hafsa’ya saygıları Ebu Bekir veya Ömer’in kızları oldukları için değildir; (ama siz bu açıdan saygı gösteriyorsunuz.) Resulullah (s.a.a)’in eşi oldukları içindir. Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in eşleri de takva sahibi oldukları takdirde övülecek bir makama sahiptirler. Nitekim Kur’ân’da şöyle buyuruluyor:

“Ey Peygamberin hanımları! siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kalbinde hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü maaruf (bilinen bir biçimde, hiçbir kuşkuya yol açmayacak) bir tarzda söyleyin.”[27]

Yani ey Peygamber’in hanımları, sizler şerafet ve fazilet açısından herkesten üstünsünüz, başkaları gibi değilsiniz; elbette muttaki ve Allah-u Teala’dan korkan kimselerden olmanız şartıyla.

Aişe’nin Hz. Ali’ye Karşı Muhalefeti ve O’nunla Savaşı

Dolayısıyla Sevde emin, takvalı ve itaatkâr bir kadındı. Ama Aişe isyankar bir kadındı. Allah-u Teala ve Resulünün emrinin aksine Talha ve Zübeyr’e kanarak (veya Ali (a.s)’a olan şahsi kini sebebiyle) Basra’ya giderek büyük bir sahabi ve Hz. Ali (a.s)’ın Basra valisi olan Osman bin Huneyf’i yakalayıp işkence ettiler. Saçını, sakalını, kaşlarını yoldular, kırbaçlayarak Basra’dan dışarı attılar. Yüzden fazla suçsuz insanı katlettiler. Nitekim İbn-i Esir, Mesudi, Taberi ve İbn-i Ebi’l- Hadid bu olayı detaylıca yazmışlardır.

Aişe, Asker adında bir deveye binmiş, cahiliye devri savaşçıları gibi kaplan derisini giymiş ve zırha bürünmüş bir halde meydana çıkarak binlerce insanın kanının dökülmesine neden olmuştur.

Allah’tan habersiz şerefsiz insanların, kendi eşlerini evlerinde, tuttukları halde Resulullah (s.a.a)’in eşini o rezillikle insanların arasına çıkarmaları (ve bu kadının da bu duruma razı olması) Allah ve Resullünün emirlerine itaatsizlik değil midir?

Hz. Ali’nin Faziletleri Sınırsızdır

Bizzat kendi alimlerinizin, faziletleri hakkında onca rivayet nakletmiş oldukları Hz. Ali (a.s) gibi birinin karşısına dikilmesi doğru mudur?

Nitekim imam Hanbel’in Müsned’de, İbn-i Ebi’l- Hadid’in Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde, imam Fahr-u Razi’nin Tefsir-i Kebir’de, Harezmi’nin Menakıb’da, Şeyh Süleyman’ın Yenabi’ul- Mevedde’de, Muhammed bin Yusuf-u Genci’nin Kifayet’ut Talib’in 62. babında, Mir Seyyid Ali Hemedani’nin Meveddet’ul- Kurba’nın 5. Mevedde’sinde Ömer bin Hattab ve Abdullah bin Abbas’tan rivayet ettiğine göre Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Ey Ebel Hasan (Ali)! Eğer deryalar mürekkep, ağaçlar kalem, insanoğlu yazar, cinler hesaplayıcı olsa, yine de senin faziletlerini sayamazlar.”

Resulullah (s.a.a)’in buyurduğu gibi bütün ins ve cinlerin, faziletlerini sayamadığı birisinin yüce faziletlerini bizim nakıs dillerimiz ve kırık kalemlerimiz nasıl tavsif edebilir!

Ama bilindiği gibi buna rağmen Şii alimlerinin yanı sıra Kuşçu, İbn-i Hacer, Ruzbehan vb. inatçı ve bağnaz alimleriniz bile Hz. Ali (a.s)’ın o sonsuz fazilet ve menkıbelerinden bir miktarını, edebildikleri kadar kendi kitaplarında yazıp nakletmişlerdir.

Hz. Ali’nin Fazilet ve Menkıbeleri Hakkında Hadisler

Kutub-i Sitte’yi dikkatlice bir okuyun! Ayrıca bilmek icap eder ki Mir Seyyid Ali Hemedani Meveddet’ul- Kurba’da, Taberani Mu’cem’de, Muhammed bin Talha eş-Şafii Metalib’us- Süul’de, imam Hanbel Fezail’de, Hamidi Cem’un Beyn’es- Sahihayn’de, Harezmi Menakıb’da, İbn-i Ebi’l-Hadid Nehc’ul- Belağa c. 2, s. 449’da, İbn-i Sabbağ Maliki Fusul’ul- Muhimme s. 124’de Hafız Abdulaziz bin Ahzar’dan naklen Hz. Fatıma (a.s)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmekteler:

“Babam Resulullah (s.a.a) Arefe akşamı yanımıza gelerek bizlere şöyle buyurdu: “Allah meleklere karşı sizinle övünür; Allah genel olarak sizi, özel olarak ise Ali’yi bağışlamıştır...; gerçek saadet ehli hayatında ve öldükten sonra Ali’yi seven, şekavet ehli de hayatında ve öldükten sonra Ali’ye buğz edendir.”

Aynı kitaplarda, galiba önceki geceler nakletmiş olduğum uzun bir hadiste Ömer bin Hattab’dan naklen Resulullah (s.a.a)’in ölüm döşeğinde Hz. Ali’ye şöyle buyurduğu nakledilmektedir:

“Ey Ali, sana buğz etmiş olduğu halde beni sevdiğini sanan yalan söylemiştir; seni seven beni sevmiştir; beni seveni de Allah sever ve cennete götürür. Sana buğz eden bana buğz etmiştir; bana buğz edene de Allah buğz eder ve cehenneme götürür.”

Ali’nin Sevgisi İman, Buğzu ise Nifak ve Küfürdür

Yine aynı kitaplarda Ebu Said Hudri’den naklen Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in Ali (a.s)’a şöyle buyurduğu yazılıdır:

“Ya Ali, sevgin iman, buğzun ise nifaktır. Cennete ilk girecek olan seni sevendir; cehenneme ilk girecek olan da sana buğz edendir.”

Hakeza Mir Seyyid Ali Hemedani Meveddet’ul- Kurba’nın 3. Mevedde’sinde, Himvini de Feraid’de Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in ashabı arasında şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Ali’yi sadece mümin sever; O’na sadece kafir buğz eder.”

Başka bir yerde ise şöyle buyurmaktadır:

“Seni sadece mümin sever ve sana sadece münafık buğz eder.”

Muhammed bin Yusuf-u Genci Kifayet’ut- Talib’in 62. babının 119. sayfasında Tarih-i Dimaşk’en naklen, Şam ve Irak Muhaddisleri ise Huzeyfe ve Cabir’den naklen Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmekteler:

“Ali insanların en üstünüdür; bunu kabul etmeyen kafir olmuştur.”

Ata’dan rivayet edildiği üzere, Aişe’ye Hz. Ali (a.s)’ın hali sorulunca şöyle dedi: “O insanların en üstünüdür; O’nun hakkında sadece kafir şek ve şüphe eder.”

Hakeza Hafız bin Asakir, yüz ciltlik olan ve bunun üç cildini Ali (a.s)’ın faziletlerine ayırdığı Tarih kitabının 50. cildinde bu haberi Aişe’den nakletmektedir.

Muhammed bin Yusuf, Metalib’us- Süul s. 27’de, İbn-i Sabbağ Maliki de Fusul’ul- Muhimme’de Tirmizi ve Nesai’den onlar da Ebi Said Hudri’den şöyle dediğini nakletmişlerdir: “Biz Resulullah (s.a.a) döneminde münafıkları, sadece Ali’ye buğzları vasıtasıyla tanıyorduk.”

Hakeza Fusul’ul- Muhimme’de Resulullah (s.a.a)’in Hz. Ali’ye şöyle buyurduğu yer almıştır:

“Seninle savaşmak benimle savaşmaktır; senin kanın benim kanımdır; ben sana karşı savaşanla savaşırım. Seni ancak soylu kimseler sever, sana ancak soyu bozuk insanlar buğz eder; seni ancak müminler sever, sana ancak münafıklar düşmanlık eder.”

Şeyh: Bu tür hadisler sadece Hz. Ali (k.v) hakkında değildir. Raşid halifeler hakkında da bu tür hadisler rivayet edilmiştir.

Davetçi: Mümkünse o hadislerden örnek olarak birini nakledin de gerçekler apaçık ortaya çıksın.

Şeyh: Abdurrahman bin Malik kendi senediyle Cabir’den naklen Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu yazmaktadır: “Ebu Bekir ve Ömer’e mümin buğz etmez, münafık da onları sevmez.”

Davetçi: Önceki gecelerde söylediğim gibi lütfen tek taraflı hadisler rivayet etmeyin. Sahih hadislere istinat ediniz. İftira ve yalancı ravilerden rivayet edilen uydurma hadisleri bir kenara bırakınız.

Şeyh: Siz adeta bizden duyduğunuz her hadisi aşağılayarak reddetme kararını almışsınız!

Davetçi: Maalesef sadece ben değil, kendi alimleriniz de red etmektedirler. Lütfen Zehebi’nin Mizan’ul- İtidal’ine ve Hatib Bağdadi’nin Tarih kitabının c. 10, s. 236’sına müracaat ediniz; orada birçok alimleriniz Abdurrahman bin Malik hakkında şöyle demişlerdir: “O, yalancı ve iftiracıdır. Hadis uyduran birisidir. Hiç kimse bu konuda şek dahi etmemiştir.”

Allah aşkına, iftiracı, yalancı ve hadis uyduran birinden rivayet ettiğiniz tek taraflı olan bu hadis, o büyük alimlerinizin rivayet etmiş olduğu ve bizim de onlardan bazılarına değindiğimiz onca hadislerle eşit olabilir mi?

Lütfen Suyuti’nin Cami’ul- Kebir c. 6, s. 390’ına, Muhibbuddin’in Riyaz’un- Nazire c. 2, s. 215’ine, Tirmizi’nin Cami c. 2, s. 229’una, İbn-i Abdulbirr’in İstiab c. 3, s. 46’sına, Hafız Ebu Naim’in Hilyet’ul- Evliya c. 6, s. 295’ine, Muhammed bin Talha’nın Metalib’us- Süul s. 17’sine, İbn-i Sabbağ Maliki’nin Fusul’ul- Muhimme s. 216’sına bir bakınız. Ebuzer’den farklı ibarelerle şöyle rivayet edilmektedir:

“Biz münafıkları Resulullah (s.a.a) zamanında ancak üç alametle tanıyorduk: Allah-u Teala ve Resulünü reddetmek, namazdan kaçınmak ve Ali bin Ebi Talib’e buğz etmek.”

Ebu Said Hudri de şöyle diyor: “Münafıkları Ali’ye buğz etmeleri ile tanıyorduk. Resulullah (s.a.a) zamanında münafıkları sadece Ali’ye düşmanlık etmelerinden tanıyorduk.”

Hakeza imam Ahmed bin Hanbel Müsned c. 1, s. 95 ve 138’de, İbn-i Abdulbirr İstiab c. 3, s. 37’de, Ahmed Hatib Bağdadi Tarih-i Bağdadi c. 14, s. 426, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 4, s. 264’da, imam Nesai Sünen c. 8, s. 117’de, Hasais’ul- Alevi s. 27’de, Himvini Feraid 22. babda, İbn-i Hacer İsabe c. 2, s. 509’da, Hafız Ebu Naim Hilyet’ul- Evliya c. 4, s. 185’de, Sibt bin Cevzi Tezkire s. 15’de, Suyuti Cami’ul- Kebir s. 152 ve 408’de, Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul, s. 17’de ve Tirmizi Cami’ c. 2, s. 23’de farklı ibarelerle bazen Ümmü Seleme’den, bazen de İbn-i Abbas’tan Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

“Ya Ali, münafık seni sevmez, mümin de sana buğz etmez; ancak mümin seni sever ve ancak münafık sana buğz eder. Münafık Ali’yi sevmez ; mümin de Ali’ye buğz etmez.”

İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nin c. 1, s. 364’ünde Mutezile şeyhi Şeyh Ebu’l- Kasım Belhi’den şöyle dediğini naklediyor: “Bütün muhaddisler, sıhhatinde şüphe olmayan birçok hadislerde Resulullah (s.a.a)’in Hz. Ali’ye şöyle buyurduğunda ittifak etmişlerdir:

“Ya Ali! Mümin sana buğz etmez; münafık ise seni sevmez.”

Yine İbn-i Ebi’l- Hadid, Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 4, s. 264’de Hz. Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir:

“Bu kılıcımla, bana buğz etmesi müminin burnuna vursam bile bana buğz etmez; tüm dünyayı, beni sevsin diye münafığa versem bile yine de beni sevmez. Nitekim Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bana şöyle buyurmuştu: “Ya Ali! Mümin sana buğz etmez; münafık da seni sevmez.”

Bu tür rivayetler sizin muteber kitaplarınızda oldukça çoktur. Toplantının vaktini göz önünde bulundurarak olarak örnek olsun diye aklımda olan bu birkaç rivayeti naklettim.

Şimdi siz beyler insaflıca lütfen hüküm verin; Aişe’nin Hz. Ali (a.s) ile savaşması, Resulullah (s.a.a) ile savaşmak değil miydi? Acaba bu savaş ve halkı Hz. Ali (a.s) aleyhine savaşa teşvik etmek, sevgi, dostluk ve muhabbet üzere miydi, yoksa buğz, kin ve düşmanlık üzere mi? Şüphesiz ki hiç kimse iki kişi arasındaki savaşın sevgi ve dostluk üzere olduğunu söylemez; bu savaş da buğz ve düşmanlık üzere olmuştur.

Halbuki bilindiği gibi rivayet ettiğim bütün bu hadislerde de Peygamber-i Ekrem (s.a.a), küfür ve nifakın alametlerinden birinin de Hz. Ali’ye buğz etmek ve onunla savaşmak olduğunu buyurmamış mıydı? Bu hadisler ışığında Aişe’nin kıyamını ve Hz. Ali (a.s) ile savaşını nasıl değerlendirebiliriz? Lütfen sevgi ve buğz üzere değil, insaf üzere hüküm veriniz!

Aklıma bir rivayet geldi; Mir Seyyid Ali Şafii Meveddet’ul- Kurba 3. Mevedde’de bizzat Aişe’den Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Allah-u Teala, Ali’ye karşı kıyam edenin kafir ve ateş ehli olduğunu bana bildirdi.”

Çok ilginçtir, Aişe’yi; “Böyle bir sözü Peygamber (s.a.a)’den duyduğun halde neden Ali’ye karşı kıyam ettin?” diye eleştirdiklerinde, gülünç bir özür getirerek; “Bu hadisi Cemel günü unuttum, ama Basra’da hatırladım!” dedi.

Şeyh: Sizin kendi beyanınıza göre, o zaman neden Ümm’ül- Müminin Aişe’yi (r.z) eleştiriyorsunuz? Şu açıktır ki, insan gaflet edebilir, unutabilir.

Davetçi: Cemel günü savaş ateşi alevlenince unutmuş olabilir. Ama Mekke’den hareket edince Peygamber (s.a.a)’in tüm dostları, hatta temiz eşleri bile onu engellemek istediler. Gereksiz işlere kalkışmamasını, Ali’ye muhalefetin Hz. Peygamber’e muhalefet olduğunu söylediklerinde de mi bunu hatırlamadı? Acaba Cemel olayını yazan tarihçileriniz de mi Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu hatırlatmadılar?:

“Ey Aişe! Hav’eb köpeklerinin sana karşı havladığı yoldan kork”

Aişe Basra’ya giderken Kilaboğulları suyuna varınca köpekler etrafını sararak havlamaya başladı. “Burası neresi?” diye sorunca da, “Hav’eb” dediler. Bu ismi duyunca Resulullah (s.a.a)’in ona buyurmuş olduğu sözü hatırladı. Yine neden Zübeyr ve Talha’nın oyununa gelerek yoluna devam edip Basra’ya gitti ve o büyük fitneye sebep oldu? Acaba yine de onun unuttuğunu ve bilerek yoluna devam etmediğini söyleyebilir misiniz?

Acaba bu delil Aişe için hiçbir zaman silinmeyecek büyük bir leke değil midir? Bilerek Resulullah (s.a.a)’a itaatsizlik etti. Talha ve Zübeyr’in oyununa gelerek Peygamber (s.a.a)’in halifesine karşı savaştı! Halbuki bilindiği gibi bizzat kendisi Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu beyan ediyordu:

“Her kim Ali ile savaşır ve ona karşı kıyam ederse kafirdir!”

Peygamber (s.a.a)’in halifesine karşı savaşmak ve O’na birçok zorluklar çıkarmak Peygamber’e eziyet etmek değil midir? Önceki geceler senetleriyle rivayet ettiğim bir hadiste Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmamış mıydı?:

“Kim Ali’ye eziyet ederse bana eziyet etmiştir; bana eziyet eden de Allah’a eziyet etmiştir. Ey insanlar! Ali’ye eziyet eden kıyamet günü Yahudi ve Hıristiyan olarak haşr olur.”

Aişe’nin Emriyle Basra’da Sahabe ve Müminlerin Katliamı

Bu rivayetler sizin muteber kitaplarınızda yok mudur; o halde neden Şia’ya itiraz ediyorsunuz? Müminlerin kanını dökmek, Peygamber (s.a.a)’in ashabından olan Osman bin Huneyf’e işkence etmek, yüzden fazla hafız ve silahsız devlet memurlarını öldürmek, kırk kişiyi camide katletmek, bu savaşa sebep olan Aişe’nin boynunda değil midir?

Allame Mes’udi Müruc’uz- Zeheb, c. 2, s. 7’de şöyle yazıyor: “Yaraladıkları hariç yetmişten fazla insanı öldürdüler. Bu yetmiş kişiden ellisinin boynunu vurdular. Bu öldürülenler İslâm’da mazlumca öldürülen ilk kimselerdi.”

Bu acı olayın detaylarını İbn-i Cerir, İbn-i Esir ve diğer alim ve tarihçileriniz de nakletmişlerdir.

Ya bu rivayetleri muteber kitaplarınızdan çıkararak (nitekim kitapların yeni baskılarında tahrifler yapılmış ve sadece bazı konular çıkartılmıştır ) büyük alim ve tarihçilerinizi yalanlayın ya da en azından Şiilere itiraz edip onları eleştirmeyin. Zira Şiiler sadece sizin muteber kitaplarınızda yazılanları söylemektedir. Allah-u Teala’ya yemin olsun ki Şiiler suçsuzdur. Farkımız şudur: Sizler bu muteber kitaplarınızdaki rivayetleri yüzeysel olarak okuyorsunuz. “Bir şeyi sevmek insanı kör ve sağır eder.” kaidesi gereğince önemli tarihi olayları rivayetlerle tatbik etmiyorsunuz. Sürekli hüsn-ü zanda bulunarak gereksiz yere savunuyor, apaçık gerçeklere teveccüh etmiyorsunuz, etseniz de örtmeye kalkışıyor ve herkesin güleceği bir şekilde tevillere baş vuruyorsunuz.

Ama bilindiği gibi biz olaylara derince, tarafsızca ve insaflıca bakıyoruz. Her iki fırkanın kitaplarındaki rivayetleri olaylarla tatbik ediyor, apaçık gerçekleri keşfediyoruz. Tatbik ederken, herhangi bir yerde garazlı ve haksız olduğumuzu görürseniz, mantık üzere itiraz edin, kabul etmeyin. Buna ben de çok sevinirim.

Şeyh: Buyurduklarınız doğrudur. Ümm’ül- Müminin Aişe de bir insandı, masum değildi. Elbette kanmış, hata etmiş, sadeliğinden iki sahabeye aldanmıştır. Ama sonra tövbe etmiş, Allah-u Teala da onu affetmiştir.

Davetçi: Evvela; siz de kabul ediyorsunuz ki bazı büyük sahabiler de hata etmiş ve aldanmıştır. Halbuki bilindiği gibi bunlar da Rıdvan ağacının altında biat edenlerdendi. Dolayısıyla sizin önceki gece rivayet ettiğiniz; “Ashabım yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız doğru yola hidayet olursunuz.” hadisi kendiliğinden batıl olmaktadır.

İkinci olarak; Aişe’nin tövbe etmesi sırf bir iddiadır. Aişe’nin kıyamı, savaşı ve katliamı bütün Müslümanlar nezdinde bellidir. Ama tövbe etmesi belli ve kesin değildir.

Aişe’nin, İmam Hasan (a.s)’ın Hz. Peygamber (s.a.a)’in Kenarında Defnedilmesine Mani Olması

Kesin olan bir konu Aişe’nin zati gereği sakin olmadığı, çocukça hareket etmiş olduğu ve her bir davranışının tarihte bir fesada neden olduğudur. Sizin dediğiniz gibi eğer gerçekten tövbe edip pişman olmuş olsaydı, o zaman neden Peygamber (s.a.a)’in torunu İmam Hasan’ın cenazesi karşısında herkesi üzecek o davranışları sergilerdi ve yeni bir fesada sebep oldu.

Aişe sadece Peygamber (s.a.a)’i üzmek, incitmek, devesine binerek cahiliye kadınları gibi Peygamber (s.a.a)’in halifesiyle savaşmakla kalmıyordu. Yani o sadece yaşayanlara muhalif ve zıt değildi, ölüler için de aynı şeyi yapıyordu. Devesine binip Peygamber (s.a.a)’in torunu İmam Hasan’ın cenazesini teşyi eden kafilenin önünü keserek O’nun Peygamber (s.a.a)’in kabri yanına gömülmesine de engel olmuştur.

Yusuf Sibt bin Cevzi Tezkiret’u- Havass’il- Ümme s. 122’de, Allame Mesudi İsbat’ul- Vesiyye, s. 136’da, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 4, s. 18’de (Ebu’l- Ferec ve Yahya bin Hasan’dan naklen), Muhammed Havendşah Revzat’us- Safa, c. 2’de, Ahmed bin Muhammed bin Hanefi Tarih-u A’sam-i Kufi’nin tercümesinde, İbn-i Şahne Revzat’ul- Menazir’de, Ebu’l- Fida ve başkaları da kendi tarihlerinde şöyle nakletmişlerdir:

“Hz. Hasan’ın cenazesini getirdiklerinde Aişe bir katıra binerek Beni Ümeyye’den bir grup şahısla ve köleleriyle birlikte cenazenin önünü keserek İmam Hasan’ın Peygamber (s.a.a)’in kabrinin yanında defnedilmesine izin vermeyeceklerini söylediler.”

Mesudi’nin rivayetine göre İbn-i Abbas şöyle dedi: “Sana şaşıyorum ey Aişe! Halkın Cemel (Deve) günü demesi sana yetmiyor mu ki şimdi de Katır günü desinler! Bir gün deveye bir gün de katıra binerek Resulullah (s.a.a)’in hicabını yırttın (ihtiramını korumadın), Allah’ın nurunu söndürmek mi istiyorsun? Halbuki müşrikler istemese de Allah-u Teala nurunu tamamlayacaktır. Biz Allah içiniz O’na doğru dönücüleriz.”

Bazıları da ona şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: “Bir gün deveye bindin, bir gün de katıra; yaşayacak olursan bir gün de file bineceksin. (Yani Ebrehe gibi Allah’la savaşmaya kalkışacaksın.) Sana sekizde birin dokuzda biri düştüğü halde sen hepsine el koydun.”[28]

Haşimoğulları kılıç çekip onları defetmek isteyince İmam Hüseyin (a.s) engel olarak; “Kardeşim, cenazesinin arkasında bir hacamat boynuzu kadar bile kan dökülmemesini vasiyet etmiştir.” buyurdu. Bu yüzden cenazeyi geri götürüp Baki mezarlığında defnettiler.

Aişe’nin Hz. Ali’nin Şehadetine Sevinerek Şükür Secdesi Etmesi

Eğer Aişe gerçekten tövbe etmiş ve Hz. Ali’yle savaşmaktan pişman olmuştuysa, o zaman Hz. Ali (a.s)’ın şehadet haberini duyunca şükür secdesinde bulundu. Nitekim Ebu’l- Ferec İsfahani Mekatil’ut- Talibiyyin kitabında Hz. Ali (a.s)’ın biyografisinin sonunda şöyle yazmıştır: “Aişe Hz. Ali (a.s)’ın şehadet haberini duyunca şükür secdesi etti.”

Eğer Aişe gerçekten tövbe edip pişman olmuştuysa, neden böylesine sevinmiş bayram etmiştir. Nitekim İbn-i Cerir-i Taberi Tarih kitabında H. 40. Yıl olaylarını yazarken ve Ebu’l- Ferec İsfahani de mezkur kitabında şöyle yazmışlardır: “Bir köle Aişe’ye Hz. Ali’nin şehadet haberini verince Aişe şöyle dedi:

İçim rahat etti, fikrim rahatladı;

Misafirinin gelmesiyle rahat olup gözü aydınlanan kimse gibi.

Yani Aişe misafirini bekleyen birisi gibi sürekli böyle bir haberi bekliyordu. Misafiri gelenin gözü aydınlandığı gibi, Aişe de Hz. Ali (a.s)’ın şehadet haberini duyunca kalbi rahatlamış, huzura ermiştir. Bu haberi verene; “Onu kim öldürdü?” diye sordu. O da; “Murad oğulları kabilesinden Aburrahman bin Mülcem-i Muradi” dedi. Bunun üzerine de şöyle dedi: “Gerçi Ali benden uzaktır, ama bana ölüm haberini getiren kölenin yüzü toprak görmesin!!”

Orada bulunan Ümmü Seleme’nin kızı Zeyneb onun bu sözünü duyunca şöyle dedi: “Ali hakkında böylesine sevinmen, böyle sözler söylemen doğru mudur?” Aişe durumun kötüleştiğini görünce şöyle cevap verdi: “Farkında değildim, unutkanlıktan söyledim, bundan sonra böyle söyleyecek olursam bana hatırlatın da söylemeyeyim.”

Lütfen sevgi ve buğzunuzu bir kenara bırakın ve ibret alın. Tövbe etmiş olduğu gerçek değildir, son nefesine kadar O’na düşmanlık etmiştir, yoksa sevinmez ve şükür secdesi etmezdi.

Siz beyler bunları neye yorumluyorsunuz? Aişe diğerlerinden daha hafif akıllı ve hayatında daha huzursuz birisi değil miydi?

Şimdi aklıma gelen bir konu da şu ki; siz beyler, Şiiler Osman’ı, kendi alimlerinizin nakletmiş oldukları sözlerle eleştirdiklerinden dolayı onlara düşmanlık gözüyle bakıyorsunuz.

Aişe’nin Osman Hakkındaki Çelişkili Sözleri

Eğer Osman’ı eleştirmek açısından da olsa, o zaman Aişe’ye iyimser olmamanız gerekir. Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ül- Belağa Şerhi c. 2 s. 77’de, Mes’udi Ahbar’uz- Zaman ve Evset kitaplarında, İbn-i Cevzi Tezkiret’u- Havass’il- Ümme s. 36’da, İbn-i Cerir, İbn-i Asakir, İbn-i Esir ve diğer tarihçi ve alimleriniz de şöyle yazmışlardır: “Aişe sürekli Osman’ı kınıyordu. Nitekim şöyle feryat ediyordu: “Öldürün bu Na’sel’i (ihtiyar ahmağı veya Yahudi Na’sel’e benzeyen bu şahısı). Allah-u Teala onu öldürsün, şüphesiz o kafir olmuştur.”

Ama bilindiği gibi Osman öldürülünce, Hz. Ali’ye olan kin ve düşmanlığı yüzünden şöyle dedi: “Osman mazlum olarak öldürüldü, vallahi onun kanını talep edeceğim, benimle kıyam edin!”

İbn-i Ebi’l- Hadid şöyle yazıyor: “Aişe Osman’a karşı en şiddetli olan kimseydi; hatta Resulullah (s.a.a)’in elbiselerinden birini çıkarıp evine asmış, gelenlere şöyle diyordu: “Bu Resulullah (s.a.a)’in elbisesidir, hala eskimemiş, ama Osman O’nun sünnetini eskitti.”

Yine İbn-i Ebi’l- Hadid şöyle diyor: “Mekke’de Osman’ın ölüm haberini duyan Aişe şöyle dedi: “Yaptıklarından dolayı Allah onu kendi rahmetinden uzak kılsın. Allah-u Teala kullarına zulmedici değildir.” (Yani Allah onu amelinden dolayı cezalandırmıştır.)

Aişe’nin Osman’a söylediği bu tür sözlerden asla rahatsız olmuyorsunuz, ama zavallı Şiilerden duyunca hemen tekfir ediyor, ölümlerine hükmediyorsunuz.

O halde bakışlar temiz olmalıdır, eğer kötümserlik olursa her türlü ayıp bulunabilir. Kesin olan şu ki Aişe, Emir’ul- Muminin Ali’ye karşı kin ve düşmanlık güdüyordu. Müslümanların Hz. Ali (a.s)’a biat ettiğini duyunca şöyle dedi: “Eğer Osman mazlumca öldürüldüğü halde Ali’nin hilafeti kamil olursa, göklerin yere inmesini (dünyanın yok olmasını) isterim.”

Acaba bu tür farklı ve çelişkili sözler Aişe’nin tutarsızlığını göstermiyor mu?

Şeyh: Aişe’nin söz ve davranışlarındaki bu farklıklar oldukça fazla rivayet edilmiştir. Ama bilindiği gibi şu iki şey kesin ve sabittir:

Birincisi; Ümm’ül- Müminin Aişe (r.z) aldatılmıştır, o gün Ali’nin (k.v) velayet makamının farkında değildi, nitekim kendisi de unuttuğunu ve Basra’da hatırladığını açıkça beyan etmiştir. İkincisi de; kesinlikle tövbe etmiş ve Allah-u Teala da geçmişlerini görmezlikten gelerek onu cennetin en yüce derecesine götürecektir!

Davetçi: Tövbe konusunda yeniden konuşmak istemiyorum. Onca Müslümanın kanının dökülmesinin, namusunun çiğnenmesinin ve mallarının yağmalanmasının muhakemesiz üzerinden geçilmesini de söylemiyorum. Doğrudur ki Allah-u Teala af ve rahmet söz konusu olunca merhamet edenlerin en merhametlisidir. Ama ceza söz konusu olunca da cezalandıranların en şiddetlisidir!

Ayrıca bilmek icap eder ki Aişe son nefesine kadar da bu olayların çıkmasına sebep olduğunu itiraf etmiştir. Bu yüzden büyük alimlerinizin de rivayet ettiğine göre şöyle vasiyette bulunmuştur: “Beni Peygamber (s.a.a)’in yanına defnetmeyin; zira O’ndan sonra neler yaptığımı çok iyi biliyorum.”

Nitekim Hakim Müstedrek’te, İbn-i Kuteybe Mearif’te, Muham-med bin Yusuf Zerendi Siret’un- Nebi’de, İbn-i Beyyi’ Nişaburi ve diğerleri de kendi kitaplarında şöyle nakl etmişlerdir:

“Aişe Abdullah bin Zubeyr’e şöyle vasiyet etmiştir: “Beni Baki mezarlığında bacılarımın yanına gömün; zira ben Peygamber (s.a.a)’den sonra birçok olaylara neden oldum.”

Ama sizin; “Aişe unutkan idi, Hz. Ali (a.s)’ın faziletini bildiren rivayetleri Basra’da hatırladı ve Peygamber (s.a.a)’in kendisini bu işlerden sakındırdığını unutmuştu” şeklindeki sözünüze gelince; bu konuda yanıldınız. Lütfen büyük alimlerinizin muteber kitaplarına bakın ve yanlışlığınızı anlayın; özellikle de apaçık gerçekleri anlamak için İbn-i Ebi’l- Hadid’in Nehc’ul- Belağa Şerhi’nin 2. cildinin 77. sayfasını iyice bir mütalaa edin. Şimdi meselenin aydınlığa kavuşması için o kitabın bazı bölümlerine işaret ediyorum.

Ümmü Seleme’nin Aişe’ye Nasihati

İbn-i Ebi’l- Hadid, Ebi Mihnef Lut bin Yahya Ezdi’nin tarihinden şöyle rivayet etmektedir: “O zaman Ümmü Seleme de Hacc için Mekke’ye gitmişti. Aişe’nin Osman’ın kanını talep ederek Basra’ya doğru gitmek istediğini duyunca çok üzüldü. Meclislerde Hz. Ali (a.s)’ın faziletlerini rivayet ediyordu. Aişe Ümmü Seleme’nin yanına giderek onu da kandırıp kendisiyle Basra’ya götürmek istedi. Ümmü Seleme ona şöyle dedi:

“Daha düne kadar Osman’a sövüyordun, onu kınıyordun, Ona “Na’sel” (ihtiyar ahmak) diyordun; şimdi de onun kanı bahanesiyle Ali’nin karşısında kıyam mı ediyorsun; Ali’ (a.s)’ın onca faziletlerini unuttun mu? Eğer unuttuysan sana hatırlatayım. Hatırla o günü ki ben Hz. Peygamber’le birlikte senin odana geldik, o arada Ali de içeri girdi, Peygamber’e yavaştan bir şeyler beyan ediyordu, biraz uzun sürünce sen Ali’ye saldırmak istedin, ben seni bu işten sakındırdım, ama sen dinlemedin, nihayet Ali’ye saldırarak şöyle dedin: “Dokuz günde bir benim sıramdır, şimdi de gelip Peygamber’i meşgul mu ediyorsun?!” Peygamber (s.a.a) rahatsız olduğundan yüzü kızardığı halde öfkeyle; “Geriye dön; Allah’a and olsun ki Ehl-i Beytim’den ve diğerlerinden hiç kimse imandan çıkmadıkça Ali’ye buğz etmez.” diye buyurdular. Sen de bunun üzerine dediğinden pişman olarak geriye döndün.”

Aişe: “Evet hatırlıyorum.” dedi.

Ümmü Seleme sözünün devamında şöyle dedi: “Ayrıca o günü hatırla ki sen Peygamber (s.a.a)’in mübarek başını yıkıyordun, ben de yemek yapıyordum. Peygamber (s.a.a) mübarek başını kaldırarak şöyle buyurdu:

“Sizden hanginiz günahkar deve sahibisiniz ki Hav’eb köpekleri ona havlayacak ve sırat köprüsünde yüz üstü düşecektir?”

Ben yemekten elimi çekerek Peygamber (s.a.a)’e şöyle arz ettim: “Ya Resulullah! Bu işten Allah’a ve Resulüne sığınırım.”

O zaman elini senin sırtına vurarak şöyle buyurdu: “Sakın o kimse sen olmayasın!”

Aişe: “Evet hatırlıyorum.” dedi.

Ümmü Seleme devam ederek şöyle dedi: “ Hatırla o günü ki seferlerin birinde ikimiz de Peygamber (s.a.a)’le birlikteydik. Bir gün Ali Peygamber (s.a.a)’in ayakkabısını dikiyordu, biz de bir gölgede oturmuştuk. Bu esnada baban Ebu Bekir Ömer’le birlikte gelmek için izin istediler, biz de perdenin arkasına geçtik, biraz konuştuktan sonra şöyle dediler: “Ya Resulullah! Biz seninle birlikte olmanın kıymetini bilmiyoruz; bize halifeni tanıtmanı ve senden sonra sığınmamız gereken kimsenin kim olduğunu söylemeni rica ediyoruz.”

Peygamber (s.a.a) Ebu Bekir ve Ömer’e cevaben; “Ben halifemin mekanını görüyorum (onun makamını iyi tanıyorum). Ama (şimdiden) onu tanıtacak olursam, İsrail oğullarının Harun’un etrafından dağıldığı gibi siz de onun etrafından dağılırsınız.” diye buyurdular. Onlar da sustular ve oradan ayrıldılar.

Onlar gittikten sonra biz dışarı çıktık. Ben şöyle arz ettim: “Ya Resulullah! Kim onlara halife olacaktır?” Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdular: “Ayakkabımı diken şahıs.” Peygamber (s.a.a)’in yanından ayrılıp etrafa baktığımızda Ali’den başka kimseyi görmedik; geri dönerek Peygamber (s.a.a)e; “Ya Resulullah! Ali’den başka kimseyi görmedik.” dedik. Peygamber (s.a.a) de şöyle buyurdular: “İşte O (Ali) benim halifemdir.”

Aişe: “Evet hatırlıyorum.” dedi.

Ümmü Seleme: “O halde bütün bu hadisleri bilmene rağmen nereye gidiyorsun?” dedi.

Aişe: “İnsanların arasını bulmak için gidiyorum.” dedi.

O halde beyler kabul edin ki Aişe kandırılmamıştır, bilerek kıyam etmiş, fitne çıkarmıştır. Ümmü Seleme ona Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in hadislerini hatırlatmıştır. Ama bilindiği gibi o buna rağmen uyanmamıştır. Hz. Ali (a.s)’ın apaçık gerçek makamını itiraf etmiş olduğu halde Basra’ya doğru yola düşmüş, birçok Müslümanın kanının dökülmesine sebep olan birçok fitneyi yaratmıştır. Özellikle de “Ayakkabı dikme” hadisi, Hz. Ali (a.s)’ın imamet ve hilafetini ispat eden en büyük delildir. Ümmü Seleme, kendisinden sonra halifenin kim olduğunu sorunca Peygamber (s.a.a); “Ayakkabımı diken benim halifemdir” buyurdu ve o halde Peygamber (s.a.a)’in ayakkabısını Ali’den başkası dikmiyordu.

Şii Müslümanların tek günahı hiçbir adetin etkisinde kalmaması ve uzak görüşlülük esasınca 14 asırlık önemli gerçeklere bakmalarıdır. Onlar hiçbir sevgi ve buğza kapılmadan Kur’ân ayetlerinden ve iki fırkanın muteber kitaplarında yer alan hadislerinden istifade etmekte ve hak üzere hüküm vermekteler.

Bu yüzden Hz. Ali (a.s)’ın hilafetinin büyük oyunlar ve hilelerle dördüncü mertebeye atıldığına ve hakkının gasp edildiğine inanmaktadırlar. Ama bilindiği gibi bu durum O’nun faziletlerini ve hakkındaki nasları ortadan kaldıramamış ve kaldıramayacaktır.

Biz de inanıyor ve itiraf ediyoruz ki Ebu Bekir Sakife’de, Ali, Haşimoğulları, sahabenin büyükleri bulunmaksızın ve Ensar’dan Hazrec Kabilesinin muhalefetine rağmen halife olarak adlandırılmış, ondan sonra da ferdi bir diktatörlükle Ömer ve Ömer’in şurasıyla da Osman hilafet kürsüsünde oturmuşlardır. Elbette şu farkla ki onlar kendilerini seçen ve hilafet halkasını boynuna asan bir grubun halifesiydi. Ama bilindiği gibi Hz. Ali (a.s), Allah-u Teala ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in tarafından seçilen bir halifeydi.

Şeyh: Haksızlık ediyorsunuz, onlar arasında hiçbir fark yoktur. Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ı (r.z) hilafete geçiren halk, Ali’yi (k.v) de hilafete geçirmiştir.

Üç Halifenin Tayinindeki Farklılık, Onların Hilafetinin Batıllığına Bir Delildir

Davetçi: Halifelerin hilafet tayininde birçok açıdan farklılıklar vardır. Evvela; icmaya işaret ettiniz. Konuları tekrarlamakla doğru bir yönteme başvurmuyorsunuz. İcma delilinin temelsiz olduğunu önceki akşamlar arz ettim. Ümmetin icması halifelerden hiçbirinin hilafetinin başlangıcında vaki olmamıştır.

İkinci olarak; eğer icmaya dayanıyor ve bunu Allah-u Teala ve Peygamber-i Ekrem (s.a.a) tarafından ümmet için şer’an ispat ediyorsanız, kaide gereği her halife dünyadan gidince ümmet toplanmalı ve halife seçimi için onların görüşü alınmalıdır. Ümmet kimin halife olmasına icma ettiyse, o halkın halifesidir (Resulullah’ın halifesi değil); bu yöntemin bütün dönemlerde uygulanması gerekir.

Elbette siz de biliyorsunuz ki İslâm’da hiçbir halife için böyle bir icma vaki olmamıştır; hatta bizim daha önce ispat ettiğimiz nakıs bir icma da (ki ashabın büyüğü, Haşimoğulları ve Ensar orada değillerdi) Ebu Bekir dışında hiç kimse için gerçekleşmemiştir. İslâm muhaddisleri ve tarihçilerinin ittifak etmiş olduğu üzere Ömer’in hilafeti Ebu Bekir’in tayiniyle gerçekleşmiştir. Eğer hilafet tayininde icma şart olmuş olsaydı, o zaman neden Ebu Bekir’den sonra Ömer’in hilafete seçilmesi icma ile olmamıştır?

Şeyh: Elbette Ebu Bekir, ümmetin icmasıyla hilafete seçildiği hasebiyle onun tek başına halife tayini için söylediği söz, sağlam bir delil sayılmıştır. Ondan sonra artık halife tayini için icmaya gerek kalmamıştır. Her halifenin kendinden sonraki halifeyi seçmek için söylediği söz, sağlam bir senet kabul edilmiştir. Kendinden sonraki halifeyi tayin etmek halifenin hakkıdır. Halkı başı boş bırakmamalıdır. Ebu Bekir icma ile seçildiği için Ömer’i hilafete tayin etmiş, Ömer de Peygamber (s.a.a)’in kesin halifesi olmuştur!

Davetçi: Eğer siz kendinden sonraki halife seçiminde böyle bir hakkı halifeye tanıyorsanız ve ümmeti başı boş bırakma hakkının olmadığını beyan ediyorsanız ve onun sözünün sonraki halife tayininde yeterli olduğunu iddia ediyorsanız, o zaman neden insanların hidayetçisi olan Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’e gelince bu hakkı kabul etmiyorsunuz?

Neden sizin kitaplarda da yer alan (önceki geceler sadece bazısına işaret ettik bu gece de Ümmü Seleme’nin hadisindeki apaçık nasları takdim etmeye çalıştık) Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in açıkça veya kinaye yoluyla farklı yerlerde Hz. Ali için buyurduğu onca nasları görmezlikten geliyor, kabul etmiyor ve her biri için soğuk teviller yapıyorsunuz? Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid de Ümmü Seleme hadisinde bu gülünç tevili yapmış ve apaçık nassı red etmiştir.

Gerçekten ilginçtir, Ebu Bekir’in sözünün Ömer’in hilafet tayininde bir senet olduğunu hangi ilke üzere söylüyorsunuz? Ama bilindiği gibi öte yandan Resulullah (s.a.a)’in sözünün senet olmadığını ifade ediyor ve o hikmetli kelimeleri soğuk tabirlerle beyan ediyorsunuz.

Ayrıca nereden ve hangi delil üzere icmayla seçilen birinci halifenin kendinden sonraki halifeyi tayin hakkının olduğunu beyan ediyorsunuz? Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’den böyle bir emir mi gelmiştir? Cevap kesinlikle olumsuzdur.

Ayrıca birinci halife icma ile seçildiği için, sonraki halifelerde icmanın gerekmediğini, halk tarafından seçilen birinci halifenin kendinden sonraki halifeyi seçebileceğini ve onun sözünün yeterli olduğunu beyan ediyorsunuz. Eğer böyle olmuş olsaydı neden sadece bu iş Ömer’in hilafeti zamanında gerçekleşti? Neden Osman’ın hilafetinde Ömer halife tayin etmeyerek işi altı kişilik şuraya bıraktı?

Gerçekten delilinizin ne olduğu belli değildir, deliller ihtilaflı olunca asıl konu da ortadan kaybolur. Eğer hilafetin ispatı için ümmetin icması delil ise ve bütün ümmetin birlikte oy vermesi gerekiyorsa (halbuki bilindiği gibi Ebu Bekir zamanında bile böyle bir icma olmadı) o halde Ömer’in hilafetinde neden böyle bir icma gerçekleşmedi?

Eğer birinci halife seçiminde icmayı şart biliyor, sonraki halifelerde ise icma ile seçilen halifenin sözünün yeterli olacağı kanısında iseniz, o halde bu iş neden Osman zamanında gerçekleşmedi? Ömer Ebu Bekir’in aksine halife seçimini şuraya bıraktı. Hem de dünyanın hiçbir yerinde, hatta ilkel kabilelerde bile görülmeyen bir şuraya! Zira dünyadaki bütün meclislerde çoğunluğun görüşünün sağlanması için temsilcileri halk seçmektedir; ama bu şuranın temsilcilerini bizzat Ömer’in kendisi tayin etmiştir.

Ayrıca bilmek icap eder ki bundan da ilginci, bütün temsilcilerin iradesini ipotek altına alarak hepsini Abdurrahman bin Avf’ın emrine verdi. Abdurrahman bin Avf’ın bu kadar yetkili kılındığının hiçbir ilmi, örfi ve şer’i ölçüsü yoktur. Elbette bundan maksat onun Osman’ın yakınlarından olması ve dolayısıyla diğerlerini bırakıp Osman’ı seçeceğinin bilinmesiydi. Ömer şöyle demişti: “Abdurrahman bin Avf’ın tuttuğu taraf haktır; Abdurrahman kime biat ederse diğerleri de teslim olmalıdır.”

Dikkat edilecek olursa burada şura şeklinde bir diktatörlük öngörülmüştür. Halbuki bilindiği gibi bugünlerin tabiriyle demokrasi bunun tam tersinedir.

Gerçekten çok ilginçtir, Peygamber-i Ekrem (s.a.a), önceki geceler senetlerini de zikrettiğim bir hadiste defalarca şöyle buyurmuştur:

“Ali hakladır ve Ali nerede olursa hak onunladır.”

Yine şöyle buyurmuştur:

“Bu Ali ümmetimin farukudur; hakla batılın arasını ayırandır.”

Nitekim Hakim Müstedrek’te, Hafız Ebu Naim Hilye’de, Taberani Evset’te, İbn-i Asakir Tarih’te, Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii Kifayet’ut Talib’te, Taberi Riyaz’un- Nazre’de, Himvini Feraid’de, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde ve Suyuti de Dürr’ul- Mansur’da, İbn-i Abbas, Selman, Ebuzer ve Huzeyfe’den naklen Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmekteler:

“Benden sonra bir fitne kopacaktır, o zaman Ali’den ayrılmayın; zira Ali kıyamette benimle ilk tokalaşacak kimsedir; Ali en büyük sıddık ve bu ümmetin farukudur; hakla batılın arasını ayırmaktadır ve O müminlerin emiridir.”

Önceki geceler senet silsilesini de zikrettiğim bir rivayette Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Ammar’a şöyle buyurmuştur:

“Eğer bütün insanlar bir yola, Ali de başka bir yola gidecek olursa, sen Ali’nin yolundan git, insanlardan müstağni ol. Ey Ammar! Ali seni hidayetten çevirmez ve dalalete sürüklemez. Ey Ammar! Ali’ye itaat, bana ve Allah-u Teala’ya itaattir.”

Durum bu iken Ömer, Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in emrinin aksine Hz. Ali’yi Abdurrahman’ın başkanlığındaki bir şuraya bırakıyor. Şimdi buna kötümser olmamak mümkün mü? Sahabenin büyüklerini bir kenara itmiş, hilafet konusunda onların görüş haklarını ellerinden almıştır. Dolayısıyla bu şurada da Hz. Ali’ye büyük bir haksızlık yapılmıştır; Hz. Ali gibi hak ve batılı birbirinden ayıran büyük bir şahsiyet Abdurrahman gibi birinin emri altına verilmiştir.

Beyler lütfen insaflıca hüküm veriniz. İstiab, İsabe, Hilyet’ul- Evliya ve benzeri kitaplarınıza müracaat ediniz. Hz. Ali (a.s)’ı Abdurrahman ve hatta şura üyesi olan diğer beş kişiyle kıyaslayınız; Abdurrahman’ın mı hakemlik makamına daha layıktı yoksa Emir’el Müminin Hz. Ali mi? Bu kıyaslamakla, siyasi oyunlar üzere velayet hakkının çiğnendiğini bizzat müşahede edin.

Velhasıl, eğer Ömer’in hilafet tayinindeki şura emri, uygulanması gereken bir düstur idiyse, o halde neden Hz. Ali (a.s)’ın hilafeti hakkında uygulanmadı?

Dört halifenin hilafetinde, dört ayrı metot uygulanmıştır. Bu dördünden hangisi doğru, diğerleri ise batıldı? Eğer hepsinin hak olduğunu beyan ediyorsanız, o halde hilafet tayininde ikna edici bir deliliniz ve sabit bir yolunuz yoktur.

Eğer siz beyler, birazcık adetlerinizden uzaklaşır, apaçık gerçeklere insaf ve derince bakacak olursanız, gerçeklerin, olanların dışında olduğunu görürsünüz.

Göz açık, kulak açık, bu körlük!

Allah’ın göz kapatmasına şaşırıyorum!

Şeyh: Eğer dediğiniz doğruysa ve buyurduğunuz gibi derince bir düşünmek gerekirse, Hz. Ali’nin hilafeti de sarsıntıya uğrayacaktır. Zira önceki üç halifeyi hilafete getiren icma, Ali’yi (k.v) de hilafete getirmiştir.

 


 

[1] - Ahzab/36.

[2] - Nisa/83

[3] - Nahl/43.

[4] - Nisa/83.

[5] - Ankebut/49.

[6] - Yani kadın 6 ayda çocuk doğurabilir; çünkü hamileliğin en kısa müddeti 6 aydır.

[7] - Hatta Ehl-i Sünnet’in büyük alimlerinden olan İbn-i Teymiyye, İbn-i Kayyim ve diğerleri, Hz. Fatıma (a.s)’ın, Resulullah (s.a.a)’in Fedek’i kendisine bağışlamış olduğunu iddia ettiğini ikrar etmişlerdir.

[8] - Tevbe/120

[9] - Zümer/33

[10] - Hadid/19.

[11] - Nisa/69.

[12] - Ahzab/33.

[13] - Hud/17.

[14] - Nitekim Buhari, Sahihin 5. cildinde Hayber gazvesi babı s. 9’da ve hakeza c. 8, “Kavl’un- Nebiy la Nurisu Ma Tereknahu sadaka” babı, s. 87’de: “Hz. Fatıma dünyadan göçünceye kadar Ebu Bekir’le konuşmadı” demiştir.

[15] - Zümer/17-18.

[16] - Ahzap/53.

[17] - Nisa/3.

[18] - Şia rivayetlerinden, Hz. Ali (a.s)’ın Hz. Fatıma (a.s) hayattayken başka bir kadınla evlenmesinin câiz olmadığı anlaşılmaktadır. Bu konunun münazara meclisinde açılmasının uygun olmadığından dolayı üzerinde durulmadı.

[19] - Bu hadis uydurma bir hadistir.

[20] - Kerabisi sözlükte; dokunan ve örülen manasına gelmiştir. Hadis uydurduğundan dolayı bu isim ona verilmiş olabilir. (Çev.)

[21] - Nehc’ul- Belağa, mektup 45.

[22] - Nur/26.

[23] - Tahrim /10.

[24] - Tahrim/10.

[25] - Ahzâb/57.

[26] - Ahzap/33.

[27] - Ahzap/32.

[28] - Ölen bir adamın çocukları varsa karısına mirasından sekizde bir düşer. Peygamber (s. a.a)’in dokuz hanımı olduğu için de bu sekizde bir oranının, dokuza bölünmesi icab ederdi. Yani Aişe’nin hakkı Peygamber (s.a.a)’den kalan mirasın sekizde birinin dokuzda biriydi. Ama Aişe buna razı olmayarak hepsine el koydu. (Müt.)