ANASAYFA

DOKUZUNCU OTURUM (2. Kısım)

Hz. Ali, Allah-u Teala ve Peygamber Tarafından Hilafete Atanmıştır
Hz. Ali Diğer Halifelerden Mütemâyiz İdi
İlk Derecede Sayılabilecek Kemal ve Faziletlere İşaret
Hz. Ali'nin Nesep ve Soyunun Temizliği
Hz. Ali'nin Nurani Hilkati ve Hz. Peygamber'le Ortaklığı.........
Hz. Ali (a.s)'ın Cismani Soyu Hakkında
İbrahim (a.s)'ın Babasının Azer Olduğuna Dair Eleştiri ve Onun Yanıtı
Hz. Peygamber'in Anne ve Babaları Arasında Müşrik Yoktu, Aksine Hepsi Allah'a İnanan Muvahhidlerdi
Ebu Talib (r.a)'in İmanı Hakkında İhtilaf
Şia'nın Ebu Talib (r.a)'in İmanına Dair İcması
Zahzah Hadisi ve Onun Cevabı
Ebu Talib (r.a)'in İmanına Dair Deliller
İbn-i Ebi'l- Hadid'in, Ebu Talib (r.a)'in Methi İle İlgili Şiirleri
Ebu Talib (r.a)'in Şiirleri Onun İmanını Göstermektedir
Ebu Talib'in, Ölüm Anı "La İlahe İllâllah" Kelimesini Söylemesi
Muhammed Bin Ebubekir Hz. Ali'nin Takipçilerinden Olduğundan Dolayı Onu Müminlerin Dayısı Saymamışlardır
Muaviye Vahiy Katibi Değil, Mektupların Katibiydi
Muaviye ve Yezid'in Lanetlendiğine Delalet eden Ayet ve Rivayetler
Busr Bin Ertat'ın Otuz Bin Gerçek Mümini Muaviye'nin Emriyle Öldürmesi
Muaviye'nin, Emir'ul- Muminin Hz. Ali'ye Lanet Etmeyi Emretmesi ve O'nun Aleyhinde Hadis Uydurtması
Hz. Ali (a.s)'ın Düşmanı Kafirdir
Hz. Peygamber'in Ashabı Arasında İyi ve Kötü İnsanlar Çoktu
Yine Ebu Talib'in İmanına Dair Deliller
Cafer'in, Babası Ebu Talib'in Emriyle İman Etmesi
Ebu Talib'in İmanını Saklamasının Sebebi
Gerçekte Sünniler Rafızî, Şiiler ise Sünni'dirler
Mut'anın Helal Olduğuna Dair Deliller
Ehl-i Sünnet Kanalıyla Mut'anın Helal Olduğuna Dair Hadisler
Sahabe ve Tabiin Büyükleri, Mut'a Ayetinin Nesh Edilmediğine Hükmetmişlerdir
Zevciyetin Tüm Hükümleri Mut'a Hakkında da Geçerlidir
Nesh Hükmünün Resulullah (s.a.a)'in Zamanında Olmadığına Dair Deliller .......
Müçtehit Hükümleri Değiştirebilir mi?
Mut'anın Yasaklanışı Zinanın Artışına Neden Olmuştur
Hz. Ali (a.s) Ka'be'de Doğmuştur
Arş-ı A'lada, Allah ve Peygamber'in Adlarının Ardından Ali'nin Adı Yazılmıştır
Hz. Ali'nin İsminin Konulması İçin Levhanın Nüzulü
Ali (a.s)'ın Adı Ezan ve İkamenin Bir Parçası Değildir
Hz. Ali'nin Züht ve Takvası
Abdullah Rafi'nin Rivayeti
Suveyd Bin Gafele'nin Rivayeti
Hz. Ali'nin Helva Yememesi
Hz. Ali'nin Elbisesi ve Giyimi
Zurar Bin Zamure'nin Muaviye'yle Konuşması
Allah ve Peygamberi, Ali'yi Muttakilerin İmam'ı Diye Tanımlamaktadır
Hakikat Ehli İnsafla Yargılasınlar
Peygamberlerin, Ümmetleri Arasında Susmaları, İnzivaya Çekilmeleri, Kıyam Etmemeleri veya Kaçmaları, Taraftar ve Yardımcıları Olmaması Sebebiyledir
Hz. Ali'nin Peygamber (s.a.a)'in Vefatından Sonra Muhalifleriyle Savaşmamasının Nedeni ve Allah İçin Susup Sabretmesi
Hz. Ali'nin, Susup Kıyam Etmemesinin Nedeni Hakkındaki Sözleri
Şıkşıkıyye Hutbesine Yönelik Eleştiri ve Yanıtı
Seyyid Rezi'nin Durumuna İşaret
Şıkşıkıyye Hutbesi, Seyyid Rezi'nin Doğumundan Önce Kitaplarda Yazılıydı

 

Hz. Ali, Allah-u Teala ve Peygamber (s.a.a) Tarafından Hilafete Atanmıştır

Davetçi: Sizin bu dediğiniz Peygamber (s.a.a)’den bir nass olmadığı takdirde geçerlidir. Oysa Hz. Ali (a.s)’ın hilafetinin ümmetin icmasıyla işi yoktur; bizzat Allah-u Teala ve Peygamber (s.a.a) tarafından seçilmiştir.

Hz. Ali (a.s) da icma sebebiyle hilafeti kabul etmemiştir; hakkı geri almak için kabul etmiştir. Zira hakkı gasp edilen birisi, yıllar sonra da fırsatını bulduğunda hakkını alma hakkına sahiptir. Bu yüzden engeller kalkınca ve şartlar oluşunca Hz. Ali (a.s) da hakkını geri aldı.

Beyler, eğer önceki gecelerde konuşulan sözleri unuttuysanız, lütfen özel olarak yayımlanan dergileri, gazeteleri ve bildirileri mütalaa ediniz. Önceki geceler ispat ettiğimiz gibi Hz. Ali (a.s)’ın hilafeti, ümmetin icmasıyla gerçekleşmemiştir; aksine Resulullah (s.a.a)’in nasları, Kur’ân ayetleri ve hakkın geri alınışı esasınca gerçekleşmiştir. Siz ittifak edilen bir hadis getirebilir misiniz ki Resulullah (s.a.a); “Ebu Bekir, Ömer ve Osman benim halifelerimdir” diye buyurmuş olsun? Veya Emevi ve Abbasi halifelerinin hilafetlerine dair, bir tekinin adının zikredildiği bir hadis getirebilir misiniz?

Ama bütün muteber kitaplarınızda (Şia kitaplarının tevatürüyle birlikte), Hz. Ali (a.s)’ı hilafet ve vesayetine dair Hz. Peygamber (s.a.a)’den pek çok hadis mevcuttur. Bunlardan bazısına önceki geceler değindik; bu akşam da Ümmü Seleme’nin rivayetini arz ettim.

Şeyh: Bize ulaşan bir rivayette Peygamber (s.a.a); “Ebu Bekir benim halifemdir” diye buyurmuştur.

Davetçi: Önceki geceler bu hadislerin uydurma olduğunu arz ettim. Unutmuşa benziyorsunuz, bu gece de sizi cevapsız bırakmayacağım. Şeyh Mecduddin Firuzabadi Sefer’us- Seade kitabında şöyle diyor: “Ebu Bekir’in fazileti hakkındaki rivayetler, aklın iftira ve yalanına tanıklık etmiş olduğu uydurma şeylerdir.

Ayrıca dikkat edecek olursanız, üç halifenin hiçbirinde de hilafetin zahiri şartları gerçekleşmemiştir; bütün ümmet icma etmemiştir; oy birliğiyle seçilmemişlerdir. Ama Hz. Ali (a.s)’ın hilafetine baktığımızda önceki ve sonraki halifelerin aksine ümmetin icmasına daha yakındır. Zira tarihçilerinizin de yazdıklarına göre Ebu Bekir’in hilafetinde sadece Ömer ve kabir kazan Ebu Ubeyde bin Cerrah etkili olmuştur. Daha sonra da bir grup Evs kabilesi, Sa’d bin Ubade’yi aday gösteren Hazreç kabilesine muhalefet olsun diye biat etmiş, bazıları da daha sonra tehditle, bir grubu da tamah üzere biat etmişlerdir. Hatta bazıları örneğin; Ensar, sonuna kadar da Saad bin Ubade’ye bağlı kalarak biat etmemişlerdir.

Ömer’in hilafeti de sadece Ebu Bekir’in emriyle olmuştur. İcma diye bir şey yoktur, tam bir saltanat söz konusudur. Osman ise Ömer’in emriyle kurulan diktatörlük şurasının kararıyla hilafet makamına geçmiştir.

Ama Hz. Ali (a.s)’ın hilafeti, tesadüfen adalet istemek için Medine’deki hilafet sarayına dört bir yandan gelen Müslümanların büyük bir icmasıyla gerçekleşmiştir. Onların büyük ısrarları sonucu Hz. Ali (a.s) zahiri hilafete seçilmiştir.

Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Dört bir yandan Medine’ye gelen Müslümanların icması, hilafetin tayini için miydi?

Davetçi: Hayır, henüz üçüncü halife iş başındaydı, onlar hilafet makamına yakın olan Beni Ümeyye zorbalarının, Mervan’ın ve diğer valilerin yaptığı çirkin iş ve zulümleri şikayet etmek için Medine’de toplanmışlardı. Büyük sahabilerin de içinde bulunduğu bu cemiyet, var olan zulmü, hilafetin merkezi olan Medine’deki hilafet sarayına şikayet için gelmişlerdi. Osman’ın yanlış işleri ve Hz. Ali (a.s) ile diğer büyük sahabelerin nasihatlerine kulak vermemesi onun öldürülmesine yol açtı.

Bu yüzden Medine halkı oraya dört bir yandan tesadüfen gelen şahsiyetlerle birlikte Hz. Ali (a.s)’ın evine gidip yalvararak O’nu camiye getirdiler, icma ederek biat ettiler. Bu icma, önceki üç halife zamanında gerçekleşmemiştir. Medine halkı özgür iradesiyle Müslüman bölgelerin şahsiyetlerinin ittifakıyla Hz. Ali (a.s)’a biat etmiş, onu hilafete seçmişlerdir. Ama bu olay önceki halifelerde görülmemiştir.

Bununla birlikte bu icmayı Hz. Ali (a.s)’ın hilafetine delil saymıyoruz. Zira bizim delilimiz Kur’ân ve Resulullah (s.a.a)’in hadisleridir. Bu, kendi halifelerini Allah’ın emriyle seçen bütün peygamberlerin siretine de uygundur.

Ayrıca siz Hz. Ali (a.s) ile diğer halifeler arasında bir farkın olmadığını beyan ettiniz; bilmiyorum bilerek mi yanlışlığa düştünüz yoksa bilemeyerek mi? Çünkü akli ve rivayi deliller ve hatta icma esasınca, Hz. Ali (a.s) ile diğer halifeler, hatta ümmet arasında büyük bir fark vardır.

Hz. Ali Diğer Halifelerden Mütemâyiz İdi

Hz. Ali (a.s)’ı diğer halifelerden ayıran ilk özelliği onların bir grup insan tarafından seçilmesi, Hz. Ali (a.s)’ın ise Allah-u Teala ve Peygamber (s.a.a) tarafından seçilmesidir. Şüphesiz Allah-u Teala ve Peygamber (s.a.a) tarafından seçilen kimse, halk tarafından seçilen kimselerden üstündür. Allah-u Teala ve Peygamber (s.a.a) tarafından seçilen bir halifenin diğer halifelerden çok farklı olduğunu her akıl sahibi bilir.

Hz. Ali (a.s)’ı diğer halifelerden ayıran en büyük özellik, O’nun ilim, fazilet, şeref ve takvasıdır. Bir grup Harici ve Nasibiler dışında ümmetin bütün alimlerinin ittifakıyla Peygamber (s.a.a)’den sonra Ali (a.s) ümmetin en alimi, faziletlisi, şereflisi ve takvalısıydı.

Bu konuda bizzat Ebu Bekir ve Ömer’den rivayet edilen sayısız rivayetler de mevcuttur. Önceki geceler bunları bizzat muteber kitaplarınızdan rivayet ettim. Kur’ân da bunu teyit etmektedir. Şimdi de apaçık gerçekler anlaşılsın diye aklıma gelen bir rivayeti nakletmek istiyorum.

Ahmed bin Hanbel Müsned’de, Harezmi Menakıp’ta, Mir Seyyid Ali Hemedani Şafii Meveddet’ul- Kurba’da, Beyhaki Sünen’de ve diğerleri de kendi kitaplarında farklı tabirlerle Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Ali sizin en aliminiz, faziletlinizdir ve en iyi hüküm vereninizdir. Onu (hükmünü, sözünü ve görüşünü) red eden beni red emiş gibidir; beni red eden Allah’ı red etmiş gibidir; bu da Allah’a şirk koşmak haddindedir.”

Büyük alimlerinizden İbn-i Ebi’l- Hadid, Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde şöyle yazmaktadır: “Hz. Ali (a.s)’ın en faziletli olması eskiden beri söylenen bir sözdür. Ashap ve tabiinden bir çoğu bu inançtadır. Bağdat şeyhleri de bu manayı tasdik etmişlerdir.

(Yatsı namazı ezanı okununca, beyler namaza kalktı, namaz sonrası yapılan çay ikramından sonra sohbete devam edildi.)

İlk Derecede Sayılabilecek Kemal ve Faziletlere İşaret

Davetçi: Beyler siz namaz kılınca ben düşünüyordum, sonunda bir konuyu hatırladım. Bunu bir soru şeklinde sizlere aktarmak istiyorum. Size göre insana öncelik hakkı veren insani şerafet ve değerler nelerdir?

Şeyh: (Biraz sustuktan sonra) Elbette şerafet ve fazilet yolları çoktur. Allah-u Teala’ya ve Resulüne imandan sonra ilk derecede sayılabilecek kemal ve faziletler şu üç şeydir:

1- Soy ve nesep temizliği.

2- İlim ve bilgi.

3- Takva.

Davetçi: Allah-u Teala size güzel mükafat versin, biz de sizin fazilet ve kemaller ile ilgili seçtiğiniz bu özellikler esasınca konuyu ele almaya çalışacağız. Elbette halife veya diğer sahabilerin hepsi de bir takım hususiyetlere sahip idiler. Ama akli ve nakli kaideler esasınca bütün bu hususiyetlerin hepsine sahip olanlar diğerlerinden öncelik olma hakkına sahiptirler.

Eğer üç özellikte Hz. Ali (a.s)’ın öncülük ve saadet bayraktarı olduğunu ispat edecek olursak, siz de, Resulullah (s.a.a)’den menkul rivayetler esasınca Hz. Ali (a.s)’ın hilafet makamına daha layık olduğunu, sadece siyasi oyunlarla hilafet makamından uzaklaştırıldığı ve (İbn-i Ebi’l- Hadid’in Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 1 s. 46’da beyan etmiş olduğu gibi) bunun siyasi oyunlar gereği maslahat olarak adlandırıldığını tasdik edeceksiniz.

Hz. Ali’nin Nesep ve Soyunun Temizliği

Evvela; nesep ve soy açısından Peygamber (s.a.a)’den sonra hiç kimse Hz. Ali (a.s)’ın şerafetine erişemez. Hz. Ali (a.s)’ın soy temizliği, bütün akıl sahiplerini, hatta Alauddin Mevla Ali bin Muhammed bin Kuşçu, Ebu Osman Amr bin Bahr Cahiz Nasibi ve Saduddin Mesud bin Ömer Taftazani gibi taassup esiri alimleriniz bile Hz. Ali (a.s)’ın; “Hiç kimse biz Ehl-i Beyt’le kıyas edilemez.” sözü karşısında; “Biz de Hz. Ali’nin bu sözleri karşısında mahv ve hayranlık içindeyiz.” demekteler.

Hakeza Hz. Ali (a.s) zahiri hilafet makamına eriştikten sonra (Nehc’ul- Belağa’nın ikinci hutbesinde) şöyle buyurmaktadır:

“Bu ümmetten hiç kimse Muhammed (s.a.a)’in Ehl-i Beyti ile mukayese edilemez; ilimlerinden yararlandıkları kimseler kesinlikle O’nlarla eşit olamaz. Onlar (Ehl-i Beyt), dinin esası, yakinin direğidirler. Aşırı giderek hak yoldan çıkanlar O’nlara döner; geri kalanlar ise O’nlara katılır. Velayet makamının özellikleri O’nlara mahsustur. Vasiyet ve veraset de (Resulullah’ın onların hakkındaki vasiyeti ve O Hazretten miras almaları da ) onlarda sabittir. Hak şimdi ehline döndü ve intikal etmesi gereken yerine intikal etti.”

Hz. Ali (a.s)’ın bu sözleri kendisinin ve Ehl-i Beyt (a.s)’ın hilafete daha layık olduğunu ve öncelikli olduğunu göstermektedir.

Sadece Hz. Ali (a.s) değil, muhalifleri bile bunu tasdik etmişlerdir. Nitekim Mir Seyyid Ali Hemedani Meveddet’ul- Kurba’nın 7. Mevedde’sinde Ebu Vail’den naklen Abdullah bin Ömer’in şöyle dediğini rivayet etmektedir:

“Biz Peygamber (s.a.a)’in ashabını sayarken Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ı sıraladık. Adamın biri; “Ali’nin ismine ne oldu?” diye sordu. Şöyle dedim: “Ali Ehl-i Beyt’tendir, hiç kimse O’nunla kıyas edilemez; O Resulullah (s.a.a) ile birliktedir ve O’nun derecesindedir.”

Hakeza Ahmed bin Muhammed Bağdadi’den şöyle rivayet etmektedir: “Abdullah bin Hanbel’den şöyle dediğini işittim: “Babam Ahmed bin Hanbel’e ashabın faziletini sordum. Babam, Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ı sıraladı. Ben Ali bin Ebi Talib’i sorunca da şöyle dedi: “O, Ehl-i Beyt’tendir; bunlar O’nunla kıyas edilemez.”

Bundan da ilginç olanı, Hz. Ali (a.s)’ın nurani ve cismani iki boyutunun olmasıdır. Hz. Ali (a.s) bu açıdan Peygamber (s.a.a)’den sonra şahsına münhasır biridir.

Hz. Ali’nin Nurani Hilkati ve Hz. Peygamber’le Ortaklığı

Yaratılışın gerçek anlamı ve nuraniyeti açısından Hz. Ali (a.s) diğerlerinden daha üstün ve önceliklidir. Nitekim Ahmed bin Hanbel değerli kitabı Müsned’de, Mir Seyyid Ali Hemedani Meveddet’ul- Kurba’da, İbn-i Meğazili Şafii Menakıp’ta, Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul’da Peygamber (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu nakletmektedirler:

“Ben ve Ali Adem yaratılmadan on dört bin yıl önce, Allah’ın kudret elinde bir nurduk; Allah-u Teala Adem’i yaratınca bu nuru Adem’in sulbünde karar kıldı. Abdulmuttalib’e kadar tek nur idik; Abdulmuttalib’in sulbüne gelince bende nübüvveti, Ali’de ise hilafeti karar kıldı.”

Mir Seyyid Ali Hemedani Meveddet’ul- Kurba’nın 8. Meved-de’sini şu ibarelerle bu konuya özgün kılmıştır: “Sekizinci Mevedde Resulullah ile Ali’nin bir nurdan olduğu ve Ali’ye verilen özelliklerin insanlardan hiç kimseye verilmediği hususundadır.”

Bu Mevedde’de nakletmiş olduğu rivayetlerden birinde (İbn-i Meğazili de rivayet etmektedir ) üçüncü halife Osman bin Affan Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyruğunu rivayet etmektedir:

“Ben ve Ali Adem yaratılmadan 1400 yıl önce bir nur idik, Allah-u Teala Adem’i yaratınca bu nuru Adem’in sulbünde karar kıldı. Abdulmuttalib’e kadar tek nur idik, Abdulmuttalib’in sulbüne gelince bende nübüvveti, Ali’de ise hilafeti karar kıldı.”

Bir başka hadiste ise Peygamber (s.a.a)’in bu sözlerden sonra Hz. Ali’ye hitaben şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

“Ya Ali! Nübüvvet ve risalet bendedir; vesayet ve imamet ise sendedir.”

Bu rivayeti İbn-i Hadid de Nehc’ul- Belağa Şerhi’nin c. 2, s. 450’sinde Firdevs kitabının sahibinden rivayet etmektedir. Şeyh Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’nin 1. babında Cem’ul- Fevaid, Fezail-i İbn-i Meğazili, Firdevs-i Deylemi, Feraid’us- Simtayn-i Himvini ve Menakıb-i Harezmi’den az bir kelime farklılığıyla, Peygamber (s.a.a) ile Ali (a.s)’ın nurani yaratılışlarının, varlıkların yaratılmasından binlerce yıl önce gerçekleştiğini nakletmektedir.

Bu rivayete göre her ikisi de Abdulmuttalib’in sulbüne kadar tek nur imişler, orada ayrılıyorlar; yarısı Abdullah’ın sulbüne geçerek Hz. Peygamber (s.a.a) vücuda geliyor, diğer yarısı ise Ebu Talib (r.a)’in sulbüne geçerek Hz. Ali (a.s) vücuda geliyor. Hz. Peygamber (s.a.a) nübüvvet ve risalet için, Hz. Ali (a.s) ise imamet, hilafet ve vesayet için seçiliyorlar. Nitekim nakledilmiş olan hadislerde de Peygamber (s.a.a) bunu bizzat buyurmuştur.

Harezmi Menakıb’ın 14., Maktel’ul- Hüseyn’nin ise 4. faslında, Sibt bin Cevzi Tezkire’nin 28. sayfasında, İbn-i Sabbağ Fusul’ul- Muhimme’de, Muhammed bin Yusuf ise Kifayet’ut- Talib’in 87. babında müsned olarak Şam Muhaddisi ile Irak Muhaddisi’nden, Ayrıca Mucem-i Taberani’den kendi senetleriyle nakletmiş olduğu beş rivayette Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Ben ve Ali bir nurdan yaratıldık, birlikteydik, Abdulmuttalib’in sulbünde ayrıldık.”

Bu rivayetlerin yüce manalı ve faydalı olmasına rağmen çok uzun olduğundan dolayı tümünü zikretmekten sakınıyorum. (İsteyenler o kitaplara müracaat etsinler).

Bu hadisin ibare ve lafız farklılıkları, Peygamber (s.a.a)’in bir mecliste buyurup da ravilerin farklı nakletmesinden değil; farklı mekanlarda farklı tabirlerle beyan etmesinden olabilir. Bu, rivayetin kendisinden daha iyi anlaşılmaktadır.

Hz. Ali (a.s)’ın Cismani Soyu Hakkında

Cismani açıdan da Hz. Ali (a.s) hem anne, hem de baba yönünden büyük bir şerafete sahiptir. Bu da O’nun özgün faziletlerinden biridir.

Hz. Ali (a.s)’ın ecdadı, diğerlerinin aksine Hz. Adem’e kadar hep muvahhid ve tevhid ehli olmuştur. Bu temiz sulp, hiçbir kirli rahimde yer almamıştır. Bu büyük iftihar, ashaptan hiçbiri için nasip olmamıştır. Hz. Ali (a.s)’ın soyu sırasıyla şöyledir:

Ebu Talib (r.a), Abdulmuttalib, Haşim, Abdumenaf, Kusay, Kilab, Murre, Ka’b, Luvey, Galib, Fihr, Malik, Nazr, Kenane, Huzeyme, Mudrike, İlyas, Muzır, Nizar, Meadd, Adnan.

Şeyh: Hz. Ali (a.s)’ın Ebu’l- Beşer Adem’e kadar soyunun muvahhid olduğunu söylemekle hata ediyorsunuz; biz zahire göre hüküm vermek zorundayız. Zira İbrahim’in babası Azer Kur’ân-ı Kerim’in apaçık beyanı üzere[1] putperest idi.

İbrahim (a.s)’ın Babasının Azer Olduğuna Dair Eleştiri ve Onun Yanıtı

Davetçi: Bu dikkatsiz ve düşüncesiz beyanınız geçmişlerinizi taklitten başka bir şey değildir. Sizin atalarınız da sahabenin şirk ve küfre varan soyunu her türlü yönden temiz göstermek ve anne ile babanın müşrik olmasının insan için bir ayıp olmadığını belirtmek için büyük Peygamber (s.a.a)’in ecdadında da bir müşrikin var olduğunu iddia etmiş, böylece kendi atalarını ve büyüklerini bu noksanlıktan tenzih etmeye çalışmışlardır!

Gerçekten üzüntü vericidir; bilgili insanların böylesine kasıtlı davranışları sadece inat, boşuna çırpınma ve kendi atalarına muhabbetten başka bir şeyle izah edilemez. Siz de adet üzere onların sözüne uymuş, böyle bir toplantıda söylediklerini tekrarlıyorsunuz. Halbuki soy bilimcilerinin ittifak etmiş olduğu üzere, Hz. İbrahim’in babası Tarıh’tır, Azer değil.

Şeyh: Siz nass karşısında içtihatla amel ediyorsunuz. Soy bilimcilerin görüşünü, Kur’ân karşı olmasına rağmen zikrediyorsunuz. Halbuki Kur’ân, Hz. İbrahim’in babasının putperest Azer olduğunu beyan ediyor.

Davetçi: Biz asla nass karşısında içtihada sarılmayız; çünkü biz sadece Kur’ân gerçeklerini öğrenmeye çalışıyoruz. Kur’ân-ı Kerim’in dengi olan Ehl-i Beyt (a.s)’ın yol göstericiliği sayesinde, bu ayetin örfteki meşhur bir kaide üzere olduğunu anlıyoruz. Çünkü örfte de amca ve üvey baba “baba” olarak adlandırılmıştır.

Azer hakkında iki görüş vardır; birine göre Azer İbrahim’in amcasıdır; diğerine göre ise amcası olduğu halde Hz. İbrahim’in babası Tarıh ölünce, Hz. İbrahim’in annesiyle evlenmiştir. Bu iki açıdan Hz. İbrahim ona baba diye hitap ediyordu. Yani hem amcası, hem de üvey babası olduğu için “baba” diye adlandırmıştır.

Şeyh: Biz Kur’ân-ı Kerim’in kendisinden bir delil olmadıkça Kur’ân’ın zahirinden el çekemeyiz. Yani Kur’ân’dan, onun İbrahim’in amcası veya üvey babası olduğu ispat edilmedikçe -ki kesinlikle ispat edemezsiniz- deliliniz yeterli değil ve kabul edilemez.

Davetçi: Bu kadar kesin konuşmayın, ki delil getirildiğinde şaşırıp kalasınız. Nitekim Kur’ân’ın bir takım ayetleri, örf kaideleri üzere beyan edilmiştir. Örneğin: Hz. Yakub çocuklarına hitaben şöyle buyuruyor:

“Yakub oğullarına: “Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?” dediğinde, onlar: ‘Senin İlahına ve babaların İbrahim, İsmail ve İshak’ın İlahı olan tek bir İlaha ibadet edeceğiz; bizler O’na teslim olmuşuz’ dediler.”[2]

Bu ayetteki kastedilen şahit, İsmail kelimesidir; zira Kur’ân-ı Kerim’in de bildirdiği üzere Hz. Yakub’un babası İshak’tır; İsmail ise Yakub’un amcasıdır, babası değil. Ama Kur’ân örf kaidesi üzere amcaya baba diye hitap etmiştir.

Yakub’un oğulları örfen amcayı baba diye çağırıyorlardı. Bu yüzden verdikleri cevapta da amcayı baba saymışlardır. Dolayısıyla Kur’ân da bu soru ve cevabı aynen zikretmiştir. İşte bu kaide esasınca Hz. İbrahim de amcasını ve üvey babasını baba diye çağırmıştır. Tarihe ve soy bilimcilerinin görüşüne göre, Hz. İbrahim’in babası Tarıh’tır, Azer değil.

Hz. Peygamber’in Anne ve Babaları Arasında Müşrik Yoktu, Aksine Hepsi Allah’a İnanan Muvahhidlerdi

Peygamber (s.a.a)’in ecdadının müşrik ve kafir olmadığının bir diğer delili ise şu ayettir:

“Secde edenler arasında dönüp dolaşmanı da (görüyor).”[3]

Şeyh Süleyman Belhi (Yenabi’ul- Mevedde’nin 2. babında) ve diğer alimleriniz, Kur’ân müfessiri İbn-i Abbas’dan bu ayetin tefsiri konusunda şöyle rivayet etmişlerdir:

“Allah-u Teala Hz. Peygamber (s.a.a)’i, Hz. Adem’den babası Abdullah’a kadar muvahhidlerin sulbünde bir peygamberden diğer bir peygambere döndürüp dolaştırmış, zina değil şer’i bir nikahla babasının sulbünde karar kılmıştır.”

Bir başka delil de bütün alimlerinizin, hatta hadis ehli olan imam Salebi’nin de kendi Tefsirinde rivayet etmiş olduğu meşhur hadistir. Nitekim Süleyman Belhi el-Hanefi de Yenabi’ul- Mevedde’nin 2. babında Peygamber (s.a.a)’den şöyle rivayet etmiştir:

“Allah-u Teala beni Adem’in sulbünde yeryüzüne indirdi, Nuh’un sulbünde gemide karar kıldı, sonra da İbrahim’in sulbüne geçirdi. Böylece beni kerim sulplerden temiz rahimlere intikal ettirdi, en son olarak da zina üzere görüşmeyen anne-babamdan dünyaya getirdi.”

Başka bir rivayette ise şöyle buyurmaktadır:

“Allah-u Teala asla beni cahiliye pisliklerine bulaştırmamıştır.”

Aynı babda İbn-i Salah-i Halebi’nin “Ebkar’ul- Efkar” ve Şeyh Abdulkadir’in “Şerh-i Kibrit-i Ahmer’in kitaplarından naklen Alauddevele Semnani’den detaylı bir hadis rivayet etmektedir, ki Cabir bin Abdullah Hz. Peygamber’e; “Allah’ın ilk yarattığı şey nedir?” diye sorduğunda, Resulullah (s.a.a) uzun uzadıya cevaplar vermiştir. Ama meclisin vakti kısıtlı olduğundan dolayı, sadece olarak hadisin sonunda yer alan şu cümleyi aktarıyorum:

“Allah-u Teala benim nurumu temizden temize, tahirden tahire aktardı ve en son babam Abdullah bin Abdulmuttalib’in sulbünde karar kıldı ve oradan da annem Amine’nin rahmine aktardı. Oradan da beni dünyaya getirerek elçilerin efendisi ve nebilerin sonuncusu karar kıldı.”

Hz. Peygamber (s.a.a)’in; “Benim nurumu temizden temize, tahirden tahire aktardı.” sözünden de anlaşıldığı gibi O Hazretin ecdadı asla kafir ve müşrik olmamıştır. Zira Kur’ân da şöyle buyuruyor: “Şüphesiz ki kafirler necistir.” Dolayısıyla Peygamber (s.a.a)’in soyu hep temiz sulplerden temiz rahimlere aktarılmış ve necis olan müşriklere asla bulaşmamıştır.

Hakeza Yenabi’nin 2. babında Kebir’den naklen İbn-i Abbas’ın Peygamber (s.a.a)’den şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:

“Ben asla cahiliye zinasıyla vücuda gelmedim, ben İslâm’daki gibi şer’i bir nikah üzere dünyaya geldim.”

Acaba Nehc’ül Belağa’nın 93. hutbesini okumadınız mı? Hz. Ali (a.s), Resulullah (s.a.a)’in ecdadı hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Allah-u Teala, Peygamberleri en üstün emanet yerlerine emanet etmiş, en hayırlı karar yerlerinde kararlaştırmıştır. En yüce sulpten, temiz kılınmış rahimlere aktarmıştır. Onlardan her gelip geçenin yerine, dinini ayakta tutmak için halefler getirmiştir.

Sonunda şanı yüce olan Allah’ın lütfü Muhammed’e ulaştı. Onu en yüce kaynaktan, en değerli rahimden; enbiyasını açığa çıkardığı ve eminlerini seçtiği ağaçtan çıkarmıştır.”

Eğer sizlere bu tür deliller getirmeye devam edecek olursam meclisin tüm vaktini almış olurum. Özellikle sizin gibi insaflı beyler için bu kadar yeter. Biliniz ki Peygamber (s.a.a)’in soyu ve ecdadı Hz. Adem’e kadar hep mümin ve muvahhid kimselerdir. Şüphesiz Ehl-i Beyt, beytte (evde) olanı diğer kimselerden daha iyi bilir. Risalet hanedanı ve taharet beytinin ehli de başkalarına oranla babalarını daha iyi tanırlar.

Peygamber (s.a.a)’in ecdadının hep mü’min ve muvahhid olduğu ispatlanınca, Ali (a.s)’ın ecdadının da mümin ve muvahhid olduğu kendiliğinden ispatlanmış olur. Zira Şia’da mütevatir olmakla birlikte bizzat kendi alimlerinizin de rivayet etmiş olduğu rivayetler esasınca Hz. Peygamber (s.a.a) ile Ali (a.s) bir nur idiler. Abdulmuttalib’e kadar hep temiz ve pâk bir sulbde bulunmuş, orada birbirlerinden ayrılmışlardır.

Nuraniyet ve cismaniyet aleminde de hep birlikte idiler. Peygamber (s.a.a) nerede olmuşsa, Ali (a.s) da orada olmuştur. Dolayısıyla böylesine nurlu bir soya sahip, Resulullah (s.a.a)’a en yakın ve temiz bir insanın hilafet makamına herkesten daha evla ve müstahak olduğu aklın da hükmettiği bir gerçektir.

Şeyh: Azer ve Tarıh hakkında rivayet ettiğiniz tarihi gerçekler ışığında Peygamber (s.a.a)’in ecdadının temizliğini ispat etmiş olsanız da bu gerçek Hz. Ali (a.s) hakkında geçerli değildir. Abdulmuttalib’e kadar muvahhid olduklarını söylesek bile Hz. Ali’nin babası Ebu Talib hakkında bunu söylemek mümkün değil. Zira Ebu Talib küfür üzere dünyadan göçtü!

Ebu Talib (r.a)’in İmanı Hakkında İhtilaf

Davetçi: Şunu kabul ediyoruz ki ümmet arasında Ebu Talib (r.a), hakkında ihtilaf yaratmışlardır. Ama şöyle dememiz gerekir; “Allah’ım, Muhammed ve Âl-i Muhammed’in hakkına ilk zulmedene lanet et.” Ali’ye sövgü, ihanet ve lanet yolunu açan ve O’na eziyet etmek için hadis uyduranlara Allah lanet etsin. Bütün bunlar bu tür konulara neden olmuşlardır. Hz. Ali (a.s)’a özel buğzu olan Nasibiler, Hariciler ve atalarına uyan bazı düşüncesiz ve mutaassıp alimleriniz, bu esas üzere Ebu Talib (r.a)’in imansız olarak dünyadan göçtüğünü iddia etmişlerdir.

Sözleri senet, icmaları hüccet ve Kur’ân-ı Kerim’in dengi olan Ehl-i Beyt (a.s) İmamları, Şia alimleri ve İbn-i Ebi’l- Hadid, Suyuti, Belhi, İskafi ve onların üstatları, Mir Seyyid Ali Hemedani ve benzeri birçok insaflı alimleriniz de ittifakla Ebu Talib (r.a)’in İslâm’ı kabul ettiğini ve iman ehli olduğunu tasdik etmişlerdir.

Şia’nın Ebu Talib (r.a)’in İmanına Dair İcması

Şia’ya göre Ebu Talib (r.a), ilk etapta Peygamber (s.a.a)’e iman etmiştir. Hepsinden de önemlisi Ebu Talib (r.a)’in imanı fıtratıyla olmuştur; Haşimoğulları’ndan kardeşleri Hamza ve Abbas gibi küfürden sonra değil. Şia toplumu, Ehl-i Beyt’e uyarak Ebu Talib (r.a)’in asla puta tapmadığı, hatta Hz. İbrahim (a.s)’in vasilerinden olduğu kanısındadır. Büyük alimlerinizin muteber kitaplarında da buna işaret edilmiştir. Örneğin:

İbn-i Esir Cami’ul- Usul’da şöyle diyor: Ehl-i Beyt (a.s) nezdinde Peygamber (s.a.a)’in amcalarından Hamza, Abbas ve Ebu Talib dışında İslâm’ı kabul eden olmadı.”

Şüphesiz Ehl-i Beyt (a.s)’ın (a.s) icması her Müslüman için hüccettir. Zira Ehl-i Beyt (a.s) Kur’ân-ı Kerim’in dengidir ve biz Müslümanların sapmamak için sarılması gereken iki değerli emanetten biridir. Sekaleyn hadisi ile önceki geceler arz etmiş olduğum iki fırkanın da (Şii-Sünni) ittifak etmiş olduğu hadisler esasınca, Peygamber (s.a.a) Ehl-i Beyt’i bizlere tavsiye etmiştir.

“Ev ehli evde olanı daha iyi bilir.” kaidesi esasınca, takva abidesi olan o yüce hanedan, kendi dede, ecdat ve amcalarının küfür veya iman ettiğini, Muğeyre bin Şube, Beni Ümeyye, Hariciler, Nasibiler ve cahillerden daha iyi bilmekteler.

Bütün Ehl-i Beyt (a.s)’ın, özellikle kendi hadislerinizde de belirtildiği üzere Allah-u Teala ve Resulünün doğruluğuna tanıklık etmiş olduğu Hz. Ali (a.s) gibi birisinin, Ebu Talib (r.a)’in dünyadan mümin ve muvahhid olarak gittiğini bildirdiği halde bunu kabul etmemeniz, ama Hz. Ali (a.s)’ın düşmanı olan fasık ve facir Muğeyre ile bir avuç Emevi, Harici ve Nasibilerin sözlerine inanarak bu hususta ısrar ve inat etmeniz gerçekten çok şaşırtıcıdır!

Büyük alimlerinizden İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 3, s. 310’da şöyle diyor: “Ebu Talib (r.a)’in İslâm’ı ihtilaflıdır. Ama Şia camiası ve Zeydiye’nin çoğu onun Müslüman olarak dünyadan göçtüğünü açıkça beyan etmişlerdir. Şia ulemasının icmasının yanı sıra Belhi, İskafi ve benzeri büyük alimlerimiz de Ebu Talib (r.a)’in iman ettiği kanısındalar. İman ettiğini gizlemesinin nedeni ise, Peygamber (s.a.a)’e yardımcı olabilmek ve muhaliflerin onun makamını göz önünde bulundurarak Hz. Peygamber’e eziyet etmemeleri içindi.”

Zahzah Hadisi ve Onun Cevabı

Şeyh: Siz “Zahzah” (dibi derin olmayan az su) hadisini görmediniz mi ki şöyle buyuruyor:

“Ebu Talib ateşten olan zahzah’ta (az bir suda)dır.”

Davetçi: Bu hadis de diğer uydurma hadisler gibi uyduruk bir hadistir. Maalesef bazı Ehl-i Beyt (a.s) düşmanlarının, Emeviler, özellikle de nifak silsilesinin başı mel’un Muaviye bu küfür ve nifak kokan hadisi uydurmuşlardır. Daha sonraları da Ümeyye oğulları ve taraftarları Ali (a.s)’a düşmanlık olsun diye o uydurma hadisleri yaymış meşhur etmişlerdir. Ebu Talib (r.a)’in da Abbas ve Hamza gibi iman ehli olduğunu halktan gizlemişlerdir.

Her şeyden daha ilginci de şu ki “Zahzah” hadisini uyduran kimse de Hz. Ali (a.s)’ın en büyük düşmanı fasık Muğeyre bin Şube’dir. İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 3, s. 190’da ve Mesudi Müruc’uz Zeheb’de ve başkaları da kendi kitaplarında şöyle yazmışlardır: “Muğeyre Basra’da zina etti. Şahitler gelip Ömer’e şehadette bulunmak istediler. Üç kişi şehadette bulundu. Ama dördüncü şahit, yapılan telkin ve tehditler karşısında şehadette bulunmaktan vazgeçti. Bundan dolayı o üç kişiye had uygulandı, Muğeyre de böylece kurtulmuş oldu.”

İşte bu zani, şarapçı ve fasık insan Muaviye’nin en yakın dostuydu. Hz. Ali’ye düşmanlığı yüzünden bu hadisi uydurdu, Muaviye ve taraftarları da bu uydurma hadisi güçlendirip yaymaya çalıştılar.

Bu hadisin ravilerinden olan Abdulmelik bin Umeyr, Abdulaziz Raverdi, Sufyan-i Sevri vb. kimseler, bizzat büyük alimleriniz tarafından red edilmiştir. Örneğin: Zehebi Mizan’ul- İtidal c. 2’de onların güvenilir olmadıklarını yazmıştır. Özellikle de Sufyan-i Sevri’nin iftiracı ve yalancılardan olduğunu açıkça beyan etmiştir. Böylesine iftiracı, yalancı ve fasık insanların sözüne nasıl itimat edebiliyorsunuz?

Ebu Talib (r.a)’in İmanına Dair Deliller

Şüphesiz Ebu Talib (r.a)’in iman etmiş olduğu hususunda inkar edilemez birçok delil vardır; bu açık delilleri, inatçı ve bağnaz insanlar dışında hiç kimse inkar etmez. Örneğin:

1- Peygamber (s.a.a) parmaklarını birleştirerek şöyle buyurmuştur:

“Ben ve yetime kefalet eden (Ebu Talip), bu iki parmağım gibi cennette birlikte olacağız.”

İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 4, s. 312’de bunu rivayet etmiştir. Elbette Peygamber (s.a.a)’in burada yetimlere kefalet edenden maksadı bütün yetime kefalet edenler değildir. Çünkü nice fasık, lâubalî, dinsiz ve ateş ehli kimseler yetime kefalet etmekteler. O halde Peygamber (s.a.a)’in maksadı, Ebu Talib (r.a), ve dedesi Abdulmuttalib’tir. Çünkü onlar Peygamber (s.a.a)’e kefalet etmiş; özellikle de Mekke’de “Ebu Talib”in yetimi diye biliniyordu. Abdul-muttalib vefat ettikten sonra, yani sekiz yaşından itibaren Resulullah (s.a.a)’in bakıcılık ve kefaletini Ebu Talib üstlenmiştir.

2- Şii ve Sünni fırkasının muhtelif yollarla rivayet etmiş olduğu bir hadise göre de Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Cebrail nazil olarak beni şu kelimelerle müjdeledi: “Şüphesiz ki Allah-u Teala seni inzal eden sulbe, taşıyan karna, süt veren memeye ve sana kefalet eden kucağa ateşi haram kılmıştır.”

Mir Seyyid Ali Hemedani Meveddet’ul- Kurba’da, Şeyh Süleyman Yenabi’ul- Mevedde’de ve Kadı Şevkani Hadis-i Kudsi’de Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Cebrail bana nazil olarak şöyle dedi: Allah-u Teala sana selam ediyor ve şöyle diyor: “Ben ateşi, seni inzal eden sulbe, seni taşıyan karna ve seni besleyen kucağa haram kıldım.”

(Sulp sahibinden maksat babası Abdullah, karın sahibinden maksat annesi Amine, kucak sahibinden maksat ise Abdulmuttalib ve Ebu Talib’tir.)

Bu tür rivayetler, Peygamber (s.a.a)’in geçim, bakım ve hayat sorumluluklarını üstlenen Abdulmuttalib, Ebu Talib ve Esed kızı Fatıma’nın imanına delalet etmektedir; hakeza babası Abdullah’ın, annesi Amine’nin ve süt annesi Halime’nin imanına da delalet etmektedir.

İbn-i Ebi’l- Hadid’in, Ebu Talib (r.a)’in Methi İle İlgili Şiirleri

3- Delillerden biri de büyük alimlerinizden olan İzzeddin Abdulhamit bin Ebi’l- Hadid’in, Ebu Talib’i methederken söylediği şiirdir. Bu şiir Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 3, s. 318’de ve diğer kitaplarda şöyle kaydedilmiştir:

Ebu Talib ve oğlu olmasaydı,

Dinin bir belirtisi ve kıvamı olmazdı.

Ebu Talib Mekke’de onu buldu ve korudu,

Ali ise Medine’de temiz feza aradı.

Abdumenaf (Ebu Talib) Abdulmuttalib’in emriyle,

Peygamber’e kefalet edip hizmetlerini sürdürdü.

Ali ise o hizmetleri tamamladı.

Ebu Talib öldükten sonra ona öldü deme;

Zira kendi güzel kokusunu (Ali’yi) emanet bıraktı.

Ebu Talib Allah rızası için O’nun dinine yardım etti;

Ali de onu yüceltmek için o hizmetleri sona erdirdi.

Cahillerin cehaleti ve görenlerin körlüğü,

Ebu Talib (r.a)’in makamına zarar vermedi.

Nitekim sabahın nişanelerine zarar veremez,

Gündüzün ışığını karanlık zanneden kimse.

Ebu Talib (r.a)’in Şiirleri Onun İmanını Göstermektedir

4- Bizzat Ebu Talib (r.a)’in Peygamber (s.a.a)’in methinde okuduğu şiirler onun imanına delalet etmektedir. Bu Şiirin bir bölümünü İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 3, s. 316’da nakletmiştir. Birçok büyük ve değerli alimleriniz, örneğin: Şeyh Ebu’l- Kasım Belhi ve İskafi bu şiirlerin Ebu Talib (r.a.)’in imanına delalet ettiğini kabul etmişlerdir. Gerçekten de bu şiirler arasında Ebu Talib (r.a)’in iman etmiş olduğu açıkça gözükmektedir. Örneğin; Lamiye adlı şiirlerinde şöyle demiştir:

Her kınayıcıdan Beyt’in Rabb’ine sığınırım;

Ve bizi batıl sayanlardan,

Ve gıybetimizi eden her facirden,

Ve dine bir takım şeyleri isnat edenlerden.

Kabe’nin Rabbine and olsun ki yalan söylediniz;

Muhammed’den beri olduğumuzu söylemekle,

Ve O’nun aleyhine kılıç çekip savaşmamızı ilka etmekle.

Canımı feda edinceye kadar O’na yardımda bulunacağız;

Kadın ve çocuklarımızdan bile geçeceğiz.

İnsanlar O’nun yüzü suyu hürmetine yağmur istiyorlar;

Zira O Ben-i Haşim fakirleri ve yetimlerinin sığınağıdır.

Onları her türlü nimetten ihtiyaçsız kılıyor.

Canıma and olsun ki Ahmed’le o kadar sevinçliyim ki,

O’nu sevgili sevgisi gibi seviyorum.

Bütün vücudumla, O’nu savundum.

O sürekli dünya ehlinin cemalidir;

Düşmanların belası, her meclis ve mahfilin ziynetidir.

Kulların Rabbi yardımıyla O’nu desteklemiştir;

Batılın sızamadığı hak dini O zahir kılmıştır.

Hakeza İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 3, s. 312’de ve diğerleri de kendi eserlerinde Ebu Tali’in imanına delalet eden şu ünlü kasidesini rivayet etmektedir:

İnsanların bizden beklentileri şudur ki;

İslâm aleyhine kıyam edelim,

Kılıç çekip Muhammed’i öldürelim,

İslam dinini nesh edelim,

O’nu savunmak yolunda kana boyanmayalım.

Allah’ın evine and olsun ki yalan atıyorlar.

Zemzem ve Hicr-i İsmail cesetlerle dolsa da,

O’ndan asla el çekmeyeceğiz.

İnsanların hidayeti için gelen Peygamber’e karşı savaş zulümdür,

Arş’ın yaratıcısı tarafından getirdiği kitap ise değerlidir.

Hakeza Ebu Talib (r.a)’in (r.a) imanına delalet eden şu şiiri de İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 3, s. 315’de rivayet etmektedir:

Ey Allah’ın şahitleri şahit olun ki,

Ben Ahmed’in dini üzereyim.

Kim dinden saparsa sapsın,

Şüphesiz ben hidayet üzereyim.

Allah aşkına beyler biraz insaflı olun. “Açıkça ben Muhammed’in dini üzereyim ve sözünde asla batıl bir şey olmayan hak Peygamber’e yardım edeceğim” diyen birini kafir ilan edebilir miyiz?

Şeyh: Bu şiirler iki açıdan kabul edilemez. Evvela; bu şiirler mütevatir değildir. Ayrıca Ebu Talib (r.a)’in hiçbir yerde İslâm ve iman ehli olduğu, kelime-i şehadet getirdiği görülmemiştir. Dolayısıyla birkaç şiirle Müslüman olduğuna hükmedilemez.

Davetçi: Tevatürle ilgili itirazınız oldukça ilginçtir. Canınızın istediği yerde haber-i vahidi bile hüccet kabul ederek onunla amel ediyorsunuz. Ama arzularınızın aksine olursa, hemen tevatür olmadığını ileri sürüyorsunuz.

Eğer biraz dikkat edecek olursanız, açıkça görürsünüz ki bu şiirin her biri mütevatir olmasa da toplamı mütevatir olarak bir tek şeye delalet etmektedir; o da Ebu Talib (r.a)’in iman etmiş olduğu ve risaleti kabulüdür.

Birçok şeylerin tevatürü de bu şekilde ortaya çıkmıştır. Örneğin Hz. Ali (a.s)’ın saldırıları, cesaretleri ve savaşları hep haber-i vahittir. Ama toplamı manevi bir tevatürü ifade etmektedir, ki bu da Hz. Ali (a.s)’ın cesaretini göstermektedir. Hakeza Hatem’in cömertliği Nuşirevan’ın adaleti ve benzeri şeyler de bu tür manevi tevatürdendir.

Eğer gerçekten bu kadar tevatüre meraklıysanız, o halde buyurun, “Zahzah” hadisinin tevatürü nerededir ispat ediniz.

Ebu Talib’in, Ölüm Anı “La İlahe İllâllah” Kelimesini Söylemesi

Ama ikinci itirazınızın cevabı apaçık ortadadır. Zira tevhid ve nübüvveti kabul etmek, ahirete iman etmek, sadece kelime-i şahadete bağlı değildir. Dine yabancı olan birisi, Allah’ın vahdaniyetini, ve Peygamber (s.a.a)’in risaletini vurgulayan şiirler söyleyecek olursa bu da yeterlidir. Ebu Talib; “Ey Allah’ın şahitleri, şahit olun ki ben Muhammed’in dini üzereyim.” diyorsa, bu da kelime-i şahadetin yerine geçmektedir.

Ayrıca ölüm anında şiir dışında nesir olarak da bunu itiraf etmiştir. Nitekim Seyyid Muhammed Resuli Berzenci, Hafız Ebu Naim ve Beyhaki şöyle nakletmişlerdir: “Ölüm anında Ebu Cehil ve Abdullah bin Ebi Ümeyye gibi Kureyş büyükleri Ebu Talib’i ziyaret ettiler. Orada Peygamber (s.a.a), amcası Ebu Talib’e şöyle buyurdu:

“La ilahe illallah de ki, ben Allah-u Teala nezdinde buna şahit olayım.”

Ebu Cehil ve İbn-i Ebi Ümeyye hemen araya girerek; “Ey Ebu Talib! Abdulmuttalib’in dininden geri mi dönüyorsun?” dediler. Onlar sürekli bu sözü tekrarladılar ve Ebu Talib de şöyle dedi: “Bilin ki Ebu Talib, Abdulmuttalib’in dini üzeredir.” Onlar sevinerek dışarı çıktılar, tam ölmek üzereyken başında duran kardeşi Abbas, Ebu Talib (r.a)’in dudaklarının hareket ettiğini gördü, kulak verdi, onun “La ilahe illâllah” dediğini duydu, Abbas Resulullah (s.a.a)’e dönerek şöyle dedi: “Vallahi kardeşim senin emrettiğin kelimeyi söyledi.” Abbas daha Müslüman olmadığından dolayı kelime-i şahadeti ağzına almaktan sakındı.”

Daha önce de Peygamber (s.a.a)’in bütün ecdadının muvahhid olduğunu ispat etmiştik. Dolayısıyla Ebu Talib (r.a), burada siyaset uygulayarak, “Ben Abdulmuttalib’in dini üzereyim dedi.” Onlar da bunun üzerine sevinerek ayrılmışlardı. Ama mana olarak Ebu Talib (r.a), tevhidi ikrar etmişti. Zira Abdulmuttalib de İbrahim’in dini üzereydi ve muvahhiddi. Ayrıca açıkça “la ilahe illallah” da dedi.

Siz beyler biraz olsun adetlerden dışarı çıkarak Ebu Talib (r.a)’in hayatına bakacak olursanız, siz de onun iman etmiş olduğunu tastık edersiniz.

Eğer Ebu Talib (r.a), kafir ve müşrik olmuş olsaydı, Peygamber (s.a.a) risalete seçildiği gün, amcası Abbas’la birlikte Ebu Talib’e gidip; “Ey amca, Allah-u Teala beni işimi açıklamakla görevlendirdi. Beni Peygamber (s.a.a) seçti, sen bana nasıl yardım edeceksin?” Veya “Bana nasıl davranacaksın?” diye buyurduğunda, Kureyş’in büyüğü, itaat edilen biri ve Peygamber (s.a.a)’in kefili olduğu halde yeni bir din getiren Peygamber’e karşı Arapların sahip olduğu bağnazlık kaidesi esasınca hemen aleyhine kıyam eder, tehditte bulunur ve O’nu engellemeye çalışırdı. Eğer O’nun itikat ve peygamberliğini kabul etmemiş olsaydı, o zaman en azından yardımını ondan esirger, onu kovar, ona yardım sözü vermez, hatta O’nu hapse bile attırabilirdi. Böylece dinini korur ve dindaşlarını da memnun ederdi. Nitekim Azer de yeğeni İbrahim’i böylesine ret etmişti.

Allah-u Teala Kur’an’da haber verdiğine göre Hz. İbrahim peygamberliğe seçilince amcası Azer’in yanına giderek şöyle dedi:

“Babacığım, gerçek şu ki, sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyleyse bana uy ki, seni düzgün bir yola hidayet edeyim... Babası demişti ki: İbrahim, sen benim ilahlarımdan yüz mü çevirmektesin? Eğer (bu tutumuna) son vermeyecek olursan, and olsun seni taşa tutarım; uzun bir süre de benden uzaklaş, git.” ”[4]

Ama Ebu Talib (r.a), kendine yardım isteyen Peygamber (s.a.a)’e şöyle buyurmuştur: “Kalk ey kardeşimin oğlu, şüphesiz ki sen şerafet açısından yücesin, kabile açısından büyük bir makama sahipsin, baba açısından diğerlerinden daha yüksektesin, Allah-u Teala’ya and olsun, sana eziyet eden herkese karşı, seni keskin kılıçlarla savunacağım. Allah-u Teala’ya and olsun ki Araplar, sahibi karşısında zelil olan hayvan gibi senin karşında zelil olacak ve diz çökecekler.”

Daha sonra İbn-i Ebi’l- Hadid’in Nehc’ul- Belağa Şerhi’nin (Mısır baskısı) c. 3, s. 306’sında ve Sibt bin Cevzi’nin ise Tezkire’nin 5. sayfasında kaydetmiş olduğu şu şiiri Peygamber (s.a.a)’e hitaben okudu:

Allah’a and olsun ki Kureyş sana ulaşamaz,

Toprağa başımı koyana kadar.

Sen korkmadan görevini yap,

Müjdeliyorum, gözler bununla aydınlansın.

Beni davet ettin, iyiliğimi istediğine inanıyorum.

Sen doğrulardansın önceden de emindin.

Öyle bir din sundun ki,

Bütün dinlerden iyi olduğunu biliyorum.

Eğer kınanmadan ve kötülenmeden korkmasaydım,

Benim ne kadar din yolunda cömert olduğumu görürdün.

Velhasıl Ebu Talib (r.a), Peygamber (s.a.a)’i engelleyip, tehdit edip, hapse atıp, reddedip ve katledeceğine, bu çekici cümlelerle teşvik etti. İşini açığa vurmasını istedi, korkmamasını söyledi. Bütün gözlerin O’nun davetiyle aydınlanmasını arzu etti. Peygamber (s.a.a)’in bu iddiasında doğru sözlü olduğunu, önceden de emin olduğunu ve dininin bütün dinlerden iyi olduğunu itiraf etmiştir.

Elbette ki Ebu Talib (r.a)’in arz ettiğimden ilave diğer birçok şiirlerini, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 3’de ve diğerleri de bu konuyla ilgili eserlerinde uzun uzadıya nakletmişlerdir. Ama biz meclisin fazla vaktini almamak için bu kadarıyla yetiniyoruz, zannedersem bu kadar da örnek yeterlidir.

Siz beyler lütfen Allah’ı göz önüne alın, insaf üzere hüküm verin; bu söz ve şiirlerin yazarını kafir ve müşrik saymak doğru mudur? O mümin, muvahhid ve Allah’a tapan biri değil miydi? Nitekim kendi büyük ve değerli alimleriniz de bilmeden bu manayı tastık etmişlerdir.

Süleyman Belhi’nin Yenabi’ul- Mevedde kitabının 52. babını mütalaa ediniz. Orada, Cahiz-i Mutezili’nin Ebu Talib (r.a) hakkında şöyle dediğini nakletmiştir: “Kureyş’in şeyhi olan Ebu Talib, Peygamber (s.a.a)’in koruyucusu, yardımcısı, şiddetli seveni, kefili ve terbiye edicisi idi. O, Resulullah (s.a.a)’in peygamberliğini kabul etmiş ve Peygamber’in menkıbeleri hakkında birçok şiirler söylemiştir.”

Akıl ve insaf sahibi tarafsız her insan, biraz düşündükten sonra Ebu Talib (r.a)’in iman ettiğini mutlaka tastık edecektir. Ama Ümeyye oğulları, Muaviye’nin (yeri cehennem olsun) emri üzere tam 70 yıl muvahhidlerin efendisi Hz. Ali (a.s)’a ve Peygamber (s.a.a)’in iki değerli torunu Hasan ve Hüseyin’e lanet ettiler. Onların aleyhinde bir sürü hadis uydurdular. Dolayısıyla çok kolay bir şekilde,Hz. Ali (a.s)’ın babasının da kafir olarak dünyadan gittiği ve ateş ehli olduğu hakkında da hadis uyduracaklardır. Her konuda O’nu üzdükleri gibi, bu konuda da O yüce velayet makamını üzeceklerdir.

Nitekim bu hadisi rivayet eden mel’un Muğeyre bin Şu’be Hz. Ali (a.s)’ın baş düşmanı ve Muaviye’nin ise en yakın dostu idi. Yoksa Ebu Talib (r.a)’in iman etmiş olduğu meselesi, her iki fırkadan akıl sahibi kimseler nezdinde güneşten daha aydındır. Hariciler, Nasibiler ve onların günümüze kadar gelen taraftarları Ebu Talib (r.a)’in küfrünü iddia etmekte ve habersiz halk da adet üzere buna inanmaktalar. Her şeyden daha ilginç ve üzüntü verici de şu ki, küfürlerine dair birçok delil olan Ebu Süfyan, Muaviye ve Yezid’i mümin, hatta Peygamber (s.a.a)’in halifesi sayarken, iman etmiş olduğuna dair birçok delil olan Ebu Talib’i kafir ve müşrik sayıyorlar!

Şeyh: Acaba Muaviye’yi kafir saymanız ve sürekli ona lanet okumanız doğru mudur? Sizin, iki büyük halife olan Muaviye ve Yezid’e (r.z) lanet ve tekfir etmenizin delili nedir? Özellikle de Muaviye vahiy katibi ve müminlerin dayısıdır.

Davetçi: İlk önce Muaviye’nin “müminlerin dayısı” olması hangi yolladır, açıklar mısınız?

Şeyh: Açıktır; çünkü Muaviye’nin bacısı Ümmü Habibe Resulullah (s.a.a)’in eşi ve müminlerin annesidir; dolayısıyla Muaviye de müminlerin dayısıdır.

Davetçi: Size göre Ümm’ül- Müminin Aişe’nin makamı mı daha yücedir, yoksa Muaviye’nin kız kardeşi Habibe’nin mi?

Şeyh: Her ikisi de Ümm’ül- Müminindir, Ama Aişe’nin makamı hepsinden daha yücedir.

Muhammed Bin Ebubekir Hz. Ali’nin Takipçilerinden Olduğundan Dolayı Onu Müminlerin Dayısı Saymamışlardır

Davetçi: O halde sizin dediğiniz kaide üzere, Peygamber (s.a.a)’in eşlerinin bütün kardeşleri de müminlerin dayısıdır. O zaman neden Muhammed bin Ebi Bekir’i müminlerin dayısı saymıyorsunuz? Halbuki onun babası, Muaviye’den daha yüce ve kız kardeşi de onun kız kardeşinden daha üstündür. Binaenaleyh Muaviye’nin müminlerin dayısı olması gerçek değildir ve onun için bir şeref de sayılmaz.

Eğer Ümm’ül- müminin kardeşi olmak bir şerafet sayılmış olsaydı, Resulullah (s.a.a)’in eşi Safiye’nin babası olan Yahudi Hay bin Ahtab da şerafet sahibi olurdu. O halde kesin biliniz ki, Ümm’ül- Müminin veya müminlerin dayısı olmak başlı başına bir şerafet sayılamaz. Burada risalet ailesine muhalefet göz önünde tutulmalıdır. Muaviye (yeri cehennem olsun) Ehl-i Beyt’le savaşa kalkıştı, Hz. Ali (a.s)’a ve Hasan Hüseyin’e lanet etti. İmam Hasan gibi birini, nice sahabileri ve temiz Şii Müslümanları katletti.

Nitekim Ebu’l- Ferec İsfahani Makatil’ut- Talibiyyin’de, İbn-i Abdulbirr İstiab’da, Mes’udi İsbat’ul- Vasiyye’de ve diğerleri de ilgili kitaplarında rivayet etmiş olduğu üzere, Esma-i Cu’de Muaviye’nin emri ve teşvikiyle İmam Hasan’ı zehirledi. Hatta İbn-i Abdulbirr ve Taberi’nin yazmış olduğuna göre İmam Hasan’ın şahadet haberini duyan Muaviye, tekbir getirerek etrafındakilerle birlikte sevinç çığlıkları attı. Böylesine lanetli bir insan sizin nezdinizde nasıl müminlerin dayısı olabilir?!”

Ama Muhammed bin Ebi Bekir velayet makamının terbiye etmiş olduğu halis Şiilerden biriydi ve Ehl-i Beyt’e hitaben şöyle diyordu:

Ey Fatıma’nın oğulları siz benim sığınağımsınız.

Kıyamette sizinle terazim ağırlaşır.

Size olan dostluğum gerçekleşirse,

Hangi köpeğin havladığına aldırış etmem.

Muhammed, Ebu Bekir’in oğlu ve Ümm’ül- Müminin Aişe’nin kardeşi olmasına rağmen, onu müminlerin dayısı saymamış, lanet bile etmişler; hatta babasının mirasından mahrum bile bırakmışlardır.

Amr bin As ve Muaviye bin Hudeyc Mısır’ı fethedince Muhammed bin Ebubekr’e su bile vermediler ve susuz halde katlettiler. Daha sonra onu ölmüş eşeğin karnına koyarak yaktılar. Muaviye bunu duyunca sevincinden deliye dönmüştü.

Siz bu olayı duyunca; “bu lanetliler müminlerin dayısı ve Ebu Bekir’in oğlu Muhammed’e nasıl oldu da böyle yaptılar ve nasıl oldu da onu böyle içler acısı bir şekilde şehit ettiler” deyip de üzülmüyorsunuz. Ama Muaviye’nin lanetlendiğini duyunca üzülüyorsunuz!

O halde siz de tastık ediyorsunuz ki bunlar Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyt ile savaşmıştır. Muhammed de Ehl-i Beyt (a.s)’ın dostu olduğu için onu müminlerin dayısı saymıyor ve böylesine katledilmesine üzülmüyorsunuz. Ama Muaviye’yi, Ehl-i Beyt (a.s)’ın baş düşmanı olduğu ve O’nlara her yerde lanet etmiş olduğu halde müminlerin dayısı sayıyor ve savunuyorsunuz. İnat ve taassuptan Allah’a sığınırım.

Muaviye Vahiy Katibi Değil, Mektupların Katibiydi

Muaviye vahiy katibi değildi. Zira o H. 10. Yılda, vahiy döneminin sonlarında Müslüman oldu. Muaviye mektupların katibiydi. Muaviye Peygamber (s.a.a)’e oldukça eziyet etmiş, oldukça kötü sözler söylemiş ve Mekke fethinde Müslüman olan babası Ebu Süfyan’a mektuplar yazarak; “Neden Müslüman oldun?” diye onu eleştirmişti. Bu yüzden Müslümanlar arasında aşağılanmış, itibarsız kalmıştı. Peygamber (s.a.a)’in amcası Abbas, Peygamber (s.a.a)’den onun bu utanç durumdan kurtulması için bir imtiyaz vermesini istedi. Peygamber (s.a.a) de bunun üzerine onu mektuplarının katibi yaptı. Ayrıca onların küfrü hakkında, ayet ve rivayetlerden birçok deliller vardır.

Şeyh: Ayet ve hadislerden olan deliller duyulmalıdır. Lütfen bu muammaların çözümü için iddia ettiğiniz ayet ve rivayetleri bize de söyleyin.

Davetçi: Şaşırmayınız, ortada bir muamma yok, deliller pek çoktur. Vakit kısa olduğu için onlardan sadece bazılarına işaret edeceğim. Yoksa bütün delileri zikredecek olursak başlı başına bir kitap olur.

Nitekim Müslim Sahih’inde şöyle rivayet ediyor: “Muaviye Resulullah (s.a.a)’in huzurunda olanları yazıyordu.”

Medain-i ise şöyle diyor: “Zeyd bin Sabit vahiy yazıyor, Muaviye ise Peygamber (s.a.a) için kendisi ile Araplar arasındaki konuları yazıyordu.”

Muaviye ve Yezid’in Lanetlendiğine Delalet eden Ayet ve Rivayetler

Allah-u Teala İsra suresi 60. ayette şöyle buyuruyor:

1- “Sana gösterdiğimiz o rüyayı ve Kur’ân’da lanetlenen ağacı, ancak insanları sınamak için meydana getirdik. Biz de onları korkuturuz da, bu onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz.”

İmam Sa’lebi, imam Fahr-u Razi ve diğer müfessirlerinizin rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.a) rüya aleminde Beni Ümeyye’nin maymunlar şeklinde kendi minberine çıkıp indiğini gördü, Cebrail bunun üzerine mezkur ayeti nazil etti. (Bu ağaçtan kasıt Beni Ümeyye soyudur.)

Allah-u Teala, başı Ebu Süfyan ile Muaviye olan Beni Ümeyye’yi lanetlenmiş bir ağaç olarak zikretmiştir; dolayısıyla bu ağacın bir dalı olan Muaviye de mel’undur.

2- Muhammed Suresi 22 ve 23. ayetlerde şöyle buyurmaktadır:

“(Ey münafıklar!) Artık iş başına gelir de yeryüzünde bozgunculuk eder ve yakınlarınızı kestirip doğratır mısınız? İşte bunlar, Allah’ın kendilerini lanetlediği, sağır kıldığı ve gözlerini kör etmiş olduğu kimselerdir.”

Bu ayet açıkça yeryüzünde fesat çıkaranları ve yakınları kestirip doğrayanları lanetlemektedir. Muaviye’den daha büyük bozgunculuk eden ve yakınları kestirip doğratan kim vardır? Onun hilafeti zamanında çıkardığı fitneler herkesçe bilinmektedir. Ayrıca lanetli olduğunun diğer bir delili de yakınları kestirip doğratmasıdır.

3- Ahzap suresi 57. ayette de şöyle buyuruyor:

“Allah ve Resulünü incitenlere Allah, dünyada ve ahirette lanet etmiş ve onlar için horlayıcı bir azap hazırlamıştır.”

Şüphesiz Hz. Ali’ye ve Peygamber (s.a.a)’in iki reyhanı Hasan ve Hüseyin’e ve has sahabesi Ammar ve diğerlerine eziyet etmek de Peygamber’e eziyettir. Dolayısıyla bu ayete göre de o mukaddes insanlara eziyet eden Muaviye, dünya ve ahirette lanetlenmiştir.

4- Mümin suresi 52. ayette de şöyle buyurmaktadır:

“O gün zalimlere özür dilemeleri hiçbir fayda sağlamaz. Artık lanet de onlarındır, kötü yurt da onlarındır!”

5- Hud Suresi 18. ayette ise şöyle buyurmaktadır:

“Bilin ki Allah’ın laneti zalimlerin üzerinedir!”

6- Araf suresi 44. ayette ise şöyle buyurmaktadır:

“...Ve aralarında bir çağrıcı Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun diye bağırır.”

Zalimler hakkında inen bu ve benzeri ayetler açıkça her zalimin mel’un olduğunu buyurmaktadır. Dost ve yabancı hiç kimse, Muaviye’nin apaçık zulümlerini inkar edemez. Zalim olduğu için de Allah’ın lanetine uğramıştır, dolayısıyla Allah’ın lanet etmiş olduğu kimseye biz de lanet edebiliriz.

7- Nisa Suresi 93. ayette ise şöyle buyurmaktadır:

“Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.”

Bu ayet, bir mümini bilerek öldürenin Allah’ın lanetine uğradığını ve onun yerinin cehennem olduğunu bildirmektedir. Lütfen insafla söyleyiniz, Muaviye müminleri katletmekte ortak olmamış mı? Hucr bin Adiy ve yedi arkadaşını, onun emriyle katletmediler mi? Abdurrahman bin Hassan el-Ğanzi’yi diri diri mezara gömdürmedi mi?

Nitekim İbn-i Asakir ve Yakub bin Sufyan kendi Tarih’inde ve Beyhaki Delail’de İbn-i Abdurrahman İstiab’da ve İbn-i Esir Kamil’de rivayet etmiş olduğu üzere sahabenin büyüklerinden olan Hucr’u, Muaviye’nin emriyle işkence ederek öldürdüler. Hucr’un tek suçu ise Hz. Ali (a.s)’a lanet etmemek ve ondan olmadığını söylememekti.

Acaba Peygamber (s.a.a)’in büyük torunu ve Ashab-ı Kisa’nın beşincisi olan Hz. Hasan (a.s), müminlerin büyüklerinden ve cennet ehli gençlerin iki efendisinden biri değil miydi? Mes’udi, İbn-i Abdulbirr, Ebu’l- Ferec İsfahani, Muhammed bin Sa’d (Tabakat’ta), Sibt bin Cevzi (Tezkire’de) ve diğer birçok büyük alimleriniz kendi kitaplarında yazmış olduklarına göre Muaviye, Cude için bir zehir gönderdi ve ona, “Hasan bin Ali’yi öldürecek olursan sana yüz bin dirhem verir ve seni oğlum Yezid’le evlendiririm.” diye vaatte bulundu. Hz. Hasan’ın şahadetinden sonra Muaviye ona yüz bin dirhem verdi, ama oğluyla evlendirmedi.

Hz. Hasan’ın şahadeti, bir müminin katlinden de öte Peygamber (s.a.a)’i üzen bir olaydır. Mezkur iki ayetin açık hükmüne rağmen henüz Muaviye’ye lanet etmekte tereddüt mü ediyorsunuz? Büyük sahabeden olan Ammar da Sıffin’de Muaviye’nin emriyle öldürülmedi mi? Büyük alimlerinizin de ittifak etmiş olduğu üzere Peygamber (s.a.a) Ammar hakkında şöyle buyurmamış mıydı?:

“Ey Ammar, seni baği ve tuğyan ehli bir grup öldürecektir.”

Büyük müminlerden binlerce insanın Muaviye tarafından katledildiğinden şüpheniz mi var? Dinin keskin kılıcı ve temiz yürekli bir mümin olan Malik Eşter de Muaviye’nin emriyle zehirlenmedi mi? Muaviye’nin Mısır’daki iki adamı Amr bin As ve Muaviye bin Hudeyc, Hz. Ali (a.s)’ın Mısır valisi Muhammed bin Ebi Bekir’i işkenceyle öldürüp ölmüş eşeğin karnında ateşe vermediler mi? Eğer Muaviye’nin öldürdüğü müminlerin listesini verecek olsam, bir gece değil, kim bilir kaç gece sürer.

Busr Bin Ertat’ın Otuz Bin Gerçek Mümini Muaviye’nin Emriyle Öldürmesi

Muaviye’nin bütün amellerinden daha kötüsü, onun emriyle kan içici Busr bin Ertat’ın, binlerce Ali taraftarını acımasızca katletmesidir. Nitekim Ebu’l- Ferec İsfahani, Allame Semhudi (Tarih’ul- Medine’de), İbn-i Hallakan, İbn-i Asakir, Taberi (kendi Tarih’inde), İbn-i Ebi’l- Hadid (Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 1’de) ve diğer alimleriniz de kendi kitaplarında yazdıkları üzere Muaviye Busr’a, büyük bir orduyla Medine, Mekke, San’a ve Yemen’e doğru hareket etmesini emretti. Ebu’l- Ferec’in rivayet ettiğine göre Zahhak bin Kays’a da şöyle dedi: “Ali bin Ebi Talib’in Şia’sı ve ashabını nerede bulursanız orada öldürün; çocuk ve kadınlara bile acımayın.”

Bu yüzden üç bin kişilik büyük bir orduyla Medine San’a, Yemen, Tâif ve Necran’a sefer düzenlediler. Yolda buldukları ve o bölgelerdeki bütün müminleri, hatta kadın ve çocuklarını bile katlettiler. Tarih bu utanç verici katliamlara şahit oldu. Vakit olmadığından bu cinayetleri kısa olarak geçiyorum, sonunda Yemen’e vardıklarında, oranın valisi olan Abdullah bin Abbas bin Abdulmuttalib’in evine gittiler. Süleyman ve Davut adındaki iki küçük çocuğunun başını annesinin kucağında kestiler!!

İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 1 s. 121’de şöyle diyor: “Ateşte yaktıkları dışında 30 bin insanı katlettiler.”

Siz beyler, Kur’ân’ın, mel’un oğlu mel’unu dünya ve ahirette lanetlemesi hakkında henüz şek ve şüphe mi ediyorsunuz?

Muaviye’nin, Emir’ul- Muminin Hz. Ali’ye Lanet Etmeyi Emretmesi ve O’nun Aleyhinde Hadis Uydurtması

Muaviye’nin küfrüne ve mel’un olduğuna dair en önemli delil, Hz. Ali (a.s)’a lanet etmesi ve halkı da bu büyük günaha zorlamasıdır. Şii-Sünnî hatta yabancı tarihçilerin bile kaydettiği üzere namazın kunutlarında ve Cuma namazı hutbelerinde bu çirkin amel ve bidat uygulanmış, birçok insan lanet etmediği için de katledilmiştir. Bu cinayetler Ömer bin Abdulaziz dönemine kadar devam etmiştir.

Şüphesiz ki muvahhidlerin İmamı, Peygamber (s.a.a)’in kardeşi, Hz. Fatıma’nın eşi ve müminlerin emiri Ali (a.s)’a hayatında veya vefatında lanet edenler ve lanet etmeyi emredenler, mel’un ve kafirdirler.

Zira imam Ahmed Müsned’de, imam Nesai Hesais’ul- Alevi’de, Sa’lebi ve imam Fahr-u Razi Tefsir’de, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde, Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut- Talib’de, Sibt bin Cevzi Tezkire’de, Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’de, Mir Seyyid Ali Hemedani Meveddet’ul- Kurba’da, Deylemi Firdevs’te, Müslim Sahih’de, Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul’de, İbn-i Sebbah Fusul’ul- Muhimme’de, Hakim Müstedrek’te, Hatip Harezmi Menakıb’da, İbrahim Himvini Feraid’de, İbn-i Meğazili Menakıb’da, İmam’ul- Harem Zehair’ul- Ukba’da, İbn-i Hacer Savaik’da ve bilahare büyük alimlerinizin çoğu farklı tabirlerle kısa veya detaylı olarak Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Ali’ye söven bana sövmüştür; bana söven de Allah’a sövmüştür.”

 Bazıları da bu konuda başka hadisler rivayet etmiştir, ki genel olarak Ali (a.s)’a eziyet edenin mel’un olduğuna delalet etmekteler. Örneğin; Deylemi Firdevs’te, Süleyman Hanefi Yenabi’ul- Mevedde’de farklı senetlerle ve diğerleri de önceki geceler bazısına işaret etmiş olduğum şekilde Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Ali (a.s)’a eziyet eden, bana eziyet etmiştir, bana eziyet edene de Allah’ın laneti üzerine olsun.”

İbn-i Hacer ise Savaik’ul- Muhrika’da genel anlamda “Ehl-İ Beyt’e (A.S) Söven ve Lanet Edenler Babı”nda Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Ehl-i Beyt’ime söven, Allah’dan ve İslâm’dan dönmüştür. İtretim hakkında bana eziyet edenin, Allah’ın laneti üzerine olsun.”

O halde Muaviye namazın kunutlarında Hz. Ali (a.s)’a ve Resulullah (s.a.a)’in iki torunu Hasan ve Hüseyin’e, İbn-i Abbas’a ve Malik Eşter’e lanet ettiği için kendisi lanetli ve mel’un biriydi. Nitekim bunu İbn-i Esir Kamil’de ve diğerleri de kendi eserlerinde rivayet etmişlerdir.

İmam Ahmed bin Hanbel, Müsned’inde farklı yollarla Resulullah (s.a.a)’den şöyle rivayet etmiştir:

“Ali’ye eziyet eden kimse, kıyamette Yahudi veya Nasrani olarak haşr olacaktır.”

Siz de biliyorsunuz ki, İslâm’ın zaruri hükümlerinden biri Allah ve Peygamber (s.a.a)’e sövmenin kafir ve necis olmasıdır. Bunu diyen kimse necis ve katli farzdır. Önceki geceler detaylı bir şekilde Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurmuş olduğunun zikrettiğim:

“Ali’ye ve Ehl-i Beyt’ime söven, lanet eden ve hakaret eden kimse, bana ve Allah’a sövmüş, lanet etmiş ve hakaret etmiştir.”

Hadisler ve muteber kitaplarınızda yer alan benzeri rivayetlerin hükmü gereği de Muaviye kesin mel’un ve kafirdir.

Nitekim Muhammed bin Yusuf, Kifayet’ut- Talib’in 10. babında kendi senetleriyle ve diğerleri de burada özet olarak aktaracağım şu rivayeti nakletmişlerdir:

“Abdullah bin Abbas, Said bin Cübeyr’le birlikte, Zemzem’in kenarında bir grup Şam ehlinin Hz. Ali’ye sövdüklerini görünce durarak onlara hitaben şöyle dedi: “Hanginiz Allah-u Teala’ya sövüyordu?” Onlar; “Hiçbirimiz Allah-u Teala’ya sövmedi.” dediler. Bunun üzerine; “Hanginiz Resulullah (s.a.a)’e sövüyordu? diye sordu. Onlar yine; “Bizden hiç kimse Peygamber (s.a.a)’e sövmedi.” dediler. Bunun üzerine; “Hanginiz Ali bin Ebi Talib’e sövüyordu?” diye sorunca, onlar; “Evet, biz Ali’ye sövüyorduk” dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Resulullah (s.a.a)’in yanında şahit olun ki, ben O Hazretin bizzat Ali’ye şöyle buyurduğunu duydum:

“Ya Ali, sana söven bana sövmüştür, bana söven Allah-u Teala’ya sövmüştür; kim de O’na söverse Allah-u Teala onu yüz üstü cehenneme atacaktır.”

Hz. Ali (a.s)’ın Düşmanı Kafirdir

Bu delillerden ilave, kendi alimlerinizden, Hz. Ali’ye sövenin ve O’na düşman olanın kafir olduğuna dair pek çok hadis nakledilmiştir. Örneğin: Suyuti Tefsir’inde, imam Salebi Tefsir’inde, Mir Seyyid Ali Hemedani Meveddet'ul Kurba’da, Ahmed bin Hanbel Müsned’de, İbn-i Hacer Savaik’da, Harezmi Menakıb’da, İbn-i Meğazili Fezail’de, Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’de, İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde, Taberani Evset’te, İmam’ul- Harem Zehair’ul- Ukba’da, Nesai Hasais’ul- Alevi’de, Genci Şafii Kifayet’ut Talib’de, Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul’de, Sibt bin Cevzi Tezkiret’ul- Havass’da, İbn-i Sabbağ Fusul’ul- Muhimme’de ve diğerleri de kendi kitaplarında farklı ibarelerle Peygamber (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Ali’yi sadece mümin sever ve O’na sadece kafir buğz eder.” Önceki geceler aktardığım gibi bazı rivayetlerde de, “...sadece münafık buğz eder.” diye yer almıştır.

Açıktır ki hadiste yer alan kafir ve münafık kelimesi, Hz. Ali (a.s)’ın düşmanının ateşte olduğuna delalet etmektedir. Zira Allah-u Teala Kur’ân’da kafir ve münafıkların yerinin cehennem olduğunu açıkça vurgulamaktadır.

Nitekim Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut- Talib’in 3. babının sonunda Muhammed bin Menzur-i Tusi’den müsned olarak şöyle rivayet etmektedir:

“Biz imam Hanbel’in yanındaydık. Adamın birisi ona; “Ey Eba Abdullah, Hz. Ali’nin; “Ben cehennemi bölenim” sözü hakkında ne diyorsunuz?” diye sorunca, imam Hanbel şöyle dedi: “Bunu hiç kimse inkar edemez. Zira Resulullah (s.a.a) Hz. Ali’ye şöyle buyurmamış mıdır?: “Seni sadece mümin sever ve sana sadece münafık buğz eder.” Ben de; “Evet öyledir” dedim. Ardından imam Hanbel konuyu yorumlayarak şöyle dedi: “Söyleyin mümin nerededir?” Biz de; “Cennettedir.” dedik. Tekrar; “Münafık nerededir?” diye sordu. Biz; “Cehennemdedir” deyince şöyle dedi: “O halde Ali’nin cehennemi bölen olduğu doğrudur.”

Yani Peygamber (s.a.a)’in buyurduğuna göre ve Nisa suresinin şu ayeti gereği Ali (a.s)’ın düşmanı münafıktır:

“Şüphesiz ki münafıklar, cehennemin en alt katındadırlar. Onlara asla bir yardımcı bulamazsın.”[5]

O halde Hz. Ali (a.s)’ın düşmanı cehennemin en alt katında olacaktır. Bu ayet gereğince münafıkların azabı kafirlerin azabından daha şiddetlidir.

Muteber kitaplarınızda yer aldığı üzere Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

“Ali’ye buğz eden bana buğz etmiştir, bana buğz eden ise Allah-u Teala’ya buğz etmiştir.”

Bu tür rivayetler o kadar çoktur ki manevi tevatür derecesine ulaşmıştır.

Şeyh: Sizin gibi birine, ashaba dil uzatmak yakışır mı? Halbuki Allah-u Teala birçok ayette onları övmüş, müjdelemiş, bağışlamış ve hoşnut olduğunu bildirmiştir. Müminlerin dayısı Muaviye de değerli ashaptandır. Dolayısıyla bu ayetlere muhataptır. Sahabeye ihanet, Peygamber’e ve Allah’a ihanet değil midir?

Hz. Peygamber’in Ashabı Arasında İyi ve Kötü İnsanlar Çoktu

Davetçi: Unutmadıysanız önceki geceler sahabe konusunu sizler için açıkladım. Şimdi de cevapsız kalmasın diye kısa olarak arz edeyim. Hiç kimse sahabeyi metheden ayetleri inkar etmemektedir. Ama sahabe kavramına dikkat edecek olursanız, sahabeyi metheden ayetlerin genel bir anlam ifade etmediğini görürsünüz. Bu ayetler ışığında bütün ashabı temiz, adil, kötülüklerden münezzeh, günah ve irtidattan uzak sayamayız.

Efendim bildiğiniz gibi “sehibehu”, Firuzabadi’nin de Kamus’da dediği gibi “onunla yaşadı ve muaşeret etti” manasınadır. Örfte ise kısa veya uzun süren birliktelik ve yardım manasına da kullanılmaktadır.

Dolayısıyla birçok Kur’ân ayeti ve hadiste de yer aldığı gibi, Peygamber (s.a.a)’in ashabı Müslüman veya kafir, iyi veya kötü, muttaki veya fasık, mümin veya münafık, Peygamber (s.a.a) ile muaşeret eden kimselerdir.

Binaenaleyh sizin sahabe lafzını, sadece cennet ehli ve Allah’ın hoşnut olduğu kimseler hakkında kullanmanız, doğru olmadığı gibi akil ve nakil ile de uyumlu değildir.

Konunun anlaşılması ve böylece haktan uzaklaşmış sahabilerin etkisinde kalmamanız ve de sahip, musahip ve ashap kelimelerinin mümin, kafir, münafık, iyi ve kötü genel anlamda kullanıldığını bilmeniz için özetle öncekilere ilaveten bazı ayet ve hadislere kısa olarak işaret etmek istiyorum.

1- Necm suresi 2. ayette müşriklere hitaben şöyle buyurulmaktadır:

“Sahibiniz (olan Peygamber) şaşırıp sapmadı ve azmadı.”

2- Sebe suresi 46. ayette ise şöyle buyurulmaktadır:

“De ki: Size bir öğüt veriyorum; Allah için ikişer ikişer ve teker teker kıyam ediniz, sonra düşünmeniz; sizin sahibiniz (veya arkadaşınız olan Peygamber)de hiçbir delilik yoktur.”

3- Kehf suresi 34. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“Bu adamın başka geliri de vardı. Bu yüzden sahibiyle (arkadaşıyla) konuşurken ona şöyle dedi: “Ben, servetçe senden daha zenginim; insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm.”

4- Aynı surenin 37. ayetinde ise şöyle buyuruluyor:

“Kendisiyle konuşmakta olan arkadaşı ona dedi ki: “Seni topraktan, sonra nutfeden (spermden) yaratan, sonra da seni bir adam biçimine sokan Allah’ı inkar mı ettin?”

5- A’raf suresinin 184. ayette ise şöyle buyuruluyor:

“Düşünmediler mi ki, sahiplerinde (arkadaşlarında) (Muhammed’de) delilik yoktur?”

6- En’am suresinin 71. ayetinde ise şöyle buyuruluyor:

“De ki: Allah’ı bırakıp da bize fayda ve zarar veremeyecek olan şeylere mi tapalım? Allah bizi doğru yola ilettikten sonra şeytanların saptırıp şaşkın olarak çöle düşürmek istedikleri, ashabının (arkadaşlarının) ise: “Bize gel!” diye doğru yola çağırdıkları şaşkın kimse gibi gerisin geri (inkarcılığa) mı döndürüleceğiz? De ki: Allah’ın yolu doğru yolun ta kendisidir...”

7- Yusuf suresinin 39. ayetinde ise, Yusuf (a.s) zindanda kafir olan iki arkadaşına hitaben şöyle buyuruyor:

“Ey zindan arkadaşım! Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan tek Allah mı?”

Örnek olarak zikrettiğim bu ayetlerden de anlaşıldığı üzere ashab, sahip ve musahip kelimeleri lügat açısından Müslüman veya müminle sınırlı değildir. Müslüman, kafir, mümin, münafık, iyi ve ya kötüye de itlak edilmiştir. Zira belirttiğim gibi lügatte insanın muaşeretine musahip ve ashap denmektedir. Dolayısıyla Resulullah (s.a.a)’in ashabı demek, ayetlerden de anlaşıldığı üzere Peygamber (s.a.a) ile muaşeret eden kimse demektir.

Elbette Peygamber (s.a.a) ile muaşeret edenler ve ashabı arasında iyi veya kötü mümin veya münafık birçok kimse vardı. Dolayısıyla ashabı öven ayetler genel bir anlam ifade etmez. Aksine sadece ashabın iyileriyle ilgilidir.

Biz de kabul ediyoruz ki, Peygamber (s.a.a)’in büyük ashabı büyük peygamberlerden hiçbirinin ashabı gibi değildir. Bedir, Uhud, Huneyn ve diğer savaşlarda imtihan vermiş, Peygamber (s.a.a)’in emri altında heva ve hevesine kapılmadan direnmişlerdir. Peygamber (s.a.a)’den bir an olsun sapmamışlardır.

Ama ashap arasında kötü kalpli hilekar, münafık, Peygamber (s.a.a) ve Ehl-i Beyt (a.s)’ın düşmanı kimseler de çoktu. Örneğin: Abdullah bin Ubey, Ebu Süfyan, Hakem bin As (Resulullah’ın kovmuş olduğu Osman’nın amcası), Ebu Hureyre, Sa’lebe, Yezid bin Ebi Sufyan, Velid bin Ukbe, Habib bin Muslime, Semure bin Cündeb, Amr bin As, Busr bin Ertat, Muğeyre bin Şu’be, Muaviye bin Ebu Süfyan ve harici Zi’s- Sediyye gibileri de Peygamber (s.a.a)’in hayatında veya vefatında büyük fitneler koparmışlar, dinden dönmüşler ve fesat çıkarmışlardır.

Muaviye bizzat Peygamber (s.a.a)’in lanet etmiş olduğu bir kimsedir. Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra da fırsatını bulunca Osman’ın kanını bahane edip kıyam etmiş, birçok Müslüman’ın kanının dökülmesine sebep olmuştur. Ammar gibi temiz sahabiler Peygamber (s.a.a)’in de haber verdiği üzere şehit edilmişlerdir. Bunu daha önceki geceler detaylıca anlattım.

Şeyh: Şaşırılacak bir şey; Peygamber (s.a.a)’in ashabının mürtet olduğunu, fitne ve fesat çıkarttığını nasıl söylüyorsunuz!

Davetçi: Ben söylemiyorum, ayetler ve rivayetler beyan ediyor; biraz dikkat edecek olursanız asla şaşırmazsınız. Nitekim Allah-u Teala Âl-i İmran suresinin 144. ayetinde şöyle buyuruyor:

“...Şimdi o (Peygamber) ölür veya öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz?”

Münafıkun suresi ve diğer ayetlerde ashap açıkça kınanmaktadır. Ayrıca Buhari, Müslim, İbn-i Asakir, Yakub-i Süfyan, Ahmed bin Hanbel, İbn-i Abdulbirr ve benzerleri gibi büyük alimlerinizin de rivayet etmiş olduğu birçok rivayetlerde kötü ashap eleştirilmekte; küfür, irtidat ve nifakları fert veya topluluk olarak rivayet edilmektedir. Vakit az olduğundan dolayı şaşkınlığınız gitsin diye sadece bir kaçına işaret edeceğim. Böylece iyi sahabileri iyi ve kötü sahabileri ise kötü bilmek gerektiğini anlamış olur ve artık Hz. Ali (a.s)’ın düşmanlarının, O’na lanet edenlerin, Peygamber (s.a.a)’in temiz ashabını ve soyunu katledenlerin, Allah-u Teala ve Resulüne düşman olanların küfürlerine delil nedir? diye sormazsınız.

Buhari, az bir tabir farklılığıyla Sehl bin Sa’d ve Abdullah bin Me’sud’dan naklen Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir

“Ben sizden önce havuzun kenarında sizi bekleyeceğim, ben sizden bir grubu görmeyince; “Ey Rabbim, ashabım nerede?” diye soracağım. Şöyle buyuracak: “Senden sonra neler yaptıklarını ve dinde neler çıkardıklarını sen bilmiyorsun.”

Ahmed bin Hanbel Müsned’de, Taberani Kebir’de, Ebu Nasr ise İbane’de İbn-i Abbas’dan naklen Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu yazmışlardır:

“Sizi cehenneme düşmekten alıkoyan şeyleri sizlere anlattım, yine de diyorum; ateşten sakının, Allah’ın dinini tahrif etmeyin, ben ölünce sizden önce Kevser havuzuna varacağım, orada yanıma gelenler kurtuluşa erenlerdir. Orada bana, İlahi azaba duçar olan bir grubu gösterirler, ben; “Ey Rabbim, bunlar benim ümmetimdir” derim. Şöyle hitap edilir. “Bunlar senden sonra mürtet olarak cahiliye dinlerine döndüler.”

Taberani’nin Kebir’deki rivayetinde ise şöyle yer almıştır:

“Sen onların neler çıkardığını bilemezsin, bunlar senden sonra dinde bidat çıkardılar cahiliye dönemine geri döndüler.”

Daha önce de delillerini arz ettiğim ve küfrünü önceki geceler ispat etmiş olduğum, Yezid gibi böylesine kafir ve dinsiz birini Müslüman veya mümin saymanız, onların İslâm ve iman ehli olduğunu söylemeniz ve bunu ispat etmek için deliller getirmeniz, hilafet ve cennet ehli olduğunu iddia etmeniz çok ilginçtir. Halbuki, onların küfrü, insaflı Ehl-i Sünnet alimlerinin muteber kitaplarında da yer almıştır ve hatta bu konuda müstakil kitaplar yazmışlardır.[6] Oysa siz öte yandan Ebu Talib (r.a) gibi muvahhid ve mümin birini kafir sayıyorsunuz!

Elbette bu tür inançlar, Hz. Ali (a.s)’a buğz ve kinden kaynaklanmaktadır ve bu ısrar ve uygunsuz kelimeler, o Allah dostu İmam’ın ve Peygamber (s.a.a)’in kalbini yaralamaktadır. Öte yandan Muaviye ve Yezid gibi küfür ve nifakı sabit insanları kurtarmaya çalışıyor, müçtehit ilan ediyor, küframiz hareketlerini içtihatlarından sayıyor ve temize çıkarmak için zayıf delillere başvuruyorsunuz. Ama apaçık delillerle mümin olduğu belli olan Ebi Talib’i reddedip kafir olduğunu ilan ediyorsunuz.

Bilemiyorum, daha ne zamana kadar Sünni kardeşler bir avuç Hariciler, Nasibiler, Emeviler ve taraftarlarının etkisi altında kalacaklar, onları körü körüne taklit edecekler ve inançlarına uyacaklardır. Onlar Sünni Müslümanların gözünün açılmasını, gerçekleri açıkça görmesini istememekteler.

Yine Ebu Talib’in İmanına Dair Deliller

Peygamber (s.a.a)’in buyurduğu gibi Kur’ân-ı Kerim’in dengi olan, icması Müslümanlara hüccet sayılan ve kendi alimlerinizin de rivayet etmiş olduğu ilim, züht ve takva ehli olan Ehl-i Beyt (a.s) Ebu Talib (r.a)’in iman ehli olduğunu ve dünyadan mümin halde ayrıldığını söylemediler mi?

Rical alimlerinizin güvenilir olduğunu teyit etmiş olduğu Esbeğ bin Nebate Hz. Ali (a.s)’den şöyle rivayet etmemiş midir?:

“Allah’a and olsun ki babam, dedem Abdulmuttalib, Haşim ve Abdumenaf asla puta tapmamıştır.”

Yani bir olan Allah’a tapmışlar, Kabe’ye doğru ibadet etmişler ve İbrahim’in hanif dinine tabi olmuşlardır. Sizin Ali ve Ehl-i Beyt (a.s)’ı bir kenara bırakıp mel’un Muğeyre, Emeviler, Hariciler, Nasibiler ve Hz. Ali (a.s)’ın baş düşmanlarının peşinden gitmeniz ve Ebu Talib (r.a)’in açık sözlerini tevil etmeniz doğru mudur?

Ebu Talib (r.a)’in mümin ve muvahhid olduğunu söyleyen Hz. Ali (a.s)’ı teyit eden delillerden biri de Resulullah (s.a.a) ile Hz. Hatice’nin evlilik hutbesidir. Sibt bin Cevzi Tezkire 11. bab s. 170’de şöyle rivayet etmektedir: “Nikah meclisi düzenlendiğinde Ebu Talib (r.a), bir hutbe okudu; bu hutbesi onun muvahhid olduğuna ve bir olan Allah’a inandığına delalet etmektedir. Ebu Talib (r.a), bu hutbede şöyle dedi:

“Hamd olsun Allah-u Teala’ya ki bizleri İbrahim’in, İsmail’in, Meadd’ın ve Muzir’in soyundan kıldı. Bizleri kendi evinin koruyucuları kıldı. Bizlere herkesin yöneldiği bir evi, emniyet ve güvenlik yeri olan bir haremi karar kıldı ve bizleri insanlara hakim kıldı...”

Şeyh Süleyman Belhi, Yenabi’ul- Mevedde s. 73’de Harezmi ve Muhammed bin Ka’b’den naklen şöyle yazıyor: “Ebu Talib (r.a), Peygamber (s.a.a)’in Ali’nin ağzına mübarek tükürüğünü sürdüğünü görünce, “Neden böyle yaptın?” diye sorduğunda Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Bu tükürük iman ve hikmettir.”

Ebu Talib de bunun üzerine şöyle dedi: “Oğlum, Peygamber (s.a.a)’ın yardımcısı ve veziri ol.”

Acaba bu deliller Ebu Talib (r.a)’in imanına delalet etmiyor mu? Ebu Talib (r.a), Peygamber (s.a.a)’in bu işine mani olmamasının ve on iki yaşındaki oğlu Ali’yi O’na yardım noktasında engellememesinin yanı sıra, bizzat O’na yardımcı olmasını emretmektedir.

Cafer’in, Babası Ebu Talib’in Emriyle İman Etmesi

Alimleriniz kendi kitaplarında ve bu cümleden İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde şöyle yazmıştır: “Bir gün Ebu Talib (r.a), camiye girince Peygamber (s.a.a) ile Ali (a.s)’ın namaz kıldığını gördü, o anda yanında bulunan ve henüz Müslüman olmayan Cafer-i Tayyar’a şöyle dedi: “Sen de amca oğlunun yanına git ve O’nunla namaz kıl.” Bunun üzerine Cafer de Peygamber (s.a.a)’in sol tarafına geçerek namaza durdu. Ebu Talib (r.a), bunun üzerine şu şiiri okudu:

Ali ve Cafer benim güvendiklerim,

Zor günlerde yardımcılarımdır.

Ey Ali ve Cafer, Peygamber)’e yardımcı olunuz.

Çünkü O, benim öz kardeşimin oğludur.

Allah’a and olsun, Peygamber’den el çekmeyeceğim,

Çünkü O, şerefli ve soyludur.

Kendi tarihçi ve alimlerinizin de belirttiği gibi Cafer’in Müslüman olması ve Peygamber (s.a.a)’le birlikte namaz kılması bile bizzat Ebi Talib’in emriyle olmuştur. Dolayısıyla müşrik ve kafir olan, hem de Kureyş’in reisi olan Ebu Talib (r.a) gibi muktedir bir babanın, büyük bir iddiada bulunan ve yeni bir din getiren yeğenine engel olmaması, evlatlarının bile on tabi olmasına mani olmaması, hatta onları teşvik bile etmesi, aklın kabul edebileceği bir şey değildir. Kafir olan bir şahıs oğluna; “Git amcan oğluna iman et ve O’na uy” deyip de kendisi de ruhi ve cismi tüm gücüyle kendi dininin en büyük düşmanı olan birisini takviye edip O’na yardımda bulunur mu? Ey akıl sahipleri ibret alın!

Sünni ve Şii bütün ulemanın rivayet etmiş olduğu üzere Kureyş, Haşim oğullarına iktisadi ambargo uygularken Ebu Talib (a.s), tüm Haşim oğullarıyla birlikte Resulullah (s.a.a)’a yardıma koştu, dört yıl boyunca onu korudu. Ebu Talib (r.a), Resulullah (s.a.a)’in uyuduğu bir sırada geliyor, O’nu uyandırıyor, güvenli bir yere götürüyor, oğlu Ali (a.s)’ı da O’nun yerine yatırıyordu. Böylece Peygamber (s.a.a)’i orada uyur gören düşman, O’nu öldürmek isteyince Peygamber (s.a.a)’in yerine Ali’nin feda olmasını istiyordu.

Lütfen Allah için söyleyin, müşrik bir insan, nübüvvet iddiasında bulunan ve müşrikleri dalalet ehli kabul eden birini bu kadar ciddiyetle korur mu? Kesinlikle korumaz. Dolayısıyla bütün bu fedakarlıklar ve ciddiyetler onun iman ettiğini göstermektedir. İbn-i Ebi’l- Hadid, Nehc’ul- Belağa Şerhi’inde, Sibt bin Cevzi Tezkire’de (Muhammed bin Sad’ın Tabakat’ından, o da Vakidi’den naklen), Allame Berzenci Kitab’ul- İslâm’da (İbn-i Sad’dan naklen), İbn-i Asakir ve diğerleri de sahih senetlerle Muhammed bin İshak’tan Hz. Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler:

“Babam Ebu Talib (r.a) vefat edince, Peygamber (s.a.a)’e haber verdim; Peygamber (s.a.a) hüngür hüngür ağladı ve bana şöyle buyurdu: “Git onu yıka, kefenle, mezara bırak, Allah-u Teala onu af ve rahmet etsin.”

Allah aşkına insaf üzere hüküm verin, İslâm’da kafir yıkanır mı? Kefenlenir mi? Peygamber (s.a.a)’in kafirler için af ve rahmet dilediği söylenebilir mi? Hatta söylenildiğine göre Peygamber (s.a.a) günlerce evinden çıkmadı ve onun için Allah’tan merhamet diledi. Acaba Peygamber (s.a.a) kendi Kur’an’ında Allah Teala’nın şöyle buyurduğunu: “Hiç şüphesiz Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz; bundan dışındaki (günahları) ise dilediği kimse için bağışlar.”[7] görmemiş olabilir mi?

Allah-u Teala açıkça müşrikleri bağışlamayacağını söylediği halde Peygamber (s.a.a) müşrik için bağışlanma dileyebilir mi? Halbuki müşrik için rahmet ve af dilemek haramdır. Ayrıca yıkamak ve kefenlemek de Müslümanlara özgüdür. Kafirler için câiz değildir. Dolayısıyla Ebu Talib (r.a) için bağışlanma dilemesi ve Hz. Ali (a.s)’a gidip yıkamasını ve kefenlemesini emretmesi, Ebu Talib (r.a)’in Allah’a iman ve teslimiyetinin apaçık bir delilidir.

Hak ve insaf gözüyle bakınız! Sibt bin Cevzi’nin Tezkire kitabını okuyunuz ve orada Hz. Ali (a.s)’ın babası hakkındaki şu ağıtı okuyunuz.

Ey Ebu Talib, sen sığınanların sığınağı,

Düşenlere rahmet, karanlıklara ışıktın.

Ölümünle koruma altında olanlar zayıf duruma düştü,

Allah’ın rahmeti sana nazil oldu,

Ve seni cennete götürdü.

Sen Peygamber (s.a.a)’in en iyi amcasıydın;

Ona ve dinine yardım ettin.

Acaba tevhid abidesi Ali gibi birinin güya kafir birine böylesine ağıt yakması inanılacak bir şey mi?

Bütün bu deliller, Ebu Talib (r.a)’in mümin olarak öldüğüne delalet etmektedir. Yoksa Peygamber (s.a.a) onun yıkanmasını, kefenlenmesini, defnedilmesini istemez, ona ağlamaz ve bağışlanma dilemezdi. Halbuki Peygamber (s.a.a) de sadece Allah için sever ve sadece Allah için buğz ederdi, dostluğu ve düşmanlığı Allah içindi. Peygamber (s.a.a), müşrik ve isyankar birisine, amcası olduğundan dolayı ağlamadı ve rahmet dilemedi.

Şeyh: Eğer Ebu Talib (r.a), Müslüman idiyse, neden Hamza, Abbas ve diğer kardeşleri gibi iman ettiğini açıklamadı?

Davetçi: Şüphesiz, Abbas, Hamza ve Ebu Talib arasında büyük bir fark vardır. Zira Hamza bütün Mekke ehlinin kendisinden korktuğu cesur ve güçlü biriydi. Elbette onun açıkça İslâm’a girişi, Peygamber (s.a.a)’i düşmanların şerrinden korumuştur. Ama Abbas Müslüman olduğunu hemen açığa vurmadı.

Nitekim İbn-i Abdulbirr İstiab’da şöyle rivayet etmektedir: “Abbas Mekke’de Müslüman oldu, Ama halktan bunu gizledi. Peygamber (s.a.a) hicret etmek isteyince o da Peygamber (s.a.a)’le birlikte gitmek istedi. Ama Peygamber (s.a.a) ona Mekke’de kalmasını buyurdu. Mekke’deki haberleri Peygamber (s.a.a)’e ulaştırıyordu. Bedir Gazvesinde kafirler Abbas’ı beraberinde getirdiler, yenilince Abbas da esir düştü. Hayber günü durum elverince de iman ettiğini açıkladı.”

Şeyh Süleyman Belhi de Yenabi’ul- Mevedde’nin 56. babında Taberi’nin Zehair’ul- Ukba ve Ebu’l- Kasım İlahi’nin Fezail’inden naklen şöyle yazmıştır:

“İlim ehli, Abbas’ın önceden Müslüman olduğunu bilmektedir. Ama Abbas iman ettiğini gizliyordu. Bedir günü Peygamber (s.a.a) Abbas’ın öldürülmemesini emretti. Zira o istemeden kafirlerin zoruyla savaşa katılmıştı. Peygamber (s.a.a) ile hicret etmek istediği halde Peygamber (s.a.a) onun Mekke’de kalmasını ve kendisini bilgilendirmesini istemişti. Ebu Rafi, Abbas’ın İslâm’ı seçip izhar ettiğini haber verince de onu özgür bıraktı.

Ebu Talib’in İmanını Saklamasının Sebebi

Ama Ebu Talib (r.a), eğer iman ettiğini zahir etmiş olsaydı, artık iş biterdi. Çünkü o zamanlar Peygamber (s.a.a)’in bir yardım edicisi yoktu. Dolayısıyla bütün Kureyş ve Araplar Haşim oğulları aleyhine kıyam eder ve risaleti yok ederdi. Bu yüzden Ebu Talib (r.a), iman ettiğini siyaset gereği sakladı. Onlardan görünerek Kureyş’e engel olmaya çalıştı. Onlar da Ebu Talib’e saygı olarak ciddi kararlar almıyorlardı. Böylece iman ettiğini izhar edebileceği bir zamanı bekliyordu.

Nitekim de böyle oldu, o hayatta olduğu müddetçe Peygamber (s.a.a) gönül rahatlığı içinde görevini yaptı. O, bi’setin 10. yılında vefat edince Cebrail nazil olarak şöyle arz etti:

“Mekke’den çık, Ebu Talib’ten sonra artık sana yardım edecek kimsen yok.”

Şeyh: Acaba Ebu Talib, Peygamber (s.a.a) zamanında İslâm’ı seçtiğini açıklamış mıydı ve ümmet bunu biliyor muydu?

Davetçi: Evet, bu biliniyordu. Bütün ümmet onun adını saygıyla anıyordu.

Şeyh: Peygamber (s.a.a) zamanında Müslüman olduğu biliniyorduysa, nasıl oldu da 30 yıl sonra uydurulan bir hadis yaygınlaştı ve apaçık gerçek kayboldu.

Davetçi: Bu, İslâm’da kırılan ilk şişe (kaybolan ilk gerçek) değildir. Peygamber (s.a.a) zamanında birçok olay, bilindiği halde sonradan uydurulan hadislerle ortadan kalkmıştır. Hatta birçok dini hükümler bile yıllar geçtikten sonra bazılarının otoritesiyle değişmiş ve başka bir şekle bürünmüştür.

Şeyh: O çoklardan birini örnek verir misiniz?

Davetçi: Vakit dar olduğundan dolayı sadece hepsinden önemli bir konuyu zikretmek istiyorum. Bu Kur’ân’da da yer alan mut’a nikahı ve nisa haccıdır.

Kur’ân-ı Kerim’in hükmü ve iki fırkanın ittifakıyla mut’a Peygamber (s.a.a) zamanında meşru ve yaygın bir ameldi. Ebu Bekir döneminde ve Ömer’in hilafetinin ilk yıllarında da ümmet arasında uygulanıyordu. Ama Ömer şöyle dedi: “Peygamber (s.a.a) zamanında varolan iki mut’ayı ben haram kılıyorum ve yapanları cezalandıracağım.”

Yani Allah’ın helali, on üç asırdır haram kılınmıştır. Ömer’in bu sözü güçlendi ve Kur’ân-ı Kerim’in Peygamber (s.a.a)’in ve ashabın açık beyanlarına rağmen körü körüne hiçbir delil olmaksızın uygulandı. Böylece her iki konu da tahrif edildi. Şimdi de Ehl-i Sünnet kardeşler Peygamber (s.a.a)’in bu güzel sünnetini ve Allah’ın helalini Şii Müslümanların bidati olarak adlandırıyorlar. Şu anda da Ehl-i Sünnet bunu kabul etmemektedir. Delillerini de beyan edecek olursak yine de reddediyorlar. Halbuki bu her iki mut’a da Peygamber (s.a.a) zamanında helaldi. Bizzat halifenin kendi deyimiyle Allah’ın bu helali haram edildi.

Kur’ân’da belirtilen, Peygamber (s.a.a)’in hayatında uygulanan ve ashapça da kabul gören böylesine açık bir İlahi hüküm, sizin muteber kitaplarınızda da helal olduğu söylendiği halde bizzat Ömer tarafından hiçbir ayet ve hadise dayanmadan haram kılınmıştır. Bütün bunlara rağmen siz Ebu Talib (r.a)’in imanının küfre nasıl dönüştüğünü mü merak ediyorsunuz?

Şeyh: Siz milyonlarca Müslüman’ın, asırlardır Kur’ân-ı Kerim ve sünnete aykırı amel ettiğini mi söylemek istiyorsunuz? Halbuki biz de bütün dünyada Sünni diye biliniyoruz. Yani Peygamber (s.a.a)’in sünnetine bağlıyız. Şiiler de Peygamber (s.a.a)’in sünnetinden yüz çevirdiği için Rafızî diye adlandırılmıştır.

Gerçekte Sünniler Rafızî, Şiiler ise Sünni’dirler

Davetçi: Zahiren siz kendinizi Sünni, Şii Müslümanları da Rafızî diye adlandırıyorsunuz. Oysa insaflıca hükmedecek ve bağnazlığı da bırakacak olursanız, açıkça görürsünüz ki gerçekten Peygamber (s.a.a)’in sünnetine bağlı olanlar Şiilerdir, Rafızîler ise sizlersiniz; yani sizler Kur’ân ve sünnetten yüz çeviriyorsunuz.

Şeyh: Aferin! Milyonlarca temiz Müslüman’ı Rafızî saydınız, buna deliliniz nedir?

Davetçi: Siz de yüz milyondan fazla temiz Müslüman’ı ve Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’ne tabii olan Şii Müslümanları Rafızî kafir ve müşrik sayıyorsunuz. Halbuki önceki gecelerde beyan etmiş olduğum üzere Peygamber (s.a.a) Kur’ân-ı Kerim ve Ehl-i Beyt’e tabi olunmasını emretmiştir. Siz kasıtlı olarak Ehl-i Beyt (a.s)’dan yüz çevirip başkalarına uyuyorsunuz; Peygamber (s.a.a) zamanında Kur’ân hükmü gereği uygulanan sünneti çiğniyorsunuz ve ilk iki halifenin hükmüyle O’nları terk ediyorsunuz. Peygamber (s.a.a)’in sünnet ve siretine tabi olanları Rafızî, müşrik ve kafir sayıyorsunuz.

Hakeza Kur’ân Enfal suresi 41. ayette şöyle buyuruyor:

“Bilin ki ganimet olarak aldığınız her hangi bir şeyin humusu (beşte biri) Allah-u Teala’ya, Resulüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir...”

Peygamber (s.a.a) hayattayken bu hüküm uygulanıyor, ganimetlerin humusu (beşte biri) akrabalar arasında paylaşılıyordu. Ama sonradan bu terk edildi. Bilahare eğer tümüne işaret edecek olursak söz uzayacaktır.

Biz Şii Müslümanların Peygamber (s.a.a)’in siret ve sünnetine uyduğunun ve sizlerin Peygamber (s.a.a)’in siret ve sünnetiyle ashabın amelinden uzaklaşıp Rafızî olduğunuzun en büyük delili, Mut’a konusudur. Mut’a Allah’ın hükmü, Peygamber (s.a.a)’in sünneti ve ashabın ameliyle Peygamber (s.a.a) döneminde Ebu Bekir’in hilafetinde ve Ömer’in hilafetinin ilk başlarında helal idi ve uygulanıyordu. Ama Ömer’in siyaset üzere söylediği bir tek sözle Allah’ın helali haram kılındı, Peygamber (s.a.a)’in sünneti terk edildi. Buna rağmen kendinizi Sünni sayıyor, Kur’ân ve sünnete uyan Şii Müslümanları ise Rafızî sayıyorsunuz! Cahil halkı öylesine bir kandırdınız ki tam on dört asırdır bizi rafızî ve müşrik sayıyorlar. Siz Sünniler kraldan çok kralcısınız. Ömer kendi sözünü ispat için hiçbir delil getirmezken, siz Sünniler kitaplarınızda yüzlerce sözde delil getirerek Ömer’in sözünün hak olduğunu, Kur’ân, sünnet ve sahabenin amelinin batıl olduğunu beyan ediyorsunuz!!

Şeyh: Mut’anın helal olduğu konusundaki deliliniz nedir? Hangi delille, Ömer’in Allah’ın sözü ve Peygamber (s.a.a)’in sünnetine aykırı amel ettiğini iddia ediyorsunuz?

Mut’anın Helal Olduğuna Dair Deliller

Davetçi: Bunun delilleri çoktur. Evvela; Kur’ân Nisa suresi 24. ayette şöyle buyurmaktadır: “...Onlardan faydalanmanıza karşılık kararlaştırılmış olan mehirlerini verin...”

Şüphesiz Kur’ân-ı Kerim’in hükümleri, onları nesh eden başka ayetler olmadıkça kıyamete kadar bakidir. Bu hususta nesh eden başka bir ayetler olmadığı için bu hüküm ebedi olarak geçerlidir.

Şeyh: Bu ayetlerin daimi nikahla ilgili olmadığını nereden biliyorsunuz? Çünkü ayetin devamında kararlaştırılmış mehirlerinin verilmesini emretmektedir.

Davetçi: Bu açıklamanız bir safsatadır. Zira kendi büyük alimlerinizden Taberi Tefsir-i Kebir c. 5’de ve imam Fahr-u Razi Mefatih’ul- Gayb c. 3’de ve diğerleri de bu ayeti kendi mut’a babında ele almışlardır. Kendi müfessir ve alimlerinizin de beyan etmiş olduğu gibi Nisa suresi İslâm’da evliliğin çeşitlerini beyan eden bir suredir.

Ama Allah-u Teala daimi nikah konusunda Nisa suresinin 3. ayetinde şöyle buyurmaktadır:

“...Size helal olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikahlayın. Adalet yapamayacağınızdan korkarsanız, o zaman bir (eş) ya da sağ ellerinizin malik olduğu (cariye) ile yetinin...”

Nisa suresinin 25. ayetinde cariyeler hakkında şöyle buyuruyor:

“İçinizden, imanlı hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan imanlı genç kızlarınız (sayılan) cariyelerinizden alsın. Allah sizin imanınızı daha iyi bilmektedir. Hep aynı köktensiniz (insanlık bakımından aranızda fark yoktur). Öyleyse iffetli yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli dost da tutmamaları şartı ve sahiplerinin izni ile onları nikahlayıp alın, mehirlerini de normal miktarda verin...”

Mut’a hakkında “Onlardan faydalanmanıza karşılık kararlaştırılmış olan mehirlerini verin.” ayeti nazil olmuştur. Eğer bu ayet daimi nikah hakkında nazil olmuş olsaydı, o zaman bir surede daimi nikah tekrarlanmış olurdu. Bu da kaideye aykırı bir şeydir. Mut’a hakkında nazil olduğundan dolayı, başlı başına bir hüküm olduğu anlaşılmaktadır.

Ayrıca sadece Şiiler değil, tüm Müslümanlar saadet devrinde mut’anın yaygın ve meşru olduğunu kabul etmektedir. Büyük ashap da Peygamber (s.a.a) zamanında bununla amel etmiştir. Eğer bu ayet daimi nikah hakkındaysa, o zaman tüm Müslümanların inandığı mut’a ayeti hangisidir?

Buna binaen müfessirlerin de dediği gibi mut’a ayeti budur. Bu konuda bir neshedici ayet de nazil olmamıştır. Nitekim kendi muteber kitaplarınızda da bu kaydedilmiştir.

Ehl-i Sünnet Kanalıyla Mut’anın Helal Olduğuna Dair Hadisler

Sahih-i Buhari’de ve Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde Ebu Reca’dan, o da İmran bin Hasin’den naklen şöyle nakledilmektedir: “Mut’a ayeti Allah’ın kitabında nazil oldu. Biz de Resulullah (s.a.a) vefat edinceye kadar bununla amel ettik. Resulullah (s.a.a) bunu nehy etmedi ve Kur’ân da haram kılmadı. Adamın biri kendi görüşünce istediğini söyledi.” Buhari de “Bu adam Ömer bin Hattab’tır” diyor.

Sahih-i Müslim c. 1, s. 535’de Mut’a nikahı babında şöyle yer almıştır: Hasan Halvai, Abdurrezzak’tan, o da İbn-i Cureyh’den, o da Ata’dan şöyle rivayet ediyor: “Abdullah Ensari umre için Mekke’ye geldi. Onun evine gittim. İnsanlar ondan bazı mesele ve olayları soruyorlardı. Söz mut’a’ya gelince şöyle dedi: “Evet biz de, hem Resulullah (s.a.a), hem Ebu Bekir ve hem de Ömer zamanında Mut’a yapıyorduk.”

Hakeza aynı kitap (Mısır H.1306 baskısı) c. 1, s. 467’de Mut’a babında Ebi Nazra’dan şöyle rivayet edilmektedir: “Ben Cabir bin Abdullah’ın yanındaydım, adamın biri geldi şöyle dedi: “Abdullah bin Zubeyr ve İbn-i Abbas iki mut’a (hac ve kadın mut’ası) hakkında ihtilafa düşmüşler.” Cabir şöyle dedi: “Resulullah (s.a.a) zamanında biz de onları yapıyorduk. Ama Ömer yasaklayınca artık yapmadık.”

Ahmed bin Hanbel Müsned c. 1, s. 25’de Ebi Nazra’nın rivayetini başka bir yolla rivayet etmektedir. Her ikisi de bir başka yerde Cabir’in şöyle dediğini rivayet ediyorlar: “Biz de Peygamber (s.a.a) zamanında bir avuç hurma, öğütülmüş buğday ve un karşılığında, Ömer, Amr bin Haris’i yasaklayıncaya kadar mut’a yapıyorduk.”

Hamidi ise Cem’un Beyn’es- Sahihayn’de Abdullah bin Abbas’tan şöyle nakletmektedir: “Biz Peygamber (s.a.a) zamanında Mut’a yapıyorduk. Ama Ömer, hilafeti zamanında kalkıp şöyle dedi: “Allah-u Teala, Resulüne istediğini helal kılıyordu. Ama o şimdi gitmiş durumda. Yerine de Kur’ân-ı bıraktı. Hac veya umreye başlayınca Allah’ın buyurduğu gibi sona erdirin. Kadınlarla mut’a etmekten tövbe edin. Kim mut’a ederse onu recm ederim.”

Bu tür rivayetler muteber kitaplarınızda oldukça çoktur. Bunlar mut’anın Peygamber (s.a.a) zamanında meşru ve yaygın olduğunu, ashabın amel ettiğini ve Ömer’in yasakladığını ispat etmektedir.

Ayrıca bir grup ashap ve başkaları da, örneğin: Ubey bin Ka’b, İbn-i Abbas, Abdullah bin Mes’ud, Said bin Cubeyr vs. mut’a ayetini şöyle kıraat ediyorlardı: “Festemta’tum bihi minhunne ila ecelin musemma” (Belli bir zamana kadar mut’a edince.”

Nitekim Zemahşer’i de Keşşaf’ta İbn-i Abbas’tan naklen, Taberi Tefsir-i Kebir’de bu ayetin tefsirinde, imam Fahr-u Razi Mefatih’ul- Gayb c. 6’da bu ayetin tefsirinde, imam Nevevi Nikah’ul- Mut’a’nın 1. babında Şerh-i Sahih -i Müslim’den naklen Abdullah bin Mes’ud’un bu ayeti aynı şekilde kıraat ettiğini rivayet etmektedir.

İmam Fahr-u Razi de Ubey bin Ka’b ve İbn-i Abbas’ın sözünü rivayet ettikten sonra şöyle diyor: “Ümmet bu kıraat konusunda bu iki kişiyi inkar etmemiştir. O halde bizim zikrettiğimizin sıhhati konusunda icma vardır.”

Bir sonraki sayfada da cevap olarak şöyle diyor: “Bu kıraat mut’anın meşru olduğuna delalet etmektedir ve bizim bu konuda ihtilafımız yoktur.”

Şeyh: Resulullah (s.a.a) zamanında meşru olsa da sonradan nesh edilmediği konusundaki deliliniz nedir?

Davetçi: Nesh edilmediği ve hala meşru olduğu hakkında birçok delil vardır. En önemli delil Peygamber (s.a.a) zamanından Ömer’in hilafetinin ortalarına kadar yaygın ve meşru olmasıdır. Dolayısıyla da nesh edilmemiştir. Ashabın büyükleri de bizzat bununla amel etmiştir. Ayrıca en büyük delil, bizzat kendi alimlerinizin de rivayet etmiş olduğu üzere Ömer’in minbere çıkarak şöyle demesidir: “Peygamber (s.a.a) zamanında var olan iki mut’ayı ben haram kılıyorum ve yapanları cezalandıracağım.” Bazı rivayetlerde ise; “Ben nehiy ediyorum.” şeklinde yer almıştır.

Şeyh: Sözünüz doğrudur. Peygamber (s.a.a) zamanında birçok şey ilk etapta yaygındı. Ama sonradan yasaklanmıştır. Bu mut’a da ilk önce yaygın idi. Ama sonradan nesh edilmiştir.

Davetçi: Dinin temeli Kur’ân’dır. Kur’ân’da yer alan her hükmün neshedicisi de bizzat Kur’ân’da olmalı ve Peygamber (s.a.a)’in lisanıyla ifade edilmelidir. Söyleyin, Kur’ân-ı Kerim’in neresinde bu hüküm nesh edilmiştir?

Şeyh: Müminun suresi 6. ayet bunun nasihi (hükmünü geçersiz kılan)dir ki şöyle buyurmaktadır:

“Ancak eşleri ve ellerinin sahip olduğu hariç. (Bunlarla ilişkilerinden dolayı) kınanmış değillerdir.”

Bu ayet helal olmanın iki sebebini beyan etmektedir: 1- Zevciyet 2- Cariye sahibi olmak. Dolayısıyla bu ayet mut’ayı nesh etmiştir.

Davetçi: Bu ayette mut’anın nesh edildiğine dair hiçbir delil yoktur. Aksine teyit vardır. Zira mut’a da zevciyet hükmündedir. Mut’a edilen kadın da erkeğin gerçek zevcesidir. Eğer mut’a edilen kadın hakiki zevce olmasaydı, Allah-u Teala mut’a ayetinde mehirlerinin verilmesini emretmezdi.

Ayrıca Mü’minun suresi Mekki’dir, Nisa suresi Medeni’dir. Dolayısıyla Mekki olan ayet Medeni olan ayetten öncedir. O halde bu ayet nasıl neshedici olabilir? Halbuki mut’a nikahından önce nazil olmuştur ve bu esas üzere nasih, mensuhtan önce nazil olmuş demektir! Ey basiret sahipleri ibret alın!

Sahabe ve Tabiin Büyükleri, Mut’a Ayetinin Nesh Edilmediğine Hükmetmişlerdir

Ayrıca sahabe ve tabiin büyükleri de mut’a ayetinin nesh edilmediğine hükmetmişlerdir. Örneğin: İbn-i Abbas, Abdullah bin Mes’ud (vahiy katibi), Cabir bin Abdullah Ensari, Seleme bin Ekva, Ebu Zer, Sebere bin Ma’bed, Ekva bin Abdullah-i Eslemi ve İmran bin Hasin gibi zatlar bu ayetin nesh edilmediğini açıkça beyan etmişlerdir.

Büyük alimleriniz de ashaba uyarak nesh edilmediğini beyan etmişlerdir. Örneğin Zemahşer’i Keşşaf’ta İbn-i Abbas’ın; “Mut’a ayeti Kur’ân-ı Kerim’in muhkem ayetlerindendir.” sözünü rivayet ederken; “Bu ayet nesh edilmemiştir.” diyor.

Enes bin Malik de mut’anın meşru ve câiz olduğuna hükmetmiş ve nesh edilmediğini açıkça vurgulamıştır.

Nitekim Molla Sa’d Taftazani Şerh-u Mekasıd’da, Burhaneddin Hanefi Hidaye’de, Askalani Feth’ul- Bari’de ve diğerleri de kendi kitaplarında Malik’in şu fetvasını rivayet etmişlerdir: “Mut’a câizdir. Zira mubah ve meşrudur. İbn-i Abbas’dan helal olduğu rivayet edilmektedir. Mekke ve Yemen ashabının çoğu da bu konuda ona uymuştur.”

Bir başka yerde ise şöyle diyor: “Mut’a câizdir. Çünkü mubahtır; nesh edeni zahir oluncaya kadar da bakidir.”

Anlaşıldığı gibi Malik, vefat etmiş olduğu H. 179 yılına kadar da henüz Mut’a nikahının nesh edildiğine dair herhangi şer’i bir duymamıştır. Dolayısıyla da bunun sonradan uydurulduğu anlaşılmaktadır. Zemahşeri, Beğevi ve Sa’lebi gibi büyük alimleriniz İbn-i Abbas’ın ve ashabın görüşünü kabul etmiş ve mut’anın helal olduğunu açıkça beyan etmişlerdir.

Şeyh: Mut’a talak, iddet ve nafaka gibi hükümlere sahip olmadığından dolayı hakiki zevce olamaz.

Zevciyetin Tüm Hükümleri Mut’a Hakkında da Geçerlidir

Davetçi: Anlaşıldığı üzere kötü gözle baktığınız için asla Şii kitapları okumamışsınız. Yoksa bu itirazda bulunmaz ve delille istisna edilenler hariç zevciyetin tüm hükümlerinin mut’a hakkında da geçerli olduğunu bilirdiniz. Mut’a da şüphesiz bir çeşit nikahtır. Zevciyet hükümleri onun için de geçerlidir. Ümmete kolaylık olsun ve zina önlensin diye bazı şartları kaldırılmıştır. Şartlarına gelince; Evvela mirasın zevciyetin ayrılmaz bir parçası olduğu kesin değildir. Birçok kadın zevciyet bağına rağmen mirastan mahrumdur. Örneğin; kitap ehlinden olan, eşine isyan eden veya eşini öldüren kadın zevce olduğu halde mirastan mahrumdurlar.

Ayrıca mut’a edilen kadının mirastan mahrumiyeti de kesin değildir. Müctehidlerin bu konuda farklı görüşleri vardır. Nitekim sizin alimlerinin de ahkamda farklı görüşleri vardır.

Şia alimlerinin icmasına göre mut’a edilen kadın iddetini beklemelidir. En az iddet sayısı ise 45 gündür. Kadın menopoz dönemine girmiş olsun veya olmasın, ilişkide bulunmuş olsun veya olmasın kocası ölecek olursa da 4 ay 10 gün olan vefat iddetini beklemelidir.

Ayrıca nafaka hakkı da zevciyetin kesin şartlarından biri değildir. Birçok kadın zevce olduğu halde nafaka hakkından da mahrumdur. Kocasına isyan eden veya öldüren kadın gibi.

Ayrıca müddetin bitmesi de onun talakı sayılmaktadır. Hakeza erkeğin kalan müddeti bağışlaması da onun talakı yerine geçmektedir.

O halde söylemiş olduğunuz bu şartlar, evliliğin gerektirdiği sabit şartlardan değildir. Nitekim Allame Hilli (r.a) de büyük alimlerinizle tartışırken bu delilleri daha detaylı ve daha kamil bir şekilde beyan etmiştir. Vakit az olduğundan ben kısa olarak arz etmeye çalıştım. Detaylı bilgi almak isteyenler, Allame Hilli’nin “Mübahesat’un Seniyye ve Muarezat’un Nasıriyye” kitabına ve diğer eserlerine müracaat edebilirler.

Şeyh: Bu ayetin de ötesinde birçok hadis mut’anın bizzat Peygamber (s.a.a) tarafından nesh edildiğini beyan etmektedir.

Davetçi: Lütfen söyleyin, nesh hükmü nerede varit olmuştur?

Şeyh: Bu konuda farklı rivayetler vardır, bazısına göre Hayber’de, bazısına göre Mekke fethinde, bazısına göre Veda haccında, bazısına göre Tebük’te, bazısına göre de Umret’ul- Kaza’da nesh hükmü varit olmuştur.

Nesh Hükmünün Resulullah (s.a.a)’in Zamanında Olmadığına Dair Deliller

Davetçi: Hadislerdeki bu çelişkiler bizzat böyle bir hükmün olmadığını gösteriyor. Böyle hadislere nasıl itimat edilebilir! Ayrıca Kutub-i Sitte, Cem’un Beyn’es- Sahihayn, Cem’un Beyn’es Sihah’is- Sitte, Müsned ve benzeri muteber kitaplarınızda da sahabeden mut’anın Ömer’in hilafeti dönemine kadar nesh edilmediği rivayet edilmektedir.

Hepsinden en önemlisi de büyük alimlerinizin rivayet etmiş olduğu Ömer’in şu kendi sözüdür: “Peygamber (s.a.a) zamanında varolan iki mut’ayı ben haram kılıyorum.” Eğer bu konu bir hadis veya ayetle nesh edilmiş olsaydı, halife bunun bizzat hadis veya Kur’ân’la yasaklandığını ve dolayısıyla amel edenlerin Kur’ân-ı Kerim ve hadis esasınca cezalandırılacağını beyan ederdi. Üstelik onun böyle söylemesi bizzat kendisinin haram kılmasından daha etkili olurdu.

Eğer sözünüz doğruysa ve Kur’ân’da bir nasih varsa, o halde Abdullah bin Abbas, İmran bin Hasin, Ebu Zer, Abdullah bin Mesud, Cabir bin Abdullah, Ebu Said Hudri, Seleme bin Ekva’ ve diğer ashap ve tabiinler mut’ayla nasıl amel etmişlerdir? Nitekim Buhari ve Müslim gibi birçok alim, muhaddis ve tarihçileriniz de bunu açıkça kaydetmişlerdir. Bütün bunlar, onların Ömer’in hilafetine kadar mut’a ile amel ettiklerine delalet etmektedir.

Ayrıca; “Peygamber (s.a.a) vefat edinceye kadar da nesh edildiğini duymadığımız için amel ettik” diyorlardı. İmam Ahmed bin Hanbel Müsned’inde Ebi Reca’dan, o da İmran bin Hasin’den, bu manaya işaret eden şu sözü rivayet etmektedir: “Mut’a ayeti Allah’ın kitabında nazil oldu ve biz de Peygamber (s.a.a) zamanında bununla amel ettik. Hiçbir nasih nazil olmadı ve Peygamber (s.a.a) de vefat edinceye kadar buna engel olmadı.”

İmran bin Hasin’in önceden rivayet ettiğim hadisinde de ne Kur’ân-ı Kerim’in, ne de Peygamber (s.a.a)’in mut’ayı yasaklamadığı ifade edilmiştir. O halde kitap ve sünnette bir nasih ve nehiy olmadığı için kıyamete kadar bu hüküm bakidir.

Nitekim Tirmizi Sünen’de, Ahmed bin Hanbel Müsned’in c. 7, s. 95’inde ve İbn-i Esir Cami’ul- Usul’da çeşitli senetlerle şöyle rivayet etmişlerdir: “Abdullah bin Ömer bin Hattab’a Şamlı bir adam, “Kadın mut’ası hakkında ne diyorsunuz?” diye sorunca, o; “Helaldir” dedi. Adam; “Ama baban yasakladı” deyince de şöyle dedi: “Babam yasaklasa da, Peygamber (s.a.a)’in emri babamın yasağından üstündür ve ben Resulullah (s.a.a)’in emrine uyarım.”

Ama sözünü ettiğiniz hadisler, Ömer’in sözünü doğrulamak için sonradan uydurulan hadislerdir. Yoksa konu açıklanmaya gerek kalmayacak kadar apaçık ortadadır. Ömer’in sözü dışında mut’ayı haram kılacak hiçbir doğru deliliniz yoktur.

Şeyh: Bizzat Ömer’in sözü de Müslümanlar için büyük bir senettir. Zira eğer halife Peygamber (s.a.a)’den bir şey duymamışsa rivayet etmezdi!!

Davetçi: İnsaflı ve düşünceli bir alimden, sadece Ömer’e olan aşırı sevgisinden dolayı böyle şeyler söylemesi beklenemez. Zira her işte bir fikir ve düşünce gerekir. Siz Ömer bin Hattab’ın Müslümanlar için bir senet olduğunu beyan ediyorsunuz. Halbuki Peygamber (s.a.a)’den Ömer’in sözünün senet olduğuna ve amel edilmesi gerektiğine dair bir tek hükmün bile olmadığını, birazcık düşünen herkes anlayacaktır.

Ama bizzat kendi muteber kitaplarınızda yer alan birçok rivayet de Ehl-i Beyt’e, özellikle de Hz. Ali’ye uymayı emretmektedir, ki bunlardan bazısına önceki geceler işaret ettim. İşte bu Ehl-i Beyt (a.s)’ın tümü, mut’anın nesh edilmediğini ifade etmiştir.

Ömer’in Peygamber (s.a.a)’den bir şey duymadığı takdirde bunu söylemeyeceğini beyan etmeniz asla doğru değildir.

Evvela; eğer halife Peygamber (s.a.a)’den böyle bir neshi duymuş olsaydı, bunu Peygamber (s.a.a)’in döneminden kendi dönemine kadar önceden ifade etmesi gerekirdi. Çünkü büyük sahabilerin amel ettiğini görünce, en azından kötülükten sakındırmak adına bu amelin nesh edildiğini ve amel edilmemesini söylemiş olması gerekirdi. O halde neden daha önce nehiy etmedi?

İkinci olarak; Peygamber (s.a.a) tarafından söylenen ve yaygınlaşan her hükmün nasihi de bizzat Peygamber (s.a.a) tarafından ifade edilmelidir. Nitekim usul ilminde de beyan edildiği gibi beyanın hacet vaktinden ertelenmesi câiz değildir.

Peygamber (s.a.a) zamanında yaygın olan bir hükmün nasihinin Ömer dışında kimseye söylememiş olması ve Ömer’in de hilafetinin sonlarında belli bir şahsa muhalefet olsun diye siyaset gereği haram olduğunu ilan etmesi doğru mudur?

Acaba ümmet, size göre nesh edilmiş bir hükümle amel etmiş olduğu için sorumlu değil midir ve şeriata aykırı bir iş yapmış olmaz mı? Halka ilan edilmeyen ve size göre nesh edilmiş bu gayri meşru amelin sorumlusu haşa bizzat Peygamber (s.a.a) değil midir? Çünkü böylece Allah’ın kendine bildirdiği nasihi (hükmü neshedeni), size göre o ümmete bildirmemiştir. Sadece Ömer’e demiş, Ömer de hilafetinin sonunda haram olduğunu ilan etmiştir! Ömer’den makamı daha yüksek olan Ebu Bekir de hilafeti döneminde bu nesh edilmiş hükmü ilan etmemiş ve engellememiştir. Peygamber (s.a.a)’in hükümleri ilan etmediğini ve ümmetin de bilmediğinden nesh edilmiş bir hükümle amel ettiğini söylemek küfür değil midir?

Üçüncü olarak; eğer mut’a Peygamber (s.a.a) zamanında nesh edilmişse ve Ömer de bunu Peygamber (s.a.a)’den duymuşsa, söylerken bu hükmü Peygamber (s.a.a)’e isnat etmeliydi ve bizzat Peygamber (s.a.a)’in bunu nesh ettiğini, amel edilmemesi gerektiğini, dolayısıyla amel edenlerin cezalandırılacağını beyan etmesi gerekirdi. Böylece Peygamber (s.a.a)’in sözüne dayanmasının ümmet arasındaki etkisi de daha fazla olurdu.

Peygamber (s.a.a) zamanında helal olduğunu söyleyip de kendisinin bunu haram kıldığını söylemesi ve bunu yapanları recm etmekle tehdit etmesi doğru değildir.

Helal ve haramı tayin etmek gaybla irtibatı olan Peygamber (s.a.a)’in mi görevidir yoksa halkın seçtiği bir halifenin mi?

Henüz gerçekten anlayamadım, Ömer hangi delille Allah’ın helalini haram kıldı ve hangi cesaretle haram kıldığını ilan etti? Hatta Peygamber (s.a.a) bile hükümleri tebliğ ederken kendisinin helal veya haram kıldığını söylemezdi. Allah’ın emrettiğini ilan ederdi. Ama Ömer tam bir cesaretle şöyle demiştir: “Peygamber (s.a.a) zamanında varolan iki mut’ayı ben hartam kılıyorum ve yapanı cezalandıracağım.” Ey basiret sahipleri ibret alın!

Müçtehit Hükümleri Değiştirebilir mi?

Şeyh: Bildiğiniz gibi bazı alimlerimizin inancına göre, Peygamber (s.a.a) de şer-i hükümlerde bir müçtehitti. Dolayısıyla başka bir müçtehit, içtihat gereği ilk hükmü, yani helal veya haramı değiştirebilir. İşte bu yüzden Ömer de, “Ben onları haram kılıyorum” buyurmuştur!!

Davetçi: Siz beylerden, bir hatayı düzeltmek için başka hatalara düşeceğinizi beklemiyordum. Lütfen Allah-u Teala rızası için iyi düşünün, nass karşısında içtihat doğru mudur? Peygamber (s.a.a)’i bu kadar düşürüp Ömer’i de bu kadar yükselterek iki müçtehit gibi karşı karşıya getirmeniz doğru mudur? Sizin bu dediğiniz Kur’ân ayetlerine de aykırı değil midir? Şimdi vakit dar olduğundan sadece bu ayetlerden bazısına işaret ediyorum:

Allah-u Teala Yunus suresi 15. ayette şöyle buyurmaktadır:

“...De ki: Onu kendi nefsimin bir öngörmesi olarak değiştirmem, benim için olacak bir şey değildir. Ben, yalnızca bana vahy olunana uyarım...”

Peygamber (s.a.a) bile kendi meylince vahiy olmaksızın hükümleri değiştiremediği halde vahiyden tümüyle uzak olan Ömer nasıl olur da helal ve haramı değiştirebilir? Halbuki Kur’ân Peygamber (s.a.a) hakkında Necm suresi 3 ve 4. ayette şöyle buyurmaktadır:

“O hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz. O (söyledikleri) vahy olunandan başkası değildir.”

Hakeza Ahkaf suresi 9. ayette şöyle buyurmaktadır:

“Yoksa: Kendisi onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer ben onu uydurmuşsam, Allah tarafından bana gelecek şeyi savunmaya gücünüz yetmez. O sizin Kur’ân hakkında yaptığınız taşkınlıkları çok daha iyi bilir...”

Bu ayetler, Peygamber (s.a.a)’in tam manasıyla ahkam-ı İlahiye itaat etmesinin gerekliliğini göstermektedir. O halde ne Ömer ve ne de bir başka birisi, hükümleri değiştiremeye ve helalı haram yapmaya kesinlikle hakkı yoktur.

Şeyh: Şüphesiz halife Ömer, ümmetin salahını bu hükmün neshinde görmüştür. Zira bugün de bazı kimselerin bir saat veya bir ay boyunca bir kadını mut’a edip hamile veya hamile olmadan terk ettiğini görüyoruz. Bu fesadın yayılmasına neden olmaktadır.

Davetçi: Af edersiniz, bu beyanınız çok gülünç ve ilginçtir. Nasıl olur da bir avuç şehvet perest insanın yaptıklarını Allah’ın helal ve haramına ölçü sayıyorsunuz?

Eğer bir avuç şehvetperest insanın yaptığını ölçü olarak alırsanız, daimi nikahın da haram olması gerekir. Zira bazı insanlar makam veya mal için soylu bir kadınla daimi nikah kıymakta, sonra da öylece bırakıp gitmektedir. O halde dediğinize göre buradan yola çıkarak daimi nikahın da yanlış olduğunu söylemek gerekecektir.

Halka dini aşılamak gerekir. Dini görevlerini söylemek gerekir. Bir insan dindar olur da daimi nikahla evlenmekten mahrum kalırsa, zina etmeyeceği için gidip mut’a edecektir. Bu adam dindar olduğu için mecburen mut’anın şartlarını araştıracaktır. Zira her hükmün şartları olduğunu, önce şartlarının gerçekleşmesinin gerektiğini, daha sonra da amel etmesi gerektiğini bilecektir. Bu yüzden, nikahlarken kadına mut’adan sonra bekleyeceği 45 günlük surede rahatça yaşayabileceği miktarda mehir verecektir.

Ayrıldıktan sonra da kadının hamile kalıp kalmadığını araştırmalıdır. Eğer kadın hamileyse o çocuk kendisinin olduğu için kadını korumalıdır, çocuk olduktan sonra da ona bakmak zorundadır. Eğer bu şartlara riayet etmezse, siz düşünmeden hemen helal olan bir hükmün nesh edildiğini iddia edemezsiniz.

Üstelik, dediğiniz doğru da olsa, toplumun faydasını Allah-u Teala ve Peygamber (s.a.a) kesinlikle Ömer’den daha iyi biliyorlardı. O halde neden toplumun hayrı için ashabı bundan alıkoymadılar?

Eğer Peygamber (s.a.a) nehiy etmemişse, hiçbir İmam ve halife, maslahat üzere Allah’ın helal kıldığını haram ederek mut’ayı yasaklayamaz.

Mut’anın Yasaklanışı Zinanın Artışına Neden Olmuştur

Eğer dikkat edecek olursanız, mut’a hükmü fesadın nedeni değildir. Aksine mut’ayı yasaklamak zinayı yaygınlaştırır. Zira daimi nikahla evlenemeyen gençler mut’ayı da Ömer yasakladığı için şehvetine hakim olamayınca mecburen zina edecektir.

Zinanın yaygın olduğu toplumlarda ise hürmet perdeleri yırtılır, insanlık namusu sarsılır, birçok cinsel hastalıklar yaygınlaşır ve aileler dağılıp perişan olur.

Nitekim imam Ahmed Sa’lebi ve Taberi kendi tefsirlerinde, imam Ahmed bin Hanbel ise Müsned’de mut’a ayetinin tefsirinde müsned olarak Hz. Ali (a.s )’den şöyle rivayet etmektedir: “Ömer mut’ayı yasaklamasaydı, kötüler dışında hiç kimse zina etmezdi.”

Hakeza İbn-i Cureyh ve Amr bin Dinar, Abdullah bin Abbas’dan şöyle rivayet etmekteler: “Mut’a rahmettir, Allah-u Teala onunla Muhammed’in ümmetine rahmet etmiştir. Eğer Ömer yasaklamasaydı kötüler dışında hiç kimse zina etmezdi.”

O halde Peygamber (s.a.a)’in ashabının da buyurduğu gibi mut’a zinanın sebebi değildir. Aksine mut’ayı yasaklamak zinayı yaygınlaştırmaktadır. Dolayısıyla Allah Teala’nın Peygamber (s.a.a) vasıtasıyla topluma bildirdiği hükümler, kıyamete kadar tüm insanlığın hayrınadır.

Burada söylenecek çok söz ve mut’anın haram olduğunu söyleyen görüşün batıl olduğu hakkında birçok delil vardır. Ama burası yeri değildir.

Ayrıca biz de bu konuyu bahsetmiyorduk, ben sadece Peygamber (s.a.a) zamanında yaygın olan bir amelin, uydurulan hadislerle değiştirildiğine örnek göstermek istemiştim.

İstedim bilesiniz ki, Allah’ın birçok hükümleri değiştirilmiş, helal ve haramlarla oynanmıştır. Şii ve Sünni ulemanın ittifak etmiş olduğu humus ve iki mut’a hükmü, Peygamber (s.a.a) zamanında ümmet arasında yaygın ve uygulanan bir şeydi. Sonradan Ömer kendi arzusunca hiçbir delil olmaksızın helali haram kılmıştır. Şimdi de milyonlarca Müslüman hiçbir delil olmaksızın sadece atalarının izinden giderek bu inancı savunmaktadır. Halbuki bizzat kendi muteber kitaplarınızdaki hadisler ve Kur’ân ayetleri humus ve bu iki mut’a hükümlerinin nesh edilmediğini açıkça beyan etmektedir.

Buna rağmen nesh edildiği hakkında hiçbir delil olmayan bu hükümlerle amel edenleri bizzat sapık ve dalalet ehli sayıyorsunuz.

Dolayısıyla ümmet arasında Ebu Talib (r.a)’in mümin ve Müslüman olduğu bilindiği halde Zehzah hadisi uydurularak tam tersi gösterilmiştir. Halk da düşünmeden taklit ederek gerçekleri çiğnemiştir. Düşünen ve bilgi sahibi insanlar için bu kadar delil yeterlidir. Basiret ehlinin de bildiği gibi Ebu Talib’in iman etmiş olduğu hakkında birçok delil vardır, biz de özetle konuyu aktarmaya çalıştık. Hz. Ali (a.s)’ın düşmanları Hariciler, Nasibiler ve Emeviler Ebu Talib (r.a)’in dirilerek Kelime-i Şahadeti söylemiş olduğunu görseler bile, yine tevil edecek, başka anlamlar çıkaracaklardır.

Bu konuda daha fazla bilgi isteyenler, Celaluddin Suyuti, Ebu’l- Kasım Belhi, Muhammed bin İshak, İbn-i Sa’d, İbn-i Kuteybe, Vakidi, imam Musuli, Şevkani, Telmesani, Kurtubi, Berzenci, imam Şa’rani, Ebu Cafer İskafi ve benzerlerinin kitaplarına müracaat etmelidir. Bunların hepsi de Ebu Talib (r.a)’in iman ettiğini kabul etmekte ve genelde bu konuda müstakil kitaplar yazmışlardır.

Özetle bu söylenenlerden de anlaşıldığı gibi soy açısından Ali (a.s) büyük bir makama sahiptir. Ashaptan hiçbirisi o mukaddes makamda değildir.

Gerçek apaçık ortada, kimseye gizli değildir;

Ancak kör olanlar, ayı göremiyorlar.

Hz. Ali (a.s) Ka’be’de Doğmuştur

Hz. Ali (a.s)’ın diğer seçkin bir özelliği de doğduğu mekandır. Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar hiçbir peygamber ve vasileri bu büyük özelliğe sahip olamamıştır.

Hz. Ali (a.s) soy açısından ve yaratılışındaki nuraniyet açısından seçkin olduğu gibi, doğduğu yer açısından da seçkindir; O bu konuda da tektir. Hz. Ali (a.s) Ka’be’de doğmuştur.

İsa bin Meryem doğumu esnasında gaybi bir ses Meryem’i camiden dışarı çıkardı. Bu ses şöyle diyordu: “Evden (Beyt’ul- Mukaddes’den) dışarı çık, bu ev ibadet yeridir, doğum yeri değil.”

Ama Hz. Ali (a.s)’ın doğumu yaklaştığında annesi Esed kızı Fatıma Ka’beye çağrılmıştır. Hem de tesadüfen camide olan ve bir anda doğum yapan bir kadın gibi değil, resmen onu Ka’be’nin içine götürdüler. Ama bazı cahil kimseler, Fatıma’nın camide olduğunu, aniden sancılandığını ve çıkamadığı için orada doğum yaptığını zannediyorlar.

Halbuki öyle değildir. Esed kızı Fatıma doğum yapacağı ay, Mescid’ul- Haram’a gitmiş orada sancılanmış ve Kabe’nin etrafında Allah-u Teala’ya doğumu kolay olması için dua etmiştir. Aniden Kabe’nin duvarı (o zamanlar Mescid’ul- Haram’ın ortasındaydı yer düzeyinde olan kapısı her zaman kapalıydı, sadece özel mevsimlerde açılıyordu.) yarıldı veya kapalı kapısı açıldı (rivayetlerde her ikisi geçmektedir) bir ses duyuldu; “Ey Fatıma Kabe’ye gir!” Etrafta olan halkın gözleri önünde Fatıma Kabe’ye girdi, kapı veya duvar ilk haline döndü, herkes şaşırdı, orada hazır bulunan Abbas olayı görünce hemen Ebu Talib’e haber verdi. Kabe’nin anahtarı yanında bulunan Ebu Talib (r.a), hemen geldi ve ne yaptılarsa da bir türlü kapıyı açamadılar.

Fatıma tam üç gün, zahiren hiçbir yemek ve bakıcı olmaksızın Kabe’de kaldı. Bütün Mekke’de o konuşuluyordu. Üçüncü gün girdiği yerden geri çıktı. Halk Fatıma’nın kucağında nur topu gibi bir çocuğu olduğunu gördüler.

Esedullah vücuda geldi,

Perdenin arkasında var olan geldi.

Hz. Ali (a.s) işte böylece Kabe’de doğma şerafetine sahip oldu; hem de annesi özel bir davetle davet edilmişti. Bu olay Şii ve Sünni her iki tarafın da ittifak etmiş olduğu bir konudur. Hiç kimse böyle bir üstünlüğe sahip olamamıştır. Nitekim Hakim Müstedrek’de ve İbn-i Sabbağ Maliki Fusul’ul- Muhimme 1. fasıl s. 14’de şöyle diyorlar: “Hz. Ali’den önce hiç kimse Kabe’de doğmamıştır. Allah-u Teala O’nu yüceltmek, mertebesini yükseltmek ve ikram olsun diye sadece O’na bu şerafeti vermiştir.

Bu konuda Hz. Ali (a.s)’ın şerafetini artıran diğer bir özellik de, adının gayb aleminden seçilmesidir.

Şeyh: İlginç şeyler beyan ediyorsunuz. Ebu Talib, Peygamber miydi ki ona; “Çocuğunun adını Ali koy” diye vahiy olsun. Bu Şiilerin O’na karşı sevgisinden uydurdukları bir şeydir. Yoksa bunun başka bir yolu yoktur. Anne babası kendi özgür iradeleriyle adını “Ali” koymuştur, unun gayb alemiyle bir irtibatı yoktur.

Davetçi: Benim sözümde sizi şaşırtacak hiçbir garip yön yoktur; zira bütün semavi kitaplarda “Muhammed” ve “Ali” (aleyhumes selam)’ın adı, Peygamber ve İmam olarak zikredilmiştir. “Muhammed” ve “Ali” ismini, Allah-u Teala yaratılıştan binlerce yıl önce seçmiştir. Bütün göklerde, cennet kapılarında ve arşta kaydedilmiştir. Bunun Ebu Talib (r.a)’in zamanına mahsus olması söz konusu değildir.

Şeyh: Sizin bu sözünüz guluv (aşırılık) değil midir? Siz Hz. Ali’yi (k.v) yaratılıştan önce melekut aleminde Peygamber (s.a.a) ile birlikte zikretmekle aşırı gidiyorsunuz. Halbuki Peygamber (s.a.a)’in adı da varlığı gibi her şeyden üstündür ve eşi yoktur. Alimlerinizin bu fetvası yüzünden ezanda da Peygamber’in adının hemen ardından Ali’nin adı zikredilmektedir.

Davetçi: (Gülerek) Beyler bu sözlerimin guluvla ilgisi yok. O’nun adını melekut alemine ben yazdırmadım, bana isnat etmeyin, Allah-u Teala O’nun adını Peygamber (s.a.a)’in adıyla birlikte kaydetmiştir. Nitekim kendi muteber kitaplarınızda bu konuda birçok hadis vardır.

Şeyh: Siz daha da guluv ederek Ali (a.s)’ın adını Allah’ın adıyla zikrettiniz, lütfen sözünü ettiğiniz rivayetlerden örnek veriniz.

Arş-ı A’lada, Allah ve Peygamber’in Adlarının Ardından Ali’nin Adı Yazılmıştır

Davetçi: Taberi Tefsir-i Kebir’de, İbn-i Asakir Tarih’te, Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut- Talib’in 62. Babında, Hafız Ebu Naim Hilyet’ul- Evliya’da, Şeyh Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde s. 238’de (56. babın zımnında 52. hadis) Taberi’den naklen müsned olarak farklı tabirlerle Ebu Hureyre’nin Peygamber (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu kaydetmişlerdir:

“Arşın sütununa; “La ilahe illallah vahdehu lâ şerike leh ve Muhammed’un Abdî ve rasulî, eyyettuhu bi-Ali’yyibn-i Ebi Talib” yazılmıştır.” [8]

Celaluddin Suyuti Hesais’ul- Kubra c. 1, s. 10’da ve Dürr’ul- Mensur İsra suresinin başında İbn-i Adiy ve İbn-i Asakir’den naklen Enes bin Malik’den Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu kaydetmişlerdir: “Mirac gecesi arşın sütununda şöyle yazıldığını gördüm: “La ilahe illallah Muhammed’un Rasulullah, eyyedtuhu bi-Aliyyin” [9]

Yenabi’ul- Mevedde s. 207’de, Zehair’ul- Ukba’dan naklen Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:

“Mirac gecesi yüksek melekut alemine varınca, arşın sağ sütununa baktım, orada şöyle yazılıydı: “Muhammed Allah’ın Resulüdür, onu Ali ile teyit ve O’na Ali ile yardım ettim.”

Yenabi’ul- Mevedde s. 234 (19. hadis)’de İmam’ul- Harem’in Kitab’us- Seb’in kitabından naklen (o da İbn-i Meğazili’nin Menakıb’inden naklen), Mir Seyyid Ali Hemedani Meveddet’ul- Kurbanın 6. Mevedde’sinde (iki hadis), Hatip Harezmi Menakıb’da, İbn-i Şirveyh Firdevs’de, İbn-i Meğazili Menakıb’da, Cabir bin Abdullah’ın Peygamber (s.a.a)’den şöyle buyurduğunu kaydetmişlerdir:

“Cennetin kapısında şöyle yazılmıştır: La ilahe illallah, Muhammed’un Resulullah, Aliyyun veliyyullah, ehu Resulullah kable en yahluke’s- Semavati ve’l- arzi bi-elfey amin” [10]

Şimdi aklıma başka bir güzel hadis geldi; Mir Seyyid Ali Meveddet’ul- Kurba’nın 8. Mevedde’sinde Peygamber (s.a.a)’in Ali (a.s)’a şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Dört yerde senin adını da kendi adımın yanında gördüm:

1- Miraç gecesi, Beyt’ul- Mukaddes’e varınca orada şöyle yazıldığını gördüm: “La ilahe illâllah Muhammed Resulullah (s.a.a) eyyedtuhu bi-Aliyyin vezirihi.” [11]

2- Sidret’ul- Müntaha’ya varınca da orada şöyle kaydedildiğini gördüm: “İnni enellah la ilahe illa ene vahdi ve Muhammed’un safveti min halki eyyedtuhu bi-Aliyyin vezirihi ve nesartuhu bihi.” [12]

3- Rabb’ul- aleminin arşına varınca sütunlarına şöyle yazıldığını gördüm: “İnni enellah, la ilahe illa ene, Muhammed’un habibi min halki, eyyedtuhu bi-Aliyyin vezirihi ve nesartuhu bihi.” [13]

4- Cennete varınca cennetin kapısında da şöyle yazıldığını gördüm: “İnni enellah, la ilahe illa ene, Muhammed’un habibi min halki, eyyedtuhu bi-Aliyyin vezirihi ve nesartuhu bihi.” [14]

İmam Salebi Keşf’ul- Beyan tefsirinde, Şeyh Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’nin 23. babında (Ebu Naim İsfahani’den naklen), Muhammed bin Cerir Tefsir’inde, İbn-i Asakir kendi Tarih’inde İbn-i Abbas ve Ebu Hureyre’den naklen “O seni yardımıyla destekleyecektir...”[15] ayetinin Hz. Ali (a.s) hakkında nazil olduğunu rivayet ederek Resulullah (s.a.a)’in de şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Arşa şöyle yazıldığını gördüm: “La ilahe illallah vahdehu la şerike leh Muhammed’un abdi ve resulî, eyyettuhu ve nesartuhu bi-Ali’yyibn-i Ebi Talib.” [16]

Ayrıca Şifa ve Menakıb kitaplarında bu tür başka hadisler de rivayet edilmektedir. Böylece bilin ki “Muhammed” ve “Ali” isimlerinin onlara verilmesi, bizimle bir ilgisi yoktur; O’nların isimleri bizzat Allah-u Teala tarafından seçilmiştir.

Sa’lebi Keşf’ul- Beyan tefsirinde, Şeyh Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’nin 24. babında (İbn-i Meğazili’den naklen); “Adem Rabbinden bir takım kelimeler aldı da tövbe etti. Şüphesiz Allah tövbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.”[17] ayetinin tefsirinde Said bin Cubeyr ve İbn-i Abbas’tan şöyle rivayet etmekteler: Peygamber (s.a.a)’e; “Adem’in aldığı ve tövbesinin kabulüne neden olan kelimeler nelerdi? diye sorduklarında şöyle buyurdular:

“Allah’tan Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’in hakkı için bağışlanmasını istedi, Allah-u Teala da tövbesini kabul edip onu bağışladı.”

Zannedersem Şia alimlerinin nezdinde mütevatir olan, kendi büyük alimlerinizin kitaplarında da yer alan bunca hadis, birinci sorunuz için yeterlidir.

Ama Ebu Talib (r.a)’in peygamberliği ve vahyin ona nüzulü konusunda da yine yanlış düşünüyorsunuz. Zira bildiğiniz gibi vahiy ve ilham için bir takım derece ve mertebeler vardır, şimdi onları beyan edecek imkanımız yoktur. Ayrıca bu mertebeler nübüvvet makamına özgü bir şey de değildir. Lügat açısından vahiy, bir ferdin diğerlerinden gizlice ve hızlıca özel bir şekilde bilinçlenmesi olayıdır. Birçok insan ve hayvan vahiy ve içgüdüsel ilhamlara mazhar olmuştur. Örneğin bal arısı, Musa’nın annesi ve diğerleri.

Bal arısı peygamber olmadığı halde Allah-u Teala ona vahy etmiştir. Nitekim Nahl suresi 68. ayette şöyle buyurmaktadır:

“Rabbin balarısına: “Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendilerine evler edin” diye vahy etti...”

Hakeza Hz. Musa’nın annesi hakkında da peygamber olmadığı halde Kasas suresi 7. ayette şöyle buyuruyor:

“Musa’nın anasına: “Onu emzir, kendisine zarar geleceğinden endişelendiğinde onu denize (Nil nehrine) bırakıver, hiç korkup kaygılanma; çünkü biz onu sana geri vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız” diye vahiy ettik.”

Ayrıca Allah-u Teala’nın insana yol göstericiliği de sadece vahiy yoluyla değildir; bazen bir sesle de kullarına yol göstermektedir. Nitekim bu iş defalarca tekrarlanmış ve Kur’ân’da da yer almıştır. Örneğin: Meryem suresi 24. ayette ise şöyle buyurmaktadır:

“Aşağısından (bir ses) ona şöyle seslendi: “Tasalanma! Rabbin senin alt yanında bir su arkı vücuda getirdi...”

O halde Allah-u Teala bazen vahiy ve bazen de bir sesle, peygamber olmadığı halde insana ve hatta hayvanlara yol göstermektedir. İşte bu esas üzere Ebu Talib’e de çocuğunun adının konulmasında kılavuzluk etmiştir. Buna rağmen hiç kimse Ebu Talib (r.a)’in peygamber olduğunu söylememiş, vahye muhatap olduğunu da iddia etmemiştir. Semavi bir ses veya yeni doğan çocuğunun isminin yazıldığı bir levha nüzulü sayesinde kılavuzluk edilmiştir. Nitekim kendi büyük alimleriniz de muteber kitaplarında bunu zikretmişlerdir.

Şeyh: Nerede bizim alimlerimiz böyle bir şeyi yazmıştır?

Hz. Ali’nin İsminin Konulması İçin Levhanın Nüzulü

Davetçi: Birçok kitaplarınızda mevcuttur. Şu anda aklımda kaldığı kadarıyla Mir Seyyid Ali Hemedani Meveddet’ul- Kurba’nın 8. Mevedde’sinde (Abbas bin Abdulmuttalib’ten naklen), Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’nin 56. Babında, Muhammed bin Yusuf da Kifayet’ut Talib’de az bir farklılıkla şöyle rivayet etmişlerdir: “Ali doğunca annesi, babasının adı olan “Esed” adını ona verdi. Ebu Talib bu isme razı olmadığından dolayı şöyle dedi: “Ey Fatıma, bugün Ebu Kubays dağına ( bazılarına göre ise Mescid’ul- Haram’a) gidelim. Allah’dan bu çocuk için bir isim dileyelim.” Birlikte akşam olunca Ebu Kubays dağına (veya Mescid’ul- Haram’a) gidip dua ettiler. Ebu Talib (r.a), duasını bir şiir şeklinde şöyle beyan etti:

Ya Rabbi, ey karanlık gecenin sahibi!

Ve aydınlatan ayın Rabbi!

Gizli emrini bize beyan et.

Bu bebeğin ismini ne koyalım?

O anda gökten bir ses geldi, Ebu Talib başını kaldırdığında üzerinde dört satır yazılı yeşil bir levhayı gördü, hemen onu aldı, göğsüne dayadı. Üzerinde şu şiir yazılıydı:

Sizlere temiz bir çocuk verdik;

O pâk, seçilmiş ve hoşnut olduğun biridir.

İsmi Allah-u Teala tarafından Ali’dir;

Ki Aliyy’ul A’la’dan türemiştir.

Genci Şafii ise Kifayet’ut Talib’de bir sesin geldiğini ve Ebu Talib’e cevap olarak şöyle denildiğini yazmaktadır:

Ey Peygamber’in Ehl-i Beyti!

Sizlere temiz bir evlat verdim.

Onun adı, Ali’dir;

Aliyy’ul- A’la’dan türemiştir.

Bunun üzerine Ebu Talib çok sevindi ve Allah-u Teala için secdeye kapandı. Hemen on deve kurban kesti ve o levhayı Mescid’ul- Haram’a astı, Haşim oğulları Kureyş’e karşı o levhalarla övünüyordu. O levhalar Haccac’ın Abdullah bin Zübeyr’le yaptığı savaşa kadar orada duruyordu, sonra kayboldu.”

Bu rivayet de Ebu Talib (r.a)’in muvahhid olduğunun bir delilidir. Zira Allah’tan bir isim istiyor, Allah-u Teala’dan bir lütuf görünce de hemen secdeye kapanıyor. Acaba bir nimete erişince şükür secdesine kapanan birisi müşrik olabilir mi? Cahilce bağnazlık ve inattan Allah’a sığınırım.

Ali (a.s)’ın Adı Ezan ve İkamenin Bir Parçası Değildir

Sizin; “Alimlerinizin bu fetvası yüzünden ezanda da Peygamber’in adının hemen ardından Ali’nin adı zikredilmektedir.” sözünüze gelince; kesinlikle kasıtlı olarak yanlışlık yapıyorsunuz. Hz. Ali (a.s)’ın adının ezan ve ikamenin bir parçası olduğuna dair, örnek için müçtehitlerimizin bir fetvasını gösterseydiniz çok iyi olurdu. Halbuki bütün Şia alimleri kendi istidlal ve ilmihal kitaplarında Hz. Ali (a.s)’ın velayet şahadetinin ezanın bir cüz’ü olmadığını beyan etmişlerdir. Ezan ve ikamede, Hz. Ali’nin adının onların bir cüz’ü olarak söylemek haramdır. Eğer niyet esnasında tümünü Hz. Ali (a.s)’ın adıyla birlikte kastederse hem haram işlemiş, hem de ameli batıldır. Ama teberrük maksadıyla ve Peygamber (s.a.a)’in adından sonra bir cüz’ü olmadığı bilinciyle söylerse sakıncası yoktur, güzeldir de. Zira Allah-u Teala da önceden zikrettiğim gibi Peygamber (s.a.a)’in adını andığı her yerde Ali (a.s)’ın adını da anmaktadır. Dolayısıyla siz beyler, boş yere ortalığı velveleye veriyorsunuz.

Artık asıl konumuza dönelim. Siz beyler dikkatle bakacak olursanız açıkça görürsünüz ki sahabeden hiçbirisi soy ve ırk açısından Hz. Ali (a.s) ile aynı makamda değildir.

Hz. Ali’nin Züht ve Takvası

Ayrıca takva ve züht açısından da hiç kimse Hz. Ali’ye erişemez. Zira ümmetin de icma etmiş olduğu üzere Peygamber (s.a.a)’den sonra, O’ndan daha takvalı ve zahit bir kimse görülmemiştir. İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde ve Muhammed bin Talha da Metalib’us- Süul’de zamanın en büyük zahitlerinden olan Ömer bin Abdulaziz’den şöyle rivayet etmektedir: “Bu ümmetten Peygamber (s.a.a)’den sonra, Ali’den daha zahit ve takvalı bir kimseyi tanımıyoruz.”

Molla Ali Kuşçu bütün bağnazlığına rağmen birçok yerde şöyle demektedir: “Akıllı insanların aklı, Ali (a.s) hakkında şaşkınlığa düşmektedir. Zira O, gelmiş ve geçmişlerin üzerine kalem çekmiştir.” Şerh-i Tecrit’te ise şöyle diyor: “Ali’nin hallerini ve yaşam tarzını duymak, insanı şaşkınlığa düşürmektedir.”

Abdullah Rafi’nin Rivayeti

Abdullah Rafi şöyle rivayet ediyor: “Bir gün Hz. Ali (a.s)’ın evine gittim, O’na kapalı bir kese getirdiler. Açınca kepekli un dolu olduğunu gördüm. Ondan bir miktar yedi, ardından su içti, Allah-u Teala’ya şükretti. Ben şöyle dedim: “Ey Ebe’l Hasan, neden o kesenin ağzını mühürlemişsin?” Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:

“Zira Hasan ve Hüseyin bana şefkatlidirler, içine yağ veya tatlı bir şey dökmemeleri için ve Ali’nin nefsi lezzet almasın diye ağzını kapatıyorum.”

Şüphesiz insanın nefsi, dünyevi helal lezzetler içinde git gide isyana düşmekte ve insanı Allah’ın zikrinden alıkoymaktadır. Hz. Ali (a.s) işte bu yüzden nefse mağlup olmamak için lezzetli yiyecekler yemekten sakınıyordu.

Suveyd Bin Gafele’nin Rivayeti

Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’nin 51. Babında (Ahmed bin Kays’tan naklen), Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul’de, Harezmi Menakıb’da ve Taberi Tarih’inde Suveyd bin Gafele’den şöyle rivayet etmektedirler: “Bir gün Hz. Ali (a.s)’ın yanına vardım. Ekşimiş, kokusu her tarafı dolduran bir tabak sütü getirip Hz. Ali (a.s)’ın önüne koydular. Hz. Ali (a.s)’ın elinde kepekli ve kurumuş arpa ekmeği vardı. Ekmek, o kadar sertti ki elle kırılamayınca, Hz. Ali (a.s) diziyle kırdı. O kurumuş ekmeği ekşimiş sütle ıslatıyor yiyordu. Bana da ikram edince oruç olduğumu söyledim, bunun üzerine şöyle buyurdu:

“Her kim oruç tutar, canı istediği halde Allah’ın rızası için yemezse, Allah-u Teala ona cennet yemeklerini yedirir.”

Suveyd şöyle devam ediyor: Hz. Ali (a.s)’ın haline çok acıdım, yanımda duran hizmetçisine; “Allah’tan korkmuyor musun, arpanın kepeğini almadan ekmek mi pişiriyorsun?” diye itirazda bulundum. Bunun üzerine hizmetçi; “Allah’a and olsun ki, O’nun kendisi kepeği almamamı emretmiştir.” dedi.

Hz. Ali (a.s); “Fizze’ye ne diyordun?” diye sordu. Ben de, söylediğim şeyi kendisine aktardım. Bunun üzerine Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Anam babam Resulullah’a feda olsun, o da ekmeğin kepeğini almazdı ve ölünceye kadar da üç gün olsun buğday ekmeği yemeden vefat etti.”

Hz. Ali’nin Helva Yememesi

Harezmi ve İbn-i Meğazili Menakıp kitaplarında şöyle rivayet etmektedirler: “Hz. Ali’ye hilafeti döneminde biraz helva getirdiler, Hz. Ali parmağıyla bir miktar alıp kokladı ve şöyle buyurdu:

“Ne de güzel rengi ve kokusu vardır. Ama Ali onun tadını bilmiyor.” (Yani şimdiye kadar helva yememişim.)

Kendisine; “Ey Ali, helva size haram mıdır?” diye sorulunca şöyle buyurdular: “Allah’ın helali haram olmaz. Ama memlekette aç varken benim karnım nasıl tok olabilir! Hicaz etrafında aç karınlar, erimiş ciğerler dururken ben tok karınla nasıl yatarım? Emir’ul- Muminin olduğum halde, müminlerin dert ve zorluklarından nasıl uzak durabilirim?”

Hakeza Harezmi Adiy bin Sabit’ten şöyle rivayet etmektedir: “Bir gün Hz. Ali’ye tatlı getirdiler; ama O, nefsine hakim olarak yemedi.”

Bunlar Hz. Ali (a.s)’ın yemek tarzıydı; bazen sirke, bazen tuz, bazen biraz yeşillik, bazen de kurumuş arpa ekmeği ile bir miktar süt yerdi. Hiçbir zaman iki çeşit yemek yemezdi.

Hicri 40 tarihinde Ramazan ayının 19. Gecesinde, yani İbn-i Mülcem tarafından şahadet darbesine maruz kaldığı gece, kızı Ümm-ü Gülsüm’ün misafiriydi. İftar için Hz. Ali (a.s)’a ekmek, süt ve tuz getirdiler. Hz. Ali (a.s) kızı Ümm-ü Gülsüm’ü o kadar sevmesine rağmen rahatsız olarak şöyle buyurdu:

“Senin kadar babasına eziyet eden bir kız görmedim.”

Ümmü Gülsüm; “Babacığım ben ne yaptım? diye sorduğunda şöyle buyurdular:

“Babanın bir sofrada iki çeşit yemek yediğini nerede gördün?”

İçlerinde lezzetli olan sütü kaldırmalarını emretti; sadece ekmek ve tuz ile iftar etti. Ardından şöyle buyurdu:

“Dünyanın helalinde hesap, haramında ise azap vardır.”

Hz. Ali’nin Elbisesi ve Giyimi

Hz. Ali (a.s)’ın elbisesi de oldukça sade ve değersiz şeylerdi. İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde, İbn-i Meğazili Menakıp’ta, Ahmed bin Hanbel Müsned’de, Sibt bin Cevzi Tezkire’de ve diğer alimleriniz de kendi kitaplarında şöyle yazmışlardır: “Hz. Ali’nin elbisesi, beş dirheme aldığı kaba bir kumaştandı.”

Mümkün olduğu kadar elbisesini yamalıyordu ve elbisesinin yamağı genellikle hurma lifinden veya deridendi. Ayakkabısı da hurma lifindendi. Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul’de, Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’de ve İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde şöyle yazmışlardır: “Hz. Ali (a.s) zahiri hilafeti döneminde, elbisesine o kadar yama atmıştı ki, amcası oğlu Abdullah bin Abbas O’nun bu durumuna üzüldü. Bunun üzerine Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdular:

“O kadar yama üstüne yama attırdım ki, artık yamacıdan utanıyorum. Ama Ali’nin dünya ziyneti ile ne işi var! Nasıl fani olan ve baki kalmayan nimetlere sevinebilirim!”

Başka birisi; “Neden hilafetiniz zamanında yamalı elbise giyip düşmanlar karşısında gülünç hale düşüyorsunuz?” diye eleştiride bulununca şöyle buyurdular:

“Bu, kalbi yumuşatan, insandan kibri uzaklaştıran ve mümini kendine uyduran bir elbisedir.”

Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul’de, Harezmi Menakıp’ta, İbn-i Esir Kamil’de ve Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’de şöyle rivayet etmişlerdir: “Alinin ve kölesinin elbisesi birdi. Aldığı iki elbise de aynı şekilde ve aynı değerdeydi; birini kendisi giyiyor, diğerini de kölesi Kanber’e veriyordu.”

İşte bunlar, kendi alimlerinizin de yazdığı gibi Hz. Ali (a.s)’ın yiyecek ve giyecek tarzıydı; vakit az olduğundan özetle aktarmaya çalıştım. Yoksa gerçekten Hz. Ali (a.s)’ın yaşamı, akıllara durgunluk veren bir yaşamdı.

Hz. Ali (a.s)’ın kendisi kuru arpa ekmeği yerken fakirlere, yetimlere, yoksullara buğday ekmeği, şeker, bal ve hurma veriyordu. Kendisi yamalı elbise giyerken yetimlere ve dul kadınlara en güzel elbiseleri veriyordu.

Zurar Bin Zamure’nin Muaviye’yle Konuşması

Hz. Ali (a.s)’ın dünyaya hitaben söylediği sözler, O’nun zühdünü, takvasını ve dünyaya itimatsızlığını gözler önüne sermektedir. Nitekim büyük alimlerinizden İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde, Hafız Ebu Naim Hilyet’ul- Evliya c. 1, s. 84’de, Abdullah bin Amir Şebravi Şafii Kitab’ul- İhtaf bi-Hubb’il- Eşraf s. 8’de, Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul s. 33’de, İbn-i Sabbağ Maliki Fusul’ul- Muhimme s. 28’de, Şeyh Süleyman Belhi Yenabi’ul- Mevedde’nin 51. babında, Sibt bin Cevzi Tezkire’nin 5. babının 69. sayfasının sonunda ve diğer alim ve tarihçileriniz de kendi eserlerinde Muaviye ile Zurar bin Zamure arasında geçen detaylı konuşmayı rivayet etmişlerdir. Konuşmasının sonunda Zurar, Muaviye’nin yanında Hz. Ali (a.s)’ı şöyle vasf etmiştir: “Karanlık bir gecede Ali’yi gördüm, sakalını tutmuş yılan sokmuş gibi kıvranıyordu, hüzünlü bir halde ağlıyor ve şöyle diyordu:

“Ey dünya, benden başkasını kandır, ben sana kanmam, ben seni üç talakla boşadım. Artık sana dönüş olmaz; zira senin ömrün kısa, tehliken çok büyük, lezzetin çok azdır. Eyvahlar olsun az azığa, uzun yolculuğa ve tehlikeli yola.”

Muaviye Hz. Ali (a.s)’a karşı o kadar katı kalpli olmasına rağmen, Zurar’ın bu sözleri karşısında kendiliğinden ağladı ve şöyle dedi: “Allah Ali’ye rahmet etsin, Allah’a and olsun ki o böyleydi.”

Başka bir yerde ise Muaviye şöyle demiştir: “Dünya kadınları Ali gibi birini doğurmaktan kısırdır.”

Hz. Ali (a.s)’ın züht hayatı Peygamber (s.a.a)’in müjdelediği İlahi bir feyizdir. Nitekim Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut- Talib’in 46. babında müsned olarak Ammar Yasir’den naklen Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu kaydetmiştir:

“Ey Ali, dünyadaki zühdün sebebiyle Allah-u Teala seni insanlardan hiç kimsenin süslenmediği bir ziynetle süslemiştir. Zira Allah-u Teala katında zühtten daha sevimli bir şey yoktur. Ne sen dünyevi lezzetlerden nasiplendin ve ne de dünya seni kullanabildi. Allah-u Teala seni yoksullarla dostluğa muvaffak kılmıştır. Onlar senin imametine inanmışlardır. Ben de onların sana uymasından hoşnut olurum. Seni sevenlere, tasdik edenlere ne mutlu! Senin düşmanlarına, sana iftira ve yalan atanlara eyvahlar olsun. Seni sevenler ve tasdik edenler cennette senin komşuların olacak ve senin azametli sarayında seninle birlikte olacaklardır. Allah-u Teala senin düşmanlarını, kıyamet günü yalancıların bulunduğu yerde cezalandıracaktır.”

Hz. Ali (a.s) o kadar takvalı ve züht ehliydi ki, dost düşman herkes onu İmam’ul- Muttakin (Muttakilerin İmamı) diye adlandırıyordu. Hz. Ali (a.s)’ı bu sıfatlarıyla topluma tanıtan ilk kimse, bizzat Peygamber (s.a.a) idi. Vakit dar olduğundan bunlardan sadece bir kaçına işaret etmek istiyorum.

Allah ve Peygamberi, Ali’yi Muttakilerin İmam’ı Diye Tanımlamaktadır

İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul Belağa Şerhi c. 2, s. 450’de, Hafız Ebu Naim Hilyet’ul- Evliya’da, Mir Seyyid Ali Hemedani Meveddet’ul- Kurba’da, Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut Talib’in 54. babında Enes bin Malik’den şöyle rivayet etmektedirler: “Peygamber (s.a.a) bir gün bana; “Ey Enes, bana abdest suyu getir” diye buyurdu. Ben de kalkıp abdest suyu getirdim. Peygamber (s.a.a) abdest aldıktan sonra iki rekat namaz kıldı ve ardından bana şöyle buyurdu:

“Ey Enes, bu kapıdan ilk gelecek olan kimse, muttakilerin imamı, Müslümanların efendisi, müminlerin beyi, vasilerin sonuncusu, el ve ayakları (abdest azaları) nurlu olanların önderidir.”

Enes devamında şöyle diyor: “Ben içimden bu gelecek kişinin Ensardan biri olmasını istedim. Ama aniden o kapıdan Ali girdi ve Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “İşte o kimse, Ali bin Ebi Talib’tir” Peygamber (s.a.a) sevinç içinde kalktı, Hz. Ali’yi karşıladı, elini boynuna attı ve terini sildi.

Hz. Ali şöyle dedi: “Ya Resulullah, bugün bana daha önce yapmadığın hareketleri yapıyorsun.”

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Neden yapmayayım. Zira sen benim tarafımdan risaletimi halka ileteceksin, onlara sesimi duyuracaksın ve benden sonra ihtilafa düştükleri konuları beyan edeceksin.”

Hakeza İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 2’de, Hafız Ebu Naim ise Hilye’de şöyle rivayet etmekteler: “Bir gün Hz. Ali Peygamber (s.a.a)’in huzuruna vardı. Peygamber (s.a.a); “Müslümanların efendisi ve muttakilerin İmam’ı merhaba hoş geldin.” diye buyurdu. Ardından; “Bu nimete karşı şükrün nasıldır?” diye sordu.

 Hz. Ali cevaben şöyle dedi: “Bana verdiği nimetler için Allah’a hamd ediyorum. Bana şükür nimetini vermesini diliyorum ve bana verdiklerini artırmasını umuyorum.”

Muhammed bin Talha Metalib’us- Süul’ün 1. babının 4. Faslında bu hadisi rivayet etmekte ve bu delille Hz. Ali’nin Muttakilerin İmam’ı ve takva ehlinin en üstünü olduğunu ispatlamaktadır.

Hakim, Müstedrek c. 3, s. 138’de, Buhari ve Müslim ise Sahih’lerinde Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler:

“Ali hakkında bana üç şey vahy edilmiştir; O Müslümanların efendisi, muttakilerin İmam’ı, el, ayak ve yüzleri nurlu olanların önderidir.”

Muhammed bin Yusuf Kifayet’ut Talib’in 45. Babında, (Abdullah bin Es’ad bin Zürare’den müsned olarak naklen) Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu kaydetmiştir:

“Beni göklere götürdükleri Mirac gecesinde, inciden yapılmış ve altın döşenmiş bir saraya götürdüler, bana üç şey vahiy edildi ve emredildi ki Ali (a.s)’ın üç hasleti vardır, O Müslümanların efendisi, muttakilerin İmamı ve abdest azaları nurlu olanların önderidir.”

İmam Ahmed bin Hanbel de Müsned’de, Peygamber (s.a.a)’in Hz. Ali’ye şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

“Ey Ali, senin yüzüne bakmak ibadettir. Şüphesiz ki sen muttakilerin İmam’ı ve müminlerin efendisisin; seni seven beni sevmiştir ve beni seven Allah’ı sevmiştir. Sana buğz eden bana buğz etmiştir ve bana buğz eden Allah’a buğz etmiştir.”

Şüphesiz bazı aşağılık, düşüncesiz, dalkavuk insanlar da, bazı halife ve sultanları haddinden fazla övmüşlerdir. Ama Peygamber (s.a.a) gibi hak ve hakikat abidesi bir insan, asla bir kimseyi boş sıfatlarla nitelendirmez. O’nun ağzından çıkan her kelam gerçektir. Nitekim Kur’ân şöyle buyurmaktadır:

“O arzusuna göre konuşmaz; o (söyledikleri) yalnızca vahy olunan bir vahiydir.”[18]

Özellikle kendisi de, Mirac gecesi kendisine, Ali’nin muttakilerin İmam’ı olduğu emredildiğini bildirmektedir.

O halde Peygamber (s.a.a)’in Allah’ın emriyle Hz. Ali’yi, hiç kimse hakkında söylemediği bir sıfatla nitelendirmesi, Hz. Ali (a.s)’ın makam fazilet ve takvasını göstermesi açısından yeterlidir. Bütün sahabiler arasında sadece Hz. Ali (a.s)’ı muttakilerin İmam’ı olarak adlandırmış ve defalarca onu bu lakapla çağırmıştır. Elbette bir insanın takva ehlinin İmam’ı olması için bizzat kendisinin tam manasıyla muttaki ve örnek olması gerekir.

Eğer Hz. Ali (a.s)’ın takva ve züht dünyasını detaylıca anlatmaya kalkışırsak, başlı başına ciltler dolusu kitap olur.

Şeyh: Efendimiz Ali (k.v) hakkında söyledikleriniz azdır bile. Gerçekten Muaviye’nin de dediği gibi; “Kadınlar Ali bin Ebi Talib gibi birini doğurmaktan kısırdır.”

Davetçi: O halde Hz. Ali (a.s) ashap arasında takva ehlinin abidesi olduğu ve Peygamber (s.a.a)’in Allah’ın emriyle onu muttakilerin İmam’ı karar kıldığı aşikar oldu. Hz. Ali (a.s) soy açısından seçkin olduğu gibi takva açısından da herkesten üstündü. Burada bir söz aklıma geldi, müsaade ederseniz size bir soru sorayım.

Şeyh: Rica ederim, buyurun.

Davetçi: Acaba ashap arasında muttakilerin İmam’ı olan Hz. Ali gibi birisi, makam düşkünü, dünya perest ve hevasına uyan birisi olabilir mi?

Şeyh: Asla Ali (k.v) hakkında böyle bir şey düşünülemez. Dediğiniz gibi dünyayı üç talakla boşayan ve bu cümlelerle dünyaya itinasızlığını gösteren birisi nasıl dünyaya meyledebilir! Ayrıca, Hz. Ali’nin makam ve mevkisi, kendisine bu tür isnatlarda bulunmaktan çok daha yücedir. Düşüncesi bile mümkün değildir; nerede kaldı ki ameli ve gerçeği.

Davetçi: O halde o takva abidesinin bütün amelleri Allah-u Teala içindi, O’ndan başkası için bir tek adım bile atmamıştır; her yerde herhangi bir hak görmüşse karşılamıştır.

Şeyh: Açıktır ki Hz. Ali (a.s) hakkında bundan başka bir şey bilmiyoruz.

Hakikat Ehli İnsafla Yargılasınlar

Davetçi: O halde bildiğiniz gibi Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra, Hz. Ali (a.s) vasiyet gereği Peygamber (s.a.a)’in yıkanması, kefenlenmesi ve defniyle meşgulken Beni Saide Sakifesi’nde bir grup toplanarak Ebu Bekir’e biat etmiş, Hz. Ali’yi de biate davet edince Hz. Ali (a.s) neden biat etmedi?

Eğer Ebu Bekir’in hilafeti hak, icma meselesi sabit ve hakkaniyet delili olmuş olsaydı, Hz. Ali (a.s) takva ve züht abidesi olduğu hasebiyle bahaneye sarılmaz, haktan yüz çevirmezdi. Zira Peygamber (s.a.a)’in de buyurduğu gibi, hak nerede olsa Ali de orada olmalıdır.

Takvanın gereği de muttaki şahsın haktan yüz çevirmemesidir. Senetlerini de önceki geceler zikrettiğim hadislerde Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: “Ali hakladır, hak da Ali ile döner.”

Eğer o olaylar hak ve Ebu Bekir’in hilafete seçimi doğru olmuş olsaydı, Hz. Ali (a.s) sevgiyle onu karşılar, kabullenir ve asla muhalefet etmezdi.

Dolayısıyla Hz. Ali (a.s)’ın muhalefetinin iki nedeni olabilir; Ya Ali hakka aykırı davranmış, Peygamber (s.a.a)’in emrine isyan ederek O’nun halifesine biat etmemiştir; ya da hilafetin durumunu ve icma yolunu hakka aykırı bulmuş ve onu siyasi bir oyun bilmiştir.

Peygamber (s.a.a)’in de buyurduğu gibi sürekli hakla olan, Muttakilerin İmam’ı diye nitelendirilen, dünya ehli olmayan, makam ve mevki peşinde koşmayan, dünyayı üç talakla boşayan, zahiri riyaset peşinde olmayan Ali gibi birisi hakkında birinci ihtimal asla doğru değildir. Dolayısıyla hilafeti siyasi bir oyun bildiğinden ve Allah-u Teala ve Resulünün rızasına aykırı bulduğundan biat etmekten çekinmiştir.

Şeyh: Efendimiz Ali’nin (k.v) biat etmediğini söylemekle ilginç sözler buyuruyorsunuz. Halbuki bütün hadis ve tarih kitaplarımız efendimiz Ali’nin Ebu Bekir’e biat ettiğini ve icmadan yüz çevirmediğini yazmaktadır.

Davetçi: Önceki geceler onca detaylı bir şekilde arz etmiş olduğum şeyleri unutmanızla size şaşırmak gerekir. Halbuki bizzat büyük alimleriniz, hatta Buhari ve Müslim’in Sahih’lerinde Hz. Ali (a.s)’ın hemen biat etmediği kaydedilmiştir.

Çoğu alimlerinizin itiraf etmiş olduğu üzere ilk gün zorla camiye götürüldüğü halde biat etmemiş, evine dönmüştür. İbrahim bin Sa’d, İbn-i Ebi’l- Hadid, Taberi ve diğer güvenilir alimleriniz ittifakla şöyle yazmışlardır: “Hz. Ali (a.s) 6 ay sonra biat etti.” Yani önceki gecelerde arz ettiğim gibi Hz. Fatıma (a.s)’ın vefatından sonra (ikrahla) biat etmiştir.

Faraza ki biat etti, ama neden 6 ay direndikten sonra biat etti? Aksine Hz. Ali (a.s) bu hilafetin doğru olmadığı için onlarla tartıştı, ihticaç etti. Halbuki Hz. Ali (a.s) gibi takva abidesi bir insan haktan uzak durmaz, hakkı ertelemezdi.

Şeyh: Her halde bunun bir sebebi vardır. Kendileri ne yaptıklarını daha iyi bilirler. 1300 yıl sonra bizim büyüklerin işlerine ve ihtilaflarına karışmamızın ne anlamı var! (Mecliste bulunanların gülüşmesi.)

Davetçi: Ben bu kadar cevabınızla yetindim; çünkü sizin mantıklı bir cevabınız olmadığı için bu tür cevaplara yöneldiniz. Halbuki konu akıllı ve insaflı kimseler nezdinde hiçbir delile ihtiyaç kalmayacak şekilde apaçık ortadadır. Büyüklerin ihtilafına karışmamak konusuna gelince; eğer o işin bizimle bir ilgisi olmazsa, onların ihtilafına karışmamız doğru değildir. Ama özelikle bu konuda yanılıyorsunuz. Her akıllı Müslüman gerçek bir dine sahip olmalıdır; taklidi bir dine değil! Dinde araştırmanın yolu işte budur. Biz tarihi incelediğimizde Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra ümmetin ve büyük sahabilerin ikiye ayrıldıklarını görüyoruz. Burada haklıyı takip edebilmek için hangisinin hak üzere olduğunu araştırmak zorundayız. Körü körüne atalarımızı takip etmek ve hiçbir araştırma yapmamak asla doğru değildir.

Şeyh: Herhalde siz Ebu Bekir’in hilafetinin hak üzere olmadığını söylemek istiyorsunuz. Eğer Ebu Bekir’in hilafeti haksız ve Hz. Ali (k.v) haklı olmuş olsaydı, o halde Hz. Ali gibi cesur ve hakkın icrası için büyük bir gayret içinde olan birisi, başkaları da kendisini teşvik etmiş olduğu halde neden kıyam etmedi? Sizin dediğiniz gibi neden altı ay sonra biat etti? Hatta namazlarda hazır oluyor, gerekli zamanlarda halifelerin istişare meclislerine katılıyor ve isabetli görüşler bile veriyordu.

Peygamberlerin Ümmetleri Arasında Susmaları, İnzivaya Çekilmeleri, Kıyam Etmemeleri Veya Kaçmaları, Taraftar ve Yardımcıları Olmaması Sebebiyledir

Davetçi: Evvela; enbiya ve vasiler İlahi emirler üzere hareket ederlerdi ve kendilerinden bir iradeleri yoktu. Dolayısıyla onları; neden kıyam etmediler, sustular veya neden düşmanlar karşısında kaçtılar veya gizlendiler diye eleştirmek olmaz.

Nitekim büyük enbiya ve vasilerin tarihini inceleyecek olursanız, bu tür olaylardan çok görürsünüz, özellikle Kur’ân bunlardan bazısına da değinmiştir. Onlar, taraftarlarının olmaması sebebiyle susmuş, oturmuş, kaçmış veya saklanmışlardır.

Nitekim Kamer suresi 10. ayette, Hz. Nuh peygamberin şu sözü bildirilmektedir:

“Bunun üzerine Rabbine: ‘Ben yenik düştüm, bana yardım et!’ diyerek yalvardı.”

Hakeza Meryem suresi 48. ayette, Hz. İbrahim amcası Azer’den yardım dileyip olumsuz cevap alınca şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

“Sizden de, Allah’ın dışında taptığınız şeylerden de uzlet ediyor (uzaklaşıyor) ve Rabbime yalvarıyorum.”

Hz. İbrahim amcası Azer’den yardım görmeyince uzlete çekildi; Hz. Ali (a.s) da işte bu yüzden gerekli taraftar ve yardımcı bulamadığı için bir köşeye çekildi.

Şeyh: Zannedersem bu uzletten maksat, kalbi uzlettir. Yani onlardan kalben uzaklaştı, mekan olarak değil.

Davetçi: Eğer her iki fırkanın da tefsirine bakacak olursanız, bu uzletin mekansal bir uzlet olduğunu görürsünüz, kalbi bir uzlet değil. Nitekim imam Fahr-u Razi Tefsir-i Kebir, c. 5, s. 809’da şöyle diyor: “Uzlet bir şeyden uzaklaşmak manasınadır, Hz. İbrahim’in uzleti mekan ve yol açısından onlardan uzaklaşmasıdır.”

Nitekim siyer alimlerinin de yazdığı gibi Hz. İbrahim Babil’den Fars dağlarına hicret etti. Yedi yıl o dağların eteğinde yaşadı. İnsanlardan uzaklaştı. Daha sonra Babil’e geri döndü, davetini açıkladı ve putları kırdı. Bunun üzerine onu yakalayıp ateşe attılar. Allah-u Teala da ateşi ona soğuk ve selamet kıldı. Böylece risalet emrini ortaya çıkardı.

Kasas suresi 21. ayette de Hz. Musa hakkında şöyle buyurulmaktadır:

“Musa korka korka, (etrafı) gözetleyerek oradan çıktı ‘Rabbim! Beni zalimler güruhundan kurtar.’ dedi.”

Allah’ın büyük peygamberleri bile korku içinden kaçarlarken Peygamber (s.a.a)’in vasisi uzlete çekilemez mi?

Allah-u Teala, A’raf suresi 150. ayette de İsrail oğullarının Hz. Musa’nın gıyabında Samiri’nin kandırmasıyla buzağıya taptığını ve Musa’nın halifesi olan Harun’un ise sükutunu rivayet ettikten sonra şöyle buyurmaktadır:

“Kardeşinin başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi:) Anam oğlu bu kavim beni cidden zayıf gördüler ve neredeyse beni öldüreceklerdi.”

Kur’ân ayetlerinin de beyan etmiş olduğu üzere Hz. Peygamber (s.a.a) ve Hz. Musa’nın halifesi olan Hz. Harun tek başına olduğu ve ümmetin kendisini aşağıladığı bir sırada susarak kıyam etmemişlerdir.

Hz. Peygamber (s.a.a) de Hz. Ali (a.s)’ı Harun’un bir benzeri saymış ve Harun’un makamına sahip olduğunu açıkça beyan etmiştir. Hz. Ali (a.s) kendini, gerçekleşmiş bir olay karşısında tek başına bulunca Harun gibi sabr ve tahammül etmiştir.

Nitekim önceki geceler arz etmiş olduğum büyük alimlerinizin de kitaplarında yer alan rivayetler esasınca, Hz. Ali (a.s) zorla mescide götürülüp biat etmesi için üzerine kılıç çekildiğinde, Peygamber (s.a.a)’in kabrine gitmiş ve Harun’un Musa’ya söylediği şu sözü tekrarlamıştır:

“Ey Anam oğlu bu kavim beni cidden zayıf gördüler ve neredeyse beni öldüreceklerdi.”

Yani ey Resulullah (s.a.a) gör bak bu ümmet beni yalnız bıraktı, zayıf gördüler ve beni öldürmek istiyorlar.

Peygamber (s.a.a) bile Mekke’de 13 yıl sükut etti ve sonunda da geceleyin vatanından kaçmak zorunda kaldı.

O da önceki Peygamberler gibi taraftarları ve dostları olmadığı için sabretmiş, sonra da kaçmıştır. Tahammül edilemeyen şeylerden kaçmak Peygamberlerin sünnetidir. Hatta Hz. Peygamber (s.a.a) kudret zamanında bile kavminin bütün bidatlerini ortadan kaldıramadı.

Şeyh: Hz. Peygamber (s.a.a)’in bidatleri ortadan kaldıramadığına nasıl inanılabilir?

Davetçi: Hamidi Cem’un Beyn’es- Sahihayn’de, imam Ahmed bin Hanbel ise Müsned’de, Peygamber (s.a.a)’in Ümm’ül müminin Aişe’ye şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Eğer insanlar cahiliye zamanına yakın olmasaydı ve kalben inkar edeceklerinden korkmasaydım, Kabe’yi yıkıp Hz. İbrahim zamanında olduğu gibi dışarıda kalan bölümlerini de içine alır ve evi yere oturturdum. Doğu ve batı tarafına iki kapı açardım ve temelini Hz. İbrahim’in bina etmiş olduğu temel üzere kurardım.”

Beyler biraz insaflı olun, Peygamber (s.a.a) gibi o büyük makama sahip İlahi bir insan bile sahabesi arasında şirk ve küfrün eserlerini yok etme noktasında ihtiyatlı davranıyorsa (kendi alimlerinizin yazmış olduğuna göre) ve İbrahim’in binasında yapılan bidatleri değiştirip asıl şekline döndüremiyorsa, inatçı ve bağnaz ve hasetçi bir kavim karşısında Hz. Ali (a.s) gibi birisinin ihtiyat etmesi normal bir şeydir. Zira onlar fırsat kolluyor, dine büyük bir darbe vurmak istiyorlardı.

Nitekim Vasıti, İbn-i Meğazili ve Hatib-i Harezmi, kendi Menakıp’larında Peygamber (s.a.a)’in Hz. Ali’ye şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler:

“Ümmet sana karşı kinlidir, benden sonra sana hile yapacak, içlerinde olanı açığa vuracaktır; Allah-u Teala’nın sana mükafat vermesi için sabretmeni vasiyet ediyorum .”

Hz. Ali’nin Peygamber (s.a.a)’in Vefatından Sonra Muhalifleriyle Savaşmamasının Nedeni ve Allah İçin Susup Sabretmesi

Hz. Ali (a.s) hayatında asla kendini görmeyen yegane kahramandı. O sadece Allah’ı görüyordu, bütün varlığı Allah’ta fenaya ermişti. Kendini, yakınlarını, imameti, hilafeti ve riyaseti, sadece Allah-u Teala için istiyordu, düşmanları karşısında hakkını elde etmek için kıyam etmemesi de Allah-u Teala içindi. O, insanların tefrikaya düşüp cahiliyeye dönmesinden korkuyordu.

Nitekim Hz. Fatıma (a.s) hakkı gasp edildikten sonra ümitsizce evine dönüp Hz. Ali’ye şöyle arz ettiğinde:

“Anne karnındaki çocuk gibi evine kapanmışsın, itham edilmiş bir sanık gibi evine gizlenmişsin, atmacaların kanadını kırdıktan sonra şimdi zayıf kuşların kanadında aciz kalmışsın, onlara gücün yetmiyor. Halbuki Ebubekir zorla babamın evlatlarına bıraktığı maişeti kesiyor, bana karşı açıkça düşmanlık yapıyor ve benimle mücadele ediyor.”

Hz. Ali (a.s) bu çok uzun konuşmayı dikkatlice dinledi ve susunca da verdiği kısa bir cevapla onu ikna etti. Bu cümleden şöyle buyurdu:

“Ey Fatıma, ben din ve hakkı alma hususunda mümkün olduğu kadar gayret ettim. Sen bu dinin baki kalmasını ve babanın adının ebediyen minarelerden yükselmesini istiyor musun?”

Fatıma (a.s): “Bu benim en büyük arzumdur.” dedi.

Hz. Ali (a.s): “O halde sabretmen gerekir. Baban Hatem’ul- Enbiya bana vasiyetler etmiştir. Sabretmem gerektiğini biliyorum. Yoksa düşmanları zelil edecek ve hakkını onlardan alacak güce sahibim. Ama bil ki o zaman din ortadan kalkar; o halde Allah ve din için sabret. Zira ahiret senin için gasp edilen hakkından daha iyidir.”

Bu yüzden Hz. Ali (a.s), fitne fesat çıkmasın diye sabrederek İslâm’ı korumaya çalıştı. Nitekim kendi hutbe ve beyanlarında da buna defalarca işaret etmiştir.

Hz. Ali’nin, Susup Kıyam Etmemesinin Nedeni Hakkındaki Sözleri

Güvenilir alimlerinizden İbrahim bin Muhammed Sakafi, İbn-i Ebi’l- Hadid, (Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde) ve Ali bin Muhammed Hemedani şöyle rivayet etmekteler: “Talha ve Zübeyr biatlerini bozup Basra’ya doğru gidince, Hz. Ali (a.s) halka camide toplanmalarını emretti. Camide okuduğu hutbesinde Allah-u Teala’ya hamd-ü sena ettikten sonra şöyle buyurdular:

“Allah-u Teala Peygamber’ini aramızdan aldıktan sonra; “Biz Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti, yakınları, varisi, itreti ve dostlarıyız; O’nun rütbe ve makamına en layık olanlarız; Onun hakkı ve hakimiyeti hususunda ihtilaf etmeyiz” dedik. Ama bir grup münafık el-ele vererek hilafeti bizden aldılar, birbirine havale ettiler. Allah’a and olsun bu işten dolayı hepimizin gözleri ve kalpleri ağladı, göğsümüz kinle doldu. Allah’a and olsun ki, küfre döneceklerinden ve fitneye düşeceklerinden korkmasaydım, hilafeti değiştirirdim. Müslümanlar bana biat edinceye kadar onlar hilafetle meşgul oldular. Talha ve Zübeyr o gün bana ilk biat edenlerdendi. Onlar Müslümanlar arasında fitne ve iç savaş çıkarmak için Basra’ya doğru yola düştüler.”

Hakeza İbn-i Ebi’l- Hadid ve büyük alimlerinizden Kelbi, Hz. Ali (a.s)’ın Basra’ya doğru hareket ederken halka şöyle hitap ettiğini rivayet etmekteler:

“Peygamber (s.a.a) vefat ettikten sonra Kureyş aleyhimize birleşerek, tüm insanlardan daha layık olduğumuz o hakkı bizden aldılar. Ben Müslümanların tefrikaya düşmesinden korkarak sabretmenin daha iyi olduğunu gördüm. Zira eğer sabretmeseydim Müslümanlar arasında ihtilaf çıkar, kanlar dökülürdü. Çünkü Müslümanlar daha yeni İslâm’a girmişlerdi.”

O halde Hz. Ali (a.s)’ın Ebu Bekir’in hilafetine karşı susması hoşnutluğundan değildi. Zira Hz. Ali (a.s) bir yandan fitne ve kan dökülmesinden ve bir taraftan da dinin ortadan kalkıp küfrün galebesi ve irtidatlardan korkuyordu.

Nitekim altı aylık bir zaman zarfında susmuş, tartışmış, herkes O’nun hilafete karşı olduğunu anlamış ve alimlerinizin yazdığı üzere dinin korunması için biat etmiştir. Onlara, hilafetten hoşnut olduğundan değil, hakikatte İslâm’a yararı olduğundan dolayı yardımda bulunmuştur.

Nitekim Malik Eşter vesilesiyle Mısır halkına yazdığı mektupta bunu ifade etmiş, hem sükutunun ve hem de biatinin bizzat din için olduğunu açıkça beyan etmiştir. İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 4, s. 164’de bu mektubu şu şekilde rivayet etmiştir:

“Allah-u Teala, Muhammed’i alemler için korkutucu, Resulleri için de şahit olarak gönderdi. O göçtükten sonra Müslümanlar, hilafet hususunda çekişmeye başladılar. Allah-u Teala’ya and olsun, Peygamber (s.a.a)’den sonra bu işi Ehl-î Beyti’nden alacaklarını, bana engel olacaklarını aklıma bile getirmedim. Baktım, bir de ne göreyim! İnsanlar filana biat ediyor! İnsanların dinden döndüklerini, halkı Muhammed’in dinini iptal etmeye çağırdıklarını görünceye dek elimi tuttum, sabrettim. Fakat bu olaylar olurken, İslâm’a yardım etmezsem, onda bir gedik açılmasından veya yıkılmasından korktum. Çünkü bu musibet, benim için az bir zaman sürecek, sonra serap gibi yitecek, bulut gibi dağılıp gidecek olan hilafetten, size emir olmaktan daha büyüktü. Hemen işe koyuldum, batıl yok olup gidinceye, din bütünüyle istikrara kavuşuncaya kadar mücadele ettim.”

Hakeza İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi, c. 2, s. 35’de, İbrahim bin Saat bin Hilal-i Sakafi’den, o da kendi ricalinden, o da Abdurrahman bin Cündeb’den, o da babasından şöyle rivayet ediyor: “Mısır düşmanlar tarafından fethedilip Muhammed bin Ebi Bekir şahadete eriştikten sonra Hz. Ali (a.s) uzun bir hutbe irad etti. (Mısır ehline yazdığı mektuptaki cümleleri aynen ifade etmiş ve Peygamber (s.a.a)’den sonra Müslümanların durumu hakkındaki hoşnutsuzluğunu dile getirmiştir.) O hutbenin zımnında şöyle buyurdu:

“Adamın biri şöyle dedi: “Ey İbn-i Ebi Talib, sen bu hilafet işine çok hırslısın!” Ben de cevaben dedim ki: “Siz benden daha hırslı ve o makamdan daha uzaksınız. Hangimiz bu konuda daha hırslıyız? Allah-u Teala ve Resulü’nün bizlere karar kıldığı mirası ve hakkı isteyen ben mi, yoksa benim hakkımı elimden alan, benle hakkım arasında engel olan sizler mi?” Bunun üzerine o adam şaşırıp cevap vermekten aciz kaldı. Şüphesiz Allah-u Teala zalimler kavmini hidayete eriştirmez.”

Bu sözlerden ve vakit olmadığı için aktaramadığım diğer beyanlardan da anlaşıldığı üzere, Hz. Ali (a.s)’ın susup kıyam etmemesinin ve (alimlerinizin görüşüne göre) 6 aydan sonra biat etmesinin asıl nedeni, dinin yok olmasını ve Müslümanlar arasında fitne ve tefrikanın çıkmasını önlemekti. Bu O’nun hilafetten hoşnut olduğu anlamında değildir. Zira o gün Hz. Ali (a.s) kıyam etmiş olsaydı, defalarca kendisini kıyama teşvik edenler etrafında toplanır ve böylece bir iç savaş başlardı. Peygamber (s.a.a) dünyadan yeni gittiği, Müslümanlar cahiliye dönemine yakın olduğu ve henüz iman da kalplerine yerleşmediği için yabancılar, Yahudiler, Hıristiyanlar, Müşrikler ve hepsinden de önemlisi münafıklar bir bahane bularak İslam dinin, izzet ve esaslarını tehlikeye düşürebilirlerdi.

Hz. Ali (a.s), gerçekleri bilen biri olduğundan ve Peygamber (s.a.a)’in haber verdiği üzere, dinin esasının tamamiyle ortadan kalkmayacağını bildiğinden... dinin maslahatı için sabretmeyi kıyam etmekten daha uygun gördü. Zira kıyam edecek olsaydı, Müslümanlar arasında fitne çıkacak, düşmanlara fırsat verecek ve din tehlikeye maruz kalacaktı. Gerçi Peygamber (s.a.a) dinin bekasını haber vermişti. Ama Müslümanlar zelil bir duruma düşecek ve bir müddet İslam dini gerileyecekti.

Ama kendi hakkının ispatı için 6 ay sabretti. Birçok toplantılarda münazara ve tartışmalarla hakkı aşikar etti. Önceki geceler söylediğim gibi biat etmedi. Ama kıyam da etmedi. Tartışmalarda hakkı ispat etmeye çalıştı. Nitekim Şıkşıkıye hutbesinde bu manaya işaret ederek şöyle buyurmuştur:

“Allah-u Teala’ya and olsun ki, Ebi Kuhafe oğlu, yerimin hilafete nispet değirmen taşının mili gibi olduğunu bildiği halde hilafeti bir gömlek gibi giyindi. Oysa sel (ilim ve hikmet) benden akar ve hiçbir kuş (ilim ve bilgi fezasında) benim uçtuğum yerlere uçamazdı. Ben böyle olmama rağmen hilafetle arama bir perde çektim, onu koltuğumdan silkip attım. Başladım düşünmeye; kesilmiş el ile (yar-u yaver olmaksızın) saldırıya mı geçeyim, yoksa kapkaranlık körlüğe (halkın sapmasına) sabır mı edeyim? Öyle bir karanlık körlük ki bu büyüğü tamamıyla yıpratır, küçüğü tümüyle ihtiyarlatır, mümin kimse de Rabbine ulaşıncaya dek bu karanlık körlükte zahmetten zahmete düşer. Gördüm ki sabretmek daha gerekli; gözümde diken, boğazımda kemik olarcasına sabrettim. Mirasımın yağmalandığını görüyordum. Nihayet birincisi (Ebu Bekir) yolunu tamamlayıp hilafeti kendinden sonrakinin ( Ömer İbn-i Hattab’ın) kucağına attı...”

Bu hutbe baştan sona kadar Hz. Ali (a.s)’ın iç dünyasındaki dertleri yansıtmaktadır.

Şıkşıkıyye Hutbesine Yönelik Eleştiri ve Yanıtı

Şeyh: Evvela; bu hutbede onun iç dertlerini gösteren bir delil yoktur. Ayrıca bu hutbe Hz. Ali’ye ait değildir. Seyyid Rezi’nin kendi ifadeleri olup Hz. Ali’nin hutbelerine eklenmiştir. Hz. Ali (k.v) halifelerin hilafetinden şikayetçi değildi. Onlardan tümüyle hoşnuttu, onların yaptığına da razıydı!

Davetçi: Bu beyanınız aşırı bağnazlığınızı göstermektedir. Zira Hz. Ali (a.s)’ın hilafet konusundaki şikayetlerini önceden arz ettim. Hz. Ali (a.s)’ın yürek acısı, bu hutbeyle sınırlı değildir ki kusur bulasınız. Bu hutbeyi Seyyid Rezi’ye isnat etmeniz ise inadınızı, itidalden çıktığınızı ve bağnaz seleflerinize taklit ettiğinizi ortaya koyuyor.

Dikkatlice okumuyorsunuz, dikkatlice okuyacak olursanız bu hutbenin Hz. Ali’ye ait olduğunu anlarsınız. Büyük alimlerinizden İzzuddin Abdulhamid bin Ebi’l- Hadid, Şeyh Muhammed Abduh, Şeyh Muhammed Hızri, (Muhazarat-u Tarih’il İslâmiyye s. 127’de) bu hutbenin Hz. Ali (a.s)’a ait olduğunu itiraf ederek onu şerh etmişlerdir.

Son zamanda bazı bağnazlar, inat üzere şek ve şüphe çıkarmaya çalışmışlardır. Sünni ve Şii 40’dan fazla Nehc’ul- Belağa’yı şerh eden alimlerden hiçbirisi, böyle bir şey söylememişlerdir.

Seyyid Razi’nin Durumuna İşaret

Ayrıca, büyük takva sahibi Seyyid Rezi böyle bir şeyi Hz. Ali (a.s)’a isnat etmekten münezzehtir. Nehc’ul- Belağa’nın hutbelerini dikkatlice okuyanlar ondaki fesahat, belâgat, lafız çekiciliği mana yüceliği, ilmi ve felsefi hazineleri anlamıştır. Sadece Seyyid Rezi değil, hiç kimse gayb alemine bağlanmadan böylesine kelimler sergileyemez.

Nitekim büyük alimlerinizden İbn-i Ebi’l- Hadid ve Şeyh Muhammed Abduh bu hutbedeki elfaz çekiciliği, mana güzelliği ve üslûp sebebiyle bu hutbenin kesin Hz. Ali’ye ait olduğunu itiraf etmiş ve bu hutbede kullanılan kelimelerin, Allah’ın kelamının altında, ama insanların kelamının üstünde olduğunu vurgulamışlardır.

Ayrıca Seyyid Rezi’nin nesir veya şiirleri, Şii ve Sünni kaynaklarda detaylıca yer almıştır. Bunları karşılaştırınca aralarında büyük bir farkın olduğu görünmektedir.

Nerede toprağın temiz alemle arkadaşlığı.

Nerede zerrenin güneşle beraberliği?

Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid, Musaddık bin Şebib’den, o da İbn-i Haşşab’tan şöyle rivayet etmektedir: “Sadece Seyyid Rezi değil, hiç kimse bu üslup ve güzel tarzla öylesine kelimeleri ifade edemez. Rezi’nin kelimeleri, bu hutbelerin kelimelerinden çok uzak ve farklıdır. Mukayese bile edilemez.”

Şıkşıkıyye Hutbesi, Seyyid Razi’nin Doğumundan Önce Kitaplarda Yazılıydı

İlmi kaideler ve akli ölçülerden de öte, Şii ve Sünni tarihçiler ve hadisçilerin çoğu, Seyyid Rezi ve merhum babası Ebu Ahmed Nakıb’ut- Talibiyyin daha doğmadan önce bu hutbeyi rivayet etmişlerdir.

Nitekim İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde şöyle diyor: “Bu hutbeyi Mutezile imamı olan yani daha Seyyid Rezi doğmadan, Abbasi Halifesi Muktedir Billah zamanında yaşayan üstadım Ebu’l- Kasım Belhi’nin kitaplarında çok gördüm.

Hakeza Ebu’l- Kasım Belhi’nin öğrencisi olan ve Seyyid Rezi’nin doğumundan önce vefat eden meşhur mütekellim Ebu Cafer bin Kubbe’nin Kitab’ul- İnsaf’’ında da gördüm.”

Hakeza İbn-i Haşşab diye bilinen Şeyh Ebi Abdillah bin Ahmed’den şöyle rivayet etmektedir: “Bu hutbeyi Seyyid Rezi’den iki yüzyıl önce yazılmış kitaplarda da gördüm. Hatta bazı edebiyatçılar bu hutbeyi, daha Seyyid Rezi’nin babası doğmadığı bir tarihte kaleme almışlardır.”

Kemaluddin Meysem bin Ali bin Meysem Behrani Nehc’ul- Belağa Şerhi’nde şöyle diyor: “Bu hutbeyi iki yerde gördüm, birincisi Seyyid Rezi’nin doğumundan 60 yıl önce, Vezir bin Fırat’ın hattıyla yazılmıştı. İkincisi Seyyid Rezi’nin doğumundan önce vefat eden Ebu’l- Kasım Ka’bi’nin öğrencisi Ebu Cafer bin Kubbe’nin Kitab’ul- İnsaf’ında gördüm.”

O halde bu deliller ışığında, bu hutbeyi reddeden bazı çağdaş alimlerinin ne kadar bağnaz ve inatçı oldukları ortaya çıkmaktadır.

Ayrıca bu hutbeyle ilgili görüşleriniz, önceki gecelerde rivayet ettiğim, kendi muteber kitaplarınızda da yer alan Hz. Ali (a.s)’ın yürek acısını ifade eden diğer hutbe ve sözleri olmadığı takdirde dikkat çekebilirdi. Halbuki İbn-i Ebi’l- Hadid Nehc’ul- Belağa Şerhi c. 2, s. 561’de Hz. Ali (a.s)’ın hutbesini detaylı olarak şöyle rivayet etmektedir:

“Resulullah (s.a.a), başı göğsümde olduğu halde vefat etti. Ağzının kanı elime akmıştı da onu yüzüme sürmüştüm. Melekler, O’nu yıkarken bana yardım ediyordu. Evin altı üstü feryat ediyordu. Bir grup melek iniyor, bir grup da göğe çıkıyordu. O’nu yatacağı yere koyuncaya kadar, meleklerin selam ve dua sesleri, feryat ve figanları kulağımda çınlıyordu. Ölüyken de diriyken de O’na benden daha yakın, bu işe benden daha layık kim var! Kafanızı çalıştırın, düşmanınızla savaşma niyetinizde sadık olun. Kendisinden başka ilah olmayan Allah-u Teala’ya and olsun ki, ben dosdoğru hak yoldayım; onlar, ayakları kaydıran batıl yoldalar.”

Bütün bunlara rağmen Hz. Ali’nin, muhaliflerini hak kabul ettiğini, onlara darılmadığını ve razı olduğunu mu beyan ediyorsunuz? Değerli Şeyh, hak ve apaçık gerçekler bu tür sözlerle örtülemez. Lütfen Tövbe suresi 32. ayeti dikkatlice okuyun. Allah Teala buyuruyor ki:

“Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler istemese de Allah kendi nurunu tamamlamaktan vazgeçmez.”

Bu takdirde, hakkın yok olmayacağını siz de tasdik edeceksiniz.

Allah’ın yaktığı bir meşaleyi,

Cahil üfürürse sakalı yanar.

Şeyh: Vakit çok geç oldu, siz de yoruldunuz, yorgunlukla konuştuğunuz malumdur. Oturumu burada sona erdirelim, diğer açıklamalarınız Allah’ın izniyle yarın akşama kalsın.

 

[1] - “Hani İbrahim babası (amcası veya üvey babası) Azer’e: “Bir takım putları tanrılar mı ediyorsun? Doğrusu ben seni de, kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum, demişti.” (Enam/74)

[2] - Bakara/133.

[3] - Şuara 219.

[4] - Meryem/43.

[5] - Nisa/145.

[6] - Örneğin: Ebu’l- Ferec, İbn-i Cezvi, son olarak da büyük alim Seyyid Muhammed bin Akil el-Alevi bu konuda kitaplar yazmışlardır.

[7] - Nisa/116.

[8] - “Allah birdir, Allah’dan başka tanrı yoktur, eşi ve ortağı da yoktur, Muhammed benim kulum ve resulümdür ve ben onu Ali ile güçlendirdim.”

[9] - “Allah’dan başka tanrı yoktur, Muhammed Allah’ın elçisidir ve onu Ali ile güçlendirdim.”

[10] - “Allah’dan başka tanrı yoktur, Muhammed Allah’ın elçisidir, Ali Allah’ın velisi ve Peygamber’in kardeşidir; gökle yer yaratılmadan iki bin yıl önce.”

[11] - “Allah’dan başka ilah yoktur, Muhammed Allah’ın resulüdür ve onu veziri olan Ali ile teyit ettim.”

[12] - “Ben Allah’ım, benden başka tanrı yoktur, tekim, Muhammed benim habibimdir, halk arasında ona veziri olan Ali ile yardım ettim.”

[13] - “Ben Allah’ım, benden başka tanrı yoktur, tekim, Muhammed benim habibimdir, halk arasında ona veziri olan Ali ile yardım ettim.”

[14] - “Ben Allah’ım benden başka tanrı yoktur, tekim, Muhammed benim habibimdir, halk arasında ona veziri olan Ali ile yardım ettim.”

[15] - Enfal/ 62.

[16] - “Allah’dan başka ilah yoktur, birdir, eşi yoktur, Muhammed benim kulum ve elçimdir; O’nu Ali bin Ebi Talib ile güçlendirdim ve yardım ettim.”

[17] - Bakara/35.

[18] - Necm/3-4.