Şeyh Edip Rahbay’ın Anıları
1896-1974
Düzenleyen: Enis Emir
Bismillâhirrahmanirrahîm
SUNUŞ
«Şeyh
Edip» 1896 yılında Antakya'da dünyaya gelmiş ve 1974
yılında Hatay'ın kazası Samandağ’ında
Allah'ın rahmetine kavuşmuştur. Bu kitapçık, Şeyh
Edip'in seyahati esnasında yapmış olduğu bâzı
sohbetlerinden bahseder.» [Kitapçığı, Şeyh Edip'in arapça
ile yazmış olduğu günlük defterinden aynen türkçeye tercüme
ettik. Kendimizden ancak şeyh Edip'in zikretmiş olduğu hadislere
isnâtlar vermekle yetindik.]
Sayın
okuyucular,
Şeyh
Edip taasuba daima karşı olup, hiç bir zaman müslümanların
arasında bulunan tefrika ve ihtilafları, hakiki İslâm dinine
karıştırmamıştı. Aynı zamanda, bir
tarafı kötüleme gayesini hiç edinmemişti.
Şeyh
Edip için, hak ve hakikati İslâm hukukuna tabi bir şekilde belirtmek
mühim ve gerekliydi. Şüphesiz kitapçığın içindeki bâzı
konular, okuyucular için tuhaf ve ters gelebilir. Bunun nedeni ise,
yüzyıllardır müslümanları birbirinden uzaklaştıran ihtilâf
konularının açıkça tartışılmamasıdır.
Geçmişte vakî olup, bizleri halen etkisi altına alan ihtilâf konuları
ne yazık ki örtbas edilmiş ve çıkmaz bir yola
sevkedilmiştir.
Kitapçıkta
ihtilaf konuları çok yerde ele alınmıştır. Tüm
okuyucuların, kitapçığı hiçbir taasuba yer vermeden, tam
tetkik ve hür vicdanla okumaları en büyük istek ve dileğimizdir, bunu
çok rica ediyorum.
Dinde
herkes hürdür, dinde hiçbir zorlama yoktur. Yazımı Allah'ın
buyurmuş olduğu "İnananlar ancak ve ancak,
kardeştirler, artık kardeşlerinizin arasını düzeltin,
barıştırın, uzlaştırın onları ve Allah'tan
çekinin de acınmışlardan
olun." emrî celîlini hatırlatıp bitiriyorum.
Başarıya
eriş, Allâhu Taâlâ'dan, lütuf ve şefaat Rasûl-i Ekreminden (S.M.) ve
Ehl-i Beyt'indendir.
Allah'ın
esenliği ve rahmeti okuyanlara ve okutanlara olsun.
24.03.1988
Augsburg,
Batı Almanya Terceme edip, basıma hazırlayan
Enis
EMİR
Bu
kitapçık, Şeyh Edip Maruf el-Antaki'nin kendisiyle, hayatı
boyunca, yaşamış olduğu insanlar tarafından, soru ve
cevap tarzıyla tartışmalarını, dini ihtilafları ve
mezhep görüşleri ihtiva etmektedir.
Yapmış olduğu dini
tartışmalardan biri:
Yer: Halep
(Suriye), Yıl: 1952
Halep
şehrine vardığımızda, Lazkiye oteline indik. Otelin
müdürü, haccı Muhammed adında biri idi. Otele girdiğimizde,
müdar haccı Muhammed başını biraz salladı. Ona selam
verip yaklaştım. Haccı Muhammed, selamıma
"merhaba" ile karşılık verdi. Sonra haccı
Muhammed:
"Sizler
nereden geliyorsunuz?" diye sordu.
Ben
:
"Bizler
Antakya'dan geliyoruz." Dedim.
Haca Muhammed:
"Aklıma,
sizlerin Lazkiye'den olduğunuz, geldi. Sizlerin Kürsana karyesinden
Şeyh Ali gibi alevi şeyhlerinden olduğunuzu zannettim."
Dedi.
Ben
:
"Evet,
fikrin ve zannın yerindedir. Ben Şeyh Ali Efendi gibi alevi
şeyhleri arasında yerim vardır. Kalbin ne zannettiyse
yerindedir. Herşeyden önce öğlen namazımızı
kılmamız gerekiyor. Sonra kendini her sevdiğin soru için
hazırla." Dedim.
Haccı
Muhammed:
"Başüstüne,
hemen olacak" Dedi.
Haccı
Muhammed, terlik ve seccadeyi hazırlar. Biz de abdest alıp,
Alevî-Caferi mezhebine uygun bir şekilde, yalnız dört farz
rekatlarını kılmak şartıyla namaza durup
kıldık. Namazdan sonra, Haccı Muhammed sandalye getirip:
"Buyurun,
benim yanıma oturunuz." Dedi. Hepimiz oturduktan sonra Haccı
Muhammed:
"Esselâmu
aleykum." Dedi.
Ben:
"Aleykesselâm."
Dedim.
Haccı
Muhammed:
"Allah
sizden kabul etsin." Dedi.
Ben:
"Allah
sizleri hayırlı kılsın." Dedim.
Haccı
Muhammed :
"Şeyh
Ali defalarca otelde yatmıştı velakin hiç bir zaman namaz
kıldığını görmedim. Sizler ise otele
girdiğiniz ilk saatte namaz kıldınız, bu acaiptir."
Ben:
"Eğer
Şeyh Ali namaz kılmadıysa, mazur olmalı."
Haccı
Muhammed: "Özürü nedir?"
Ben:
"Şeyh
Ali'nin, sana karşı zannı, benim sana karşı etmiş
olduğum zan gibi değildir. Şeyh Ali, seni Emevîlerden
zannetmiş olmalı ki, o toplum Yezid'in tarafında küfre
sapıp, Kerbelâ faciasında onlara İmam-ı Hüseyin'in
kanını dökmek, hatta onu öldürmenin helal olduğu
toplumdur. İşte şeyh Ali, bu zannından dolayı senin
otelinde namazını kılmamış olmalı. Zira İmam-ı
Hüseyin'i öldürmenin helalliği sabit olan bir insanın evinde
namaz caiz değildir. Lâkin zannederim ki, Hüseyin'in kanını
dökmenin helal olduğuna kanaat getiren, bu zamanda kimse yoktur. O
zamanın insanlarından şimdi dünyada bir şahısın
kalmadığına inanıyorum. Şimdiki zamanın
insanlarının çoğunda, ilim mahareti mevcuttur.
Vicdanlarının, Yezid'e ve babasına razılıkta
bulunmalarına müsaade etmeyeceğine güveniyorum. Buna dayanarak,
kalbim kuvvetli olup, namazın böyle insanların mahallinde caiz
olduğuna inanıyorum."
Haccı
Muhammed :
"Evet,
doğruyu söylüyorsun. Şimdi bu zamanda, Hasan ve Hüseyin'in
katline ve onlara lanet edilmesine razı olacak bir insanın mevcut
olduğuna ben de inanmıyorum.
Onlara lanet eden bir şahıs var mıydı?"
Ben:
"Evet
vardı. İmam-ı Ali'ye, Muaviye'nin zamanında her cuma namazında
küfretmek şart edilmişti. Bu şart, Ben-i Ümeyye devletinin
bekası müddetince 83 sene devam etmişti. Ömer bin Abdüiaziz'in
saltanatı zamanında bu şart zahiri olarak kaldırılmıştı.
Gizlide ise bu küfretme işi Yezid'in ehlinde ve şimdi Yezidiler diye
tanınan toplumda devam etmiştir.
Haca
Muhammed:
"Ali
bin Ebi Talib'e lanet edenlere Allah lanet etsin."
Ben:
"Amin,
Allahumma amin."
Haccı
Muhammed:
"Benim
Ali bin Ebi Talib'e sövenlerden olmadığıma dair bir
şüphe kaldı mı?
Ben:
"Sen
bana görüşünü arzetmeden önce, senin Ali bin Ebi Talib'e sövenlerden
olmadığına inandım. Aynı zamanda senin huzurunda namaz
kıldım. Kalbimde, senin Ali bin Ebi Talib'e sövenlerden uzak
olduğundan emindim. Lakin bir şey var ki, bu söylediğin
sözlerden sonra sana zor ve şiddetli gelir."
Haccı Muhammed:
"O şey nedir?"
- Ben:
"O
teberrinki, her Ali bin Ebi Talib'e lanet edene lanet ettin. Ben-i Ümeyye
devletinin tümü Ali Bin Ebi Talib'e lanet etmişti. Sana caiz olur mu hiç,
hem onları (Emevileri) lanet edersin, aynı zamanda onların yolu
üzerinde, görüşlerine muvafık olarak, onlardan razı olup
onların hizbinden görünürsün. Eğer, Ali'yi lanet etmezsen ve
lanet edilmesine razı olmazsan sana nasıl caiz olur ki böyle
bir fiilde bulunanlara (Emevilere) muvafakat edersin?"
Haccı
Muhammed: "Kim bunlar?"
Ben:
"Muaviye ve hizbi, Mervan ve hizbi."
Haccı
Muhammed:
"Ben
ancak Muaviye'den ve babasından razı olurum."
Ben:
"Muaviye kendisi, Ali'ye karşı savaşan, Osman'ın öldürülmesine
sebep olan, İslâmın içine fitneyi atan, İmam-ı Hasan'ın
zehirlenmesini sağlayan, oğlu Yezid'e hayatında beyat edip
insanları da beyata zorlayan ve tüm ihtilafların çıkmasına
sebep olandır. Muaviye'nin yüzünü tarihi karartmıştır, anası
Hind, hazreti Hamza râdiallah anhu'nun ciğerlerini çiğnemişti.
Muaviye'nin babası Ebu Süfyan tulekadan(1) olup, islamı hayatı
boyunca sabit olmamıştı. Huneyn gazvesinde Ebu Süfyan'ın
daha müslüman olmadığı sözlerinden belli olmuştu.
Huneyn günü, müslümanların bir kısmı kaçınca buna çok
sevinen Ebu Süfyan'in şöyle dediği: "Denizden başka
kaçacacak yönünüz kalmadı."(2) tarih kitaplarında
mevcuttur. Ebu Süfyan'ın küfrü, cehaleti ve İslama
yaptığı eziyetler meşhurdur."
Haccı
Muhammed:
"Evet,
doğruyu soyuyorsun. Ben onlardan değil ve onlardan razı
olmam."
Şeyh
Edip:
"Ama
önce bana dedin ki, sen Muaviye ve babasından
razısın."
Haccı
Muhammed:
"Kendimi
Muaviye'yi yapmış olduğu günahlardan dolayı, kurtaracak bir
kudrette görmediğim için, onu babasıyla beraber saymayı,
zaman beni mecbur etti."
Ben:
"Ben
Muaviye'nin durumunu ve ne olduğunu tahkik ile bildirirsem, senin
Muaviye'nin yol ve meşrebinden dönmen lazım olacak."
Haccı
Muhammed:
"Muaviye'nin
meşrebinden dönmem."
Ben:
"Muaviye'nin
meşrebi nedir?"
Haccı
Muhammed:
"İslâmdır."
Ben:
"Eğer
meşrebi islâm olup, imanı yoksa?"
Haccı
Muhammed:
"Bunun
böyle olduğunu görmüyorum."
Ben:
"Rasulullah,
sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem şöyle buyurmuşlar:
- Ali
bin Ebi Talib’i sevmek iman; onu buğzetmek ise küfürdür.(3)
-
Kim Ali'ye karşı savaşırsa, bana karşı
savaşmış olur. Bana karşı savaşan da, Allah'a karşı
savaşmış olur.(4)
Muaviye
ise Ali'ye, buğz edip, ona lanet etti ve onunla savaştı. Sen de
halen diyorsunki, ben ondan razı olmam, fakat onun mezhebindenim. Bu da
akıllı vicdanın kabul etmeyeceği şeylerden biridir.
Zira akıl ve mantığın kanununda, Rasulullah'ın (s.a.a)
sevmiş olduğu ve sevmesinin iman, onu buğz etmenin de küfür, onu sevmenin
imanın bir işareti olarak tebliğ ettiği Ali'yi hem sevsin,
aynı zamanda da Ali'nin mezhebini ve tarikatını terk edip,
Ali'ye, lanet edip ona buğz eden ve
onunla savaşan Muaviye ile aynı yolda olması hiçbir insana caiz
olamaz. Muaviye'nin mezhebinden olan birine sorsan ki: Ali bin Ebi Talib'i
sever misin? cevabı hemen şöyle olur: Evet, Ali bin Ebi Talib'i
severim. Lâkin öyle birine, Ali'nin mezhebini arzetsen, sana der ki: Ben
Alevî olmayı kabul etmem. İşte bu, acaib ve garip bir
şeydir."
Haccı
Muhammed:
"Ey
Şeyh, ben hanefi müslümanlardanım.
Ben:
"İmam-ı
Ali de, ancak eski ve önce olan İbrahim Aleyhisselam'ın hanif
mezhebini kabul etmekteydi. Ey haccı, sen Ali'den daha mı
kıdemlisin?"
Haccı
Muhammed:
"Bilakis,
Ali benden daha kıdemlidir."
Ben:
"Eğer
Ali senden daha kıdemli, daha bilgin ve Resulullah'a (s.a.a) senden daha
yakın ise..."
Haccı
Muhammed: "Evet öyledir"
Ben:
"Sana
caiz olur mu, her dediğime evet, deyip, aynı zamanda da Muaviye'nin
tarafını ve mezhebini tutarsın? Ben, Hanefi müslümanlardanım
demen, senin Muaviye'nin meşrebinden olmadığına bir
delildir. Sen zannediyorsun ki, Ali ve ehli, mezhepleri ve mezheplerin var
olmalarına sebep olan şahısları tanımazlar. Ey
Haccı Muhammed, bilmelisin ki, senin mezhebin İbrahim Aleyhisselam'ın
hanif mezhebi değildir. Mezhebin, Ebu Hanife Numan bin Sabit el-Kufi'nin
mezhebidir. Ebu Hanife, 80 Hicride, Abbasi devletinin Ehl-i beyt’e zulmettiği
bir zamanda doğmuştu. Bilmelisin ki, şayet senin mezhebin hak
olsaydı, Ehl-i Beyt senden daha önde ve daha hırslı bir
şekilde onu severlerdi. Lâkin sen, Ebu Hanife mezhebinin ortaya çıkma
sebeplerini bilseydin, Ehl-i Beyt için sonuna kadar kan
ağlardın."
Haccı
Muhammed:
"Güzel,
o zaman bana, bu mezhebin ortaya çıkma nedenlerini anlat. Sana
şimdiden teşekkür ederim."
Ben:
'Tarihin
üzerinde duran herkese malumdur ki, Abbasiler iş başına
geçebilmek için, iddialar ile başlamışlardı. Emevîlerin,
Ehl-i Beyt’i altederek, zulmen, inaden ve küfren öldürdüklerini, halk
arasında yaymayı başardılar. Özellikle Kerbela
faciasının, toplum üzerinde yaptığı tesiri
düşünerek, Kerbela'nın intikamı için olduğunu, halk
arasında tesirli bir şekilde yaydılar. Hakikaten, şüphesiz
Muaviye ve Mervan'ın zamanında Ehl-i Beyt’e yapılanlar, Resulullah'ın
(s.a.a.) ne şeriatında ne de kitabında yeri olan ve hiçbir putun
bile vicdanına muvafakat etmeyek hareketlerdi.
Abbasiler,
Emevilerin Âli Muhammed'e (s.a.a) yaptıkları zulümden
dolayı fırsat bulup, çok geniş iddialarıyla halkı
Emeviler’e karşı içtihada çağırıp, islâmı
kötü bir tarihten kurtaracaklarını bildirdiler. Emevîler’e
defalarca hücumlar ederek, sonunda fitneyi doğu ve batıya saçarak
zalim gaddar Emevilerin saltanatlarını yıkmayı
başardılar. Ben-i Ümeyye ve Ben-i Mervan'ın tümüne
ölümü saçıp, eserlerini yok ederek saltanat kürsüsüne oturmayı
başardılar. Saltanat lezzetini tadan Abbasiler, Ehl-i Beyt’in haklarını
göremez oldular. Gizlice Ehl-i Beyt’in katlini planlamaya
başladılar. Emevilerin yaptıkları zulümlerden daha
müthiş bir şekilde, işe başladılar. Abbasilerin, Ehl-i
Beyt adına başa geçip sonra onları öldürmeleri, tarih
ehline korku vermişti."
Haccı
Muhammed:
"Evet,
bu Abbasilerin işiydi. Kendilerini Ehl-i Beyt’le amcaoğulları
saydıkları halde, bütün bu zulümler onlardan çıktı.
Yaptıklarını akıllı vicdan, hiçbir zaman kabul etmez. Şeyh efendi,
bana bu düşmanlığın sebeplerini
açıklamalısın."
Ben:
"Seffah
(Ebu'l Abbas Abdullah) (5) ve İmam
Ali Zeyn'el Âbidin arasında bir konuşma oldu. Seffah hac ettiği
zamanda, Resulullah'ın (s.a.a) kabrini ziyarete gitmişti. Ravzaya
girdiğinde İmam Zeyn’el Âbidin (as) de mevcut idi. Seffah, Resulullah'a
(s.a.a) hitaben şöyle dedi:
-
Selam üzerine olsun ey amcamın oğlu Muhammed. Müjden olsun, ben
amcanın oğlu, senin halifen oldum. Senin kitabını
taşıdım, adaletini yükselttim, şeriatını
yaydım, hükümlerini icra ettim. Emevilerden, Hüseyin'in kanı, Ehl-i
Beyt’ine zulmettikleri, dövdükleri ve diyarlarından kovdukları
için intikamını aldım. Emeviler, senin haram
kıldıklarını helal ettiler, herkesin önünde
haramları kendi nefisleriyle işlediler. Günah, zina ve zulümler
yaptılar. Şiândan olan muhiplerine (sevenlerine) zorluklar
çektirdiler. Sana düşman olanları, kendilerine yakın ettiler.
Ben senin amcanın oğlu, kabrin üzerinde durup, seni ziyarete
gelmişim. Yürüyerek seni ziyarete gelip, sana ve Ehline selât okuyorum.
Ben senin Ehlinden ve amcanın oğluyum.
İmam
Ali Zeyn'el Âbidin, Seffah'ın bitirmesi için kenarda
beklemişti. Seffah, bitirdikten sonra onun hizasına kadar ilerleyip,
yüksek sesle şöyle konuşur:
-
Selam sana olsun, ey babam, Allah’a ant olsun ki, Seffah'ın kendi
hakkında söyledikleri yalandır. Kendisi, değiştirdi,
tahrif etti, zulmetti, öldürdü ve tüm haramları serbest
kıldı. Bizler de, ey babam (6) bugün Seffah'ın, zulmü ve
eziyeti altındayız. Bizleri sevenlerin çoğunu öldürdü ve
geride kalanları dünyanın dört tarafına kovdu. Böylece
bizler kendi vatanımızda yabancı olduk. Bize
yaklaşanların hepsini öldürdü. Ey babam, Seffah kalkıp,
yeni mezhep icat ettirdi. Bu mezhebiyle ancak Kurân’ı yalanlamaya
uğraşmaktadır.
Bu
sözleri duyan Seffah, boğulur bir duruma düşüp, toplanan
insanların önünde kendini biraz olsun temize çıkarabilmek için
şöyle der:
-
Yalan, Muhammed (s.a.a) senin baban değildir.
İmam
Zeyn'el Âbidin:
-
Evet, Muhammed (s.a.a) benim babamdır.
Seffah
:
-
Baban olduğunu tespit et.
İmam
Zeyn'el Âbidin:
- Resulullah
Muhammed (s.a.a) hayatta olsaydı, benim bJr kızım olsa seninde
bir kızın olsa, Rasulullah'a (s.a.a) hangimizin kızını
almak caiz olurdu?
Hazır
olanlar:
-
Rasulullah'a (s.a.a) ancak amcaoğlunun kızını almak caiz
olurdu.
Bunun
üzerine Seffah öfkelenip:
-
Bunu, sana ömrüm boyunca unutmayacağım.
İmam
Zeyn'el Âbidin de ağlayıp, Seffah'ın zulümlerini Rasulullah'a
(s.a.a) şikayet etmeye devam eder.
“Ey
haccı Muhammed, işte bu olay düşmanlığın
görünen nedenlerinden biriydi. Saklı kalan nedenler ise, Abbasilerin
tarihi meşhur ve Ebu Hanife'nin tarihi de mevcuttur. Abbasilerin, Ehl-i
Beyt’e karşı düşmanlıkları olmasaydı, herhangi
bir mezhep ortaya çıkabilir miydi? Hakikaten Abbasiler, Ebu Hanife'den
razı olmasaydılar, onun ve başkasının mezheplerini
devletçe kabul ederler miydi?”
Haccı
Muhammed:
"Doğrudur,
ve senden, gerçekten olağanüstü bir şekilde memnun oldum."
Ben:
"Eğer
sözlerim sana ağır geliyorsa, bu konuyu kapatalım."
Haccı
Muhammed:
“Vallahi, sözlerin bana ilaç ve şifa gibi geliyor.”
Ben:
O zaman, sana soruyorum, senin Ali bin Ebi Talib'ten daha ulu bir imamın
var mı?"
Haccı
Muhammed: "Ali bin Ebi Talib'ten daha değerli, ulu ve bilgili bir
imamın bulunması imkansızdır."
Ben:
"Eğer bu tanıklığın tüm kalbinden ise, Ali'nin
sevenleri ve taraftarlarından (aleviler) olman gereklidir."
Haccı
Muhammed: “Vallahi bu tanıklığı, tüm kalbimden söylüyorum.”
Ben:
"Eğer kalbiyyen bunu söyledinse, sen gerçek bir Alevisin."
Haccı
Muhammed: "Ben Hanefi mezhebindenim, Ali'yi sever."
Ben:
"Yine aynı davaya mı döndük? Ebu Hanife Numan bin Sabit'in
mezhebi Abbasi halifesi tarafından, Ehl-i Beyt’e karşı icat
edildi. Abbasiler Resulullah'ı (s.a.a) yalanlamak istemişlerdi. Zira Resulullah
(s.a.a) Ehl-i Beyt hakkında şöyle buyurmuşlardı:
- Ehl-i
Beyt’imin aranızdaki misali, Nuh Aleyhisselam'ın gemisi gibidir. Onlara
tutunan kurtulur, onları terkeden boğulur.(7)
-Onlara
bir şey öğretmeye kalkışmayın, onlar sizden daha
bilgilidirler. (8)
Sana
önceden, mezheplerin niye ortaya çıktıklarını beyan
etmiştim. Abbasiler, Ehl-i Beyt’in hakkı olan hilafeti ellerinden
alıp, devamlı bir şekilde saltanatlıklarını
yaşatmak istiyorlardı."
Haccı
Muhammed: "Ey kardeşim, mümin bir müslümanın mezhepsiz
olması caiz olabilir mi?"
Ben:
"Sözlerinde durabilecek bir kuvvete sahip misin?"
Haccı
Muhammed: "Ben daima sözlerine sabit olan biriyim. Mezhebi olmayan
müslümana mümin olması caiz olmaz."
Ben:
"Sözlerin, senin nefsin üzerine tehlikeli olacak. Bundan kurtulmana
imkan yok artık."
Haccı
Muhammed: "Aklımda olmayan bu tehlike nedir?"
Ben:
"Buyurun, bu tehlikenin, islamın esaslarını nasıl
yıktığını gör. Resulullah (s.a.a) mezhepsiz
öldü, ona ne diyeceğiz, imanlı mı yoksa haşa kafir
olarak mı öldü?
Haccı
Muhammed: "Allah-û ekber, evet bu durum zordur. Tehlikeli ve islâmı
yıkacak bir niteliktedir."
Ben:
"Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali hepsi mezhepsiz öldü. Fikrini
düzelt zira bu, çok tehlikeli ve islâmın esaslarını yıkan
bir durumdur. Şayet bu durumda kalırsan..."
Haccı
Muhammed, sözümü kesip: "Allah-û ekber, Allah beni affetsin, bilmeden
işlediğim hatadan dolayı tövbe ediyorum. Acaba Ebu Hanife
yalnız mı, yoksa Şafii'demi hatalıydı?"
Ben:
"Şafîi, Ebu Hanife'den daha hatalıydı. Zira o, Ali ve
ehlinin faziletlerini kabul edip, onları her zaman medhetmişti. Hatta
her hazır olduğu yerde ve kitaplarında, onları
methetmişti. Lâkin, Ehl-i Beyte tabî olmakla devam etmedi. Nefsini yenemeyip,
Rasulallah'ın (s.a.a) yalnız Ehli Beyte mahsus
kıldığı, imamet makamına sahip olmak istedi.
İkincisi, Ebu Hanife'nin mezhebini kabul etmeyip, birçok yerde ona muhalefet
etti. Sen Şafii hakkında hangi görüştesin?"
Haccı
Muhammed: "Değerli ve bilgindir."
Ben:
"Şafii mi daha bilgindir yoksa sen mi?"
Haccı
Muhammed: "Yok, Şafii benden
daha bilgindir, hatta kendi zamanın en bilginiydi."
Ben:
"Dediğin doğru ve hakikattir, Şafii bilgilidir. Sen
Şafii'yi bilgin olarak kabul ettin, fakat kendisi Ebu Hanife'nin ilmini ve
mezhebini kabul etmeyip, onda durmadı."
Haccı
Muhammed: "Bu ilginç bir durumdur."
Ben:
"Bu ilginç değil, sana yabancı geliyor o kadar. Sen
Şafii'yi imam olarak kabul ediyorsun. Fakat Şafii, Ebu Hanife'nin
mezhebine tutulmuyor. Senin kabul ettiğin gibi Şafii, alim, hikmete
sahip, açıklayıcı ve akli cevhere sahip ise, Şafii, Ebu
Hanife'yi kendi imamı olarak niye kabul etmedi? Sen, Şafii'ye hem
imam diyor, aynı zamanda ise onu imamın olarak kabul etmeyip, Ebu
Hanife'yi tutuyorsun, bu nasıl olur? Nitekim, Şafii, Ebu Hanife'nin
mezhebini kendi nefsi için yeterli ve muvafak görmemişti. Eğer
Ebu Hanife'nin mezhebi, İbrahim Aleyhisselam'ın Hanif mezhebi ise,
Şafii de bu mezhebte durmadığına göre, Şafii
mümin bir müslüman olamaz. Çünkü, İslâm dini, İbrahim Aleyhisselam'ın
hanif dini üzerinden gelmiştir.
Ey
haccı Muhammed, Şafii'nin, Ebu Hanife’nin mezhebini reddetmesindeki,
tehlikeli ve zor işi tetkik et. Zira Şafii, bu duruma göre, Ebu
Hanife'nin mezhebini İbrahim Aleyhisselam'ın hanif mezhebinden
saymamış, onu yalanlamış ve kabul etmemiştir. Hanif
kelimesinin manası, tek ve ortağı olmayan Allah'a yönetip,
ibadet etmektir. Çoğunun düşündüğü gibi, Ebu Hanife
değildir. Ebu Hanife'nin esas adı, Numan'dır.
Kızının adı Hanife olduğu için, Hanife'nin
babası manasındaki, Ebu Hanife ile lakaplandırıldı.
Şafii, bunu bilerek, Ebu Hanife'nin mezhebini kabul etmeyip, kendi nefsine
bunu yeterli görmemişti. Kendisinin, Ebu Hanife'den daha bilgin olduğuna,
kanaat getirmişti. Sonra, kendini tanıtabilmek için, İmam-ı
Ali ve ehlini sevdiğini gösterek,
işe başladı. Böylece, İslâmın içinde, gözleri
kendine çekmeyi başardı. Kendi
nefsine, imamlık iddiasını öne sürüp Ebu Hanife'nin mezhebini
iptal etmişti. Şayet, Ebu Hanife'nin mezhebi onun nefsi için geçerli
olsaydı, kalkıp kendi adına bir mezhep kurmasına gerek
kalmazdı. Nitekim, tabiatından hiçbir insan kendi ve
başkasının davasını bir arada yürütmez.
Şafii'nin, Ebu Hanife'nin davası için öne
çıkmadığını, ancak kendi davasını yaymak
için ortaya çıktığını kimse inkâr edemez. Bu durum,
senin tarihi gerçeklerden bir şey anlamadığını
gösterir. Sen Şafii'yi methediyorsun, Şafii ise Ebu Hanife'yi
önder kabul etmeyip, ona tâbi olmamıştır. Şafii'nin
imam olması caiz ise, sana: ‘Ben Hanefi'yim’ demen caiz olur mu? Bu garip
şeylerin en garibidir. Ey Haccı, senden rica ediyorum, eğer
konuştuklarımda hatalı isem, kendi nefsime korkarım.
Eğer bu konuştuklarım sana ağır gelip, Şeyh bize
fazla konuştu dersen..."
Haccı
Muhammed, sözümü kesip: "Hayır şeyhim, Muhammed'in (s.a.a)
salât-ı hakkı için, ben senden normalden ziyade cidden çok memnunum.
Ey kardeşim, devam et, Allah seni baki kılsın. Ben, senin gibi
sarih ve çok geniş bir Alevi şeyhiyle nerede buluşacaktım?
Senden başkası olsaydı, şimdiye kadar onunla şamata
etmiştik. Kardeşim, rica
ediyorum, sende ne var ise ver, kelamın senden değildir. Şayet
Ebu Hanife'nin mezhebi, İbrahim Aleyhisselam'ın mezhebi olsaydı
Şafii bunu terk etmeyip, ona tutunurdu. Sonra kendi nefsine bir mezhep
kurup, Ebu Hanife'nin görüşlerini terkedip, ihmal etmezdi.
Konuştuğun sözler doğrudur. Durumun böyle olduğu
açıktadır. Ey kardeşim, seni köstebek gibi dinliyorum.
Senin konuştuklarında yanlış bir şey olsaydı,
beni burada Haccı Muhammed olarak görmezdin. Lakin söylediklerin
sarih ve hiç kapalı değildir. Ey kardeşim, Şafii'nin Ehl-i
Beyti övdüğü övgü hakkında görüşün nedir? Bu
sevgi miydi, yoksa düşmanlık niteliğinde
miydi?"
Ben:
"Ey Haccı, ben sorayım, sence Şafii'nin Ehl-i Beyt
hakkında söylediği övgüler doğru mu, yalan
mı?"
Haccı
Muhammed: "Vallahi hepsi doğrudur."
Ben:
"Ehl-i Beyt yeteri kadar övüldü mü
ki geriye övgü kalmasın?"
Haccı
Muhammed: "Hayır, Ehl-i Beyt’in övgüsü kıyamete kadar bitmez."
Ben:
"Şafii, insanların arkasından gelmeleri ve mezhebini
kuvvetlendirebilmesi gayesiyle, Ehl-i Beyti medhetti. Şafii'nin Ehl-i
Beyti medhetmesi dünya ve ahiret için sevap ve ticaretti. Lâkin Şafii,
kendisine düşmeyen ve yakışmayan makamlara göz dikip, tamah
etti. Resulullah'ın (s.a.a) çizmiş olduğu hudutları
önemsemedi. Zira Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuşlardı:
-
Benden sonra imamlar (halifeler) on ikidir. Sonuncuları zamanın
sahibi Mehdi'dir.(9)
Şafii
bundan haberdardı. Hatta Resulullah (s.a.a) 'tan sonra, imamete ancak
İmam-ı Hüseyin'in zürriyeti gösterildiğini, Şafii
biliyordu. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuşlardı:
-
Ümmet Hüseyin'in neslindendir.(10)
İmam-ı
Hasan'ın neslinden değildir. İmam-ı Hasan ve Hüseyin
arasındaki fark, imametin yalnız Hüseyin'in neslinden devam
etmesidir. Resulullah (s.a.a) kendilerinden sonra her imamın
adını tebliğ buyurmuşlardı. İmam Cafer as-Sâdık'tan
sonra İmam-ı Mûsâ el-Kâzım'ı saymışlardı(11),
başkasını değil.
Ey
Haccı Muhammed, burada ayıran ve belli eden imamet sırrına
bak. İmam-ı Ali'den sonra, oğlu Muhammed bin Hanefiyye kendini
imam olarak iddia etti. Kendi adına da Ravendi mezhebi kuruldu. Onun
zamanında, İmam-ı Ali Zeynel Âbidin bin Hüseyin'in devriydi.
İmam-ı Ali Zeyn’el Âbidin, amcası Muhammed'in
iddiasından haberi olduktan sonra, amcasını Mekke'de görür.
Amcasına şöyle buyurur:
-
Ey amca, imamet daha yaşlının hakkı ise, evet sen benim
amcamsın ve benden daha yaşlısın. Fakat imametin
şartları vardır. Birincisi, Hz. Fatıma’nın
çocuklarından, başkasının çocuklarından değil,
ikincisi, Hüseyin'in çocuklarından, Hasan'ın çocuklarından
değil. Üçüncüsü, imamın nezdinde Nebi’nin mirası olacak.
Nebi’nin bildiğine, mucize ve kerametlerine sahip olacak.
Muhammed
bin Hanefiyye: -Ey yeğenim, senin kerametin nedir?
İmam-ı Ali Zeynel Âbidin:
-
Bu benim elimde değil, Allah'ın elindedir. Ey amca, Allah'a dua etki
bu siyah taşlar (Hacer-î Esved) senin imametine şâhitlik etsinler.
Muhammed
bin Hanefiyye öne geçip, şayet kendisi hak imam ise
taşların buna şâhit olmasını, Allah'tan dua eder. İmam-ı
Ali Zeyn’el Âbidin arkadan seyrediyordu. Bir müddet bekledikten sonra Hacer-î
Esved’ten ses çıkmayınca, Muhammed bin Hanefiyye geriye çekilir.
İmam-ı Ali Zeynel Âbidin öne geçip Miras-ı Nübüvvet
duasını ettikten biraz sonra, taşlar hafif bir ses
çıkarır. Ardından, taşlardan daha yüksek sesle,
ateşten alev şeklinde bir dil çıkıp, şöyle
seslenir:
-
Selam sana olsun ey Zeyn’el Âbidin. Sen imam oğlu imamsın, sen
halk üzerine Allah'ın hüccetisin. Sana uyan kurtulur, senden uzaklaşan kaybeder.
Bunun
üzerine çok utanan Muhammed bin el-Hanefiyye ağlayıp, oradan
ayrılır.
Ey
Haccı, sen aklını düzelt, bu emir çok zordur. Senin
cemaatın, kimseye danışmadan hesapsız, her biri kendine
mezhep kurdu. Sonra gelecek insanların kurulan mezheplerin, durumunu
tetkik edeceklerini, aydın insanların, Resulullah'tan (s.a.a) 100
sene sonra kurulan bu mezhepleri, kabul etmeyeceklerini, senin cemaatın
hesap etmediler. Zira Resulullah (s.a.a) kendisinden sonra, hiç kimseye bir
mezhep kurmasını emretmemişti. Resulullah (s.a.a)
şöyle buyurmuşlardı:
-
Ben Enbiya ve Mürsellerin sonuncusuyum.
Nitekim,
Resulullah (s.a.a), Allah'ın
vahyetmiş olduğu:
“...bugün
dininizi tamamladım, üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din
olarak islamiyet! beğendim...”(Maide suresi: 3).
Gadir-i
Humm denen yerde bildirdiği zaman,
kendilerinden 100 sene sonra Ebu Hanife, Malik, Şafii ve Ahmed bin
Hanbel'in doğup mezhep kuracaklarını unutmuş muydu? Lâkin Resulullah
(s.a.a) dininin kemale erdiğini vahiy yoluyla bildirdiği gerekçesiyle,
mezheplere yer ve gerek kalmayacağını aynı zamanda
tebliğ etmiş sayılır. Zaten, mezhep adamlarının
her ferdî kendine bir kanun kurarak, öbür arkadaşına muhalif
olmuştu.
Ey
Haccı Muhammed, eğer dinin Resulullah (s.a.a) tarafından kemale
erdirildiğini tasdik edersek, ondan sonra çıkan mezhepleri de tasdik edersek, Rasullallah'ı (s.a.a) yalanlamış
oluruz. İşte bu şiddetten fikrimiz
şaşmıştır. Ey Haccı Muhammed, bu
şaşkınlıktan bir çıkar yol göster."
Hacı
Muhammed: "Sen hallet."
Ben:
"Ben Aleviyim, benim mezhepler konusundaki fikrimi doğrulamazsın.
Zira bu mesele, çoktan beri, milletin içinde bir illet olmuş."
Haccı
Muhammed: "Vallahi, benim, senin kadar bilgim olsaydı, beni bu yol
üzerinde görmezdin. Lâkin benim elimde ne var ki, babamı, annemi ‘Hanefi’
olarak gördüm. Bu mezhep, İbrahim Aleyhisselam'ın mezhebidir,
dünyada daha iyisi yoktur düşünerek, rabbime bu büyük nimet için
hamdettim. Kim diyecek ki, 70 seneye yakın bu yaştan sonra, Ebu
Hanife'den razı olurken Alevî bir şeyh ile buluşup, önce
şeyhin tüm dinden dışarı, mezhepsiz, ibadeti-namazı olmadığını
zannederken, sonunda ondan kurtulmayıp hatta Ebu Hanife'nin mezhebini
terketmeye mecbur olacağımızı nereden bilelim? Sonra,
Şafii'yi medhettik, Şafii Ebu Hanife'den daha hatalı
çıktı. Yine, tüm mezheplerin Abbasi saltanatı devrinde icad
edildiğini ve Abbasilerin, Ehl-i Beyte, Emevilerden daha zalimce
davrandıkları, fikrimize nereden gelecekti? Sabit oldu ki, Muhammed (s.a.a)
vefat ettiğinde mezhebi yoktu. Ashabta mezhepsîz öldü. Ey Alevi
şeyhi, tüm Alevi şeyhlerinin, senin gibi tarihi bilgileri var
mı?"
Ben:
"Evet, Şeyh Ali efendininde ilmi pek kuvvetlidir. Ben bile,
sayılmış Alevi şeyhlerinden değilim."
Haccı
Muhammed: "Şeyh Ali efendiyi, yirmi seneden beri tanırım.
Kendisinde hiç ilim yoktur."
Ben:
"Şeyh Ali, seni emevi, Ali düşmanlarından zannettiği
için isteyerek sana öyle görünüyor. Eğer, seni ilim kabul eder
biri olarak bilseydi, ondan hatırını düzeltecek şeyler
duyardın..."
Biz
konuşurken, İsmail bin Haydar el-Mekhel(*) hazır olup, ellerimizi öper.
Haccı Muhammed'de İsmail'i gözetliyordu. İsmail,
Haccı Muhammedi önceden tanıyordu.
İsmail,
Haccı Muhammed'e hitaben: "Ey haccı, şeyhle aran
nasıl?"
Haccı
Muhammed: "Normalden ziyade, çok iyidir. Şeyh Halep'te olsaydı,
onu şeyhim olarak görürdün."
----------------------------
(*) İsmail bin Haydar, Şeyh Edip'i evine
davet eden eski tanışlardan biridir.
İsmail:
"Şeyhin otel hesabı ne kadar, ödeyeyim?"
Haccı
Muhammed: "Benim onda birşeyim yok. Lâkin ben,
öğrettiği ilim ve edindiğim istifadeye
karşılık şeyhe ödemem lazım. Zira, şeyh
ilmiyle İslâmın ne olduğunu görmeme yardımcı
oldu. Ey İsmail, Şeyh Edip'in bende edebiyete kadar sevgisi
vardır."
Sonra
İsmail, otelin hesap suretini İsrarla isteyince, haccı Muhammed
yarım fiyatı almak şartıyla parayı kabul eder.
Vedalaşmaya kalktığımızda Haccı Muhammed
ağlayıp elimizden öper.
Emir,
ancak Allah'a bakidir. Halep rivayetinin sonudur.
HAMA
RİVAYET
Halep'ten
çıkıp, Hama şehrine hareket ettik. Küçük bir arabanın
içinde yol alırken, araba duruverdi. Sebebini sorduğumuzda, bu
arabanın Hama şehrine kadar gitmediğini öğrendik.
Antakya, Lazkiye, Hama ve Şam şehirlerine giden yolların çaprazı
olan Teftenaz adlı yerde araba durmuştu. Buradan, başka bir
araba ile Hama'ya gitmek gerekiyordu. Biz beklerken, büyük bir araba geldi.
Arabadan inen biri, Ham? Hama diye bağırdı. Yanımda, Maruf
Murşed-Mucco vardı. İkimiz büyük arabaya doğru gidip,
içinde bir yere oturduk. Oturduğumuz yerin yanında,
görünüşe göre maddi ve manevi varlığa sahip, talim
görmüş, heybetli, vakarlı biri oturuyordu. Ben, elbise
takımı giymiş, şapkama ipekten kırmızı bir
şal sarmıştım. Bu adam, yüzüme bakıp:
"Zannederim
ki, sizler Türk kardeşlerimizdensiniz.
Ben:
"Evet."
Kendisi:
"Arap dilini bilir misiniz?"
Ben:
"Evet, biliriz."
Kendisi:
"Zannederim ki, sizler..." deyip sustu.
Ben:
"Evet, Alevi kardeşlerindeniz."
Kendisi:
"Bizim buradaki Alevilerden birini tanır mısın?"
Ben:
"Evet, tanırım."
Kendisi:
'Tanıdıkların kimlerdir?"
Ben:
"Şeyh Câbir'el-Tâli'i, Hâmid ailesini, İsmail Cüneyd ve
Aziz'el-Huvveş'i tanırım."
Kendisi:
"Hakikaten burasını ve ehlini tanıyorsun. Acaba sizin
orada, bizim buradaki Alevilerin yaptıkları gibi, Muaviye'ye
söverler mi?"
Ben:
"Üstat efendi, Muaviye'nin sayılmayacak kadar hizmetleri
vardır.
Muaviye
gemiler inşâ ettirip, denize açıldı. Kıbrıs
adasını alıp, Arabî bir devlet kurdu. Sicilya adasını
fethedip, Arabî bir hükümetle idare etti. Kuzey Afrika'nın fethedilmesine,
Muaviye sebep oldu. Kendisi, İspanya'da Endelüs devletinin
kurulmasını sağlamıştı. Hendese ilmi Muaviye'nin
zamanında başladı. Muaviye, yolların ölçülerini
koydurup, hçr 40 mile, yolda gidenler için su kuyuları açtırdı.
Muaviye devrinde, posta doğu ve batı ülkeleri arasrnda haberler
taşımaya başladı. Muaviye'nin zamanında, Rûm
diyarına asker gönderilip, ta Konya'ya kadar
varılmıştı. Muaviye devrinde, askerlik usûlü ve vazifesi
müslümanlara ilk olarak şart edilmişti. Muaviye Arapların
dahilerinden olup, Rum, Acem, Arap ve Deylem'liler arasında dehşet
olmuştu. Muaviye'nin tarihi azim tarihlerden olup, hakkında onun hükümet
teşkilinde birincilerden olduğu kayıtlanmış.
Kendisinden sonra ancak İngilizlerden Çörçil ç ka-, dar
tanındı. Her insan, Muaviye'nin ümmeti İslâm için
yaptığı hizmetleri bilmez. Ama Muaviye'nin tarihi değerini
bilmek, şahsi değerini bilmiş olmak manasına gelmez.
Kendisi batı ve doğuyu fethedendir. Muhterem kardeşim, bu
anlattıklarım benden değildir. Meıaviye'nin tarihi, maddi
hizmetlerinin ancak milyondan bir kısmını itiraf etmiş
sayılırım."
Kendisi:
"Allah seni hayırlı kılsın. Akıllı,
araştıran, idrak ve hisseden, mücahit, adil, sabırlı,
müsamahakâr bir adamsın. Evet, evet, senin muhabbetin kalbime indi. Sana
olan bu muhabbetim hayatım boyunca devam edecektir. Senin gibi hakkı
söyleyen bir şahıs görmedim."
Ben:
'Tarih her taife ve millette mevcuttur. Ben Muaviye hakkında yalan şahitlik
etmedim."
Kendisi:
"Doğru söyledin öyledir, lakin şimdi Alevilerin içinde
senin gibi halis şahitlik yapacak bir kişi yoktur. Evet sen,
gözümü ve kalbimi doldurdun."
Ben:
"Sen, Alevilerin büyüklerini görmemişsin, ben bile onların
yanında sayılmam."
Kendisi:
"Ey kardeşim, ben çok Alevilerin başlarıyla görüştüm,
onları Allah'a bırak. Onlarda, Muaviye'ye lanetten başka bir
şey yok."
Ben:
"Müsade edersen bazı hakikatlerden konuşmak istiyorum."
Kendisi:
"Buyurun, istediğin şekilde konuş."
Ben:
"Korkarım ki, sözlerim sana ağır gelir."
Kendisi:
"Salât-ı Muhammed (s.a.a) için, senin sözlerin bana ilaç ve
şifa gibi geliyor. Hiç çekinmeden sarih bir şekilde konuş,
benden korkma."
Ben:
"Lanet etmek, Alevilerin elinde mi yoksa Allah'ın elinde mi?"
Kendisi:
"Allah'ın elindedir."
Ben:
"Lanet Allah'ın elindeyse akıllı bir insan Alevilerin ya da
başkalarının lanetinden korkmamalı. Lanet Alevilerin elinde
değilse ve lanetin irsali için Alevilerde vasıta ve kudret yoksa,
korku ancak Allah'ın lanetinden olmalı. Zira Allah'ın laneti,
istediğine şamil olur ve kime şamil olursa ölüm ve korku
orada olmalı. Çünkü bu durumda artık ne kurtuluş nede
Allah'ın lanetinden koruyacak bir iltica vardır. Ey kardeşim, Resulullah'ın
(s.a.a) Ali bin Ebi Talib kerramallahu vechehü hakkında buyurmuş
oldukları hadislerden birşey biliyor musun?"
Kendisi:
"Cidden çok az biliyorum."
Ben:
"Ali bin Ebi Talib'i sever misin?"
Kendisi:
"Evet."
Ben:
"Sen ilk olarak, Türkiye'deki Alevilerin Muaviye'ye lanet edip,
etmediklerini sordun."
Kendisi:
"Evet, ilk olarak sordum."
Ben:
"Benim cevabımdan memnun oldun mu?"
Kendisi:
"Cidden, cevabından çok memnun oldum. Bundan dolayı seni,
hayatım boyunca kardeş ve beni seven biri olarak sayacağım."
Ben:
"Sen, Muaviye'nin tarihi okuyup, tahsil ettin mi?"
Kendisi:
"Evet, öğrenmişimdir."
Ben:
"Muaviye'nin tarihini okuyup öğrenmek farz mıdır?"
Kendisi:
"Ne farz ne sünnettir, belki hata ve günahtır. Hatta Alevilerde, o
tarihi okuyup araştırmak affedilmez bir şeydir."
Ben:
"Eğer Muaviye'nin tarihini okuyup araştırmak, Alevilerde hata ve günah ise, peki gecelerini
uykusuz geçirip Muaviye'nin tarihini öğrenmeye çalışan
benim gibi kişilerin günahları, Alevilerin yanında ne
kadardır?"
Kendisi:
"Günahları pek çok büyüktür."
Ben:
"Resulullah sallallahu Aleyhi ve Âlihi ve sellem, Muaviye'yi öven
bir haber bıraktılar mı? Ya da Muaviye'nin babası Ebu
Süfyan Sahr bin Harb veya Resulullah'ın (s.a.a) amcası Allah'ın
aslanı seyyid Hamza bin Abdülmuttalib radiyallahu anh'ın ciğerlerini
çiğneyen Muaviye'nin annesi Hind hakkında, Resulullah (s.a.a) bir övgü
buyurmuşlar mıydı? Muaviye'nin babası Ebu Süfyan'ın
tarihi belli, sizin hazretleriniz, bunu biliyor ve okumuşsunuzdur. Ebu
Süfyan'ın, İslâmın doğuşundan önce, Resulullah'a (s.a.a)
yapmış olduğu eziyetlerden, kanını dökmeye
uğraştığı yollardan, hazretleriniz galiba gafil olmayıp, artık
meseleyi anlamışsınızdır."
Kendisi:
"Evet, Ebu Süfyan'ın yapmış olduğu eziyetlere, cidden
güzel bir şekilde tarihten öğrenmişim."
Ben:
"Konuştuklarımda Muaviye hususunda abartmalı bir durum var
mı?"
Kendisi:
"Hayır, vallahi dediklerin fazla değil, belkide eksiktir. Zira Muaviye'nin
babası Ebu Süfyan'ın, Resulullah'a (s.a.a) yaptığı
eziyetleri, insan bir kitaba yazsa, büyük bir kitab olurdu. Muaviye'nin annesi
Hind'in Bedir gazvesinde, babası, kardeşi, amcası ve
amcasıoğlu öldürülmüştü. Hind de, mütecebbir, şerir ve
kavim reisiydi. Hind'in babası da Kureyş'in sayılmış
başkanlarındandı. Hind de, Muhammed'e (s.a.a) karşı
çıkan en büyük düşmanlardan biriydi. Hind’in kendisi, Uhud savaşında
Hamza'nın öldürülmesine
vâsıta olmuştu. Ey şeyh, söyle ve hiç korkma, çünkü söylediklerinin hepsi tarihten
alıntıdır. Kendinden hiçbir şey katmıyorsun."
Ben:
"Biz, Muaviye'yi övüleceği yerde övdük.
Şimdi de zemmedileceği yerde zemmedeceğiz."
Kendisi:
"Yerinde söylenen her şey haktır."
Ben:
"Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuşlar:
-
Ali'yi seven beni sevmiştir, beni seven Allah'ı sevmiştir.(12)
-
Ali'yi söven beni sövmüştür, beni söven Allah'a
sövmüştür. (13)
-
Mümininin alâmeti, Ali'yi sevmektir. (14)
-
Ey Ali, seni ancak mümin sever ve ancak kafir buğzeder.(15)
-
Ey Ali, sen müminlerin velisisin. (16)
Ey
sadık kardeşim, Muaviye'nin devlete yapmış olduğu fetihler,
nizamlar (kanunlar), kanun usûlleri, mal çoğaltmaları, kuvvet ve
hüküm heybeti, düşmana mukabelesi ve ümmetin çevirmesi gibi hizmetlere
karşılık, Aleviler ona lanet ederlerse, Aleviler kaybetmiş
değillerdir. Ey kardeşim, nitekim Muaviye'nin kalbinde sadece dünya
hırsı vardı. Onun tek gayesi, dedelerinin Bedir
savaşındaki düşüşlerinin intikamını almaktı.
Nefsi cehalet havasına uyup, çizdiği intikam yollarına uyarak,
dehalığını kullanıp intikamını
kısım, kısım gerçekleştirmişti. Kendi
tarafına Abdullah bin Ziyad'ı almıştı. Bu deha ile
meşhur adamı, babasının oğlu diye kabul ederek onu
Ziyad bin Ebih adlandırdı. Ziyad'ı da, Ali ve ehlinden intikam
alma usûllerine yöneltti. Amr bin Âs'ı da yanına
almıştı. Muaviye, Amr bin Âs'ın dünya ve saltanat
rağbetine düşkün olduğunu bildiği için, Amr'a
Mısır'ı vaade-derek onuda intikam yoluna yöneltti. Bu üçü,
araplarda dehalık ile meşhurdu. Sonra Muaviye tüm tedbirlere
başvurarak, Ali, ehlini ve onları sevenleri imha etmeye
çalıştı. Ali'yi ve onu sevenleri sövdü. Bu suret ve intikamdan
sonra, Resulullah (s.a.a)’ın ‘kim
Ali'yi söverse, Muhammed'i (s.a.a) sövmüş olur, kim Muhammedi
(s.a.a) söverse Allah'ı sövmüş olur’ hadisi gerçek olup, bu hadis gereği hakikaten
Allah'ın laneti Muaviye'nin üzerindedir. Muaviye'yi, Allah'tan
başkası lanet etmemiştir. Allah'tan başka hiç bir insan
Muaviye'yi lanet etmeye gücü yetmez. Saltanat tedbirinde Muaviye'den üstün bir
insan yoktu. Şayet Muaviye'nin Emevilere intikal ettirdiği ruh
olmasaydı, Endelüs'te Emevilerin 700 sene hakim kalmalarına imkan yoktu.
Muaviye'nin ruhu olmasaydı ne Şam'da ne de Endelüs'te bir devlet
kurulamazdı. Muaviye'nin ruhu olmasaydı, Emeviler zayıf
oldukları zaman Abbasiler hâkimiyete geçemezdi. Nitekim Muaviye
olmasaydı, Abbasiler, ne idare, ne de hüküm usûllerini öğrenebilecek
ve kıymetleri olmayacaktı. Çünkü Muaviye (Emeviler) İmam Ali
ve ailesi hakkındaki
esrarlarını (intikam ve zulümlerini) açığa
çıkarıp, Abbasilere bir kapı açmışlardı. Hatta
Abbasilere bir dil olup, konuştular. Şayet Muaviye Abbasilerin
zamanında mevcut olsaydı, onların dillerini eliyle
çıkarıp, onlar da ondan razı olacak ve hiç kimse ona lanet
etmeye gücü olmayacaktı. Lâkin onu gizli olarak kalplerinde lanet
edeceklerdi, şayet Allah ona lanet etmişse. Eğer Resulullah'ın
(s.a.a) kelamı doğru olup, ‘kim Ali'yi söverse beni
sövmüş olur, kim beni söverse Allah'ı sövmüş olur’
sözünde şüphe yok ise, o zaman şüphesiz olarak Allah'ın
laneti Muaviye'nin üzerinde olduğu anlaşılır. Eğer
lanet Muaviye'nin üzerinde değilse, o, ancak devlet adamlarının
en büyüklerinden sayılır. Ey kardeşim, Muaviye'nin kerametleri
(!), Resulullah (saa)’ın Ehl-i Beyt’ine yapmış olduğu eziyetler kadar
büyüktür."
Sohbet
ettiğim şahısın yanında biri oturuyordu. Müstebed
olup, hiç bir kelime söylememişti. Lâkin tüm sohbetimizi dikkatle ile
dinlemişti. Bu adam, kendisiyle sohbet ettiğim şahısa
hitaben :
"Şeyhi
ve hadisini beğendin mi?"
Kendisi:
"Evet beğendim, hatta beğenmem lazım. Sen beğenmedin
mi?"
O da:
"Şerefime beğendim, lakin sonunda Muaviye'yi sövdü."
Kendisi:
"Sen şeyhin tüm konuştuklarını tahkik etmemişsin.
Çünkü şeyh efendi tesbit etti ki, lanet hiç bir insanın elinde
değil ancak Allah'ın elindedir. Eğer Allah, Muaviye'ye, Ali bin
Ebi Talib'e sövdüğünden ötürü lanet etmişse, evet ben de
şeyh ile aynı fikirdeyim. Allah, Muaviye'yi lanet etsin. Eğer
Allah, Muaviye'yi lanet etmemişse, tüm insanlar zerre kadardır,
onların kıymeti yoktur."
Ben:
"Muaviye'nin, Ali bin Ebi Talib'e karşı yaptıkları
eziyetler tarihte sabit midir?"
Kendisi:
"Müsaadenden sonra, şeyh bizimle idare etti. Şayet tüm
bildiklerini bize ayrıntılı olarak anlatsaydı, sende
sabırdan birşey kalmazdı. Ey şeyh, tüm söylediklerin
bende hak ve doğrudur. Allah'ın her lanet ettiği şahıs
lanetliktir. Allah'ın lanet etmediği bir şahısı hiç
bir kuvvet lanet edemez. Allah seni korusun ve ömrünü bereketli
kılsın. Muhabbetin kalbime indi. Bende sabit oldu ki, Alevilerde anlayıp
kavrayan kişiler vardır. Lâkin bizim buradaki Alevilerin yanında
bu şeyh gibi, sabırlı ve idare sahibi 20 şeyh
bulunsaydı, 500 sene öncelerinden Sünnilerin mimberleri üzerinde
Muaviye'ye lanet okunurdu. Ey kardeşim, tüm içtenliğimle kanaat
getirdim ki, Muaviye, Ali ve ehline eziyet etmişti. Bu hiçbir zaman inkar
edilemez. Şayet tüm Alevi şeyhleri, usûl ile sözlerini dizseydi, şimdiye kadar Aleviler kurtulmuşlardan
olurlardı. Lâkin onlar, sözlerini zorlayarak ve düzensiz
konuşuyorlar."
Ben:
"İzninizden sonra, Alevileri mazur görmelisiniz. Zira
şeyhleri mertebesiz, tahsilsiz, kendileri de hayatlarında yalnız Muaviye ve
Yezid'in Hasan ve İ Hüseyin'i katlettiklerini duyan anne ve babaların
yanlarında büyümüşlerdir. Aleviler, Ehl-i Beyt
düşmanlarının, Ali'yi sövdüklerini, Fatıma'nın
kaburga kemiğini kırdıklarını, böylece hamile
olan Fatıma'nın çocuğunu düşürdüğünü ve
Fatıma'nın evini yaktıklarını<17> hilafeti
zulmen aldıklarını (18), Rasulullah'ın (s.a.a)
hastalığında Ömer bin Hattab'ın: “Rasulullah,
aklını kaçırdı”... dediğini (19), Ali'yi binbir ay
mimberlerde sövdüklerini (20), Basra'da, İmam-ı Ali sevenlerinden
600 kişiyi secdede iken öldürdüklerini (21), Cemel savaşında
İmam-ı Ali'yi sevenleri öldürdüklerini (22), Allah'ın evi
olan Kabe'yi yaktıklarını, Abdullah bin Zübeyr ve 70 kişiyi
öldürdüklerini ve aynı zamanda onların zevcelerine sövdüklerini,
çoğunu da Beytullah'ın içinde yaktıklarını (23)...
duymuşlardır. Alevi aynı zamanda zavallı, fakir,
dağların başında oturmuş. Devlet Sünnî olduğundan
Alevileri öldürür düşüncesiyle orada kalmış. Ey muhterem,
sen Alevilerin doğduğu yerde doğup, büyüdüğü
aşiretlerin içinde dağların başında yetişip, bu
dersleri alsaydın, aynı zamandada sende hiç bir tahsil
olmasaydı, senin Araplardaki yerin ne olurdu?"
Kendisi:
"Bunlar geçmişte kaldı."
Ben:
"Ey kardeşim, bu geçen müddet süresince Alevilere yapılan
haksızlıklar ve zulümler aynı tarzda Sünnilere
yapıldığını farzetseydik. Sünnilerin kendilerini
islam sicilinden çıkardıklarını görürdün. Lâkin ilim
erbabı, geçmişte olanların kendi nefislerine zararlı
olacağını bilse bile itiraf edip, hakkı söylemeleri
lazımdı. Zira hesap gününde, emir ancak Allah'a mahsustur.
Kendisi,
yanında oturan müstebed şahısa: "Ey kardeşim, ben sana
söylemiştim ki şeyhte büyük tarihler var. Fakat, kendisi
yabancı ve idare sahibi olduğundan, kendiside mevcut olanların
hepsini anlatmaya kalkışmadı. Zira mazide kalanları
dinlemeye tahammül olmuyor. Düşmanlık eski düşmanlık, buna
hiç bir tabip yok."
Ben:
"Evet tabibi vardır, buda ilim ve vicdandır. Mazide kalan anılmaz.
Hüküm ancak yüce ve büyük olan Allah'a mahsustur. La havla ve la kuvveten illa
billahil-Aliy'ul-Azim."
Bu
kelimenin bitiminde araba durdu. Kendisi: "Allah'a şükür selamet ile
vardık."
Kendisi
indi, biz de beraber indik. Gece saat 7 olmuştu. Kendisini kalabalık
bir toplum karşılamaya gelmişti. Gelenler, kendisinin elindeki
eşyaları alıp, kendileri taşıdılar. Kendisi,
bize:
"Ey
kardeşler, sizleri kendi elimle bir otele teslim etmeden ayrılmaya
kalbim tahammül etmiyor. Çünkü Hama otel için daima kalabalık olur."
Kendisi ve yanındakiler yürüdü bizlerde onları takip ettik. Birinci
otele vardığımızda, otelin müdürü bizi getiren
şahısı görünce heybet alıp, ona ihtiram etti. Kendisi
otelin müdürüne:
"Bu
kardeşlere bir oda vermelisin."
Otelin
müdürü, hiç boş oda kalmadı diye Allah'a yemin etti.
Kendisi
de bize: "Buyurun, başka otele gidelim."
Yürümeye
devam ettik, nihayet başka bir
otele vardık. Otelin adı: Ebu'l-Fedâ idi. Müdürün yanına dahil
olduğumuzda, müdür hemen ayağa kalkıp, bizi getiren
şahısa ihtiram etti. Selamdan sonra kendisi müdüre: "Bu
kardeşlere bir oda ver."
Müdür:
"Efendim, hiç boş odamız kalmadı."
Kendisi:
"Senden hiç bir özür kabul etmeyiz, çünkü bu kardeşlerimiz
buranın yabancısıdır. Sen mecburi olarak bir günlüğüne
kendi yerini bunlara vereceksin. Kalk, emrin tedbiri için hemen harekete
geç."
Müdür:
"Emrin olur."
Kendisi,
müdüre: "Bunlara ihtiram et. Bunları benim gibi sayacaksın,
duydun mu?"
Müdür:
"Emrin olur."
Kendisi
de bize yaklaşıp vedalaşır ve otelden selametle
ayrılır. Otelin müdürü bize sandelye takdim eder. Biz otururken
otelin görevlilerinden biri:
"Üstadım,
buyrun rahatınızı odanın içinde alınız."
Biz
de: "Allah seni hayırlı kılsın."
Odaya
geçip yatağın üstüne oturduk. Bir kaç dakika sonra müezzin namaza
nida etti. Beraberimde olan Maruf Mûrşid:
"Kalk
namaza gidelim."
Ben:
"Bekle ki, namazlarından 10 dakika geçsin, sonra biz yalnız
olarak Alevi-Caferî namazını (24) kılalım, hatta onlarla
aramızda mücadeleye sebep olsun."
Odanın
içinde 10 dakika geçene kadar kaldık. Sonra odadan çıkıp, otelin
müdüründen namaz kılmak için seccade ve terlik istedik. Müdür: “emriniz
olur”, deyip hizmetçiye gerekeni getirmek için emretti. Abdest alıp,
seccadeleri açtık. Kıbleye doğru yönelip, Alevi kurallarına
göre namaza başladık. Biz namaz kılarken herkes bize
bakıyordu.
Namazdan
sonra salonda bulunan herkes: "Allah kabul etsin."
Biz:
"Allah bizden ve sizden kabul etsin."
Otelin
salonunda 20 kişiye yakın bir toplum vardı.
Görünüşlerine istinaden, hepsinin bir toplumun reisleri oldukları
inanılırdı. Biri bize çay ısmarladı. Başka biri
sandalyesini alıp, yanımıza oturduktan sonra:
"Ey
kardeşim, bu kıldığınız namaz nedir ki hareketleri
gariptir?"
Ben:
"Evet haklısın, Muhammed'in (s.a.a) namazı gariptir,
Hadice'nin, Fatıma'nın, Ali bin Ebi Talib'in, Hasan ve Hüseyin'in
namazları şüphesiz gariptir. Ey kardeşim, bu
kıldığımız namaz için Allah'a ham-dolsun."
Başka
biri: "Namazda, kıraat ve duada fark yoktur yalnız hareketler,
farklı."
Ben:
"Evet öyledir, her fırka
kendini farklı göstermek için bir değişiklik aldı.
Tıpkı Ebu Hanif'e, Şafii, Ah-med bin Hanbel ve Malik gibi.
Bunların her biri kendi nefsine bir mezhep kurup böylece öbüründen
farklı göründü. Nitekim bunlar başlangıçtan Alevi-Sünni
farkını ortaya koydular. Geri kalan mezheplere de Abbasi devleti
kayıtsız şartsız kapıları açarak hür
kıldı. Mezhepler o kadar çoğaldı ki Alevi ve Sünni
mezhepleri 72 fırkaya hatta daha fazlasına çıktı."
Başka
biri: "Ey Şeyh, ben
hayatımda şimdiye kadar ancak 4 mezhepten duydum."
Ben:
"Sen yalnız 4 mezhepten duymuşsan bu sana kafidir,
başkalarıyla fikrini yormandan daha iyidir. Lâkin sen bu 4 mezhep
kurucuların hayat tarihini, hangi sebeple ortaya
çıktıklarını ve niye birbirine razı
olmadıklarını hiç duydun mu? Senin onlardan razı olman ise
senin ancak akıllı, sakin biri olduğundan dolayıdır.
Sen dördünden razı oldun onlar ise maalesef kendi aralarından
razı değillerdi. Hatta aralarında öyle kuvvetli ihtilaflar
ve meseleler oldu ki, hiç bir insan böylesine razı olmazdı.
Senin mezhebin nedir?"
Sorulan
kişi: "Ben Hanefiyim."
Ben:
"Ben diyorum ki sen Şafiisin."
Kendisi:
"Hayır kabul etmem."
Ben:
"Kabul etmemenin sebebi nedir?"
Başka
biri ayağa kalkıp: "Ben Şafiiyim."
Ben:
"Şafii'nin mezhebi ve Şafiii, bizzat Ehl-i beyte hayatı
boyunca muhib idi. Hatta bundan dolayı Şafii'ye Ebu Hanife'nin
adamlarından tehdit geldi. Şafii de şiirlerinde Ali bin Ebi Talib'i
över. Şafii bir şiirinde şöyle diyor:
“Peygamberin
kızı Fatma'tü-Zehra'nın sevenlerine rafizilik nispet veren
şahıslardan Allah'a sığınırım. Âli
Resule Allah'ın rahmeti olsun ve böyle cahil ve nadanlarada lanet
olsun.”
(Şafii'nin
bu şiiri, Şeyh Süleyman'el-Belhî-Kundûzî'nin
"Yanabi'ul-Mevedde" adlı değerli eserinin bab: 62, sahife:
355’inde, Nûreddin Ali el-Semhûdi'nin "Cevahir'el Akdeyn" adlı
muteber eserinden alınmıştır).
Şafii
mezhebinden olan: "Müşrikler istemez ve onlara zor gelse bile,
Şafii, vicdanını korumak için hakkı söyledi."
Hanefi
mezhebinden olan: "Ey Şeyh, Şafiiler çok azdır, bu konuda
görüşün nedir?"
Ben:
"Doğru azdırlar, çünkü Şafii, Ebu Hanife gibi Abbasilerin
oyununa muvafakat göstermemişti."
Başka
biri: "Ebu Hanife, imam Cafer'el-Sadık Aleyhisselam'ın
öğrencilerinden idi."
"Ebu
Hanife, insanların onun sözlerini doğrulamaları gayesiyle
İmam-ı Cafer'in talebesi olarak göründü. Böylece Ebu
Hanife, İmam-ı Cafer ve ehlini imha etmek imkanına sahip olmak
istedi. Eğer Ebu Hanife İmam-ı Cafer'in talebebele-rinden ise,
hangi sebepten hocasının mezhebinden razı olmayıp,
farklı bir işaretle kendi ve hocası İmam-ı Cafer'in
arasına ayrılıklar koydu? Kendi nefsine, hangi sebepten
dolayı bir mezhep tesbit etti? Böylece hocasının mezhebini
durdurmaya çalıştı. Eğer dediğin doğru olup Ebu
Hanife İmam-ı Cafer'in talebesi ise, o zaman Ebu Hanife'nin ilim
şartlarına vefa etmeyip müteallimi alime tafdil ettiğini,
şahitlik etmiş olursun. Ebu Hanife'nin, İmam-ı Cafer'in
talebesi olduğu doğru ise, Ebu Hanife namaz tertibinde
hocasından farklı hareketler edinmesinin sebebi nedir? Ey
kardeşim, Ebu Hanife'nin bu ameline (hareketlerine) okuma ve yazmasını
bilmeyen küçük bir çocuk bile razı olmaz. Ama Ebu Hanife Abbasilerin eli
altında olup onların gayelerine alet olmuş ise o
başka."
Hanefi
mezhebinden olan: "Evet, eğer Ebu Hanife'den,
Cafer'el-Sadık'ın razı olmayacağı hareketler zuhur
etmişse, o da Ebu Hanife'nin Abbasi devleti tarafından
zorlandığı içindir."
Ben:
"Evet sebep budur. Lâkin Ebu Hanife hakkında mühim olan gerçekleri
söylemeye müsade eder misin? Konuştuklarımda hata zuhur ederse
beni mazur görmeni istiyorum."
Kendisi:
"Söyle sen hürsün."
Ben:
"Lâkin senin gibi kerim asıllı ve hür vicdanlı bir
kardeşi üzmek hiç adetim değildir."
Kendisi:
"Benim üzülmeye hakkım yoktur, zira muarız benim. Senin tüm
söylediklerinde suçun yoktur, muarızlar bizleriz."
Ben:
"Milletler arası tanınmış bir mezhep
imamının (Ebu Hanife'nin) vicdanı, bir sultanın hakimiyeti
altında olması hiç caiz değildir. Bu yüzden her
akıllı insana sabit oluyor ki, Şafii hiç bir kişinin
esirliği veya etkisi altında olmamıştı. Şafii hiç
kesintisiz hayatının sonuna kadar Ehl-i Beyti medhetmişti. Hatta
elinden geldiği kadar methettiğinden dolayı hapise
düşmüştü. Şafii bu duruma nazaran hiç kimseye baş
eğmedi. Allah'ın Şafii'ye vermiş olduğu bu
şecaattan dolayı Şafii keramet sahibi oldu. Alimlerin en büyük
beraatları, hakkı söyliyerek mazlumu zalimin zulmünden
kurtarmaları olmalıdır. Zira Resulullah sallallahu aleyhi ve âlihi
ve sellem şöyle buyurmuşlar:
“Zalimin
yanında, mazlum hakkında bir hak kelimesi söylemek, en büyük
zahid ve abidin 70 senelik ibadettinden daha hayırlıdır.”
Bu
husustan dolayı Şafii tarihte önemli bir yer aldı ve onu
takdir eden ricaller (kişiler) oldu. Şayet Ebu Hanife, Şafii
gibi değişmeseydi, bütün islâm aleminden Şafii kendi mezhebine
adam bulamazdı. Çünkü Ebu Hanife ve Şafii arasından ancak
50 senelik bir zaman geçmişti buda cidden çok azdır. Bu durumdan da
ancak Şafii yararlanmıştı. Kendi davasını
neşretmekle (yaymaya) kısa bir müddet içinde
başlamıştı. Şafii'nin İmam-ı Ali'yi
medhetmesiyle Ali'nin ehli ve onları sevenler ona meylettiler. Bu durumdan
Şafii istifade edip, kendi nefsine bir mezhep kurmayı
başarabildi."
Kendisi:
"Ey Şeyh, bu 4 mezhepten başka mezhepler biliyor musun?"
Ben:
"Evet 72 muhtelif Sünni fırkası bilirim."
Kendisi:
"Bizlere bu fırkalardan birkaçını sayar mısın?"
Ben:
"Yalnız Mu'tezile mezhebi 5 fırkaya ayrılmış.
Cahız'ın kendine mahsus bir fırkası ve Kaderî, Mürcie gibi
çok sayıda mezhepler var. Aleviler de onlar gibi çeşitli
fırkalara ayrılmışlardır."
Hazır
olanların hepsine Resulullah'a (s.a.a) selât ve selâm getirmemizi
söyledim, herkes selât ve selâm getirdikten sonra, ben:
"Bizler
yada sizler bu ihtilaflar ortaya çıktığında mevcut muyduk?
ihtilafın sebepleri güneş gibi görünüyorsa niye defetmiyoruz?
Bu ihtilaftan cefa ve düşmanlıktan başka ne istifade ediyoruz?
Bu ihtilaflardan İslâm dini, zayıflık, fakirlik ve
sömürülmekten başka ne fayda gördü? İslâm dininin isimlere
bölünmeyip tek olarak kalması daha mı iyi, yoksa şimdiki
durumu gibi mezhep isimlerine bölünüp, tefrikalara uğrayıp
Muhammed Aleyhisselam'ın birleştirdiği ümmetin
dağılması mı daha iyidir? Bizler hakkıyla
araştırıp ve okursak, bu mezheplerin oluşmasına
muvafakat gösterenlerin ancak yemek
ve içme kazancından başka bir gelir hesap etmediklerini anlarız.
Günahsız, suçsuz olan ilim ehli İslâmın içinde şimdi bulunan
bu bölünmeleri, İslâm dini ve ümmet için, hak, hayır ve saadet
olarak kabul edebilirler mi?
Ey
kardeşlerim, beni mazur görünüz, benim görüşüme
göre, İslâm dini efendimiz
Muhammed sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem'in topladığı ve
birleştirdiği gibi kalsaydı daha kuvvetli, daha salih ve daha sabit
şerefli olurdu. O zaman İslâm dinine, zalim ve merhametsiz, islâm
dini namına intikam alıp, İslâm diniyle alakası olmayan
sultanlar giremezdi. Sultanlar kendi nefsi şehvetleri uğruna
saltanatlılarını yü-rütyorlardı. Bazı Emevi ve Abbasi
halifelerinin Ehl-i Beyt adına aldıkları
saltanatlılarına bakınız. Dünya
saltanatlığına sarılıp, nefislerini hayvani
şehvetlere terkedip, saltanat kürsüsüne oturmuşlardı.
Körlenip, zulmetler içine gömüldüler. Saltanatın lezzeti içinde
boğuldular. Kendilerini, Muhammed'in (s.a.a) halifeleri ve onu her
emrettiği, adalet, maruf ve insaf ile temsil edenler saydılar. Tarih
her milletin yanında mevcut, kimin fâsık, fâcir, zâni, zâlim ve
öldürücü olduğu sabittir. Bu ihtilafların olmasına sebep
olanların hiç biri, hesaptan,
akibetten, soruşturmadan ve geri döneceği yerden
korkmuyor, her söylenene: Emrin olur efendim, öldür dediklerinde
öldürürdü, vur dediklerinde vururlardı, zulmet dediklerinde zulmederlerdi. O zamanlarda ancak, melik söyledi,
emîr söyledi, sultan söyledi, gibi sözler geçerliydi. Ben ve
sizler ise mezhep isimleriyle, hizip isimleriyle birbirimize muhalefet
etmemeliyiz. Aramızda mevcut olan ihtilaflar suçtur ve bu öncekilerin
suçudur. Onlar mazi olup gittiler bizler hepimiz halen bu ihtilaflara varis
olup içine düşmüşüz. Bu tefrikalar İslâmın kardeşlik
ve yardımlaşma ruhuna düşmandır. Buna Allahû Tealanın
kavli şahittir: “İyilik etmek, fenalıklardan korunmak hususunda
birbirinize yardım edin. Ma'siyet ve zulme yardım etmeyin.”
(Maide, ayet: 2).
Siz
zannediyorsunuz ki, Resulullah (s.a.a) bu 4 mezhebin ortaya
çıkmasından razıdır, mezheplerin birbirine karşı
hizmetleri var mıdır ki onlardan razı olsun? Ey kardeşler,
durum zannınızın tersidir, mezhepler devletin siyaset
adamları tarafından Ehl-i Beyti Resulullah'ın (s.a.a) miras
haklarını imha edebilmek için icad edildiler. Resulullah'ın (s.a.a)
tebliğinden sonra dinin tamamlandığını tüm milletler
bilmektedir. Resulullah (s.a.a) dinin tamamlandığını
bildirdikten sonra çıkan sıradan ve önemsiz adamlardan nasıl
razı olabilir? Bu adamların herbiri havasına uygun bir yol
tutup, kendine bir toplum edindi. Resulullah'ın (s.a.a) vefatından
100 sene sonra kendilerini imam ve mezhep sahipleri iddia ettiler. Bunlar
mezhepleri icat ederken kendi havalarına uyup, kimsenin sorgusu olmadan
herbiri kendi adına bir mezhep kurdu. Her biri kendisinden öncekini yererek
onun mezhebini yalanlamıştı. Hiçbiri kendisinden sonrakini
doğrulamamıştı. Her biri kendisinden önce olan
mezhebin eksik olduğunu iddia etti. Malik, Ebu Hanife'yi yalanladı.
Şafii, Malik ve Ebu Hanife'yi tekzib etti. Ahmed bin Hanbel ise hepsini
yalanladı. Dördü de, Ehl-i Beyt’i yalanladılar.
Ey
kardeşler, bu saydığım ayrılık ve iddialar
İslâm tarihinden ancak milyonlardan bir kısımdır. Bu
saydıklarım, tahrif ve değiştirilmiş gerçeklerin
ancak bir kısmını içermektedir. Bütün bu ihtilaflar, hükümdarın
kuvvet emrine uyarak dünya malı için olmuştu. Hatta bilgin,
hükümdarın yanında alet olarak kullanılmıştı. Hükümdar
bu aleti istediği gibi çeviriyordu, nitekim siyaset ve din bir amaç için
bağlanmıştı. Devlet başkanı olan halife,
amaçlarını uygulayabilmek için, alimleri kendine muvafık
etmişti. Bu durumdan ötürü alimin hayatı ölüm tehlikesiyle
her an kaplanmıştı. Böyle bir zamanda çok zor olan bu
müşkülin halledilmesi için hangi kişi önderlik yapabilirdi? Her
aşırın adamları, bu ihtilafların üzerine katıp
daha büyümesine sebep olmuşlardır. Bunlar, başkaları
adına düşmanlığı devam ettirdiklerinin farkında
değillerdi. Din adına yaptıkları bu ayrımlar dinde yok
idi. Zira din böyle ayrımcı hareketlere karşıdır.
Dinin temeli birleştirmek ise, biz nasıl olurda, başkalarının
hesabına birbirimize düşman ojuruz? Aramızda olan bu
düşmanlıklar din adına yapılıyorsa, yüzbinlerce
müslümanın ölümüne sebep olan bu düşmanlığa din
karşıdır. İslâm dini adına yapılan
düşmanlık ve ihtilaflar Muhammed'e (s.a.a), Ehl-i Beyti (Oniki
İmam'ın) görüş ve kanunlarına uygun değildir. Bu
aşırın insanları anladılar ki, İslâm'ın
içinde ceryan eden ihtilaflardan ve bu ihtilaflara muvafakat
gösterenlerden, İslâm arî (saf) ve bendir. Çünkü İslâm,
bir nokta üzerine toplayan ruhtan ibarettir. İslâm toplumunu ancak bir
sultan bağlar; bu da din sultanıdır. Allah'ın katında
din İslâmdır. Islâ-mın direkleri olan müslümanlar ise, Hz. Muhammed
(s.a.a), İmam Ali, Selman el-Farisi, Mikdad bin Esved el-Kindi ve Ebu Zer
el-Gaffari vs.dir, Ebu Hanife, Malik, Şafii ya da İbn-i Hanbel
değildir.
Bu
dört mezhep imamları, dinin, İslâmi devletin kuruluşunda
var mıydılar? Bunlar, Resulullah'ın (s.a.a) yanında
bulunup, İslâmın ilk kuruluşuna tanık oldular mı? Resulullah
(s.a.a) risaletini tamamlayıp, kemale erdirip, kanunlaştırıp,
tatbik ettikten 100 sene sonra, 4 mezhep imamlarını, anneleri daha
karınlarında taşımamıştı. Nasıl olur da,
bu dördünün mezheplerini İslâmın rüknünden sayıyorlar? Aksine,
bu dördünün mezhepleri, İslâmı böldüler, direklerini
yıktılar, şanını alçalttılar ve
sultanını zelil kıldılar.
Allah'ın,
selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Rivayet (öykü) burada
bitti, hamd yalnız Allah'adır.
ŞAM'DA
CABBARA RİVAYETİ
Şam'da,
Cabbara ailesinin mahalline dahil olduk. Bu ailenin köşkü EI-Rammâne
caddesindedir. Beraberimde, Şeyh Ali Edip efendi (Allah rahmet eylesin)
vardı. Cabbâra'nın yanına dahil olduğumuzda, bizlere
içtenlikle ihtiram etti. Yanında 10 kişiden ziyade bir toplum
vardı. Bu toplumun içinde, Ali Mail-bârid, Fuat Cabbara, Harun ailesinden
Maliye veziri ve Türk asıllı bir kişi vardı. Bu Türk
asıllı kişi Şam'dan bir kadınla evlenmiş ve Türk
lügatinin eserini sürdürmek amacıyla emekli edilmiş. Herkesle selamlaştıktan
sonra oturduk.
Türk asıllı adam bize hitaben: "Sizler
Türk müsünüz?"
Ben:
"Evet, bizler Türküz."
Toplumdan
biri: "Bu alevidir, Türk değildir."
Ben:
"Türk Alevilerinden."
Aynı
adam: 'Türk, sizlere denmez."
Ben:
'Türk Alevileri bizleriz. Türkler olmasaydı Alevi kalmazdı. Aleviler
olmasaydı Türk dili kalmazdı."
Maliye
veziri: "Bu konuştuğun sözler tarihten hariçtir."
Ben:
"Senin görüşünce öyledir. Fakat benim görüşüme
göre hepsi tarihtir. Nitekim her insan tabiatından tarihte ancak
kendi konusu üzerinde durup başkalarının konusuna mühimmiyet
vermez."
Maliye
veziri: "Ey Şeyh, benim dediklerime üzülme. Şimdiye kadar,
Alevilerin Tü,rk olduğunu tarih olarak aklıma getirmedim. Bunu ilk
defa senden duyuyorum."
Ben:
"Alevilik bir taraftır, cins değildir. Tıpkı
İslama taraftar olanlar gibi. Kim Muhammed (s.a.a) ve Ali'yi severse
İslâm-Alevi oldu. Kim Ali'yi buğz (küfr) ederse, Müslüman-Sünni
oldu."
Maliye
veziri: "Ali bin Ebi Talib'i buğz (küfr) eden bir müslüman bulunur
mu?"
Ben:
"Ali bin Ebi Talib'in çocuklarını müslüman kişilerin
öldürmesi caiz olur mu?"
Maliye
Veziri (Bakanı) : "Hayır, olamaz."
Ben:
"Ali bin Ebi Talib'in çocuklarını öldürenlerin tarihini
hazretleriniz okumadı mı?"
Maliye
Veziri: "Evet, okudum."
Ben:
"Onları öldüren, Ali'ye buğz (küfr) eden değil mi?
Kalkın! Hazretleriniz ve hazır olanlar, beraber, öldürülenlerin
mezarlarını ziyaret edelim."
Maliye
Veziri: "Mezarları nerededir?"
Ben:
"Şam'da dır. Sen de Şam'da vezir olduğun halde
mezarların nerede olduğunu bilmiyorsun. Bu ilginç ve gariptir."
Başka
biri: "Ey vezir hazretleri, Şeyh, İmam-ı Hüseyin'in
kızkardeşi Seyyide Zeyneb'in Şam'daki mezarını
kasdediyor."
Maliye
Veziri: "Evet, evet, doğru söyledin. Şimdi hakiki durumu
anladım."
Ben:
"Şayet durum seni hakikaten ilgilendirmiş olsaydı,
onların (Ehl-i Beytin) hakkında bir çok şeyler
öğrenirdin. Emir Allah'ındır."
Maliye
Veziri: "Türkiye'deki Alevilerin durumundan anlatmanı rica
ediyorum."
Ben:
'Türk devleti Alevileri, Türkiye'nin yüzde ellisini belkide daha
fazlasını temsîl ederler."
Maliye
Veziri: "Alevî mezhebi, Türk diyarına nasıl ve hangi yoldan
dahil oldu?"
Ben:
"Bunun sebebini ancak Türk-Alevi konusuna ilgi gösterenler bilir.
Önceki sözlerimde belirttiğim gibi, Emeviler Aleviler buğz
(küfür) etmeyi aynı zamanda öldürmeyi de kendi imanlarına farz
ve sünnet edinmişlerdi. Emeviler, Ali'nin ehlini ve taraftarlarını
imha etmeye başladıklarında Alevilerin bir kısmı Türk
diyarına hicret etti. Türk diyarında İslâm mezhebinin
davasını Aleviler başlattılar. Alevilerin Türk
diyarına geçmeleri, İslâmın Türk diyarında
yayılmasından önceydi. Bu durum, yurdundan kaçan tüm Alevilerin
Türk diyarına yerleşmesine sebep oldu. Kafkas dağları,
Alevilere bir sığınak olmuştu. Orada, hür ve Allah'ın
emaneti içinde hiç korkmadan yaşadılar. Bu diyarda Alevilerden kerametli
ricaller zuhur etti. Bu ricaller, Ehl-i Beytin ilmini, edebini, faziletini ve
ahlakını yaydılar. Böylece Türklerin, Ehl-i Beyt mezhebine
girişleri akın, akın oldu. Kısa bir müddet içinde, Türk
diyarı, Alevi-Türk diyarına dönüştü. (Hacı
Bektaş-ı Veli'nin zamanı ve sonrası kasdedilmiştir.)
Geride kalan Aleviler, Türk diyarındaki bu hürriyet ve
genişliğin mevcut olduğunu bildiklerinde, zalim, katil
Emevilerin zulmünden kurtulmak için onlar da Türk diyarına göçtüler.
Çünkü Emeviler ne İslâmı ne de akibeti biliyordu."
Vezir:
"Biz de derdik ki, Türklerde hiç bir Alevi bulunmaz."
Ben:
'Türklerin hepsi Sünni olsaydı bile, Alevilere karşı Emeviler
kadar buğz (küfür) etmezlerdi. Alevilerde bir atasözü vardır:
-
Türklerin Alevilere zulmü, arapların adaletinden daha iyidir.
Vezir:
"Şimdi çok fazla oldu."
Ben:
"Çok fazla idare ettik, üzülme. İmam-ı Hüseyin bin Ali
Aleyhisselam Türklerin cinsinden, amcaoğullarından ve
Peygamberlerinin çocuklarından olsaydı, Türkler onu Emeviler gibi,
suçsuz, günahsız ve hiç bir dünyevi mertebede gözü olmadan,
haksız yere ehliyle (halkıyla) beraber sövüp öldürürler miydi?
Türkler, Muhammed'i (s.a.a) görmeden sadece şanından
duyduklarında ona inandılar. Hatta Muhammed (s.a.a), Türklerin ne
cinsinden, ne dilinden ne diyarından olup, Türkler onu
görmemişlerdi. Bu zaman ve asır da Türklerde, süslenmiş, inançlı
ve daha maliyetli camiler mevcuttur. Şeyhleri, Türk oldukları halde
din derslerini arap diliyle öğrenmektedirler. Türkler, Muhammed
(s.a.a) ve dinine olan rağbet, sevgi ve inançlarından
dolayı nefislerine dayanılmayacak yorgunluklar vermektedirler. Türklerin çoğu Arapçadan bir şey
anlamadıkları halde, namazı her vacip ve lazım olduğu
zamanda eda ettiklerini görürsün. Aralarında, Allah'ın rızasından başka
bir gaye edinmeyen adamları da görürsün.
Camileri, şehirlerin ortasında görürsün. Din adamları hür
olup hiç birini kayıt ve şart altında göremezsin. İstanbul'da, benim gördüğüm
gibi, Türk kadınları hiç arapçayı bilmedikleri halde,
Arap kadınlarından daha fazla bir sevgiyle namaz kılmaktadırlar. Seyahat
edenleri, arap şehirlerinden daha çok İstanbul'daki camileri ziyaret
ettiklerini görürsün. Türklerde, fen, mühendislik ve eski eserler daha
muhteşemdir."
Vezir:
"Sultan Abdülhamit, çok fazla müstebed idi."
Ben:
"Sultan Abdülhamid'in şeyhi, Emevi şeyhlerinden Şeyh
Ebû'l-Hedâî idi. Bu şeyh Nakşibendi olarak meşhurdu. Hatta bu
şeyhin sultana ulaşmasıyla, Nakşibendi tarikatı için
paraların harcanıp bu tarikatın yayılmasına sebep
oldu. Sultanın bu cehalet ve istibdadından dolayı tarih onu
kınadı ve kürsüsünden düşmesine sebep oldu. Sultan kendi nefsine
zarar etti, buda akıllı, insanlara ibret oldu. Nitekim her insan
nefsinden dolayı zarar görür. Tıpkı Emeviler gibi,
nefisleri onları Ehl-i Beytin kanlarını dökmeye
yöneltti ve bu fiilden dolayı edebiyete kadar cezalarını
gördüler. Emevileri ve yardımcılarını bilenler,
yaptıkları facialardan dolayı onları lanet etmektedirler.
Hatta kendi torunları ecdadlarına (atalarına) lanet
etmektedirler. Ey kardeşim, İmam-ı Hasan'ı, Hüseyin'in
zamanında hayatta gördün mü?"
Vezir:
"Hayır, mevcut değildi."
Ben:
"Emeviler, İmam-ı Hüseyin'den ellerini çekseydiler, Hüseyin
başkalarından ziyade bu yüksek makama varır mıydı?
Mekke'den ibreti al, Mekke'ye bir ziyaretçi geliyorsa, Kerbelâ'ya iki ziyaretçi
geliyor. Bu ölçüyü delil olarak alın. Emevilerin Ehl-i Beyte
karşı yaptıkları siyaset kendilerine bir yılan ve
zehir oldu. Sultan Abdülhamid'inde meşrebi Emeviydi. Çünkü
Şeyhi Ebû'l-Hedâî Emeviydi.' Bu da sultan Abdülhamid'in tarihini kara
etti. Sultanın bu fiili, kendisini öldüren bir silaha dönüştü.
Aynı zamanda saltanatını da başına yıktı.
Sultan cahilce öldü ki, ölümünden sonra mazlum toplumu hayata
kavuştu. Cahil ve zalim toplumu da ölüme mahkum oldu. Ey
kardeşim, bizler Alevileri Türkiye Cumhuriyetiyle nimetlendiren rabbimiz
Allah'a hamd olsun. Bu devlette tüm istibdat zulmü imha edilip yerine
eşitlik, hürriyet ve adelet bayrağı dalgalandı. Tüm vatandaşlara,
bilhassa Alevilere bu kanun geçerli oldu. Halk, eski sultanların zulüm ve
hükümlerinden kurtulmuş oldu. Şimdi bu günlerde, Türkiye Cumhuriyetinde
Alevilere neşe ve saadet vardır. Türkiye, sadık ve iyi
vicdanlı Alevilere, kehf ve sığınak olmuştur."
Vezir:
"Antakya'daki Türkler Alevileri kabul etmemektedirler."
Ben:
"Alevilere küfür eden ve kin güden Antakyalılar Türk asıllı
değillerdir. Onların kanı Emevi olup, dilleri Türktür."
Vezir:
"Siz Türkiye'de rahat mısınız?"
Ben: "Evet, Türk-Alevî kardeşlerimizden
rahat, mesut 'e mesruruz cidden!"
Vezir:
"Onlar, aynen sizin gibi Alevi mi?"
Ben:
"Evet, onlar bizim gibi Alevidir. Bizim gibi iyi ve bizden daha
sarihtirler (açıktırlar).
Vezir:
"Alevi olan, Türkiye'de herkesçe tanınmış mı?"
Ben:
"Evet, herkesçe tanınmış ve açıktır."
Vezir:
"Alevilerden görev sahibi olanları var mı?"
Ben:
"Evet, görev sahibi olanları mevcuttur. Devletin en yüksek
yerlerinde, orta kısmında ve dışında görev sahibi
olanlar vardır. Alevilerden, her yerde irfan ve ilim sahibi adamlar
vardır. Allah tarafından Türkiye Cumhuriyeti hasseten mazlum
Alevilere rahmettir. Allah, bizlere Türkiye Cumhuriyetini daim kılsın
ve Türkiye'yi tüm zalim düşmanın şerrinden korusun. Zira her
mazlum ve zayıfın hayatı adalettir."
Vezir:
"Söylentilere
göre, Türklerde Alevilere zulüm ve zorluk varmış, bu
sözlerin önemi, aslı yok mu?"
Ben:
"Bu
gibi sözleri ancak aslı Emevi ve dili Türk olanlar söylemiş
olabilir. Çünkü böyleleri, Alevilerin Türkiye'deki refah, saadet ve
nimetlerini kıskanıyorlardı, tıpkı bize eskiden
dedikleri gibi: “Aman sakın İskenderun'dan daha ileriye gitmeyin.
Orası Türkiye'nin merkezidir. O tarafa giderseniz zulüm ve azaba
düşmüş olursunuz. Bunu yapacağınıza ölün daha
iyidir.!” Biz de Türkleri sert bir
toplum olarak düşünmeye başladık. O kadar düşündük ki,
korkumuz ve sıkıntımız taşınmaz bir dereceye
gelmişti. Sonunda sabredelim dedik. Böylece, Türk askerinin Hatay'a
girişini bekledik. Türk askerinin Hatay'a girişinin ilk gününü çok
büyük korkuyla geçirdikten sonra ikinci gün fikrimiz biraz hidayet bulup askerlerin
akıllılarıyla görüştük. Bize dediler ki: "Korkmayın,
Türkiye Cumhuriyeti devletinin çoğunluğunu sizin gibi Aleviler
teşkil etmektedirler. Bunların hepsi yüksek devlet
mertebelerindedir." Bir kaç gün geçtikten sonra İstanbul, izmir,
Ankara ve başka yerdeki akrabalarımızla görüştük.
Hepsi, bize ifade verdiler ki: Sizler şimdi yaşadınız, tüm
korkunuz size emânet olacak. Hür ve akıllı olan Türk-Alevi ehlinizle
beraber oldunuz. Sonra hükümet adamlarıyla görüştük, hepsini
asil, kerim ve beklediğimizden daha iyi gördük."
Şam'da
yaşayan Türk asıllı adam:
"Senin
gibi iyi kalbli, Türk hükümetini seven bir şeyhi, Allah bereketli
kılsın."
Ben:
"Ben
Türküm ve kanım Türktür."
Hazır
olanlardan biri:
"Türklerin
içinde Alevi bulunması sahih olabilir mi?"
Ben:
"Evet olabilir, buyrun beraber Türkiye'ye gidelim, orada Türkün
nasıl Ehl-i Beyt'i vilâyetlerine tutulduğunu gözlerinle
gör."
Cabbâra
(ev sahibi): "Evet, şeyh doğru söylüyor, Şükrü
Kanatlı Bey tanıdığımız Türk Alevilerindendir.
Paşaların içinde de Alevi çok, hepsi de Resulullah'ın Ehl-i Beyt’ini (s.a.a) severler. Ey Şeyh Edip,
hadisinde Türk hükmünden memnun olduğunuzu anlattığın için
çok memnun oldum."
Ben:
"Bizim içinde bulunduğumuz refah, adalet, hayır ve sevinci
buseydin. Alevinin evi, tarlası, mülkü, tüccarı, avukatı,
doktoru, mühendisi, hâkimi, eczacısı, zabiti, profesörü,
paşası ve bakanı vardır."
Hazır
olanlardan biri: "Abartmalı oldu."
Ben:
"Fazlasıyla bir şey söylemedim, belki eksik oldu. Allah'ın laneti yalancılara
olsun."
Kendisi:
"Bu lanetinden razı olmadım, çünkü ben senin yalancı
olduğunu hiç zannetmiyorum."
Ben:
"Biri sana, Türkiye'deki Aleviler nasıl, sorduğunda senin
kalbini kuvvetlendirip: Aleviler Türkiye'de Türk, devlet, emir sahipleri ve
kanun adamlarıdır, diyebilmen için yalancıya lanet ettim.
Aleviler dünyanın her tarafında, Türklerin yanında mesrur
oldukları gibi olsaydılar islamın birinci tabakası olurlardı."
Türk
asıllı adam: "Allah, sizleri Türkiye'de mutlu
kılsın."
Ben:
'Türkler tabiatlarından hür ve güzel ruhlu insanlardır. Hiç
zulmetmez ve korkmazlar. Allah da her adil insana zafer verir. Resulullah
sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem şöyle buyurmuş:
-
Mülkün temeli adalettir."
Cabbâra
(ev sahibi): "Evet, her zaman Alevilerin Türkiye'de her yönden mutlu
olduklarını duyuyorum."
Ben:
"Bizler Türkiye'de refah, hayır, saadet içinde olmasaydık,
bizleri ağlar, şikayetçi ve kalblerimizin korkudan titrediğini
görürdün. Bizim hal ve kalbimize bak, tüm kuvvet ve övgüyle
konuşuyoruz."
Hazır
olanlar topluca: "Alevilere bu hürriyet varsa, şeref bizimdir."
Rivayet
burada bitti, selam üzerinize olsun.
İSNATLAR
(1)
Medine'ye girmesi yasaklanıp, oradan uzaklaştırılan
şahıslara "tûlekâ" denir.
(2)
İbn'ül-Esir, "EI-Kâmil Fit-Tarih" Türkçe tercemesi İstanbul
1985, cilt: 2, sahife: 244. İbn-i Hişam, "Siret-i İbn-i
İbn-i Hişam" Türkçe tercemesi, İstanbul 1985, cilt: 4,
sahife: 117.
(3)
"Sahih-i Müslim" cilt: l, sahife: 46, iman kitabında. İbn-i
Mace, "Sünen" cilt: 1, sahife: 192, bâb: II, hadis nü: 114. Tirmizî,
"Sünen" Cilt 6, sahife: 270-271, menkıbe babları, hadis no:
3962 ve 1963. Ahmed bin Hanbel, "Müsned" cilt: 2, sahife: 102. Hâkim,
"Müstedrek" C: 3, S: 129.
(4)
Hâkim, "Müstedrek" c: 3, s: 128. EI-Muttekî,
"Kenz'ul-Ummâl" o: 6, ı: 154, hadis no: 2571. Ahmed bin Hanbel,
"Müsned" c: 2, s: 442. İbn-l Hacer, "Savaik'ül-Muhrika"
bâb: II, birinci fasıl. Havârezmî, "Menakıb"s:206
(5)
Seffah, imam Cafer as-Sâdık
(as) zamanında yaşamıştı. Merhum Şeyh Edip'in bu
haberi nereden naklettiği bize meçhul olduğundan, kesin bir şey
söylemek mümkün değildir.
(6)
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuş: - Ey Ali, sen benim
kardeşim ve çocuklarımın babasısın. Sen sünnetim üzerine
savaşacaksın.
EI-Müttekî,
"Kenz'ul-Ummâl" c: 6, s: 404. İbn-i Hacer, "Savaik’ul
Muhrika" bâb: 9, s: 75 ve bâb: II, s: 112. Hâkim, "Müstedrek" c:
3, s: 164
(7) el-Bağdadi, Tarih Bağdad cilt:
10, sahife: 91. Zahâir’ul-Ukbâ sahife: 20. Mecma'ul-Zevâid cüz: 9, sahife :
168. Kenz'ul-Ummâl cüz: 12, sahife: 95. Hilyet'ül-Evliya Cilt. 4, sahife: 306. el-Münavi,
Künûz el-Hakâik cüz: 2 sahife: 89. Cami'ûs-Sağir cüz: 2, sahife : 155.
(8)
İbn-i Hacer, "Savaik'ül-Muhrika" sahife: 149
(9)
Rasulullah'ın (s.a.a) kendisinden sonra ancak 12 halifenin geleceğini
bildirdiğini nakleden kitaplardan bazıları şunlardır:
Ahmed
bin Hanbel, "Müsned" c: 1, s: 398, 406 ve c: 5, s. 89. Müslim,
"Sahih" c: 2, s: 79. Buhari, "Sahih" Kureyş'in
menakıb babı ve Kureyş'ten emirler babı. EI-Müttekî,
"Kenz'ul-Ummâl" c: 6, s: 160. İbn-i Hacer, "Savaik'ul-Muhrika"
bâb: II, 2. fasıl.
Peygamber
efendimizden (s.a.a) sonra halifelerin Ehl-i Beytin 12 imamından ibaret
olduğunu, Şeyh Süleyman'el-Kandûzî, "Yanabi'ûl-Mevedde"
kitabında, bâb: 77, s: 444-445'te şu değerli kitaplardan tasdik
etmiş: Seyyid Ati Hamedâni, "Meveddet'ül-Kurbâ" bâb: 10'da hadisi
Şu'bî 'den oda Mesrûk'tan oda İbn-i Mes'ûd (RA)'den nakletmişler.
Yine Muvaffak bin Ahmed'el-Havarezmî ve Hamaveynî hadisi nakletmişler.
(10)
Tirmizi, "Sünen" menkıbe babları, hadis no: 4026. Şeyh
Süleyman'el-Kandûzî, "Yanabi'ûl-Mevedde" bâb: 76, s: 441'de
çeşitli sahih ve muteber hadis kitaplarından, 12 halifenin
imam-ı Hüseyin'inin neslinden zuhur edeceğini tasdik etmiş.
(11)
Şeyh Süleyman'el-Kandûzî, "Yanabi'ûl-Mevedde" bâb: 76, s: 441'de
Hamaveynî'el-Şafii'nin "Feraid'el-Simtayn"
adlı kitabından hadisi nakletmiş.
(12)
Hâkim, "Müstedrek" c:3, s: 137. Ahmed bin Hanbel, "Müsned"
c: 2, s: 442.
(13)
Hâkim, "Müstedrek" c:3, s: 121. Ahmed bin Hanbel, "Müsned" c:
6, s: 323. Neseî, "Hasâis" s: 17.
(14)
ve (15) Müslim, "Sahih" c: 1, s: 46, iman kitabında. Tirmizi,
"Sünen" c: 6, s: 270-271, menkıbe babları, hadis no: 3962,
3963 ve 3981, İbn-i Mace,
"Sünen" c: 1, bâb: II, hadis no: 114.
(16)
Tirmizi, "Sünen" c: 6, s: 267, menkabe babları, hadis nd: 1058,
3959. Ahmed bin Hanbel, "Müsned" c: 4, s: 438.
(17)
Belâzûrî, "Ensâb'ûl-Eşrâf" c: l, s: 586. EI-Muttekî,
"Kenz'ûl-Ummâl" c: 3, s: 140. Şehristânî, "el-Milel-ü ven-Nihal"
İran basımı, c: 1, s: 26. Leydin basımı, c. 1 s. 40.
ibn Kuteybe, "El-İmâmetu ve's-Siyâse" Mısır
basımları, c: 1, s: 12-14.
(18)
imam-ı Ali'nfn kendi, hutbe, emirname, vasiyet ve hikmetli
sözlerinden oluşan "Nech'ül-Belâğa" adlı eserin,
Abdülbâki Gölpınarlı tarafından yapılan terceme ve
şerhi sahife 162 - 167'ye kadar. Sünni kardeşlerimizin muteber
alimleri tarafından "Nehc'ül-Belâğa" şerh
edilmiştir. Bunlardan meşhurlarr: İbn Ebi'l-Hadid - Allâme
el-Mu'tezili ve Şeyh Muhammed Abduh.
(19)
Buhari, "Sahih" maagazi bebında Peygamberin (S.M.) hastalığı
bölümü, c: 3, s. 62. Kitabu Farz'ında c: 4, s: 5. Sünnete
yapışmak ve ihtilafın kötülüğü
kısımlarında c: 4, s: 180. Müslim, "Sahih" vasiyet
kısmında c: 5, s: 76. Bu husus için hadisenin arapça metnine müracaat
etmek gerekmektedir. Türkçeye tercüme edilen kaynak eserlerin çoğunda bu
hadise esas anlamından uzaklaştırılmıştır.
(20)
ibn'ül-Esir, "El kamil Fi't-Tarih" Türkçe tercemesi, istanbul 1986 c:
3, s: 340.
(21
Tarihte "Küçük Cemel vakası" diye adlandırılır.
Tüm islam-Tarih kitaplarına bakabilirsiniz.
(22)
"Cemel" vakasındaki tüm olayları islam tarihçileri kaydetmişlerdir.
(23)
Mes'ûdî, "Mürûc'üz-Zeheb" c: 3, s: 217 - 219. Ya'kûbî,
"Tarih" c: 3, s: 66.
(24)
Alevi-Caferi namazında bazı hareketlerde farklılık
vardır.