Şeyh Edip Rahbay’ın Anıları

 

1896-1974

 

Düzenleyen: Enis Emir

 

 

 

Bismillâhirrahmanirrahîm

 

SUNUŞ

«Şeyh Edip» 1896 yılında Antakya'da dünyaya gelmiş ve 1974 yılında Hatay'ın kazası Samandağ’ında Allah'ın rahmetine kavuşmuştur. Bu kitapçık, Şeyh Edip'in seyahati esnasında yapmış ol­duğu bâzı sohbetlerinden bahseder.» [Kitapçığı, Şeyh Edip'in arapça ile yazmış olduğu günlük defterinden aynen türkçeye tercüme ettik. Kendimizden ancak şeyh Edip'in zikretmiş olduğu hadislere isnâtlar vermekle yetindik.]

Sayın okuyucular,   

Şeyh Edip taasuba daima karşı olup, hiç bir za­man müslümanların arasında bulunan tefrika ve ihtilafları, hakiki İslâm dinine karıştırmamıştı. Aynı za­manda, bir tarafı kötüleme gayesini hiç edinmemişti.

 

Şeyh Edip için, hak ve hakikati İslâm hukukuna tabi bir şekilde belirtmek mühim ve gerekliydi. Şüphesiz kitapçığın içindeki bâzı konular, okuyucu­lar için tuhaf ve ters gelebilir. Bunun nedeni ise, yüzyıllardır müslümanları birbirinden uzaklaştıran ih­tilâf konularının açıkça tartışılmamasıdır. Geçmişte vakî olup, bizleri halen etkisi altına alan ihtilâf konu­ları ne yazık ki örtbas edilmiş ve çıkmaz bir yola sevkedilmiştir.

Kitapçıkta ihtilaf konuları çok yerde ele alın­mıştır. Tüm okuyucuların, kitapçığı hiçbir taasuba yer vermeden, tam tetkik ve hür vicdanla okumaları en büyük istek ve dileğimizdir, bunu çok rica ediyorum.

Dinde herkes hürdür, dinde hiçbir zorlama yoktur. Yazımı Allah'ın buyurmuş olduğu "İnananlar ancak ve ancak, kardeştirler, artık kardeşlerinizin arasını düzeltin, barıştırın, uzlaştırın onları ve Allah'tan çekinin  de acınmışlardan olun." emrî celîlini hatır­latıp bitiriyorum.

Başarıya eriş, Allâhu Taâlâ'dan, lütuf ve şefaat Rasûl-i Ekreminden (S.M.) ve Ehl-i Beyt'indendir.

Allah'ın esenliği ve rahmeti okuyanlara ve oku­tanlara olsun.

 

24.03.1988

Augsburg, Batı Almanya Terceme edip, basıma hazırlayan

Enis EMİR

 

Bu kitapçık, Şeyh Edip Maruf el-Antaki'nin kendi­siyle, hayatı boyunca, yaşamış olduğu insanlar ta­rafından, soru ve cevap tarzıyla tartışmalarını, dini ihtilafları ve mezhep görüşleri ihtiva etmektedir.

 

Yapmış olduğu dini tartışmalardan biri:

Yer:  Halep (Suriye), Yıl: 1952

 

Halep şehrine vardığımızda, Lazkiye oteline indik. Otelin müdürü, haccı Muham­med adında biri idi. Otele girdiğimizde, müdar hac­cı Muhammed başını biraz salladı. Ona selam verip yaklaştım. Haccı Muhammed, selamıma "merhaba" ile karşılık verdi. Sonra haccı Muhammed:

"Sizler nereden geliyorsunuz?" diye sordu.

Ben :

"Bizler Antakya'dan geliyoruz." Dedim.

 Haca Muhammed:

"Aklıma, sizlerin Lazkiye'den olduğunuz, geldi. Sizlerin Kürsana karyesinden Şeyh Ali gibi alevi şeyhlerinden olduğunuzu zannettim." Dedi.

Ben :

"Evet, fikrin ve zannın yerindedir. Ben Şeyh Ali Efendi gibi alevi şeyhleri arasında yerim vardır. Kalbin ne zannettiyse yerindedir. Herşeyden önce öğlen namazımızı kılmamız gerekiyor. Sonra kendini her sevdiğin soru için hazırla." Dedim.

 

Haccı Muhammed:

"Başüstüne, hemen olacak" Dedi.

 

Haccı Muhammed, terlik ve seccadeyi hazırlar. Biz de abdest alıp, Alevî-Caferi mezhebine uygun bir şekilde, yalnız dört farz rekatlarını kılmak şartıyla namaza durup kıldık. Namazdan sonra, Haccı Mu­hammed sandalye getirip:

"Buyurun, benim yanıma oturunuz." Dedi. Hepimiz oturduktan sonra Haccı Muhammed:

"Esselâmu aleykum." Dedi.

Ben:

"Aleykesselâm." Dedim.

Haccı Muhammed:

"Allah sizden kabul etsin." Dedi.

Ben:

"Allah sizleri hayırlı kılsın." Dedim.

Haccı Muhammed :

"Şeyh Ali defalarca otelde yatmıştı velakin hiç bir zaman namaz kıldığını görmedim. Sizler ise otele girdiğiniz ilk saatte namaz kıldınız, bu acaiptir."

Ben:

"Eğer Şeyh Ali namaz kılmadıysa, mazur olma­lı."

Haccı Muhammed: "Özürü nedir?"

Ben:

"Şeyh Ali'nin, sana karşı zannı, benim sana karşı etmiş ol­duğum zan gibi değildir. Şeyh Ali, seni Emevîlerden zannetmiş olmalı ki, o toplum Yezid'in tarafında küfre sapıp, Kerbelâ faciasında onlara İmam-ı Hüseyin'in kanını dökmek, hatta onu öldürmenin helal olduğu toplumdur. İşte şeyh Ali, bu zannından dola­yı senin otelinde namazını kılmamış olmalı. Zira İmam-ı Hüseyin'i öldürmenin helalliği sabit olan bir insanın evinde namaz caiz değildir. Lâkin zannederim ki, Hüseyin'in kanını dökmenin helal olduğuna kanaat getiren, bu zamanda kimse yoktur. O zama­nın insanlarından şimdi dünyada bir şahısın kalma­dığına inanıyorum. Şimdiki zamanın insanlarının çoğunda, ilim mahareti mevcuttur. Vicdanlarının, Yezid'e ve babasına razılıkta bulunmalarına müsaade etmeyeceğine güveniyorum. Buna dayanarak, kalbim kuvvetli olup, namazın böyle insanların mahal­linde caiz olduğuna inanıyorum."

Haccı Muhammed :

"Evet, doğruyu söylüyorsun. Şimdi bu zaman­da, Hasan ve Hüseyin'in katline ve onlara lanet edilmesine razı olacak bir insanın mevcut olduğuna ben de  inanmıyorum. Onlara lanet eden bir şahıs var mıy­dı?"

Ben:

"Evet vardı. İmam-ı Ali'ye, Muaviye'nin zamanın­da her cuma namazında küfretmek şart edilmişti. Bu şart, Ben-i Ümeyye devletinin bekası müddetince 83 sene devam etmişti. Ömer bin Abdüiaziz'in saltanatı zamanında bu şart zahiri olarak kaldırıl­mıştı. Gizlide ise bu küfretme işi Yezid'in ehlinde ve şimdi Yezidiler diye tanınan toplumda devam et­miştir.

 

Haca Muhammed:

"Ali bin Ebi Talib'e lanet edenlere Allah lanet et­sin."

Ben:

"Amin, Allahumma amin."

Haccı Muhammed:

"Benim Ali bin Ebi Talib'e sövenlerden olma­dığıma dair bir şüphe kaldı mı?

Ben:

"Sen bana görüşünü arzetmeden önce, senin Ali bin Ebi Talib'e sövenlerden olmadığına inandım. Aynı zamanda senin huzurunda namaz kıldım. Kal­bimde, senin Ali bin Ebi Talib'e sövenlerden uzak olduğundan emindim. Lakin bir şey var ki, bu söyle­diğin sözlerden sonra sana zor ve şiddetli gelir."

Haccı Muhammed:
"O şey nedir?"
- Ben:        

"O teberrinki, her Ali bin Ebi Talib'e lanet edene lanet ettin. Ben-i Ümeyye devletinin tümü Ali Bin Ebi Talib'e lanet etmişti. Sana caiz olur mu hiç, hem onları (Emevileri) lanet edersin, aynı zamanda onların yolu üzerinde, görüşlerine muvafık olarak, onlardan razı olup onların hizbinden görünürsün. Eğer, Ali'yi lanet etmezsen ve lanet edilmesine razı olmaz­san sana nasıl caiz olur ki böyle bir fiilde bulunan­lara (Emevilere) muvafakat edersin?"

 

Haccı Muhammed: "Kim bunlar?"

 

Ben: "Muaviye ve hizbi, Mervan ve hizbi."

 

Haccı Muhammed:

"Ben ancak Muaviye'den ve babasından razı olurum."

 

Ben: "Muaviye kendisi, Ali'ye karşı savaşan, Osman'ın öldürülmesine sebep olan, İslâmın içine fitneyi atan, İmam-ı Hasan'ın zehirlenmesini sağla­yan, oğlu Yezid'e hayatında beyat edip insanları da beyata zorlayan ve tüm ihtilafların çıkmasına sebep olandır. Muaviye'nin yüzünü tarihi karartmıştır, ana­sı Hind, hazreti Hamza râdiallah anhu'nun ciğerleri­ni çiğnemişti. Muaviye'nin babası Ebu Süfyan tulekadan(1) olup, islamı hayatı boyunca sabit olma­mıştı. Huneyn gazvesinde Ebu Süfyan'ın daha müslüman olmadığı sözlerinden belli olmuştu. Huneyn günü, müslümanların bir kısmı kaçınca buna çok sevinen Ebu Süfyan'in şöyle dediği: "Denizden başka kaçacacak yönünüz kalmadı."(2) tarih kitaplarında mevcuttur. Ebu Süfyan'ın küfrü, cehaleti ve İs­lama yaptığı eziyetler meşhurdur."

Haccı Muhammed:

"Evet, doğruyu soyuyorsun. Ben onlardan değil ve onlardan razı olmam."

Şeyh Edip:

"Ama önce bana dedin ki, sen Muaviye ve ba­basından razısın."

Haccı Muhammed:

"Kendimi Muaviye'yi yapmış olduğu günahlardan dolayı, kurtaracak bir kudrette görmediğim için, onu babasıyla beraber saymayı, zaman beni mecbur etti."

Ben:

"Ben Muaviye'nin durumunu ve ne olduğunu tahkik ile bildirirsem, senin Muaviye'nin yol ve meşrebinden dönmen lazım olacak."

Haccı Muhammed:

"Muaviye'nin meşrebinden dönmem."

Ben:

"Muaviye'nin meşrebi nedir?"

Haccı Muhammed:

"İslâmdır."

Ben:

"Eğer meşrebi islâm olup, imanı yoksa?"

Haccı Muhammed:

"Bunun böyle olduğunu görmüyorum."

Ben:

"Rasulullah, sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem şöyle buyurmuşlar:

 

- Ali bin Ebi Talib’i sevmek iman; onu buğzetmek ise küfürdür.(3)

 

- Kim Ali'ye karşı savaşırsa, bana karşı savaşmış olur. Bana karşı savaşan da, Allah'a karşı savaşmış olur.(4)

 

Muaviye ise Ali'ye,  buğz edip, ona  lanet etti ve onunla savaştı. Sen de halen diyorsunki, ben ondan razı olmam, fakat onun mezhebindenim. Bu da akıllı vicdanın kabul etmeyeceği şeylerden biridir. Zira akıl ve mantığın kanununda, Rasulullah'ın (s.a.a) sevmiş olduğu ve sevmesinin iman,  onu buğz etmenin de küfür, onu sevmenin imanın bir işareti olarak tebliğ ettiği Ali'yi hem sevsin, aynı zamanda da Ali'nin mezhebini ve tarikatını terk edip, Ali'ye, lanet edip ona  buğz eden ve onunla savaşan Muaviye ile aynı yolda olması hiçbir insana caiz olamaz. Muaviye'nin mezhebinden olan birine sorsan ki: Ali bin Ebi Talib'i sever misin? cevabı he­men şöyle olur: Evet, Ali bin Ebi Talib'i severim. Lâ­kin öyle birine, Ali'nin mezhebini arzetsen, sana der ki: Ben Alevî olmayı kabul etmem. İşte bu, acaib ve garip bir şeydir."

Haccı Muhammed:

"Ey Şeyh, ben hanefi müslümanlardanım.

Ben:

"İmam-ı Ali de, ancak eski ve önce olan İbra­him Aleyhisselam'ın hanif mezhebini kabul etmekteydi. Ey haccı, sen Ali'den daha mı kıdemlisin?"

Haccı Muhammed:

"Bilakis, Ali benden daha kıdemlidir."

Ben:

"Eğer Ali senden daha kıdemli, daha bilgin ve Resulullah'a (s.a.a) senden daha yakın ise..."

Haccı Muhammed: "Evet öyledir"

Ben:

"Sana caiz olur mu, her dediğime evet, deyip, aynı zamanda da Muaviye'nin tarafını ve mezhebini tutarsın? Ben, Hanefi müslümanlarda­nım demen, senin Muaviye'nin meşrebinden olmadığına bir delildir. Sen zannediyorsun ki, Ali ve ehli, mezhepleri ve mezheplerin var olmalarına sebep olan şahısları tanımazlar. Ey Haccı Muhammed, bilmelisin ki, senin mezhebin İbrahim Aleyhissela­m'ın hanif mezhebi değildir. Mezhebin, Ebu Hanife Numan bin Sabit el-Kufi'nin mezhebidir. Ebu Ha­nife, 80 Hicride, Abbasi devletinin Ehl-i beyt’e zul­mettiği bir zamanda doğmuştu. Bilmelisin ki, şayet senin mezhebin hak olsaydı, Ehl-i Beyt senden da­ha önde ve daha hırslı bir şekilde onu severlerdi. Lâkin sen, Ebu Hanife mezhebinin ortaya çıkma se­beplerini bilseydin, Ehl-i Beyt için sonuna kadar kan ağlardın."

Haccı Muhammed:

"Güzel, o zaman bana, bu mezhebin ortaya çıkma nedenlerini anlat. Sana şimdiden teşekkür ederim."

Ben:

'Tarihin üzerinde duran herkese malumdur ki, Abbasiler iş başına geçebilmek için, iddialar ile başlamışlardı. Emevîlerin, Ehl-i Beyt’i altederek, zulmen, inaden ve küfren öldürdüklerini, halk arasında yaymayı başardılar. Özellikle Kerbela faciasının, toplum üzerinde yaptığı tesiri düşünerek, Kerbela'nın intikamı için olduğunu, halk arasında tesirli bir şekilde yaydılar. Hakikaten, şüphesiz Muaviye ve Mervan'ın zamanında Ehl-i Beyt’e yapılanlar, Resulullah'ın (s.a.a.) ne şeriatında ne de kitabında yeri olan ve hiçbir putun bile vicdanına muvafakat etmeyek hareketlerdi.

 

Abbasiler, Emevilerin Âli Muhammed'e (s.a.a) yaptıkları zulümden dolayı fırsat bulup, çok geniş iddialarıyla halkı Emeviler’e karşı içtihada çağırıp, islâmı kötü bir tarihten kurtaracaklarını bildirdiler. Emevîler’e defalarca hücumlar ederek, sonunda fit­neyi doğu ve batıya saçarak zalim gaddar Emevile­rin saltanatlarını yıkmayı başardılar. Ben-i Ümeyye ve Ben-i Mervan'ın tümüne ölümü saçıp, eserlerini yok ederek saltanat kürsüsüne oturmayı başardılar. Saltanat lezzetini tadan Abbasiler, Ehl-i Beyt’in haklarını göremez oldular. Gizlice Ehl-i Beyt’in katlini planlamaya başladılar. Emevilerin yaptıkları zulüm­lerden daha müthiş bir şekilde, işe başladılar. Abbasilerin, Ehl-i Beyt adına başa geçip sonra onları öldürmeleri, tarih ehline korku vermişti."

Haccı Muhammed:

"Evet, bu Abbasilerin işiydi. Kendilerini Ehl-i Beyt’le amcaoğulları saydıkları halde, bütün bu zulümler onlardan çıktı. Yaptıklarını akıllı vicdan,  hiçbir zaman kabul etmez. Şeyh efendi, bana bu düşmanlığın sebeplerini açıklamalısın."

Ben:

"Seffah (Ebu'l Abbas Abdullah) (5)  ve İmam Ali Zeyn'el Âbidin arasında bir konuşma oldu. Seffah hac et­tiği zamanda, Resulullah'ın (s.a.a) kabrini ziyarete gitmişti. Ravzaya girdiğinde İmam Zeyn’el Âbidin (as) de mevcut idi. Seffah, Resulullah'a (s.a.a) hitaben şöyle dedi:

- Selam üzerine olsun ey amcamın oğlu Mu­hammed. Müjden olsun, ben amcanın oğlu, senin halifen oldum. Senin kitabını taşıdım, adaletini yük­selttim, şeriatını yaydım, hükümlerini icra ettim. Emevilerden, Hüseyin'in kanı, Ehl-i Beyt’ine zulmet­tikleri, dövdükleri ve diyarlarından kovdukları için intikamını aldım. Emeviler, senin haram kıldıklarını helal ettiler, herkesin önünde haramları kendi nefisleriyle işlediler. Günah, zina ve zulümler yaptılar. Şiândan olan muhiplerine (sevenlerine) zorluklar çektirdiler. Sana düşman olanları, kendilerine yakın ettiler. Ben senin amcanın oğlu, kabrin üzerinde durup, seni ziyarete gelmişim. Yürüyerek seni ziya­rete gelip, sana ve Ehline selât okuyorum. Ben se­nin Ehlinden ve amcanın oğluyum.

İmam Ali Zeyn'el Âbidin, Seffah'ın bitirmesi için kenarda beklemişti. Seffah, bitirdikten sonra onun hizasına kadar ilerleyip, yüksek sesle şöyle konuşur:

 

- Selam sana olsun, ey babam, Allah’a ant olsun ki, Seffah'ın kendi hakkında söyledikleri yalandır. Kendisi, değiştirdi, tahrif etti, zulmetti, öldürdü ve tüm ha­ramları serbest kıldı. Bizler de, ey babam (6) bugün Seffah'ın, zulmü ve eziyeti altındayız. Bizleri seven­lerin çoğunu öldürdü ve geride kalanları dünyanın dört tarafına kovdu. Böylece bizler kendi vatanı­mızda yabancı olduk. Bize yaklaşanların hepsini öldürdü. Ey babam, Seffah kalkıp, yeni mezhep icat ettirdi. Bu mezhebiyle ancak Kurân’ı yalanlamaya uğraşmaktadır.

Bu sözleri duyan Seffah, boğulur bir duruma düşüp, toplanan insanların önünde kendini biraz olsun temize çıkarabilmek için şöyle der:

- Yalan, Muhammed (s.a.a) senin baban değil­dir.

İmam  Zeyn'el Âbidin:

- Evet, Muhammed (s.a.a) benim babamdır.

Seffah :

- Baban olduğunu tespit et.

İmam Zeyn'el Âbidin:

- Resulullah Muhammed (s.a.a) hayatta olsaydı, benim bJr kızım olsa seninde bir kızın olsa, Rasulullah'a (s.a.a) hangimizin kızını almak caiz olurdu?

Hazır olanlar:

- Rasulullah'a (s.a.a) ancak amcaoğlunun kızını almak caiz olurdu.

Bunun üzerine Seffah öfkelenip:

- Bunu, sana ömrüm boyunca unutmayacağım.

İmam Zeyn'el Âbidin de ağlayıp, Seffah'ın zulümlerini Rasulullah'a (s.a.a) şikayet etmeye devam eder.

“Ey haccı Muhammed, işte bu olay düşmanlığın görü­nen nedenlerinden biriydi. Saklı kalan nedenler ise, Abbasilerin tarihi meşhur ve Ebu Hanife'nin tarihi de mevcuttur. Abbasilerin, Ehl-i Beyt’e karşı düşmanlı­kları olmasaydı, herhangi bir mezhep ortaya çıkabilir miy­di? Hakikaten Abbasiler, Ebu Hanife'den razı olmasaydılar, onun ve başkasının mezheplerini devletçe kabul ederler miydi?”

 

Haccı Muhammed:

"Doğrudur, ve senden, gerçekten olağanüstü bir şekilde memnun oldum."

Ben:

"Eğer sözlerim sana ağır geliyorsa, bu konuyu kapatalım."

Haccı Muhammed:

“Vallahi, sözlerin bana ilaç ve şifa gibi geliyor.”

 

Ben: O zaman, sana soruyorum, senin Ali bin Ebi Talib'ten daha ulu bir imamın var mı?"

 

Haccı Muhammed: "Ali bin Ebi Talib'ten daha değerli, ulu ve bilgili bir imamın bulunması imkansızdır."

 

Ben: "Eğer bu tanıklığın tüm kalbinden ise, Ali'nin sevenleri ve taraftarlarından (aleviler) olman gereklidir."

 

Haccı Muhammed: “Vallahi bu tanıklığı, tüm kalbimden söylüyo­rum.”

 

Ben: "Eğer kalbiyyen bunu söyledinse, sen gerçek bir Alevisin."

 

Haccı Muhammed: "Ben Hanefi mezhebindenim, Ali'yi sever."

 

Ben: "Yine aynı davaya mı döndük? Ebu Hanife Numan bin Sabit'in mezhebi Abbasi halifesi tarafın­dan, Ehl-i Beyt’e karşı icat edildi. Abbasiler Resulullah'ı (s.a.a) yalanlamak istemişlerdi. Zira Resulullah (s.a.a) Ehl-i Beyt hakkında şöyle buyurmuşlardı:

- Ehl-i Beyt’imin aranızdaki misali, Nuh Aleyhisselam'ın gemisi gibidir. On­lara tutunan kurtulur, onları terkeden boğulur.(7)

-Onlara bir şey öğretmeye kalkışmayın, onlar sizden daha bilgilidirler. (8)

Sana önceden, mezheplerin niye ortaya çıktı­klarını beyan etmiştim. Abbasiler, Ehl-i Beyt’in hakkı olan hilafeti ellerinden alıp, devamlı bir şekilde saltanatlıklarını yaşatmak istiyorlardı."

 

Haccı Muhammed: "Ey kardeşim, mümin bir müslümanın mezhepsiz olması caiz olabilir mi?"

 

Ben: "Sözlerinde durabilecek bir kuvvete sahip mi­sin?"

 

Haccı Muhammed: "Ben daima sözlerine sabit olan biriyim. Mez­hebi olmayan müslümana mümin olması caiz ol­maz."

 

Ben: "Sözlerin, senin nefsin üzerine tehlikeli olacak. Bundan kurtulmana imkan yok artık."

 

Haccı Muhammed: "Aklımda olmayan bu tehlike nedir?"

 

Ben: "Buyurun, bu tehlikenin, islamın esaslarını nasıl yıktığını gör. Resulullah (s.a.a) mezhepsiz öldü, ona ne diyeceğiz, imanlı mı yoksa haşa kafir olarak mı öldü?

 

Haccı Muhammed: "Allah-û ekber, evet bu durum zordur. Tehlikeli ve islâmı yıkacak bir niteliktedir."

 

Ben: "Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali hepsi mezhep­siz öldü. Fikrini düzelt zira bu, çok tehlikeli ve islâmın esaslarını yıkan bir durumdur. Şayet bu durum­da kalırsan..."

 

Haccı Muhammed, sözümü kesip: "Allah-û ekber, Allah beni affetsin, bilmeden işlediğim hatadan dolayı tövbe ediyorum. Acaba Ebu Hanife yalnız mı, yoksa Şafii'demi hatalıydı?"

 

Ben: "Şafîi, Ebu Hanife'den daha hatalıydı. Zira o, Ali ve ehlinin faziletlerini kabul edip, onları her zaman medhetmişti. Hatta her hazır olduğu yerde ve kitaplarında, onları methetmişti. Lâkin, Ehl-i Beyte tabî olmakla devam etmedi. Nefsini yenemeyip, Rasulallah'ın (s.a.a) yalnız Ehli Beyte mahsus kıldığı, imamet makamına sahip olmak istedi. İkincisi, Ebu Hanife'nin mezhebini kabul etmeyip, birçok yerde ona mu­halefet etti. Sen Şafii hakkında hangi görüştesin?"

 

Haccı Muhammed: "Değerli ve bilgindir."

 

Ben: "Şafii mi daha bilgindir yoksa sen mi?"

 

Haccı Muhammed: "Yok,  Şafii benden daha bilgindir, hatta kendi zamanın en bilginiydi."

 

Ben: "Dediğin doğru ve hakikattir, Şafii bilgilidir. Sen Şafii'yi bilgin olarak kabul ettin, fakat kendisi Ebu Hanife'nin ilmini ve mezhebini kabul etmeyip, onda durmadı."

 

Haccı Muhammed: "Bu ilginç bir durumdur."

 

Ben: "Bu ilginç değil, sana yabancı geliyor o kadar. Sen Şafii'yi imam olarak kabul ediyorsun. Fakat Şafii, Ebu Hanife'nin mezhebine tutulmuyor. Senin kabul ettiğin gibi Şafii, alim, hikmete sahip, açıklayı­cı ve akli cevhere sahip ise, Şafii, Ebu Hanife'yi kendi imamı olarak niye kabul etmedi? Sen, Şafii'ye hem imam diyor, aynı zamanda ise onu imamın olarak kabul etmeyip, Ebu Hanife'yi tutuyor­sun, bu nasıl olur? Nitekim, Şafii, Ebu Hanife'nin mezhebini kendi nefsi için yeterli ve muvafak görmemişti. Eğer Ebu Hanife'nin mezhebi, İbrahim Aleyhisselam'ın Hanif mezhebi ise, Şafii de bu mezhebte durmadığına göre, Şafii mümin bir müslüman olamaz. Çünkü, İslâm dini, İbrahim Aleyhisselam'ın hanif dini üzerinden gelmiştir.

Ey haccı Muhammed, Şafii'nin, Ebu Hanife’nin mezhebini reddetmesindeki, tehlikeli ve zor işi tetkik et. Zira Şafii, bu duruma göre, Ebu Hanife'nin mezhebini İbrahim Aleyhisselam'ın hanif mezhebin­den saymamış, onu yalanlamış ve kabul etmemiştir. Hanif kelimesinin manası, tek ve ortağı olmayan Allah'a yönetip, ibadet etmektir. Çoğunun düşündüğü gibi, Ebu Hanife değildir. Ebu Hanife'nin esas adı, Numan'dır. Kızının adı Hanife olduğu için, Hani­fe'nin babası manasındaki, Ebu Hanife ile lakaplandırıldı. Şafii, bunu bilerek, Ebu Hanife'nin mezhebini kabul etmeyip, kendi nefsine bunu yeterli görme­mişti. Kendisinin, Ebu Hanife'den daha bilgin ol­duğuna, kanaat getirmişti. Sonra, kendini tanıtabilmek için, İmam-ı Ali ve ehlini sevdiğini gösterek,  işe başladı. Böylece, İslâmın içinde, gözleri  kendine çekmeyi başardı. Kendi nefsine, imamlık iddiasını öne sürüp Ebu Hanife'nin mezhe­bini iptal etmişti. Şayet, Ebu Hanife'nin mezhebi onun nefsi için geçerli olsaydı, kalkıp kendi adına bir mezhep kurmasına gerek kalmazdı. Nitekim, ta­biatından hiçbir insan kendi ve başkasının davası­nı bir arada yürütmez. Şafii'nin, Ebu Hanife'nin da­vası için öne çıkmadığını, ancak kendi davasını yaymak için ortaya çıktığını kimse inkâr edemez. Bu durum, senin tarihi gerçeklerden bir şey anlamadığını gösterir. Sen Şafii'yi methediyorsun, Şafii ise Ebu Hanife'yi önder kabul etmeyip, ona tâbi ol­mamıştır. Şafii'nin imam olması caiz ise, sana: ‘Ben Hanefi'yim’ demen caiz olur mu? Bu garip şeylerin en garibidir. Ey Haccı, senden rica ediyorum, eğer konuştukla­rımda hatalı isem, kendi nefsime korkarım. Eğer bu konuştuklarım sana ağır gelip, Şeyh bize fazla ko­nuştu dersen..."

 

Haccı Muhammed, sözümü kesip: "Hayır şeyhim, Muhammed'in (s.a.a) salât-ı hak­kı için, ben senden normalden ziyade cidden çok memnunum. Ey kardeşim, devam et, Allah seni ba­ki kılsın. Ben, senin gibi sarih ve çok geniş bir Alevi şeyhiyle nerede buluşacaktım? Senden başkası ol­saydı, şimdiye kadar onunla şamata etmiştik. Kardeşim,  rica ediyorum, sende ne var ise ver, kelamın senden değildir. Şayet Ebu Hanife'nin mezhe­bi, İbrahim Aleyhisselam'ın mezhebi olsaydı Şafii bunu terk etmeyip, ona tutunurdu. Sonra kendi nef­sine bir mezhep kurup, Ebu Hanife'nin görüşlerini terkedip, ihmal etmezdi. Konuştuğun sözler doğru­dur. Durumun böyle olduğu açıktadır. Ey kardeşim, seni köstebek gibi dinliyorum. Senin konuştukların­da yanlış bir şey olsaydı, beni burada Haccı Muhammed olarak görmezdin. Lakin söylediklerin sarih ve hiç kapalı değildir. Ey kardeşim, Şafii'nin Ehl-i Beyti övdüğü övgü  hakkında görüşün nedir? Bu sevgi miydi,   yoksa düşmanlık niteliğinde miydi?"

 

Ben: "Ey Haccı, ben sorayım, sence Şafii'nin Ehl-i Beyt hakkında söyle­diği övgüler doğru mu, yalan mı?"

Haccı Muhammed: "Vallahi hepsi doğrudur."

 

Ben: "Ehl-i Beyt yeteri kadar övüldü mü  ki geriye övgü kalmasın?"

 

Haccı Muhammed: "Hayır, Ehl-i Beyt’in övgüsü  kıyamete kadar bit­mez."

 

Ben: "Şafii, insanların arkasından gelmeleri ve mez­hebini kuvvetlendirebilmesi gayesiyle, Ehl-i Beyti medhetti. Şafii'nin Ehl-i Beyti medhetmesi dünya ve ahiret için sevap ve ticaretti. Lâkin Şafii, kendisine düşmeyen ve yakışmayan makamlara göz dikip, ta­mah etti. Resulullah'ın (s.a.a) çizmiş olduğu hudutla­rı önemsemedi. Zira Resulullah (s.a.a) şöyle buyur­muşlardı:

- Benden sonra imamlar (halifeler) on ikidir. Sonuncuları zamanın sahibi Mehdi'dir.(9)

 

Şafii bundan haberdardı. Hatta Resulullah (s.a.a) 'tan sonra, imamete ancak İmam-ı Hüseyin'in zürriyeti gösterildiğini, Şafii biliyordu. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuşlardı:

- Ümmet Hüseyin'in neslindendir.(10)

İmam-ı Hasan'ın neslinden değildir. İmam-ı Ha­san ve Hüseyin arasındaki fark, imametin yalnız Hüseyin'in neslinden devam etmesidir. Resulullah (s.a.a) kendilerinden sonra her imamın adını tebliğ buyurmuşlardı. İmam Cafer as-Sâdık'tan sonra İmam-ı Mûsâ el-Kâzım'ı saymışlardı(11), başkasını değil.

Ey Haccı Muhammed, burada ayıran ve belli eden imamet sırrına bak. İmam-ı Ali'den sonra, oğlu Muhammed bin Hanefiyye kendini imam ola­rak iddia etti. Kendi adına da Ravendi mezhebi ku­ruldu. Onun zamanında, İmam-ı Ali Zeynel Âbi­din bin Hüseyin'in de­vriydi. İmam-ı Ali Zeyn’el Âbi­din, amcası Muhammed'in iddiasından haberi olduktan sonra, amcasını Mekke'de görür. Amcasına şöyle buyurur:

- Ey amca, imamet daha yaşlının hakkı ise, evet sen benim amcamsın ve benden daha yaşlısın. Fakat imametin şartları vardır. Birincisi, Hz. Fatıma’nın çocuklarından, başkasının çocuklarından değil, ikincisi, Hüseyin'in çocuklarından, Hasan'ın çocuk­larından değil. Üçüncüsü, imamın nezdinde Nebi’nin mirası olacak. Nebi’nin bildiğine, mucize ve kera­metlerine sahip olacak.

 

Muhammed bin Hanefiyye: -Ey yeğenim, senin kerametin nedir?

 

 İmam-ı Ali Zeynel Âbidin:

- Bu benim elimde değil, Allah'ın elindedir. Ey amca, Allah'a dua etki bu siyah taşlar (Hacer-î Esved) senin imametine şâhitlik etsinler.

Muhammed bin Hanefiyye öne geçip, şayet kendisi hak imam ise taşların buna şâhit olmasını, Allah'tan dua eder. İmam-ı Ali Zeyn’el Âbidin arkadan seyrediyor­du. Bir müddet bekledikten sonra Hacer-î Esved’ten ses çıkmayınca, Muhammed bin Hanefiyye geriye çekilir. İmam-ı Ali Zeynel Âbidin öne geçip Miras-ı Nübüvvet duasını ettikten biraz sonra, taşlar hafif bir ses çıkarır. Ardından, taşlardan daha yüksek sesle, ateşten alev şeklinde bir dil çıkıp, şöyle seslenir:

 

- Selam sana olsun ey Zeyn’el Âbidin. Sen imam oğlu imamsın, sen halk üzerine Allah'ın hüccetisin. Sana uyan  kurtulur, senden uzaklaşan kaybeder.

 

Bunun üzerine çok utanan Muhammed bin el-Hanefiyye ağlayıp, oradan ayrılır.

 

Ey Haccı, sen aklını düzelt, bu emir çok zordur. Senin cemaatın, kimseye danışmadan hesapsız, her biri kendine mezhep kurdu. Sonra gelecek in­sanların kurulan mezheplerin, durumunu tetkik edeceklerini, aydın in­sanların, Resulullah'tan (s.a.a) 100 sene sonra kuru­lan bu mezhepleri, kabul etmeyeceklerini, senin ce­maatın hesap etmediler. Zira Resulullah (s.a.a) kendisinden sonra, hiç kimseye bir mezhep kurmasını emretmemişti. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuşlardı:

 

- Ben Enbiya ve Mürsellerin sonuncusuyum.

 

Nitekim, Resulullah (s.a.a),  Allah'ın vahyetmiş ol­duğu:

 

“...bugün dininizi tamamladım, üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak islamiyet! beğendim...”(Maide suresi: 3).

Gadir-i Humm denen yerde  bildirdiği zaman, ken­dilerinden 100 sene sonra Ebu Hanife, Malik, Şafii ve Ahmed bin Hanbel'in doğup mezhep kuracakla­rını unutmuş muydu? Lâkin Resulullah (s.a.a) dininin kemale erdiğini vahiy yoluyla bildirdiği gerekçe­siyle, mezheplere yer ve gerek kalmayacağını aynı zamanda tebliğ etmiş sayılır. Zaten, mezhep adam­larının her ferdî kendine bir kanun kurarak, öbür ar­kadaşına muhalif olmuştu.

Ey Haccı Muhammed, eğer dinin Resulullah (s.a.a) tarafından kemale erdi­rildiğini tasdik edersek, ondan sonra çıkan mezhe­pleri de  tasdik edersek, Rasullallah'ı (s.a.a) yalanlamış oluruz. İşte bu şiddetten fikrimiz şaşmıştır. Ey Haccı Muhammed, bu şaşkınlıktan bir çıkar yol göster."

 

Hacı Muhammed: "Sen hallet."

 

Ben: "Ben Aleviyim, benim mezhepler konusundaki fikrimi doğrulamazsın. Zira bu mesele, çoktan beri, milletin içinde bir illet olmuş."

 

Haccı Muhammed: "Vallahi, benim, senin kadar bilgim olsaydı, be­ni bu yol üzerinde görmezdin. Lâkin benim elimde ne var ki, babamı, annemi ‘Hanefi’ olarak gördüm. Bu mezhep, İbrahim Aleyhisselam'ın mezhebidir, dünyada daha iyisi yoktur düşünerek, rabbime bu büyük nimet için hamdettim. Kim diyecek ki, 70 se­neye yakın bu yaştan sonra, Ebu Hanife'den razı olurken Alevî bir şeyh ile buluşup, önce şeyhin tüm dinden dışarı, mezhepsiz, ibadeti-namazı ol­madığını zannederken, sonunda ondan kurtulmayıp hatta Ebu Hanife'nin mezhebini terketmeye mecbur olacağımızı nereden bilelim? Sonra, Şafii'yi medhettik, Şafii Ebu Hanife'den daha hatalı çıktı. Yine, tüm mezheplerin Abbasi saltanatı devrinde icad edildiği­ni ve Abbasilerin, Ehl-i Beyte, Emevilerden daha zalimce davrandıkları, fikrimize nereden gelecekti? Sabit oldu ki, Muhammed (s.a.a) vefat ettiğinde mezhebi yoktu. Ashabta mezhepsîz öldü. Ey Alevi şeyhi, tüm Alevi şeyhlerinin, senin gibi tarihi bilgileri var mı?"    

 

Ben: "Evet, Şeyh Ali efendininde ilmi pek kuvvetlidir. Ben bile, sayılmış Alevi şeyhlerinden değilim."

 

Haccı Muhammed: "Şeyh Ali efendiyi, yirmi seneden beri tanırım. Kendisinde hiç ilim yoktur."

 

Ben: "Şeyh Ali, seni emevi, Ali düşmanlarından zan­nettiği için isteyerek sana öyle görünüyor. Eğer, seni ilim kabul eder biri olarak bilseydi, ondan hatırını düzeltecek şeyler duyardın..."

 

Biz konuşurken, İsmail bin Haydar el-Mekhel(*)  hazır olup, ellerimizi öper. Haccı Muhammed'de İs­mail'i gözetliyordu. İsmail, Haccı Muhammedi önce­den tanıyordu.

 

İsmail, Haccı Muhammed'e hitaben: "Ey haccı, şeyhle aran nasıl?"

 

Haccı Muhammed: "Normalden ziyade, çok iyidir. Şeyh Halep'te olsaydı, onu şeyhim olarak görürdün."

 

----------------------------

(*) İsmail bin Haydar, Şeyh Edip'i evine davet eden eski tanışlar­dan biridir.

 

İsmail: "Şeyhin otel hesabı ne kadar, ödeyeyim?"

 

Haccı Muhammed: "Benim onda birşeyim yok. Lâkin ben, öğrettiği ilim ve edindiğim istifadeye karşılık şeyhe ödemem lazım. Zira, şeyh ilmiyle İslâmın ne olduğunu gör­meme yardımcı oldu. Ey İsmail, Şeyh Edip'in bende edebiyete kadar sevgisi vardır."

 

Sonra İsmail, otelin hesap suretini İsrarla is­teyince, haccı Muhammed yarım fiyatı almak şartıyla parayı kabul eder. Vedalaşmaya kalktığımızda Haccı Muhammed ağlayıp elimizden öper.

 

Emir, ancak Allah'a bakidir. Halep rivayetinin sonudur.

 

 

HAMA RİVAYET

 

Halep'ten çıkıp, Hama şehrine hareket ettik. Küçük bir arabanın içinde yol alırken, araba duruverdi. Sebebini sorduğumuzda, bu arabanın Hama şehrine kadar gitmediğini öğrendik. Antakya, Lazkiye, Hama ve Şam şehirlerine giden yolların çapra­zı olan Teftenaz adlı yerde araba durmuştu. Buradan, başka bir araba ile Hama'ya gitmek gere­kiyordu. Biz beklerken, büyük bir araba geldi. Arabadan inen biri, Ham? Hama diye bağırdı. Yanım­da, Maruf Murşed-Mucco vardı. İkimiz büyük arabaya doğru gidip, içinde bir yere oturduk. Otur­duğumuz yerin yanında, görünüşe göre maddi ve manevi varlığa sahip, talim görmüş, heybetli, vakarlı biri oturuyordu. Ben, elbise takımı giymiş, şapkama ipekten kırmızı bir şal sarmıştım. Bu adam, yüzüme bakıp:

"Zannederim ki, sizler Türk kardeşlerimizdensiniz.

 

Ben: "Evet."

 

Kendisi: "Arap dilini bilir misiniz?"

 

Ben: "Evet, biliriz."

 

Kendisi: "Zannederim ki, sizler..." deyip sustu.

 

Ben: "Evet, Alevi kardeşlerindeniz."

 

Kendisi: "Bizim buradaki Alevilerden birini tanır mısın?"

 

Ben: "Evet, tanırım."

 

Kendisi: 'Tanıdıkların kimlerdir?"

 

Ben: "Şeyh Câbir'el-Tâli'i, Hâmid ailesini, İsmail Cüneyd ve Aziz'el-Huvveş'i tanırım."

 

Kendisi: "Hakikaten burasını ve ehlini tanıyorsun. Aca­ba sizin orada, bizim buradaki Alevilerin yaptıkları gibi, Muaviye'ye söverler mi?"

 

Ben: "Üstat efendi, Muaviye'nin sayılmayacak kadar hizmetleri vardır.

Muaviye gemiler inşâ ettirip, denize açıldı. Kı­brıs adasını alıp, Arabî bir devlet kurdu. Sicilya adasını fethedip, Arabî bir hükümetle idare etti. Kuzey Afrika'nın fethedilmesine, Muaviye sebep oldu. Ken­disi, İspanya'da Endelüs devletinin kurulmasını sa­ğlamıştı. Hendese ilmi Muaviye'nin zamanında başladı. Muaviye, yolların ölçülerini koydurup, hçr 40 mile, yolda gidenler için su kuyuları açtırdı. Muaviye devrinde, posta doğu ve batı ülkeleri arasrnda haberler taşımaya başladı. Muaviye'nin zamanında, Rûm diyarına asker gönderilip, ta Konya'ya kadar varılmıştı. Muaviye devrinde, askerlik usûlü ve vazi­fesi müslümanlara ilk olarak şart edilmişti. Muaviye Arapların dahilerinden olup, Rum, Acem, Arap ve Deylem'liler arasında dehşet olmuştu. Muaviye'nin tarihi azim tarihlerden olup, hakkında onun hükü­met teşkilinde birincilerden olduğu kayıtlanmış. Kendisinden sonra ancak İngilizlerden Çörçil ç ka-, dar tanındı. Her insan, Muaviye'nin ümmeti İslâm için yaptığı hizmetleri bilmez. Ama Muaviye'nin tari­hi değerini bilmek, şahsi değerini bilmiş olmak ma­nasına gelmez. Kendisi batı ve doğuyu fethedendir. Muhterem kardeşim, bu anlattıklarım benden değil­dir. Meıaviye'nin tarihi, maddi hizmetlerinin ancak milyondan bir kısmını itiraf etmiş sayılırım."

 

Kendisi: "Allah seni hayırlı kılsın. Akıllı, araştıran, idrak ve hisseden, mücahit, adil, sabırlı, müsamahakâr bir adamsın. Evet, evet, senin muhabbetin kalbime indi. Sana olan bu muhabbetim hayatım boyunca devam edecektir. Senin gibi hakkı söyleyen bir şahıs görmedim."

 

Ben: 'Tarih her taife ve millette mevcuttur. Ben Mua­viye hakkında yalan şahitlik etmedim."

 

Kendisi: "Doğru söyledin öyledir, lakin şimdi Alevilerin içinde senin gibi halis şahitlik yapacak bir kişi yok­tur. Evet sen, gözümü ve kalbimi doldurdun."

 

Ben: "Sen, Alevilerin büyüklerini görmemişsin, ben bile onların yanında sayılmam."

 

Kendisi: "Ey kardeşim, ben çok Alevilerin başlarıyla gö­rüştüm, onları Allah'a bırak. Onlarda, Muaviye'ye la­netten başka bir şey yok."

 

Ben: "Müsade edersen bazı hakikatlerden konuşmak istiyorum."

 

Kendisi: "Buyurun, istediğin şekilde konuş."

 

Ben: "Korkarım ki, sözlerim sana ağır gelir."

 

Kendisi: "Salât-ı Muhammed (s.a.a) için, senin sözlerin bana ilaç ve şifa gibi geliyor. Hiç çekinmeden sarih bir şekilde konuş, benden korkma."

 

Ben: "Lanet etmek, Alevilerin elinde mi yoksa Allah'ın elinde mi?"

 

Kendisi: "Allah'ın elindedir."

 

Ben: "Lanet Allah'ın elindeyse akıllı bir insan Alevile­rin ya da başkalarının lanetinden korkmamalı. Lanet Alevilerin elinde değilse ve lanetin irsali için Alevi­lerde vasıta ve kudret yoksa, korku ancak Allah'ın lanetinden olmalı. Zira Allah'ın laneti, istediğine şamil olur ve kime şamil olursa ölüm ve korku ora­da olmalı. Çünkü bu durumda artık ne kurtuluş nede Allah'ın lanetinden koruyacak bir iltica vardır. Ey kardeşim, Resulullah'ın (s.a.a) Ali bin Ebi Talib kerramallahu vechehü hakkında buyurmuş oldukları ha­dislerden birşey biliyor musun?"

 

Kendisi: "Cidden çok az biliyorum."

 

Ben: "Ali bin Ebi Talib'i sever misin?"

 

Kendisi: "Evet."

 

Ben: "Sen ilk olarak, Türkiye'deki Alevilerin Mua­viye'ye lanet edip, etmediklerini sordun."

 

Kendisi: "Evet,  ilk olarak sordum."

 

Ben: "Benim cevabımdan memnun oldun mu?"

 

Kendisi: "Cidden, cevabından çok memnun oldum. Bun­dan dolayı seni, hayatım boyunca kardeş ve beni seven biri  olarak sayacağım."

 

Ben: "Sen, Muaviye'nin tarihi okuyup, tahsil ettin mi?"

 

Kendisi: "Evet, öğrenmişimdir."

 

Ben: "Muaviye'nin tarihini okuyup öğrenmek farz mı­dır?"

 

Kendisi: "Ne farz ne sünnettir, belki hata ve günahtır. Hatta Alevilerde, o tarihi okuyup araştırmak  affedilmez bir şeydir."

 

Ben: "Eğer Muaviye'nin tarihini okuyup araştırmak,  Alevi­lerde hata ve günah ise, peki gecelerini uykusuz geçirip Muaviye'nin tarihini öğrenmeye ça­lışan benim gibi kişilerin günahları, Ale­vilerin yanında ne kadardır?"

 

Kendisi: "Günahları pek çok büyüktür."

 

Ben: "Resulullah sallallahu Aleyhi ve Âlihi ve sellem, Muaviye'yi öven bir haber bıraktılar mı? Ya da Muaviye'nin babası Ebu Süfyan Sahr bin Harb veya Resulullah'ın (s.a.a) amcası Allah'ın aslanı seyyid Hamza bin Abdülmuttalib radiyallahu anh'ın ciğerle­rini çiğneyen Muaviye'nin annesi Hind hakkında, Resulullah (s.a.a) bir övgü buyurmuşlar mıy­dı? Muaviye'nin babası Ebu Süfyan'ın tarihi belli, si­zin hazretleriniz, bunu biliyor ve oku­muşsunuzdur. Ebu Süfyan'ın, İslâmın doğuşundan önce, Resulullah'a (s.a.a) yapmış ol­duğu eziyetlerden, kanını dökmeye uğraştığı yollar­dan, hazretleriniz  galiba gafil olmayıp, artık meseleyi anlamışsınızdır."

 

Kendisi: "Evet, Ebu Süfyan'ın yapmış olduğu eziyetlere, cidden güzel bir şekilde tarihten öğrenmişim."

 

Ben: "Konuştuklarımda Muaviye hususunda abartmalı bir durum var mı?"

 

Kendisi: "Hayır, vallahi dediklerin fazla değil,  belkide eksiktir. Zira Muaviye'nin babası Ebu Süfyan'ın, Resulullah'a (s.a.a) yaptığı eziyetleri, insan bir kitaba yazsa, büyük bir kitab olurdu. Muaviye'nin annesi Hind'in Bedir gazvesinde, babası, kardeşi, amcası ve amcasıoğlu öldürülmüştü. Hind de, mütecebbir, şerir ve kavim reisiydi. Hind'in babası da Kureyş'in sayılmış başkanlarındandı. Hind de, Muhammed'e (s.a.a) karşı çıkan en büyük düşmanlardan biriydi. Hind’in kendisi, Uhud savaşında  Hamza'nın öldürülmesine vâsıta olmuştu. Ey şeyh, söyle ve hiç korkma,  çünkü söylediklerinin hepsi tarihten alıntıdır. Kendinden hiçbir şey katmıyor­sun."

 

Ben: "Biz,    Muaviye'yi    övüleceği yerde övdük. Şimdi de zemmedileceği yerde zemmedeceğiz."

 

Kendisi: "Yerinde söylenen her şey haktır."

 

Ben: "Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuşlar:

- Ali'yi seven beni sevmiştir, beni seven Allah'ı sevmiştir.(12)

- Ali'yi söven beni sövmüştür, beni söven Allah'a sövmüştür. (13)

- Mümininin alâmeti, Ali'yi sevmektir. (14)

- Ey Ali, seni ancak mümin sever ve ancak ka­fir buğzeder.(15)

- Ey Ali, sen müminlerin velisisin. (16)

 

Ey sadık kardeşim, Muaviye'nin devlete yapmış olduğu fetihler, nizamlar (kanunlar), kanun usûlleri, mal çoğaltmaları, kuvvet ve hüküm heybeti, düşmana mukabelesi ve ümmetin çevirmesi gibi hizmetlere karşılık, Aleviler ona lanet ederlerse, Ale­viler kaybetmiş değillerdir. Ey kardeşim, nitekim Muaviye'nin kalbinde sadece dünya hırsı vardı. Onun tek gayesi, dedelerinin Bedir savaşındaki düşüşlerinin intikamını al­maktı. Nefsi cehalet havasına uyup, çizdiği intikam yollarına uyarak, dehalığını kullanıp intikamını kısım, kısım gerçekleştirmişti. Kendi tarafına Abdullah bin Ziyad'ı almıştı. Bu deha ile meşhur adamı, babası­nın oğlu diye kabul ederek onu Ziyad bin Ebih adlandırdı. Ziyad'ı da, Ali ve ehlinden intikam alma usûllerine yöneltti. Amr bin Âs'ı da yanına almıştı. Muaviye, Amr bin Âs'ın dünya ve saltanat rağbetine düşkün olduğunu bildiği için, Amr'a Mısır'ı vaade-derek onuda intikam yoluna yöneltti. Bu üçü, araplarda dehalık ile meşhurdu. Sonra Muaviye tüm tedbirlere başvurarak, Ali, ehlini ve onları sevenleri imha etmeye çalıştı. Ali'yi ve onu sevenleri sövdü. Bu suret ve intikamdan sonra, Resulullah  (s.a.a)’ın ‘kim Ali'yi sö­verse, Muhammed'i (s.a.a) sövmüş olur, kim Mu­hammedi (s.a.a) söverse Allah'ı sövmüş olur’ hadisi  gerçek olup, bu hadis gereği hakikaten Allah'ın laneti Muaviye'nin üze­rindedir. Muaviye'yi, Allah'tan başkası lanet etme­miştir. Allah'tan başka hiç bir insan Muaviye'yi lanet etmeye gücü yetmez. Saltanat tedbirinde Muaviye'den üstün bir insan yoktu. Şayet Muaviye'nin Emevilere intikal ettirdiği ruh olmasaydı, Endelüs'te Emevilerin 700 sene hakim kalmalarına imkan yok­tu. Muaviye'nin ruhu olmasaydı ne Şam'da ne de Endelüs'te bir devlet kurulamazdı. Muaviye'nin ruhu olmasaydı, Emeviler zayıf oldukları zaman Abbasiler hâkimiyete geçemezdi. Nitekim Muaviye olmasaydı, Abbasiler, ne idare, ne de hüküm usûllerini öğrene­bilecek ve kıymetleri olmayacaktı. Çünkü Muaviye (Emeviler) İmam Ali ve ailesi  hakkındaki esrarlarını (intikam ve zulümlerini) açığa çıkarıp, Abbasilere bir kapı aç­mışlardı. Hatta Abbasilere bir dil olup, konuştular. Şayet Muaviye Abbasilerin zamanında mevcut ol­saydı, onların dillerini eliyle çıkarıp, onlar da ondan razı olacak ve hiç kimse ona lanet etmeye gücü olmayacaktı. Lâkin onu gizli olarak kalplerinde la­net edeceklerdi, şayet Allah ona lanet etmişse. Eğer Resulullah'ın (s.a.a) kelamı doğ­ru olup, ‘kim Ali'yi söverse beni sövmüş olur, kim beni söverse Allah'ı sövmüş olur’ sö­zünde şüphe yok ise, o zaman şüphesiz olarak Al­lah'ın laneti Muaviye'nin üzerinde olduğu anlaşılır. Eğer lanet Muaviye'nin üzerinde değilse, o, ancak devlet adamlarının en büyüklerinden sayılır. Ey kardeşim, Muaviye'nin kerametleri (!), Resulullah (saa)’ın Ehl-i Beyt’ine  yapmış olduğu eziyetler kadar büyüktür."

   

Sohbet ettiğim şahısın yanında biri oturuyordu. Müstebed olup, hiç bir kelime söylememişti. Lâkin tüm sohbetimizi dikkatle ile dinlemişti. Bu adam, kendisiyle sohbet ettiğim şahısa hitaben :

 

"Şeyhi ve hadisini beğendin mi?"

 

Kendisi: "Evet beğendim, hatta beğenmem lazım. Sen beğenmedin mi?"

 

O da: "Şerefime beğendim, lakin sonunda Muaviye'yi sövdü."

 

Kendisi: "Sen şeyhin tüm konuştuklarını tahkik etme­mişsin. Çünkü şeyh efendi tesbit etti ki, lanet hiç bir insanın elinde değil ancak Allah'ın elindedir. Eğer Allah, Muaviye'ye, Ali bin Ebi Talib'e sövdüğünden ötürü lanet etmişse, evet ben de şeyh ile aynı fikirdeyim. Allah, Muaviye'yi lanet etsin. Eğer Allah, Muaviye'yi lanet etmemişse, tüm insanlar zerre kadardır, onların kıymeti yoktur."

 

Ben: "Muaviye'nin, Ali bin Ebi Talib'e karşı yaptıkları eziyetler tarihte sabit midir?"

 

Kendisi: "Müsaadenden sonra, şeyh bizimle idare etti. Şayet tüm bildiklerini bize ayrıntılı olarak anlatsaydı, sende sabırdan birşey kalmazdı. Ey şeyh, tüm söylediklerin bende hak ve doğrudur. Allah'ın her lanet ettiği şahıs lanetliktir. Allah'ın lanet etmediği bir şahısı hiç bir kuvvet lanet edemez. Allah seni korusun ve ömrünü bereketli kılsın. Muhabbetin kalbime indi. Bende sabit oldu ki, Alevilerde anlayıp kavrayan kişiler vardır. Lâkin bizim buradaki Alevilerin ya­nında bu şeyh gibi, sabırlı ve idare sahibi 20 şeyh bulunsaydı, 500 sene öncelerinden Sünnilerin mimberleri üzerinde Muaviye'ye lanet okunurdu. Ey kardeşim, tüm içtenliğimle kanaat getirdim ki, Muaviye, Ali ve ehline eziyet etmişti. Bu hiçbir zaman inkar edilemez. Şayet tüm Alevi şeyhleri,  usûl ile sözlerini  dizseydi, şimdiye kadar Aleviler kurtul­muşlardan olurlardı. Lâkin  onlar,  sözlerini zorlayarak ve düzensiz konuşuyorlar."

 

Ben: "İzninizden sonra, Alevileri mazur görmelisiniz. Zira şeyhleri mertebesiz, tahsilsiz, kendileri de  hayatlarında yalnız Muaviye ve Yezid'in Hasan ve İ Hüseyin'i katlettiklerini duyan anne ve babaların yanlarında büyümüşlerdir. Aleviler, Ehl-i Beyt düşmanlarının, Ali'yi sövdüklerini, Fatıma'nın kabur­ga kemiğini kırdıklarını, böylece hamile olan Fatı­ma'nın çocuğunu düşürdüğünü ve Fatıma'nın evini yaktıklarını<17> hilafeti zulmen aldıklarını (18), Rasulullah'ın (s.a.a) hastalığında Ömer bin Hattab'ın: “Rasulullah, aklını kaçırdı”... dediğini (19), Ali'yi binbir ay mimberlerde sövdüklerini (20), Basra'da, İmam-ı Ali sevenlerinden 600 kişiyi secdede iken öldürdükleri­ni (21), Cemel savaşında İmam-ı Ali'yi sevenleri öldürdüklerini (22), Allah'ın evi olan Kabe'yi yaktıklarını, Abdullah bin Zübeyr ve 70 kişiyi öldürdüklerini ve aynı zamanda onların zevcelerine söv­düklerini, çoğunu da Beytullah'ın içinde yaktıkları­nı (23)... duymuşlardır. Alevi aynı zamanda zavallı, fakir, dağların başında oturmuş. Devlet Sünnî olduğundan Alevileri öldürür düşüncesiyle orada kalmış. Ey muhterem, sen Alevilerin doğduğu yerde doğup, büyüdüğü aşiretlerin içinde dağların başın­da yetişip, bu dersleri alsaydın, aynı zamandada sende hiç bir tahsil olmasaydı, senin Araplardaki yerin ne olurdu?"

 

Kendisi: "Bunlar geçmişte kaldı."

 

Ben: "Ey kardeşim, bu geçen müddet süresince Alevilere yapılan haksızlıklar ve zulümler aynı tarzda Sünnilere yapıldığını farzetseydik. Sünnilerin kendi­lerini islam sicilinden çıkardıklarını görürdün. Lâkin ilim erbabı, geçmişte olanların kendi nefislerine za­rarlı olacağını bilse bile itiraf edip, hakkı söylemeleri lazımdı. Zira hesap gününde, emir ancak Allah'a mahsustur.

 

Kendisi, yanında oturan müstebed şahısa: "Ey kardeşim, ben sana söylemiştim ki şeyhte büyük tarihler var. Fakat, kendisi yabancı ve idare sahibi olduğundan, kendiside mevcut olanların hepsini anlatmaya kalkışmadı. Zira mazide kalanları dinlemeye tahammül olmuyor. Düşmanlık eski düşmanlık, buna hiç bir tabip yok."

 

Ben: "Evet tabibi vardır, buda ilim ve vicdandır. Ma­zide kalan anılmaz. Hüküm an­cak yüce ve büyük olan Allah'a mahsustur. La havla ve la kuvveten illa billahil-Aliy'ul-Azim."

 

Bu kelimenin bitiminde araba durdu. Kendisi: "Allah'a şükür selamet ile vardık."

 

Kendisi indi, biz de beraber indik. Gece saat 7 olmuştu. Kendisini kalabalık bir toplum karşılamaya gelmişti. Gelenler, kendisinin elindeki eşyaları alıp, kendileri taşıdılar. Kendisi, bize:

 

"Ey kardeşler, sizleri kendi elimle bir otele tes­lim etmeden ayrılmaya kalbim tahammül etmiyor. Çünkü Hama otel için daima kalabalık olur." Kendi­si ve yanındakiler yürüdü bizlerde onları takip ettik. Birinci otele vardığımızda, otelin müdürü bizi geti­ren şahısı görünce heybet alıp, ona ihtiram etti. Kendisi otelin müdürüne:

"Bu kardeşlere bir oda vermelisin."

Otelin müdürü, hiç boş oda kalmadı diye Alla­h'a yemin etti.

 

Kendisi de bize: "Buyurun, başka otele gidelim."

 

Yürümeye devam ettik,  nihayet başka bir otele vardık. Otelin adı: Ebu'l-Fedâ idi. Müdürün yanına dahil olduğumuzda, müdür hemen ayağa kalkıp, bizi getiren şahısa ihtiram etti. Selamdan sonra ken­disi müdüre: "Bu kardeşlere bir oda ver."

 

Müdür: "Efendim, hiç boş odamız kalmadı."

 

Kendisi: "Senden hiç bir özür kabul etmeyiz, çünkü bu kardeşlerimiz buranın yabancısıdır. Sen mecburi olarak bir günlüğüne kendi yerini bunlara verecek­sin. Kalk, emrin tedbiri için hemen harekete geç."

Müdür: "Emrin olur."

 

Kendisi, müdüre: "Bunlara ihtiram et. Bunları benim gibi sayacak­sın, duydun mu?"

 

Müdür: "Emrin olur."

 

Kendisi de bize yaklaşıp vedalaşır ve otelden selametle ayrılır. Otelin müdürü bize sandelye takdim eder. Biz otururken otelin görevlilerinden biri:

"Üstadım, buyrun rahatınızı odanın içinde alı­nız."

 

Biz de: "Allah seni hayırlı kılsın."

 

Odaya geçip yatağın üstüne oturduk. Bir kaç dakika sonra müezzin namaza nida etti. Be­raberimde olan Maruf Mûrşid:

"Kalk namaza gidelim."

 

Ben: "Bekle ki, namazlarından 10 dakika geçsin, son­ra biz yalnız olarak Alevi-Caferî namazını (24) kılalım, hatta onlarla aramızda mücadeleye sebep olsun."

 

Odanın içinde 10 dakika geçene kadar kaldık. Sonra odadan çıkıp, otelin müdüründen namaz kılmak için seccade ve terlik istedik. Müdür: “emriniz olur”, deyip hizmetçiye gerekeni getirmek için emret­ti. Abdest alıp, seccadeleri açtık. Kıbleye doğru yönelip, Alevi kurallarına göre namaza başladık. Biz namaz kılarken herkes bize bakıyordu.

 

Namazdan sonra salonda bulunan herkes: "Allah kabul etsin."

 

Biz: "Allah bizden ve sizden kabul etsin."

 

Otelin salonunda 20 kişiye yakın bir toplum vardı. Görünüşlerine istinaden, hepsinin bir toplu­mun reisleri oldukları inanılırdı. Biri bize çay ısmar­ladı. Başka biri sandalyesini alıp, yanımıza oturduk­tan sonra:

"Ey kardeşim, bu kıldığınız namaz nedir ki hare­ketleri gariptir?"

 

Ben: "Evet haklısın, Muhammed'in (s.a.a) namazı ga­riptir, Hadice'nin, Fatıma'nın, Ali bin Ebi Talib'in, Hasan ve Hüseyin'in namazları şüphesiz gariptir. Ey kardeşim, bu kıldığımız namaz için Allah'a ham-dolsun."

 

Başka biri: "Namazda, kıraat ve duada fark yoktur yalnız hareketler, farklı."

 

Ben:  "Evet öyledir, her fırka kendini farklı göstermek için bir değişiklik aldı. Tıpkı Ebu Hanif'e, Şafii, Ah-med bin Hanbel ve Malik gibi. Bunların her biri kendi nefsine bir mezhep kurup böylece öbürün­den farklı göründü. Nitekim bunlar başlangıçtan Alevi-Sünni farkını ortaya koydular. Geri kalan mez­heplere de Abbasi devleti kayıtsız şartsız kapıları açarak hür kıldı. Mezhepler o kadar çoğaldı ki Alevi ve Sünni mezhepleri 72 fırkaya hatta daha fazlasına çıktı."

 

Başka biri:  "Ey Şeyh, ben hayatımda şimdiye kadar ancak 4 mezhepten duydum."

 

Ben: "Sen yalnız 4 mezhepten duymuşsan bu sana kafidir, başkalarıyla fikrini yormandan daha iyidir. Lâkin sen bu 4 mezhep kurucuların hayat tarihini, hangi sebeple ortaya çıktıklarını ve niye birbirine ra­zı olmadıklarını hiç duydun mu? Senin onlardan ra­zı olman ise senin ancak akıllı, sakin biri olduğun­dan dolayıdır. Sen dördünden razı oldun onlar ise maalesef kendi aralarından razı değillerdi. Hatta aralarında öyle kuvvetli ihtilaflar ve me­seleler oldu ki, hiç bir insan böylesine razı olmazdı. Senin mezhebin nedir?"

 

Sorulan kişi: "Ben Hanefiyim."

 

Ben: "Ben diyorum ki sen Şafiisin."

 

Kendisi: "Hayır kabul etmem."

 

Ben: "Kabul etmemenin sebebi nedir?"

 

Başka biri ayağa kalkıp: "Ben Şafiiyim."

 

Ben: "Şafii'nin mezhebi ve Şafiii, bizzat Ehl-i beyte hayatı boyunca muhib idi. Hatta bundan dolayı Şafii'ye Ebu Hanife'nin adamlarından tehdit geldi. Şafii de şiirlerinde Ali bin Ebi Talib'i över. Şafii bir şiirinde şöyle diyor:

 

“Peygamberin kızı Fatma'tü-Zehra'nın sevenlerine rafizilik nispet veren şahıslardan Allah'a sığınırım. Âli Resule Allah'ın rahmeti olsun ve böyle cahil ve nadanlarada lanet olsun.”

 

(Şafii'nin bu şiiri, Şeyh Süleyman'el-Belhî-Kundûzî'nin "Yanabi'ul-Mevedde" adlı değerli eserinin bab: 62, sahife: 355’inde, Nûreddin Ali el-Semhûdi'nin "Cevahir'el Akdeyn" adlı muteber eserinden alınmıştır).

 

Şafii mezhebinden olan: "Müşrikler istemez ve onlara zor gelse bile, Şafii, vicdanını korumak için hakkı söyledi."

 

Hanefi mezhebinden olan: "Ey Şeyh, Şafiiler çok azdır, bu konuda gö­rüşün nedir?"

 

Ben: "Doğru azdırlar, çünkü Şafii, Ebu Hanife gibi Abbasilerin oyununa muvafakat göstermemişti."

 

Başka biri: "Ebu Hanife, imam Cafer'el-Sadık Aleyhisselam'ın öğrencilerinden idi."

 

"Ebu Hanife, insanların onun sözlerini doğrulamaları gayesiyle İmam-ı Cafer'in tale­besi olarak göründü. Böylece Ebu Hanife, İmam-ı Cafer ve ehlini imha etmek imkanına sahip olmak istedi. Eğer Ebu Hanife İmam-ı Cafer'in talebebele-rinden ise, hangi sebepten hocasının mezhebinden razı olmayıp, farklı bir işaretle kendi ve hocası İmam-ı Cafer'in arasına ayrılıklar koydu? Kendi nefsine, hangi sebepten dolayı bir mezhep tesbit etti? Böylece hocasının mezhebini durdurmaya ça­lıştı. Eğer dediğin doğru olup Ebu Hanife İmam-ı Cafer'in talebesi ise, o zaman Ebu Hanife'nin ilim şartlarına vefa etmeyip müteallimi alime tafdil ettiği­ni, şahitlik etmiş olursun. Ebu Hanife'nin, İmam-ı Cafer'in talebesi olduğu doğru ise, Ebu Ha­nife namaz tertibinde hocasından farklı hareketler edinmesinin sebebi nedir? Ey kardeşim, Ebu Hani­fe'nin bu ameline (hareketlerine) okuma ve yazma­sını bilmeyen küçük bir çocuk bile razı olmaz. Ama Ebu Hanife Abbasilerin eli altında olup onların gayelerine alet olmuş ise o başka."

 

Hanefi mezhebinden olan: "Evet, eğer Ebu Hanife'den, Cafer'el-Sadık'ın razı olmayacağı hareketler zuhur etmişse, o da Ebu Hanife'nin Abbasi devleti tarafından zorlandığı için­dir."

 

Ben: "Evet sebep budur. Lâkin Ebu Hanife hakkında mühim olan gerçekleri söylemeye müsade eder mi­sin? Konuştuklarımda hata zuhur ederse beni ma­zur görmeni istiyorum."

 

Kendisi: "Söyle sen hürsün."

 

Ben: "Lâkin senin gibi kerim asıllı ve hür vicdanlı bir kardeşi üzmek hiç adetim değildir."

 

Kendisi: "Benim üzülmeye hakkım yoktur, zira muarız benim. Senin tüm söylediklerinde suçun yoktur, muarızlar bizleriz."

 

Ben: "Milletler arası tanınmış bir mezhep imamının (Ebu Hanife'nin) vicdanı, bir sultanın hakimiyeti al­tında olması hiç caiz değildir. Bu yüzden her akıllı insana sabit oluyor ki, Şafii hiç bir kişinin esirliği veya etkisi altında olmamıştı. Şafii hiç kesintisiz hayatının sonuna kadar Ehl-i Beyti medhetmişti. Hatta elinden geldiği kadar methettiğinden dolayı hapise düşmüştü. Şafii bu duruma nazaran hiç kim­seye baş eğmedi. Allah'ın Şafii'ye vermiş olduğu bu şecaattan dolayı Şafii keramet sahibi oldu. Alimlerin en büyük beraatları, hakkı söyliyerek mazlumu zali­min zulmünden kurtarmaları olmalıdır. Zira Resulullah sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem şöyle buyur­muşlar:

 

“Zalimin yanında, mazlum hakkında bir hak kelimesi söylemek, en büyük zahid ve abidin 70 senelik ibadettinden daha hayırlıdır.”

 

Bu husustan dolayı Şafii tarihte önemli bir yer aldı ve onu takdir eden ricaller (kişiler) oldu. Şayet Ebu Hanife, Şafii gibi değişmeseydi, bütün islâm aleminden Şafii kendi mezhebine adam bulamazdı. Çünkü Ebu Hanife ve Şafii arasından ancak 50 se­nelik bir zaman geçmişti buda cidden çok azdır. Bu durumdan da ancak Şafii yararlanmıştı. Kendi davasını neşretmekle (yaymaya) kısa bir müddet içinde başlamıştı. Şafii'nin İmam-ı Ali'yi medhetmesiyle Ali'nin ehli ve onları sevenler ona meylettiler. Bu du­rumdan Şafii istifade edip, kendi nefsine bir me­zhep kurmayı başarabildi."

 

Kendisi: "Ey Şeyh, bu 4 mezhepten başka mezhepler biliyor musun?"

 

Ben: "Evet 72 muhtelif Sünni fırkası bilirim."

 

Kendisi: "Bizlere bu fırkalardan birkaçını sayar mısın?"

 

Ben: "Yalnız Mu'tezile mezhebi 5 fırkaya ayrılmış. Cahız'ın kendine mahsus bir fırkası ve Kaderî, Mürcie gibi çok sayıda mezhepler var. Aleviler de onlar gibi çeşitli fırkalara ayrılmışlardır."

 

Hazır olanların hepsine Resulullah'a (s.a.a) selât ve selâm getirmemizi söyledim, herkes selât ve se­lâm getirdikten sonra, ben:

 

"Bizler yada sizler bu ihtilaflar ortaya çıktığında mevcut muyduk? ihtilafın sebepleri güneş gibi gö­rünüyorsa niye defetmiyoruz? Bu ihtilaftan cefa ve düşmanlıktan başka ne istifade ediyoruz? Bu ihtila­flardan İslâm dini, zayıflık, fakirlik ve sömürülmek­ten başka ne fayda gördü? İslâm dininin isimlere bölünmeyip tek olarak kalması daha mı iyi, yoksa şimdiki durumu gibi mezhep isimlerine bölünüp, te­frikalara uğrayıp Muhammed Aleyhisselam'ın birleştirdiği ümmetin dağılması mı daha iyidir? Biz­ler hakkıyla araştırıp ve okursak, bu mezheplerin oluşmasına muvafakat  gösterenlerin ancak yemek ve içme kazancından başka bir gelir hesap etmediklerini anlarız. Günah­sız, suçsuz olan ilim ehli İslâmın içinde şimdi bulu­nan bu bölünmeleri, İslâm dini ve ümmet için, hak, hayır ve saadet olarak kabul edebilirler mi?

Ey kardeşlerim, beni mazur görünüz, benim görüşüme göre,  İslâm dini efendimiz Muhammed sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem'in topladığı ve birleştirdiği gibi kalsaydı daha kuvvetli, daha salih ve daha sa­bit şerefli olurdu. O zaman İslâm dinine, zalim ve merhametsiz, islâm dini namına intikam alıp, İslâm diniyle alakası olmayan sultanlar giremezdi. Sultan­lar kendi nefsi şehvetleri uğruna saltanatlılarını yü-rütyorlardı. Bazı Emevi ve Abbasi halifelerinin Ehl-i Beyt adına aldıkları saltanatlılarına bakınız. Dünya saltanatlığına sarılıp, nefislerini hayvani şehvetlere terkedip, saltanat kürsüsüne oturmuşlardı. Körlenip, zulmetler içine gömüldüler. Saltanatın lezzeti içinde boğuldular. Kendilerini, Muhammed'in (s.a.a) halife­leri ve onu her emrettiği, adalet, maruf ve insaf ile temsil edenler saydılar. Tarih her milletin yanında mevcut, kimin fâsık, fâcir, zâni, zâlim ve öldürücü olduğu sabittir. Bu ihtilafların olmasına sebep olan­ların hiç biri, hesaptan,   akibetten, soruşturmadan ve geri döneceği yerden korkmuyor, her söyle­nene: Emrin olur efendim, öldür dediklerinde öldü­rürdü, vur dediklerinde vururlardı, zulmet dedikle­rinde zulmederlerdi.    O zamanlarda ancak, melik söyledi, emîr söyledi, sultan söyledi, gibi sözler ge­çerliydi. Ben ve sizler ise mezhep isimleriyle, hizip isimleriyle birbirimize muhalefet etmemeliyiz. Ara­mızda mevcut olan ihtilaflar suçtur ve bu öncekile­rin suçudur. Onlar mazi olup gittiler bizler hepimiz halen bu ihtilaflara varis olup içine düşmüşüz. Bu tefrikalar İslâmın kardeşlik ve yardımlaşma ruhuna düşmandır. Buna Allahû Tealanın kavli şahittir: “İyilik etmek, fenalıklardan korunmak hususun­da birbirinize yardım edin. Ma'siyet ve zulme yardım etmeyin.” (Maide, ayet: 2).

Siz zannediyorsunuz ki, Resulullah (s.a.a) bu 4 mezhebin ortaya çıkmasından razıdır, mezheplerin birbirine karşı hizmetleri var mıdır ki onlardan razı olsun? Ey kardeşler, durum zannınızın tersidir, mezhepler devletin siyaset adamları tarafından Ehl-i Beyti Resulullah'ın (s.a.a) miras haklarını imha ede­bilmek için icad edildiler. Resulullah'ın (s.a.a) te­bliğinden sonra dinin tamamlandığını tüm milletler bilmektedir. Resulullah (s.a.a) di­nin tamamlandığını bildirdikten sonra çıkan sıradan  ve önemsiz adamlardan nasıl razı olabilir? Bu adamların herbiri havasına uygun bir yol tutup, kendine bir toplum edindi. Resulullah'ın (s.a.a) vefa­tından 100 sene sonra kendilerini imam ve mezhep sahipleri iddia ettiler. Bunlar mezhepleri icat eder­ken kendi havalarına uyup, kimsenin sorgusu ol­madan herbiri kendi adına bir mezhep kurdu. Her ­biri kendisinden öncekini yererek onun mezhebini yalanlamıştı. Hiçbiri kendi­sinden sonrakini doğrulamamıştı. Her biri kendisinden önce olan mezhebin eksik olduğunu iddia etti. Malik, Ebu Hanife'yi yalanladı. Şafii, Malik ve Ebu Hanife'yi tekzib etti. Ahmed bin Hanbel ise hepsini yalanladı. Dördü de, Ehl-i Beyt’i yalanladılar.

 

Ey kardeşler, bu saydığım ayrılık ve iddialar İslâm tarihinden ancak milyonlardan bir kı­sımdır. Bu saydıklarım, tahrif ve değiştirilmiş ger­çeklerin ancak bir kısmını içer­mektedir. Bütün bu ihtilaflar, hükümdarın kuvvet em­rine uyarak dünya malı için olmuştu. Hatta bilgin, hükümdarın yanında alet olarak kullanılmıştı. Hükümdar bu aleti istediği gibi çeviriyordu, nitekim siyaset ve din bir amaç için bağlanmıştı. Devlet başkanı olan halife, amaçlarını uygulayabilmek  için, alimleri kendine muvafık etmişti. Bu durumdan ötü­rü alimin hayatı ölüm tehlikesiyle her an kaplan­mıştı. Böyle bir zamanda çok zor olan bu müşkülin halledilmesi için hangi kişi önderlik yapabilirdi? Her aşırın adamları, bu ihtilafların üzerine katıp daha büyümesine sebep olmuşlardır. Bunlar, başkaları adına düşmanlığı devam ettirdiklerinin farkında değillerdi. Din adına yaptıkları bu ayrımlar dinde yok idi. Zira din böyle ayrımcı hareketlere karşıdır. Dinin temeli birleştirmek ise, biz nasıl olurda, başkalarının hesabına birbirimize düşman ojuruz? Aramızda olan bu düşmanlıklar din adına yapılıyor­sa, yüzbinlerce müslümanın ölümüne sebep olan bu düşmanlığa din karşıdır. İslâm dini adına yapılan düşmanlık ve ihtilaflar Muhammed'e (s.a.a), Ehl-i Beyti (Oniki İmam'ın) görüş ve kanunlarına uygun değildir. Bu aşırın insanları anladılar ki, İslâm'ın içinde ceryan eden ihtilaflardan ve bu ihtilaflara mu­vafakat gösterenlerden, İslâm arî (saf) ve bendir. Çünkü İslâm, bir nokta üzerine toplayan ruhtan iba­rettir. İslâm toplumunu ancak bir sultan bağlar; bu da din sultanıdır. Allah'ın katında din İslâmdır. Islâ-mın direkleri olan müslümanlar ise, Hz. Muhammed (s.a.a), İmam Ali, Selman el-Farisi, Mikdad bin Esved el-Kindi ve Ebu Zer el-Gaffari vs.dir, Ebu Hanife, Malik, Şafii ya da İbn-i Hanbel değildir.

Bu dört mezhep imamları, dinin, İslâmi devletin kuruluşunda var mıydılar? Bunlar, Resulullah'ın (s.a.a) yanında bulunup, İslâmın ilk kuruluşuna tanık oldular mı? Resulullah (s.a.a) risaletini tamamlayıp, kemale erdirip, kanunlaştırıp, tatbik ettikten 100 sene sonra, 4 mezhep imamlarını, anneleri da­ha karınlarında taşımamıştı. Nasıl olur da, bu dördü­nün mezheplerini İslâmın rüknünden sayıyorlar? Aksine, bu dördünün mezhepleri, İslâmı böl­düler, direklerini yıktılar, şanını alçalttılar ve sultanını zelil kıldılar.

Allah'ın, selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Rivayet (öykü) burada bitti, hamd yalnız Allah'adır.

 

ŞAM'DA CABBARA RİVAYETİ

 

Şam'da, Cabbara ailesinin mahalline dahil ol­duk. Bu ailenin köşkü EI-Rammâne caddesindedir. Beraberimde, Şeyh Ali Edip efendi (Allah rahmet eylesin) vardı. Cabbâra'nın yanına dahil olduğu­muzda, bizlere içtenlikle ihtiram etti. Yanında 10 kişiden ziyade bir toplum vardı. Bu toplumun içinde, Ali Mail-bârid, Fuat Cabbara, Harun ailesin­den Maliye veziri ve Türk asıllı bir kişi vardı. Bu Türk asıllı kişi Şam'dan bir kadınla evlenmiş ve Türk lügatinin eserini sürdürmek amacıyla emekli edilmiş. Herkesle selamlaştıktan sonra oturduk.

 

 Türk asıllı adam bize hitaben: "Sizler Türk müsünüz?"

 

Ben: "Evet, bizler Türküz."

 

Toplumdan biri: "Bu alevidir, Türk değildir."

 

Ben: "Türk Alevilerinden."

 

Aynı adam: 'Türk, sizlere denmez."

 

Ben: 'Türk Alevileri bizleriz. Türkler olmasaydı Alevi kalmazdı. Aleviler olmasaydı Türk dili kalmazdı."

 

Maliye veziri: "Bu konuştuğun sözler tarihten hariçtir."

 

Ben: "Senin görüşünce öyledir. Fakat benim gö­rüşüme göre hepsi tarihtir. Nitekim her insan tabia­tından tarihte ancak kendi konusu üzerinde durup başkalarının konusuna mühimmiyet vermez."

 

Maliye veziri: "Ey Şeyh, benim dediklerime üzülme. Şimdiye kadar, Alevilerin Tü,rk olduğunu tarih olarak aklıma getirmedim. Bunu ilk defa senden duyuyorum."

 

Ben: "Alevilik bir taraftır, cins değildir. Tıpkı İslama ta­raftar olanlar gibi. Kim Muhammed (s.a.a) ve Ali'yi severse İslâm-Alevi oldu. Kim Ali'yi buğz (küfr) ederse, Müslüman-Sünni oldu."

 

Maliye veziri: "Ali bin Ebi Talib'i buğz (küfr) eden bir müslüman bulunur mu?"

 

Ben: "Ali bin Ebi Talib'in çocuklarını müslüman kişile­rin öldürmesi caiz olur mu?"

 

Maliye Veziri (Bakanı) : "Hayır, olamaz."

 

Ben: "Ali bin Ebi Talib'in çocuklarını öldürenlerin tarihini hazretleriniz okumadı mı?"

 

Maliye Veziri: "Evet, okudum."

 

Ben: "Onları öldüren, Ali'ye buğz (küfr) eden değil mi? Kalkın! Hazretleriniz ve hazır olanlar, beraber, öldürülenlerin mezarlarını ziyaret edelim."

 

Maliye Veziri: "Mezarları nerededir?"

 

Ben: "Şam'da dır. Sen de Şam'da vezir olduğun halde mezarların nerede olduğunu bilmiyorsun. Bu ilginç ve gariptir."

 

Başka biri: "Ey vezir hazretleri, Şeyh, İmam-ı Hüseyin'in kızkardeşi Seyyide Zeyneb'in Şam'daki mezarını kasdediyor."

 

Maliye Veziri: "Evet, evet, doğru söyledin. Şimdi hakiki duru­mu anladım."

 

Ben: "Şayet durum seni hakikaten ilgilendirmiş ol­saydı, onların (Ehl-i Beytin) hakkında bir çok şeyler öğrenirdin. Emir Allah'ındır."

 

Maliye Veziri: "Türkiye'deki Alevilerin durumundan anlatmanı rica ediyorum."

 

Ben: 'Türk devleti Alevileri, Türkiye'nin yüzde ellisini belkide daha fazlasını temsîl ederler."

 

Maliye Veziri: "Alevî mezhebi, Türk diyarına nasıl ve hangi yoldan dahil oldu?"

 

Ben: "Bunun sebebini ancak Türk-Alevi konusuna il­gi gösterenler bilir. Önceki sözlerimde belirttiğim gi­bi, Emeviler Aleviler buğz (küfür) etmeyi aynı za­manda öldürmeyi de kendi imanlarına farz ve sün­net edinmişlerdi. Emeviler, Ali'nin ehlini ve taraftar­larını imha etmeye başladıklarında Alevilerin bir kıs­mı Türk diyarına hicret etti. Türk diyarında İslâm mezhebinin davasını Aleviler başlattılar. Alevilerin Türk diyarına geçmeleri, İslâmın Türk diyarında yayılmasından önceydi. Bu durum, yurdundan ka­çan tüm Alevilerin Türk diyarına yerleşmesine se­bep oldu. Kafkas dağları, Alevilere bir sığınak ol­muştu. Orada, hür ve Allah'ın emaneti içinde hiç korkmadan yaşadılar. Bu diyarda Alevilerden kera­metli ricaller zuhur etti. Bu ricaller, Ehl-i Beytin ilmi­ni, edebini, faziletini ve ahlakını yaydılar. Böylece Türklerin, Ehl-i Beyt mezhebine girişleri akın, akın oldu. Kısa bir müddet içinde, Türk diyarı, Alevi-Türk diyarına dönüştü. (Hacı Bektaş-ı Veli'nin zamanı ve sonrası kasdedilmiştir.) Geride kalan Aleviler, Türk diyarındaki bu hürriyet ve genişliğin mevcut ol­duğunu bildiklerinde, zalim, katil Emevilerin zulmün­den kurtulmak için onlar da Türk diyarına göçtüler. Çünkü Emeviler ne İslâmı ne de akibeti biliyordu."

 

Vezir: "Biz de derdik ki, Türklerde hiç bir Alevi bulunmaz."

 

Ben: 'Türklerin hepsi Sünni olsaydı bile, Alevilere karşı Emeviler kadar buğz (küfür) etmezlerdi. Alevilerde bir atasözü  vardır:

- Türklerin Alevilere zulmü, arapların adaletin­den daha iyidir.

 

Vezir: "Şimdi çok fazla oldu."

 

Ben: "Çok fazla idare ettik, üzülme. İmam-ı Hüseyin bin Ali Aleyhisselam Türklerin cinsinden, amcaoğullarından ve Peygamberlerinin çocuklarından olsay­dı, Türkler onu Emeviler gibi, suçsuz, günahsız ve hiç bir dünyevi mertebede gözü olmadan, haksız yere ehliyle (halkıyla) beraber sövüp öldürürler miy­di? Türkler, Muhammed'i (s.a.a) görmeden sadece şanından duyduklarında ona inandılar. Hatta Muhammed (s.a.a), Türklerin ne cinsinden, ne dilinden ne diyarından olup, Türkler onu görmemişlerdi. Bu zaman ve asır da Türklerde, süslenmiş, inançlı ve daha maliyetli camiler mevcuttur. Şeyhleri, Türk ol­dukları halde din derslerini arap diliyle öğrenmekte­dirler. Türkler,  Muhammed  (s.a.a) ve dinine olan rağbet, sevgi ve inançlarından dolayı nefislerine dayanılmayacak yorgunluklar vermektedirler.   Türklerin çoğu Arapçadan bir şey an­lamadıkları halde, namazı her vacip ve lazım olduğu zamanda eda ettiklerini görürsün. Aralarında, Allah'ın   rızasından   başka   bir   gaye   edinmeyen adamları da görürsün. Camileri, şehirlerin ortasında görürsün. Din adamları hür olup hiç birini kayıt ve şart altında göremezsin.  İstanbul'da, benim gör­düğüm gibi, Türk kadınları hiç arapçayı bilmedikleri  halde, Arap kadınlarından daha fazla bir sevgiyle  namaz kılmaktadırlar. Seyahat edenleri, arap şehirlerinden daha çok İstanbul'daki camileri ziya­ret ettiklerini görürsün. Türklerde, fen, mühendislik ve eski eserler daha muhteşemdir."

 

Vezir: "Sultan Abdülhamit, çok fazla müstebed idi."

 

Ben: "Sultan Abdülhamid'in şeyhi, Emevi şeyhlerin­den Şeyh Ebû'l-Hedâî idi. Bu şeyh Nakşibendi ola­rak meşhurdu. Hatta bu şeyhin sultana ulaşmasıy­la, Nakşibendi tarikatı için paraların harcanıp bu tarikatın yayılmasına sebep oldu. Sultanın bu cehalet ve istibdadından dolayı tarih onu kınadı ve kürsüsünden düşmesine sebep oldu. Sultan kendi nef­sine zarar etti, buda akıllı, insanlara ibret oldu. Nite­kim her insan nefsinden dolayı zarar görür. Tıpkı Emeviler gibi, nefisleri onları Ehl-i Beytin kanlarını dökmeye yöneltti ve bu fiilden dolayı edebiyete ka­dar cezalarını gördüler. Emevileri ve yardımcılarını bilenler, yaptıkları facialardan dolayı onları lanet et­mektedirler. Hatta kendi torunları ecdadlarına (atalarına) lanet etmektedirler. Ey kardeşim, İmam-ı Hasan'ı, Hüseyin'in zamanında hayatta gördün mü?"

Vezir: "Hayır, mevcut değildi."

 

Ben: "Emeviler, İmam-ı Hüseyin'den ellerini çekseydiler, Hüseyin başkalarından ziyade bu yüksek makama varır mıydı? Mekke'den ibreti al, Mekke'ye bir ziyaretçi geliyorsa, Kerbelâ'ya iki ziyaretçi geliyor. Bu ölçüyü delil olarak alın. Emevilerin Ehl-i Beyte karşı yaptıkları siyaset kendilerine bir yılan ve zehir oldu. Sultan Abdülhamid'inde meşrebi Emeviydi. Çünkü Şeyhi Ebû'l-Hedâî Emeviydi.' Bu da sultan Abdülhamid'in tarihini kara etti. Sultanın bu fiili, kendisini öldüren bir silaha dönüştü. Aynı zamanda saltanatını da başına yıktı. Sultan cahilce öldü ki, ölümünden sonra mazlum toplumu hayata kavuştu. Cahil ve zalim toplumu da ölüme mahkum oldu. Ey kardeşim, bizler Alevileri Türkiye Cumhuriyetiyle nimetlendiren rabbimiz Allah'a hamd olsun. Bu dev­lette tüm istibdat zulmü imha edilip yerine eşitlik, hürriyet ve adelet bayrağı dalgalandı. Tüm vatan­daşlara, bilhassa Alevilere bu kanun geçerli oldu. Halk, eski sultanların zulüm ve hükümlerinden kur­tulmuş oldu. Şimdi bu günlerde, Türkiye Cumhu­riyetinde Alevilere neşe ve saadet vardır. Türkiye, sadık ve iyi vicdanlı Alevilere, kehf ve sığı­nak olmuştur."

 

Vezir: "Antakya'daki Türkler Alevileri kabul etmemek­tedirler."

 

Ben: "Alevilere küfür eden ve kin güden Antakyalılar Türk asıllı değillerdir. Onların kanı Emevi olup, dilleri Türktür."

 

Vezir: "Siz Türkiye'de rahat mısınız?"

 

Ben:   "Evet, Türk-Alevî kardeşlerimizden rahat, mesut 'e mesruruz cidden!"

 

Vezir: "Onlar, aynen sizin gibi Alevi mi?"

 

Ben: "Evet, onlar bizim gibi Alevidir. Bizim gibi iyi ve bizden daha sarihtirler (açıktırlar).

 

Vezir: "Alevi olan, Türkiye'de herkesçe tanınmış mı?"

 

Ben: "Evet, herkesçe tanınmış ve açıktır."

 

Vezir: "Alevilerden görev sahibi olanları var mı?"

 

Ben: "Evet, görev sahibi olanları mevcuttur. Devletin en yüksek yerlerinde, orta kısmında ve dışında görev sahibi olanlar vardır. Alevilerden, her yerde ir­fan ve ilim sahibi adamlar vardır. Allah tarafından Türkiye Cumhuriyeti hasseten mazlum Alevilere rahmettir. Allah, bizlere Türkiye Cumhuriyetini daim kılsın ve Türkiye'yi tüm zalim düşmanın şerrinden korusun. Zira her mazlum ve zayıfın hayatı adalet­tir."

Vezir:

"Söylentilere göre, Türklerde Alevilere zulüm ve zorluk varmış, bu sözlerin önemi, aslı yok mu?"

Ben:

"Bu gibi sözleri ancak aslı Emevi ve dili Türk olanlar söylemiş olabilir. Çünkü böyleleri, Alevilerin Türkiye'deki refah, saadet ve nimetlerini kıskanıyor­lardı, tıpkı bize eskiden dedikleri gibi: “Aman sakın İskenderun'dan daha ileriye gitmeyin. Orası Tür­kiye'nin merkezidir. O tarafa giderseniz zulüm ve azaba düşmüş olursunuz. Bunu yapacağınıza ölün daha iyidir.!”  Biz de Türkleri sert bir toplum olarak düşünmeye başladık. O kadar düşündük ki, korkumuz ve sıkıntımız taşınmaz bir dereceye gelmişti. Sonunda sabredelim dedik. Böylece, Türk askerinin Hatay'a girişini bekledik. Türk askerinin Hatay'a gi­rişinin ilk gününü çok büyük korkuyla geçirdikten sonra ikinci gün fikrimiz biraz hidayet bulup asker­lerin akıllılarıyla görüştük. Bize dediler ki: "Kork­mayın, Türkiye Cumhuriyeti devletinin çoğunluğunu sizin gibi Aleviler teşkil etmektedirler. Bunların hepsi yüksek devlet mertebelerindedir." Bir kaç gün geç­tikten sonra İstanbul, izmir, Ankara ve başka yerde­ki akrabalarımızla görüştük. Hepsi, bize ifade verdi­ler ki: Sizler şimdi yaşadınız, tüm korkunuz size emânet olacak. Hür ve akıllı olan Türk-Alevi ehli­nizle beraber oldunuz. Sonra hükümet adamlarıyla görüştük, hepsini asil, kerim ve beklediğimizden daha iyi gördük."

 

Şam'da yaşayan Türk asıllı adam:

"Senin gibi iyi kalbli, Türk hükümetini seven bir şeyhi, Allah bereketli kılsın."

 

Ben:

"Ben Türküm ve kanım Türktür."

 

Hazır olanlardan biri:

"Türklerin içinde Alevi bulunması sahih olabilir mi?"

 

Ben: "Evet olabilir, buyrun beraber Türkiye'ye gide­lim, orada Türkün nasıl Ehl-i Beyt'i vilâyetlerine tu­tulduğunu gözlerinle gör."

 

Cabbâra (ev sahibi): "Evet, şeyh doğru söylüyor, Şükrü Kanatlı Bey tanıdığımız Türk Alevilerindendir. Paşaların içinde de Alevi çok, hepsi de Resulullah'ın Ehl-i Beyt’ini  (s.a.a) severler. Ey Şeyh Edip, hadisinde Türk hükmünden memnun olduğunuzu anlattığın için çok memnun oldum."

 

Ben: "Bizim içinde bulunduğumuz refah, adalet, hayır ve sevinci buseydin. Alevinin evi, tarlası, mülkü, tüc­carı, avukatı, doktoru, mühendisi, hâkimi, eczacısı, zabiti, profesörü, paşası ve bakanı vardır."

 

Hazır olanlardan biri: "Abartmalı  oldu."

 

Ben: "Fazlasıyla bir şey söylemedim, belki eksik  oldu. Allah'ın laneti yalancılara olsun."

 

Kendisi: "Bu lanetinden razı olmadım, çünkü ben senin yalancı olduğunu hiç zannetmiyorum."

 

Ben: "Biri sana, Türkiye'deki Aleviler nasıl, sorduğun­da senin kalbini kuvvetlendirip: Aleviler Türkiye'de Türk, devlet, emir sahipleri ve kanun adamlarıdır, diyebilmen için yalancıya lanet ettim. Aleviler dün­yanın her tarafında, Türklerin yanında mesrur oldukları gibi olsaydılar islamın birinci tabakası olur­lardı."

 

Türk asıllı adam: "Allah, sizleri Türkiye'de mutlu kılsın."

 

Ben: 'Türkler tabiatlarından hür ve güzel ruhlu insan­lardır. Hiç zulmetmez ve korkmazlar. Allah da her adil insana zafer verir. Resulullah sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem şöyle buyurmuş:

 

- Mülkün temeli adalettir."

 

Cabbâra (ev sahibi): "Evet, her zaman Alevilerin Türkiye'de her yön­den mutlu olduklarını duyuyorum."

 

Ben: "Bizler Türkiye'de refah, hayır, saadet içinde ol­masaydık, bizleri ağlar, şikayetçi ve kalblerimizin korkudan titrediğini görürdün. Bizim hal ve kalbi­mize bak, tüm kuvvet ve övgüyle konuşuyoruz."

 

Hazır olanlar topluca: "Alevilere bu hürriyet varsa, şeref bizimdir."

 

Rivayet burada bitti, selam üzerinize olsun.

 

 

İSNATLAR

 

(1) Medine'ye girmesi yasaklanıp, oradan uzaklaştırılan şahıslara "tûlekâ" denir.

 

(2) İbn'ül-Esir, "EI-Kâmil Fit-Tarih" Türkçe tercemesi İstanbul 1985, cilt: 2, sahife: 244. İbn-i Hişam, "Siret-i İbn-i İbn-i Hişam" Türkçe tercemesi, İstanbul 1985, cilt: 4, sahife: 117.

 

(3) "Sahih-i Müslim" cilt: l, sahife: 46, iman kitabında. İbn-i Mace, "Sünen" cilt: 1, sahife: 192, bâb: II, hadis nü: 114. Tirmizî, "Sü­nen" Cilt 6, sahife: 270-271, menkıbe babları, hadis no: 3962 ve 1963. Ahmed bin Hanbel, "Müsned" cilt: 2, sahife: 102. Hâkim, "Müstedrek" C: 3, S: 129.

 

(4) Hâkim, "Müstedrek" c: 3, s: 128. EI-Muttekî, "Kenz'ul-Ummâl" o: 6, ı: 154, hadis no: 2571. Ahmed bin Hanbel, "Müsned" c: 2, s: 442. İbn-l Hacer, "Savaik'ül-Muhrika" bâb: II, birinci fasıl. Havârezmî, "Menakıb"s:206

 

(5) Seffah, imam Cafer as-Sâdık (as) zamanında yaşamıştı. Mer­hum Şeyh Edip'in bu haberi nereden naklettiği bize meçhul olduğun­dan, kesin bir şey söylemek mümkün değildir.

 

(6) Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuş: - Ey Ali, sen benim kardeşim ve çocuklarımın babasısın. Sen sünnetim üzerine savaşacaksın.

EI-Müttekî, "Kenz'ul-Ummâl" c: 6, s: 404. İbn-i Hacer, "Savaik’ul Muhrika" bâb: 9, s: 75 ve bâb: II, s: 112. Hâkim, "Müstedrek" c: 3, s: 164

 

 (7) el-Bağdadi, Tarih Bağdad cilt: 10, sahife: 91. Zahâir’ul-Ukbâ sahife: 20. Mecma'ul-Zevâid cüz: 9, sahife : 168. Kenz'ul-Ummâl cüz: 12, sahife: 95. Hilyet'ül-Evliya Cilt. 4, sahife: 306. el-Münavi, Künûz el-Hakâik cüz: 2 sahife: 89. Cami'ûs-Sağir cüz: 2, sahife : 155.

(8) İbn-i Hacer, "Savaik'ül-Muhrika" sahife: 149

 

(9) Rasulullah'ın (s.a.a) kendisinden sonra ancak 12 halifenin ge­leceğini bildirdiğini nakleden kitaplardan bazıları şunlardır:

Ahmed bin Hanbel, "Müsned" c: 1, s: 398, 406 ve c: 5, s. 89. Müs­lim, "Sahih" c: 2, s: 79. Buhari, "Sahih" Kureyş'in menakıb babı ve Kureyş'ten emirler babı. EI-Müttekî, "Kenz'ul-Ummâl" c: 6, s: 160. İbn-i Hacer, "Savaik'ul-Muhrika" bâb: II, 2. fasıl.

Peygamber efendimizden (s.a.a) sonra halifelerin Ehl-i Beytin 12 imamından ibaret olduğunu, Şeyh Süleyman'el-Kandûzî, "Yanabi'ûl-Mevedde" kitabında, bâb: 77, s: 444-445'te şu değerli kitaplardan tas­dik etmiş: Seyyid Ati Hamedâni, "Meveddet'ül-Kurbâ" bâb: 10'da ha­disi Şu'bî 'den oda Mesrûk'tan oda İbn-i Mes'ûd (RA)'den naklet­mişler. Yine Muvaffak bin Ahmed'el-Havarezmî ve Hamaveynî hadisi nakletmişler.

 

(10) Tirmizi, "Sünen" menkıbe babları, hadis no: 4026. Şeyh Sü­leyman'el-Kandûzî, "Yanabi'ûl-Mevedde" bâb: 76, s: 441'de çeşitli sa­hih ve muteber hadis kitaplarından, 12 halifenin imam-ı Hüseyin'inin neslinden zuhur edeceğini tasdik etmiş.

 

(11) Şeyh Süleyman'el-Kandûzî, "Yanabi'ûl-Mevedde" bâb: 76, s: 441'de Hamaveynî'el-Şafii'nin  "Feraid'el-Simtayn" adlı kitabından hadisi nakletmiş.

 

(12) Hâkim, "Müstedrek" c:3, s: 137. Ahmed bin Hanbel, "Müs­ned" c: 2, s: 442.

 

(13) Hâkim, "Müstedrek" c:3, s: 121. Ahmed bin Hanbel, "Müsned" c: 6, s: 323. Neseî, "Hasâis" s: 17.

 

(14) ve (15) Müslim, "Sahih" c: 1, s: 46, iman kitabında. Tirmizi, "Sünen" c: 6, s: 270-271, menkıbe babları, hadis no: 3962, 3963 ve 3981,  İbn-i Mace, "Sünen" c: 1, bâb: II, hadis no: 114.

 

(16) Tirmizi, "Sünen" c: 6, s: 267, menkabe babları, hadis nd: 1058, 3959. Ahmed bin Hanbel, "Müsned" c: 4, s: 438.

 

(17) Belâzûrî, "Ensâb'ûl-Eşrâf" c: l, s: 586. EI-Muttekî, "Kenz'ûl-Ummâl" c: 3, s: 140. Şehristânî, "el-Milel-ü ven-Nihal" İran basımı, c: 1, s: 26. Leydin basımı, c. 1 s. 40. ibn Kuteybe, "El-İmâmetu ve's-Siyâse" Mısır basımları, c: 1, s: 12-14.

 

(18) imam-ı Ali'nfn kendi, hutbe, emirname, vasiyet ve hikmetli sözlerinden oluşan "Nech'ül-Belâğa" adlı eserin, Abdülbâki Gölpınarlı tarafından yapılan terceme ve şerhi sahife 162 - 167'ye ka­dar. Sünni kardeşlerimizin muteber alimleri tarafından "Nehc'ül-Belâğa" şerh edilmiştir. Bunlardan meşhurlarr: İbn Ebi'l-Hadid - Allâme el-Mu'tezili ve Şeyh Muhammed Abduh.

 

(19) Buhari, "Sahih" maagazi bebında Peygamberin (S.M.) hasta­lığı bölümü, c: 3, s. 62. Kitabu Farz'ında c: 4, s: 5. Sünnete yapışmak ve ihtilafın kötülüğü kısımlarında c: 4, s: 180. Müslim, "Sahih" vasiyet kısmında c: 5, s: 76. Bu husus için hadisenin arapça metnine müra­caat etmek gerekmektedir. Türkçeye tercüme edilen kaynak eserlerin çoğunda bu hadise esas anlamından uzaklaştırılmıştır.

 

(20) ibn'ül-Esir, "El kamil Fi't-Tarih" Türkçe tercemesi, istanbul 1986 c: 3, s: 340.

 

(21 Tarihte "Küçük Cemel vakası" diye adlandırılır. Tüm islam-Tarih kitaplarına bakabilirsiniz.

 

(22) "Cemel" vakasındaki tüm olayları islam tarihçileri kaydet­mişlerdir.

 

(23) Mes'ûdî, "Mürûc'üz-Zeheb" c: 3, s: 217 - 219. Ya'kûbî, "Tarih" c: 3, s: 66.

 

(24) Alevi-Caferi namazında bazı hareketlerde farklılık vardır.