Gadir Sayfası
İmam Câfer Sadık (a.s.)ın Hayatından Dersler
İsmail Bendiderya
- Mehdi Raehimîi
Bir Güneş Doğuyor,
İmamet Semasında
Rebiül-evvel ayının 17. günü, Ehl-i Beyt dostları için pek
kutlu ve mübarek bir gündür. Bundan 14 asır önce bu mübarek günde,
Allahın son elçisi, nebiler ve resullerin efendisi, Hz. Muhammed Mustafa
(s.a.a.) dünyaya gözlerini açmıştı
Aradan 2 asra yakın bir zaman geçtikten sonra da, aynı günde, o
yüce zatın pâk ve mutahhar soyundan bir yüce zat daha dünyaya gözlerini
açıyordu
O gün, zamanın imamı ve asrın hidayet meşalesi
İmam Muhammed Bâkırın (a.s.) evi neşeyle doluydu
Ceddi Resulullahın (s.a.a.) yüce dinini tüm insanlık âlemine
tebliğ edecek, Allahın has kullarını eğitip
yetiştirecek mübarek bir bebek geliyordu dünyaya
Medine, yeni bir güneşin daha doğuşuna şahit
olmadaydı, insanlık âleminin ufkunda
Güneş soyundan olan bu güneş çocuğun adını
"Câfer" koydular, ceddi Resulullahın (s.a.a.) bildirdiği
gibi tıpkı...
Künyesi "Ebu Abdullah", lakabı "Sadık" idi.
Babası, müminlerin beşinci imamı, İmam Muhammed
Bâkır (a.s.); annesi, çağının nadide müminelerinden olan
Ümmü Fervedir. İmam (a.s.), annesini anlatırken;
"Yaşadığı devrin en takvalı, en mümin ve en
iyiliksever kadınlarındandı." buyurmuştur.
İmam Câfer Sadık (a.s.), Hicrî 83 yılının
rebiülevvel ayının 17. günü dünyaya gözlerini açmış, 65
yıl yaşamış, H. 114te başlayan imameti, H. 148de
noktalanan ömrüyle 34 yıl sürmüştür. Bu müddet zarfında
Hişam bin Abdulmelik, Velid bin Yezid, Yezid bin Velid, İbrahim bin
Velid ve Mervan-ı Himar gibi zalim Emevî halifelerinin, keza Seffah ve
Mansur Devaniki gibi Abbasî halifelerinin zulüm ve gaspla dolu
iktidarlarına şahit olmuştur.
Kendisinden sonra imamet meşalesini, oğlu İmam Musa
Kâzım (a.s.) taşımıştır.
Yedi oğlu, üç kızı olmuştur.
İmam Sadık (a.s.), sevgili dedesi İmam Zeynelabidinin
(a.s.) hayatta bulunduğu dönemde dünyaya geldi; geceleri aziz dedesi ve
sevgili ninesinin Kuran tilaveti, duaları ve münacatlarına
şahit olarak yetişti. Babası İmam Muhammed
Bâkırın (a.s.) türlü hadiseler ve zorluklarla geçen hayatında
ona daima destek verip yardımcı oldu. Babasıyla birlikte
defalarca hacca gitti. Şam yolculuğu sırasında ve gaddar
Emevî halifesi Hişamın zulüm sarayında da babasını
yalnız bırakmadı.
İmam Sadık (a.s.) çok oruç tutar, çok namaz kılar, sürekli
Allahı anardı. Malik bin Enes, bu gerçeği belgeleyen
insanlardan biridir; "Onu ne zaman gördüysem ya oruçluydu, ya
namazdaydı, ya da zikirle meşguldü." der ve şöyle ekler:
"İmam Sadık (a.s.), çağının en çok ibadet eden
zahitlerindendi. Pek çok hadis naklederdi; çok güzel konuşurdu,
konuşmaları pek faydalıydı. Resulullah buyurur ki
derken
hali değişiverirdi. Bir hac yolculuğunda onunla birlikteydim,
ihrama bürünürken hali öyle değişti ki artık lebbeyk
diyemiyordu, neredeyse bineğinden düşecekti; "Ey
Resulullahın oğlu! Lebbeyk deyiniz, demezseniz olmaz ki
"
dedim. İçinde bulunduğu o ulvî manevî haliyle; "Nasıl
lebbeyk diyeyim?! Ya karşılık olarak La lebbeyk! La sadeyk!
derse, ne yaparım?!" dedi."
Ehl-i Beyt İmamları, babaları Hz. Resulullahın
(s.a.a.) yüce ahlakına sahiplerdi. Etraflarını saran müminlere
daima; "İslamı dilinizle değil, amelinizle tebliğ
edin." buyurur ve herkesten önce bizzat kendileri bu prensibe
uyuyorlardı.
İslamın emrettiği her konuda herkesten öndeydiler onlar;
amel etmedikleri hiçbir mâruf, uzak durmadıkları hiçbir münker yoktu.
İnsanları dâvet ettikleri her iyiliği önce kendilerini yaparlar,
insanları men ettikleri hiçbir işi kendileri yapmazlardı.
Bu ilahî insanlar, taşıdıkları ihlas, iman, ilim ve
diğer insanî erdemlerden dolayı müminlerin gönlüne taht kurmuş,
aradan geçen asırlara rağmen onlara duyulan ilgi ve sevgide zerre
kadar azalma olmamış, hatta zaman geçtikçe kişiliklerinin
boyutları daha iyi anlaşıldığından sevgileri
gönüllerde daha bir yer etmiştir.
Biz bu yazımızda, İmamet semasının 6. güneşi
olan İmam Câfer Sadıkın (a.s.) insanî erdemler yönünden ne
denli yüce bir makama sahip olduğunu açıklamak gayesiyle, bu
İmamın nurlu hayatından tarih kitaplarında yer alan
bazı kıssa ve öyküleri aktaracağız.
Helâl Kazancın Önemi
Abdulalâ şöyle anlatır: "Çok sıcak bir gündü, İmam
Sadıkı bir işin peşine giderken gördüm;
"Efendim!" dedim, "Allaha ve Resulüne sizin kadar yakın
birinin bu sıcakta bunca zahmete katlanması neden?!" diye
sordum. İmam; "Sen ve diğerlerine muhtaç olmamak ve kendi
alnımın teriyle helâl rızk edinmek için!" diye cevap
verdi."
* * *
Ebu Amr Şeybanî de İmamla ilgili bir hatırasını
şöyle anlatır: "Hava pek sıcaktı, İmam Sadık
(a.s.) hiç de yumuşak olmayan bir elbise giymiş, elindeki kürekle
bahçede çalışıyordu. Tepeden tırnağa ter içinde
olduğunu görünce; "Canım efendim!" dedim, "Küreği
bana verin de ben çalışayım, siz dinlenin biraz."
İşini hiçbir zaman başkalarına yaptırmaktan
hoşlanmayan İmam (a.s.); "Rızk kazanmak için güneşin
kavurucu sıcağına bizzat kendim tahammül etmek isterim."
diyerek çalışmaya devam etti."
* * *
İmam Sadık (a.s.), yakın adamlarından olan Musadifi
ticaret maksadıyla Mısıra göndermiş, sermaye olarak da
kendisine bin dinar para vermişti.
Musadif, bu parayla mal alıp develere yükledi ve Mısıra
giden bir kervana katıldı. Yolda, Mısırdan dönen bir
kervanla karşılaştılar. Mısırda piyasanın
durumunu sorduklarında; "Sizin götürmekte olduğunuz bu mallar,
Mısır piyasasında az bulunduğu için çok
değerlidir." dediler. Bunun üzerine, Musadif ile diğer tüccarlar
kendi aralarında anlaşarak, Mısıra vardıklarında
mallarını yüzde yüz kârdan daha aşağı fiyata satmamaya
karar aldılar ve bu kararlarını uyguladılar.
Satış tamamlanınca, Musadif tam bin dinar kâr etmişti.
Medineye varır varmaz, her birinde bin dinar bulunan iki keseyle
İmam Sadıkın (a.s.) huzuruna varıp; "Biri sizin
verdiğiniz sermaye, diğeri de kârı!" dedi.
Keseyi eline alan İmam (a.s.); "Bu kâr çok fazla!" dedi,
"Nasıl kazandın bunca parayı?!" dedi.
Musadif olayı baştan sona olduğu gibi anlattı.
İmam (a.s.); "Suphanallah!" buyurdu,
"Malınızı iki katından az kâr etmeyecek şekilde
satabilmek için aranızda anlaştınız öyle mi?!" Sonra
da önündeki keselerden birini alıp; "Bu, benim verdiğim
sermayeydi." buyurdu, "Ötekini al, benim öyle insafsızca elde
edilen kâra ihtiyacım yok! Ey Musadif! Şunu bil ki, helâl yoldan
rızk kazanmak, kılıç kuşanıp savaşmaktan daha
zordur!"
Toplumsal meselelere Önem vermek
Ehl-i Beyt dostlarından olan bir Müslümanla akrabaları
arasında miras konusunda bir anlaşmazlık
çıkmıştı. Derken, iş kavgaya vardı. Bu
sırada İmamın yakın adamlarından olan Mufazzal da
oradan geçmekteydi. Hadiseyi görünce kavga eden tarafları
ayırdı, ikisini de yanına alıp evine götürdü ve dört yüz
dirhemle anlaşmalarını sağlayıp parayı da kendisi
ödeyerek onları barıştırdı. Taraflar
barıştıktan sonra Mufazzal; "Bu para benim değil,
İmam Sadıkındı; İmam (a.s.), Ehl-i Beyt dostları
arasında ihtilaf olduğunu görürsem, onların arasını
bulabilmek için bu paradan harcamamı emretmiştir bana!" dedi.
Zalimlere Karşı Tepki
Göstermek
Harun bin Cehm şöyle anlatır: "Gaddar ve gasıp Abbasî
halifesi Mansur Devanikinin Kûfe yakınlarında askerî amaçlarla
yaptırdığı Hire şehrindeydik. Zalim Mansur, İmam
Caferi (a.s.) zorla buraya getirmiş ve gözaltına
almıştı. Burası, şehirden ziyade büyük bir askerî
kışla idi aslında. Halifenin bu şehirdeki
komutanlarından biri, bir gün verdiği bir ziyafete İmamı
da çağırdı. Şehrin bütün ileri gelenleri ve üst düzey
yetkililer de oradaydı. Yemek sırasında misafirlerden biri su
istedi; su yerine, bir kadeh şarap koydular önüne. İmam (a.s.), bu
sahneyi görür görmez yerinden doğruldu ve; "Hz. Resulullah (s.a.a),
şarap içilen sofrada oturan kimsenin Allahın rahmetinden uzak ve
melun olduğunu buyurmuşlardır." dedi."
En Güzel Üslupla İnsanları
Uyarmak
Halife Mansurun emriyle bir bayram münasebetiyle, herkese bir şeyler
verilmedeydi. Şagranî de bir şeyler alabilmek umuduyla koşup
gelmiş, ama kendisini tanıyan birini bulamadığından
hiçbir şey alamamıştı. Dedelerinden biri Hz.
Resulullahın (s.a.a.) azat ettiği bir köle olduğundan
Şagranî de, "Resulullahın azatlı kölesi"
anlamına gelen "Mevla Resulullah" lakabıyla
tanınmadaydı. Bu nedenle Şagranî, kendisini Hz.
Resulullahın (s.a.a.) yakınlarından sayar ve bu lakapla iftihar
ederdi.
Kalabalık arasında kendisini tanıyan birini bulmaya
çalışırken İmam Sadıkı gördü. Hemen İmama
yaklaşıp, beytülmalden kendisine bir pay verilmesine
yardımcı olmasını rica etti. İmam (a.s.), onun bu
ricasını hemen yerine getirerek yetkililerin bulunduğu odaya
girdi ve çok geçmeden Şagranî için aldığı payla geri döndü.
Beytülmalden aldığı payı Şagranîye verirken;
"İyi işi kim yaparsa iyidir; ama sen kendini, biz
Resulullahın (s.a.a.) ailesine mensup bildiğin için, senin yapman
daha iyidir. Keza, kötü işi kim yaparsa, kötüdür; ama bize olan
yakınlığın nedeniyle, senin yapman çok daha kötüdür."
buyurdu ve tebessüm ederek Şagranîden ayrıldı.
Şagranî neye uğradığını
şaşırmış, söyleyecek bir söz
bulamamıştı. Demek ki, İmam (a.s.) onun herkesten gizlediği
sırrını biliyor ve Şagranînin içki içtiğinden haberi
olduğunu yüzüne vurmuyordu. Tenha bir yerde bu hatırlatmayı ona
yapmış, üstelik onun bu ayıbını bildiği halde,
kendisine yardımcı olmuştu.
İmamın bu bilgece mertliği karşısında bir an
kendisine gelen Şagranî, pişmanlık duygusu içerisinde,
başı öne eğik bir halde sessizce ağlamaya
başlamıştı.
Bir an Bile Allahtan Gafil Olmamak
Mesma bin Abdulmelik şöyle anlatır: "Minada İmam
Sadık (a.s.) ile birlikte oturmuş üzüm yiyorduk; bu sırada bir
fakir gelip yardım istedi. İmam, ona bir salkım üzüm ikram etti,
ama adam bu ikramı kabul etmeyip para istedi. Bunun üzerine İmam;
"Allah versin." diyerek onu saldı.
Çok geçmeden başka bir fakir gelip yardım istedi. İmam ona
üç üzüm tanesi verdi. Adam üzümleri alıp; "Âlemlerin Rabbi Allaha
hamd olsun, bana rızkımı ulaştırdı." diye
şükretti. Bunun üzerine İmam fazlaca üzüm verdi; adam tekrar Allaha
şükredip; "Âlemlerin Rabbi Allaha hamd olsun." dedi ve gitmek
istedi. İmam, ona biraz beklemesini söyleyip yanındaki
hizmetkârına döndü: "Ne kadar paramız var?" diye sordu.
Yanılmıyorsam, yirmi dirheme yakın bir para dediler; İmam
paranın hepsini alıp o fakire verdi. Adamcağız yine;
"Allaha hamd olsun." dedi, "Allahım! Şükürler olsun
sana! Bu nimetler, hep sendendir; sen birsin, teksin; ne eşin var, ne
ortağın!" Bunun üzerine İmam, tekrar onu durdurarak
üzerindeki yeni bir elbiseyi çıkarıp ona giydirdi. Fakir adam;
"Beni giydirip doyuran Rabbime şükürler olsun!" dedi ve
İmama dönerek; "Allah senden razı olsun!" diye
ekledi."
Mesma; "Yanılmıyorsam" der, "o, bu son kez de
İmama teşekkür etmeyip, yine sadece Allaha şükretseydi,
İmam ona yine başka ikramlarda bulunacak ve bu hal böylece sürüp
gidecekti."
Kesinleşen İlahî Takdire
Rıza Göstermek
İmam Sadıkın (a.s.) yakın ashabından Kutayba,
İmamla ilgili bir hatırasını şöyle anlatır:
"İmamın çocuklarından biri hastalanmıştı;
ziyaret amacıyla evine gittiğimde İmamın kapı önünde
durmuş olduğunu gördüm; pek mahzun ve üzgündü. Çocuğun durumunu
sordum. "Vallahi gidici." dedi ve içeriye girdi. Bir süre sonra
dışarıya çıktığında epey
rahatlamış gibiydi, çocuğun iyileştiği
düşüncesiyle sevinçle; "İnşaallah iyileşiyor?"
dediğimde; "Rabbine kavuştu." buyurdu. Çok
şaşırmıştım; "Canım sana feda
olsun!" dedim, "Çocuk hastayken çok daha üzgündünüz." İmam
gözlerini ufka dikerek; "Biz Resulullah ailesi" buyurdu, "bir
acıya uğramadan önce tedirgin ve mahzun oluruz, ama ilahî takdir vuku
bulur da kaçınılmaz kader tecelli ederse, yüceler yücesi Rabbimizin
rızasına razı olur, Onun takdirine canı gönülden
teslimiyet gösteririz."
Hizmetçiye Karşı
Şefkatli Olmak
İmam Sadık (a.s.) hizmetçilere ve kölelere karşı çok
şefkatliydi. Hafs bin Ebu Aişe şöyle anlatır:
"İmam Sadık (a.s.), hizmetçisini bir iş için
göndermiş, hizmetçi epey gecikmişti. İmam bizzat peşine
gidip onu bir köşede uyurken buldu. Hemen yanı başına çöküp
sabır ve şefkatle onu yelpazelemeye başladı. Hizmetçi
uyandığında da; "Vallahi" buyurdu, "hem gece, hem
gündüz uyuman doğru değil. Gecen senin olsun; gündüzlerini bize ayırman
gerekmez mi?!"
Yoksullara Yardım
Muallâ bin Huneys der ki: "Karanlık bir gecede İmam
Sadıkın (a.s.) Benî Sâide Gölgeliği denilen yere doğru
gittiğini gördüm. Orada büyükçe bir çardak vardı, şehrin yoksun
ve dilencileri bu çardağın altında uyurlardı.
İmamın peşine takıldım. Yolda, abasının
altından bir şey düştü. İmam bir besmele çekerek; "Ya
Rabbi!" dedi, "Yere düşen o şeyi şu kuluna
ulaştırıver!"
Yaklaşıp selam verdim. "Muallâ, sen misin?" buyurdu.
"Evet efendim." dedim. "Şuralara bir şey düştü, bak
bakalım bulabilecek misin?" buyurdu. Aradım, birkaç ekmek
buldum; getirip kendisine verdim. Abasının altında ekmek dolu
büyükçe bir torba vardı, pek ağır olduğu belliydi.
"Efendim, şu torbayı benim taşımamama müsaade
etseniz?" diye rica ettim; razı olmadı. "Bu benim
işim." dedi ve ekledi: "Ama dilersen, binimle
gelebilirsin."
İmamla birlikte Benî Saide Gölgeliğine gittik. Şehrin
yoksulları birbirine sokulmuş, derin bir uykuya
dalmışlardı. İmam onları uyandırmamaya özen
göstererek her birinin abasının altına bir iki ekmek koydu,
hiçbirini ihmal etmedi. Ekmekler bitince geri döndük. Yolda, dayanamayıp;
"Efendim" dedim, "onlar Ehl-i Beyt dostlarından
mıydı?" İmam; "Hayır." buyurdu, "Öyle
olsaydı, çok daha fazla yardımımız olurdu onlara."
Hişam bin Salim de şöyle nakleder: "İmam
Sadıkın (a.s.) hiç terk etmediği bir âdeti vardı; gece
yarısına doğru yanına para, yiyecek maddeleri, ekmek, et,
vb. şeyler alır, bir torbaya doldurur, bizzat kendisi sırtlar ve
Medinenin yoksullarını dolaşarak onlara
dağıtırdı. Onlar kendilerine bunca yardım eden o
insanın kim olduğunu bilmezlerdi bile. Ancak İmam şehid
olup beka âlemine göçtüğünde bu yardımların kesilmesi üzerine
olayın farkına varıp kendilerine yıllardır yardım
eden o esrarengiz iyilik meleğinin İmam Sadık (a.s.)
olduğunu anladılar." (Biharu'l-Envar c.47, s. 20)
Cennet Evi Nasıl Alınır?
İmam Sadıkın (a.s.) yakın ashabından biri, Lübnan
topraklarında bulunan Cebel-i Âmilde yaşıyordu. Bölgenin
hatırı sayılır zenginlerinden olan bu Müslüman, hac için
Mekkeye giderken, yolu üzerindeki Medineye uğrayıp İmamı
ziyaret etti ve İmama on bin dirhem vererek kendisine Medinede bir ev
satın almasını rica etti.
İmam parayı alıp Medinedeki yoksul seyyidlerle diğer
yoksul Müslümanlar arasında paylaştırdı.
Adam hac yolculuğundan döndüğünde İmamın huzuruna
çıkıp kendisine ev alınıp
alınmadığını sordu. İmam; "Evet."
buyurdu ve ekledi: "Tapusunu da ister misin?" Adam; "Evet efendim."
deyince, İmam ona bir kağıt verdi. Adam açıp okudu,
kağıtta şöyle yazılıydı: "Câfer bin
Muhammed, bu adama cennette bir ev satın almıştır; bu evin
bir tarafı Hz. Resulullahın (s.a.a.), bir tarafı Hz.
Emirül-Müminin Alinin (a.s.) ve iki tarafı da Hasan ile Hüseyinin
(a.s.) evine komşudur."
Bu ilginç tapu olayı karşısında hiç
şaşırmayan adam, İmamın el yazısı olan
mektubu saygıyla öpüp başına koydu ve; "Ben
razıyım efendim." diyerek teşekkür etti. İmam;
"Ev için verdiğin parayı da seyyidlerle yoksullar arasında
bölüştürdüm." buyurdu. Lübnanlı Müslüman dua edip memnuniyetle
Medineden ayrıldı.
Ülkesine döndüğünde, İmamın el yazısının
kefeni arasına konulmasını vasiyet etti. (Biharu'l-Envar
c.47, s. 134)
Ehl-i Beyt
Muhabbetinin Tesiri
Abbasî hükümetine bağlı emirlerden birinin Rufeyd adlı bir
kölesi vardı. Emir, bir gün kölesine fena halde sinirlenerek onu
öldürtmeye karar verdi. Meselenin farkına varan Rufeyd emirin
sarayından kaçarak İmam Sadıkın (a.s.) evine
sığındı.
İmam Sadık (a.s.) köleyi yatıştırdıktan
sonra; "Şimdi emire git ve ona selamımı söyledikten sonra
Resulullahın (s.a.a.) evladının sana aman verdiğini
bildir." buyurdu.
Rufeyd; "Aman efendim!" dedi telaşla, "Emir
Şamlıdır, Şamlıların Ehl-i Beyt
İmamlarına düşman olduğunu bilmez misiniz?! Ona sizin
selamınızı söylersem, çok daha fazla öfkelenir."
İmam (a.s.); "Korkma!" buyurdu, "Git ve dediğim
gibi yap!"
Rufeyd korku ve telaşla emirin sarayının yolunu tuttu, yolda
karşılaştığı bir adamın; "Neyin var
senin? Yüzünde ölüm izleri var gibi!" demesi üzerine korkusu kat kat
artmıştı.
Rufeyd bu korku içinde emirin sarayına gitti. İçeri girer girmez
nöbetçiler onu tutuklayıp ellerini bağlayarak emire götürdüler; emir
onun derhal öldürülmesini emretmişti. Cellat gelince Rufeyd; "Ya
emir!" diye haykırdı, "Ben kendi ayağımla geldim
buraya, size söylemek istediğim bir şey var, ama bu sırrı
yalnız size söyleyebilirim!"
Emir, herkesin çıkmasını söyledi. Yalnız
kaldıklarında Rufeyd; "İmam Câfer Sadıkın (a.s.)
selamını getirdim size." dedi, "İmam, bana aman
verdiğini size söylememi istedi."
Emir pek şaşırmıştı. "Bu söylediklerinin
doğruluğunu yeminle ispatlayabilir misin?" diye sordu. Rufeyd
yemin edince, emir tekrar aynı soruyu sorup yeminini tekrarlattı.
Emir pek sevinmişti. "Sen de benim ellerimi böyle bağlamazsan,
kendimi affedemem!" diyerek hemen Rufeydin ellerini çözdü. Rufeyd emirin
ısrarı üzerine, onun ellerini bağladı ve sonra da çözdü.
Şamlı emir, parmağındaki yüzüğü çıkarıp onun
parmağına taktı; "Bu benim mühürümdür." dedi,
"Bundan sonra sen benim en yakın adamımsın, hazine
sorumluluğu da sana ait, dilediğini yapabilirsin!"
Ehl-i Beytin velayetine sarılan Rufeyd, sadece ölümden
kurtulmamış, emirin sarayında onun emini de olmuştu
şimdi.
Allah ve Peygamber de Sevinir
İmam Sadıkın (a.s.) dostlarından olan Necaşî
adlı bir şahıs, dönemin iktidarı tarafından Ahvaz
emirliğine atanmıştı. O bölgede yaşayan Şiilerden
biri, İmam Sadıka (a.s.) giderek Necaşînin bölgesinde
kendisine on bin dirhem vergi ve haraç bağlandığını,
kendisinin bunu verebilecek durumda olmadığını söyledi ve
İmamdan yardım istedi. İmam (a.s.), Necaşîye hitaben;
"Kardeşini sevindir ki, Allah Teala da seni sevindirsin!"
mazmununda bir mektup yazarak ona verdi. Mektubu alan adam Necaşîye
gitti. Onunla yalnız kalınca, mektubu kendisine verdi. Mektubu
saygıyla öpüp başının üzerine koyan Necaşî;
"İsteğin nedir?" diye sorunca, adam; "On bin dirhem
vergi ve haraç isteniyor, bunu verebilecek durumum yok benim." dedi.
Necaşî defterdarını çağırtıp; "Bu adama
yazılan vergi ve haraç borcunu benim adıma yazın." dedi ve;
"Gelecek yılki vergisini de benim hesabıma yazın."
diye ekleyerek ona dönüp; "Şimdi seni sevindirebildim mi?" diye
sordu. Adam; "Evet." dedi. Necaşî bununla da yetinmeyip ona
kendi malından bir at, bir köle, bir cariye ve yeni bir takım elbise
hediye etti. Necaşî, tekrar onu sevindirip sevindiremediğini sordu;
olumlu cevap alınca, odasındaki halıyı dürerek; "Al,
bu da senin olsun!" dedi.
Adamcağız, neye uğradığını
şaşırmıştı; halıyı da alıp
diğer hediyelerle birlikte oradan uzaklaştı.
Bir süre sonra Medineye gitmiş, ilk işi İmama uğramak
olmuştu. Olup bitenleri anlattığında İmamın
neşeyle kendisini dinlediğini görüp; "Efendim" dedi,
"Necaşînin yaptıkları sizi de pek sevindirdi galiba!"
İmam başını sallayıp; "Evet" buyurdu,
"Allaha yemin ederim ki o, Allahı ve Peygamberini de
sevindirmiş oldu!"
İmam (a.s.), yakın adamlarının hepsine bu talimatı
vermiş, sıkıntıda olan Müslüman kardeşlerine
yardım etmelerini, yoksulluk yüzünden onların zorba ve gasıp
iktidarlara eğilmesini engellemelerini istemişti. (Biharu'l-Envar
c.48, s. 174)
Biz Ahdimize Vefa Ettik
Emevîler zamanında devlet işlerinde çalışan bir genç,
İmam Sadıkın (a.s.) adamlarından olan Ali bin Ebî Hamzaya
giderek kendisini İmamla görüştürmesini rica etti.
İmam, onun bu ricasını reddetmemiş ve genci huzuruna
kabul etmişti. Genç; "Efendim" dedi, "ben Emevî
iktidarında divan hizmetinde bulunarak epeyce mal mülk edindim ve
kazandıklarımın helâl mi, haram mı olduğuna hiç aldırmadım.
Şimdi hatamı anlamış bulunuyorum; bana bir yol gösterin, bu
malları ne yapmam lazım şimdi?"
İmam (a.s.), karşısındaki genci şefkatle süzdükten
sonra; "Evlat" dedi, "sen ve senin gibileri böylesine helâl
haram demeden mal mülk edinip Emevîlere vergi ve haraç toplamamış,
kalemlerini ve kılıçlarını onların hizmetine
sunmamış, onların cemaat namazları ve
toplantılarına katılmamış olsaydı, Emevîler biz
Ehl-i Beytin hakkını gasbedecek gücü asla bulamazlardı.
İnsanlar onlara yardım etmeyip onları kendi hallerine
bırakmış olsalardı, Emevîler bugün bunca mal mülkün sahibi
olabilir miydi gerçekten?"
Genç adam pek utanmıştı. "Haklısınız
efendim." dedi mahcubiyetle, "Benim için hiçbir kurtuluş yolu
yok mu?" İmam;
-Söylersem yapar mısın? diye sordu.
-Evet efendim.
-Bu yoldan kazandığın bütün mal mülk ve parayı
ayır; hakkını yediğin insanları tanıyorsan, git
onları bul ve haklarını ver; eğer tanımıyorsan,
onların adına o malı sadaka olarak ver. Bunu yaparsan, cennete
gireceğine ben söz veriyorum.
Genç adam kısa bir sessizlikten sonra başını
kaldırıp; "Dediğiniz gibi yapacağım
efendim." diyerek oradan ayrılıp Ali bin Ebî Hamzayla birlikte
Kûfeye gitti. Bütün mal varlığını satarak
hakkını yediği insanların hakkını ödedi; geriye
kalan malının tamamını Allah yolunda sadaka olarak verdi.
Sırtındaki gömleği de sadaka olarak verdiğinden, Ehl-i Beyt
dostları kendi aralarında para toplayıp ona bir elbise
almışlardı. Çok geçmeden genç adam hastalanıp yatağa
düştü. Ali bin Ebî Hamza onu ziyarete gittiğinde durumu çok ağırdı.
Genç adam gözlerini güçlükle aralayıp Aliyi görmüştü. Onu
tanıyınca; "Allaha yemin ederim ki İmam Sadık (a.s.)
verdiği sözüne vefa etti, İmam doğru söyledi!" dedi. Bu,
onun son sözleri olmuştu.
Aliyle arkadaşları cenazeyi gusledip kefenledikten sonra
toprağa verdiler. Genç adamın kefen için verecek parası bile
kalmamıştı. Ali bu işi tamamladıktan sonra Medineye,
İmamın yanına döndü. İmam (a.s.) Aliyi görür görmez;
"Allaha yemin ederim ki" buyurdu, "o genç cennetlik oldu ve ben
verdiğim söze vefa ettim." Ali; "Doğrudur efendim."
dedi yaşlı gözlerle, "O da bunu söyleyerek sizi
doğruladı zaten!"
Kurtuluş İçin Sürekli Dua
Etmek
Bir gün İmam Sadıktan (a.s.) Hz. Resulullahın (s.a.a.)
soyundan olup, zuhur edecek olan Hz. Mehdinin (a.s.) zuhurunun bir an önce
gerçekleşmesi için Allaha dua etmenin ne kadar etkili olabileceği
sorulduğunda, İmam tarihte vuku bulan bir hadiseye işaretle
şöyle buyurdular:
İsrail Oğulları günah işlemiş, içlerinde bozukluk,
fesat ve haram artmıştı. Bu nedenle Allah Teala dört yüz
yıl Firavunları onlara musallat etti. Firavunların kanlı
iktidarının üzerinden iki yüz otuz yıl geçmişti ki,
İsrail Oğulları onların zulmü neticesinde Allaha yönelip
yakardılar; tam kırk gün boyunca, Allaha el açıp
gözyaşları içinde kurtuluş dilediler. Bu nedenle Allah Teala,
Musayla Haruna; "İsrail Oğullarını Firavunun
şerrinden kurtardım." buyurdu.
Evet, böylece Hz. Musa (a.s.) peygamberlikle görevlendirilmiş ve
İsrail Oğullarının samimiyetle Allaha el açıp
yakarmaları neticesinde dört yüz yıllık azapları iki yüz
otuz yıla indirilmişti.
O halde ey müminler, şunu biliniz ki sizler de canı gönülden
adalet ister ve Hz. Mehdinin (a.s.) zuhuru için Allaha el açıp
gözyaşları içinde yakarırsanız, Hak Teala onun zuhurunu
çabuklaştırır; aksi takdirde mukadder vakte değin bu zorluk
ve sıkıntılar böylece sürüp gidecektir."
Günah İşlemeseydiniz Siz de
Böyle Olurdunuz
İmam Sadık (a.s.) bir kafileyle birlikte hacca giderken
ansızın kafilenin karşısına bir arslan dikildi. Kafile
durmuştu, kimsenin yerinden kıpırdayacak mecali yoktu. Bu
sırada Hz. İmam Câfer Sadık (a.s.) öne çıkıp arslana
doğru ilerledi ve yoldan çekilmesini işaret etti. Bu işaret
üzerine yırtıcı hayvan geri çekilmiş ve kısa sürede
gözden kaybolmuştu.
Kafiledekiler bu inanılmaz olayın
etkisiyle hâlâ şaşkın bir haldeydiler. İmam onlara yaklaşıp; "Bunda
şaşılacak bir şey yok aslında!" buyurdu,
"Günah işlemeseydiniz, siz de böyle olurdunuz (yırtıcı
hayvanlar size itaat ederdi, çünkü Allah Teala insanoğlunu bütün hayvanların
efendisi olacak şekilde yaratmıştır).
Gerçek Nasıl Ortaya
Çıktı?
Muhammed bin Abdullah İskenderî, zalim Abbasî halifesi Mansura
giderek, İmam Sadıkın (a.s.) aleyhine şahitlikte bulundu;
"Câfer bin Muhammedin bir sırrını öğrendim."
dedi, "Hizmetkârı Muallâ bin Huneyse silah toplattırıyor,
devleti yıkmayı plânlıyorlar!"
Mansur, amcası olan Medine valisi Davuda bir ferman yazarak
İmamı hemen tutuklatıp Bağdada göndermesini emretti.
İmam (a.s.) saraya getirildiğinde Mansur öfkeyle
İmamın karşısına dikildi:
-Neden bana karşı isyan hazırlığı
yapıyorsunuz?
İmam sakin bir şekilde cevap verdi:
-Bu, yalan bir haber.
-Yemin eder misin peki?
-Yemin ederim!
-"Yalan söylüyorsam namussuzum, şerefsizim" diyebilir misin?
-Şeriatin emrettiği şekilde yemin etmemi kabul etmiyorsun;
şeriate aykırı yeminimi mi kabul edeceksin?!
Mansur pek öfkelenmişti:
-Bana bilgelik mi taslıyorsun yani?! diye haykırdı.
İmam olanca soğukkanlılığıyla cevap verdi:
-Biz ilmin madeni ve Kuran ehliyizdir. Kuranın bizim evimizde nazil
olduğunu ve ilmin hakikat ve aslının bizde bulunduğunu
bilmez misin?
-O halde durumu haber veren adamımı çağırtırsam,
yine "hayır" diyebilir misin?
-Çağır!
Çok geçmeden halifenin emriyle Muhammed saraydaydı. İmamla
yüzleştirildiğinde, halifeye dediklerini tekrarladı. İmam:
-Benim bir ayaklanmaya girişmek için silah topladığım
konusunda yemin edebilir misin? diye sordu.
-Evet; eşi, ortağı olmayan Allaha yemin ederim!
İmam bu yemini kabul edemeyeceğini söyledi.
Mansur; "Nedenmiş o?" diye atılınca İmam:
-Çünkü Allah Tealanın merhameti pek fazladır; O, Kerim ve
bağışlayıcıdır. Onu cemal isimlerinden biriyle
anan kimse, Onun bu sonsuz rahmet ve keremine uğrayarak kurtulabilir ve
bu durumda gerçeği anlamak mümkün olmaz. Bu nedenle, böyle durumlarda
yemin edenin; "Yalan söylüyorsam, Allahın gücü ve kudretinden
çıkıp kendi güç ve kudretime (kendi halime)
bırakılayım." demesi gerekir.
Muhammed bin Abdullah İskenderî, İmamın söylediği
yemini aynen tekrarladı, ancak yemini biter bitmez olduğu yere
yığılıverdi. Ölmüştü!
Bu inanılmaz olay karşısında dehşete düşen
Mansur, İmamdan özür dileyip saygı ve ikramla onu Medineye geri
gönderdi.
Tanrılık İddiasinda
Bulunan Kimse!
İmam Sadık (a.s.) döneminde sahtekârın biri
tanrılık iddiasına kalkışmış, bazı
cahil insanların zihninin karışmasına neden olmuştu.
"Allah yaratıcı ise ben de yaratırım." diye bir
kaba bir miktar toprak, su ve pis çamur koyuyor, birkaç gün sonra ortaya
çıkan kurtçukları göstererek; "İşte!" diyordu,
"Sizin tanrınız dokuz ayda ana karnında bir insanı
yaratırken, ben birkaç gün zarfında birden fazla canlı
yarattım!"
Durum İmama anlatıldığında şöyle buyurdu:
"Ondan iki şey isteyin; bunları bilir ve yapacak olursa, ona
inanacağınızı söyleyin: 1- Şimdiye kadar kaç
canlı yarattığını sorun;
yarattıklarının sayısını biliyor mu? 2- Eğer
o yaratmışsa, yarattığı kurtlara emir versin, mesela
onlara gittikleri yöne tam tersi cihette sürünmelerini söylesin."
İmamın dediğini yapıp ondan yarattığı
canlıların sayısını sordular. Böyle bir soruyu hiç
beklemeyen ve çamurdan çıkan kurtları o güne değin
saymamış olan sahtekâr adam; "Sayının ne önemi
var?!" diye meseleyi geçiştirmeye çalıştı, ama orada
bulunanlar; "Yarattıklarının sayısından haberi
bile olmayan bir tanrı olur mu?!" diyerek ikinci isteklerini
bildirdiler ve hareket halindeki kurtların yönünü değiştirmesini
istediler. Adamcağız neye uğradığını
şaşırmıştı; "Onları ben yarattım,
ama davranışlarına müdahele edemiyorum." dedi.
Orada bulunanlar hep birlikte güldüler. İmamın yönelttiği
iki soru, hakikatin gün ışığına çıkmasına
yetmiş, safdil ve cahil insanların şirk batağına
saplanması önlenmişti.
Bizim Dostlarımız, Çirkin
İfadeler Kullanmaz!
Amr bin Numan şöyle anlatır: İmam Sadıkın (a.s.)
dostları arasında çok zengin biri vardı. Medineye
geldiğinde İmamın yanından ayrılmaz, İmama pek
fazla sevgi ve saygı gösterirdi.
Bir gün kunduracılar çarşısında İmamla
birlikteydiler; Hintli kölesi de efendisinin ardı sıra yürüyordu. Bir
ara arkasına dönüp kölesini çağıracak gibi oldu, bulamadı.
Üç kez seslendikten sonra dördüncü defasında köle çıkageldi. Zengin
adam onu görür görmez; "Ulan o... çocuğu, neredesin?" diye
hışımla sordu.
İmam Sadık (a.s.) durup hayretle adama baktı, eliyle kendi
alnına hafifçe vurup; "Fesuphanallah!" buyurdu, "Kölene
küfredip annesini zinayla mı suçluyorsun sen?! İnsanlara küfür
etmekte, iftirada mı bulunmaktasın?!"
Zengin adam bu çıkışı hiç beklemediğinden,
afallamıştı; "Efendim" diye kekeledi, "Bunun
annesi Müslüman değil ki, Hintli, Hindistanın müşriklerinden
biri!"
İmam; "Bilmez misin" buyurdu, "Her milletin kendine
göre bir evlilik ilişkisi vardır; böylece zinayı önlemiş
olurlar kendilerince. Bu durumda (belli bir evlilik kuralına uyan ve
evlenme örfünü kabul ve icra eden) böyle insanların çocuklarına
zinazade denilemez! Benden uzak dur artık, bizim dostlarımız
böylesine çirkin ifadeler kullanmaz!"
Bu uyarıdan sonra kimse bir daha İmam Sadıkın (a.s.) o
adamla birlikte yürüdüğünü görmedi.
Dâvette Ölçüyü Korumak
İmam Sadıkın adamlarından olan bir saraççı
şöyle anlatır: İmam (a.s.) Hirede bulunduğu günlerden
birinde benimle birkaç arkadaşı bir işle vazifelendirmişti.
Akşam vakti işimi bitirmiş, yorgun bir halde gelip odamda
uzanmıştım. Bu sırada İmam (a.s.) selam verip içeri
girdi. Ben hemen doğrulup oturdum; kalkmamamı işaret edip yatağın
kenarına oturdu, işimizi sordu, bitirdiğimizi söyledim. Bu
sırada birilerinden söz açıldı. "Efendim, biz onlarla pek
samimi olmuyoruz, çünkü bizden farklı inanç ve görüşlere
sahipler." dedim.
İmam; "Onlar bizi sever." buyurdular, "Sizinle
aynı görüşleri paylaşmadıkları için mi onlardan uzak
durmaktasınız?" Ben; "Evet efendim." diye cevap
verince; "Bizim de öyle inanç ve düşüncelerimiz vardır ki
sizlerde yok; bu durumda bizim sizden uzak durmamız mı
gerekir?!" buyurdular. Ben; "Hayır efendim." dedim. İmam
(a.s.); "Allah Tealanın nezdinde de öyle hakikatler vardır ki,
bizlerde yok; bu durumda Allah Teala bizi kendine yakın bulmayıp da
bırakır mı sence?!" Ben; "Vallahi hayır."
dedim, "Artık onlardan uzak durmayacağım efendim."
İmam şöyle buyurdular: "Müslümanları sevin, onlardan uzak
durmayın. İmanın dereceleri vardır, kimi bir, kimi iki,
kimi yedi derece imana sahiptir. Mesela, dört derece imana sahip birinden, yedi
derece imana sahip birinin davranışları beklenemez, zaten Allah
Teala da insanlara kaldıramayacakları şeyleri vazife
kılmamıştır. Şimdi bir misal vereyim sana: Bir
Müslümanın komşusu Hıristiyandı, İslamı
tebliğ edip onun Müslüman olmasını sağladı. Ertesi gün
erkenden adamın kapısını çalıp; "Haydi, abdestini
al, sabah namazına gidiyoruz." dedi. Camiye gidip
namazlarını kıldılar. Yeni Müslüman evine dönmek isteyince,
komşusu; "Otur hele" dedi, "sünnetlerle tâkibatı da
yerine getirelim." Adamcağız oturdu, gün ağarıncaya
kadar ibadetle meşgul oldular. Güneş yükselince yeni Müslüman kalkmak
istedi, ama öteki yine engel olup; "Öğlene bir şey
kalmadı." dedi, "Otur, öğleni de kılalım, daha
sonra birlikte gideriz." Adamcağız oturdu. Bu minval üzere
yatsıya kadar camide kalıp bütün yevmiye namazlarını
cemaatle kıldılar ve bütün sünnetleri yerine getirdiler. Ertesi gün
Müslüman, yine komşusunun kapısını çalıp sabah
ezanında onu camiye davet edince adamcağız; "Bak
arkadaşım!" dedi, "Benim çoluk çocuğum var, yoksul
biriyim ve çalışıp ailemin rızkını temin etmem
gerekiyor. Sen sabahtan akşama camide otur ve kendi dinini kendine sakla,
sana işi gücü olmayan boş bir adam lazım; ben değil!"
İmam Sadık (a.s.) bu misali anlattıktan sonra; "O
adam" buyurdu, "komşusunu iyi niyetle Müslüman etti, ama
ibadette aşırıya kaçarak yine iyi niyetle, onun bir günde
İslamı terketmesine neden oldu. Her işin bir haddi, bir ölçüsü
vardır, ölçüyü aşmamak gerekir!"
Emaneti Sahibine Ulaştırmak
İmam Sadık (a.s.), emanete fevkalade önem verir, diğer Ehl-i
Beyt İmamları ve ceddi Hz. Resulullah (s.a.a.) gibi, bu konuda hiçbir
müsamahada bulunmazdı. Nitekim İmamın çok güvendiği
adamlarından biri olan ve aynı zamanda Mansur, Mehdi ve Harun
Reşid gibi üç Abbasî halifesinin de hazinedarlığını
yapmış bulunan Abdullah bin Sinan, bir gün camide İmama;
"Ey Allah Resulünün evladı! Bana bırakılan emanetler
arasında humus ve zekâtı verilmeyen mallar da oluyor, onları da
olduğu gibi sahiplerine geri mi vereyim?" diye sorduğunda,
İmam; "Herkes kendi malından sorumludur." buyurdu, "Bu,
onların vazifesidir; senin vazifense, emaneti geri vermektir. Vallahi
melun İbn-i Mülcem (Hz. İmam Alinin (a.s.) katili) bile bana bir
emanet bıraksa ve ben o emaneti kabul etmiş olsam, emanetini asla
alıkoymaz, istediği zaman kendisine geri veririm!"
Yalnız Allah Rızası
İçin Yardım
İmam Sadık (a.s.), yakınları arasındaki
yoksulları da mutlaka koruyup gözetir, hatta kendisine gereğince
saygı ve hürmet göstermeyenlere bile yardım elini uzatmayı ihmal
etmezdi. İmamın yakın adamlarından biri şu ilginç hatırasını
anlatır:
"Bir gün İmam (a.s.), bana bir kese içinde bir miktar para
vererek onu Haşim Oğullarından falancaya vermemi, ama
gönderenin kim olduğunu söylemememi tembihledi.
Ben, İmamın dediğini yapıp parayı Haşim
Oğullarından olan o Müslümana ulaştırdım. Adam
parayı alınca; "Allah bu adamdan razı olsun!" dedi,
"Kim olduğunu bilmiyorum ama, niceden beridir ailemin geçimini o
temin ediyor. Halbuki Câfer bin Muhammed benim akrabam ve maddî durumu da
elverişli, ama bana tek kuruş yardımı dokunmuyor!"
Akıllı Adam Kimdir?
Bugün dört Ehl-i Sünnet mezhebinden biri olan Hanefî mezhebinin imamı
Ebu Hanife, İmam Sadıktan (a.s.) ders almıştır.
Asıl adı Numan bin Sabit olan Ebu Hanife; "İmam
Sadıktan ders aldığım o iki yıl olmasaydı, ben
helak olurdum." demiştir. Bir gün İmam onu çağırarak
sordu:
-Akıllı adam sence kimdir?
-İyiyle kötüyü ayırt edebilen kimse akıllıdır.
İmam tebessüm etti:
-Hayvanlar da iyiyle kötüyü bir dereceye kadar ayırabiliyorlar; bir
hayvana yemek verip onu doyurur ve ona iyi davranırsan, o da sana iyi
davranır ve seni sever. Ama bir hayvana eziyet eder de kötü
davranırsan, senden hoşlanmaz, hatta saldırır. Demek ki
hayvanlar da iyiyle kötüyü teşhis edebilmektedirler, şu farkla ki
onlarda akıl melekesi yoktur.
Ebu Hanife; "O halde akıllı kimdir?" diye sorunca,
İmam (a.s.) şöyle buyurdular:
-Akıllı kimse, iki iyi veya iki kötü şey arasından daha
iyi veya daha kötüyü teşhis edebilendir. Akıllı insan,
"iyi"yi "daha iyi"den; "kötü"yü de "daha
kötü"den ayırır, kârlar ve zararlar arasında hangisinin
daha kârlı, hangisinin daha zararlı olduğunu farkedebilir. Bunu
sadece akıllı insan yapabilir işte; hayvanların
becerebileceği bir iş değildir bu!
Helâl Rızk Elde Etmek İçin
Çaba Göstermek
Bir gün İmam Sadıka (a.s.), bir Müslümanın evinde oturup
bütün vaktini namaz ve ibadetle geçirdiğini, bu şekilde rızkını
Allahtan beklediğini ve akşamları Allah tarafından
kendisine rızk gönderilmesini istediğini söylediler.
İmam (a.s.); "Onun duası kabul olunmaz." buyurdu.
Yine bir başka gün İmam (a.s.), tanıdığı bir
Müslümana halini sorunca adamcağız; "Dünyalık peşindeyim
efendim; işim gücüm dünya olmuş!" dedi. İmam;
"Dünyalığı niçin istiyorsun?" buyurdular. Adam;
"Çoluk çocuğumun rızkını temin edip namerde muhtaç
olmamak için, akrabalarım ve yakınlarım arasındaki
yoksullara yardımcı olabilmek, ihtiyacı olana infakta
bulunabilmek, Allahın evini ziyaret edebilmek için." deyince
İmam; "Senin bu istediğin dünya değil, ahiretin ta
kendisi!" buyurdular.
Fakir bir Müslüman, İmam Sadıka (a.s.) gelip rızk için
duada bulunmasını, kendisinin pek fakir olduğunu söyledi.
İmam (a.s.); "Asla böyle bir duada bulunmam senin için."
buyurdular. Adam bunun nedenini sorunca; "Zira" buyurdu, "Allah
Teala insanoğluna rızk temini için çalışıp çaba
göstermesini emretmiştir. Sense evinde oturup dua vasıtasıyla
rızkının gelip sana ulaşmasını istiyorsun, bu
olacak şey değildir!"
Evet, bugün falan veya filan insanın yüksek takva derecesinden söz
edilirken onun geçimini nasıl sağladığı,
etrafındakilere karşı tekebbür gösterip göstermediği,
taraftarlarını hizmetkâr misali kullanmaktan hoşlanıp
hoşlanmadığı gibi sorular hiç sorulmamakta, soranlar da,
"Büyük insanların hikmet ve kerametleri vardır, onların
yaptıklarının hikmetinden sual olunmaz!" denilerek hemen
terslenmektedir. Gerçek hak aşıkları ise Allah Resulünün (s.a.a.)
sünnetiyle ahlaklanmış kimseler olduklarından, kendi
işlerini başkalarına yaptırmaktan ar eder, topluluk içinde
diğerlerinden beslenen bir parazit değil, başkalarına da
yardımcı kesilen, çalışkan ve emektar insanlar
olduklarını gösterirler.
Bir gün hac yolculuğundan Medineye dönen Müslümanlardan biri
İmamı ziyarete gitmişti. İmam (a.s.),
yolculuklarının nasıl geçtiğini sorunca; "Bizim
kervanda çok mümin ve takvalı bir zat vardı;" dedi,
"sürekli ibadetle meşguldü, ne zaman bir yerde konaklayacak olsak,
hemen abdest alıp namaza dururdu."
İmam; "Peki, onun işlerini kim yapıyordu?" diye
sorunca, adam; "O sürekli ibadetle meşguldü, işlerini hep biz
yapıyorduk." dedi. İmam; "O halde" buyurdu,
"hepiniz ondan daha iyiymişsiniz; siz ondan daha fazla sevap elde
etmişsiniz."
İslamda Ruhbanlık Yok!
İmam Sadıkın (a.s.) dönemi, İslam tarihinde
çeşitli doğu ve batı ekollerinin türediği ve bunlardan
etkilenen Müslüman ümmet arasında türlü görüşlerin ortaya
çıktığı bir dönemdir. Bilhassa Muaviyeyle başlayan
Roma hayranlığı ve neticede bu hayranlığın
getirdiği Helen kültürü Emevîlerden sonra Abbasîleri de etkilemiş,
Abbasî halifelerinin batı felsefelerine, özellikle de "dinle siyaseti
ayıran laik ve sömürücü Yunan mistisizmi"ne ağırlık
veren eserleri hızla Arapçaya tercüme ettirip piyasaya sürmelerine neden
olmuştur. İsmi laiklik olmasa da, fiilî ve pratik anlamda laiklikten
başka bir şey olmayan bu kültürel dayatmalar İslamı kendi
özünden saptırmakta ve siyasî otoriteyi ellerinde tutan egemen halifeler,
"dinin siyasete karışmaması gerektiği"
şeklindeki telkinlerle Müslüman halkı iktidar ve yönetim
mekanizmasından uzak tutmaya çalışmaktaydılar.
Hicretten yaklaşık yüz yıl sonra, yâni Hicrî 2. yy.ın
başlarında İslam ümmeti arasında kendilerini
"sufî" olarak adlandıran bir grup meydana çıktı. Bu
cemaatin özel bir yaşam ve inanç tarzı vardı; diğer
insanları da bu tarz bir yaşama dâvet etmekte ve bunu gerçek
İslam yolu olarak tanıtmaktaydılar. Onlara göre, insanlar dünya
nimetinden tamamen uzak durmalıydı; iyi giyinmek, iyi yemekler yemek,
elverişli evlerde oturmak dünya düşkünlüğünden ileri geliyordu;
gerçek Müslüman "bir lokma, bir hırka" demeli, kuru ekmekten
başka bir şey yememeli, eskimiş yırtık elbiselerden başka
bir şey giymemeli, "ashab-ı suffe" gibi sofa altında
yaşamalıydı.
O tarihe kadar Müslümanlar arasında bulunmayan bu fikirler, dinle
siyasetin ayrı şeylermiş gibi telakki edildiği Hindistan ve
Roma kültürlerinde vardı, Müslümanlara da bu ülkelerden
yansımıştı. Siyasî, ekonomik ve sosyal mücadeleden
yılan insanlar için hazırlanmış bir tuzak olan bu
bâtıl düşünce, çok geçmeden söz konusu güruh tarafından
"din" gibi takdim edilmeye çalışıldı.
Müslümanı ahlâkî ve fıkrî açıdan olgunlaştırıp
yetiştirmeyi amaçlayan irfânî çalışmalardan çok farklı olan
bu düşünce okulu, çok geçmeden İslam ümmeti arasında
"sorumsuz ve prensipsiz, başıboş ve parazit
beleşçiler"in peydahlanmasına sebep olmuş, bu da uzun
vâdede Müslüman ülkelerin gerileyip düşüş kaydetmeleri sonucunu
doğurmuştu.
Bu okul ve düşünce tarzı sadece sufî olarak tanınan grubu
değil, diğer halk kesimlerinden de safdil birçok insanı
etkilemişti. Müslüman halkın sosyal ve ruhî bir felce
uğramasına neden olan bu tasavvuf akımı, giderek ümmeti
bütün siyasî, sosyal ve ekonomik hayattan soyutluyor; kitlelerin inzivacı,
pasif ve uzlaşmacı tiplere dönüşmesine yol açıyordu. Hangi
isim ve renkle türerse türesin, bu bâtıl düşünce tarzıyla
mücadele edilmeliydi. İmam Sadık (a.s.) döneminde vuku bulan birçok
hadise ve İmamın takındığı tavır, bu
bâtıl eğilim ve ekollere karşı günümüz Ehl-i Beyt
dostlarının tavırlarını belirlemesine
yardımcı olacaktır.
Söz konusu dönemde türeyen sufîlerin tanınmış liderlerinden
biri de "Süfyan-i Sevrî" adıyla tanınan bir tasavvuf
dervişiydi. Sevrî, tasavvufçuların Medinedeki
başkanlarıydı. Bir gün İmam Sadıkı (a.s.)
ziyarete gittiğinde, İmamın gömleğinin üzerinden çok ince
bir elbise giydiğini gördü. Hemen itiraz edip; "Bu elbise size
yakışmaz!" dedi, "Sizin dünyadan tamamen uzak
durmanız, takva ve zühde girmeniz gerekir!"
İmam (a.s.), ona oturmasını işaret ettikten sonra;
"Söyleyeceklerimi iyi dinle!" dedi, "Eğer iyi dinlersen,
hakkı farkedersin, bu hem dünyan, hem ahiretin için iyi olur. Eğer
gerçekten bilmeden bu hatalı fikre kapılmışsan ve
İslamın bu konudaki tavrını bilmiyorsan, şimdi söyleyeceklerimi
dinlemen senin için pek faydalı ve hayırlı olacaktır; yok,
eğer maksadın İslam dinine ve Müslümanlar arasına bidat
sokmak ve İslamda olmayan bir düşünce ve hayat tarzını
yaymaksa, bu durumda sözlerimin hiçbir etkisi olmayacaktır elbet. Sen, Hz.
Resulullah (s.a.a.) ile ashabının, İslamın ilk
dönemlerindeki o yoksul hayatların bakarak, Müslümanların
kıyamete değin tıpkı o şekilde fakir ve yoksul
yaşamaları gerektiği gibi bir düşünceye
kapılmış olabilirsin. Ama şunu unutma ki, Hz. Resulullah
(s.a.a.) ile sahabesinin dönemi, İslamın ilk dönemleriydi ve
Müslümanlar maddî açıdan çok yoksullardı, Müslüman halkın genel
çoğunluğu, normal günlük ihtiyaçlarını bile
karşılayamayacak kadar yoksul ve fakirdi. Böyle bir ortamda Hz.
Resulullahın (s.a.a.) çok daha iyi bir yaşam sürdürmesi elbette ki
düşünülemezdi. Ama şartların düzeldiği ve maddî
sıkıntıların ortadan kalktığı bir ortamda,
Allahın nimetlerinden faydalanmanın herkes için mümkün olduğu
bir ortamda bu nimetlerden faydalanma hakkına en ziyade sahip olanlar,
Allahın salih ve iyi kullarıdır, fasık ve ahlaksızlar
değil; Müslümanlardır, kâfirler ve müşrikler değil!
Bende kusur olarak görüp kınadığın duruma şöyle
bir dikkat ettin mi? Allaha yemin edirim ki, ben Allahın nimetlerinden
faydalanırken aşırıya kaçmamakta; büluğ
çağıma gelip kendimi bildim bileli malıma
başkalarının hakkının karışmamasına,
böyle bir şey olursa, hemen sahibine ulaşmasına dikkat etmekteyim.
Ey Sevrî! Ben şu elbiseyi zevkimden veya lezzet duymak için giymedim;
gayem, insanlar arasında horlanmayacak, asgarî sosyal haysiyetin
gerektirdiği giysiyi giymektir."
İmam (a.s.), bunları söyledikten sonra Sevrînin elini tutup,
ince elbisesinin altındaki giysisine değdirerek; "İşte
kendim için giydiğim şey!" dedi, "Bu sert ve fakirane
elbise kendim, onun üzerinden giydiğim şu ince abâ da, bizi iyi bir
elbiseyle görmek isteyen el âlem için!"
Sonra İmam (a.s.), Sevrînin elbisesini göstererek; "Sen ise tam
tersini yapmışsın." buyurdu, "Sırtındaki
dış elbiselerin fakirane ve sert şeyler! Böylece şöhret
kazanıp insanlara pek takvalıymış gibi görünmek istiyorsun!
Alttan giydiğin ise, pek yumuşak ve latif! Bu da, ikiyüzlülük ve riya
ettiğini göstermiyor mu?!"
Sevrî ne söyleyeceğini şaşırmıştı,
mahcup bir halde İmamdan ayrılıp arkadaşlarının
yanına gitti, İmamla görüşmesini anlattı.
Arkadaşları; "Bu sefer birlikte gidelim, gereken cevabı biz
veririz." diyerek onu da alıp hep birlikte İmama gittiler;
"Arkadaşımız bizi iyi anlatamamış, bizim
delillerimiz var." dediler. İmam (a.s.) delillerini sorunca,
delillerinin Kuran olduğunu söylediler. İmam (a.s.); "Kuran en
mükemmel delildir, söyleyin bakalım, dinliyorum." buyurdu. Sözcüleri;
"Bizim tasavvuf inancımız için dayandığımız
iki ayet var." dedi, "Allah Teala bir ayette sahabeden bir grubu
anlatırken; "Kendilerinin
ihtiyacı olsa dahi, onları kendilerine tercih ederler. Ancak
cimrilikten sakınanlar, kurtuluşa ereceklerdir." [1] Bir başka ayette de; "Kendi ihtiyaçları olduğu
halde, yiyeceklerini fakire, yetime ve esire verirler." [2] buyrulmaktadır."
Söz buraya varınca, onları dinlemek için oraya toplanan
kalabalıktan biri; "Kendi sözlerinize kendiniz de
inanmıyorsunuz; hiç de o ayetlere uymuyor haliniz!" dedi ve ekledi:
"Öyleyse neden halktan alacağınıza, halka vermiyorsunuz?
Sizin şimdiye kadar hiçbir yoksula bir şey verdiğiniz görülmedi.
Üstelik, halkın size yiyecek ve elbise vermesi için bunları
söylüyorsunuz, verilen leziz yemekleri de hiç reddetmeden yiyorsunuz! O ayetler
sizi bağlamıyor mu yoksa?"
Sufîler, çarşı esnafından olan bu adama ne cevap
vereceklerini düşünürken, İmam (a.s.); "Şimdiik bu
lafların sırası değil!" buyurarak Sufîlere döndü:
-Söyleyin bakalım, delilinizi Kurana
dayandırdığınıza göre Kuran ayetlerinin muhkem,
müteşabih, nâsıh ve mensuhunu da gereğince biliyor musunuz? Bu
ümmetten sapanlar, hep Kuranı iyi bilmedikleri halde onu delil olarak
kullanmaya kalkışanlar olmuştur.
-Bizim bu konuda genel bir bilgimiz var, ama detaylı bir bilgiye sahip
değiliz tabii.
-Bütün mesele de bu ya! İnsanların çok iyi bilmedikleri konularda
fikir yürütmesi elîm sonuçlar doğuruyor. Hem, hadis konusu da
tıpkı Kuran gibidir; özel bir ilmi ve özel yöntemleri vardır.
Bunları çok iyi bilmeyenlerin bu konulara girmemesi gerekir.
Bana okuduğunuz ayetlere gelince; o ayetler, Allahın
nimetlerinden faydalanmayı haram kılmıyor ki. Bu ayetler fedakârlık,
bağış, ihsan ve ikramla ilgili ayetlerdir. Belli bir dönemde
kendilerine ait bir malı başkalarına bağışlayan
belli bazı insanlardan söz edilmektedir ki, kendilerine ait olan bu
malları bağışlamamış olsalardı, günah
işlemiş veya hatalı davranmış sayılmayacaklardı.
Yâni, bağıştan ibaret bir durum söz konusudur; Allah Teala
onlara; "O malları bağışlayın."
buyurmadığı gibi, bağışlamamalarını da
emretmiş değildir. Onlar, sırf insanca bir duyguyla
davranmış ve kendileri sıkıntıda oldukları halde,
başkalarına yardım ve ihsanda bulunmuşlardır. Allah
Teala onların ecir ve ödülünü verecektir elbet!
Gördüğünüz gibi bu ayet, sizin kastettiğiniz mânaya delil
teşkil etmiyor. Siz, "Allahın insanlara vermiş olduğu
helâl nimetleri insanlar kullanmasın." diyorsunuz, halbuki bu ayet
böyle bir şeyden bahsetmiyor.
Onlar o gün böyle bir bağış ve ihsanda bulundular. Ama daha
sonra Allah Tealadan bu gibi durumlarda nasıl davranılması
gerektiğine dair açıklayıcı bir emir geldi ve bu işin
haddi hududu belirleniverdi. Bu emir ve hüküm inince, onların ameli nesh
olunmuştur. Bu nedenle de bizim ölçü olarak onların amelini
değil, ondan sonra inip duruma açıklık getiren ayet-i kerimeyi
almamız gerekir.
Allah Teala, müminlerin vaziyetini ıslah edip durumlarını
düzeltmek için sonsuz rahmeti gereğince bu hükmü indirdi ve bir
insanın kendisini ve ailesini sıkıntıya düşürme
pahasına elinde avucunda olanı başkalarına
bağışlamasını yasakladı. Zira böyle bir ailenin
fertleri arasında zayıf ve yaşlı insanlar olabilir, onlar
fazla sıkıntıya katlanamayabilirler. Ben, elimdeki tek yiyecek
olan bir dilim ekmeği başkasına verirsem, kendi ailemi
açlıktan, çok kötü duruma düşürmüş olmaz mıyım? Bu
nedenledir ki Allah Resulü; "Elinde birkaç hurma, birkaç ekmek veya biraz
parası olup da bunları bağışlamak isteyen biri,
herkesten önce kendi anne babasına bağışlamalıdır
onları. Ana babadan sonra kendisi ve ailesi gelir; üçüncü sıradakiler
ise akrabaları, yakınları ve mümin din kardeşleridir; ancak
bütün bunlardan sonra sıra başkalarına gelir." buyurmaktadır.
Görüldüğü gibi başkaları en son sırada yer almaktadır.
Allah Resulü, Ensardan fakir bir Müslümanın öldüğünü, ama bütün
malını Allah yolunda başkalarına infak edip ardında
kimsesiz bir aile bıraktığını duyunca; "Eğer
bu durumu daha önce bana bildirmiş olsaydınız, onun Müslüman
mezarlığına gömülmesine izin vermezdim." buyurdular,
"Malını başkalarına bağışlayıp
gitti ve geride, şuna buna el açmak zorunda kalacak yetimlerini yoksul
bıraktı!"
Babam İmam Bâkır (a.s.), ceddim Hz. Resulullahtan (s.a.a.)
şu hadisi naklederdi: "İnfakta bulunacağınız
zaman daima önce kendi ailenizden başlayın; yakınlık
derecesine göre; kim daha yakın akrabaysa, önce o gelir."
İmam Sadık (a.s.) bu hadisi aktardıktan sonra;
"Kaldı ki" buyurdu, "Allah Teala da sizin şu fikir ve
yaşam tarzınızı kınamakta ve; "Rahmanın kulları,
infak ve bağışta
bulunduklarında ne savurganlık, ne de cimrilik ederler; ikisinin
ortası bir yol izlerler."[3]
Kuran-ı Kerim, daha birçok ayette aynı tavsiyede bulunmakta,
infak ve bağışta aşırı gitmeyi
yasaklanmaktadır. Kuran, insana elinde avcunda bulunan her şeyi
başkalarına infak edip kendisinin yoksul kalmasını ve sonra
da Allaha el açıp; "Ya Rabbim! Bana rızk
ulaştır." diye dua etmesini değil, dengeli ve ölçülü
davranmasını emretmektedir. Böyle bir dua, Allah indinde asla kabul
edilmez; zira Hz. Resulullah (s.a.a.) şöyle buyurmuşlardır:
"Allah Teala şu insanların duasını kabul etmez:
1- Anne babasının kötülüğünü isteyenin bu duası kabul
olmaz.
2- Hiçbir şahit ve senet tutmaksızın başkasına
borç verip parasını geri alamayanın da bu müşkülünün halli
yolundaki duası kabul görmez. Çünkü o kendi elleriyle çözüm yolunu
kapamış ve şahit tutup senet ve imza almaksızın
malını başkasına teslim etmiştir.
3- Karısının şerrinden kurtulmak için dua edenin de
duası reddedilir. Çünkü bu işin çözümü de insanın kendi
elindedir; eğer karısı gerçekten geçimsizlik ediyorsa, onu
boşayabilir.
4- Evinde oturup hiç çalışmadan Allahtan rızkını
isteyenin duası kabul edilmez. Zira Yüce Allah, bu cahil ve
hırslı kuluna; "Ey kulum!" der, "Sana hareket
imkânı vermedim mi? Sağlam bir vücut vermedim mi? Göz, kulak, el,
ayak vb. organlarınla ne yapıyorsun? Neden aklını ve
vücudunu çalıştırmıyorsun? Bütün bunları boşuna
vermedim sana! Bu organların şükrü, onları gereğince
çalıştırmandır. Ben sana her şeyi vermiş
durumdayım, sen hareket edersen, ben bereket veririm;
başkalarına yük olmamak için çalışmanı isterim. Senin
vazifen çalışıp emek sarfetmek ve elinden gelen gayreti
göstermektir; gerisi benim takdirime kalmıştır;
rızkının artması veya artmamasını bana
bırakmalı, ama sen elinden geldiğince çalışıp emek
sarfetmelisin."
5- Allah Tealanın, kendisine bol bol mal mülk verdiği halde
savurgan davranıp ona buna dağıtan veya har vurup harman savuran
bir kul da Allahtan rızık dilerse, bu dua kabul edilmez. Zira Allah
Teala; "Ben sana mal mülk vermedim mi?" der, "Savurganlık
yapmamanı, dengeli davranmanı öğütlemedim mi?
Bağış ve ihsanda bile ölçülü olmanı istemedim mi?"
6- Yakınlarını ve yoksulları görüp gözetmeyi
bırakan veya bu doğrultuda bir duada bulunanın (hiçbir)
duası kabul edilmez."
Allah Teala, Kuran-ı Kerimde Peygamberine, ihsan ve
bağışta bulunmanın yolunu yordamını
öğretmiştir. Peygamber-i Ekremin (s.a.a.) evine bir miktar
altın getirildi; Peygamber, bu altınların bir gün bile evinde kalmasını
istemediğinden tamamını fakirlere dağıttı. Ertesi
gün pek fakir bir adam kapısını çalıp da ısrarla
yardım istediyse de Hz. Peygamber (s.a.a.) ona verecek hiçbir şey
bulamadı ve bu yüzden kendisi de pek rahatsız oldu, pek hüzünlendi.
İşte bu sırada şu ayet-i kerime nazil oluverdi: "Ne elini boynuna as (ne cimrilik et),
ne de elini büsbütün aç (elinde
avucunda hiçbir şey kalmayacak
şekilde savurganlık yap)! Çünkü o zaman (fakirlere verecek hiçbir
şeyin kalmayacağından, fakirler sana el açtıklarında)
kınanır, hasret çekersin."[4]
Evet, Allahın Kitabı ve Resulünün hadislerinde geçen
hakikatlerdir bunlar. İman sahibi olanlar, bunların hakkaniyetinde elbette
ki şüpheye kapılmaz.
Ebu Bekir ölüm döşeğindeyken malı konusunda vasiyette
bulunması istendiğinde; "Beşte birini infak edin, gerisi
mirasçılarımın olsun." dedi. Ölüm döşeğindeki
adam, malının üçte birini bile infak edebilir; o da eğer bunu
bilseydi, hakkının tamanını kullanır ve üçte birinin
infak edilmesini vasiyet ederdi.
Takva ve zühd sahipleri olarak tanıyıp pek saygı
duyduğunuz Selman ile Ebuzer de böyleydi.
Selman beytülmalden yılık hissesini aldığında bir
yıllık erzak ve ihtiyacını temin ederdi. "Bunca
takvana rağmen yıllık ihtiyacını mı
düşünüyorsun?! Ya ölürsen?!" diye soranlara; "Ya
ölmezsem?!" diye cevap vermiş ve şöyle demiştir:
"Neden hayata hep olumsuz yanından yaklaşıyorsunuz siz?!
Ölüm kadar, yaşama ihtimalim de yok mu? Bilmez misiniz ki
insanoğlunun nefsi zayıftır; geçimi temin edilmeyecek olursa,
Rabbine kullukta gevşek davranır, canlılık ve neşesini
yitirir; ama ihtiyaçları temin edilecek olursa, insanın nefsi
yatışıverir."
Ebuzerin de birkaç devesi vardı; onların sütünü sağar, ihtiyacı
olduğu veya misafiri geldiğinde develerinden birini kesip
pişirirdi. Sütü veya eti başkalarına infak etmek istediği
zaman ise ikiye ayırır, başkalarına verdiği kadar
kendisi için de alıkoyardı.
Onlardan daha zahid kim vardı? O ikisi hakkında Hz. Peygamberimizin
neler buyurduğunu hepiniz bilirsiniz. Onlar, zühd ve takvanın
gereği olarak hiçbir zaman mallarının tamamını infak
etmediler; sizin gibi insanlara; "Elinizde avucunuzda ne varsa, hepsini
başkalarına dağıtın, kendinizi ve ailenizi
sıkıntıya düşürün." demediler asla!
Babam vasıtasıyla ceddim Resulullahtan (s.a.a.) ulaşan
şu hadise çok dikkat edin: "Dünyanın en şaşılacak
şeyi müminin halidir; vücudu lime lime edilse, hayır ve saadettir
onun için; keza bütün dünyanın serveti ona verilecek olsa, yine onun için
hayır ve saadettir."
Bu hadiste de açıkça görüldüğü gibi, Hz. Resulullah (s.a.a.)
bize; "Mümin ille de fakir olmalıdır." demiyor,
"Müminin hayrı ve saadeti, yoksul olmasındadır."
demiyor; çünkü müminin hayrı onun imanlı bir ruh
taşıması ve inançlı olmasındadır, başka bir
şeyde değil. Mümin ister zenginlik, ister fakirlik içinde olsun, her
halükârda kendisinin içinde bulunduğu duruma göre birtakım
sorumlulukları olduğunu bilir ve her iki halde de inançları
nasıl gerektiriyorsa, öyle davranır. Müminin hali bu yüzden, en
şaşılacak haldir işte! Varlık da, yokluk da onun için
birdir, her iki durum da onun için hayır ve saadettir.
Bilmem bu anlattıklarım yeter mi size; yoksa yine anlatmamı
mı istersiniz?
Sustuklarını görünce şöyle buyurdular:
-İslamın ilk yıllarında cihadın kanunu neydi
biliyor musunuz? Her Müslüman, on kâfire bedel olmalı, bir Müslüman on
kâfire karşı savaşabilmeliydi. Bunu yapmazsa, suç ve hata
işlemiş olurdu. Çünkü Müslümanlar sayıca çok azdı o
günlerde. Ama zamanla Müslümanların sayısı ve imkânları
artınca, Allah Teala, sonsuz rahmet ve merhametiyle bu kuralı
değiştirdi ve; "Bundan sonra her Müslüman sadece iki kâfire
karşı savaşmak ve iki kâfire bedel olmakla mükelleftir, daha
fazlasına değil." buyurdu.[5]
Meseleyi daha iyi kavrayabilmeniz için bir de İslam hukuku ve
İslam yargı kurallarından bir örnek vereyim: Farzediniz ki
sizden biri mahkemede eşinin nafakasını temin etmekle yükümlü
kılındı. Ne yaparsınız o zaman? "Efendim, ben
dünyadan elini eteğini çekmiş bir müminim; eşimin
nafakasını temin edemem." mi dersiniz? Mahkeme böyle bir özrü
geçerli kabul eder mi sahi? Dahası, "Eşinin geçimini temin edip
nafakasını vermekle mükellefsin." diyen kadı efendi, sizce
âdil mi davranmıştır, yoksa zalimcesine bir hüküm mü
vermiştir?
Eğer, zalimane bir hüküm vermiştir, derseniz, haksızlık
etmiş ve bütün İslam ümmetine zulmetmiş olursunuz; yok
eğer, doğru hüküm vermiştir, diyorsanız, o zaman sizin
tutturduğunuz bu gidişat yanlış ve bâtıl demektir.
(Çünkü eşinizin nafakası bir tarafa, kendi nafakanızı bile
temin etmiyorsunuz siz.)
Bir diğer mesele de Müslümanın farz veya müstehap olan bazı
infaklarla yükümlülüğüdür: Mesela zekât veya keffaret vermesi
gerekebilmektedir. Eğer müminler sizin iddia ettiğiniz gibi fakir
olmalılarsa ve zühdün anlamı yoksulluk ise, zekât ile keffaret niçin
ve kime verilmek için farz edilmiştir o zaman?! Altın, gümüş,
koyun, deve, inek, hurma, kuru üzüm vb. şeylere farz olan zekât nedir o
halde?! Bu zekâtların farz edilmiş olmasının nedeni, yoksul
Müslümanların yoksulluktan kurtarılması değil midir?! Bu
da, İslam dininin insanları yoksulluğa değil, dünya
nimetlerini doğru bir şekilde kullanmaya teşvik ettiğini göstermiyor
mu?! Eğer İslamın insanı eğitip yetiştirmedeki
nihai amacı onu fakirleştirip dünya malından tamamen
soyutlamaksa, bu durumda fakirliğin en büyük dinî saadet olması
gerekir ki, o zaman yüce İslam dininin onları bu saadetten mahrum
edip de kendilerine zekât ve keffaret verilmesi gerektiği gibi bir
durumdan söz etmemesi, fakir müminlerin de bu büyük saadetten (fakirlikten)
kurtulmaya çalışmamaları icap ederdi.
Doğrusu siz pek yanlış bir yol üzeresiniz; insanları
pek bâtıl bir yaşam tarzına çağırıyorsunuz. Bu
bâtılda olmanızın sebebiyse, Allahın Kitabı ve
Resulünün hadislerini gereğince bilmemeniz, âlim
olmadığınız bu ilimlerde fikir yürütmeye
kalkışmanızdır.
Sizler, Kuranın hikmetlerle dolu şaşırtıcı
ayetleri üzerinde düşünmüyor, tefekkür ve tedebbür etmiyorsunuz. Hükmü
kalan emir (nâsıh) ile hükmü kaldırılan emir (mensuh), muhkem
ile müteşabih arasındaki farkı bilmiyor, neyin
yapılması, neyin yapılmaması gerektiğini teşhis
edemiyorsunuz.
Hz. Süleymanın (a.s.) Allah Tealadan "kimseye nasip olmayan ve
olmayacak olan bir mülkü" istemesine ne dersiniz? Allah Teala da böyle bir
mülkü verdi ona. Hz. Süleymanın (a.s.) hak dışında bir
şey istemeyeceğini de bilirsiniz. Ne Allah Teala, Kuranda onun bu
isteğini kınamış, ne de bugüne değin bir tek mümin bu
dilği ayıplamıştır.
Hz. Yusufun (a.s.) hikâyesi de böyledir. Padişaha; "Hazineleri
ve ülke ekonomisini bana bırak; ben hem güvenilirim, hem bu işi iyi
bilirim." diyor. Bu işte öylesine yetenek gösterdi ki, ülkenin
Mısırdan Yemene kadarki kısmının yönetimi tamamen
ona bırakıldı. Burada da ne Yusufun isteği hakka
aykırıdır, ne de Allah Teala onu bu isteğinden dolayı
kınamıştır.
Zülkarneynin (a.s.) kıssası da böyledir. O Allahı, Allah
da onu severdi. Dünya mülkü onun hizmetine verildi ve doğudan batıya
bütün dünyaya egemen oldu.
Ey sufîler güruhu! Bu bâtıl yolu bırakın. Kendinizden hüküm
çıkarmayın. Bilmediğiniz konulara karışmayın.
Nâsıhla mensuhu, muhkemle müteşabihi, helâlle haramı birbirinden
ayırabilmeyi öğrenin. Bu sizin için hem daha kolay, hem daha
hayırlıdır, hem de cehaletten de uzaktır. Cehaletin
taraftarı çok, ilmin taraftarı pek az olsa da cehaleti
bırakın. Allah Tealanın şu buyruğunu unutmayın: "Her bilgi sahibinin üstünde bir bilen
vardır."(Tuhefu'l-Ukul s. 711)[6]
İlmi Madeninden Alanlar
Bütün Ehl-i Beyt İmamları gibi İmam Sadık (a.s.) da
ilmi mâdeninden almıştı. İnsanoğlunun dünya ve
ahiretiyle ilgili hiçbir soru yoktu ki, Ehl-i Beyt İmamlarına
sorulduğunda cevapsız kalmış olsunlar.
Bir gün bir Müslüman, dehşet içinde İmam Sadıka (a.s.)
gelip gördüğü bir rüyayı anlattı: "Korkunç bir rüya
gördüm;" dedi, "tahtadan bir adam, yine tahtadan bir at üzerinde bana
yaklaşıyor, elindeki kocaman kılıcı korkunç bir
şekilde sallıyordu; beni öldürdü öldürecek gibiydi. Rüyamın
tabirini söyleyebilir misiniz?"
İmam (a.s.); "Sen zengin bir tanıdığının
malını elinden almayı planlıyorsun." dedi, "Seni
yaratan Rabbinden kork ve bu çirkin emelden vazgeç!"
Adam neye uğradığını
şaşırmıştı; "Allah da bilir ki doğru
söylüyorsun!" dedi, "Siz gerçekten de ilmi mâdeninden
almışsınız. Evet, komşumun çok güzel bir tarlası
var, ama paraya ihtiyacı olduğundan hemen satmak zorunda. Benden
başka müşterisi olmadığından tarlasını yok
pahasına elinden kapmak istiyordum."