Hz. Ali (as)nin Mazlumiyetini
Anlatan Uzun Bir Hadis
Hz. Ali
(Allah'ın selamı ona olsun), Nehrevan savaşında döndükten
sonra, Yahudilerin lideri konumunda olan bir Yahudi Haham Kufe Mescidinde Hz.
Ali huzuruna geldi; ve Ey Müminlerin
Emiri sana bazı sorular sormak istiyorum; ama bunları ancak
Peygamberler ve peygamberlerin vasileri cevaplayabilir, dedi.
Hz. Ali (Allah'ın selamı ona olsun)
Ey Musevî kardeş istediğin her şeyi sorabilirsiniz dedi
Bunun üzerine Yahudi lider şöyle dedi:
Bizim kitaplarda peygamberler ve peygamber vasileri hakkında şöyle yazılmaktadır,
Allah Teâla bir peygamber gönderdiğinde ona, kendisinden sonra ümmeti
içinde Allahın emirlerini uygulayacak kendi ailesinden bir
şahısı seçmesini ve bu vasiden bir ahit almasını vahiy
eder. Sonra Allah Teâla bu vasileri hem peygamberlerin hayatında hem de
onların vefatından sonra imtihan eder.
Ey Müminlerin Emiri senden istediğim
Allah Tealanın vasilerden hoşnut olduğu taktirde onlara
verdiği mükafatı
açıklamandır.
Hz. Ali: (Allah'ın selamı ona
olsun) bu sorulara cevap vermeden önce ona şöyle dedi:
Denizi İsrail oğullarının
geçmesi için yaran, Musaya Tevratı indiren Allahın hakkı için
eğer sorduğun soruya hakkıyla cevap verirsem buna itiraf edecek
misin? Yahudi lider: Evet dedi. Ali (Allah'ın selamı ona olsun): Kendisinden
başka bir ilah olmayan Allahın hakkı için sana doğru cevap
verirsem Müslüman olacak mısın? dedi. Yahudi: Evet dedi. Bunun
üzerine Ali (Allah'ın selamı ona olsun) şöyle buyurdular:
Gerçekten de Yüce Allah vasileri, yedi defa peygamberlerin hayatında
imtihan eder ve itaatkar olup olmadıklarını ortaya
çıkarır. Eğer Allah Teala bu imtihanlarda onlardan razı
olursa, peygamberlere, onları kendi hayatlarında veli ve
kendilerinden sonraki vasi olarak seçmelerini emreder. Böylece vasilerin itaati
ümmetin üzerine farz olur.
Allah Teala vasileri peygamberlerden sonra da
yedi defa imtihan eder böylece onların sabırlarını
ölçmüş olur. Eğer bu imtihanlarda da onlardan razı olursa,
onların peygamberlerle beraber olmaları için şahadet mertebesine
ulaşmalarını taktir eder. Sonuçta saadetleri kamil olur.
Yahudi Lider: Doğru söyledin Ey
Müminlerin Emiri diyerek şöyle devam etti: Öyleyse bize
açıklayın siz Hz. Muhammedin hayatında ve ondan sonra kaç
kere imtihan oldunuz? Ve bu imtihanlardan sonra mükafatınız ne olacak?
Bu sözlerin üzerine Hz. Ali onun elini tutarak kalk dedi, eve gidelim
bunların hepsini orada sana anlatayım. Alinin ashabından bir
gurup bunu duyunca; Ey Müminlerin Emiri burada anlat biz de duyalım,
dediler. Ama Ali: Anlatacağım şeylere tahammül edememenizden
korkuyorum dedi. Ashap: Neden tahammül etmeyelim, Ey Müminlerim Emiri, diye
sordular. Hz. Ali: Sizin bir çoğunuzla aramda geçen olaylarla ilgili
olduğundan diye karşılık verdiler. Bunun üzerine Hz.
Alinin en sadık komutanlarından biri olan, savaş
meydanlarında kahramanca savaşıp tek başına binlerce
düşmanın içine dalan ve her zaman galip dönen,
İslamın fedakar askeri Malik-i Eşter, gözleri dolmuş bir
halde Hz. Aliye hitaben, Ey Müminlerin Emiri lütfen bize de anlat, Allaha
and olsun ki, senin Hz. Muhammed (Allah'ın selamı ona ve pak Ehli
Beyt'ine olsun) tek vasisi olduğuna dair kalbimizde bir şüphe yoktur.
Bizim peygamberimiz peygamberlerin sonucudur ki ondan sonra peygamber yoktur ve
senin itaatin de peygamberimizin itaatiyle beraber bizin boynuna farzdır
dedi.
Bunun üzerine Hz. Ali oturarak o Yahudi
büyüğüne yönelerek:
Ey Yahudi kardeş dedi, Yüce Allah,
beni peygamberimiz hayatta iken yedi kez imtihan etti; kendimi övmekten Allaha
sığınırım; hepsinde de beni itaatkar buldu.
O Adam sabırsızca: Nerede ve
nasıl ey Müminlerin Emiri? diye sordu.
Ali sözüne devam
ederek dedi ki:
O
imtihanların ilki, Allah Teala Hz. Muhammed (Allah'ın selamı ona
ve pak Ehli Beyt'ine olsun) peygamberlik verip onu mesajını iletmekle
görevlendirdiği zaman gerçekleşmiştir. Ben o zaman
Peygamberin evinde bulunan en küçük ferttim, Ona evinde hizmet ederdim... Bir
gün Hz. Muhammed Abdul Muttalip oğullarının
küçüğünden büyüğüne dek hepsini çağırıp,
Allahın birliğine ve kendisinin peygamber olduğuna şehadet
etmelerini istedi; ama onlar direndiler; inatlaşıp inkar ettiler ve
başkaları gibi onu yalnız bırakıp gittiler. Çünkü bu
onlara çok ağır gelmiş kalpleri bir türlü buna razı olmuyor
ve akıllarına sığdıramıyorlardı. Ama ben tek
başıma onun davetini şeksiz şüphesiz hemen kabul ettim. Bu
kararımda başıma gelebilecek hiçbir şeyden hatta ölümden
bile korkmadım. Bu olaydan sonra üç sene boyunca yeryüzünde peygambere ve
onun getirdiklerine iman edip, namaz kılan sadece ben ve Hz. Hatice idi.
Allah ona rahmet etsin.
Sonra
ashabına dönerek:
Bu
söylediklerim doğru değil mi? diye sordu.
Ashap da hepsi
bir ağızdan: Doğrudur Ey Müminlerin Emiri,
dediler.
Hz. Ali
(Allah'ın selamı ona olsun) şöyle devam etti:
İmtihanların ikincisine gelince, Kureyş Peygamberi öldürmek için
devamlı hilelere baş vurup hayaller kurmakta idi. Sonunda Dar-un
Nadvede toplandılar, İblis de Ever-i Segif
kılığında onlara karıştı ve elinden geleni
ardına koymayıp, onların dağınık görüşlerini
birleştirip, ortak bir karar almalarını sağladı. Kureyş,
her kabileden bir kişi seçerek, bu kişilerin hep birden
peygamberi evinde uyurken öldürmesine karar aldı. Böylece Peygamberin
kabilesi Beni Haşim bütün kabilelerle savaşıp intikam
alamayacağı için susmak zorunda kalacak ve Peygamberin kanı
heder olacaktı. Ama vahiy meleği Cebrail nazil olup onların bu
planlarını ve planı uygulamak için
kararlaştırdıkları geceyi ve saati peygambere haber verdi
ve o gece şehri terk ederek mağaraya doğru haraket etmesini
söyledi. Hz. Peygamber beni bu tertipten haberdar edip, o gece kendi
yatağında yatmamı ve onu canımla korumamı emretti. Ve
ben Hz. Peygamberin emrine teslim olup bu emri derhal sevinçle kabul ettim ve
Peygamberi korumak uğruna ölüm yatağında yatmaya razı
oldum. Ve peygamber Allahın emriyle hicret edip gitti, ben de onun
yatağında yattım.
Derken
Kureyşliler, peygamberi öldürecekleri inancıyla eve geldiler; ev de
onlarla baş başa kaldığımda, doğruldum ve
kılıcımla onları kendi canımdan defettim.
Sonra
ashabına yönelerek: Söylediklerim doğru değil mi? dedi.
Ashap da:
Doğrudur ey Müminlerin Emiri, dediler.
Ama o
imtihanların üçüncüsü şöyledir: Bedir günü Kureyşin
pehlivanlarından Rebienin oğulları Utbe ve Şeybe ve
Utbenin oğlu Velid meydana gelip savaşmak için er istediler. Hiç
kimse onlara karşı koymaya cesaret edemedi. Sonra Hz. Peygamber beni
meydana gönderdi. Oysa ashap, yaşta benden daha büyük, savaşta benden
daha tecrübeliydiler. O gün Kureyşin büyüklerini öldürüp bir çok esir
aldığım gibi, Allah benim elimle Velidi de Şeybeyi
de katletti. O gün benim yaptığım iş herkesin
yaptığından daha fazlaydı. Amcamın oğlu Ubey bin
Hers o gün şehit oldu Allah ona rahmet etsin.
Sonra
ashabına yönelerek: Anlattıklarım doğru değil mi
dedi. Onlar
da. Doğrudur ey Müminerin Emiri dediler.
-Ama
onların dördüncüsü ey Yahudi kardeş; Mekke halkı, Bedir
yenilgisinden sonra ölülerinin intikamını almak için bütün Arap
kabilelerini ve Kureyş kabilesini bize karşı
kışkırttı, böylece en son kişilerine kadar bize
saldırmak için silahla kuşandılar. Cebrail, Peygamber'e nazil
olup olup biteni ona haber verdi ve Peygamber kendi askeri gücünü
hazırlayıp Medine'den Uhud Dağı'na doğru hareket etti
ve Uhud Dağı'nın yanında konakladı, derken müşrikler
de geldiler ve savaş başladı, sonunda bize arkadan
saldırdılar, Müslüman'lardan bir çoğunu öldürdüler. Sağ
kalan Muhacir ve Ensar yenilgiyi kabul edip kaçtılar. Sadece ben Resul-i
Ekrem (s.a.a)'in yanında kaldım ve onu savundum. O savaşta
yetmişten çok yara aldım, bunlar da yerleri.
Sonra Ali (a.s)
Uhud Savaşı'nda aldığı yaraların izlerini
gösterdi ve şöyle dedi:
- O gün
İslam'a hizmet etmeye muvaffak oldum, sevabını da Allah'tan
niyaz etmekteyim.
Sonra
ashabına dönerek:
- Söylediklerim
doğru değil mi? dedi.
Ashabın
hepsi:
- Doğrudur,
ey müminlerin emiri, dediler.
- Ama
onların beşincisi ey Yahudi Kardeş: Uhud Savaşı'ndan
çok geçmemişti ki Kureyş, Arap kabilelerini tekrar topladı.
Onlar, Medine'ye gelerek Peygamber'i ve yakınlarını öldürmeden
geri dönmemeye karar verdiler. Medine'ye doğru yola çıktılar. Ama
bu sefer daha şiddetli ve kudretli ve daha fazla silahla geldiler. Zafere
ulaşacaklarına emin bir şekilde Medine'ye geldiler. Cebrail
(a.s) Peygamber'e onların geliş haberini vermiş, Peygamber de
Muhacir ve Ensar'la Medine'nin etrafında çukurlar kazarak kendilerini
savunmaya hazırlamıştı. Düşmanlar çukurların
kenarında konakladılar ve bizi muhasara ettiler. Kibir ve gururla
karşımızda gösteriş yapıp bizi tehdit etmekte idiler.
Allah Resulü onları hakka davet edip akrabalık bağını
hatırlattı. Ama onlar kabul etmedikleri gibi daha da
azgınlaştılar. O gün Arab'ın ve Kureyş'in
pehlivanı Amr bin Abd'u-Ved idi. O, kendini güçlü ve bizi de çok
zayıf görüyordu. Kudurmuş deve gibi bağırıyor,
dövüşmeye er istiyordu. Reciz okuyor, eğilip kalkıyor,
kılıcını çekip sallıyordu. Hiç kimse onun
karşısına çıkmaya cesaret etmiyordu. Ve hiç kimse kendisini
onunla savaşacak kadar güçlü görmüyordu. Onu savaştan vazgeçirmek
mümkün değildi. Çünkü o, basiretsiz ve hiçbir kurala bağlı
olmayan bir şahıstı. (Korku ve dehşetin bütün kalpleri
sardığı bir zamanda) Allah Resulü beni meydana göndermek için
çağırdı. Kendi mübarek eliyle başıma imame
(sarık) koydu, bu kılıcı (Zülfikar'ı) verdi. Ve ben
meydana doğru yola koyuldum. Medine şehri dehşete
dönüşmüştü. Müslümanlar ümitsiz bir şekilde arkamdan bakıp
Amr'ın galip gelmesinden korkuyorlar, kadınlar arkamdan
gözyaşı döküyorlardı. Ama Allah-u Teala onu benim elimle
öldürdü. Oysa ki Arap'lar Amr'ın galip geleceğinden eminlerdi. Amr o
gün başıma kılıcıyla bir yara vurdu ki, izi şimdi
de belli, bak!
Ve İmam
(a.s) mübarek elleriyle bu gazilik nişanını gösterdi, sonra
devam etti:
- Bundan sonra
Arap'ların ve Kureyş'in ümitleri suya düştü ve Allah-u Teala
onları bozguna uğrattı. Sonra bölük pörçük evlerine geri
döndüler.
Sonra
ashabına:
- Doğru
söylemedim mi? diye sordu.
Onlar da:
- Doğru
söyledin, ey müminlerin emiri! diye cevap verdiler.
İmam (a.s)
devam etti:
- Ama
onların altıncısı ey Yahudi kardeş: Biz Allah Resulü
ile beraber senin dostlarının şehrine (Hayber'e) gittik. Orada
Yahudi pehlivanlarıyla ve diğer yerlerden onlara yardım için
gelen savaşçılarla cesurca savaştık.
Düşmanımızın süvarileri ve piyadeleri mükemmel bir
şekilde silahla kuşanmış, karşımızda
dağ gibi durmuşlardı. Onlar daha iyi ve daha sağlam
siperlere sahiptiler. Onların her biri meydana gelerek savaşmaya
rakip istiyordu. Benim dostlarımdan meydana gidenlerin hepsi ya şehit
oluyor, ya da yenilgiyi kabul edip geri dönüyordu. O gün gözler korku ve
dehşetten yerinden fırlamıştı, herkes kendi
canının derdine düşmüştü. Tam böyle bir zamanda Allah
Resulü beni kızgın savaş meydanına gönderdi. Herkesin
meydandan kaçtığı bir zamanda sağlam adımlarla onlara
doğru ilerledim. Karşıma çıkan herkesi silip attım.
Bana saldıran her pehlivanı ezip geçtim. Korkusuz bir aslan gibi,
onların sımsıkı saflarına saldırıp
dağıttım. Sonunda benim karşımda dayanamayıp
sağlam kaleleri "Hayber"in içine kaçtılar. O zamanda
onların kalesinin kapısını elimle yerinden söktüm ve
kalenin içine daldım, önüme çıkanı yere serdim ve Hayber
Kalesi'ni tek başıma fethettim; Allah-u Teala'dan başka bana
yardım eden hiç kimse yoktu.
Sonra
ashabına:
-
Anlattıklarım doğru değil mi? diye sordu.
Onlar da:
- Evet,
doğru söyledin ey müminlerin emiri, dediler.
Hz. Ali (a.s) devam etti:
- Ama yedinci imtihana gelince ey Yahudi kardeş;
Allah Resulü (Allah'ın selamı ona ve
pak Ehl-i Beyt'ine olsun), Mekke'yi fethetmek istiyordu. Ama
müşrikleri bu fetihten önce, son bir kez daha İslam'a ve tevhide
davet etmek için bir mektup yazdı. Bu mektupta onları hem
Allah'ın azabından korkutuyor, hem de Müslüman oldukları
takdirde affedileceklerine dair söz veriyordu. Mektubun sonuna da Tevbe
Sûresi'ni ekledi. Sonra Müslüman'lardan bir kişinin gönüllü olarak bu
mektubu Mekke'ye götürüp müşriklere okumasını istedi. Müslümanlar
bu teklif karşısında ağır davranınca,
Müslüman'lardan birini çağırıp onu görevlendirdi ve Mekke'ye
gönderdi. Sonra daha o Mekke'ye varmadan Cebrail Peygamber (s.a.a)'in huzuruna
gelerek şöyle dedi:
- Ey
Muhammed! Bu mektubu ya sen, ya da (senden olan) senin ailenden biri götürmelidir,
başkası olmaz, dedi. Peygamber de beni yanına
çağırıp Cebrail'in sözlerini bana bildirdi ve bu görevi bana
teslim etti. Siz Mekke halkını iyi tanıyordunuz, onların
hepsi benim kanıma susamıştı. Onlardan her biri, canı
ve
İmam
sonra ashabına dönerek:
- Söylediklerim
doğru değil mi? diye sordu.
Onlar da:
- Evet,
doğrudur ey müminlerin emiri, dediler.
Hz. Ali (a.s)
Yahudi'ye dönerek:
- Ey Yahudi
kardeş, bunlar Peygamber yaşadığı süresince
başımdan geçen imtihanlardır. Allah'ın izni ve
yardımıyla hepsinde başarılı oldum. Allah-u Teala bu faziletleri
fakat bana mahsus kıldı, bu yüzden Allah'a minnettarım, dedi.
Hz. Ali
(a.s)'ın sözlerini dikkatle dinleyen ashap, o hazrete şöyle hitap
ettiler:
- Ey müminlerin
emiri! Allah'a ant olsun ki, siz yalnızca doğruyu
anlattınız. Gerçekten de sizden daha faziletli birisi yoktur. Allah-u
Teala Peygamber ile akrabalık ve kardeşlik şerefini size
bağışlamıştır. Peygamber ve sen Mûsa ve Hârun
gibisiniz. Hârun, Mûsa'nın kardeşi ve vasisi olduğu gibi, sen de
Peygamberimiz (s.a.a)'in kardeşi ve vasisisin. Biz Allah katında
şehadet ediyoruz ve gerçekten de buna inanıyoruz ki siz,
anlattığınız bütün bu olaylarda, bu zor imtihanlarda
korkusuz bir şekilde bir an bile tereddüt etmeden Peygamberimizin
emirlerini yerine getirdiniz. Bu yüzden Allah-u Teala sizi, herkesten üstün
kılmış ve hiçbir Müslüman'a nasip olmayacak sevapları size
yazmıştır.
Ey müminlerin
emiri! Bize Peygamber'imizden sonraki imtihanları da anlatın. Biz o
imtihanları biliyoruz ve isterseniz teker teker sayabiliriz, ama
onları sizin dilinizden dinlemek istiyoruz.
Bunun üzerine
Hz. Ali (a.s) Yahudi'ye:
- Ey Yahudi
kardeş! Aziz ve büyük olan Allah, beni Peygamber'den sonra yine yedi yerde
imtihan etti. Bunların hepsinde (kendimi övmekten Allah'a
sığınırım) sabırlı olarak buldu.
(Birinci
imtihan): Ey Yahudi kardeş; Peygamber ile benim aramda çok kuvvetli
duygular vardı. Ben ona çocukluğumdan beri
bağlanmıştım, o benim sırdaşım,
yoldaşım, her şeyimdi. Çünkü Peygamber beni kendi yanında
büyütmüş, bana sığınabileceğim sıcak bir kucak
açmıştı. Beni yetimlikten kurtarmış ve
desteklemişti. Bu maddi faydalardan başka, manevi yönden de ondan çok
istifade ettim. Onun bereketli vücudu sayesinde Allah katında yüksek
derecelere ulaştım. Bu yüzden aramızda şiddetli bir
muhabbet bağı oluşmuştur. Peygamber vefat ettiği zaman,
öylesine ağır bir gam ve keder üzerimize çöktü ki, eğer
dağlara inseydi dağlar bu gam ve keder altında un ufak
olurlardı. Bu büyük musibet yüzünden ailemden bazıları feryatlar
edip sabır ve takatlerini kaybetmişlerdi. Abd'ul-Muttalib ailesinden
olmayanlar ya bizleri sabra davet ediyor, ya da gözyaşı ve
feryatlarla bize katılıyorlardı. Çünkü Allah'ın habibi
Muhammed (Allah'ın selamı ona ve pak Ehl-i Beyt'ine olsun)
artık bizim aramızda değildi.
Bu büyük yasta
yalnızca ben, ona olan muhabbetime rağmen sabırlı
davranıp kendime hakim oldum ve boynuma konulmuş ağır
görevi yerine getirmeye çalıştım. Gam ve keder dolu
yüreğimle Peygamber'e gusül verip hanut ve kefen ettim. Sonra onun
namazını kılıp toprağa verdim. Sonra Kur'an'ı
toplamaya başladım. Ne göz
yaşlarım beni bu işten alıkoydu, ne de musibetin
büyüklüğü. Ve vazifemi yerine getirdim. Boynumda olan hakkı
sabırla eda ettim.
Sonra ashabına:
- Anlattıklarım doğru
değil mi? diye sordu.
Onlar da:
- Doğru
söyledin ey müminlerin emiri, dediler.
(İkinci
imtihan): Hz. Ali (a.s) devam etti:
- Ey Yahudi
kardeş! Allah Resulü vefatından önce ümmetin hilafetini bana teslim
etti. Yanındaki herkesten, bana itaat etmeleri ve emirlerime boyun
eğmelerine dair söz ve biat aldı. Sonra bu konunun herkese
bildirilmesi için emir verdi. Ben, Allah Resulü hayattayken onun emirlerini
yerine getirdim. Bir yolculuğa çıktığımda
yanımdakilerin komutanı bendim.
Allah Resulü
ölüm yatağında iken, on yedi yaşındaki Usame bin Zeyd
komutasında büyük bir ordu oluşturuldu. Bütün Arap'ları, Ovs ve
Hazreç kabilelerini ve bana ettiği biati bozabilecek, ya da benim
karşımda dayanacak herkesi bu orduya katılmakla görevlendirdi.
Hatta Muhacirleri, Ensarı ve zayıf imanlı Müslüman'ları,
açıkgöz münafıkları, hepsini Usame'nin emri altında
topladı. Böylece, ölüm anında başucunda birkaç salim
insanın olmasını, onun yanında kötü sözler
konuşulmamasını ve ölümünden sonra hilafet ve imamette benimle
tartışacak birilerinin olmamasını umuyordu. Peygamber'in
ümmetine son emir ve tavsiyesi, herkesin en kısa zamanda Usame'nin
ordusuna katılarak ordunun derhal hareket etmesi ve hiç kimsenin, ne
şartlarda olursa olsun, bu ordudan ayrılmasına hakkı
olmadığını bildirmesiydi.
Ama Peygamber'in
emirlerine rağmen bir grup bu orduya katılmadılar ve bir grup
da vefatından sonra, ordudaki yerlerin terk ettiler. Allah
Resulü'nün emirlerini ayaklar altına aldılar. Komutanlarını
yalnız bırakıp atlarıyla dört nala, aceleyle geri döndüler.
Allah ve Resulü'ne ettikleri biati, verdikleri sözü hemen bozmak için aceleyle
döndüler. Sonunda da başardılar; çıkarttıkları
kargaşada, biz Abd'ul-Muttalib'den bir kişiyle bile görüşmeden,
konuşmadan, hatta boyunlarındaki biatimi kaldırmamı
istemeden, halktan zorla kendilerine biat aldılar. Bir oldu-bittiye
getirip, yapacaklarını yaptılar. Bütün bu zamanda ben Allah
Resulü'nün defin işleriyle uğraşıyordum. Benim gözümde o
anda o işten daha önemli bir şey yoktu. Bu yüzden ben
Resulullah'ın defin işleriyle uğraşırken onlar
fırsatı ganimet bilip plan çizip uyguladılar.
Ey Yahudi
kardeş! O anda böyle büyük bir musibetten, Allah Resulünün vefatından
sonra bana bu şekilde davranılmasına rağmen, ben
sabrımı kaybetmedim. Bütün olup biten karşısında
sabrettim ve sabrettim.
Sonra İmam
ashabına:
- Söylediklerim
doğru değil mi? diye sordu.
Onlar da:
- Evet, doğrudur
ey müminlerin emiri, dediler.
Hz. Ali devam
etti Ey Yahudi kardeş! Allah, Teala Peygamberin vefatından sonra
beni yedi kere daha sınadı ve hepsinde de Allaha hamd olsun beni
sabırlı ve itaatkâr buldu.
Onların
ilki şudur;
Allah
Resulü küçüklüğümde benim bakımımı üslenerek beni büyüttü.
Hasta olduğumda baş ucumda oturuyordu. Bütün ihtiyaçlarımı
karşılar,sıkıntımı giderirdi. O beni kendi eli
altında terbiye etti. Ayrıca beni Allah Teala
katında ki bir çok derecelere iletti. Böylece ben hiç kimseyle
kıyaslanmayacak şekilde Resulullaha
bağlanmıştım. Ben ona itaat ederek Allaha
yaklaşırdım. Zorlukta, şiddette onunla huzur bulurdum.
Dayanağım o idi. Allah Resulünün vefatıyla öyle bir musibete
uğradım ki bu dert ve gama dağlar dayanamaz çöküp giderdi. Bu
musibetle ailemden biri kendinden geçmiş, diğeri
haykırışlarına yenik düşmüştü. Ötekinin gücü
kuvveti gitmiş, bazısı sabrı tüketmişti. Ama halk,
Abdulmuttalip Oğullarından olmayanlar, onlardan bazısı
bizi sabra, çağırırken bazısı da göz
yaşlarıyla yardıma gelmişti. İşte böyle bir
zamanda kendimi sabretmeye zorladım. Sustum da Allahın
emrettiği işlere koyuldum; peygamberin guslüyle, kefeniyle,
namazıyla ve defniyle uğraştım. Allah emanetlerini ve
Kitabını topladım. Hiçbir şey beni bu işlerden
alı koymadı, ne soğuk göz yaşları, ne feryat
tufanları, ne dağlı yarlar ne de musibetin büyüklüğü.
Sonunda boynumda olan hakkı eda ettim. Emredildiğim işi yerine
getirdim. Sabırla bütün belalara tahammül ettim.
Sonra
ashabına dönerek; İş böyle değil miydi? buyurdu.
Onlar da;
Öyledir Ey Müminlerin Emiri. dediler.
Bunun üzerine
buyurdular ki, Ey Yahudi kardeş! Onların ikincisi şudur;
Allah Resulü
kendisi hayatta iken beni ümmetine emir olarak atadı. Yanında olan
herkesten, emrime itaat edeceklerine dair kesin söz ve biat aldı. Ve
benim velayetimi işitip duyan herkesi, bunu diğer Müslümanlara
iletmek üzere görevlendirdi. Ben Allah Resulü`nden sonra ümmetin emiri
olduğum gibi, Resulullah zamanında onun emirlerini ümmete ulaştıran
elçisiydim.
Allah Resulü ölüm
yatağında iken, Allah Teala, ona Usame b. Zeydin
komutanlığında bir ordu hazırlamasını emretti.
Allah Resulü de biatını bozmasından endişelenen ve hilafet
konusunda benim karşımda durabilecek herkesin bu orduya
katılmasını emretti. Muhacirlerden, ensardan, zayıf
imanlı Müslümanlardan, düzenbaz münafıklara kadar herkesi Usamenin
ordusuna katılmasını farz etti.
Böylece ömrünün
son anlarında, onun başı ucunda kendisini üzecek sözlerin
söylenmemesini ve vefatından sonra hiçbir kimsenin hilafet konusunda benimle
çekişmemesini sağlamak istiyordu. Resulullahın ümmetine son
sözleri; Usame ordusunun bir an önce hareket etmesi ve hiç kimsenin hiçbir
bahaneyle ordudan ayrılmamasıydı.
O hazret bu
emrini defalarca vurgulamasına rağmen, vefatından hemen sonra
bir de baktık ki Usame ordusundan bir grup Resulullahın emirlerini
ayaklar altına alarak kendi komutanlarını orduda
bırakıp onun sözlerine aldırmadan atlarına binmiş
hızla gelmekteler. Allah ve Resulü`nün kurduğu düzeni yıkmak,
boyunlarındaki ahdi bozmak için birbirleriyle
yarışırcasına geldiler. Geldiler de
çıkardıkları kargaşada Allah`in ahitlerini bozdular.
Abdulmuttalip oğullarından hiç birinin görüşünü almadan, hatta
benden boyunlarındaki biatimi kaldırmamı istemeden kendi
aralarında kendilerine halife seçiverdiler. Onlar\
çıkardıkları bu hercümerçte batıl arzularına
kavuşurken ben Resulullahın gusül, kefen ve defniyle meşguldüm.
Çünkü o anda ümmetin en büyük ve en önemli vazifesi peygamberlerinin
defniyle ilgilenmekti.
Ey Yahudi
kardeş! İşte böyle bir musibete uğramışken
ümmetin böyle davranması yüreğimi parçaladı. Peş peşe
gelen bu musibetler karşısında yine de sabrımı
yitirmedim de sabrettim.
Sonra ashabına dönerek;
Söylediklerim doğru değil mi? buyurdu.
Onlar da;
Doğru söyledin Ey Müminlerin Emiri! dediler.
Sonra
İmam; ey Yahudi kardeş!dedi, onların üçüncüsü ise
şudur:
Peygamberden
sonra başa geçen kişi (Ebubekir) hilafeti süresince hakkımı
gasdedip biatimi bozduğu için benden özür diliyor, onu helal etmemi
istiyordu. Ve bu işin günahını başkalarının
boynuna atıyordu. Ben de, onun günlerinin çabucak geçip gideceğini ve
Allahın benim için karar kıldığı hakkın
Müslümanlar içinde bir ihtilaf çıkmadan kolaylıkla bana döneceğini
zannediyordum. Çünkü İslam dini ömrünün ilk yıllarını
yaşmaktaydı ve cahiliyyet döneminden çok fazla bir zaman
geçmemişti. Böyle hassas bir zamanda Allahın benim için lâyık
gördüğü hakka erişmek için bile olsa, kalplere yavaş yavaş
yerleşen ve yüzyıllar boyu sürmüş karanlık cahiliyyet
zamanından arta kalmış lekeleri temizlemeye çalışan bu
yeni dine zarar verebilecek hiçbir işe giremezdim. Bu yüzden kendi
hakkımı istemedim ve sabrettim. Bu arada peygamberin has
dostlarından küçük bir grup, bazen gece, bazen gündüz, bazen gizli, bazen
âşikara bana gelip hakkımı istemem için tavsiyeler ediyor ve bu
konuda her türlü fedakarlığa hazır olduklarını
bildiriyorlardı. Ama ben onları sabra ve tahammüle davet edip, bu
işin kargaşasız bir şekilde bitmesini umduğumu
söylüyordum.
Peygamber
(s.a.a.)den sonra halkın bir çoğu yolu şaşırıp
bunaldılar. Hilafete lâyık olmayanlar ona özendiler; kendilerini öne
atarak halifenin kendi kabilelerinden olması gerektiğini söylediler.
Onlar kendi aralarında ihtilafta oldukları halde benim hilafetime
muhalefet etmede birlik içerisindeydiler.
Derken birincinin
zamanı doluverdi. Ebubekir`in hilafeti, onun ölümüyle sona erince,
işi (hilafeti) dostuna bıraktı. Yine benim hakkım gasp
edildi. Bu sefer de Peygamber (s.a.a.)in ashabından bazıları
henüz hayatta ve bazıları da vefat etmiş olan bir grup,
yanıma gelip tekrar beni hakkımı almak için teşvik ettiler.
Ama ben onlara verdiğim cevabı tekrarladım; onları
sabretmeye davet ettim. Çünkü Allah Resulü`nün bin bir zahmetle kurmuş
olduğu bu dinin kökünden yıkılmasından korkuyordum. Allah
Resulü bu dini kurmak ve bu insanları bir din altında toplamak için
çok büyük fedakârlıklar etmiş, kendisinin ve biz Ehl-i Beyt`in maddi
hak ve imkanlarını Müslümanların vahdeti için
harcamıştı. Öyle ki biz Ehl-i Beyte ait olan ve
ihtiyacımız olan "Fey"i Müslümanara vermişti. Böylece
bu harcamalar karşısında biz Ehl-i Beyt günlük ihtiyaç
maddelerine muhtaç bir duruma gelmiştik, ama bunların sayesinde
Müslümanların içinde bir birlik oluşmuştu.
Hal böyle iken
ben ne pahasına olursa olsun Peygamberin kurduğu bu vahdeti
korumalıydım ve ihtilafa sebep olacak her hareketten
kaçmalıydım. Eğer o gün ben de hilafet ilan edip halkı
kendi itaatime çağırsaydım, halk iki tehlike arasında
kalırdı; ya bana uyup muhaliflerimle savaşıp öleceklerdi,
ya da emrime uymayıp dinden çıkacaklardı. Çünkü ben ve bu ümmet
Harun ve Musa (a.s)ın kavmi gibiydik. Eğer bana isyan etseydiler
bunu kendi canlarıyla ödeyeceklerdi. Baktım susup sabretmekten
başka çare yok, Allah'a tevekkül ettim ve Allah'tan benim için en iyi
şeyi takdir etmesi ümidiyle sabredip bekledim.
Ey Yahudi
kardeş! Ben İslamın maslahatı için kendi hakkımı
istemeye kalkmadım. Yoksa bu makama yegane lâyık kişi bendim.
Herkesin bildiği gibi Resulullah (s.a.a) zamanında en çok taraftara
sahip bendim. Ben aziz ve şerefte en üstün olan kafiledendim. Hilafette
benim delillerim herkesinden daha açık ve net idi. İslam dininde
benim faziletlerim, kahramanlıklarım ve eserlerim herkesinkinden daha
çoktu. Peygambere olan yakılığımdan ve parlak
geçmişten başka hiç kimsenin inkâr edemeyeceği bir vasiyet vardı
arada, Peygamberin vasiyeti!! Bununla beraber hilafette hak iddia
edenlerin boynunda benim biatim vardı.
Peygamber
(s.a.a) vefat etmeden önce hilafet onun ve Ehl-i beytinin elindeydi. Acaba
Allah'ın Kuran'da övdüğü, tathir ettiği ve masum
kıldığı bu Ehl-i Beytten başkası hilafete
lâyık mıydı?...
Sonra
ashabına dönerek: Böyle değil miydi? buyurdu. Onlar da; Öyledir Ey
Müminlerin Emiri, , dediler.
Ey Yahudi
kardeş! Onların dördüncüsü ise şudur;
Bu yeni gelen
halife devamlı işlerinde benimle müşavere eder, bir sorunla
karşılaştığında benim görüşlerimi
öğrenmek isterdi, ümmetin maslahatını ve beyan
ettiğim fikir ve düşüncelerimi harfiyen uygulardı. Onun
yanında hiç kimse böyle bir konuma sahip değildi. Herkesin gözünde
ondan sonra tek halife adayı ben idim. Derken birden onun ölümü
gelip çattı. Ben yine ümmette bir kargaşa çıkmadan hakkıma
ulaşmayı arzu ederken, o ömrünün sonunda hilafet için altı
kişi seçti ve beni onların altıncısı olarak
saydı. Oysaki onlar hiç bir yönden; ne İslam tarihindeki geçmişlerinde,
ne ilim ve fazilette ve de ne Peygambere olan yakınlıkta benimle
denk değillerdi. Ama bütün bunların hepsini unuttular da bir
şura kurdular; öyle bir şura ki kendi oğlu Abdullah'ı bu
şuranın başına dikti ve emrine uyulmadığın
taktirde bu altı kişinin başının vurulmasını
emretti.
Ey Yahudi
kardeş! Bu acı olay karşısında sabır ve
tahammülün ne kadar zor oldoğunu bir bilseydin. Derken şura
belirtilen müddet içinde bahse koyuldular. Onların her biri kalkıp
kendi faziletlerini!, özelliklerini anlatırken ben susup beklemekteydim.
Sonunda benden de görüş istediler, ben de kalkıp unutulan
şeyleri hatırlattım. Önce kendi konumumu, sonra tek tek
onların geçmişlerini Peygamber-i Ekremin benim hakkımdaki
vasiyetlerini ve onların boynundaki kendi biatimi onlara
hatırlattım. Ama makam, mal ve dünya sevgisi onları hakikati
kabullenmekten alı koyduğu gibi, hakları olmayan bir makama el
atmaya yeltenmelerine de vesile olmuştu. Ben onlardan biriyle baş
başa kalınca herbirine Allah'ın hesabını ve
kıyamet gününü hatırlatıyordum, o da benden yana olmak için bir
şart koşuyordu. Hepsinin şartı kendimden sonra onu halife
olarak tanıtmamdı. Sonunda benim Allah ve Resulünün hidayet
yolundan ayrılmayacağımı ve bu boş arzularına
benim yardımımla ulaşmalarının mümkün olmayacağını
anlayınca benden el çektiler. Derken onlardan biri (Abdurrahman bin Af)
hilafetten kendisine bir pay yetişeceğini ümit ederek Osmanı
öne çıkardı. Ama onun İslamda hiç bir fazileti yoktu; hatta Müslümanların
büyük başarılarından biri olan Bedir şavaşına
bile katılmamıştı. Hep beraber onu bu makama seçtiler, ama
seçtikleri gün geceye ulaşmadan yaptıklarına pişman oldular
da kendilerini kınadılar. Ve çok geçmeden onların her biri Osmanı
kafir ilan edip irtibatlarını kestiler. Hayatı ona zindan edip
hilafetten çekilmesini istediler.
Ey Yahudi
kardeş, bunlar, başıma gelen önceki olaylardan daha acı ve
daha zordu. O zaman çektiğim zorlukları ve üzüntümü vasfetmem mümkün
değil, ama yine sabır dedim de sabrettim; çünkü başka çarem
yoktu.
O
kargaşalı günlerde (Osmanın son zamanları) şura
ehlinden sağ kalanlar benim yanıma gelip, bana şurada
yaptıkları zulümden dolayı pişman olduklarını,
onları affetmemi ve hakkımı almam için kıyam edip
Osmanın işine son vermemi istiyorlardı. Bu yolda benim için
canları pahasına her türlü fedakarlığa hazır
olduklarını dile getiriyorlardı.
Allah'a and
olsun önceki hükümetlere karşı neden susup sabrettiysem Osmana
karşı da onun için kıyam etmedim. Yani beni kıyamdan
alı koyan tek şey İslam dinine gelebilecek bir zarardan çekinmemdi.
Yoksa, ben ölümden korkmadığım gibi, Allah yolunda ölmek benim
en büyük arzumdur. Ben, amcam Hamza, kardeşim Cafer ve amcam oğlu
Ubeyde Allah yolunda şehit olmak için ahdettik; ama onlar benden önce bu
ahde ulaştılar. Ben geride kaldım, Allah Teala bizim
hakkımızda şu ayeti nazil etti:
İnananlardan öyle erler vardır ki, Allah'a
verdikleri sözde sadakatle dururlar. Onlardan bazısı ahdini yerine
getirdi, bazısı da bekliyor sözlerini asla
değiştirmediler. (Ahzab/
23.)
Şahadete
erişip ahitlerine sadık olanlar; Hamza, Cafer ve Ubeyde`dir,
ben de şahadeti beklemekteyim ve Allah'a and olsun ki ahdimi
değiştirmedim.
Osman başa
geldiğinde, onun huyunu suyunu bildiğim için, sonunda halkı
canından bezdirip kendisine karşı
ayaklandıracağını tahmin ettim ve yavaş yavaş
kabaran kargaşalara hiç karışmadım. Kendimi kenara çekip,
dostlarıma sabrı ve sükutu tavsiye ettim. Çok geçmeden tahminlerim
doğru çıktı, kargaşa her yeri kapladı bu arada ben
Osman aleyhinde, ya da lehinde bir kelime bile söylemiş değildim.
Çünkü onun lehinde davransam ona yardım edenlerden olup onun işlerine
ortak sayılacaktım ve eğer onun aleyhinde bir söz
söyleseydim bu durumda da onun muhaliflerinden ve katillerinden
sayılacaktım.
Ben bu
kargaşada evinde oturmuş bir muhacirdim. Halkın ona
yaptıklarında hiç kimse beni suçlayamaz ve iftira edemez.
Her
işlerinde acele etmeye alışan halk sonunda onu öldürdü ve hemen
benim başıma toplanıverdiler.
Allah biliyor ki
ben bu hilafetin kabulünde isteksizdim; çünkü başıma toplananlar mal
ve dünya tamahıyla gelmişlerdi yanıma.
Ben işin
başına geçtiğimde tamahları ve arzuları boşa
çıkınca biatimi bozmak için bahane aramaya koyuldular, muhalefet
bayrağı çektiler.
Sonra
ashabına dönerek; İş böyle değil miydi? buyurdu. Onlar da; Öyledir Ey
Müminlerin Emiri dediler
Ey Yahudi
kardeş! Onların beşincisi ise şudur;
Benimle biat
ettikten sonra bazıları bahane arayıp sorun çıkarmaya
koyuldular. Benim yanımdan aradıklarını bulamayanlar, o
kadını (Aişe) bana karşı
kışkırttılar. Oysaki ben onun emir sahibi ve
Resulullahın vasiyeti üzere onun velisiydim. Ama buna rağmen ihtilaf
ateşini körükleyenler onu bir deveye bindirip susuz kuru çöllerde
gezdirdiler; Haveb de köpekler ona havladılar. Onlar bana karşı
başlattıkları bu harekette ilerledikçe pişmanlıkları
artıyordu. Çünkü ikinci kez biatami bozuyorlardı. İlkin
Resulullah`ın zamanında ve ikinci kez Osmanın
ölümünden sonra bozdular biatimi.
Ama o kadın
bana karşı olan muhalefetinde ayak diretiyor, bir türlü vaz
geçmiyordu. Sonunda elleri kısa, sakalları uzun, akılları
az ve fikirleri bozuk bir şehir halkını yoldan
çıkarttılar. Onlar da sorup bilmeden delicesine kılıç
sallayıp ok fırlattılar.
Ben onlarla
karşılaştığımda iki sorunla karşı
karşıyaydım; eğer onları kendi
başlarına bıraksaydım ayaklanmaktan vazgeçmeyip
çıkardıkları fesadı yayacaklardı. Ve eğer
onların önünü alsaydım iş istemediğim bir yere (
savaşa) varacaktı.
Bu yüzden önce
onlarla konuşmak istedim. Onların delillerini batıl edip
bahanelerini kesip attım. Onları vaatler ve tehditlerle işlerinden
alı koymaya çalıştım. O kadına bizzat haber göndererek
evine dönmesini tavsiye ettim. Onu bu çöllere getirenlerle konuşup bana
verdikleri söze ve ettikleri biate sadık kalmalarını istedim.
Onları bu yoldan alı koymak için elimden geleni yaptım.
Zubeyrle
sohbete oturup ona hakikati hatırlattım; elbette o kabul ederek
ordusundan ayrıldı. Sonra halka doğru yöneldim ve onları
ikna etmeğe çalıştım.
Mümkün
olduğunca savaşı ertelemeye çalıştım ama beyhude!
Ben onları sulha davet ederken onlar daha da cüretlendiler,
cahilleştiler ve dalaletleri daha da arttı. Savaştan başka
hiçbir şeye razı olmuyorlardı. Sonunda onların batıl
hayallerine, kudurmuş fikirlerine ve yaydıkları fesada son
vermek için savaştan başka yol bulamadım. Savaş
bineğine binip, çıplak kılıcımla fesat kafilesine
saldırdım. Savaş hemen onların aleyhine dönüverdi ve
ağır hasarlar alarak kolayca yenildiler. Allah Teala onlarla benim
aramda güzel bir şekilde hükmedip, işe son verdi. Allah bizim
aramızda olup bitene şahittir.
Sonra
ashabına dönerek; İş böyle değil miydi? dedi. Onlar da;
Öyledir Ey Müminlerin Emiri dediler.
Ey Yahudi
kardeş!
Altıncı
imtihan hakemlik olayı ve Hz. Hamzanın ciğerini yiyen
Hind'in oğluyla aramızda çıkan savaştı. Bu
lanetlenmiş adam tâ başından beri Allah, Peygamber ve iman
edenlere düşmanlık güdüyordu. Ama Mekkenin fetih günü gelince
babasıyla beraber teslim olmak zorunda kaldı. O gün ondan ve
babasından benim için itaat yemini alındı. Ve bu yemin
değişik münasebetlerle üç kez tekrarlandı.
Onun
babası dün (Ebubekir zamanında) bana Emir`el Müminin
hitabıyla selam verip hakkımı almam için tavsiyelerde bulunuyor
ve her zaman bana sadakatını ilan edip biatini yeniliyordu.
Ama o
(Muaviye) beni Müslümanların halifesi olarak gördüğünde Allah'ın
benim hakkımı bana iade ettiğini anladı. Müslümanların
dördüncü halifesi olma hayali suya düşünce, Amr Bin Asa yönelip
geniş Mısır yöresini onun emrine verdi; oysa onun böyle bir
hakkı yoktu. Hiç kimsenin beytul-maldan bir dirhem fazla pay almaya
hakkı olmadığı gibi, hükümdarın da hiç kimseye
hakkından daha fazla bir şey vermeye hakkı yoktur. Muaviye onun
yardımıyla İslam şehirlerinde zulüm ve tuğyana
başladı. Bana ettiği biati bozduğu yetmemiş gibi bir
de karşımda saf çekip, İslam diyarında kargaşa
çıkarttı. Bunların haberi ardı sıra bana gelirken,
Muğeyre bin Şu'be yanıma geldi; nasihat verircesine tavır
alıp; Bu kargaşalık dinene kadar Muaviyeye dokunma, bırak
senin valin olarak Şamda hükümet etsin dedi. Elbette bu söz o günün
siyasetine göre isabetli bir düşünceydi. Eğer Allah katında
böyle bir işin günahından ve Muaviyenin benim valim unvanıyla
yapacağı zulümlerden bir kaçış yolu bulabilseydim böyle
yapardım. Ama onun görüşünü hemencecik reddetmedim. Bu görüş
hakkında Peygamber-i Ekremin değerli ashabının görüşlerin
aldım; Bedir savaşına katılanlarla, Peygamberin
yanında sevgi, saygı ve hürmet sahibi olanlarla muşavere ettim.
Onlar da (Allah'a şükürler olsun) benim görüşümü benimseyip Hin
oğlu Muaviyenin Müsümanların başında serbest
bırakılmasına Allah katında bir yol bulamayıp bu
görüşü reddettiler. Ve beni, Muaviye gibi sapık insanları
iş başına getirerek kendi hükümetimi güvenceye almak gibi bir
işten sakındırdılar.
Ben
Muaviyeyi yaptığı zulümlerden alıkoymak ve
çıkardığı bu kargaşa ateşini söndürmesi için ona
elçiler gönderdim. Cerir bin Abdullah Becilli ve Ebu Musa Eş`ariyi onun
yanına gönderdim; ama onların ikisi de heveslerine uyup Muaviyeyi
işlerinde tasdik ettiler.
Muaviyenin
artık haddi aşıp Allah kurallarını çiğnemekten
bir korkusu olmadığını anlayınca onunla savaşmaya
hazırlandım. Ama savaşı ben başlatmadım. Onu
savaş fikrinden alıkoymak için mektuplar ve elçiler gönderdim. Ben
onu yaptığı büyük zulümlerden sakındırırken, o
bana alaylı mektuplar yazıp Allah'ın, Peygamberin ve hiç bir
Müslümanın razı olmayacağı şartlar ileri sürüyordu.
Bazı
mektuplarında Peygamberin en iyi ashabından olan
bazılarını ona teslim etmemi istiyordu. Örneğin, Ammar bin
Yasiri ona vermemi istiyordu. Acaba Ammar gibi birini bulmak mümkün mü? (Allah'a
and olsun) o peygamberin has ve yakın ashabındandı. Ammar her
zaman Resulullah`
ın
yanındaydı. Mesela eğer biz beş kişi Peygamberin
yanında olsaydık, Ammar altıncımızdı ve eğer
dört kişi olsaydık o beşincimizdi.
Muaviye,
Osmanın öldürülmesi bahanesiyle böyle bir kişiyi benden alıp
dar ağacında asmak istiyordu. Ama Allah'a yemin ederim ki
halkı Osman aleyhine kışkırtan Muaviyeydi. Allah Teala
Kuranda lanetlediği ağacın dalları olan Muaviye ve onun
Beni Ümeyyeden olan adamları halkı Osmanı öldürmeye
tahrik ettiler.
Her neyse
Muaviye onun şartlarını kabul etmeyeceğimi anlayınca
bana karşı ayaklandı ve batıl hayallere
kapılarak bu itaatsizliğiyle böbürlendi. O akılları ve
idrakları olmayan bir grup aptal ahmağı etrafına
toplamak için dünya malından gereğince harcadı ve onları
toplayıp gerçekleri ters göstererek bizim üzerimize
kışkırttı. Biz de onların
karşısında direnerek kendimizi savunduk ve Allah'ın
yardımıyla her zamanki gibi düşmana galip geldik. Bizim elimizde
Peygamberin bayrağı vardı. Muaviye ise babasından kalan
küfür ve inad bayrağıyla savaşıyordu. Muaviye son
anlarını yaşıyordu, ölümle onun arasında fazla
bir fasıla kalmamıştı. Savaştan kaçmaktan başka
çaresi yoktu. Bu yüzden atına atlayıp bayrağını yere
fırlattı; eli ayağı birbirine
karışmışken Amr bin Astan yardım istedi. O da Kuran
sayfalarını mızraklara asmayı ve bizi Kuranın
hakemliğine çağırmayı teklif etti. İbn-i As, Muaviye
ye; Ali ve adamları dindardır ve kan dökmeye meraklı
değiller; onlar işin başında seni Kuran hükümlerine davet
etmişlerdi. Bugün sen Kuranın hakemliğini teklif edecek olsan
bunu kabul edeceklerdir, dedi. Muaviye de başka çaresi
olmadığını görünce bu hileye baş vurdu.
Benim ordumda
söz sahibi değerli komutanlar şehit olmuş, kalan diğerleri
de uzun süren bu savaştan yorulmuş ve Muaviyenin davet ettiği
hükme sadık kalacağını sanmışlardı. Bu
yüzden onların bir çoğu bu hileye aldanarak Muaviyenin davetini
kabul ettiler.
Bu arada ben,
bunun apaçık bir hile olduğunu söyledimse de sözümü dinlemediler,
karşımda durup hayasızca; sen istesen de istemesen de biz
savaşmıyoruz, Muaviyenin davetinin kabul ediyoruz, dediler.
Bazıları rezillikte haddini aşıp; Ali hakemiyeti
kabul etmese onu öldürür ya da onu ve ailesini Muaviyeye teslim ederiz,
dediler. Allah da şahittir ki ben kendi görüşüme göre
hareket edebilmek için elimden geleni yaptım ama
boşunaydı.
Fesadın
kökünü kesmek için az bir zaman istedim, (devenin sütünü sağabilecek
kadar) ama kabul etmediler. Ben kendi görüşüme göre hareket etmekten
hiç bir korkum yoktu fakat; baktım ki eğer hakimiyeti kabul etmesem
peygamberin bu iki oğlu (İmam Hasan ve Huseyin) boş yere
öldürülecek ve Peygamberin nesli kesilecek, eğer onarın isteğini
kabul etmeseydim bunların (Abdullah bin Cafer ve Muhammed bin Hanifiyye) kanı
boş yere dökülecekti. Bundan dolayı istemeden onların
isteğini kabul ettim.
Ama biz
savaştan el çekip, kılıçlarımızı yere koyunca,
Kur`an'a davet edenler Kuran'ı kenara iterek kendi isteklerine göre hüküm
verdiler. Eğer benim elimde olsaydı hakemiyeti kabul etmezdim; çünkü
savaşın bizim lehimize olduğu bir anda hakem seçmek büyük bir
yanlıştı.
Ama malesef bunu
seçtiler. O gün savaşı durdurup hakem seçmekten başka bir
şeye razı olmadılar. Ben kendi yaranlarımın
bilgisizlik ve cehaletiyle kuşatılmış bir vaziyette,
hakemlik için akıl ve idrak sahibi imanlı birini önermek
istiyordum. Ama ben her kimi önerdiysem Hind'in oğlu kabul etmedi.
Bütün hak sözlerimi reddetti. Benim aldanmış adamlarım da
onu destekliyorlardı, ve sonunda da öyle birinin seçtiler ki
As'ın oğlu onu kandırıp rezil etti. Rezaletini doğuda,
batıda işitmeyen kalmadı; kendisi de rezil olduktan sonra
hakem olduğuna pişman oldu.
Sonra
ashabına dönerek; İş böyle değil miydi? dedi. Onlar da;
Öyledir Ey Müminlerin Emiri
dediler.
Ey Yahudi
kardeş! Yedinci imtahan Peygamber-i Ekrem ömrümün son yollarında
namaz kılan, oruç tutan, Kuran okuyan, gece namazı kılan
ve benim yanımda yer alan adamlarla savaşmak zorunda
kalacağımı ve onların bana muhalefet etmeleri ve benimle
savaşmaları nedeniyle yaydan fırlayan ok gibi dinden
çıkacaklarını ve aralarında "Zussedy " adlı
birinin olacağını haber vermişti.
Hakemiyet
olayından sonra buraya (Kufe) dönünce hakemiyette ayak
diretenler işlerinden pişman oldular ve birbirlerini
kınamaya başladılar. Biraz geçmemişti ki bu işin
günahını benim üstüme yımaktan başka çare bulamadılar.
Onların, Bizim emirimiz Ali, bu
yanlışımıza katılmamalıydı; kendisinin
ve yakınlarının ölümüyle de sonuçlansaydı kendi
görüşüne göre hareket etmeliydi. Ama o, görüşümüzün hatalı
olduğunu bilmesine rağmen bize uydu ve bu işiyle kafir oldu.
Onun tövbe etmesi lazım, eğer tövbe etmezse onun kanı bize
helaldir, onu öldürmek lazımdır dediler.
Bunlar böyle
batıl bir görüş üzere toplanıp büyük bir cemaat
oluşturdular ve 'Hüküm ancak Allah'ındır' sloganları
attılar. Sonra bir kaç gruba ayrılıp üç değişik
yere doğru hareket ettiler.
Bunlar yolda
gördükleri her Müslümandan bir kaç sorup görüşünü alıyor ve
görüşleri kendi görüşleriyle tutmadığında onun
kanını helal bilip öldürüyorlardı.
Ben önce
onların iki grubuyla görüştüm; onları hakka uymaya, Allah'a
itaat edip Ona döneye davet ettim. Ama kabul etmediler; hasta kalpleri
savaştan başka bir şeye razı olmuyordu. Sonunda onlarla
savaşmak zorunda kaldık ve Allah Teala onları helak etti.
Ey Yahudi
kardeş, eğer onlar inatlarından ve cehaletlerinden vazgeçip
kendilerini ölüme atmasaydılar, şimdi İslam'ın
gelişmesine yardım edecek çok büyük bir güç
olurlardı.
Sonra onlardan
arta kalan üçüncü gruba mektuplar yazdım ve onların yanına zühd
ve takva sahibi olarak tanıdıkları elçiler gönderdim. Ama sanki
bunları alın yazsı öteki dostlarının kaderleriyle
düğümlemişti. Bunlar da önceki grubun yolunu takip ettiler de
önlerine çıkan herkesi kılıçtan geçirmeye başladılar.
Onların işlediği cinayetler ardı sıra bana
ulaşıyordu. Onları hidayet yoluna eriştirmek için elimden
geleni yaptım. Onlara; bu işlerden vazgeçip tövbe edecek
olsalar kendilerini affedeceğimi, can ve mallarının
salgınlığını koruyacağımı yazdım.
Bu mesajı defalarca bunlarla (Maliki Eşter, Hanif bin Kays, Sa'd bin
Kays-ı Arehebiy) gönderdim. Ama hiç fayda vermedi ve sonunda onlarla
savaştık. Onlar dört bini aşkın bir orduydu. Sonunda
bir kaç kişi hariç hepsi öldüler. Ben bu ashabımın huzurunda,
eli yerine kadın göğsü gibi bir memesi olan "Zussedyin cesedini
ölülerin arasından çekip çıkardım.
Böylece fitnenin
gözünü çıkarıp söndürdüm bu işi benden başka hiç kimse
yapamazdı.
Sonra
ashabına dönerek; İş böyle değil miydi? diye sordu. Onlar
da; Öyledir Ey Müminlerin Emiri dediler.
Ey Yahudi
kardeş! Bunlar Peygamber-i Ekremin hayatında ve ondan sonra on dört
imtihan başıma gelen imtihanlardı. Allah'ın
yardımıyla hepsinden başarıyla çıktım. Ama
son bir imtihan kaldı, onun da zamanı çok geçmez yetişir
bururdu.
Bunu duyan ashap
ve Yahudi adam şiddetle ağladılar ve bu son imtihanın ne
olduğunu sordular.
İmam eliyle
anlına ve sakalına işaret edip;
Bu
sakalımın başımın kanıyla
boyanmasıdır dedi.
Bunu duyan
halkın camide yüksek sesle ağlayış ve
haykırışı Kufe şehrine yayıldı. Evlerinde
oturan insanlar bu sesi duyup sokağa döküldüler.
Bunun üzerine,
Hz. Ali`nin (a.s) huzurunda Müslüman olan Yahudilerin reisi Hz. Ali`nin
(a.s)nı şahadetine kadar Kufeden ayrılmadı. İmam Ali
(a.s) İbn-i Mülcem tarafından şehit edilince, İbn-i
Mülcemi yakalayıp İmam Hasan'ın (a.s) huzuruna getirdiklerinde
eskiden Yahudi olan o adam, İmam Hasan'a (a.s.) hitaben; ey Eba Muhemmed,
Allah bunu öldürsün, bunu öldür. Ben Hz. Musa'ya (a.s.) inen kitapta, bu
adamın, kardeşini öldüren Kabilden ve Hz. Salihin (a.s.) devesini
öldüren katilden daha günahkâr ve daha sapık olduğunu gördüm."
dedi.
(ed-Deylemi
İrşadul Kulûb C.2, S.213-235 / el-Meclisi Biharül Envar C.38, S.167- / eş-Şeyh
Müfid el-İhtisas S.163- / eş-Şeyh as-Saduk el-Hisal S.364-
Hadis No: 58)
[مكالمته
عليه السلام
مع رأس
اليهود]
بحذف
الاسناد
مرفوعاً إلى
الباقر عليه
السلام قال:
قال محمد بن
الحنفية: أتى
رأس اليهود إلى
أمير
المؤمنين
عليه السلام
عند منصرفه من
وقعة
النهروان وهو
جالس في مسجد
الكوفة، فقال:
يا أمير
المؤمنين
اُريد أن
أسألك عن
أشياء لا
يعلمها إلاّ
نبيّ أو وصيّ
نبيّ، قال: سل
عمّا بدا لك
يا أخا
اليهود.
قال: إنّا
نجد في الكتاب
انّ الله
عزوجل إذا بعث
نبيّاً أوحى
إليه أن يتّخذ
من أهل بيته
من يقوم
[مقامه] في
اُمّته من
بعده، وأن
يعهد إليهم
فيه عهداً
يحتذى عليه
ويعمل به في
اُمّته من بعده،
قال: نعم، ثمّ
قال: وانّ
الله عزوجل
يمتحن
الأوصياء في
حياة
الأنبياء
ويمتحنهم بعد وفاتهم،
فأخبرنا كم
يمتحن الله
الأوصياء في حياة
الأنبياء من
مرّة، وكم
يمتحنهم بعد
وفاتهم، وإلى
من يصير أمر
الأوصياء إذا
رضى بمحنتهم؟
قال له عليّ
عليه السلام:
تحلف بالله الذي
لا إله إلاّ
هو الذي فلق
البحر لموسى،
وأنزل عليه
التوراة لئن
خبرتك بحق
عمّا سألتني
عنه لتؤمننّ
به؟ قال: نعم،
قال عليّ عليه
السلام: [انّ
الله تعالى
يمتحن
الأوصياء في
حياة الأنبياء
في] سبعة
مواطن ليبتلي
طاعتهم، فإذا
رضى طاعتهم
ومحنتهم أمر
الأنبياء أن
يتّخذوهم
أولياء في
حياتهم
وأوصياء بعد
وفاتهم، فتصير
طاعة
الأوصياء في
أعناق الاُمم
موصولة بطاعة
الأنبياء،
ثمّ يمتحن
الأوصياء بعد
وفاة
الأنبياء في
سبعة مواطن
ليبتلي
صبرهم، فإن
رضى محنتهم
ختم لهم
بالسعادة.
قال له رأس
اليهود: صدقت
يا أمير
المؤمنين، فأخبرني
كم امتحنك
الله في حياة
محمد صلّى
الله عليه
وآله من مرّة؟
وكم امتحنك
بعد وفاته من
مرّة؟ وإلى ما
يصير آخر
أمرك؟ فأخذ
أمير
المؤمنين
عليه السلام
بيده وقال:
انهض معي
لاُنبئك بذلك
يا أخا اليهود،
فقام إليه
جماعة من
أصحابه
وقالوا: يا أمير
المؤمنين
أنبئنا بذلك
معه، قال: إنّي
أخاف أن لا
تحتمله
قلوبكم،
قالوا: ولِمَ
ذلك يا أمير
المؤمنين؟
فقال: لاُمور
بدت لي من كثير
منكم.
فقام إليه
الأشتر فقال:
يا أمير
المؤمنين أنبئنا
بذلك فوالله
انّا لنعلم
انّه ما على
ظهر الأرض
وصيّ نبيّ
سواك، وانّا
لنعلم انّ
الله عزوجل لا
يبعث بعد
نبيّنا صلّى
الله عليه
وآله نبيّاً
سواه، وانّ
طاعتك في أعناقنا
موصولة بطاعة
نبيّنا، فجلس
عليّ عليه
السلام وأقبل
على اليهودي
فقال: يا أخا
اليهود انّ
الله عزوجل
امتحنني في
حياة نبيّنا
صلّى الله
عليه وآله في
سبعة مواطن
فوجدني فيهنّ
ـ من غير
تزكية لنفسي
بنعمة الله ـ
له مطيعاً،
قال: فيم وفيم
يا أمير
المؤمنين،
قال:
أمّا
أوّلهنّ فإنّ
الله تعالى
أوحى إلى نبيّنا
محمد صلّى
الله عليه
وآله وحمّله
الرسالة،
وأنا أحدث أهل
بيته سنّاً،
أخدمه في
بيته، وأسعى
بين يديه في
أمره، فدعا
صغير بني عبد
المطّلب
وكبيرهم إلى
شهادة أن لا
إله إلاّ الله،
وأنّ محمداً
رسول الله،
فامتنعوا من
ذلك وأنكروه
عليه، وهجروه
ونابذوه
واعتزلوه واجتنبوه،
وسائر الناس
مقصية له
مخالفة عليه
لما ورد عليهم
ما لا يحتمله
قلوبهم، ولم
تدركه عقولهم.
فأجبت رسول
الله وحدي إلى
ما دعاني إليه
مسرعاً
مطيعاً
موقناً، لم
يختلجني في
ذلك الأخاليج،
فمكثنا بذلك
ثلاث حجج ليس
على ظهر الأرض
خلق يصلّي لله
ويشهد لرسول
الله صلّى الله
عليه وآله بما
آتاه الله
غيري وغير
ابنة خويلد
رحمها الله ـ
وقد فعل ـ،
ثمّ أقبل على
أصحابه فقال:
أليس كذلك؟
قالوا: بلى يا
أمير المؤمنين.
وأمّا
الثانية يا
أخا اليهود
فإنّ قريشاً
لم تزل تخيل
الآراء وتعمل
الحيل في قتل
النبي صلّى
الله عليه
وآله حتّى إذا
كان آخر ما
اجتمعت في ذلك
الدار ـ دار
الندوة ـ وابليس
الملعون حاضر
في صورة أعور
ثقيف، فلم تزل
تضرب أمرها
ظهراً لبطن
حتّى اجتمعت
آراؤها على أن
ينتدب من كلّ
فخذ من قريش
رجلا، ثمّ
يأخذ كلّ رجل
منهم سيفه،
ثمّ يأتي
النبي صلّى
الله عليه
وآله وهو نائم
على فراشه،
فيضربوه
بأسيافهم
جميعاً ضربة
رجل واحد
فيقتلوه، فإذا
قتلوه منعت
قريش رجالها
فلم تسلّمه،
ويمضي دمه
هدراً.
فهبط
جبرئيل عليه
السلام على
النبي صلّى
الله عليه
وآله فأنبأه
بذلك، وخبره
بالليلة التي
يجتمعون فيها
والساعة التي
يأتون فراشه
فيها، وأمره
بالخروج في
الوقت الذي
خرج فيه إلى
الغار،
فأنبأني رسول
الله صلّى
الله عليه
وآله بالخبر،
وأمرني أن
أضطجع في مضجعه
وأقيه بنفسي،
فأسرعت في ذلك
مطيعاً مسروراً
به نفسي
لاُقتل دونه.
فمضى صلّى
الله عليه
وآله لوجهه
واضطجعت في
مضجعه، ثمّ
أقبلت رجالات
قريش موقنة في
أنفسها بقتل
النبي صلّى
الله عليه
وآله، فلمّا
استوى بي وبهم
البيت الذي
أنا فيه
ناهضتهم
بسيفي،
ودفعتهم عن
نفسي بما علمه
الله والناس
منّي، ثمّ
أقبل على أصحابه
وقال: أليس
كذلك؟ قالوا:
بلى يا أمير المؤمنين.
وأمّا
الثالثة يا
أخا اليهود
فإنّ ابني
ربيعة وابني
عتبة كانوا
فرسان قريش،
ودعوا إلى البراز
يوم بدر، فلم
يبرز لهم خلق
من قريش، فأنهضني
رسول الله
صلّى الله
عليه وآله مع
صاحبيّ رضي
الله عنهما ـ
يريد بصاحبيه
حمزة بن عبد
المطلب،
وعبيدة بن
الحارث بن عبد
المطلب ـ وقد
فعل، وأنا
أحدث أصحابي
سنّاً وأقلّهم
بالحرب
تجربة، فقتل
الله بيدي
وليداً وشيبة
سوى من قتلته
من جحاجحة
قريش في ذلك
اليوم وسوى من
أسرت، وكان
منّي أكثر
ممّا كان من أصحابي،
واستشهد ابن
عمّي في ذلك
اليوم رحمه الله،
ثمّ التفت إلى
أصحابه وقال:
أليس كذلك؟
قالوا: بلى يا
أمير
المؤمنين.
وأمّا
الرابعة يا
أخا اليهود
فإنّ أهل مكة
أقبلوا إلينا
عن بكرة
أبيهم، قد
استجاشوا
مَنْ يليهم من
قبائل العرب
وقريش طالبي
بثأر مشركي
قريش في بدر،
فهبط جبرئيل
عليه السلام
على النبي
صلّى الله
عليه وآله
فأنبأه بذلك،
فتأهّب النبي
صلّى الله
عليه وآله
وعسكر
بأصحابه في سد
سفح اُحد،
وأقبل
المشركون
فحملوا علينا
حملة رجل
واحد،
فاستشهد من
المسلمين من
استشهد، وكان
ممّن بقي ما
كان من
الهزيمة،
وبقيت مع رسول
الله صلّى
الله عليه
وآله ومضى
المهاجرون والأنصار
إلى منازلهم
من المدينة،
كلّ يقول: قُتل
رسول الله
وقُتل أصحابه.
ثمّ ضرب
الله عزوجل
وجوه
المشركين،
وقد جرحت بين
يدي رسول الله
صلّى الله
عليه وآله نيف
وسبعين
جراحة، منها
هذه وهذه ـ
ثمّ ألقى
رداءه وأمرّ
يده على
جراحاته ـ
وكان منّي في
ذلك ما على
الله ثوابه إن
شاء الله، ثمّ
التفت إلى أصحابه
وقال: أليس
كذلك؟ قالوا:
بلى يا أمير
المؤمنين.
وأمّا
الخامسة يا
أخا اليهود
فإنّ قريشاً
والعرب
تجمّعت وعقدت
بينها عقداً
وميثاقاً لا ترجع
من وجهها حتّى
تقتل رسول
الله صلّى
الله عليه
وآله وتقتلنا
معه معاشر بني
عبد المطلب،
ثمّ أقبلت
بحدّها
وحديدها حتّى
أناخت علينا بالمدينة
وأيقنت
لأنفسها
بالظفر فيما
توجّهت له،
فهبط جبرئيل
عليه السلام
على النبي صلّى
الله عليه
وآله فأنبأه
بذلك، فخندق
على نفسه ومن
معه من
المهاجرين
والأنصار،
فَقَدمتْ قريش
فأقامت على
الخندق
محاصرة لنا
ترى في أنفسها
القوّة وفينا
الضعف، تبرق
وترعد ورسول الله
صلّى الله
عليه وآله
يدعوها إلى
الله ويناشدها
بالقرابة
والرحم فتأبى
ولا يزيدها
ذلك إلاّ
عتوّاً.
وفارسها
فارس العرب
يومئذ عمرو بن
عبدود، يهدر
كالبعير
المغتلم يدعو
إلى البراز
ويرتجز ويخطر
برمحه مرّة
وبسيفه
اُخرى، لا
يقدم عليه
مقدم، ولا
يطمع له طامع،
لا حمية
تهيّجه ولا
بصيرة تنجعه،
فأنهضني إليه
رسول الله
صلّى الله
عليه وآله
وعمّمني
بيده، وأعطاني
سيفه هذا ـ
وضرب بيده إلى
ذي الفقار ـ
فخرجت إليه
ونساء أهل
المدينة
بواكي
إشفاقاً عليّ
من ابن عبدود،
فقتله الله
بيدي والعرب
لا تعد لها
فارساً غيره،
وضربني هذه
الضربة ـ وأومأ
بيده إلى
هامته ـ فهزم
الله قريشاً
والعرب بذلك
وبما كان منّي
فيهم من
النكاية، ثمّ التفت
إلى أصحابه
فقال: أليس
كذلك؟ قالوا:
بلى يا أمير
المؤمنين.
وأمّا
السادسة يا
أخا اليهود
فإنّا وردنا
مع رسول الله
صلّى الله
عليه وآله
مدينة أصحابك خيبر
على رجال
اليهود
وفرسانها من
قريش وغيرها،
فتلقونا
بأمثال الجبال
من الخيل
والرجال
والسلاح، وهم
في أمنع دار
وأكثر عدد،
كلّ ينادي
للبراز
وينادي للقتال،
فلم يبرز لهم
من أصحابي أحد
إلاّ قتل حتّى
إذا احمرّ
الحدق، ودعيت
إلى البراز،
وأهمت كلّ
امرء نفسه،
والتفت بعض
أصحابي إلى
بعض وكلّ
يقول: يا أبا
الحسن، يا أبا
الحسن انهض.
فأنهضني
رسول الله
صلّى الله
عليه وآله إلى
دارهم، فلم
يبرز إليّ
منهم أحد إلاّ
قتلته، ولا
ثبت لي فارس
إلاّ طعنته،
ثمّ شددت
عليهم شدّة
الليث على
فريسته حتّى
أدخلتهم
مدينتهم مشدّداً
عليهم،
واقتلعت باب
حصنهم بيدي،
ثمّ دخلت
عليهم
مدينتهم وحدي
أقتل من يظهر
فيها من
رجالها،
وأسبي من أجد
من نسائها
حتّى افتتحتها
وحدي، ولم يكن
لي فيها معاون
إلاّ الله وحده،
ثمّ التفت إلى
أصحابه وقال:
أليس كذلك؟ قالوا:
بلى يا أمير
المؤمنين.
وأمّا
السابعة يا
أخا اليهود
فإنّ رسول
الله صلّى
الله عليه
وآله لمّا
توجّه لفتح
مكة أحبّ أن
يعذر إليهم
ويدعوهم إلى
الله عزوجل
آخراً كما
دعاهم أوّلا،
فكتب إليهم
كتاباً
يحذّرهم فيه
وينذرهم عذاب
ربّهم،
ويعدهم الصفح
عنهم ويمنّيهم
مغفرة ربّهم،
ونسخ لهم فيه
آخر سورة
براءة لتقرأ
عليهم، ثمّ
عرض على
أصحابه
المضيّ به إليهم،
فكلّهم يرى
التثاقل فيه،
فلمّا رأى ذلك
ندب منهم رجلا
يوجه به،
فأتاه جبرئيل
عليه السلام
فقال: يا محمد
إنّه لا يؤدّي
عنك إلاّ أنت
أو رجل منك.
فأنبأني
رسول الله
صلّى الله
عليه وآله
بذلك،
ووجّهني
بكتابه
ورسالته إلى
أهل مكة، فأتيت
مكة وأهلها من
قد عرفتم ليس
منهم أحد إلاّ
ولو قدر أن
يضع على كلّ
جبل منّي
إربااً لفعل،
ولو بذل في
ذلك نفسه
وأهله وماله
وولده،
فبلّغتهم
رسالة النبي
صلّى الله عليه
وآله، وقرأت
عليهم كتابه،
فكلّ تلقّاني بالتهدّد
والوعيد،
ويبدي لي
البغضاء،
ويظهر لي
الشحناء من
رجالهم
ونسائهم،
فكان منّي في
ذلك ما قد
رأيتم، ثمّ
التفت إلى
أصحابه وقال:
أليس كذلك؟
قالوا: بلى يا
أمير
المؤمنين.
قال: يا أخا
اليهود هذه
المواطن
السبعة التي امتحنني
ربّي مع نبيّه
فوجدني فيها
كلّها بمنّه
مطيعاً، ليس
لأحد فيها مثل
الذي لي، ولو
شئت لوصفت ذلك
ولكنّ الله
تعالى نهى عن
التزكية.
فقالوا:
والله يا أمير
المؤمنين لقد
صدقت، فوالله
لقد أعطاك
الله عزوجل
الفضيلة
بالقرابة من
نبيّنا صلّى
الله عليه
وآله، وأسعدك
بأن جعلك أخاه
تنزل منه
بمنزلة هارون
من موسى، وفضّلك
بالمواقف
التي باشرتها
والأهوال
التي ركبتها،
وذكر لك الذي
ذكرت وأكثر
منه ممّا لم
تذكره، وممّا
ليس لأحد من
المسلمين
مثله، يقول
ذلك من شهدك
منّا مع
نبيّنا ومن
شهدك بعده.
فأخبرنا يا
أمير
المؤمنين بما
امتحنك الله
به بعد نبيّنا
صلّى الله
عليه وآله
فاحتملته
وصبرت عليه،
فلو شئت أن
نصف نحن ذلك
لوصفناه
علماً منّا
به، وظهور
منّا عليه،
إلاّ انّا
نحبّ أن نسمع
ذلك منك كما
سمعنا منك ما
امتحنك الله
به في حياته
فأطعته فيه.
قال عليه
السلام: يا
أخا اليهود
انّ الله عزوجل
امتحنني بعد
وفاة نبيّه
صلّى الله
عليه وآله في
سبعة مواطن،
فوجدني فيهنّ
من غير تزكية
لنفسي بمنّه
ونعمته
صبوراً.
أمّا
أوّلهنّ يا
أخا اليهود
فإنّه لم يكن
لي خاصة دون
المسلمين عامة
أحدآنس به،
ولا أستقيم
إليه، ولا
أعتمد عليه،
ولا أتقرّب به
غير رسول الله
صلّى الله عليه
وآله، هو
ربّاني
صغيراً،
وبوّأني
كبيراً،
وكفاني
العيلة،
وجبرني من
اليتم،
وأغناني عن
الطلب،
ووقاني
التكسّب،
وعالني في
النفس والأهل
والولد، هذا
في تصاريف
اُمور الدنيا
مع ما خصّني
به من الدرجات
التي قادتني
إلى معالي
الحظوة عند
الله عزوجل.
فنزل بي من
وفاة رسول
الله صلّى
الله عليه وآله
ما لم يكن
أظنّ انّ
الجبال لو
حملته كانت تنهض
به، فرأيت
الناس من أهل
بيتي من بين
جازع لا يملك
جزعه، ولا
يضبط نفسه،
ولا يقوى على
حمل فادح ما
نزل به حتّى
قد أذهب الجزع
صبره، وأذهل
عقله، وحال
بينه وبين
الفهم
والافهام
والقول
والاستماع،
وسائر الناس
من غير بني
عبد المطلب
بين معزى يأمر
بالصبر، وبين
مساعد على
البكاء جازعين
لجزعي.
فحملت نفسي
على الصبر بعد
وفاته، ولزمت
الصمت
والاشتغال
بما أمرني به
من تجهيزه
وتغسيله
وتحنيطه
وتكفينه،
والصلاة عليه،
ووضعه في
حفرته، وجمع
كتاب الله
وعهده إلى خلقه،
لا يشغلني عن
ذلك بادر
دمعة، ولا
هائج زفرة،
ولا لاذع
حرقة، ولا
جليل مصيبة
حتّى أدّيت في
ذلك الحقّ
الواجب لله
عزوجل عليّ
لرسوله صلّى
الله عليه
وآله، وبلغت
فيه الذي
أمرني به،
فاحتملته
صابراً
محتسباً، ثمّ
التفت إلى
أصحابه فقال:
أليس كذلك؟
قالوا: بلى يا
أمير المؤمنين.
أمّا
الثانية يا
أخا اليهود،
فإنّ رسول
الله صلّى
الله عليه
وآله أمّرني
في حياته على
جميع اُمّته،
وأخذ على جميع
من أحضره منهم
البيعة لي
بالسمع
والطاعة،
وأمرهم أن
يبلغ الشاهد
منهم الغائب
في ذلك، فكنت
المؤدّي
إليهم عن رسول
الله صلّى
الله عليه
وآله أمره إذا
حضرته،
والأمير على
من حضرني منهم
إذا فارقته،
لا يختلج في
نفسي منازعة
أحد من الخلق
لي في شيء من
الأمر في حياة
النبي صلّى
الله عليه
وآله ولا بعد
وفاته.
ثمّ أمر
رسول الله
صلّى الله
عليه وآله
بتوجيه الجيش
الذي وجهه مع
اُسامة بن زيد
عندما أحدث
الله به من
المرض الذي
توفّاه فيه،
فلم يدع النبي
صلّى الله عليه
وآله أحد من
قبائل العرب
ولا الأوس ولا
الخزرج
وغيرهم من
سائر الناس
ممّن يخاف على
نقضه أو
منازعته، ولا
أحد ممّن
يراني بعين
البغضاء ممّن
قد وترته بقتل
أبيه أو أخيه أو
حميمه إلاّ
وجّهه في ذلك
الجيش، ولا من
المهاجرين
والأنصار
والمسلمين
وغيرهم من
المؤلّفة
قلوبهم
والمنافقين،
لتصفوا قلوب
من يبقى معي
بحضرته،
ولئلاّ يقول
قائل شيئاً
ممّا أكره،
ولا يدفعني
دافع عن
الولاية
والقيام باُمور
رعيّته
واُمّته من
بعده.
ثمّ كان آخر
ما تكلّم به
في شيء من أمر
اُمّته أن
يمضي جيش
اُسامة ولا
يتخلّف عنه
أحد ممّن أنهض
معه، وتقدّم
في ذلك أشدّ
التقدّم،
وأوعز فيه
أبلغ
الايعاز،
وأكّد فيه
أكثر
التأكيد، فلم
أشعر بعد أن
قُبض النبي
صلّى الله
عليه وآله
إلاّ برجال
ممّن بعث مع
اُسامة بن زيد
وأهل عسكره قد
تركوا
مراكزهم،
وأخلوا
بمواضعهم،
وخالفوا أمر
رسول الله
صلّى الله
عليه وآله
فيما أنهضهم
له وأمرهم به
وتقدّم إليهم
من ملازمة
أميرهم،
والمسير معه
تحت لوائه
حتّى ينفذ
لوجهه الذي
وجّهه إليه.
فخلّفوا
أميرهم
مقيماً في
عسكره،
وأقبلوا يتبادرون
على الخيل
ركضاً إلى حل
عقدة عقدها الله
عزوجل ورسوله
لي في
أعناقهم،
فحلّوها ونكثوها
وعقدوا
لأنفسهم
عقداً ضجّت به
أصواتهم،
واختصّت به
آراؤهم من غير
مناظرة لأحد
منّا من بني
عبد المطلب،
أو مشاركة في
رأي، أو
استقالة لما
في أعناقهم من
بيعتي.
فعملوا ذلك
وأنا برسول
الله صلّى
الله عليه وآله
مشغول
بتجهيزه عن
سائر
الأشياء،
فإنّه كان
أهمّها وأحقّ
ما بُدئ منها،
وكان هذا يا
أخا اليهود
أفدح ما ورد
على قلبي مع
الذي أنا فيه
من عظيم
الرزية،
وفاجع
المصيبة،
وفقد من لا
خلف منه إلاّ
الله عزوجل،
فصبرت عليها إذ
أتت بعد اختها
على تقاربها
وسرعة
اتّصالها،
ثمّ التفت إلى
أصحابه وقال:
أليس كذلك؟
قالوا: بلى يا
أمير
المؤمنين.
أمّا
الثالثة يا
أخا اليهود،
فإنّ القائم
بعد النبي صلى
الله عليه
وآله كان
يلقاني معتذراً
في كلّ أيّامه
ويلزم غيره ما
ارتكبه من أخذ
حقّي ونقض
بيعتي،
ويسألني
تحليله، فكنت
أقول: تنقضي
أيّامه ثمّ
أرجع إلى حقّي
الذي جعله
الله عزوجل لي
عفواً هنيئاً
من غير أن
أحدث في
الإسلام مع
حدوثه وقرب
عهده
بالجاهلية
حدثاً في طلب
حقّي بمنازعة،
لعلّ فلاناً
يقول فيها:
نعم، وفلاناً
يقول: لا،
فيؤول ذلك من
القول إلى
الفعل.
وجماعة من
خواص أصحاب
محمد صلى الله
عليه وآله
[ممّن] أعرفهم
بالنصح لله
ولرسوله
ولكتابه ولدينه
والإسلام
يأتوني عوداً
وبدواً وعلانية
وسرّاً
فيدعوني إلى
أخذ حقّي،
ويبذلون أنفسهم
في نصرتي
ليؤدّوا إليّ
بذلك بيعتي في
أعناقهم،
وأقول: رويداً
وصبراً قليلا
لعلّ الله أن
يأتيني بذلك
عفواً بلا
منازعة ولا
إراقة الدماء،
فقد ارتاب
كثير من الناس
بعد وفاة النبي
صلى الله عليه
وآله، وطمع في
الأمر بعده من
ليس له بأهل،
فقال كلّ قوم:
منّا أمير
[ومنكم أمير]،
وما طمع
القائلون في
ذلك إلاّ لتناول
الأمر غيري.
فلمّا قربت
وفاة القائم
وانقضت
أيّامه صيّر الأمر
من بعده
لصاحبه،
فكانت هذه
اُخت اُختها،
ومحلّها منّي
مثل محلّها،
وأخذا منّي ما
جعله الله
عزوجل لي،
فاجتمع إليّ
نفر من أصحاب محمد
صلى الله عليه
وآله ممّن مضى
رحمه الله ومن
بقى ممّن
أخّره الله من
اجتمع،
فقالوا لي
فيها مثل الذي
قالوا لي في
اُختها.
فلم يعد
قولي الثاني
قولي الأوّل
صبراً واحتساباً
ويقيناً،
اشفاقاً من أن
تفنى عصبة تألّفهم
رسول الله صلى
الله عليه
وآله باللين
مرّة وبالشدة
اُخرى،
وبالبذل مرّة
وبالسيف اُخرى،
حتّى لقد كان
من تألّفه لهم
أن كان الناس
في الكن
والقرار
والشبع والري
واللباس
والوطأة
والدثار،
ونحن أهل بيت
محمد لا سقوف
لبيوتنا ولا
أبواب ولا
ستور إلاّ
الجرائد وما
أشبهها، ولا
وطاء لنا، ولا
دثار علينا،
يتناول الثوب
الواحد في
الصلاة
أكثرنا، ونطوي
الأيّام
والليالي
جوعاً
مشاعاً،
وربّما أتانا
الشيء ممّا
أفاء الله
علينا وصيّره
لنا خاصة دون
غيرنا، ونحن
على ما وصفت
من حالنا، فيؤثر
به رسول الله
صلى الله عليه
وآله أصحاب النعم
والأموال
تألّفاً لهم.
فكنت أحق من
لم يفرق هذه
العصبة التي
ألّفها رسول
الله صلى الله
عليه وآله ولم
يحملها على الخطيئة
التي لا خلاص
لها منها دون
بلوغها أو
فناء آجالها،
لأنّي لو نصبت
نفسي بدعوتي
إلى نصرتي
كانوا في أمري
على أحد
منزلتين،
امّا متّبع
مقاتل وامّا
مقتول إن لم
يتبع الجميع،
وامّا خاذل يكفر
بخذلانه إن
قصّر في نصرتي
أو أمسك عن
طاعتي، وقد
علم انّي منه
بمنزلة هارون
من موسى، يحلّ
بهم في
مخالفتي
والامساك عن
نصرتي ما أحلّ
قوم موسى
بأنفسهم في
مخالفة هارون
وترك طاعته.
ورأيت
تجرّع الغصص،
وردّ أنفاس
الصعداء، ولزوم
الصبر حتّى
يفتح الله
عزوجل أو يقضي
بما أحبّ أن
يُدان في
حقّي، وأرفق
بالعصابة
التي وصفت أمرهم،
وكان أمر الله
قدراً مقدوراً،
ولو لم اتق
هذه الحال يا
أخا اليهود ثم
طلبت حقّي
لكنت أولى
ممّن طلبه،
لعلم من مضى من
أصحاب رسول
الله صلى الله
عليه وآله ومن
بحضرتك منهم،
فإنّي كنت
أكثر عدداً،
وأعزّ عشيرة،
وأمنع رجالا،
وأطوع أمراً،
وأوضح حجّة، وأكثر
في هذا الدين
مناقباً
وآثاراً
لسوابقي
وقرابتي
ووراثتي،
فضلا عن
استحقاقي ذلك
بالوصية التي
لا مخرج
للعباد منها،
والبيعة المقدمة
في أعناقهم
ممّن تناولها.
ولقد قُبض
رسول الله صلى
الله عليه
وآله وانّ ولاية
الامامة في
يده وفي بيته
لا في يد الذي تناولوها
ولا في
بيوتهم، وانّ
أهل بيته الذين
أذهب الله
عنهم الرجس
أهل البيت
وطهّرهم
تطهيراً أولى بالأمر
بعده من غيرهم
في جميع
الخصال، ثمّ
التفت إلى
أصحابه وقال:
أليس كذلك؟
قالوا: بلى يا
أمير
المؤمنين.
وأمّا
الرابعة يا
أخا اليهود،
فإنّ القائم بعد
صاحبه كان
يشاورني في
موارد
الاُمور فيصدرها
عن أمري،
ويناظرني في غوامضها
فيمضيها عن
رأيي لا اُعلم
أحداً ولا يعلمه
أصحابي، ولا
يناظره في ذلك
غيري، ولا يطمع
في الأمر بعده
سواي، فلمّا
أتته منيّته على
فجأة بلا مرض
كان قبله، ولا
أمر كان أمضاه
في صحّة من
بدنه، لم أشك
أن قد استرجعت
حقّي في عافية
بالمنزلة
التي كنت
أطلبها،
والعافية
التي كنت
ألتمسها،
وانّ الله
عزوجل يأتي بذلك
على أحسن ما
رجوت، وأفضل
ما أمّلت.
فكان من
فعله أن أختم
أمره بأن سمّى
قوماً أنا
سادسهم، ولم
يساوني بواحد
منهم، ولا ذكر
لي حالا في
وراثة
الرسول، ولا
قرابة ولا
صهراً ولا
نسباً، ولا
كان لواحد
منهم سابقة من
سوابقي، ولا
أثر من آثاري،
فصيّرها شورى
بيننا وصيّر
ابنه حاكماً
علينا، وأمره
أن يضرب أعناق
الستة الذين
صيّر الأمر
فيهم إن لم
ينفذوا أمره،
وكفى بالصبر
على هذا يا
أخا اليهود
صبراً.
فمكث القوم
أيّامهم كلّ
يخطبها لنفسه
وأنا ممسك، قد
سألوني عن
أمري
فناظرتهم في
أيّامي وأيّامهم
وآثاري
وآثارهم،
وأوضحت لهم ما
لم يجهلوه من
وجوه
استحقاقي لها
دونهم،
وذكّرتهم عهد
رسول الله صلى
الله عليه
وآله إليهم وتأكيد
ما أكّده لي
من البيعة في
أعناقهم،
دعاهم حبّ
الامارة،
وبسط الأيدي
والألسن في
الأمر
والنهي،
والركون إلى
الدنيا،
والاقتداء بالماضين
قبلهم إلى
تناول ما لم
يجعل الله
عزوجل لهم،
فإذا خلوت
بالواحد منهم
ذكّرته أيّام
الله،
وحذّرته ما هو
قادم عليه
وصائر إليه،
التمس منّي
شرطاً أن
اُصيّرها له
بعدي.
فلما لم
يجدوا عنّي
إلاّ المحجّة
البيضاء، والحمل
على كتاب الله
عزوجل،
ووصيّة
الرسول صلى
الله عليه
وآله من إعطاء
كلّ امرئ منهم
ما جعله الله
له،
ومَنْعِهِ ما
لم يجعل الله
له أزواها عنّي
إلى ابن عفان
طمعاً في
التبحبح معه
فيها، وابن
عفان رجل لم
يستويه بواحد
ممّن حضره حال
قط فضلا عمّن
دونهم، لا
ببدر التي هي
سنام فخرهم،
ولا غيرها من
المآثر التي
أكرم الله
عزوجل بها
رسوله ومن
اختصّه معه من
أهل بيته.
ثمّ لم أعلم
القوم أمسوا
من يومهم حتّى
ظهرت ندامتهم،
ونكصوا على
أعقابهم،
وأحال بعضهم على
بعض، كلّ يلوم
نفسه ويلوم
صاحبه، ثمّ لم
تطل الأيام
بالمستبد
بالأمر ابن
عفان حتّى كفروه
وتبرّؤوا
منه، ومشى إلى
أصحابه خاصة وسائر
أصحاب رسول
الله صلى الله
عليه وآله يستقيلهم
من بيعته،
ويتوب إلى
الله عزوجل من
فلتته، فكانت
هذه يا أخا
اليهود أكبر
من اُختها وأقطع
وأحرى أن لا
يُصبر عليها،
فنالني منها الذي
وصفه ما لم
يجد فيه، ولم
يكن عندي إلاّ
الصبر على ما
أمض وأبلغ
منها.
ولقد أتاني
الباقون من
الستة من
يومهم كلّ
راجع عمّا كان
ركب منّي
يسألني خلع
ابن عفان
والوثوب عليه
وأخذ حقّي،
ويعطيني
صفقته وبيعته
على الموت تحت
رايتي أو يردّ
الله عزوجل
عليّ حقّي،
فوالله يا أخا
اليهود ما
منعني منها
إلاّ الذي
منعني من
اُختيها
قبلها، ورأيت
الابقاء على
من بقى من
الطائفة أبهج
لي وآنس لقلبي
من فنائها،
وعلمت انّي إن
حملتها على
دعوة الموت
ركبته، فامّا
نفسي فقد علم
من حضر ممّن
ترى ومن غاب من
أصحاب محمد
صلى الله عليه
وآله انّ
الموت عندي
بمنزلة شربة
الباردة في
اليوم الشديد
الحر من ذي
العطش الصدي.
ولقد كنت
عاهدت الله
عزوجل ورسوله
أنا، وعمّي
حمزة، وأخي
جعفر، وابن
عمّي عبيدة
على أمر وفينا
به لله عزوجل
ولرسوله،
فتقدّمني
أصحابي وخلفت
بعدهم لما
أراد الله
عزوجل، فأنزل
عزوجل فينا: {مِنَ
الْمُؤْمِنِينَ
رِجَالٌ
صَدَقُوا مَا
عَاهَدُوا
اللَّهَ
عَلَيْهِ
فَمِنْهُم مَّن
قَضَى نَحْبَهُ
وَمِنْهُم
مَّن
يَنتَظِرُ
وَمَا بَدَّلُوا
تَبْدِيلًا}(الأحزاب:
23)
حمزة وعبيدة
وجعفر [قضوا
نحبهم]، وأنا
والله المنتظر
يا أخا اليهود
وما بدّلت
تبديلا.
وما سكتني
عن ابن عفان
وحثّني على
الامساك إلاّ
انّي عرفت من
أخلاقه فيما
اختبرت منه ما
لن يدعه حتّى
يستدعي
الأباعد إلى
قتله وخلعه
فضلا عن
الأقارب وأنا
في عزلة،
فتصبّرت حتّى
كان ذلك لم
أنطق فيه بحرف
من لا ولا
نعم، ثمّ
أتاني القوم
وأنا يعلم
الله كاره
لمعرفتي بما
تطامعوا به من
اعتقال
الأموال،
والمرح في
الأرض،
وعلمهم بأنّ
تلك ليست لهم
عندي، وشديد
عادة منتزعة، فلما
لم يجدوها
عندي تعلّلوا
الأعاليل،
ثمّ التفت إلى
أصحابه فقال:
أليس كذلك؟
قالوا: بلى يا
أمير
المؤمنين.
وأمّا
الخامسة يا
أخا اليهود،
فإنّ المبايعين
لي لمّا لم
يطمعوا في ذلك
منّي وثبوا
بالمرأة عليّ
ـ وأنا وليّ
أمرها
والوصيّ
عليها ـ فحملوها
على الجمل،
وشدّوها على
الرحال،
وأقبلوا بها
تخبط
الفيافي، وتقطع
البراري،
وتنبح عليها
كلاب الحوأب،
وتظهر لهم
علامات الندم
في كلّ ساعة
وعلى كلّ حال،
في عصبة قد
بايعوني
ثانية بعد
بيعتهم الاُولى
في حياة رسول
الله صلى الله
عليه وآله حتّى
أتت أهل بلدة
قصيرة
أيديهم،
طويلة لحاهم، قليلة
عقولهم،
عارية
آراؤهم، وهم
جيران بدو ووراء
بحر.
فأخرجتهم
يخبطون
بسيوفهم بغير
علم، ويرمون بسهامهم
بغير فهم،
فوقفت من
أمرهم على
اثنتين
كلتاهما في
محلّة
المكروه ممّن
إن كففت لم يرجعوا
ولم يقلعوا،
وإن أقدمت كنت
قد صرت إلى الذي
كرهت، فقدّمت
الحجّة
بالأعذار
والانذار
ودعوت المرأة
إلى الرجوع
إلى بيتها،
والقوم الذين
حملوها إلى
الوفاء
ببيعتهم لي،
والترك
لنقضهم عهد
الله عزوجل
فيّ، وأعطيتهم
من نفسي كلّ
الذي قدرت
عليه، وناظرت
بعضهم [فرجع]
وذكرته فذكر،
ثمّ أقبلت على
الناس بمثل
ذلك فلم
يزدادوا إلاّ
جهلا
وتمادياً وغيّاً.
فلمّا أبوا
إلاّ هي
ركبتها منهم،
وكانت عليهم
الدائرة،
وبهم
الهزيمة،
ولهم الحسرة،
وفيهم الفناء
والقتل،
وحملت نفسي
على التي لم
أجد منها
بدّاً، ولم
يسعني إذ فعلت
ذلك وأظهرته آخراً
مثل الذي
وسعني منه
أوّلا من
الاغضاء والامساك،
ورأيت انّي إن
أمسكت كنت
معيناً لهم
عليّ بامساكي
فيما صاروا
إليه وطمعوا
فيه من تناول
الأطراف،
وسفك الدماء،
وقتل الرعية،
وتحكيم
النساء
النواقص
العقول
والحظوظ على
كلّ حال،
كعادة بني
الأصفر ومن
مضى من ملوك
سبأ والاُمم
الخالية،
فأصير إلى ما
كرهت أوّلا
وآخراً.
وقد أهملت
المرأة
وجندها
يفعلون ما
وصفت بين
الفريقين من
الناس ولم
أهجم على الأمر
إلاّ بعدما
قدّمت وأخّرت
وتأنّيت وراجعت
وراسلت
وشافهت
وأعذرت
وأنذرت
وأعطيت القوم
كلّ شيء
التمسوه، بعد
أن عرضت عليهم
كلّ شيء لم
يلتمسوه،
فلمّا أبوا
إلاّ تلك
أقدمت عليها،
فبلغ الله
عزوجل بي وبهم
منهم ما أراد،
وكان منّي
عليهم بما كان
منّي إليهم
شهيداً، ثمّ
التفت إلى
أصحابه فقال:
أليس كذلك؟
قالوا: بلى يا
أمير
المؤمنين.
وأمّا
السادسة يا
أخا اليهود،
فتحكيمهم الحكمين
ومحاربة ابن
آكلة الأكباد
وهو طليق ابن طليق،
معاند لله
عزوجل
ولرسوله صلى
الله عليه
وآله
وللمؤمنين
منذ بعث الله
محمداً صلى
الله عليه
وآله إلى أن
فتح الله
عزوجل عليه
مكة عنوة،
فاُخذت بيعته
وبيعة أبيه لي
معه في ذلك
اليوم وفي
ثلاثة مواطن
بعده، وأبوه
بالأمس أوّل
من سلّم عليّ
بإمرة المؤمنين،
وجعل يحضّني
على النهوض
بأخذ حقّي من
الماضين
قبلي، يجدّد
لي بيعته
كلّما أتاني.
وأعجب
العجب انّه
لما رأى ربّي
تبارك وتعالى قد
ردّ لي حقّي
وأقرّه في
معدنه،
وانقطع طمعه في
دين الله وفي
أمانة
حمّلناها
حاكماً، كرّ على
العاصي ابن
العاص
فاستماله
فمال إليه، ثمّ
أقبل به بعد
أن أطمعه مصر
ـ وحرام عليه
أن يأخذ من
الفيء فوق
قسمته
درهماً، وحرام
على الراعي
ايصال درهم
إليه فوق حقّه
ـ فأقبل يخبط
البلاد
بالظلم
ويطأهم
بالغشم، فمن
تابعه أرضاه
ومن خالفه
ناواه، ثمّ
توجّه إليّ
ناكثاً
علينا،
مغيراً في
البلاد شرقاً
وغرباً
ويميناً
وشمالا،
والأنباء
تأتيني والأخبار
ترد عليّ
بذلك.
فأتاني
أعور ثقيف
فأشار أن
اُولّيه
البلاد الذي
هو بها
لأداريه بما
اُولّيه
منها، وفي
الذي أشار به
الرأي في أمر
الدنيا، ولو
وجدت عند الله
في توليته لي
مخرجاً، وأصبت
لنفسي في ذلك
عذراً فأعملت
الرأي في ذلك،
وشاورت من أثق
بنصيحته لله
عزوجل
ولرسوله صلى
الله عليه
وآله ولي
وللمؤمنين،
فكان رأيه في
ابن آكلة
الأكباد
كرأيي،
ينهاني عن توليته
ويحذّرني أن
أدخل في
المسلمين
يده، ولم يكن
الله يراني أن
أتّخذ
المضلّين
عضداً.
فوجّهت
إليه أخا
بجيلة مرّة
وأخا الأشعر
اُخرى
وكلاهما ركن
إلى الدنيا
وتابع هواه
فيما أرضاه،
فلمّا لم أره
يزداد فيما
انتهك في محارم
الله إلاّ
تمادياً
شاورت من معي
من أصحاب محمد
صلى الله عليه
وآله
البدريين،
والذين ارتضى
الله عزوجل
أمرهم ورضى
عنهم بيعتهم،
وغيرهم من
صلحاء
المسلمين
والتابعين،
فكلّ يوافق رأيه
رأيي في غزوه
ومحاربته
ومنعه ممّا
نالت يده.
وانّي
أنهضت إليه
أصحابي، أنفذ
إليه من كلّ
موضع كتبي،
واُوجّه إليه
رسلي أدعوه
إلى الرجوع
عمّا هو فيه
والدخول فيما
فيه الناس معي،
فكتب يتحكّم
عليّ ويتمنّى
عليّ الأماني،
ويشترط عليّ
شروطاً لا
يرضاها الله
عزوجل ولا
رسوله ولا
المسلمون ولا
المؤمنون،
ويشترط في
بعضها أن أدفع
إليه أقواماً
من أصحاب محمد
صلى الله عليه
وآله أبراراً
فيهم عمّار بن
ياسر ـ وأين
مثل عمّار،
والله لقد
رأيتنا مع النبي
صلى الله عليه
وآله وما يعد
منّا خمسة
إلاّ كان
سادسهم، ولا
أربعة إلاّ
كان خامسهم ـ
اشترط دفعهم
إليه ليقتلهم
ويصلبهم.
وانتحل دم
عثمان، ولعمر
الله ما ألّب
على عثمان ولا
جمع الناس على
قتله إلاّ هو
وأشباهه من
أهل بيته،
أغصان الشجرة
الملعونة في
القرآن، فلمّا
لم أجب إلى ما
اشترط كرّ
مستعلياً في
نفسه بطغيانه
وبغيه بحمير
لا عقول لهم
ولا بصائر، فموّه
لهم أمراً
فاتّبعوه
وأعطاهم من
الدنيا ما
أمالهم به
إليه،
فناجزناهم
وحاكمناهم إلى
الله عزوجل
بعد الاعذار
والانذار.
فلمّا لم
يزده ذلك إلاّ
تمادياً
وبغياً لقيناه
بعادة الله
التي عوّدنا
من النصر على
أعدائه
وعدوّنا،
وراية رسول
الله صلى الله
عليه وآله
بأيدينا لم
يزل الله
تعالى يقتل
حزب الشيطان
بها حتّى يقضي
الموت عليه،
وهو معلم راية
أبيه التي لم
أزل اُقاتلها
مع رسول الله
صلى الله عليه
وآله في تلك
المواطن، فلم
يجد من الموت
منجا إلاّ
الهرب. فركب
فرسه وقلب
رايته لا يدري
كيف يحتال،
فاستعان برأي
ابن العاص
فأشار عليه
باظهار
المصاحف
ورفعها على
الأعلام
والدعاء إلى
ما فيها، فقال
له: انّ ابن
أبي طالب
وحزبه أهل
بصائر ورحمة
وفقهاً، وقد
دعوك إلى كتاب
الله أوّلا
وهم مجيبوك
إليه آخراً،
فأطاعه فيما
أشار به عليه
إذ رأى أن لا
منجا له من القتل
أو الهرب
غيره.
فرفع
المصاحف يدعو
إلى ما فيها
بزعمه، فمالت إلى
المصاحف قلوب
من بقى من
أصحابي بعد
فناء خيارهم،
وجهدهم في
جهاد أعداء
الله
وأعدائهم على
بصائرهم، وظنّوا
انّ ابن آكلة
الأكباد له
الوفاء بما
دعا إليه،
فأصغوا إلى
دعوتهم،
وأقبلوا
بأجمعهم في
اجابته،
فأعلمتهم انّ
ذلك منه مكر
ومن ابن العاص
معه، وانّهما
إلى النكث
أقرب منهما
إلى الوفاء،
فلم يقبلوا
قولي ولم
يطيعوا أمري،
وأبوا إلاّ
اجابته كرهت
أم هويت، شئت
أم أبيت، حتّى
بعضهم يقول
لبعض: إن لم
يفعل فألحقوه
بابن عفان أو
ادفعوه إلى
ابن هند يرميه .
فجهدت علم
الله جهدي،
ولم أدع علّة
في نفسي إلاّ
بلّغتها في أن
يخلّوني
ورأيي فلم
يفعلوا، وراودتهم
على الصبر على
مقدار فواق
الناقة أو ركضة
الفرس، فلم
يجيبوا ما خلا
هذا الشيخ ـ
وأومأ بيده
إلى الأشتر ـ
وعصبة من أهل
بيتي، فوالله
ما منعني أن
أمضي على
بصيرتي إلاّ
مخافة أن يقتل
هذان ـ وأومأ
بيده إلى
الحسن
والحسين عليهما
السلام ـ
فيقطع نسل
رسول الله صلى
الله عليه
وآله وذرّيته
من اُمّته،
ومخافة أن
يقتل هذا وهذا
ـ وأومأ بيده
إلى عبد الله
بن جعفر،
ومحمد بن
الحنفية ـ
فإنّي أعلم
لولا مكاني لم
يقفا ذلك
الموقف،
فلذلك صبرت
على ما أراد
القوم مع ما
سبق فيه من
علم الله
عزوجل.
فلمّا
رفعنا عن
القوم سيوفنا
تحكّموا في
الاُمور
وتخيّروا
الاحكام، وما
كنت بالذي احكم
في دين الله
أحداً إذ كان
التحكيم في
ذلك الخطأ
الذي لا شك
فيه ولا
امتراء،
فلمّا أبوا إلاّ
ذلك أردت
اُحكّم رجلا
من أهل بيتي
أو رجلا ممّن
أرضى رأيه
وعقله، وأثق
بنصيحته
ومودّته
ودينه،
وأقبلت لا
اُسمّي أحداً
إلاّ امتنع منه
ابن هند، ولا
أدعوه إلى شيء
من الحقّ إلاّ
أدبر عنه،
وأقبل ابن هند
يسومنا
عسفاً، وما
ذلك إلاّ
باتّباع
أصحابي له على
ذلك.
فلمّا أبوا
إلاّ غلبتي
على التحكيم
برئت إلى الله
عزوجل منهم
وفوّضت ذلك
إليهم،
فقلّده أمراً
فخدعه ابن
العاص خديعة
ظهرت في شرق
الأرض وغربها
وأظهر
المخدوع عليه
ندماً، ثمّ
أقبل عليه
السلام على
أصحابه فقال:
أليس كذلك؟
قالوا: بلى يا
أمير
المؤمنين.
أمّا
السابعة يا
أخا اليهود
فإنّ رسول
الله صلى الله
عليه وآله كان
عهد إليّ أن
اُقاتل في آخر
الزمان من
أيّامي قوماً
من أصحابي،
يصومون
النهار
ويقومون
الليل،
ويتلون
الكتاب، يمرقون
من الدين كما
يمرق السهم من
الرمية فمنهم
ذو الثدية،
يُختم لي
بقتلهم
بالسعادة،
فلمّا انصرفت
إلى موضعي هذا
ـ يعني بعد
الحكمين ـ
أقبل بعض
القوم على بعض
باللاّئمة
فيما صاروا
إليه من تحكيم
الحكمين، فلم
يجدوا
لأنفسهم
مخرجاً إلاّ
أن قالوا: كان
ينبغي لأمير
المؤمنين
انّه لا يتابع
من أخطأ، وأن
يقضي بحقيقة
رأيه على قتل
نفسه وقتل من
خالفه منّا،
فقد كفر
بمتابعته إيّانا
وطاعته لنا في
الخطأ،
واُحلّ لنا
بذلك قتله
وسفك دمه.
فجمعوا على
ذلك وخرجوا
راكبين
رؤوسهم ينادون
بأعلى
أصواتهم: لا
حكم إلاّ لله،
ثمّ تفرّقوا
فرقة
بالنخيلة
والاُخرى بحروراء،
[واُخرى]
راكبة رأسها
تخبط الأرض
شرقاً حتّى
عبرت دجلة،
فلم تمرّ
بمسلم إلاّ
امتحنته، فمن
تابعها
استحثّته ومن
خالفها
قتلته، فخرجتُ
إلى الاولتين
واحدة بعد
اُخرى أدعوهم إلى
طاعة الله
عزوجل
والرجوع
إليه، فأبيا
إلاّ السيف لا
يقنعها غير
ذلك.
فلمّا
أعييتُ الحيلة
فيهما
حاكمتهما إلى
الله عزوجل،
فقتل الله هذه
وهذه، وكانوا
يا أخا اليهود
لولا ما فعلوا
لكانوا ركناً
قويّاً
وسدّاً
منيعاً، فأبى
الله إلاّ ما
صاروا إليه،
ثمّ كتبت إلى
الفرقة
الثالثة
ووجّهت رسلي
تترى، وكانوا
من جملة
أصحابي وأهل
التعبّد
والزهد في
الدنيا، فأبت
إلاّ اتّباع
اُختيها
والاحتذاء
على مثالهما،
وأسْرَعَتْ
في قتل من
خالفها من
المسلمين.
وتتابعت
إليّ الأخبار
بفعلهم،
فخرجت حتّى قطعت
إليهم دجلة
واُوجّه
إليهم
السفراء والنصحاء،
وأطلب العتبى
بجهدي بهذا
مرّة وبهذا مرّة
وبهذا مرّة ـ
وأومأ بيده
إلى الأشتر،
والأحنف بن
قيس، وسعيد بن
قيس الأرحبي،
والأشعث بن قيس
الكندي ـ
فلمّا أبوا
إلاّ تلك
ركبتها منهم
فقتلهم الله
يا أخا اليهود
عن آخرهم ـ
وهم أربعة
آلاف أو
يزيدون ـ حتّى
لم يفلت منهم
مخبر،
فاستخرجت ذا
الثدية من
قتلاهم بحضرة
من ترى، له
ثدي كثدي
المرأة، ثمّ
التفت إلى أصحابه
فقال: أليس
كذلك؟ فقالوا:
بلى يا أمير
المؤمنين.
فقال عليه
السلام: قد
وفيت سبعاً
وسبعاً يا أخا
اليهود،
وبقيت اُخرى
واُوشك بها
فكأنّ قد قربتْ،
فبكى أصحاب
أمير
المؤمنين
عليه السلام
وبكى رأس
اليهود وقال:
أخبرنا
الاُخرى، فقال:
الاُخرى أن
تخضب هذه من
هذه ـ وأومأ
بيده إلى
لحيته وأومأ
بيده إلى
هامته ـ.
قال:
فارتفعت
أصوات القوم
في المسجد
الجامع بالضجة
والبكاء حتّى
لم يبق
بالكوفة دار
إلاّ خرج
أهلها فزعاً،
وأسلم رأس
اليهود على يد
عليّ عليه
السلام من
ساعته، ولم
يزل مقيماً
حتّى قُتل
أمير
المؤمنين
عليه السلام
واُخذ ابن
ملجم لعنة
الله عليه،
فأقبل رأس
اليهود حتّى
وقف على الحسن
عليه السلام
والناس حوله
وابن ملجم
لعنه الله بين
يديه، فقال
له: يا أبا محمد
اقتله قتله
الله، فإنّي
رأيت في الكتب
التي اُنزلت
على موسى بن
عمران عليه
السلام انّ هذا
أعظم جرماً
عند الله من
ابن آدم قاتل
أخيه، ومن
القدار عاقر
ناقة ثمود .
تمّ الحديث
والحمد لله
وحده وصلّى
الله على سيّدنا
محمد النبي
وآله
الطاهرين
وسلّم تسليماً
كثيراً.
(الحسن
بن أبي الحسن
محمد
الدّيلمي في
إرشاد القلوب
ج 2 ص 213-235 / الخصال: 364
ح58 باب السبعة;
عنه البحار 38: 167
ح1; وفي الاختصاص:
163 )