BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

 

 

 

قَالَ رَسُول الله (صلّی الله عليه وَ آله):

 اِنِّي تَارِكٌ فِيكُمُ الثَّقَلَيْنِ: كِتَابَ الله،ِ وَ عِتْرَتِي اَهْلَ بَيْتِي، مَا اِنْ تَمَسَّكْتُمْ بِهِمَا لَنْ تَضِلُّوا اَبَدًا، وَانَّهُمَا لَنْ يَفْتَرِقَا حَتیّ يرِدَا عَلَيَّ الْحَوْضَ.

(صحيح مسلم، ج۷، ص۱۲۲، سنن دارمي، ج۲، ص۴۳۲، مسند احمد، ج۳، ص۱۴، ۱۷، ۲۶، ۵۹، ج۴، ص۳۶۶، ۳۷۱، ج۵، ص ۱۸۲، مستدرك حاكم، ج۳، ص۱۰۹، ۱۴۸، ۵۳۳، و....)

Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: “Ben sizin aranızda iki paha biçilmez emanet bırakıyorum: -Biri- Allah’ın kitabı ve -diğeri- itretim, Ehl-i Beytim. Bu ikisine sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla sapmazsınız. Bu ikisi Kevser havuzunun başında bana varıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar.  

 (Sahih-i Müslim, c.7, s.122; Sünen-i Daremî, c.2, s.432; Müsned-i Ahmed, c.4, s.14, 17, 26, 59, c.4, s.466, 471, c.5, s.182; Müstedrek-i Hakim, c.4, s.109, 148, 533 vs…)


 

 

 

 

 

İSLAM TARİHİ

 

 

 

Mehdi PİŞVÂÎ

 

 

 

 

 

Tercüme:

İsmail BENDİDERYA

 

Redakte:

Şadman Eroğlu

 

 

Dünya Ehlibeyt (a.s) Kurultayı


 

 

 

 

 

Hidayet Önderleri: İSLAM TARİHİ

Yazar: Mehdi PİŞVÂÎ

Mütercim: İsmail BENDİDERYA

Redakte: Şadman EROĞLU

Hazırlayan: Kültürel Yardımcılık, Tercüme Bürosu

Dizgi ve Mizanpaj: Leyla Bendiderya

Baskı: Leyla

Baskı Sırası: 1. Baskı

Baskım Tarihi: 2006

Yayınlayan: Dünya Ehlibeyt (a.s) Kurultayı

Tiraj: 3000

ISBN: 975-6640-37-5

Site : www.ahl-ul-bayt.org

e-mail: info@ahl-ul-bayt.org

Baskı Hakları Yayıncıya Aittir

 


 

 

 

 

 

İÇİNDEKİLER

 

Giriş. 13

Önsöz: 15

Yazarın Önsözü.. 17

Çevirenin Önsözü.. 21

 

1. Bölüm/23

BAŞLANGIÇ MEVZUATI 23

1. Fasıl/25

ARAP YARIMADASI’NIN COĞRAFÎ, SOSYAL VE MEDENÎ 25

Arap Yarımadası’nın Bölgeleri 26

Kuzey ve Güneyde Doğal Şartlara Göre Bölge Ayrımı 27

Arap Yarımadası’nın Güney’inin (Yemen) Durumu  27

Güney Arabistan’da Parlak Bir Medeniyet 28

Mârib Seddinin Yıkılışı 30

Güney Medeniyetinin Çöküşünün Arabistan Üzerindeki Etkileri 32

Arap Yarımadası’nın Kuzeyinin -Hicaz- Durumu  32

Çölde Yaşayanlar 34

Kabile Düzeni 36

Irk Bağları 36

Kabile Başkanlığı 37

Kabile Taassubu. 37

Kabile İntikamları 39

Kabilelerde Rekabet ve Övünme. 40

Soyun Değeri 41

Kabile Savaşları 43

Çapulculuk ve Cinayet 45

Haram Aylar 47

Arap Toplumunda Kadın. 48

Kadının Trajedisi 49

 

2. Fasıl/53

ARAPLARIN VASIF VE PSİKOLOJİSİ 53

Zıt Vasıflar 53

Arapların İyi Vasıflarının Kökleri 54

Cehalet ve Hurafeler 55

Araplarda Bilim ve Sanat 56

Ümmî Halk. 56

Şiir 57

Araplar ve Komşu Medeniyetler 57

İran ve Roma Karşısında Arapların Zayıf ve Perişan Hali 59

Hayali Kıvanç. 60

Cahiliyet Çağı 62

 

3. Fasıl/65

ARABİSTAN YARIMADASI’YLA ÇEVRESİNDEKİ DİNLER.. 65

Tektanrıcılar 65

Hırıstiyanlık. 67

Yemen’de Hırıstiyanlık. 67

Hıyre’de Hırıstiyanlık. 68

Yahudilik. 69

Yemen’de Yahudiler 70

Sabiler 71

Manilik. 72

Yıldızlara Tapma. 73

Cinlerle Meleklere Tapma. 74

Mekke Şehrinin Ortaya Çıkışı 76

İbrahim (a.s) Dini -Hanifilik-in Kalıntıları 76

Araplar Arasında Putperestliğin Ortaya Çıkışı 77

Putperestler Allah’a İnanıyor muydu?. 79

Dinî Durumda Karmaşa. 82

İslam’ın Zuhur Işığında Geçekleşen Köklü Değişimler 83

Mekke Şehrinin Merkeziliği ve Genişlemesi 85

1- Ticari Konum.. 85

2- Ka’be’nin Varlığı 87

Kureyş’in Ticareti ve Ka’be Anahtarlarını Taşıması 88

Kureyşin Kudret ve Nüfuzu. 90

 

2. Bölüm/93

DOĞUMUNDAN PEYGAMBERLİĞİNE KADAR: Hz. MUHAMMED.. 93

1. Fasıl/95

HZ. MUHAMMED’İN (S.A.A) ATALARI 95

Soyu. 95

Abdulmuttalib’in Kişiliği 97

Tevhid Soyu. 98

 

2. Fasıl/99

HZ. MUHAMMED’İN (S.A.A) ÇOCUKLUĞU   99

Doğumu. 99

Bebeklik ve Çocukluk Dönemi 100

Annesinin Ölümü ve Dedesi Abdulmuttalib’in Kefaleti 102

Abdulmuttalib’in Vefatı ve Ebu Talib’in Himayesi 103

Şam Yolculuğu ve Rahib’in Kehaneti 104

Hırıstiyanların Tarihi Tahrifi 105

 

3. Fasıl/109

HZ. MUHAMMED’İN (s.a.a) GENÇLİĞİ 109

Hılf’ul Fuzul 109

Şam’a İkinci Yolculuk. 111

Hatice’yle Evliliği 112

Hacer’ül Esved’in Nesebi 113

Hz. Ali’yi (a.s) Yetiştiriyor 115

 

3. Bölüm/119

Bİ’SETTEN HİCRETE. 119

1. Fasıl/121

Bİ’SET VE DAVET. 121

Peygamberliğin Arefesinde. 121

Peygamberlik Başlıyor 123

Vahyin inişiyle İlgili Doğru Olmayan bir Haber 124

Önemli Bir Eleştiri 125

Gizli Davet 130

İlk Müslüman Erkek ve İlk Müslüman Kadın  130

Hz. Ali (a.s) İlk Mümin Erkektir 131

İSLAM’I KABULDE ÖNCÜ OLAN KESİMLER  134

1- Gençler 134

2-Yoksullarla Mağdurlar 136

Akrabaları Davet 138

 

2. Fasıl/141

ALENÎ DAVET VE MUHALEFETLERİN BAŞLAMASI 141

Alenî Davet Başlıyor 141

Kureyşin Tepkileri 142

Ebu Talib’in Açık Desteği 143

Kureyşlilerin Muhalefetlerinin Nedenleri 143

1- Sosyal Düzenin Yıkılacağı Endişesi 144

2- Ekonomik Huzursuzluklar 145

Komşu Devletlerden Korkma. 148

4- Kabile kıskançlığı ve rekabet duygusu. 149

 

3. Fasıl/151

KUREYŞİN MUHALEFET VE GİRİŞİMLERİNİN SONUÇLARI 151

Müslümanlara Baskı ve İşkence. 151

Habeşistan’a Hicret 152

Hz. Fatıma’nın (a.s) Doğumu. 154

İsrâ -Esrâ- ve Mirac. 154

Mirac Rivayetleri Üzerine Bir İnceleme. 155

Haşimoğullarına Ekonomik ve Sosyal Ambargo Uygulanıyor 156

Hatice’yle (a.s) Ebu Talib’in Vefatı 160

Hz. Hatice’nin (a.s) Rolü. 160

Ebu Talib’in Rolü. 161

Hz. Ebu Talib Mümindi 162

1- Ebu Talib’in şiirleri ve sözleri : 162

2- Hz. Muhammed’i (s.a.a) Desteklemesi: 163

Hz. Peygamber’in (s.a.a) Eşleri 165

1- Ümmü Habibe. 166

2- Ümmü Seleme. 167

3- Zeyneb binti Cahş 168

Taif’e Tebliğ Yolculuğu. 171

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Sığınma İstediği Doğru mudur?  172

Kur’an’ın Cazibesi 173

Sihir ve Büyü İftirası 174

Arap Kabilelerini İslam’a Davet 176

 

4. Bölüm179

HİCRETTEN CİHANŞUMÜL DAVETE. 179

1. Fasıl/181

YESRİB’E HİCRET. 181

Yesrib’de İslam’ın Nüfuz Ortamı 181

Yesrib’in İlk Müslümanları 183

İlk Akabe Biatı 183

İkinci Akabe Biati 184

Yesrib’e Hicret Başlıyor 185

Peygamber’i (s.a.a) Terör Komplosu. 186

Peygamber’in (s.a.a) Hicreti 187

Büyük Fedakârlık. 188

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Kuba’ya Varışı 189

Hz. Peygamber’in (s.a.a) Yesrib’e Girişi 190

Hicrî Takvimin Başlangıcı 191

 

2. Fasıl/193

RESULULLAH’IN (s.a.a) MEDİNE’DEKİ KÖKLÜ GİRİŞİMLERİ 193

Cami İnşası 193

Ashab-ı Suffe (Suffa Ehli) 194

Genel Ahitname (Medine Sözleşmesi) 195

Muhacirlerle Ensar Arasında Kardeşlik Sözleşmesi 196

Üç Yahudi Kabilesiyle Saldırmazlık Antlaşması 198

Münafıklar 199

3. Fasıl/201

YAHUDİLERİN KOMPLOLARI 201

Yahudilerin Baltalama ve Engelleme Girişimleri 201

Yahudilerin Muhalefetlerinin Nedeni 202

Kıblenin Değişmesi 204

 

4. Fasıl/209

İSLAM SAVAŞ BİRLİKLERİ KURULUYOR   209

İslam Ordusunun Kuruluşu. 209

Askerî Tatbikat ve Operasyonlar 210

Hz. Resulullah (s.a.a) Bu Operasyon ve Tatbikatları Neden Yaptı?. 211

Abdullah b. Cahş Seriyesi 213

Bedir Savaşı 215

Müslümanların Zafer Kazanmasını Sağlayan Faktörler 217

İslam Ordusunun Kazandığı Zafer’in Etki ve Sonuçları 219

Kaynukaoğulları’nın Antlaşmayı Çiğnemesi 221

Hz. Ali’yle (a.s) Hz. Fatıma-ı Zehra’nın (a.s) Evliliği 222

Uhud Savaşı 223

Savaşın İlk Merhalesini Müslümanlar Kazanıyor 226

Müşriklerin Zaferî 227

Uhud Yenilgisinin Sonuçları 229

1- Ebu Seleme Seriyesi: Esedoğullarının Başarısız Saldırısı 231

2- Rucey Hadisesi: 231

3- Bi’r-i Maune Olayı: 232

Neziroğullarıyla Savaş 233

Hendek -Ahzab- Savaşı 234

Kurayza Yahudilerinin İhaneti 237

Ahzab Ordusunun Yenilgi Nedenleri 238

1- Ahzab Ordusuyla Kurayza Yahudileri Arasında Çıkarılan  239

2- Amr b. Abduvedd’in Öldürülmesi 239

3- Gaybî Yardımlar 241

Kurayzaoğulları Savaşı 242

Bir Eleştiri ve İnceleme. 243

Mustalakoğulları Savaşı 246

Umre Seferi 247

Rıdvan Biatı 248

Hudeybiye Barış Antlaşması (Apaçık Bir Fetih) 248

Hz. Peygamber’in (s.a.a) Gelecekten Haber Vermesi 249

Hudeybiye Barış Antlaşmasının Etki ve Sonuçları 250

 

5. Bölüm/253

CİHANŞUMÜL DAVETTEN Hz. RESULULLAH’IN (s.a.a) VEFATINA.. 253

1. Fasıl/255

İslam Peygamberinin Cihanşumül Risaleti 255

Cihanşumül Davetin Başlaması 256

Hayber Savaşı 257

Hayber Yahudilerinin Akıbeti 262

Fedek. 262

 

2. Fasıl/263

İSLAM’IN YAYILMASI 263

Mute Savaşı 263

Mekke’nin Fethi 265

Kureyş’in Antlaşmayı Bozması 265

Resulullah (s.a.a) Genel Af İlan Ediyor 268

Mekke Fethinin Etki ve Sonuçları 269

Huneyn Savaşı 270

Savaşın İlk Merhalesinde Müslümanlar Yenilip Geri Çekiliyor 271

Savaş, Müslümanların Parlak Zaferiyle Bitiyor 272

Tebük Savaşı 273

Hz. Ali (a.s) Resulullah’ın (s.a.a) Halife ve Vekili Olarak Medine’de Bırakılıyor 275

Zor Yolculuk. 277

Hz. Resulullah (s.a.a) Bölgedeki Emirlerle Antlaşma Yapıyor 278

Tebük Gazvesinin Etki ve Sonuçları 278

İslam’ın Arap Yarımadası’na Yayılıp Genişlemesi 279

şriklerden Teberri İlanı (Berâet) 280

Hz. Peygamber’in (s.a.a) Özel Temsilci ve Habercisi 281

Beraet İlanı Metni ve Hz. Peygamber’in (s.a.a) İhtarnamesi 281

Necran Hıristiyanlarının Temsilci Heyetiyle Mübahele  282

Büyük Fazilet 285

 

3. Fasıl/289

VEDA HACCI VE İSLAM PEYGAMBERİNİN (S.A.A) VEFATI 289

Veda Haccı 289

Hz. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Tarihî Hutbesi 290

Gadir-i Hum’da da Geleceğin Lideri Ümmete Tanıtılıyor 291

Delil ve Karineler 299

Üsame Ordusu. 304

Hz. Peygamber’in (s.a.a) Yüksek Gayesi 306

Hz. Peygamber’in (s.a.a) Vefatı Sırasında İslam Toplumunun  307

Yazılamayan Vasiyetname! 310

Büyük İslam Peygamberinin (s.a.a) Vefatı 312

 

Giriş

Şüphesiz kültürlerin savaşta olduğu asrımızda etkili tebliğ metotlarından yararlanarak kendi ideallerini yayabilen her mektep bu alanda öncül olup dünya insanlarının düşüncesinde etki bırakacaktır.

İran’da İslam inkılabının zafere ulaşmasından sonra dünyanın gözü bir kez daha İslam dini, Şia kültürü ve Ehl-i Beyt (a.s) mektebine çevrilmiş. Düşmanlar bu fikrî ve manevî gücü ortadan kaldırabilmek, dostlar ve taraftarlar ise inkılabî ve kültürel örneklerden ilham alıp onları izleyebilmek için bu asil ve tarih yaratan kültürün merkezine göz dikmişlerdir.

Dünya Ehl-i Beyt (a.s) Kurultayı Resulullah’ın (s.a.a) Ehl-i Beyt’inin izleyicileri arasında karşılıklı yardımlaşma, fikir alış-verişi, vahdet ve birliğin zaruretinin bilincinde olarak dünya Şiileri ile faal bir ilişki oluşturma amacıyla konferanslar düzenleme, kitap basma, telif eserlerini tercüme etme ve Şia düşüncesi alanında insanları bilgilendirme vasıtasıyla Ehl-i Beyt ve Muhammedî öz İslam kültürünü yaymak için Şia’nın iş bilir, büyük ve yaratıcı gücünden ve Caferî mektebi düşünürlerinden yararlanarak bu meydana ayak basmıştır. Rabbimize şükürler olsun ki, büyük rehberimiz Ayetullah Hameneî’nin (Allah sayesini başımızdan eksik etmesin) özel yönlendirmeleriyle bu hassas ve kültür yaratıcı meydanda çok önemli adımlar atılmıştır. Gelecekte bu nurlu ve asil hareketin günden güne hızlanıp büyümesini, günümüz dünyasının ve Kur’an ve Ehl-i Beyt’in berrak maarifine susuz insanların bu mektebî maneviyetin, irfanî mektebin ve velaî İslam’ın kaynağından daha fazla yararlanmasını ümit ederiz.

Biz Ehl-i Beyt (a.s) kültürü sağlam, mantıklı, üslubuna uygun ve doğru bir şekilde sunulması durumunda uyanış, hareket ve maneviyet sancaktarları olan Resulullah’ın Ehl-i Beyt’inin mirasının kalıcı cilvelerini dünya insanlarının gözleri önüne serebileceğine, zuhur asrının eşiğinde Hz. Mehdi’nin (a.f) evrensel hükümetine susamış olan yorgun dünyayı modern cehaletten ve dünyayı sömürenlerin başına buyruk hareketlerinden, ahlak ve insanlığa aykırı kültürlerden kurtarıp yapacağına inanıyoruz.

İşte bu nedenle, bu doğrultuda yazar ve araştırmacıların araştırma eserlerine ve ilmi faaliyetlerine kucak açıyor ve kendimizi bu yüce kültürün yayılma için çaba harcayan yazar ve mütercimlerin hizmetçisi biliyoruz.

*  *  *

Şimdi elinizdeki kitabı hazırlayan “Mehdi PİŞVÂΔye ve eseri Türkçeye kazandıran değerli mütercim sayın “İsmail BENDİDER-YA”ya teşekkür ediyor ve çalışmalarında başarılan diliyoruz.

Yine, bu eserin hazırlanmasında zahmetleri geçen tercüme bürosundaki aziz kardeşlerimiz ve sadık arkadaşlarımıza tüm samimiyetimizle teşekkür ediyor, kültürel cihad meydanında bu küçük adımın mevlamızın rızasını kazanmasını temenni ediyoruz.

 

 

Dünya Ehlibeyt Kurultayı

Kültürel Yardımcılığı

Önsöz:

Tarih, zaman ve insanla birleşince anlam kazanır. Tarih bir kilime benzetilecek olursa zeminini zaman, motifini olaylar, iplerini ve örgüsünü neden-sonuç kanunlarıyla gelenekler oluşturur. Gerekli yeteneklere sahip bulunan ve bu meydanın aktörü olan insan için zamanı tanımanın, gereçlerle imkanlardan haberdar olmanın; gelenekler, kurallar ve olayların nedensellik araç-gereçlerini bilmenin, özellikle “gerçek anlamda insan olma” gayesi ve insanoğlunun hayatının aslını ve hakikatini anlama amacıyla bu olaylardan ibret çıkarmanın zorunluluğu tartışma götürmez bir gerçektir; zira zamanın akışında tarihin sadece birey değil, milletlerle ırklar üzerindeki etkisi de apaçık ortadadır. Diğer taraftan bir milletin tarihi ve bu tarihteki ibretler, tüketim tarihi bittiğinde bir kenara atılabilecek bir meta olmadığından, tarihi; geçmişte vuku bulduğu halde, gelecek nesiller için yazarlar.

İmam Ali de (a.s) Malik Eşter’e yazdığı mektupta “zaman” ve “tarihten ibret alma” faktörlerinin altını çizerek geçmişle gelecek arasındaki bir nevi tam benzerliğe dikkat çekmekte ve herkesi, valilerin uygulamaları hakkında azami bir insafla yargıda bulunup düşünmeye davet etmektedir.

Her ne kadar İmam’ın (a.s) muhatabı görünüşte Malik Eşter olsa da; bir milletin kıvanç dönemi, ancak onların ibretli bir göze sahip oldukları dönem değil midir? Evet, tarihin bireysel ve sosyal hayatın anlamını kavrayıp makul kararlar alarak hesaplı girişimlerde bulunabilmek için bizlere söyleyeceği çok sözü vardır…

Değerli alim ve bilim adamı Hüccet’il İslam Ve’l Müslimin Mehdi Pişvaî bey tarafından kaleme alınan elinizdeki eser 5 bölümle 16 alt başlıkta sadr-ı İslam tarihini incelemektedir. Yazar, nebevî çağdaki olayların teferruat ve tafsilleri için ayrı ayrı ve çeşitli kaynakları kullanmaya özen göstermiştir. Kitabın tamamında göze çarpan Kur’an ve hadis kaynaklı belgeler bu eseri alelade bir tarih çalışmasından öteye taşıyarak o dönemle ilgili bazı olaylar çevresindeki şüpheleri giderici nitelikte ciddi bir tahlil ve incelemeyi mümkün kılmaktadır.

İslami Özel Üniversite’nin Erak şehri ders metinlerini yazma ve planlama merkezi, muhterem yazara teşekkürü bir borç bilirken, bu eseri inceleyen saygıdeğer öğrencilerle öğretim üyeleri ve araştırmacıların, eserin mükemmelleşmesi yönünde önerilerini beklemektedir.

Sözlerimizi noktalarken, bu eserin hazırlanmasında emeği geçen herkese gönülden teşekkürü bir borç biliriz.

Yüksek Rehberlik makamının Üniversiteler Temsilciliği/Ders Metinlerini Yazma ve Planlama Merkezi/Tarih ve İslam Bölümü/Erak Özel Üniversitesi.

-*-

Yazarın Önsözü

Bu eseri hazırlama tevfikini bağışlayan Rabbime hamd ve şükür; şanlı İslam peygamberiyle onun masum halefleri ve ashab-ı kiramına salat-u selamdan sonra; elinizdeki kitap çeşitli yüksek öğretim ve bilim merkezlerindeki on yılı aşkın öğretimle ders notlarını hazırlama ve yazma, ders sırasında göze çarpan sorularla şüpheleri cevaplandırma ve İslam tarihiyle ilgili yıllar süren araştırma, ve incelemelerin ürünüdür.

Bu kitabın hazırlanmasında öncelik verilen bazı noktaları, değerli okuyucularla saygıdeğer öğrenci ve öğretim üyelerinin dikkatine sunmakta fayda olacağı kanaatindeyim:

1- Kitabın başlangıç kısmındaki birinci bölümde Arap Yarımadası’nın İslam öncesi dönemindeki durum ve şartları etraflıca ele alınmıştır. Zira cahiliyet dönemi sırasında Arap Yarımadasının içinde bulunduğu durumu tam olarak bilmeden İslam tarihindeki birçok olayın idrak ve tahlili ya imkansız ya da en azından eksik olacaktır. Mezkur olayların çoğunun kökleri cahiliyet dönemine uzandığından İslam sonrası Arap Yarımadasının durumu hakkında sağlıklı bilgi edinebilmek için bu yarımadanın İslam öncesi halini bilmek kaçınılmaz olmaktadır. Binaenaleyh, olaylar arasındaki ilişkilerin gereğince anlaşılması ve İslam’ın zuhurundan sonra bu mıntıkada vuku bulan köklü değişimlerin idraki için bu bölümde olayların nicel gelişimi tafsilatıyla aktarılmıştır. Buna karşılık daha sonraki bölümlerde bahsin kısa ve özet tutulmasına özen gösterilmiş, teferruat e gerekli açıklamalar bizzat belge ve tanıklara bırakılmıştır.

2- Dipnotlarda çok sayıda kaynağa yer verilmesinin nedeni, teferruatları merak eden okuyucunun kaynağa başvurabilmesini sağlamak, belli bir kaynağa sahip olamaması halinde, ulaşabileceği başka kaynakları da bilmesine yardımcı olmaktır. Kimi zaman da ilgili olayın tevatür veya ününü belgelemek için bu yola başvurulmuştur.

3- Çeşitli teferruatlara haiz tarihi olaylar açıklandıktan sonra genellikle kaynak gösterilmektedir, oysa bu teferruatların tamamı kimi zaman bu kaynaklarda toplanmamıştır. Bu durumda belli bir kaynağın gösterildiği yerde okuyucu sözkonusu teferruatların tamamını o kaynaklarda bulabileceğini sanmaktadır ki bu da gereğince dakik bir yöntem olmamaktadır. Hele bu teferruatlardan bazısı özel bir öneme haiz olduğunda veya hakkında ihtilaflar bulunduğunda bu mesele çok daha ciddi bir boyut kazanmaktadır. Binaenaleyh elinizdeki eserde bu yöntem yerine, olayların her teferruatıyla ilgili belgeler ayrı ayrı açıklanmıştır. Mesela savaşlar konusunda savaşın çıkış sebebi, çıktığı tarih, her iki tarafın asker sayısı, savaşın nasıl vuku bulduğu, tarafların kayıpları, ganimetlerin nasıl paylaşıldığı, savaşın sonucu, etkileri ve bıraktığı izler…gibi teferruatların kaynakları bunlarla ilgili yerlerde ayrı ayrı verilmiştir. Böylece okuyucu bunlara baktığında olayın hangi kısmının hangi kaynakta geçtiğini kolaylıkla görebilecek ve bu kaynaklara müracaatla aradığı mevzuyu bulabilecektir. Zannımızca gayet önemli, zarif ve çeşitli faydaları haiz bu yöntem epey dikkat ve zaman almakta ve yazara büyük zahmetler yüklemektedir.

4- Kur’an ve hadis kaynaklı belgeler kitabın bütün bölümlerinde geçmektedir; ancak okuyucu için sıkıcı olmaması ve arapça bilmeyenlere kolaylık olması açısından zaruri görülen tarihi belgelerle ayet ve hadisler metinde Türkçe olarak verilmiş, dipnotta  arapçası, aktarılmıştır.

5- Yeri geldiğinde gerekli yorum ve tahlillerin yanı sıra şüpheli bazı konular aydınlatılmış ve bunlara cevap verilirken en sade yola başvurulmuştur. Bazı konularda etraflı yorum ve tahlillere girilmemesi ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Feccar savaşına katılması, göğsünün yarılması, Abdulmuttalib’in adağı gibi… bazı konulara fazla yer verilmemesinin nedeni elinizdeki eserin genel iki dönemlik ders için hazırlanmış olması ve daha fazla genişletilme gereği duyulmamasıdır. Diğer taraftan bazı konular özel dallara girdiğinden kendi yerinde başlıca ve uzman bir bahsi gerektirdiğinden bunlara da kısaca değinmekle yetindik ve ilgilenenler için gerekli kaynakları dipnotlara yansıttık.

6- İkinci dereceden öneme haiz konularla kavil farklılıkları, zarurî olmayan teferruatlar, ek ve tamamlayıcı açıklamalar gibi mevzular dipnotlara alınmıştır.

Her hâl-ü kârda kitabın sağlamlık ve zenginliği açısından gösterdiğimiz bütün özene; konuların iktibasında, tercümelerde, tahlil ve mantıklamalarda gösterdiğimiz bütün dikkate rağmen bu eserin eksiksiz ve hiçbir müdaheleye gerek bırakmayacak bir mükemmelliği haiz olmadığını belirterek eserin mükemmelleşmesi yolunda değerli öğrencilerle öğretim görevlileri ve araştırmacıların eleştiri ve önerilerine minnettar olacağımızı şimdiden hatırlatırız.

Burada, elinizdeki eserle ilgili ön çalışma ve incelemelerde emeği geçen güçlü konuşmacı ve yazar çok sevgili dostum merhum hüccet’il İslam ve’l müslimin Hacı Şeyh Gulamrıza Gülsorhi Kâşânî’yi saygıyla anmayı bir gönül borcu biliyor, Yüce Rahman’dan bu değerli insan için rahmet ve ulvî dereceler temenni ediyorum. Hâkezâ kitabın ön çalışmaları, daktilosu ve redaktesinde emeği geçen hüccet’il İslam ve’l müslimin Şeyh Aliekber Nasıh’la Ferecullah Ferecullahi beylere de teşekkürü bir borç bilirim.

Sözlerimi noktalarken ders metinlerini yazma ve planlama merkezi muhterem başkanlığıyla değerli mesai arkadaşlarına, araştırma ve İslam tarihi müdürlüğü çalışanlarına ve Erak şehri özel Üniversitesi’ne saygı ve şükranlarımı sunarım

Kum Kenti-Mehdi Pişvaî

Hk. 1424 Muharrem’il Haram’ı

Hş. 1381 kışı

-*-

 

 

Çevirenin Önsözü

Allah’ın Adıyla

 

İslam tarihiyle ilgili bir kitabın telifi için kaynak ve belge toplamakla meşgul olduğum bir sırada bazı dostlar, elinizdeki kitabın tercüme edilmesi tavsiyesinde bulundular; etraflı ve kaynak bakımından zengin bir çalışma olduğunu görünce kitabın tercümesine başladım.

Mehdi Pişvai’nin eserindeki ayrıcalık, ciddi bir akademik çalışma olmasında yatıyor. Üniversitede verdiği ders mevzuatının aslında bir özeti olan bu çalışma, Mehdi Pişvai’yi elinizdeki kitabı hazırlamaya yöneltmiş. Dikkatli ve ciddi bir araştırmacı olan Pişvai beyle yaptığımız görüşmelerde kitabın baskı merhalesindeki bazı hatalarını kendisinden dinledim, not alarak önemli kısımları tercümede giderdim, yine de yazarın çok teferruatlı olan yoğun çalışmasının tamamını okuyucuya aktarmayı, bu özetlemeye tercih ederdim; çünkü gerçekten fevkalade değerli bir belgesel niteliğinde…

Elinizdeki eser, İslam tarihiyle ilgili birçok boşluğu ve yanlış aktarımlardaki zanları giderici bir belgesel niteliği taşıyor. Okuyucuya kolaylık olması için elimden geldiğince sade ve akıcı bir dil kullanmaya çalıştım.

Bu arada güzel ve eşsiz Türkçenin uyduruk versiyonundan uzak durmaya özen göstermeyi de ihmal etmedim.

Eserin elinizdeki Türkçe tercümesi dışında İngilizce, Urduca, Kürtçe ve Arapçaya çevrildiğini de belirtmek isterim.

Dipnotlardaki yoğunluk ve özel dikkat, yazarın epeyce zahmetli, ama bir o kadar da faydalı ve gerekli bir belgeseli imzalama çabasından kaynaklanıyor.

Konuyla ilgilenen İslam araştırmacıları, özellikle de dininin geçmişini merak eden genç nesil için faydalı olacağı inancındayım…

 

 

İsmail B. Derya

 

İsmailderya14@hotmail.com

 

-*-

 

1. Bölüm

 

Başlangıç Mevzuatı

 

 

 

 

 

 

 

 

1.     Fasıl: Arap Yarımadasının coğrafî, sosyal ve medenî konumu

2.     Fasıl: Arapların ırkî özellik ve psikolojik yapısı

3.     Fasıl: Arap Yarımadası’yla çevresindeki dinlerle mezhepler

 

 

-*-

 

1. Fasıl

 

 

ARAP YARIMADASI’NIN COĞRAFÎ, SOSYAL VE MEDENÎ KONUMU

Orjinal adı “Cezire’t-ul Arap” olan ve güneybatı Asya’da yer alan Arap Yarımadası dünyanın en büyük yarımadasıdır.

Bu yarımada kuzeybatıdan güneydoğuya doğru bir yamuk şeklinde[1] olup yüzölçümü yaklaşık 3.200.000 km. karedir.[2] Bugünkü Suudi Arabistan ülkesi ve yarımadanın beşte dördünü teşkil eder[3] , geriye kalanı mevcut uluslar arası siyasi hudutlarda 6 ülkeden ibarettir: Yemen, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn, Kûveyt.

Bu yarımadanın güneyinde Aden körfezi, Babulmindab Boğazı, Hint Okyanusu ve Umman Denizi; batısında Kızıldeniz; doğusunda Umman Körfezi, Fars Körfezi ve Irak yer alır. Kuzeyi ise bir taraftan Fırat Vadisi’ne, diğer taraftan Suriye’ye kadar uzanan geniş bir çölle kaplıdır. Bu bölgede nehir ve dağ gibi doğal sınırlar olmadığından Arabistan’ın kuzey sınırları konusunda coğrafyacılar arasında ötedenberi ihtilaf vardır[4]

Arabistan Yarımadası; Fars Körfezi, Umman Denizi, Kızıldeniz ve Akdeniz sularıyla çevrili olduğu halde güney bölgesi dışında sulak araziye sahip değildir ve dünyanın en kurak, en sıcak bölgelerinden biri durumundadır.Bu ülke gemi taşıyabilecek büyük bir ırmak veya su güzergahına sahip bulunmamakta, bunun yerine kimi zaman sellerin akışına sahne olan vadiler barındırmaktadır.

Bu yarımadanın bunca kurak olmasının nedeni Sina Yarımadası’ndan başlayıp Arabistan’ın batısından itibaren Kızıldeniz boyunca sahile yüksek bir duvar gibi gerilen ve ülkenin güneydoğu köşesinden kıvrılarak Fars körfezi’ne kadar Arabistan’ın güney ve doğu sahillerini dolaşan sıradağlarıdır. Böylece Arabistan üç taraftan bu yüksek dağlarla kuşatılmış olduğundan etrafındaki denizlerin neminden yararlanamamaktadır[5]

Diğer taraftan çevresindeki sular fevkalade yetersiz olup bu Asya-Afrika diliminde yer alan kurak ve sıcak geniş arazinin ihtiyacını karşılayamamaktadır. Zira Arabistan’da düzenli olarak esen Sumum adlı mevsim rüzgarları Hint okyanusunda oluşan yoğun bulutların Arap Yarımadası’na girmesini önemli ölçüde engellemektedir[6]

Arap Yarımadası’nın Bölgeleri

Arap ve gayriarap coğrafyacılar Arabistan Yarımadası’nı bazen iklim yapısı ve doğal özelliklerine göre, bazen de etnik yapısına göre bölgelere ayırırlar[7]. Kimi çağdaş bilim adamları bu yarımadayı şu üç ana bölgeye ayırmaktadır:

1- Arap Sahrası olarak adlandırılan Merkez bölge

2- Hicaz olarak adlandırılan Kuzey bölgesi

3- Yemen adıyla tanınan güney bölgesi.[8]

Kuzey ve Güneyde Doğal Şartlara Göre Bölge Ayrımı

Bu bölge belirlemeleri dışında, son yıllarda bir başka yöntem giderek yaygınlık kazanmıştır ki kitabımızın konumuyla örtüşen bir yöntemdir bu. Bölgesel yaşam şartlarına göre ayarlanan bu bölüşüm insanların, hayvanların ve bitkilerin hayat şartlarını etkileyen faktörleri eksen almıştır. Sözkonusu şartlar bu bölge insanının ferdî ve sosyal karakterinde kendisini göstermiş ve İslam’ın zuhuruna kadar varlığını sürdüren birtakım değişimlerin kaynağı olmuştur. Nitekim Arap Yarımadası birbirinden tamamen farklı iki görünüme sahnedir ve bunu tayin eden ana faktör suyun bulunması veya bulunmamasıdır. Bu önemli faktör sözkonusu bölgenin sosyal yapısını da etkilemiş ve güney bölgesini, yani Yemen’i; Kuzey ve orta bölgeden tamamen ayırmıştır.

Arap Yarımadası’nın Güney’inin (Yemen) Durumu

Bu ülkenin haritasına bakıldığında Arabistan Yarımadası’nın güneybatısının sonlarına doğru üçgen şeklinde bir bölge göze çarpar; doğu köşesini Arap Denizi sahili, batı köşesini Kızıl Deniz sahilinin oluşturduğu bir kesittir bu. Sözkonusu üçgenin üçüncü köşesiyse batıdan Dahran’la doğuda Hazre Mevt Vadisi’nin kesiştiği uzantı şeklinde tanımlanabilir. İşte bu kesitte yeralan mıntıkaya ötedenberi “Yemen”adı verilmiştir. Bol suya ve düzenli yağışa sahip olması itibarıyla bu mıntıkada zıraat epey gelişmiş, nüfus yoğunlaşş durumda olup bu açıdan Arap Yarımadası’nın kuzey ve orta bölgesiyle kıyaslanamayacak bir avantaja sahiptir.

Diğer taraftan yoğun ve kalabalık bir nüfusun kalıcı yerleşim bölgelerine ihtiyaç duyacağı ortadadır, bu da köyler, kasabalar ve şehirlerin oluşması demektir. Köylerle şehirlerde kalabalık insan kitlelerinin bir arada yaşaması, sosyal hayatın devamı için kaçınılmaz olan birtakım ilişki ve irtibatları beraberinde getirmekte bu da, sade ve ilkel de olsa kanun ve kuralların doğmasına yol açmaktadır. Kanunla devlet, varlığını birbirinden alan ve biri diğerini gerekli kılan iki gerçektir. Binaenaleyh bu bölgede milattan asırlar önce nice devletler kurulmuş ve bu devletler orada belli bir medeniyetin temellerini atmışlardır[9]. Bu bölgede oluşan devletler şunlardır:

1- Milattan önce 1400-ms.850 yılları arasında yaşayan “Mein Devleti”: Bu devlet, “Seba Devleti”nin kurulmasıyla son bulmuştur.

2- Hadramut Devleti: mö.1020-ms.65’li yıllarda varlığını korumuş, Seba’lar tarafından yıkılmıştır.

3- Seba Devleti: mö. 850-ms.115 yılları arasında varlığını sürdürmüş, Hımyerli Seba Veridan devletinin kurulmasıyla son bulmuştur.

4- Gataban Devleti: mö. 865-ms.540’lı yıllarda varlığını sürdürmüş, Sebaların istilasıyla son bulmuştur.

5- Seba Veridan Hadramut ve Yemen Çevresi Devleti: mö.115’ten ms. 523’e kadar süren bu devletin kralları “Tobbe”lakabı taşırdı, başkenti Zefar’dı[10]

Güney Arabistan’da Parlak Bir Medeniyet

Yemen’in gözkamaştırıcı medeniyeti tarihçilerin övgüsünü kazanmıştır. Mesela ünlü Yunanlı tarihçi Herodot mö. 5. yy’da bu diyarın parlak medeniyetinden, gözalıcı sarayları ve bu sarayların çok pahalı mücevherlerle süslü kapılarından sözetmekte, Seba şehrindeki bu saraylarda altın ve gümüş kaplarla değerli madenlerden yapılma karyola ve kerevetler bulunduğunu yazmaktadır[11]. Bazı tarihçiler Sena’da yirmi katlı görkemli “Gomdan”sarayından sözeder ve bu muhteşem sarayın 100 odası olduğunu, odaların duvar yüksekliğinin 20 zırâya vardığını (her zırâ yaklaşık 104 cm. -çev-) ve bütün tavanların ayna işleme kaplı olduğunu yazarlar[12].

Milattan bir asır önce bu ülkeyi görüp gezmiş olan ünlü Romalı gezgin Strabon da Herodot gibi buradaki görkemli medeniyetten sözederek şöyle der:

Mârib çok enteresan bir şehirdi. Çünkü bu şehrin sarayının tavanı fildişinden yapılmış, altın kakmalar ve mücevherlerle süslenmişti. Mârib’de insanı hayrete düşüren kaplar vardı”[13]

Mesudi (öl:346 hk.)ve h.3.yy. bilimadamlarından İbni Rusteh gibi Müslüman tarihçilerle coğrafyacılar da İslamdan önce bu bölgede halkın müreffeh yaşamından, şehirlerin bayındır ve gelişmişliğinden etraflıca sözederler[14].

19 ve 20. yy. arkeologlarının incelemeleriyle tarihçilerin araştırmaları bu bölgenin tarihini yeterince gün ışığına çıkarmış, böylece bu diyarın çok eskilere dayanan görkemli medeniyetiyle ilgili yeni belge ve bulgulara ulaşılmıştır. Aden, Sena, Mârib ve Hadramut’taki harabelerle kalıntılar güneydeki bu büyük arap medeniyetinin belgesi durumundadır. Bu medeniyetin sahipleri bugünkü Yemen’le çevresinde yaşıyor, Babillilerle  Fenikelilerin medeniyetiyle boy ölçüşüyorlardı. Yemen eski medeniyetinin eserlerinden biri büyük ve târihi “Mârib” seddidir[15]. Son derece dakik ve karmaşık geometrik hesaplarla yapılan bu sed, yapıcılarının geometri biliminde ne kadar ilerlemiş olduğunu göstermeye yetmektedir; bu sed bölgenin tarımını kalkındırmıştır[16].

Yemen halkı tarımın yanı sıra ticaretle de uğraşıyordu. Sebalılar doğulularla batılılar arasındaki ticarete vasıtalık ediyorlardı, zira o dönemlerde Yemen birkaç kalkınmış ülkenin tam ortasındaydı. Hintli tüccarlar  mallarını Hint Okyanusu yoluyla Yemen’le Hadramut’a ulaştırıyor; Yemenli tüccarlar da bunları Habeşistan, Mısır, Fenike, Filistin, Medin, Odom, Omalika ve Fas’a taşıyorlardı. Mekke Arapları da bu malları kara yoluyla o günün diğer gelişmiş ülkelerine ulaştırıyordu[17]  Uzakdoğu ticareti uzun bir süre Yemenlilerin elinde olmuştur[18].

Kızıldeniz’de denizcilik yapmanın getirdiği zorluklar, Yemenlilerin karayollarına yönelmesine neden olmuştu, bu nedenle Yemen’den Şam’a kadar yarımadanın güney sahili boyunca yol katediyorlardı. Bu yol Mekke’yle Petra’dan geçiyor, kuzey ucunda Mısır, Şam ve Irak’a ayrılıyordu[19].

Mârib Seddinin Yıkılışı

Güneyliler arasında fesat ve ahlaksızlığın yayılması ve isyanların başlamasıyla birlikte Yemen medeniyetinin yıldızı da sönmeye yüztuttu. Yemen kralları ve halk onarıma ihtiyacı olan Mârib Seddini onarmıyordu. Çok geçmeden sed yıkıldı, etraftaki yerleşim bölgeleriyle tarla ve bahçeler bu korkunç selin altında kamlı, seddin çevresi susuzluktan kuruyunca tarım yok olmuştu. Bu da bölge halkının oradan göçmesiyle sonuçlandı[20].

Kur’an-ı Kerim’de Seba halkından iki surede sözedilmektedir, bunlardan biri Seba kraliçesiyle ilgilidir. Hz. Süleyman’ın (a.s) bu kraliçeye yazdığı mektupla ilgili ayette şöyle buyruluyor:

“… Çok geçmeden Hüdhüd kuşu gelip Süleyman’a “Senin bilgi gücünle öğrenemediğin şeyi ben anlayıp öğrendim ve sana Saba’dan kesin bir haber getirdim” dedi. “Gerçekten de ben, onlara hükmeden bir kadın gördüm, her imkana sahipti, hele büyük bir tahtı var ki!..”[21]

İkinci surede ise Seba -veya Sebe ya da Saba- halkının fesat ve ahlaksızlığa kapılmasının ardından Marib Seddinin yıkılması ve tahrip gücü korkunç bir selin bu kavmi perişan etmesi anlatılır:

“Andolsun Seba halkının oturduğu yerlerde de Allah’ın kudretini gösteren bir alamet vardır. Onların evleri sağdan ve soldan iki bahçeliydi. Onlara demiştik ki “Rabbinizin verdiği rızıktan bol bol yeyin ve O’na şükredin. Güzel bir şehriniz ve bağışlayıcı bir Rabbiniz var. Ama onlar Rablerinden yüz çevirdiler, biz de onlara yıkıcı Arim selini gönderdik ve onların o bereket dolu iki bahçesini acı meyveli, acı ılgınlı ve az bir şey de sedir ağacı bulunan iki değersiz ve harabe bahçeye çevirdik. Böylece yaptıkları nankörlükten dolayı onları cezalandırdık. Biz, nimete nankörlük edenden başkasını cezalandırır mıyız? Kendileriyle, içlerinde bereketler kıldığımız memleketler arasında biri diğerinden görünebilen yakın mesafeli şehirler varettik ve “oralarda geceleri ve gündüzleri güvenlik içinde gezip dolaşın” dedik. Onlar ise “Allah’ım! Şehirlerimiz birbirine çok yakın, aramızı aç!” dediler ve kendilerine zulmetmiş oldular. Böylece biz de onları ibretli efsanelere konu olan bir halk kıldık ve onları darmadağın edip dağıttık. Hiç şüphe yok ki bunda, çok sabreden ve çok şükreden herkes için gerçekten ibretli ayetler, alametler vardır”[22].

Hamza İsfahani bu seddin İslam’ın zuhurundan 400 yıl önce yıkıldığını yazar[23].Ebu Reyhan Biruni bunu 500 yıl[24]  Yakut Hımevî de Habeşilerin egemenlik dönemi[25] olarak kaydetmiştir. Habeşlilerin bu bölgeyi ele geçirmesi 6. yy’ın ortalarına rastladığından bazı tarihçiler bu olayın 542-570’li yıllarda vuku bulduğunu yazmaktadır[26]. Karinelere bakılırsa bu seddin yıkılışı tedricen gerçekleşmiş, birkaç kez onarıldıktan sonra tamamen yıkılmıştır.

Tobbe kavmi[27] ve uğradığı akıbete Kur’an-ı Kerim de iki kez değinmektedir:

“Mekkeliler mi daha hayırlı, yoksa Tobbe kavmi ve onlardan öncekiler mi? Biz onları yıkıma uğrattık. Çünkü onlar suçlu günahkarlardı”[28].

“Onlardan önce Nuh kavmi, Ress halkı[29]  ve Semud kavmi de peygamberlerini yalanladı. Âd, Firavn ve Lut’un kavmiyle Eyke halkı da[30]  ve Tobbe kavmi de. Hepsi peygamberleri yalanladı, böylece benim azab tehdidim de onlar hakkında gerçekleşti”[31].

Güney Medeniyetinin Çöküşünün Arabistan Üzerindeki Etkileri

Güneydeki devletlerin çöküşü, Arabistan’ın bu bölümündeki medeniyetin yok olması ve Mârib seddinin yıkılması bu mıntıkada birtakım değişikliklere yol açtı. Zira Arabistan Yarımadası’nın güneyindeki hayat şartları tersine dönmüş, burada yaşamak zorlaşştı, seddin yıkılmasıyla birlikte etraftaki ekinler susuzluktan kuruyup gitmişti. Sonuçta Marib bölgesinde yaşayan kavimlerin bir kısmı buralardan göçerek başka bölgelere dağılmak zorunda kalmıştı.

Bu göçler sonucu Yemen’in Ezd kabilesine mensup Tenuhlar  bugünkü Irak toprakları olan Hıyre’ye hicret ederek orada “Lehmiler” devletini kurdular. “Cefneoğulları”boyu da Şam’a giderek Ürdün’ün Doğusu olarak adlandırılan bölgede bir devlet kurdular, bu devlet “Gassaniler” adıyla tarihe geçmiştir[32].

Evs ve Hazrec kabilesi Yesrib’e (Medine), Huzae kabilesi Mekke’yle çevresine, Beciyle ve Hes’em kabileleriyle birkaç grup da Serevat bölgesine giderek oralarda yerleştiler[33]. Bunlardan her biri tarihte bazı olayların kaynağı ve nedeni olmuştur.

Arap Yarımadası’nın Kuzeyinin -Hicaz- Durumu

Hicaz bölgesi düzenli yağmurlardan mahrum kurak bir bölgedir, sahile açılan bazı nadir yerlerle birkaç dağlık bölge dışında bölgenin tamamına yakınında kavurucu bir sıcak hava vardır. Bu iklim ve coğrafî şartlar bölge halkının hayat şekli üzerinde önemli etkiler yaratmıştır. Zira bu bölgede yaşayan Araplar, güneydekilerin tam tersine, otlak ve bitki örtüsünün kıtlığından dolayı küçük çapta sürülerle, masrafı az ve kanaatkâr bir hayvan olan deveden başka hayvan besleyemiyordu. Bu Araplar yiyecek ve içeceklerini büyük ölçüde deveden temin etmedeydi; bu tür hayvancılıksa o şartlarda ancak çöllerde uzun yolculuklara katlanıp sürekli geniş mıntıkalara göçmekle mümkün olduğundan bu bedevilerin yerleşik bir siyasi yapı veya devlet kurması ve kendilerinin de kalıcı olarak bir yere yerleşmesi mümkün değildi. Bu nedenledir ki tarımla uğraşan ve şehirde yaşayan güneyli Arapların tersine bu Araplar -bedeviler- medeniyetten tamamen mahrumdu; genellikle ya çadırlarda yaşıyor, ya da göçebe hayatı sürdürüyorlardı. Daha sonra etraflıca belirteceğimiz üzere ancak İslam’ın zuhuruna yakın yıllarda bazı nedenlerle biraz gelişmiş olan Mekke şehri dışındaki yerleşim noktaları herhangi bir öneme haiz değildi.

Bu zor iklim şartları ve elverişsiz yollar nedeniyle Hicazlılar o günün dünyasının medeni toplumlarıyla ilişki kuramıyorlardı. Diğer taraftan bu zor iklim ve coğrafi etkenler, egemen güçlerin bu bölgeye saldırma hevesini de engellemiştir. Mö. 14. yy’da 2. Ramses, mö. 4. yy’da Roma imparatoru August döneminde İlyos Galos gibi yayılmacı egemenler Hicaz’ın fethine önem vermemiş, ilgi göstermemişlerdir. İran padişahları da bu mıntıkaya ilgi duymamışlardır. Bu nedenle Hicaz ahalisi uzun yıllar boyunca bedevi hayatlarını huzur ve güvenle sürdürebilmiştir[34].

Bir tarihçinin bu konuda yazdıklarını okuyalım:

İskender’den sonra, Yunanlı kumandan Demotrios, Arabistan’ı ele geçirmek için Petra’ya geldiğinde o bölgenin çölde yaşayan bedevi Arapları ona şöyle dediler: “Ey büyük kumandan! Bizimle neden savaşmak istiyorsun? Biz, hiçbir refahın bulunmadığı tamamen mahrumiyet bölgeleri olan çöllerde yaşıyoruz. Bu kurak ve kavurucu çöllerde yaşamayı tercih etmemizin nedeni kimseye eğilmemek, kimseden emir almadan yaşayabilmektir. Sana tavsiyemiz, getirdiğimiz hediyeleri kabul edip geldiğin yoldan geri dönmendir; bu durumda biz senin en sadık dostlarından oluruz. Ama bu barış teklifimizi reddedip bizi kuşatmaya niyetliysen uzun bir süre rahat yaşamayı gözden çıkarman gerekeceğini bil! Kundaktan beri alışageldiğimiz yaşam tarzımızı değiştirmeye gücün yetmeyecektir, içimizden birkaçını esir alabilsen bile sana hiçbir yararı olmayacaktır. Çünkü onlar ötedenberi alışageldikleri bu hür ve bağımsız hayatı unutup senin esaretinde yaşamayı asla kabullenmeyeceklerdir!”

Bu durumu gören Demotrios sonu belli olmayan ve ona müşkülatlardan başka fayda sağlamayacağını tahmin ettiği bu savaşa girmekten vazgeçti, getirilen hediyeleri kabul ederek geri döndü[35]

Bir bilim adamı şöyle yazar:

“Arap Yarımadası insanla toprak arasındaki kopmaz ilişkilerin en mükemmel örneğidir. Hindistan, Yunanistan, İtalya, İngiltere, Amerika ve benzeri devletlerde egemenlik peşinde koşanlar sürekli birbirleriyle itişip kalkışş, biri diğerinin topraklarını elinden almış, sonuçta o bölgenin insanları kendi topraklarını terkedip başka yurtlara göçmüşlerdir. Ancak tarih boyunca Arabistan sınırlarını aşıp da orada sürekli ikamet etmiş olabilen birtek egemen güce veya orduya rastlamak mümkün değildir. Arap halkı, tarihin kaydettiği bütün asırlar boyunca hiç değişmeden kalabilmiş bir halktır.”[36]

Çölde Yaşayanlar

Arap Yarımadası’nın kuzey kısmı olan Hicaz’ın önemli bir bölümü çöl olduğundan İslamdan önce Arapların çoğu çölde göçebe hayatı sürdürüyordu. Bedevi denilen bu Araplar her nevi imkandan mahrum bu bölgenin şartları gereği sadece hayvancılıkla geçimlerini sağlayabiliyor, bunu da çok kısıtlı ve zor şartlarda, üstelik çok ilkel yöntemlerle yapıyorlardı.

Bedeviler keçi kılı veya deve yününden örülmüş çadırlarda yaşıyor, nerede su veya bitki örtüsü bulsalar oraya yerleşiyor, bunları tükettikten sonra tekrar sulak ve bitki örtülü bir yer buluncaya kadar bu göçebe yaşamı sürdürüyorlardı. Su ve otlak kıtlığından dolayı küçük sürülerle çok az sayıda deveden başka hayvan besleyebilmeleri de mümkün değildi. Çölde üç kralın hükmünün geçtiği söylenir: Bedevi, deve ve hurma ağacı… Buna uçsuz bucaksız kum sahraları da eklenecek olursa çöl yaşamının dört ana aktörü tamamlanmış demektir. Su kıtlığı, aşırı sıcaklık, aşılması güç yollar ve yiyecek sıkıntısı normal şartlarda insanın en büyük düşmanı sayılan faktörler iken, tehlike anında çölün ve bedevinin en yakın dostlarına dönüşmektedir. Bütün bunlar dikkate alındığında bedevi arapla onun çölünün hiçbir zaman egemen güçlere boyun eğmemiş olmasına şaşırmamak gerekir. Çölün amansız kuraklığı, biteviyeliği ve nihayetsizliği bedevilerin akıl ve vücutlarıyla yoğrulmuş ve onda tecelli bulmuş gibidir. Bu nedenle olacak, bedevi Arapları tarım, sanat, zenaat ve diğer mesleklerle uğraşmayı kendilerine yakıştıramıyorlardı[37].Yine aynı nedenle medeni devletlerle düzenli ve müreffeh şehir hayatını küçümsüyor, çöldeki zor ama hür yaşamı şehrin düzenli ve sistemli yaşamına tercih ediyorlardı. Bu, bedevilerin en belirgin ırsî özelliğiydi[38].

Çöl arabı kelimenin tam anlamıyla doğanın çocuğu, hür ve uçsuz bucaksız çölün evladıydı. Onun yaşadığı ortamda temiz havanın akışını engelleyen ve ufkunu örten hiçbir bina yoktu; güneş ve ısısı hiçbir buluta takılmadan direkt ve kesintisiz ulaşmadaydı ona, yağmur veya sele karşı hiçbir sed yapılmış değildi… Her şey tıpkı yaratıldığı gibi el değmemiş, hür ve tamamen doğaldı. Bu nedenle çölün oğlu olan bedevî de bu ortamla yoğrulup bütünleşmiş, onunla özdeşleşmiş olduğundan tıpkı çöl gibi hür ve bağımsızdı; ne tarım ve çiftçilik onun vaktini alıyor, ne de herhangi bir zenaat ve meslek onun ayağını bağlayıp meşgul edebiliyordu; kalabalıklar arasında onu yutup yitirecek bir şehir yaşamı da yoktu! Hür ve serbest yaşamaya alışğı ve bunu huy edindiği için de hürriyeti ve serbestiyi seviyordu, hiçbir kanun, kural ve sınırlamadan hoşlanmıyor, kendisini bu tür şeyler karşısında sorumlu görmüyordu. Bu nedenle de onu kısıtlamak ve emrine almak isteyen herkes ve her şeye karşı var gücüyle savaşırdı. Onu sadece iki şey bağlardı: Putperestliğin gerekleri ve kabilesinin örf, töre ve gelenekleri! Kabilesinin töre ve adetlerine bağlılıkta ise, son derece dürüst ve samimiydi, bu inancının kökleri derin ve güçlüydü[39].

Belçikalı Ortadoğu uzmanı Lamens şöyle der:

“Araplar demokrasi ve özgürlüğün abidesiydi, ama hiçbir sınır tanımayan aşırı bir demokrasiydi bu. Araplar, kendi yararları için bile olsa onların bu serbesti ve hürriyetini sınırlamaya çalışan herkese isyan eder, savaşırlardı; arap tarihinin önemli bir bölümünü teşkil eden onca suç ve cinayetin kökeninde işte bu gerçek yatar”[40]

Kabile Düzeni

İslam’ın zuhurundan önce Hicaz Arapları hiçbir devlet ve yönetime tâbi olmamıştı, o güne değin hiçbir siyasî düzen, kural ve teşkilatları bulunmamıştı. Bu nedenle de onların sosyal yaşamı, o dönemin Roma ve İran halklarının yaşamından çok farklıydı. Çünkü Araplara komşu olan bu iki beldede, ülkesinin dört bir yanını kanunlarla yöneten güçlü birer devlet düzeni vardı. Oysa Hicaz’da ve genel olarak bütün Arap Yarımadası’nın kuzeyinde ve merkezinde, şehirlerde bile bir devlet veya merkezi bir yönetim yoktu. Arapların sosyal esası kabileden ibaretti, sosyal ve siyasi sistemlerinin tamamı kabile sisteminde özetleniyordu ve bu sistem onların hayatının bütün boyutlarına yansımış durumdaydı. Bu düzende bireyin kimliği, sadece bir kabileye mensup olması halinde belirlilik kazanıyordu.

Sadece çöl bedevilerinde değil, şehir Araplarında da kabile düzeni yaşamın yegane dokusu olarak göze çarpmadaydı. Bu bölgede her kabile tıpkı bağımsız bir ülke gibiydi, o dönemin kabileler arası ilişkilerini bugünkü devletlerin uluslararası dış ilişkilerine benzetmek mümkündür.

Irk Bağları

O dönem Arapları için “milliyet” ve “kavmiyet” kavramlarını din, dil ve tarih birliği gibi faktörler belirlemiyordu. Kabile, birkaç akraba ailenin toplamından ibaretti ve bireyleri yekdiğerine bağlayan yegane unsur akrabalık bağı ve aynı soydan gelmiş olmalarıydı, zira kabile bireyleri birbirlerini aynı soydan, aynı kandan bilirdi[41].

Ailenin bir araya gelmesiyle çadır, çadırların bir araya gelmesiyle de kabile oluşurdu. Hatta Yahudiler gibi büyük kabile birliklerinin oluşması da kan bağı ve aynı soydan gelmiş olma -ırk- esasına dayanmaktaydı. Bu büyük gruplar çadırlarını birbirlerine yakın kurar, böylece nüfusu binlerce kişiye ulaşan kabileler oluşurdu; göç ederken de sürülerinin peşisıra topluca hareket ederlerdi[42].

Kabile Başkanlığı

Kabilenin reisi ve temsilcisine şeyh” denilirdi[43]. Şeyh genellikle kabilenin en yaşlısıydı; kabile reisliği bireyin büyük ve değerli bir insan olması, tecrübe ve olgunluk, kabileyi savunmada gösterilen cesaret ve kahramanlık, kimi zamanda çok fazla servete sahip bulunma gibi kıstaslarla elde edilirdi[44]. Şeyh seçiminde cömertlik, cesaret, sabır, ağırbaşlılık, tevazu ve güzel konuşma gibi  hasletlere itina gösterilip öncelik verilmedeydi[45].

Kabile reisi savaş ve yargı gibi genel konularda müstebit davranamazdı, karar verilmesi gereken bu gibi konularda aile büyükleri ve kavmin ileri gelenlerinden oluşan heyetle müşaverede bulunup danışmak zorundaydı. Kabile reisini seçen de bu heyetti aslında, onlar memnun kaldığı sürece kabile reisi bu makamda kalabiliyordu[46]. Töre gereğince bütün kabile fertleri reise itaat etmek zorundaydı. Kabile reisi öldüğünde genellikle büyük oğlu onun yerini alır ya da onun özelliklerine sahip bulunan bir başka yaşlıya bu görev verilir veya özel bir kişilik ve liyakati olan biri reis seçilirdi.

İslam dini kabile düzeniyle mücadele etmiş, bunu ortadan kaldırmıştır. Bu sistemin temelini teşkil eden ırk, soy ve kan gibi bağlara önem vermemiş, henüz gelişmekte olan genç İslamî toplum en güçlü sosyal bağ olan “iman” ve “inanç birliği” esası üzerine kurulmuştur. Böylece “ortak kan bağı” yerine “ortak iman bağı”nı ikame ederek bütün müminleri kardeş olarak tanımlamıştır[47]. Arapların sosyal altyapısını köklü değişimlere uğratabilen gerçek işte budur.

Kabile Taassubu

Taassub ve tutuculuk kabilenin ruhu demektir ve bireyin bütün kabile fertlerine tam bir samimiyetle bağlılığını göstermektedir. Genel bir deyişle çöl bedevilerinin kabile taassubu tıpkı aşırı milliyetçilik gibidir.[48] Medenî bir insanın vatanı, dini veya ırkı için yapabileceği her şeyi bedevi arap da kabilesi için yapar, bu yolda her şeyi göze alır ve canını feda etmekten de hiç çekinmez[49].

Araplar arasında bireyin kabilesindeki kardeşi, amcaoğlu veya diğer akrabalarına karşı davranışı tamamen taassuba dayanıyordu; ister zalim ister mazlum olsun, haklı veya haksız olsun, kabile bireyi akrabasını her durumda savunur, hangi taraf ve konumda olduğuna bakmazdı.

Arapların nazarında, kardeşini veya amcaoğlunu destekleyip himaye etmeyenin şerefi lekelenmiş sayılırdı. Ünlü bir arap atasözünde “Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşini destekle!” deniliyordu. Bir arap şairi bunu şöyle ifade ediyor:

“Kardeşleri bir arabı yardıma çağırdığında o, hiçbir delil istemeden, hiçbir soru sormadan onların tarafını tutar ve deral yardımlarına koşar!”[50]

Bu prensip gereğince kabileden herhangi birine yapılan bir hakaret, bütün kabile fertlerine yapılmış sayılır, bu nedenle de bu lekeyi temizlemek için bütün kabile bireyleri ellerinden gelen çabayı göstermeyi vazife sayarlardı[51].

Yüce İslam dini böylesine kör taassuba dayalı kabile tutuculuğunu reddediyor, bunun cahillik ve mantıksızlık olduğunu vurgulayarak şöyle buyuruyordu:

“Kafirlerin, kalplerinde cahiliyet taassubu taşıdıkları o zamanları hatırlayın…”[52]

Yüce İslam peygamberi de (s.a.a) şöyle buyuracaktı:

“Taassup besleyen veya onun için taassup beslenen kimse İslamdan çıkmış demektir”[53].

İnsanları taassuba davet eden veya taassup esasınca konuşan ya da taassup ruhu ve düşüncesiyle ölen kimse bizden değildir!”[54]

Bir defasında Hz. Resulullah (s.a.a)Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et”buyurdu, “Ya Resulullah, mazluma yardım etmek gerektiği ortada, ama zalime nasıl yardımcı olalım diyorsunuz?!diye sorduklarında “Onun zulmüne engel ol!”buyurdu.[55]

Kabile İntikamları

O günün dünyasında Arabistan’da adaleti sağlayacak ve anlaşmazlıkları giderecek bir devlet düzeni veya yargı mekanizması bulunmadığından, zulme ve haksızlığa uğrayan birinin şahsen intikam alma hakkı vardı. Dahası, eğer zulmeden kimse başka bir kabiledense, mağdur taraf onun kabilesinin diğer fertlerinden de intikamını alabilirdi ve araplar arasında bu gayet normal karşılanırdı[56], çünkü bireyin hatasından bütün kabile sorumlu bilinirdi. Akrabalık ve kan bağı nedeniyle kabile fertlerinin tamamı, haklı-haksız olduğuna bakmaksızın kendi kabilesinden olanları savunmakla yükümlü olduğundan bu vazifeyi önce en yakın akraba ve aşiret üstlenir, onlar bu intikamı almayı başaramaz veya tehlikeyi gidermeye güçleri yetmezse kabilenin diğer birey veya aşiretleri yardıma koşardı.

Birisi öldürülecek olursa onun intikamını alma vazifesi en yakın akrabasına düşerdi[57]. Öldürülen başka bir kabiledense yine intikam geleneği yerine getirilir ve katilin kabilesinden olan herkes bu intikama uğrama ve öldürülme tehlikesiyle karşı karşıya kalırdı, çünkü çölün kanunu buydu: “kanı ancak kan temizler!” diye ve intikam dışında yol yoktu, diyet kabul edilemezdi!

Bir araba “Sana haksızlıkta bulunandan intikam almayıp onu affetmeye razı olur musun?” diye sorulduğunda verdiği cevap şuydu: “İntikam alıp cehenneme gitmeyi yeğlerim!”[58].

Kabilelerde Rekabet ve Övünme

Cehalet dönemi Arapları arasında yaygın davranışlardan biri de insanların kabileleriyle övünmesi ve herkesin kendi kabilesini daha üstün saymasıydı. Araplar o günün ortamında zaten genellikle hayali ve boş şeyler olan toplumdaki yaygın değerlere sahip olmakla övünür, diğer kabilelere karşı bunu iftihar kaynağı sayarlardı. Savaş meydanında kahramanlık gösterme, affedicilik ve vefakarlık gibi hasletler[59]  bir tarafa dursun; mal mülk, çocuk sayısı ve güçlü bir kabileye mensup olma gibi şeyler o günün Arapları nezdinde çok önemli değerler sayılıyor, diğer kabilelere karşı bunlarla gurur duyup üstünlük taslıyorlardı.

Kur’an-ı Kerim onların bu sözlerini aktarmakta ve kınamaktadır:

“Derler ki  “Biz mal-mülk ve evlat bakımından daha çoğunluktayız (ve bu bizim Allah’a daha yakın olduğumuzu gösterir) ve biz azaba uğratılmayacağız… De ki; şüphesiz benim Rabbim rızkı dilediğine genişletip yayar ve kısar da! Ama insanların çoğu bilmez! Bizim katımızda sizi bize yaklaştıracak olan şey ne mallarınız ne de evlatlarınızdır; ancak iman edip de salih amellerde bulunanlar başka…”[60]

İran padişahı Kesra, Hıyre padişahı Münzir’den “Arap kabileleri arasında diğerlerinden daha üstün ve daha şerefli olan belli bir kabile var mı?” diye sorduğunda Münzir “evet” der, Kesra “Onlar nazarında şeref ve üstünlük neyledir?” diye sorunca Münzir şu cevabı verir: “Atalarından üçü ard arda kabile reisi olan bir aileden dördüncü biri daha başkanlığa geçerse, kabile başkanlığı artık o ailenin olur…”[61]

Cahiliyet dönemi Arapları kabile fertlerinin çokluğuyla övünür, bunu bir şeref sayar, rakip kabileyle “münafereye” girişirdi[62]; yani karşılıklı münazara edercesine, kendi kabilelerinin neferlerini (bireylerini) sayıp döker, sayıca kendilerinin daha fazla olduklarını, binaenaleyh daha üstün ve daha şerefli sayılmaları gerektiğini ispatlamaya çalışırlardı.

Bir gün iki kabile arasında böyle bir karşılıklı övünme atışması başladı; her biri kendi kabilesinin övülecek taraflarını anlattıktan sonra, kabilesinin sayıca daha fazla olduğunu da ispatlayabilmek için kabile fertlerinin teker teker adlarını söyledi ve sayım yaptı. Sayım sonucu hiçbiri ikna olmayınca, ölüleri saymaya karar verdiler!Bütün aile fertlerini de yanlarına alan iki kabile birlikte mezarlığa gidip kendi ölülerinin sayımına başladılar[63]!

Kur’an-ı Kerim akıl ve mantıktan uzak bu tür rekabet ve övünmeyi reddedip kınayacak ve şöyle buyuracaktı:

“Çoğa düşkünlük -mal mülkle adamlarınızın çokluğu -sizi oyalayıp kendinizden geçirdi- böylece Allah’ı unuttunuz -O kadar ki, mezarları bile görmeye- ve ölülerinizi saymaya- gittiniz ve onlarla övündünüz!Hayır, sizin zannettiğiniz gibi değil; çok yakında anlayacaksınız bunu!”[64]

Soyun Değeri

Cahiliyet dönemi Arapları arasındaki en önemli değer ölçülerinden biri de neseb ve soydu; Arapların değer ölçülerinin çoğu yine bu ölçüden -soydan- kaynaklanıyordu[65].

Arap kabileleri arasında soyla boyla övünme olayı çok ciddi boyutlara ulaşştı; bunun en bariz örneği Adnan Arapları (kuzeyliler) ile Kahtan Arapları (güneyliler) arasındaki soy-boy rekabetidir[66].

Bu önemli nedenlerden dolayıdır ki Araplar soylarını korumaya ve teferruatıyla bilmeye çok değer verirlerdi. Numan Bin Münzir’in, Kesra’ya verdiği cevaptaki şu ifadeler dikkat çekicidir:

“…Araplardan başka hiçbir millet atalarını, soyunu ve nesebini tam olarak bilmez, sayıp sıralamasını istersen bilmediklerini söylerler, ama her arap dedelerini ve soy kütüğünü çok iyi bilir ve yabancıları asla kendi kabilesinden saymaz. Aynı şekilde kendisi de başka kabileye girip ona mensup olmaz ve babasından başkasına mensup sayılamaz”[67]

Binaenaleyh o günün arap dünyasında sınırlı bilim dallarından biri olan “soybilimi”nin onca saygı ve değer kazanmasına ve soybilimcilerin özel bir sosyal prestije sahip olmasına şaşmamak gerekir.

Arapbilim dalında söz sahibi isimlerden biri olan Âlusi şöyle yazar:

“Cahiliyet dönemi Arapları kendi soylarını bilmeye ve korumaya çok önem veriyordu, çünkü bu bilgi o çağda bir ülfet ve yardımlaşma vesilesiydi. Onlar bu bilgiye en fazla ihtiyacı olan insanlardı, çünkü dağınık kabileler halinde yaşıyorlardı, sürekli birbirleriyle savaş halindeydiler, yağma ve talan iyice yaygınlık kazanmıştı. Kendilerini himayesine alacak bir gücün minnetinde kalmamak ve onun kulu haline gelmemek için soylarını ve neseblerini korumak zorundaydılar, çünkü ancak bu durumda düşmanlarını yenme şansı olabilirdi. Zira akrabalar arasındaki sevgi ve yakınlık bağıyla yekdiğerini savunma taassubu, birbirlerine yakınlık duymalarına ve birbirlerine destek olmalarına yarıyor, zillet ve ayrılığa düşmelerini engelliyordu”[68]

Yüce İslam dini her nevi ırk ayrımcılığını reddedip yasakladı. Kur’an-ı Kerim Araplarla Kureyşliler arasında nazil olmasına rağmen asla sırf Araplar, Kureyşliler veya salt bir başka kavmi muhatap almış değildir; Kur’an bütün insanlığa -nas- hitap etmekte ve bu arada Müslümanlarla müminlere düşen vazifeleri de açıklamaktadır. Kur’an ırk ve milliyet farklılıklarını doğal bir farklılık olarak tanımlamakta ve bu farklılığın nedeninin “insanların birbirini tanıyıp ülfet kurması” olduğunu hatırlatmakta, ırk ve milliyetle övünmeyi reddederek yegane değer ve kıstasın “takvâ”olduğunu buyurmaktadır:

“Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanıyabilmeniz için de sizi ırklar ve kabileler şeklinde kıldık (bunlar ayrıcalık ölçütü değildir), Allah katında en üstün olanınız, en takvalı olanınızdır, şüphe yok ki Allah bilendir, haberdar olandır”[69].

Yüce İslam peygamberi (s.a.a) milliyet ve soy-boyla övünmeyi şiddetle kınıyor, reddediyordu. Örnekler verelim:

1- Kendilerini en üstün ırk zanneden Kureyşlilerin asıl kalesi olan Mekke fethedildiğinde halka şöyle hitab etti.

“Ey insanlar! Cahiliyet döneminde yaygın olan atalarla övünme ve başkalarına soy-boyla üstünlük taslamayı Yüce Rabbim İslam’ın ışığında ortadan kaldırdı. Bilin ki hepiniz Âdem’in evlatlarısınız ve Adem topraktan yaratılmıştır. Allah kulları arasında en iyi olan, takvalı olan kuldur. Arapçılık kimsenin babası sayılmaz, bu bir dildir sadece. Kendi amelleriyle bir yerlere varamayan kimseyi soyu-sopu veya milliyeti de hiçbir yere vardıramayacaktır!”[70]

2- Veda haccı dönüşünde, son derece önemli konuları içeren ünlü hutbesinde “Arabın arap olmayana, takvadan başka hiçbir üstünlüğü yoktur!” buyurmuştur.[71]

3- Bir gün, Kureyşlilerin ırkçı ve batıl fikirleri karşısında manevi değerleri savunan Selman’ı destekleyerek şöyle buyurdu: “Ey Kureyşliler! Bir insanın şerefi ve ait olduğu şey -nesebi- onun dinidir; bir insanın mertliği onun huyu ve karakteriyle ölçülür ancak, bir insanın kökü ve aslı onun akıl, şuur ve anlayışından ibarettir”[72]

Kabile Savaşları

Araplar arasında bir cinayet işlenecek olsa bunun sorumluluğu herkesten ziyade katilin en yakın akrabalarına düşş olurdu; katilin akrabaları ve boyu genellikle onu himaye ettiğinden bir intikam olayı kolayca kanlı savaşlara dönüşebiliyordu. Genellikle çok basit nedenlerden kaynaklanan bu savaşların yıllarca sürdüğü olurdu. Mesela, her ikisi de Rabia kabilesinden olan Bekiroğullarıyla Tağliboğulları arasında başlayan “Besus” savaşı tam 40 yıl sürmüştür. Bu savaşın nedeniyse, Bekiroğullarından Besus adlı bir kadının devesinin, Tağliboğulları boyunun reisine ait otlağa girmesi ve bu nedenle de öldürülmesiydi![73]

Aynı şekilde epey uzun süren bir başka kanlı savaş da Beni Ebes kabilesinin reisi Kays b. Züheyr’le, Benî Fezâre kabilesinin reisi Huzeyfe b. Bedir arasında bir at yarışması yüzünden kopan “Dâhis” ve “Ğebrâ” savaşı olmuştur.Dahis’le Ğebra; Kaysla Huzeyfe ait olan iki atın ismiydi. Bu iki at yarıştırılmış, Kays kendi atının, Huzeyfe de onun atının birinciliği aldığını iddia etmiş, sırf bu yüzden taraflar birbirine girerek kan döküp çok sayıda adamın ölümüne yol açmışlardı![74] Bu tür olaylar tarihe “eyyam-ul Arap”(arap günleri) adıyla geçmiş, bunlarla ilgili ciltlerce kitap yazılmıştır.

Kimi zaman kan parası olarak birkaç deve verilip maktulün diyetinin ödendiği de oluyordu. Her kabilede bu tür ihtilaflara çözüm yolu bulmak kabile büyüklerine düşüyordu. Bu çözüm yolları öneriliyor, ama kimseye zorla kabul ettirilmiyordu; kabileler genellikle uzun savaşlardan yorulup bezgin düştükleri dönemlerde bu tür önerileri kabulleniyorlardı. Katilin kabilesi, onu maktulun kabilesine teslim edecek olsa hiçbir savaşın çıkmayacağı ortadaydı, ama bu yöntem mertliğe pek sığmıyordu, bu nedenle de suçluyu bizzat kendileri cezalandırmayı tercih ediyorlardı. Çöl Arapları için en önemli ahlak ilkesi haysiyet ve gururdu; bütün davranışlarında bunu ilk prensip olarak uyguluyorlardı.

Çöle egemen olan bu kural ve prensipler Taif, Mekke ve Medine gibi Hicaz’ın şehirlerinde de az-çok hakimdi. Çünkü şehir halkının sosyal hayatı da çölde yaşayanlarla aşağı yukarı benzeşmedeydi; çöl bedevileri gibi onlar da tamamen başına buyruk ve hür yaşıyor, kimsenin emrini dinlemiyorlardı. Çöl Araplarındaki taassub, gurur ve haysiyete âdeta tapınma derecesine varan bu aşırı düşkünlük; Kâbe’ye gösterilen saygı ve onun varlığı nedeniyle şehre canlılık getiren ticaret sebebiyle bir ölçüde daha ılımlı ve dengeli bir ölçüye inebiliyordu.[75]

Kur’an-ı Kerim bu tür taassup -tarafgirlik- ve intikamcılığı şiddetle kınayarak himaye ve tarafgirliğin yegane ölçüsünün hak ve adalet olduğunu ilan edecek; Müslümanların kendileri veya ana-babaları ya da akrabalarının aleyhine bile olsa sadece adaletten yana olmaları ve adaleti sağlamaları gerektiğini vurgulayacak ve şöyle buyuracaktı.

“Ey iman edenler! Kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhinde bile olsa sadece Allah’ın rızasını gözeterek adaleti sağlayıp yaşatın. Hakkında şahitlikte bulunduklarınız fakir de olsa, zengin de olsa Yüce Allah onları himaye etmeye daha layıktır. Öyleyse hak ve adaletten ayrılıp tutkularınıza göre davranmayın! Eğer hakkı tahrif eder veya açıkça söylemezseniz, -bilin ki- Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”[76]

Çapulculuk ve Cinayet

Çölde yaşayan bedevi Araplar kendi kabileleri dışındaki insanlara karşı pek dostça duygular taşımazdı, bu tür duygular sadece kendi aileleriyle, aralarında akrabalık bağları bulunan kabilesinin fertleriyle sınırlı kalırdı. O günün arabının şuur, bilinç, idrak ve anlayışı sadece kendi kabilesiyle sınırlıydı. Bedevi Araplar tıpkı günümüzün aşırı ırkçıları gibi sadece kendilerini ve yakınlarını düşünür, her şeyi sadece kendisi ve onlar için ister, bütün duygu ve ilgileri öncelikle kendisi ve akrabalarının çıkarlarına yönelik olurdu. O kadar ki, bunlardan biri Müslüman olduktan sonra -aklı sıra peygamberi çok sevdiğinden- henüz kurtulamadığı cahiliyet kültürünün etkisiyle, dua ederken şöyle diyecekti: “Ya Rabbim! Beni bağışla! Muhammed’i de bağışla ve ikimizden başkasını bağışlama!”[77]

Çöl hayatının getirdiği yoksulluk ve mahrumiyet onları eşkiyalık ve çapulculuğa itiyordu,  çünkü onların üzerinde yaşadığı topraklar diğer ülkelerin sahip olduğu nimetlerden mahrumdu. Bu doğal yoksunluk ve mahrumiyeti çapulculuk ve talancılıkla telafi etmeye çalışıyorlardı. Dahası; eşkiyalığı ve kervanlara saldırıp yağmalamayı kötü bir davranış telakki etmedikleri gibi, tıpkı günümüz dünyasında bir şehir veya ülkeyi ele geçirmeyi kıvanç bilen zorba egemenler gibi, bunu bir kahramanlık ve mertlik sayıp gurur duyuyorlardı.[78]

Kabileler arasındaki rekabetler de kimi zaman savaşa ve çapulculuklara yol açmadaydı. Kabileler arasındaki anlaşmazlık ve çekişmeler genellikle mera ve otlak yüzünden çıkardı, bazen de kabile reisliğini ele geçirebilmek için bizzat aileler arasında kanlı çatışmalar olurdu. Mesela kabile reisi olan bir ağabey öldüğünde kardeşleri, yaşlarını öne sürerek bu makama heveslenir, diğer taraftan müteveffanın oğulları da reisliği kendi hakları olarak görürdü; bu nedenle birbirine yakın mesafelerde yaşayan kabileler veya bir kabiledeki yakın akrabalar, reisliği ele geçirebilmek için bazen çok kanlı çatışmalar çıkarırdı. Bu arada şairler aradaki gerginliği iyice artırıp ihtilafları körüklerdi. Yazdıkları şiirlerle kendi kabilelerini övüp diğer kabileleri küçültür, geçmişteki olayları deşerek karşıdakini aşağılar, zihinleri ve psikolojileri tahrik ederek kin ve düşmanlığı iyice bilerlerdi. Şahıslar arasındaki bu çatışmalar genellikle sudan sebeplerle ve yok yere çıkar, hızla savaşa dönüşür ve iki taraf birbirini amansızca ortadan kaldırmaya çalışırdı[79].

Bedevilerin çapulculuklarının bir diğer nedeni de medeniyetten çok uzak ve vahşi olmalarıydı. İbni Haldun onların tam bir vahşi olduklarını söyler ve barbarlığın iliklerine işleyecek, huy ve karakterlerini şekillendirecek kadar olağan ve yaygın hale gelmiş olduğuna dikkat çeker. Mesela üzerinde yemek pişirmek için ocağa, ocak kurabilmek için de taşa ihtiyaçları vardı ve sırf ocak kurabilmek için evleri yıkıp taşlarını çalıyorlardı! Aynı şekilde, çadır direği olarak kullanmak amacıyla sarayları veya benzeri binaları yıkıp onların direklerini yağmalıyorlardı! Bazen de çivi, kazık veya sütun elde edebilmek için bunu yapıyorlardı! Hırsızlık ve çapulculuk bir huy ve alışkanlık haline gelmişti, kimin elinde bir şey görecek olsalar hemen kapıp alıyor, çalıp götürüyorlardı! Bedevi arabın geçimi, mızrağının ucundaydı! Başkalarının malını-mülkünü çalıp yağmalarken belli bir miktarla yetindikleri de yoktu; bilakis gözlerinin takıldığı her şeyi, gördükleri her eşyayı çalıyor, talan ediyorlardı…[80]

Hırsızlık ve yağma, bedevi Arapların geçim yollarından biriydi. Bir kabileye saldırdıklarında onların develerini yağmalıyor, kadınlarla çocuklarını esir alıp götürüyorlardı. Bir başka kabile de bunun aynısını onlara yapıyordu; pusuya yatıp fırsat kolluyor, bulduğu ilk fırsatta o da aynı belayı onların başına getiriyordu. Bir düşman bulamadıklarında da birbirlerine giriyorlardı; h.1.yy’ın Emevi şairi Kotami bunu bir şiirinde şöyle anlatır:

“Bizim işimiz konu-komşuyu yağmalamak, düşmana ve komşuya saldırmaktır. Kardeşimizden başkasını bulamazsak, kardeşimizi yağmalarız hemen!”[81]

O dönemlerde kısas ve kan davası yüzünden Evs ve Hazrec kabileleri arasında Medine’de patlak veren savaşlar giderek öylesine alevlenmişti ki insanlar siperlerden ayrılmaya korkuyorlardı. Bu savaş cinneti Arapların hayatını felç etmiş, herkesi usandırmıştı. Yüce Allah Kur’an’da onların bu kanlı durumunu hatırlatarak İslam sayesinde aralarında oluşan kardeşlik bağını şöyle vurgulamaktadır:

“Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; dağılıp ayrılmayın. Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani birbirinize düşmandınız, Allah kalplerinizi birbirine ısındırıp uzlaştırdı ve O’nun nimeti sayesinde birbirinizle kardeş oldunuz. Siz tam bir ateş çukurunun kıyısına kadar gelmişken Allah sizi kurtardı. Belki hidayete erersiniz diye Allah size ayetlerini işte böyle net olarak açıklar”[82]

Haram Aylar

Araplar arasında kendiliğinden kutsal bir barışın sağlandığı tek dönem, Hz. İbrahim’le İsmail aleyhisselamlardan yadigar kalan[83] ve onların insanlara öğrettiği inançların mirası olan haram aylardı (Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb). Bu ateşkes dönemi Arapların huzur yüzü görmek, rahatça ticarette bulunup alış veriş yapabilmek ve Ka’be’yi ziyaret edebilmek için tek fırsatıydı[84]. Bu aylarda bir savaş başgösterecek olsa onu “harb-ul Feccâr”, yani “kötü ve günah savaşolarak adlandırırlardı[85].

Arap Toplumunda Kadın

Cahiliyet dönemi Araplarının cehalet ve hurafelerinin en belirgin yanlarından biri kadına bakış açılarıydı. O günün arap dünyasında kadın insanlık değerinden, sosyal haklardan ve bağımsız bir yaşamdan tamamen mahrumdu; topluma hakim olan inançsızlık ve vahşilik yüzünden kadın ve kız çocuğu erkeğin yüzkarası ve utancı olarak değerlendirilirdi[86].

Kadınlar miras almaya layık görülmezdi, ancak kılıç kullanabilen ve kabilesini müdafaa için savaşabilen (erkek)ler miras alabilirlerdi[87]. Bir rivayete göre cahiliyet dönemi Arapları kadını tıpkı bir eşya gibi görüyordu; bu nedenle de erkek çocuk doğurmayan bir kadın, kocası öldüğünde onun eşyaları ve servetiyle birlikte, eşinin diğer hanımlarından doğan erkek çocuğa miras kalırdı![88]

Belgelerin de ortaya koyduğu üzere ölen şahsın büyük oğlu, babasının eşi olan üvey annesini beğenirse başına bir kumaş parçası atmak suretiyle onu miras olarak kabul etmiş olurdu! Böylece dilerse, hiçbir mehriye ödemeden, babasından kendisine miras kalmış bir kadın olarak onunla evlenebilirdi. Onu beğenmez ve evlenmek istemezse bir başka erkeğe nikahlar, mehriyesini de kendi alırdı! Ya da onu başka erkeklerle evlenmekten hepten mahrum bırakır, öldükten sonra malına ve eşyalarına el koyabilmek için ömür boyu dul kalmasına karar verirdi![89]

Cahiliyet döneminde bir erkeğin, üvey annesiyle evlenmesi meşru sayılıyordu; Kur’an bu çirkin geleneği yasaklamıştır.[90] Müfessirler, İslam döneminde “Ebu Kays b. Eslet” adlı bir şahıs öldüğünde, büyük oğlunun, dul kalan üvey annesiyle evlenmek istemesi üzerine şu ayetin indiğini yazarlar:

“…Kadınları miras almak size helal değildir…”[91]

Cahiliyet döneminde birden fazla kadınla evlilik de çok yaygındı ve bu konuda hiçbir sayı veya sınırlama da yoktu.[92]

Kadının Trajedisi

Herkesçe bilindiği üzere cahiliyet Araplarının en kötü töresi, kız çocuğunun diri diri mezara gömülmesiydi. Sadece kuvvet ve zorbalığın egemen olduğu medeniyet ve kültürden uzak bir toplumda kızlar, erkek çocukları gibi savaşarak kabilelerini savunamayacaklarından ve daha da kötüsü, kabile savaşları sırasında düşmana esir düşüp onların çocuklarını dünyaya getirerek kabilenin yüz karası olmaları ihtimali bulunduğundan bu yola başvuruluyordu[93]. Kimi de yoksulluk derdi ve geçim korkusuyla böyle bir cehalete başvurup kız çocuklarını diri diri gömüyordu[94]. Kısacası onların nazarında kız çocuğu uğursuz bir yaratıktı. Kur’an-ı Kerim bu batıl düşünceyi şöyle anlatır:

“Onlardan birine, dünyaya gelen çocuğunun kız olduğu müjdelendiğinde sinirinden suratı morarır ve öfkesini gizlemeye çalışır. Aldığı bu kötü haber yüzünden evinden barkından kaçar; zillet ve alçalmayı kabullenerek bu bebeği büyüteceğine mi, yoksa onu toprağa mı gizleyeceğine karar veremez… Bilin ki pek kötü bir yargıda bulunuyorlar…”[95]

Kadının bu mahrumiyet ve mahkumiyetini o günün arap dünyasının edebiyat ve benzeri eserlerinde sıkça görmek mümkündür. Nitekim Araplar arasındaki geleneklere göre, kız çocuğunun babasına şöyle derlerdi: “Tanrı onun yüzkarasından sizi korusun! Onun masrafını temin etsin! Mezar, zifaf odası olur inşallah!”[96]

Bir arap şair bu konuda şöyle der: Kız çocuğu olan ve onu büyütüp yetiştirmeye niyetlenen bir baba için üç türlü damat olabilir: Gölgesinde duracağı bir ev, onu koruyabilecek bir koca, ya da onu bağrına alacak bir mezar! Bunların en iyisi mezardır!”[97]

Ebu Hamza adlı birinin eşi kız çocuğu doğurunca adamcağız eşine küsmüş, komşuya gitmişti ve evine dönmüyordu. Kadıncağız henüz dünyaya gelen kız bebeğine şöyle ninni söylüyordu:

“Neler oluyor şu Ebu Hamza’ya? Neden bize geleceğine komşunun evine gidiyor? Oğlan doğurmadım diye kızıyor bana… Evet ama, vallahi bizim elimizde değil ki bu! Biz -kadınlar-bize verileni teslim alıyoruz sadece!”[98]

Bu dertli ananın yukarıdaki sözleri aslında o topluma hakim olan bozuk düzene karşı hukuki bir iddianame ve itiraz ve o cahil halkın nazarında kadının nasıl bir trajedi yaşadığının bâriz bir göstergesidir!

Bu batıl törenin temelini atıp onu ilk uygulayan, “Temimoğulları” kabilesidir. Bu kabile, Numan bin Münzir’e vergi ödemeyi reddedince aralarında savaş oldu ve bu savaşta Temimoğullarının kızlarıyla kadınları esir düştü. Temimoğullarının temsilcileri kadın esirleri geri istemek için Numan’ın sarayına gittiklerinde Numan, Hıyre’de kalmaları veya kendi kabilelerine dönmeleri konusunda karar hakkını bu kadınlara bıraktı. Temimoğulları kabilesinin reisi “Kays bin Âsım”ın kızı da esir düşen kadınlar arasındaydı ve o sırada saray erkanından biriyle evlenmişti, bu nedenle sarayda kalmayı tercih, ve kabilesine dönmeyi reddetti. Buna çok içerleyen Kays, o günden sonra doğacak bütün kız çocuklarını öldüreceğine ahdetti ve bu ahdini de gerçekleştirdi[99]. Bu korkunç töre giderek diğer kabileler arasında da yayılmaya başladı. Bu cinayeti işleyen kabilelerin Kays, Esed, Hezil ve Bekir bin Vail’in kabileleri olduğu söylenir[100].

Bu töreyi reddeden ve uygulamayan akıllı insanlar ve kabileler de vardı, bu büyük insanlardan biri de Hz. Resulullah’ın (s.a.a)dedesi Abdulmuttalib’di; o, sözkonusu töreyi daima eleştirir ve bu çirkin uygulamaya hep karşı çıkardı[101].

Ayrıca Zeyd b. Amru b. Nufeyl ve Sasaa b. Naciye gibi adamlar, fakirlik korkusuyla diri diri toprağa verilmekte olan kız çocuklarını babalarından alarak bakımını bizzat üstleniyordu[102], kimi zaman da bu çocukları kurtarmak için karşılığında babalarına deve veriyorlardı[103]. Ne var ki bu kötü törenin çok yaygın olduğuna şehadet eden belgeler vardır:

1- Asr-ı Saadette Sasaa b. Naciye, Hz. Resulullah’a (s.a.a) kendisinin cahiliyet döneminde tam 280 kız çocuğunu canlı canlı toprağa gömülmekten kurtardığını anlatmıştır[104]

2- Daha önce; doğacak kız çocuklarını öldürmeyi ahdettiğini söylediğimiz Kays bin Âsım bu ahdinden sonra 12 veya 13 kızını diri diri gömmüştür[105].

3- Hz. Resulullah (s.a.a) bir grup Medineliyle yaptığı ilk Akabe antlaşmasında (Bi’setin 12. yılı), kız çocuklarının artık diri diri toprağa gömülmemesi şartını bu antlaşmanın maddeleri arasına almıştır[106].

4- Mekke fethinden sonra Allah’ın emriyle Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) Mekkeli Müslüman kadınlardan biat alırken bu biatin şartlarından biri de kadınların artık bebeklerini öldürmemeleriydi[107].

5- Kur’an-ı Mecid birçok ayette bu vahşi töreyi sert bir dille kınamaktadır. Bu da sözkonusu uygulamanın sosyal bir yaraya dönüşğünü gösteriyor; Kur’an bu konuda şöyle ihtarda bulunur:

“Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, biz onlara da size de rızık vereceğiz. Şüphe yok ki onları öldürmek pek büyük bir günahtır.”[108]

“Ve müşriklerin çoğunun ortakları (putları) çocuklarını öldürmeyi onlara güzel gösterdi, böylece onları mahvetmek ve dinlerini şaşırmalarını sağlamak için…”[109]

Şüphesiz; cehalet ve akılsızlıkları yüzünden çocuklarını öldürenler zarara uğradılar…”[110]

“Fakirlikten korkarak çocuklarınızı öldürmeyin, biz sizin ve onların rızkını veririz![111]

“…Diri diri toprağa gömülen kız çocuklarına, hangi suçu yüzünden öldürüldüğü sorulduğunda…”[112]

-*-

 

2. Fasıl

 

 

ARAPLARIN VASIF VE PSİKOLOJİSİ

Zıt Vasıflar

Bedevi Araplar vahşi karakterleri, sertlikleri ve çapulculuklarının yanı sıra cömertlik, bağışlayıcılık, misafirperverlik, mertlik ve cesaret gibi vasıflara da sahipti, hele, verdikleri sözü mutlaka tutar, anlaşmalarına sadakat gösterip bu uğurda canlarını vermekten çekinmezlerdi ki bedevilerin en belirgin özelliklerinden biriydi bu. Onların bunca zıt özellikleri bir arada taşıdığını görmek gerçekten şaşırtıcıdır.

Dünyada benzerî az bulunur sıcaklıkta kurak, sert ve mahrum çöllerdeki hayatı yaşamasa; yağmacılığa susamış bir savaş delisi olan ve gözlerini intikam hırsı bürüdüğünde en inanılmaz cinayetleri bile gözünü kırpmadan işleyebilen bu arabın, çadırında fevkalade misafirperver, sıcak ve samimi bir dost olabileceğine ve bu ikisinin aynı insan olduğuna inanmak son derece zordu.Çaresiz biri ona başvuracak olsa veya zulme uğrayıp mağdur düşen biri ona sığınsa, düşmanı bile olsa ona kucak açar, ailesinin bir ferdi gibi onu korur, bu uğurda canını ona siper etmekten çekinmeyecek kadar mertlik gösterirdi[113]

Savaş meydanında cesaret göstermek, alabildiğine korkusuz olmak, israfa varacak derecede eliaçık ve cömert olmak, kabilesine tutkunca bağlılık, intikam alırken tamamen acımasız davranmak, kendisine, kabilesine veya akrabalarına saldırganlık gösterenden ne pahasına olursa olsun intikam almak o günün Arapları için bir erdem ve şerefti[114].

Arapların İyi Vasıflarının Kökleri

Daha önce de belirttiğimiz gibi otlak ve su anlaşmazlıkları bazen çatışmalara yol açıp kabileleri birbirine düşürüyorduysa da; acımasız ve sert tabiat şartları karşısında insanoğlunun güçsüzlük ve zaafı, bütün çöl bedevilerinin kutsal bir geleneğe saygı duymasını sağlamıştı: Misafirperverlik!..Hiçbir han veya kervansarayın bulunmadığı koca çölün ortasında kapısını misafire açık tutmamak çöl ahlak ve şerefine aykırı sayılıyordu. Çağımızın medyacıları demek olan o günün şairleri, arap ırkının mertlik ve kahramanlık sıfatlarının başında gelen erdemlerinden biri olarak misafirperverliği her fırsatta gündemde tutup övmeyi ihmal etmiyordu[115]

Ancak cesaret, misafirperverlik, cömertlik, kendilerine sığınanlara destek verip himaye etmek gibi daha sonra zuhur eden İslam dininin de kültür ve değerleri arasında yer alan bu iyi ve insancıl davranışlar onlarda insanî ve manevî değerlerden kaynaklanmıyordu, bilakis, kabileler arasında gurur duyup diğerlerine üstünlük taslamak gibi cahiliyet kültürü ve sosyal nedenler bu davranışların ana motoruydu. Zira hiçbir sosyal düzen ve güvenliğin bulunmadığı o haşin ortamda cesaret ve gözüpeklik zaten yaşamın zarureti gereğince lazımdı. Cahiliyet dönemi Araplarını cömertliğe, ahdine vefalı olmaya, kendisine sığınanı himaye etme… vb. insanî hasletler göstermeye iten sebepler insanlar arasında iyi bir isim olarak şöhret yapma ve kabilenin başına geçme arzusu, şairlerin tenkidinden çekinme, kötü ve cimri biri olarak tanınma korkusuydu. İnsanların mal ve çocuklarının çokluğuyla övündüğü bir ortamda misafirperverlik ve cömertlik vasıfları elbette bireyin kıvancı ve gurur vesilesi oluyordu. İslam tarihini mütalaa etmiş olanlar bu gerçeği bilirler[116]

Cehalet ve Hurafeler

Bütün hayatı genellikle çölde geçen bedevî Araplar kültür ve medeniyetten tamamen uzaktı, ve nesneler arasındaki ilişkilerin çoğundan habersiz bir fikrî ve aklî dogmatizm içindeydi. Olayları ve nesneleri mantıklı bir bakışla değerlendiremiyor, nedenlerle sonuçlar arasındaki ilişkileri fark edemiyordu. Mesela biri hastalanıp acı çektiğinde yakınları ona bazı ilaçlar tavsiye ettiğinde hastalıkla tedavî arasında bir ilişki olması gerektiğini fark ediyordu, ama bu idrak mantık ve araştırmaya dayalı ve dakik değildi. O, sadece kabilesinin falan hastalıkta falan ilacı tedavi için kullandığını biliyordu. Mesela genellikle köpek ısırmasından onlara geçen kuduz hastalığına, kabile reisinin kanının iyi geleceğine inanırdı! Aynı şekilde, her hastalığın nedeninin, vücuda kötü bir ruhun girmesi olduğuna inanmaktaydı, bu nedenle de o ruh, hastanın vücudundan uzaklaştırılmaya çalışılırdı. Veya birinin delireceğinden korktuklarında, bunu engellemek için onun boynuna ölülerin kemikleriyle pisliklerini asarlardı. “Dev”in de var olduğuna inanıyorlardı, devlerin gece vakitleri ıssız yerlerde ortaya çıkıp insanların yolunu kestiğini, onlara eziyet ettiğini zannediyorlardı.

ğırları suya götürdüklerinde bir inek su içmeyecek olsa, bunun nedeni öküzün boynunda bir devin oturmuş olması olarak yorumlanır ve devi kaçırtmak için zavallı öküzün yüzüne gözüne acımasızca vurulurdu![117] Bu tür mantıksız ve komik inançlar çok yaygındı.

Kabile tarafından kabul edilip uygulandığı sürece bedevî Araplar bunların hiçbirini abes görmüyor, doğruluğundan zerrece kuşku duymuyordu! Çünkü şüphe ve inkarın kaynağı bilgi, dikkat ve sağlıklı araştırmalardı; mesela bir hastalığın incelenebilmesi, nedenleri, etkileri ve tedavisinin anlaşılabilmesi için öncelikle bunlar gerekliydi, ama o günün arabı tamamen ilkel bir hayat yaşamakta olduğundan bu idrak ve bilince henüz sahip değildi.

Cahiliyet dönemi şiirlerinde veya bazı atasözleri ya da öykülerde neden -sonuç ilişkileri arasında bağ kurabilen nadir durumlar göze çarpsa da bunlar derin düşünce ve sağlıklı bir yorumdan yoksundur. Arapların inandığı hurafe ve batıl inançların asıl nedeni işte bu “olaylar ve nesneler arasındaki ilişkileri kavrayıp yorumlama yetersizliği”dir. İslam ve arap tarihiyle ilgili kitaplarda bu hurafe ve batıl inançlar tafsilatıyla anlatılmıştır[118]

Araplarda Bilim ve Sanat

Bazı bilimadamları bedevî Arapların tıp, astronomi ve tipoloji gibi bilimlere sahib olduğunu ispatlamaya çalışır[119] ama bu abartılı bir iddiadır. Arapların bu bilimlerle olan âşinalığı düzenli ve teknik bir bilim sathında değildi; bilakis, kabile büyüklerinden miras kalan bir takım tahminlerle yaşlı kadınlardan duyulup işitilen kulaktan dolma bilgilerden ibaret sathi ve dağınık şeylerdi. Bu tür bilgilerin “bilim” olarak tanımlanamayacağı ortadadır. Mesela Arapların astronomi ilmi hakkındaki bütün bilgileri bazı yıldızları tanıyıp onların ne zaman göründüğünü ve kaybolduğunu bilmekten, gece ve gündüz vakitlerini teşhisten ibaretti ki bunları da uçsuz bucaksız çöllerde yönlerini bulabilmek için öğrenmişlerdi. Tıp konusundaki bilgilerini de İbni Haldun’dan dinleyelim:

“…Genellikle kıt ve dar tecrübelerden ibaretti. Şunun bunun üzerinde denenerek elde edilen bu tecrübelerse çoğunlukla kabile şeyhleri ve kocakarılardan miras kalan, nesilden nesile ulaşıp gelen şeylerdi. Bazen bir hastanın iyileştiği de oluyordu, ama bu ne belli bir usule dayanıyor, ne de hastanın mizacıyla bağdaşıyordu!”[120]

Haris b. Kelde gibi doktorların (!) doktorluğu da işte bu tür bir şeydi aslında…

Ümmî Halk

Hicaz halkı, Kur’an’ın da tabiriyle “Ümmî” bir halktı; yani tıpkı anadan doğduğu günkü gibi kalmış, okuma yazma bilmeyen, kitap-kalem yüzü görmeyen tahsilsiz insanlardı. Belâzüri İslam’ın zuhuru sırasında Medine’yle Kureyş’ten sadece 17 kişinin okuma yazma bildiğini, bu rakamın iki büyük kabile olan Evs’le Hazrec’de sadece 11 kişi olduğunu yazar[121] Halbuki Mekke’de yaşayan Kureyşlilerin maddi durumu hayli iyiydi, ticaretle uğraştıkları için de okuma yazma bilmeleri gerekirdi. Bunca cahil ve bilgisiz bir kavmin sözkonusu bilimlere sahip olduğunu iddia edebilmek elbette ki inandırıcı değildir.

Şiir

Cahiliyet dönemi Araplarının göze çarpan yegane büyük özelliği şiir ve hitabe sanatındaki yetenekleriydi; özellikle şiirde altın çağlarını yaşıyorlardı. Şair, yaşadığı toplumun tarihçisi, soybilim uzmanı, hicivcisi, ahlak öğretmeni, gazetecisi, geleceğe mesaj taşıyıcısı ve savaş ilan edicisiydi[122]. O günlerde büyük arap şairleri ve edebiyatçıları “Ukaz”, “Zilmecaz” ve “Mecenne” gibi[123] mevsimlik olarak düzenlenen ve bütün halka açık olan ekonomik ve kültürel panayırlarda en seçkin edebi eserleriyle şiirlerini halka sunarlardı. Bir şairin yarışmayı kazanması, kendisi ve kabilesi için büyük bir iftihar ve onur sayılır, verilen değer ve itibarın göstergesi olarak da bu şiir Ka’be duvarına asılırdı. “Muallâkat-ı Sebe”, 7 büyük arap şairinin yazdığı fevkalade güzel 7 kasideydi; o güne değin Araplar arasında bunlara denk bir şiir yazılmadığı ve benzeri olmadığı için bunlar Ka’be duvarında asılı dururdu[124]. Bunlara “Asılı şiirler” anlamında “Muallâkat” denilmesi de bu yüzdendi.

Cahiliyet dönemi Arapları kültür, medeniyet ve fikrî zenginlikten mahrum oldukları için bu şiirler bütün edebî fevkalâdeliklerine rağmen fikir, muhteva ve anlam açısından gerekli kıvamdan yoksundu. Bu dönemin şiirlerinin teması aşk, şarap, kadın, kahramanlık ve milliyet eksenliydi ve bütün güzelliği kelimeler, tanımlar ve türlü edebî inceliklerinden ibaretti.

Araplar ve Komşu Medeniyetler

Cahiliyet dönemi Araplarının bilim ve sanat açısından tahlilini yaparken şu soru akla gelmektedir: Araplar kendilerine komşu olan çağın iki büyük medenî devleti İran ve Roma’yla ticaret yapar, bu iki devlet ve etraftaki diğer ülkelerle alış verişlerde bulunurken onların kültür ve medeniyetlerinden yararlanmış mıdır? Bu ilişkiler Arapların yaşamında önemli değişimlere yol açmış mıdır?

Bu soruya verebilecek cevap şudur: Hicaz halkı, yaşadığı bölgenin kendine has coğrafi ve doğal yapısı nedeniyle çağın devlet ve hükümetlerinin siyasi nüfuzundan uzak olduğu gibi onların kültürel nüfuz sahasının da dışındaydılar. Arapların komşu medeniyet ve kültürlerden etkilenebilmesi ancak üç yolla mümkündü:1- Ticaret 2- İran ve Roma’nın uydusu olan küçük devletler (Hıyre ve Gassan) 3- Kitap ehli (Yahudiler ve hırıstiyanlar)

Ne var ki, bu nüfuz ve etkinin ne kadar olduğuna bakmak gerekir. Bazı tarihçilerin bu konudaki görüşleri epey abartmalıdır, örneğin kimi şöyle diyor:

“Arap kabilelerinin İran ve Roma’yla irtibatları bu ülkelerin medeniyetleriyle tanışmasına yol açtı. Ticaret amacıyla İran ve Roma’ya yolculuk eden Araplar bu iki ülkede medeniyetin yansımalarını görüyor, İranlılarla Romalıların, Araplardan ne kadar farklı bir yaşama sahip bulunduğunu anlıyorlardı. Cahiliyet dönemi şiirlerinde de bunun izlerini görmek mümkündür. Buna ilaveten birçok tüccar ve yolcu İran ve Roma’dan birçok kelime, kavram ve öyküleri Arabistan’a taşıyor böylece İran ve Romalıların bazı fikir ve inançları Araplara intikal etmiş oluyordu”[125]

Yukarıdaki görüşe rağmen; hicazlı tüccarların bu iki ülkeye gidiş gelişlerinin Arapların fikrî ve kültürel sahada gelişmelerini pek etkilemediğini hatırlatmak gerekir. Zira bu medeniyetlerin huzmeleri çok dar bir kanaldan süzülüyor ve kimi zaman da tahrife uğrayarak karşıya ulaşabiliyordu. Nitekim Süleyman emsâlinden naklolunan bazı arap emsalinde veya İranlılarla Romalılardan aktarılan bazı hikayelerde tahrifler göze çarpmaktadır. Esasen o günün arabı bilimi komşularından düzenli olarak alamıyordu, zira buna engel olan önemli faktörler vardı. Bunlardan birkaçını sıralayalım:

1- Arapların komşularıyla irtibatını zorlaştıran büyük çöller, dağlar ve denizler gibi tabii engeller.

2- Araplarla Roma ve İran arasındaki sosyal yaşamla aklî ve fikrî mesafenin çok fazla oluşu… Nitekim başka milletlerin medeniyetini iktibas edebilmek için bu mesafenin az olması ve orada kültürel bir yakınlık bulunması icabeder.

3- Araplar arasında okuma yazma oranının çok düşük ve tahsilsizliğin çok yaygın olması nedeniyle; İran ve Romalılarla teması olanların bazı vecizeleri veya atasözleriyle hikayeleri ya da tarihi olayları anlatırken çok sadeleştirmesi ve duyanın onu hafızasında tutabileceği şekilde özetlemesi, bedevilerle benzeri cahil kesimin anlayabileceği bir şekilde ifade etmesi gerekiyordu.

Binaenaleyh bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere Arapların komşu ülkelerle ilişkileri onların sadece maddî ve edebî yaşamlarını etkilemişti[126].

Yahudilerle birlikte olmanın etkileri hakkında da deniliyor ki: Yahudiler Hz. Musa (a.s) döneminden beri ve ondan sonra da Romalıların baskı ve saldırıları sonucu, özellikle de Orşelim’in yıkılması üzerine Hicaz’a göçtüler[127]. Yahudilerin Hicaz’a gelmesi bu bölge Araplarının sosyal durumunda önemli etkiler yarattı ve Tevrat’la Talmud’daki hikâyeler bu yolla Hicaz Araplarına intikal oldu’[128]

O dönemlerde fikrî ve dinî açıdan Yahudilerin Araplardan çok daha üstün bir konumda olduklarını, hatta İslamdan sonra bile bazı Müslümanların dinî soruları onlardan sorduklarını gösteren belgeler mevcuttur.[129] Ancak; Yahudilik de hırıstiyanlık gibi tamamen bozulmuş ve tahrife uğramış olduğundan Arapların Yahudilerden aldıkları fikirler de bozuk ve kokuşmuş fikirlerdi, binaenaleyh Yahudilerin fikir ve inançları Arapların hiçbir sorununu halledemediği gibi cehalet ve sapıklıklarının daha da artmasına sebeb oluyordu.

İran ve Roma Karşısında Arapların Zayıf ve Perişan Hali

Daha önce de belirttiğimiz gibi Hicaz halkı dağınık ve kabileler halinde yaşadığından ve çoğunluğu bedevi olduğundan bu halkı teşkilatlandırıp düzene sokacak merkezi bir devlet yapısı yoktu. Sürekli kabile savaşları ve iç çatışmalar yaşandığından pek zayıf ve perişan bir haldeydiler, bu nedenle de yaşadıkları çağın devlet ve halklarının ilgisine mahzar olamamışlardır.

Cahiliyet dönemi Araplarının kabile ve aşiret hayatları çadırda sürüp deve çobanlığıyla geçiyor; taassuplar, mahrumiyetler ve düzensizliklerin kısır döngüsünde Arabistan dışına bakacak, Arap Yarımadası’nın sınırları ötesinde olup bitenlerle uğraşacak fırsat bulamıyorlardı. Çevrelerindeki devletleri yenmeyi akıllarından bile geçirmedikleri gibi, o devrin iki güçlü imparatorluğuna sahip İran’la Roma karşısında büyük bir zaaf ve küçüklük duygusu taşıyorlardı. Kendisi de bir arap olan “Katade” o dönemin Araplarını çağının en zavallı, en zayıf, en sapık, en aç ve en çıplak kavmi olarak tanımlar ve şöyle der: “Araplar bu iki aslan, yani Roma ve İran imparatorlukları arasında sıkışıp kalmışlardı ve bu ikisinden korkmadaydılar”[130]

Bunun en ilginç belgelerinden birini daha aktaralım: Bir gün Hz. Resulullah (s.a.a) Mekke’de Arapların büyüklerinden bir kaçını toplamış yüce İslam dinini tebliğ ediyordu, bu arada fıtrat ve ahlakla ilgili bazı ayetler okudu. Arap büyükleri bu ayetlerden etkilenmiş ve her biri övgü ve hayranlık dolu sözler söylemeye başlamıştı. Ama bu grubun büyüğü olan Musannâ bin Hârise şöyle dedi:

“Biz iki su arasında yaşıyoruz; bir tarafımızdan arap suları ve sahilleri, diğer tarafımızdan İran toprakları ve Kesrâ’nın nehirleriyle çevrili durumdayız. Hiçbir olay çıkarmayacağımız ve hiçbir suçluya sığınma vermeyeceğimiz hususunda Kesra’yla antlaşmamız var. Senin dinini kabul etmemiz bu şahların hoşuna gitmeyebilir. Arap topraklarında bizim bir hatamız olursa kendimiz görmezden gelebiliriz, ama böyle bir hatayı Kesra affetmeyebilir…[131]

Hayali Kıvanç

Tarihçiler, Arapların o sırada ne kadar zayıf ve zavallılık duygusu içinde olduklarını şöyle yazarlar:

“Bir yıl, Temim kabilesi kıtlığa uğradı; Kesra da onların yemyeşil ve bereketli Irak topraklarından yararlanmasına izin vermiyordu. Bu kabilenin büyüklerinden Hâcib bin Zürare, kabilesinin temsilcisi olarak bu konuda Kesra’yı ikna edebilmek için İran’a gitti. Kesra bu görüşmede “Siz Araplar hainsiniz!” dedi, “Size bu konuda izin verirsem hemen ortalığı karıştırır, kavga gürültü çıkarır, halkı aleyhime kışkırtırsınız! O zaman beni üzmüş olursunuz!” Hacib, böyle bir şey olmayacağına garanti verebileceğini söyledi, Kesra bu garantinin ne olduğunu sorunca Hacib “Yayımı size rehin bırakırım!” dedi. Kesra kabul ettiğini söyleyince de Hacib kendisinin cesaret, mertlik ve kahramanlık onurunun mazharı olan yayını ona teslim etti. Hacib öldükten sonra oğlu Atarüd, Kesra’ya giderek babasının yayını geri aldı[132]. Temimoğulları kabilesi, Kesra’nın onlardan böyle bir rehni kabul etmiş olmasını yıllarca bir iftihar saymış ve bununla övünüp durmuştur[133].

Diğer taraftan Şeybanoğulları kabilesi, Iclilerle Yeşkirilerin de yardımıylaZiygar” savaşında Hüsrev Perviz’i yenmişti[134]. Bu zaferle çok büyük bir mutluluk ve gurur duydukları halde böyle bir zafer kazandıklarına bir türlü inanamıyor ve ne zaman bu savaştan söz açılacak olsa dehşete kapılıyor, bunun, arabın aceme karşı bir zaferi olarak tanımlanmasından korkuyorlardı. Bunu Arapların büyük bir iftiharı olarak değil tamamen “tesadüfi bir olay” olarak tanımlıyor; ortada övünülecek bir durum da varsa bunun sadece o savaşa katılan üç kabileye ait olduğunun önemle altını çiziyorlardı. Derken, bu olay öyle bir boyuta ulaştı ki Şair Ebu Temam[135] Hacib’in yayının Kesra’da rehin kalmasıyla övünen Temim Kabilesine karşı Ebu Dulef Icli’yi[136] överken şöyle dedi:

“Temimoğulları yaylarıyla övünüp onu kendileri için bir şeref ve kıvanç addediyorlarsa; unutmayın ki sizin kılıçlarınız da Hacib’in yayını rehin almış olanların tahtını Ziygar Savaşı’nda yıkmıştır!”[137]

Cahiliyet Çağı

Bahsimizin buraya kadarki bölümlerinde Arap Yarımadasının İslam öncesi dönemlerini “cahiliyet dönemi” ve bu dönemde yaşayan Arapları da “cahiliyet Arapları” şeklinde tanımladık. “Cahiliyet Dönemi (veya çağı)” deyimi, İslamdan sonra Kur’an’dan ilham alan Müslüman Arapların bizzat kendilerinin, İslam öncesi hayatları için kullandıkları bir deyim olarak yayılıp özel bir anlam kazandı[138]. Bazı çağdaş tarihçiler bu zaman diliminin Hz. Muhammed’in (s.a.a) peygamberliğinden 150-200 yıl kadar öncesini kapsadığı tahmininde bulunmaktadır[139].

“Cahiliyet” terimi “cehl” kökünden türese de buradaki cehaletin anlamı, “ilim”in karşıtı değil, “akıl” ve “mantık”ın karşıtıdır.[140] Daha önce de belirttiğimiz gibi o dönemin Arap Yarımadası’nda yaşayan insanlar tahsili bulunmayan, okuma yazması olmayan, ilimden mahrum insanlardı; ancak İslam literatüründe onlara “cahil” ve o döneme “cehalet”dönemi denilmesinin nedeni onların sırf bilgisiz ve tahsilsiz olmaları değil, daha ziyade akla mantığa sığmayan yanlış ve batıl görüşlerle, sağlıksız bir bakış açısıyla olaylara bakmalarıydı; tamamen asılsız ve hurafelerden ibaret törelere inanmalarından ve İslam’ın şiddetle mücadele ettiği kindarlık, kendini beğenmişlik, başkalarına karşı övünme, üstünlük taslama ve kör taassuplar beslemelerinden dolayı İslam dini “cahil”olarak tanımlıyordu onları[141]. Buradaki “cehalet”in, bir anlamda “anlamsızlık”olduğu da söylenebilir, çünkü bir insanın “anlayış sahibi”olması onun tahsiliyle ölçülemez ve “anlamazlık” tahsilsizlik demek değildir; bilakis akılsız, düşüncesiz ve ahmakça fikirlere sahip beyinsiz insanlar için “anlamaz” terimi kullanılmaktadır[142]

Kur’an-ı Kerim’de “cahiliyet” terimi birçok yerde bu anlamda kullanılmıştır, birkaç örnek aktaralım:

1- İslam peygamberinin (s.a.a) onların istediği yönde karar verip fikir belirtmesini bekleyen bazı kitap Ehli’nin bu yersiz beklentileri “cahiliyet hükmü”şeklinde adlandırılmaktadır[143].

2- Allah Tealâ, putperest Arapların kör kabile taassubuna “cahiliyet taassubu” der[144]

3- Peygamberin (s.a.a) eşlerine, daha önceki cahiliyet döneminde olduğu gibi süslenerek dışarı çıkmamaları emredilmektedir[145].

4- İslam ordusunun Uhud savaşında yenilmesi üzerine moralleri bozulup imanları gevşeyerek kötümserliğe kapılan münafıklarla zayıf imanlı kimseleri kınayan Allah Teala; onların Allah hakkında “cahiliyet dönemindeki”zanlar gibi bir zan beslediklerini belirtmektedir[146].

5- Allah Teala, Hz. Musa’nın (a.s) kavminin, bir inek öldürmeleri istendiğinde ona “sen bizimle alay mı ediyorsun?” diye sorduğunu, Hz. Musa’nın (a.s) ise “cahillerden olmaktan Rabbime sığınırım!” dediğini buyurur[147].

6- Emir’el Mü’minin İmam Ali (a.s) putperest Arapların zavallılık ve perişanlık içinde yaşadığı dönemi tarif ederken onların cahiliyetleri nedeniyle akılsız olduklarını hatırlatır.[148]

 

-*-

 

 

 

3. Fasıl

 

 

ARABİSTAN YARIMADASI’YLA ÇEVRESİNDEKİ DİNLER

İslam’ın zuhur döneminde Arapların büyük çoğunluğu putperest olsa da aralarında bazen Yahudi, hırıstiyan, hanif, mânî ve sâbîi..vb. olana da rastlamak mümkündür. Arabistan halkının tamamı aynı dîne mensup değildi yani; mevcut dinlerin her biri birçok belirsizlik ve karanlık noktalarla doluydu. Bu nedenle de halk bu dinlerden adeta bıkmış, usanmış, ne yapacağını bilemez hale gelmişti. Aşağıda bu dinler hakkında kısaca bilgi vermemizin faydalı olacağını düşünüyoruz:

Tektanrıcılar

“Hanif”ler olarak bilinen[149]  tektanrıcılar, müşrik olan çoğunluğun tersine, puta tapmıyor, tek tanrıya ve ahirete inanıyorlardı. Bu gruptakilerin bir kısmı hırıstiyandı, ama bazı tarihçiler onları da haniflerden saymaktadır. Varaka b. Nevfel, Ubeydullah b. Cahş, Osman bin Huveyres, Zeyd Bin Ömer bin Nufeyl[150], Nabığa Ce’di (Kays bin Abdullah), Ümeyye bin Ebu’ssalt, Kays b. Saide İyâdi, Ebu kays Sürme b. Ebu Enes, Züheyr b. Ebu solma(Sülemi), Ebu Âmir Evs(Abd Amru b. Seyfi, Addas (Utbe b. Rabianın kölesi), Reab Şeni ve Rahib Behiyra bu hanifler arasındaydı[151], bunların bir kısmı ünlü düşünürler ve şairlerdendi.

Bu tektanrıcılık inancını onların aydın görüşlü ve temiz bir fıtrata sahip olmalarının yanı sıra mevcut dinlerin sönüklüğünde ve toplumdaki dini boşlukta aramak gerekir. Temiz yaradılışlarını koruyabilen bu insanlar kainatın müdebbir yaratıcısının varlığına inanıyor, akıl ve mantıktan uzak putperestliğin din olarak kabul edilemeyeceğini görüyorlardı. Hırıstiyanlıkla Yahudilik de, aradan geçen asırlar sürecinde tahrife uğrayıp maneviyatını yitirmiş olduğundan aydın görüşlü insanların huzura muhtaç ruhunu doyurmaktan uzaktı. Bu nedenle Yüce Yaradan’ının arayışı içinde olan niceleri Hakk’ı ve hak dini bulabilmek için uzun yolculuklara ve meşakkatlere katlanarak hırıstiyan, Yahudi veya diğer dinlerin ünlü isimleriyle görüşüp konuşuyor[152] ve semavî kitaplarda, geleceği müjdelenen son peygamber Hz. Resulullah’ın (s.a.a) zuhur işaretleri hakkında incelemelerde bulunuyor ve genellikle belli bir sonuca ulaşamadıklarından çareyi, en azından tektanrıcılık esasını kabulde görüyorlardı. Bu grubun nasıl ibadet ettiği ve ne tür dinî merasimleri olduğu hakkında ise çok net bilgiler bulunmamaktadır.

Burada, bazılarının zannettiği gibi haniflerin içinde yaşadıkları toplumun hidayeti yolunda onları tevhide davet etmedikleri ve kesinlikle böyle bir hareket içinde olmadıkları gerçeğini de hemen hatırlatalım. Tarihçilerin de kaydettiği üzere hanifler münzevî ve ferdî bir yaşamı seçmişlerdi; düşünüyor, olayları tahlil ediyorlardı ama hiçbir zaman belli bir grup ve din olarak toplanıp teşkilatlanmamışlardı. Belli hüküm ve ibadetlere sahip bir dinleri yoktu. Yaşadıkları bozuk ortamda halkın sıkça bir araya geldiği yerlerden uzak durmaya çalışıyor ve putlara tapınmıyor, bununla yetiniyorlardı. Görüşlerini açıklayıp insanları kendi inandıkları doğrulara davet etme gibi şeylerle uğraşmayan hanifler kavimlerinin inançlarını bozuk ve batıl buluyor, bundan öte hiçbirşey yapmıyorlardı. Bu nedenle de kavimleriyle ilişkileri gayet normaldi ve toplumla aralarında hiçbir sürtüşme olmuyordu[153].

Hırıstiyanlık

Arabistan’ın bazı noktalarında hırıstiyanlar da vardı. Hırıstiyanlık güneyden Habeşistan, kuzeyden Suriye (Doğu Roma imparatorluğunun nüfuz alanı) ile Sina Yarımadası’ndan Arabistan’a nüfuz etmiş, ama burada önemli bir ilerleme kaydedememişti[154]; Arap Yarımadası’nın kuzeyinde Rabia kabilesine mensup Tagliboğulları’yla Gassan kabilesi ve Gazâeoğulları’ndan[155]  birkaç kişi arasında yayılabilmişti ancak[156].

Kass bin Saide, Hanzala Tai ve Ümeyye b. Salt’da hırıstiyanların büyükleri arasında sayılmıştır. Bunlardan bazısı şehirden uzaklaşıp toplumu terk etmiş, çöllerde küçük manastırlarda inzivaya çekilmişti[157].

Yemen’de Hırıstiyanlık

Hırıstiyanlık 4. yüzyıldan itibaren Yemen’e nüfuz etmişti. Bir hırıstiyan olan Philip Hitti şöyle yazar:

Doğru kaynaklara göre Güney Arabistan’a giden ilk hırıstiyan heyet, mil, 356’da imparator Konstantios tarafından Teo Philos Andos Arıos başkanlığında gönderilen heyettir. Bu heyetin gönderilmesinin asıl nedeni o günkü dünya politikasının gereği olarak Güney Arabistan’daki nüfuz sahaları üzerinde Roma imparatorluğuyla İran imparatorluğu arasındaki rekabetti. Teo Philos Aden’de bir, Hemiyriyan’da da 2 kilise yaptırdı. Necran halkı mil 500’de bu yeni dini kabullendi[158]

İslam zuhur ettiğinde Yemen’de Tayy, Mezhec, Behrâ, Selih, Tenuc, Gassan ve Lehm kabileleri hırıstiyan olmuştu[159]

Hırıstiyanlığın Yemen’deki en önemli merkezi Necran’dı. Bu kalkınmış ve zengin şehrin halkı geçimini zıraat, ipek kumaşlar örme, deri  ticareti ve silah üretiminden sağlıyordu. Necran şehri, Hıyre’ye kadar uzanan bir ticaret yolu üzerindeydi[160]

Zunuva, Yemen’i ele geçirinceye kadar hırıstiyanlık bu ülkede yayılmaya devam etti. Zunuvas hırıstiyanları dinlerinden vazgeçmeye zorladıysa da onlar direndiler, bunun üzerine büyük çukurlarda ateşler yakarak bütün hırıstiyanları bu çukurlarda diri diri yaktı[161] . Derken, Habeşistan’ın duruma müdahale etmesiyle Zunuvas mil. 525’de yenilgiye uğratıldı ve hırıstiyanlar tekrar iktidar oldular.[162]

Hıyre’de Hırıstiyanlık

Hırıstiyanlığın nüfuz ettiği bölgelerden biri de Arabistan’ın doğusundaki Hıyre şehriydi. Hırıstiyanlık, Romalı esirler yoluyla Hıyre’ye sızabilmişti. İran -Pers- imparatorluğu 1. Hürmüz döneminden itibaren bazı sömürgelerine Romalı esirleri yerleştirmişti, işte bu esirlerin bir kısmı Hıyre’de yaşıyordu. Bazı tarihçilere göre Hıyre’de hırıstiyanlığın ilk mümessilleri bu esirlerdi. Kısacası Hıyre’de misyonerlik faaliyetinde bulunan hırıstiyanlar vardı ve bu şehrin ahalisine hırıstiyanlık propagandasında bulunuyorlardı. Arap çarşılarında halka konuşmalarda bulunup vazediyor; kıyametten, cennet ve cehennemden sözediyorlardı. Onların bu yoğun çabaları sonucu bazı Araplar hırıstiyan oldu, hatta 5. Numan’ın eşi Hind de bunların arasındaydı. Hırıstiyan olduktan sonra kendi adını verdiği bir manastır yaptırdı, “Deyr-i Hind (Hint manastırı)”adlı bu bina Taberi’nin dönemine kadar ayakta kalmıştır. Daha önce isimlerini aktardığımız Hanzala Tai, Kass bin Saide’yle ümeyye bin Salt Hıyreliydi[163].

Hıyre kralı Numan b. Münzir, Adıyy b. Zeyd’in telkinleriyle hırıstiyanlığı seçti[164].Kur’an’da hırıstiyanların görüş ve inançlarından sözeden, bu inançlardaki zaaf ve hataları açıklayan, özellikle Hz. İsa’yı (a.s) tanrılaştıran batıl inancı kınayan[165]  birçok ayet vardır ki bu, İslam’ın zuhur çağında Arap Yarımadasında hırıstiyanların da yaşadığını gösteren en güçlü delildir. İslam tarihinin ünlü olayı olarak bilinen “Mübahale” de Hz. Resulullah (s.a.a)ın mübahelede bulunduğu hırıstiyanlar Necran’ın büyük papazlarıydı[166].

Daha önce de hatırlattığımız gibi, hırıstiyanlık, zaman aşımına uğrayarak maneviyat ve asaletini yitirmiş, bozulup tahrife uğramıştı. Bu nedenle de o dönemdeki akidevî ve fikri boşluğu doldurabilecek, insanların fırtınalı ruhlarını dindirip onlara huzur verebilecek kapasiteden yoksundu artık.

Yahudilik

Yahudilik, İslamdan asırlar önce Arabistan’a nüfuz edebilmişti. Bu bölgede belli Yahudi yerleşim merkezleri oluşmuştu ki bunların en çok tanınanı daha sonra “Medine” adını alacak olan Yesrib’di. Teyma[167] , Fedek[168] ve Hayber’de de[169] Yahudilerin yaşadığı yerler vardı. Yesrib’de üç Yahudi kabilesi vardı: Neziroğulları, Kaynukaoğulları ve Kurayzaoğulları[170]

Yesrib’de bu üç Yahudi kabilesinden başka iki büyük kabile daha vardı: Evs ve Hazrec! Mil. 3. yüzyıllarda Yemen’den göçeden bu iki kabile, Yahudilerden kısa bir süre sonra Yesrib’e yerleşmişti. Putperest olan bu iki kabile içinden bazıları, Yahudilerle birlikte yaşadıklarından onların dinini seçmişti. Yemen’le Yesrib’den kovulan bazı Yahudilerin de Taif’e yerleştiği ve burada ticaretle uğraştıkları söylenir[171].

Yahudiler Arabistan’da yerleştikleri her yerde, zıraatteki maharetleriyle ün kazanıyorlardı. Medine’de de zıraat ve çiftçiliğin yanı sıra demircilik, boyacılık ve silah yapımındaki şöhretleriyle tanınmışlardı[172].

Hımyer, Kenanoğulları, Haris b. Ka’boğulları, Kindiler[173], Gassan ve Cezam kabileleri arasında da Yahudi olanlar vardı[174]

Yemen’de Yahudiler

Yahudiler yerleştikleri her yerde Tevrat’tan Yahudilik inançlarının propagandasını yapıyor, Yahudiliği yaymaya çalışıyorlardı. Yemen de bir ara Yahudilerin eline geçmiştir. Yemen kralı Zunuvas Yahudi olunca hırıstiyanları ezip sindirmiş ve bu ülkede Yahudiliği resmi din ilan etmiştir.

Bazı tarihçilere göre Zunuvas’ın hırıstiyanlara karşı takındığı bu acımasız tavrın nedeni dini değil, milli sebepler ve vatan sevgisinden kaynaklanıyordu aslında. Çünkü Necran hırıstiyanlarının, aynı dinden oldukları Habeşistan’la çok yakın dostluk ilişkileri vardı, Habeşistan devleti hırıstiyanları destekleme adı altında aslında Yemen’in içişlerine müdahele ediyor ve kendi milli çıkarlarını temine çalışarak başka maksatlar güdüyordu. Bu nedenledir ki Zunuvas’la taraftarları, hırıstiyanları sindirip yok ederek Habeşistan’ı önemli bir üssünden mahrum bırakmak istemişlerdi. Necran’da hırıstiyanlara uygulanan büyük katliamlardan sağ olarak kurtulmayı başaran bir Necranlı, Habeşistan’a giderek imparatoru gördü ve ondan yardım istedi. Bu olay iki ülke arasında savaşa yol açacak, 525’te Zunuvas’ın yenilmesiyle birlikte Necran, İslam’ın zuhuruna kadar hırıstiyanlığın bölgedeki önemli merkezlerinden biri olarak kalacaktı[175]

Sabiler

Kimileri bu inancın Tehmures’in iktidarı döneminde ortaya çıktığına ve bu dinin kurucusunun Buzasof olduğuna inanır. Ebu Reyhan Biruni (hk.360-440) bu güruhun nasıl ortaya çıktığını kısa bir tarihçeyle açıkladıktan sonra şöyle yazıyor:

“Bunlar hakkında yegane bildiğimiz tek tanrıya inanmaları ve O’nu kötü sıfatlardan münezzeh bilmeleridir (Selbiye sıfatları). İnançlarının şu olduğu söylenir: Tanrı sınırlı değildir, görülmezdir ve zulmetmezdir. Kainatın felek, gökler ve göklerdeki cisimlerce yönetildiğine ve göklerin canlı olduğuna, konuştuğuna, duyduğuna ve gördüğüne inanır, nura ve ışığa taparlar. Sabiler inançları gereği yıldızlar ve onların hareketleriyle yerkürenin mukadderatı arasında bağ kurduklarından bunların heykel ve şekillerini mabetlerinde bulundururlardı. Nitekim güneşin heykelini Baalbek’e, ayın heykelini Harran’a, Venüs’ün heykelini de bir köye dikmişlerdi[176]

Saibilerin merkezi Harran’dı[177]; bu din bir zamanlar Roma, Yunanistan, Babil ve daha birçok ülkeye yayılmış[178]. Kur’an-ı Kerim üç yerde onlardan sözeder[179] Günümüzde artık yokolmaya yüztutan bu dinin çok az sayıdaki mensupları Huzistan’la[180] Irak’ta[181]  yaşamaktadır[182]

Manilik

Zerdüştilik, Manilik ve Mazdekiliğin ana vatanı İran’dı. Ancak bu dinlerin İslamdan önce Hicaz’da yerleşip yerleşmedikleri hakkında ihtilaf vardır. Bazı çağdaş tarihçiler o dönem Arabistan’ında bu dinlerin bulunduğuna inanıyorsa da mevcut belgeler sadece maniliğin varlığını ispatlamaktadır.

Yakubi şöyle yazar:

“Bazı Araplar Yahudiliği, bazıları hırıstiyanlığı seçti, kimi de zındıklığı seçip seneviyyeyi(iki yaratıcıya inanma-çev-) kabullendi”[183]

Bugün “zındık” kelimesi Allah’ı inkar eden, dinsiz anlamında kullanılıyorsa da İslambilimciler  bu kelimenin aslında Manilik dininin kollarından birinin adı olduğunu vurgulamaktadırlar. Zamanla bütün Manicilere ıtlak olunmuş, sonra da dinsizlerle kafirler için de aynı kelime kullanılmıştır. Eski metinlerde “zındıklık” denildiğinde “Manicilik (Manişeizm-çev-)kastedilir[184], bu din hırıstiyanlıkla Mecusiliğin bir senteziydi[185]

Bazı tarihçiler Kureyşliler arasında zındık da olduğunu ve bu dinin Hıyre halkından onlara ulaşğını yazmaktadır[186]. Bu dinin Hıyre’den Arabistan’a geçmiş olması, bunun ikitanrıcılık olduğunu göstermeye yetmektedir, çünkü Hıyre İran’ın komşusu ve onun himayesi altındaydı ve İran Perslerinin ikitanrıcılığa dayalı dinleri bu ülkeye de nüfuz etmişti.

Yıldızlara Tapma

Cahiliyet devrinde, birçok bölgede olduğu gibi Arap Yarımadası’nda da halkın bir kısmı aya, güneşe ve bazı yıldızlara tapıyor ve bunların yerküre ve canlıların kaderini belirleyen gizemli simgesel güçler taşıdığına inanıyordu. Mesela Huzâe ve Hımyer kabileleri sabit iki parlak yıldız olan Şi’ra”ya tapıyordu, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) anne tarafından gelen büyükbabalarından Ebu Kebeşe de bu yıldıza tapardı[187].

Tayy kabilesinden bazıları da Süreyya yıldızına tapmadaydı[188]. Yıldızlara ve diğer gök cisimlerine tapınma olayı Arapların edebiyat, hurafe ve destanlarına yansıyacak kadar yaygın hale gelmişti[189]. Esasen ayla güneşe tapan Sabilere ilaveten bütün putperestler de bu ikisini kutsal varlık sayıyordu[190].

Kur’an-ı Mecid, yıldızlar ve diğer göz cisimlerine tapınmayı reddedip kınamakta ve bunların yüce yaratıcı’nın mahlukatı olduğu, O’nun iradesi karşısında teslimiyet gösterdiği, O’nun karşısında secdeye kapanıp O’na ibadet ettiği gerçeğini hatırlatmaktadır; binaenaleyh insanoğlu onlara tapınmamalı, onlar üzerinde tefekkür ederek kainatın Yüce Yaratıcısı’nı tanımalıdır, zira bütün bunlar O’nun kudret ve ilminin nişâneleridir:

“Allah; geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi, yıldızlar da O’nun emriyle, insanlar için emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır.”[191]

“Gece, gündüz, güneş ve ay O’nun ayetlerindendir. Siz güneşe de, aya da secde etmeyin, Allah’a secde edin ki bunları kendisi yaratmıştır, eğer O’na ibadet edecekseniz.”[192]

Şi’ra yıldızının Rabbi’nin O olduğu gerçeği, daha önceki peygamberlerin kitaplarında insana ulaşş değil midir?”[193]

Bu ayetler de, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bi’set döneminde gök cisimlerine tapınmanın halk arasında bir hayli yaygın olduğunu göstermektedir.

Cinlerle Meleklere Tapma

Yukarıda sıraladığımız dinlerin yanı sıra Arabistan ahalisinin bir kısmı da cinlerle meleklere tapınıyordu.

Mekke’nin ileri gelenlerinden Abdullah b. Zeb’eri “Biz meleklere tapıyoruz, Yahudiler Üzeyir’e, hırıstiyanlar da İsa’ya! Muhammed’e sorun bakalım, biz hepimiz bunca tanrıyla birlikte cehenneme mi gideceğiz yani?!” diyordu[194]

Hazae kabilesinin bir kolu  olan Benu Melih kabilesi cinlere tapıyordu.[195]Cinlere ilk tapanların Yemenli bir grup olduğu, onları Hanifeoğulları kabilesinin izlediği, sonra da tedricen bunun Araplar arasında yayılmaya başladığı söylenir[196]. Bazı müfessirlere göre kimileri, Allah’ın -haşa- cinlerle evlendiğine ve meleklerin de bu evliliğin semeresi olduğuna inanmaktaydı[197]! Yüce Allah (c.c) Kur’an-ı Kerim’de, cinlerle meleklere tapınmayı ve onlar hakkında batıl düşüncelere kapılmayı kınayarak şöyle buyurur:

“…Allah için cinlerden ortak koştular. Oysa onları da Allah yaratmıştır…”[198]

“Kıyamet günü Rabbin onların hepsini diriltir ve sonra da meleklere “Bunlar size mi tapınıyordu?” diye sorar. Onlar “Sen eşi ve benzeri olmaktan münezzehsin, bizim velimiz ancak sensin, onlar değil! Onlar cine tapınıyorlardı ve çoğu onlara inanmaktaydı!” derler”[199]

Ayetteki bu sorunun bir bilinmeyeni bilmek amacıyla sorulmadığı ortadadır, zira Allah Teala her şeye âlimdir; amaç gerçeğin bizzat melekler tarafından söylenmesi ve onlara tapınanların utanmasını sağlamaktır. Diğer taraftan, ayetteki ifadeden, meleklerin insanların onlara tapınmasına razı olmadıkları ama bazı cinlerin buna razı olduğu anlaşılmaktadır.

Her Hâl-ü kârda bu görünmeyen varlıklara tapınmak, iki tanrıya inanan seneviyelerin batıl inancına çok benzemekteydi. Zira onlar cinlerin kötülük ve şer, meleklerinse nur, iyilik, rahmet ve bereket kaynağı olduğuna inanıyorlardı. Bazı Araplar geceleri ıssız yerlerden geçerken “buranın delilerinden, onların reislerine ve büyüklerine sağınırım!” derlerdi[200] böylelikle cinlerin büyüğünün, onları koruyacağına inanırlardı. Yüce Yaratıcı’nın Kur’an’daki şu buyruğu bunu ispatlamaktadır:

“De ki bana bazı insanların bazı cinlere sığındığı ve böylece onların sapıklık ve azgınlığını artırdığı vahyolundu”[201]

Mekke Şehrinin Ortaya Çıkışı

Mekke şehrinin ilk ortaya çıkışı, Hz. İbrahim (a.s) dönemine rastlar; Rabbinin emriyle eşi Hacer ve kundaktaki yavrusu İsmail’i Suriye’den alıp (a.s) o sırada susuz kurak, ıssız ve tamamen çorak olan bu çöle bırakır[202]. Allah’ın takdiriyle, Hacer’le İsmail’in (a.s) hayatta kalması için yerden Zemzem suyu kaynayıp çıkar[203] , bu sırada güneydeki kuraklık ve kıtlık nedeniyle kuzeye göç eden Corhom kabilesi oradan geçerken onları görür ve Zemzem’in aktığı bu mıntıkaya yerleşir[204]. Hz. İsmail (a.s) büyüdüğünde Corhomlu bir kızla evlenir[205]. Hz. İbrahim (a.s)  orada oğlu İsmail’in -(a.s) yardımıyla Ka’be’yi inşa etmekle görevlendirilir[206]. Ka’be’nin inşasıyla birlikte Mekke şehrinin ilk temeli atılmış oldu ve Hz. İsmail’in (a.s) nesli zamanla çoğalarak Mekke’ye yerleşti.

İbrahim (a.s) Dini -Hanifilik-in Kalıntıları

Mekke Arapları Hz. İsmail’in (a.s) soyundan gelen Adnanoğulları’ndandı ve bu adı, bu boyun büyüğü ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a) 20. göbekten ceddi olan Adnan’dan alıyorlardı. Hicaz, Necd ve Tehame’de yaşayan Adnanoğulları[207]  yıllardır Hz. İbrahim’in (a.s) şeriati üzere yaşamaktaydı, Yakubî şöyle yazar:

“Kureyşliler ve Adnanoğulları boyunun çoğu, Hz. İbrahim’in (a.s) dininin bazı hükümlerine uymaktaydılar; Ka’be’yi ziyaret ediyor, haccediyorlardı, misafirperver insanlardı, haram aylara saygı gösteriyor, kötü şeyler yapmıyorlardı, akrabalarıyla bağlarını kesmiyor, zulmetmeyi kötü biliyor ve kötülükte bulunanları cezalandırıyorlardı[208].

Allah’a inanma, anne ve kızkardeşle evliliği haram sayma, hac ve umre menasıklarıyla, kurban kesme, cenabet guslü alma[209], sünnet, ölüleri kefenleyip gömme[210] gibi Hz. İbrahim’den (a.s) yadigar kalan dinî hükümler Adnanoğulları arasında geçerliliğini halâ koruyordu ve İslam’ın zuhuruna kadar da bu hükümlere uymuşlardı. Vücut temizliği ve fazla tüylerden arınma gibi on maddelik temizlik sünnetlerini de yerine getiriyorlardı[211].Yine Hz. İbrahim’in (a.s) sünnetlerinden olan 4 haram aya saygı gösteriyor[212] ve herhangi bir nedenden dolayı bu aylarda bir savaş çıkacak veya kan dökülecek olursa onu “feccar”, yani “haksız yere çıkmış günah bir olay”olarak adlandırıyorlardı[213]. Binaenaleyh tevhid dini bu bölgenin en eski ve köklü diniydi, putperestlik daha sonraları Araplar arasına girmiş ve tektanrıcılık inancından sapmalarına yol açmıştı.

Araplar Arasında Putperestliğin Ortaya Çıkışı

Çeşitli belge ve karineler Araplar arasında putperestliğin ortaya çıkışının iki faktörden kaynaklandığını göstermektedir:

1-Mekke’nin bir zamanlar en nüfuzlu adamı ve Ka’be’nin de mütevellisi olan Hazae kabilesinin reisi “Amru bin Leheyy”[214]Şam’a yaptığı bir yolculukta burada puta tapan bir grup İmalege (Emalika)boyuna[215]  mensup adam gördü. Neden bu putlara tapındıklarını sorunca “bunlar bize yağmur yağdırıyor, yardımcı oluyor” dediler. Onlardan bir put da kendisine vermelerini istedi, “Hubel” adını verdikleri bir putu ona verdiler. Amru, Hubel’i Mekke’ye götürüp Ka’be’ye yerleştirdi ve halkı bu puta tapınmaya davet etti[216], ayrıca “Isaf”[217] ve “Naile” adlı iki putu daha Ka’be’nin yanına koyup halkı bunlara tapındırdı[218] ve böylece Mekke’de putperestliğin temelini atmış oldu. Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyor:

“Amru bin Leheyy, İsmail’in dinini değiştirip putperestliğin temelini atan ilk kişidir, ben onu cehennem ateşinde gördüm”[219]

2-Hz. İsmail’in (a.s) nesli giderek çoğalıp da geçim derdiyle Mekke dışındaki bölgelere gitmek zorunda kalınca Mekke ve Ka’be’ye besledikleri sevgiden dolayı Mekke’den bir taş parçası alıp yanlarında götürüyor, oturdukları veya konakladıkları yerlerde bu taşı yere koyup(Ka’be’de tavaf ettikleri gibi)bu taşın etrafında dönüp âdeta hasret ve saygıyla onu tavaf ediyorlardı. Giderek bu uygulamanın asıl nedeni unutuldu ve bu taşların her biri puta dönüştü ve herkes beğendiği her taşa tapmaya başladı. Böylece Adnanoğulları boyu asıl dinlerini unutarak İbrahim’le (a.s) İsmail’in (a.s) dinini tahrif edip putperestliğe yöneldiler[220]

Yukarıda saydığımız bu iki faktör, putperestliğin bu bölgede başlama nedenleriydi sadece, ama bunun  devamı birçok faktöre daha dayanıyordu aslında: Cehalet, insanoğlunun tanrısının bile elle tutulur, gözle görülür olmasını isteyen somuta düşkünlüğü[221], kabileler arasındaki rekabet ve her kabilenin kendi putuna sahib olmak istemesi, kabilenin cahil ve bilgisiz kalmasını ve böylece kolayca emir dinlemesini isteyen kabile şeflerinin mevki-makam düşkünlüğü ve nihayet geçmiştekilerin her yaptığının hiç sorgulanmadan körü körüne taklidi gibi faktörler putperestliğin yayılmasına yardımcı oldu ve giderek putperestliğin çeşitli türleri ve putlara dua ve adakta bulunmak, onları arabulucu etmek, onlardan yardım istemek gibi merasimler iyice yaygınlık kazanıp normalleşir oldu[222]. İş öyle bir hal aldı ki putların sayısı hızla arttı, artık evlerde bile put vardı ve insanlar bir yolculuğa çıkmadan önce ona dokunarak teberrük ediyor, kendilerine uğur getirmesini diliyorlardı[223]. Mekke fethedildiği sırada bu şehirdeki putların sayısı 360’a ulaşş[224].

Putperestler Allah’a İnanıyor muydu?

Putperestler “Allah”ı inkar etmiyor, Kur’an’da da buyrulduğu gibi O’nu yerin, göklerin ve bütün varlık aleminin yaratıcısı biliyorlardı[225], ama kendilerinin sapmasına neden olan iki büyük hata işlemekteydiler:

1- Allah ve sıfatları hakkında batıl inançları da vardı, O’nunla ilgili müphem ve müşrik bir zihniyete sahiplerdi. Mesela Allah’ın eşi ve çocukları olduğuna inanıyor, melekleri Allah’ın kızları kabul ediyorlardı!İnsan ve diğer canlılar gibi Allah’ı da maddi ve fiziki bir varlık sanıyor, O’nun da üreyerek çoğaldığını düşünüyorlardı. Onların bu batıl inancı Kur’an’da sert bir dille kınanmakta ve reddedilmektedir:

“Onlar, Rahman Yaratıcı’nın kulları olan melekleri dişi sandılar; melekler yaratılırken onlar da mı oradaydılar (da, onların cinsiyetini bildiklerini iddia ediyorlar?!)Onların bu -batıl-şehadeti -dosyalarına yazılacak ve bundan hesaba çekileceklerdir”[226]

“Ahirete inanmayanlar melekleri kız isimleriyle isimlendiriyorlar”[227]

“Ve müşrikler “Rahman Allah kendisine evlat edindi” dediler; hayır, O evlat edinmekten münezzehtir. Melekler değerli kullardır ancak.”[228]

“Cinleri Allah’a ortak koştular. Oysa onları da O yaratmıştır. Bir de, hiçbir bilgiye dayanmaksızın O’na oğullar ve kızlar yakıştırıp uydurdular. O ise, nitelendiregeldikleri şeylerden yüce ve uzaktır. Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. O’nun nasıl çocuğu olabilir? O’nun bir eşi, zevcesi yoktur. O, her şeyi yaratmıştır; O, her şeyi bilendir”[229]

“Elbette bizim Rabbimizin şanı yücedir; O ne bir eş edinmiştir, ne de çocuk”[230]

Yüce Allah Kur’an’da birçok ayette müşrikleri kınamakta ve onların kötü bildikleri kız çocuğunu Allah’a, oğlan çocuğunu ise kendilerine layık gördüklerini bildirmektedir:

“…kızlar Allah’ındır da, erkek çocuklar sizin mi?...”[231]

Şimdi sen onlara sor: Kızlar senin Rabbinin de, erkek çocuklar onların mı? Yoksa, biz melekleri yaratırken onlar oradamıydılar ki meleklerin dişi olduğunu söylüyorlar?![232]

Lat’ı, Uzza’yı ve onların üçüncüsü olan Menat’ı gördünüz mü? (herhangi bir güçleri var mı?) Erkek evlat sizin, dişi de O’nun mu? Eğer böyleyse, bu çarpık bir paylaşma. Bunlar sizinle atalarınızın onlara verdikleri isimlerdir sadece!...”[233]

“Yani O, yarattıklarından kızları kendine edindi ve erkekleri size mi ayırıp bıraktı?”[234]

“Onlar Allah ile cinler arasında bir soy bağı -akrabalık- kurdular, oysa cinler kendilerinin ilahi mahkemeye çıkarılacaklarını bilirler… Allah, onların nitelendirmekte olduklarından yüce ve münezzehtir.”[235]

Bir tefsire göre onların cinle Allah arasında kurdukları hayali akrabalık bağı

evlilikti ve melekler de bu evliliğin semeresiydiler.[236]

2- Putların küçük tanrılar olduğunu, Allah’la kulları arasında aracılık yaptığını söylüyorlardı, böylece onlara tapınmanın Allah’ı memnun edeceği zannındaydılar, oysa ibadet Allah’a mahsustu sadece.

Diğer taraftan her ne kadar putları kainatın yaratıcısı olarak görmeseler de onları bir çeşit ilah ve yaratma gücüne sahip Rabler telakki ediyor, kainatın idaresinde ve insanoğlunun kaderinde etkileri olduğuna inanıyor, bu nedenle de sıkıntılarının ve sorunlarının giderilmesi için onlardan yardım taleb ediyorlardı!Oysa İslam inancında Yüce Allah kainatın yegane yaratıcısı olduğu gibi onun idare ve yönetimi de tamamen Allah’ın elindedir[237] ki buna “fiillerinde tevhid” denmektedir; putlar ise iradesiz ve cansız yaratıklardan başka bir şey değildir. Kur’an, onların bu konudaki batıl zanlarını reddederek kınamakta ve şöyle buyurmaktadır:

“Allah’ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek, yararı da dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve “bunlar Allah katında şefaatçilerimizdir” derler. De ki “Siz Allah’a yerlerde ve göklerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk katmakta olduklarınızdan uzak ve yücedir”[238]

“Bilin ki halis -katıksız- olan din yalnızca Allah’ındır. O’ndan başka veliler edinenler şöyle derler: Biz, bunlara bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.”Hiç şüphesiz Allah, kendi aralarında hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı, kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez!”[239]

“Kendilerine güç -izzet- sağlasınlar diye, Allah’tan başka ilahlar edindiler”[240]

“Yardım görürler umuduyla onlar, Allah’tan başka ilahlar edindiler”[241]

Putperestler ibadet ve kainatın idaresinde putları Allah’ın ortağı saydıklarından Kur’an onları “müşrik”olarak tanımlamaktadır.

Dinî Durumda Karmaşa

Kısacası İslam’ın zuhuru sırasında putperestler bir yığın teşrifatlar ve batıl törenler türeterek hanifiliği büsbütün tahrif edip bozmuşlardı, bu nedenle de dinî vaziyetlerine tam bir kargaşa, düzensizlik ve anarşi hakimdi. Bir taraftan puta tapıyor ve putperestliğin batıl tören ve törelerine sıkı sıkıya bağlı kalıyor; bir taraftan da Hz. İbrahim’in -sa- dininden miras kalan hac, umre ve kurban kesme gibi birkaç ibadeti bile noksan, tahrif edilmiş ve hurafelerle karıştırılmış olarak uyguluyor, hanifliği şirke bulaştırıyorlardı. Hatta Ka’be’ye gösterdikleri saygıya rağmen onun yanı sıra başka mabetler de yaptırmışlardı ve onları da tıpkı Ka’be gibi tavaf ediyor, onlara hediyeler sunuyor ve onların kenarında kurban kesiyorlardı.[242] Kâ’be yanında durup kıldıkları sözde namaz, ıslık çalmak ve alkıştan ibaretti![243] Kureyş kabilesi hac sırasında ihrama girip telbiye ederken Allah’ın adıyla birlikte putlarının adlarını da söylüyor, onlara da “lebbeyk” diyorlardı![244]Tevhidin en mükemmel tezahürü olan İbrahimî hac, böylelikle tamamen şirke bulaştırılmıştı. İki büyük kabile olan “Evs”le “Hazrec” hac amellerini tamamladıktan sonra saçlarını Mina’da kesecekleri yerde kendi şehirlerine -Yesrib- dönerken, Yesrib’le Mekke arasında bir yerde deniz sahilinde bulunan “Menat” putuna[245] gidip onun ayakları önünde traş oluyorlardı![246]

şrikler bazen çırılçıplak olarak Ka’be’yi tavaf ediyor, kadınlı erkekli onca kalabalık iğrenç bir müptezel sahne oluşturuyordu[247].

Kureyşliler, Ka’be’nin yanına yerleştirdikleri putlarını misk-i anberle ıtırlandırıp güzel kokmalarını sağlıyor, onların önünde secdeye kapanıyor, sonra da onların etrafında dönüp lebbeyk diyorlardı![248] Görünüşte haram aylara büyük saygı duyuyorlardı, ama yine de işlerine geldiğinde rahatça savaş başlatıp kan dökebilmek için bu ayların sadece adını ve yerlerini değiştiriyor, haram ayları istedikleri gibi erteliyorlardı[249].

İslam’ın Zuhur Işığında Geçekleşen Köklü Değişimler

İslam’ın zuhur edip yayılmasıyla birlikte Hicaz halkının hayatının bütün boyutlarında köklü ve geniş yelpazeli değişimler gerçekleşmeye başladı; kelimenin tam anlamıyla bir inkılaptı bu. Giderek bütün Arap Yarımadası’na yayılmakta da gecikmeyecekti…

Yüce İslam peygamberi (s.a.a) kararlı ve azimli bir mücadeleyle, bu halkın bütün bedbahtlıklarının ana nedeni olan putperestliğin kökünü kazıdı ve onun yerine tek tanrıcılık nizamını ikame etti. Kabileci ve kavmiyetçi düzene son verip yanlış örf ve töreleri ortadan kaldırdı. Kavmi taassupları lağvederek onun yerine hak ve adaletten yana olmayı öğretti. İntikam davalarını, talan ve yağmacılığı, kabileler arasında kardeş kanı dökmeyi barış ve sevgiye dönüştürerek bütün Müslümanları kardeş ilan etti. Kadını esaret ve zavallılıktan kurtarıp ona büyük bir insanî ve sosyal konum kazandırdı; cahil bir topluluktan bilinçli bir ümmet yetiştirdi.

Kabile düzeni yerine “ümmet” ve “imamet” düzenini kurdu, dağınık arap kabileleri sistemini tek ümmet sistemine dönüştürdü ve Arapları kabile yaşamının dar mahdudiyetinden cihanşumül bir devlete yöneltti. O güne kadar İran ve Roma imparatorlukları karşısında aşağılık duygusuyla yaşayan Araplara İslam ışığında bu iki imparatorluğun temellerini sarsacak bir güç ve azamet bağışladı. Bugün gayrimüslim ama insaf sahibi bilim adamlarının bile bu apaçık gerçeği itiraf ettiği bilinmektedir. İslamdan yana tavır almaları normalde beklenmeyen bu bilim adamlarından üçünün görüşlerini örnek olması açısından aktarıyoruz:

Fransız bilim adamı Dr. Gustav Lubon şöyle diyor:

İslam peygamberinin en büyük mucizesi, ölmeden önce, darmadağınık olan arap kervanını bir araya getirerek bu perişan ve başıbozuk kervandan tek bir ümmet kurabilmesi olmuştur. Öyle ki, herkesin tek din karşısında saygıyla eğilmesini, tek lidere itaat edip emir almasını sağladı… Hz. Muhammed (s.a.a) bu zahmetlerinin karşılığında çok büyük kazançlar elde etti, ondan önce, aralarında hırıstiyanlık ve Yahudilik te bulunmak üzere hiçbir dine nasib olmayan başarılardır bunlar!Bu nedenle o değerli insanın Araplar üzerinde pek büyük bir hakkı vardır… İnsanların değeri, yaptıkları iyi ve güzel işlerle ölçülecekse hiç şüphesiz, Hz. Muhammed (s.a.a)‘i, tarihin en büyük insanı ilan etmek gerekir… Onun getirdiği ve insanları davet ettiği bu yüce din bizce, bu dine uyanlar için Allah’ın en büyük nimetlerinden biridir[250]

İngiliz bilim adamı Thomas Karlayl’ı dinleyelim:

Yüce Allah, İslam sayesinde Arapları karanlıklardan aydınlığa çıkardı ve onun ışığında o ölü topraklardaki cansız milleti diriltip canlandırdı. Halbuki Araplar ezelden beri adı sanı olmayan, çöllerde göçebe yaşayan bir avuç yoksul garibandan ibaret bir toplumdu; onlardan ne bir ses yükseliyor, ne de bir tek hareket görülüyordu… Yüce Allah onları hidayet etmesi için bir peygamberini vahiy nuruyla göndererek adsız sansızı meşhura, başıboşluk ve şaşkınlığı uyanışa, alçaklığı şerefe, acziyet ve zayıflığı kudrete ve kıvılcımı yalım yalım aleve dönüştürmüş oldu. Onun nuru dört bir yana vurdu, aydınlığı her tarafı sardı ve onun hidayet ışığı doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün dünyayı birbirine bağladı. Nitekim İslam’ın zuhurundan henüz bir asır bile geçmeden genç İslam devletinin bir ayağı Hindistan’a, diğer ayağı Endülüs’e ulaşştı![251]

Şimdi de Will Dorant’ın tespitlerini okuyalım:

“…O sıralarda göçebe hayatı yaşayan bu zavallı halkın bir asır sonra Roma imparatorluğunun Asya’daki topraklarının yarısını, İran’la Mısır’ın tamamını ve Kuzey Afrika’nın çoğu ülkelerini hızla fethederek İspanya’ya doğru ilerleyeceğini rüyada görse kimse inanmazdı… Arabistan’dan doğup kısa zamanda Arapların Akdeniz bölgesinin yarısına hükmetmelerini ve İslam dinini bu bölgede yaymalarını sağlayan bu tarihi olay, gerçekten Ortaçağın en inanılmaz sosyal vakalarındandır![252]

Mekke Şehrinin Merkeziliği ve Genişlemesi

Cahiliyet dönemi Arap Yarımadası sakinlerinin çoğunun çöllerde göçebe hayatı yaşadığını daha önce belirtmiştik. Hicaz’da şehir hayatı pek ilgi görmüyordu. O bölgede kendilerine şehir adı verilen nisbi bayındır yerler aslında nüfusu çok az olan küçük kasabalardı. Bazı çağdaş tarihçiler bu bölgedeki şehir halkının toplam nüfusun 1/6,[253]bazısı da nüfusun %17’sini teşkil ettiğini[254] yazar. Bu muhasebenin hangi ölçü ve kaynağa dayandığı belli olmasa da o günlerde şehirli nüfusun, tüm nüfusa oranla çok az bir yüzde teşkil ettiğinde şüphe yoktur. Bu şehirler arasında en önemli olanı da Hicaz’ın güneyinde yer alan ve Kızıldeniz’den yaklaşık 83 km. uzaklıkta bulunan Mekke’ydi; İslam’ın zuhurundan 30-40 yıl önce genişlemeye başlamış, giderek nüfusu artmıştı. Mekke’nin genişlemesi iki nedenden kaynaklanıyordu:

1- Ticari Konum

Mekke şehri tamamen kurak, suyu çok az ve tepeler arasında taşlık bir alanda bulunduğundan çiftçilik, zıraat veya başka bir üretime elvermiyordu, bu nedenle de Mekke halkının yegane geçim yolu ticaretti. Ne var ki bu da sadece Mekke ve yakın çevresiyle sınırlı bir ticaretten öteye geçmiyordu[255]. Arap olmayan tacirler mallarını getirip Mekke’de satıyor, Mekkeli tüccarlar bunları alarak yine şehir ve çevre halkına pazarlıyordu[256].Kimi zaman da Arap Yarımadası’nın çeşitli yerlerinde tertiplenen mevsimlik Pazar ve panayırlara katılıyorlardı. Derken Hz. Resulullah’ın (s.a.a) ikinci göbekten ceddi olan Haşim, Roma imparatorunun Şam’daki valisiyle bir antlaşma imzalayarak Mekkeli tüccarların serbestçe bu ülkeye gidip gelmelerini sağladı[257]. Bununla da yetinmeyerek Şam güzergahındaki kabilelerle Mekke ticaret kervanlarına saldırmamaları yolunda antlaşmalar imzaladı[258] ve karşılığında da onların ticari mallarını Mekke kervanlarının ücretsiz olarak güzergah boyunca taşıyacağı taahhüdünde bulundu[259]. Haşim’in kardeşleri Abduşşems, Nevfal ve Muttalib de Habeşistan, İran[260] ve Yemen[261] krallarıyla benzeri antlaşmalarda bulundular.

Yolların güvenliği sağlandıktan sonra Haşim, Yemen’le Şam arasında ticaret hattı oluşturdu[262]; bu hat güzergahının tam ortasında bulunan Mekke şehri, önemli bir bağlantı halkasına dönüşş oluyordu[263]. Böylece Kureyşliler dış ticarete adım atmış oldular[264]. Bu tarihten itibaren Mekke tüccarları Ukkaz, Zulmecaz ve Mecenne gibi mevsimlik fuar ve panayırların yanı sıra kışın Yemen’le Habeşistan’a, yazın da Şam’la Gazze’ye yolculuk ediyor; güzel koku, buhur, ipek kumaşlar, deri…vb. benzeri gibi Hindistan, Çin ve diğer bölgelerden Yemen’e gelen malları satın alıp bunları kara yoluyla Arap Yarımadası boyunca Hadramut üzerinden Kızıldeniz paralelinde[265]  hareket ederek Mekke’ye ulaştırıyor, buradan Gazze, Beyt’ul Mukaddes, Demeşk ve Akdeniz sahillerindeki limanlara taşıyorlardı. Şam pazarlarından da buğday, yağ, zeytin, kereste ve Şam’da üretilen diğer malları temin ediyorlardı. Diğer taraftan, Mekke’ye 80 km. uzaklığındaki Cidde Limanı yoluyla Kızıldeniz’i aşarak Habeşistan’a ulaşıyor, böylelikle bir bölgenin mallarını diğer bölgelere götürüp pazarlıyorlardı[266].

Bu ticaret yolarının açılması Mekke’yi çok kârlı bir ticaret merkezine dönüştürdü ve ahalinin durumunda büyük tahavvüller yarattı. Yüce Allah Kur’an’da; bu ticaret yolculuklarının Kureyşlilerin maddî durum ve refahında çok olumlu etkileri olduğunu hatırlatmaktadır:

“Kureyşliler hiç değilse -yaptıkları antlaşmalarla- kendilerini bir araya getirip anlaştırdığı, aralarında dostluk oluşturup onları birbirine yakınlaştırdığı, yaz ve kış yolculuğunda onları güvenliğe kavuşturup birbirleri ve başkalarıyla yakınlık ve ülfetlerini sağladığı için şu evin -Ka’be’nin- Rabbine şükredip kullukta bulunsunlar ki O, kendilerini açlıktan kurtarıp doyuran ve onları korkudan güvenliğe kavuşturandır”[267]

2- Ka’be’nin Varlığı

Mekke’nin genişlemesi ve ekonomik kalkınması yolunda önemli rol oynayan ikinci etken Ka’be’nin varlığıdır. Çünkü bölgedeki Araplar hac merasimi için yılda iki kere bu şehre akın ediyordu Ka’be’yle ilgili çeşitli işleri üstlenmiş olan Kureyşliler bu hacıların suyunu ve yiyeceğini önceden temin edip stoklama gibi hac hizmetleriyle uğraşıyor, hacıların alışveriş ihtiyaçlarını karşılıyor, hac merasimi boyunca ticaret de yapmış oluyorlardı[268]. Böylece hem ziyaret hem ticaret gerçekleşiyor, bu da şehrin genişleyip kalkınmasını, ekonomik durumun düzelmesini sağlıyordu.

Harem topraklarının kutsallık ve hürmeti de bu beldede huzur ve güvenliğin sağlanmasını sağlıyordu, ki bu da Mekke’nin ticaretinin gelişmesinde önemli bir rol oynamaktaydı. Nitekim Allah Teala şöyle buyuruyor:

“… Biz onları kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürününün aktarılıp toplandığı güvenli bir haremde yerleşik kılmadık mı? Fakat onların çoğu bilmiyorlar.”[269]

Hz. İbrahim de (s.a.a) eşiyle çocuğunu bugün Ka’be’nin bulunduğu o çorak bölgeye bıraktıktan sonra şöyle buyurmaktadır:

“Rabbimiz, gerçekten ben, çocuklarımdan bir kısmını Beyt-i Haram yanında çorak bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, dosdoğru namaz kılsınlar diye öyle yaptım, böylelikle sen, insanların bir kısmının kalplerini onlara yaklaştır ve onları birtakım ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şükrederler”[270]

“Rabbim!Bu şehri bir güvenlik yeri kıl ve halkından Allah’a ve ahiret gününe inananları ürünlerle rızıklandır…”[271]

Kureyş’in Ticareti ve Ka’be Anahtarlarını Taşıması

Mekke şehrinin merkezileşip gelişmesinde rol oynayan 2 faktör, yani ticaret ve Ka’be; Kureyşin Mekke’de güç ve iktidarının artmasını da sağlamıştı, çünkü şimdi hem ekonominin nabzı, hem Ka’be’nin dinî işleri onların elindeydi artık.

1-Kureyşliler giderek tutarı astronomik rakamlara ulaşan servetler yığdılar, Mekke’de artık öyle zenginler vardı ki servetlerinin gerçek miktarına inanmak bile zordu, mesela bunlardan birinin sadece bir ticari kafiledeki hissesinin miktarı 30 bin dinara ulaşıyordu[272].

Kureyşin zenginleri pek latif bir havası ve suyu olan ve bu güzel iklimi nedeniyle “Şam’ın bir parçası”[273]denilen yaylak Taif bölgesinde yaylalar, bağlar almışlardı[274]. Abbas bin Abdulmuttalib’in Taif’te büyük bir üzüm bağı vardı, bu bağın üzümü Mekke’nin şarabını temin ediyordu.[275] Abbas, Mekke’nin en büyük tefecilerinden biriydi[276] Abdulmuttalib öldüğünde naşını bin miskal altın değerinde iki Yemen kumaşıyla sardılar[277] ki sadece bu bile onun mirasçılarının ne kadar zengin olduğunu anlatmaya yeter. Kızı Hind’in bir günde tam 40 köleyi azad ettiği söylenir[278]. Velid b. Muğiyre, Mahzumoğulları kabilesinin büyüğüydü;servetiyle evlatlarının çokluğu dillere destan olmuştu[279]. Mağrurluğu ve gözünün yükseklerde olması nedeniyle daha sonraları Kur’an’ın eleştirisine muhatap olacaktı[280]. Bütün halka sıkça çektiği ziyafetlerle dillere destan olan Temimoğullarından Abdullah b. Cud’an’ın serveti astronomik rakamlara ulaşıyordu[281]. Şairler bir hediye koparabilmek için onu metheden şiirler düzerdi[282], bu şairlerden biri onu Kayser’e benzetmişti[283]. Bir kabile savaşında bin savaşçıya bin deve vermiş[284] ve 100 savaşçıyı silahlandırmış[285]. Köle ticaretiyle uğraşıyordu[286], altın kapta su içerdi[287] . Hz. Resulullah (s.a.a) Mekke fethinden sonra Huneyn Savaşı’na giderken Mekke müşriklerinden Safvan Ümeyye’den 100 zırhla silah ve gerekli birçok teçhizat kiralamış[288].

2- Diğer taraftan, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) 4. ceddi olan Kusayy döneminden itibaren Ka’be’nin anahtarlarını Huzâeoğullarının elinden almış olan Kureyşliler[289] hacılara su temin etme (sakkalık), onları ağırlama ve yiyeceklerini temin etme(rifade) Ka’be’nin kapı bekçiliği ve perdedarlığı (sedâne) ve Ka’be’nin hizmetleri ve muhafızlığı (imare)gibi hacla ilgili önemli işleri Kureyşin çeşitli boyları arasında bölüştürerek kendisine dinî bir itibar ve destek de sağlamıştı.

Bütün bunların yanı sıra sancaktarlık, diyet ödeme, zarar-ziyan ödeme, ihtilafları giderme ve sefaret gibi şehrin sosyal işlerini de yine kendi aralarında paylaşş, böylece şehrin idaresini de tamamen kendi ellerine geçirmişlerdi[290].

Kureyşin Kudret ve Nüfuzu

Bir zamanlar küçük, fakir, namsız ve Güney Hicaz’ın itibarsız kabilelerinden biri olan Kureyş, elde ettiği ekonomik güç ve dinî itibar sayesinde giderek bölgenin en güçlü, nüfuzlu ve saygın kabilesi haline gelmiş; şeref, onur ve itibar bakımından kendisini diğer kabilelerden daha üstün olarak tanıtmaya başlamıştı. Çağdaş tarihçilerden birinin tabiriyle o günün Kureyşi Hicaz’daki diğer kabilelere oranla bir hayli önemli ayrıcalık ve imtiyazlar taşımadaydı; tıpkı Levililer’in Yahudiler ve rahiplerin hırıstiyanlar arasındaki ayrıcalıklı konumuna sahiplerdi[291].

Özellikle ünlü Fil Ordusu olayı ve Ebrehe’nin uğradığı ağır hezimetten sonra, Ka’be’nin anahtarlarını taşıyan Kureyş kabilesinin itibarı bölge halkının nezdinde hayli arttı[292]. Kureyşliler bu olayı ustaca kendi lehlerine kullanmış ve bundan sonra kendilerini “Âl’ullah”, “Ceyranullah” ve “Sukkan-ı Haremullah”gibi lâkaplarla[293] takdim etmeye başlamışlardı. Böylece dinî konumlarını daha da güçlendirmiş, bu güçlülük duygusuyla fesad ve tekelciliğe eğilimleri artmış[294]. Bu gurur ve kibir sonucu kendilerinden bir takım yeni kural ve töreler uydurarak bunları diğer kabilelere zorla kabul ettirme yoluna gittiler.

Mesela kendileri diğer kabilelerden kayıtsız şartsız kız alıyor, ama başka kabilelere kız verirken Kureyşin özel dinî bid’atlerine, bilhassa hac ve tavaf kurallarına uyma şartını koşuyorlardı![295] Mekke’ye giren yabancılardan vergi alıyor[296] adına da “Kureyş hakkı” diyorlardı![297]Ayrıca hac merasiminin idaresini de kendi tekellerine almışlardı, hacıları kendi koydukları bazı kurallara uymaya zorluyorlardı. Mesela hacıların Mina ve şeytan taşlama yerlerinden hareket etmeleri için önce Kureyşlilerden izin almaları gerekiyordu[298].

Bunlarla da bitmiyordu; Mekkeli olmayan hacılar, tavaf elbiselerini Mekke’den almak zorundaydılar; aksi takdirde ya çıplak olarak tavaf etmeleri, ya da tavaftan sonra bu elbiseleri atmaları gerekirdi[299] -böylece neticede yine Kureyeş’ten elbise satın almak zorunda kalıyorlardı- Yine Mekkeli olmayan hacılar, yanlarında getirdikleri azıkları kullanamazlardı, yiyeceklerini Mekke’den temin etmeleri -böylece Kureyş’in cebine para akıtmaları-gerekirdi![300] Hz. Resulullah (s.a.a) hicretin 9. yılında, müşriklerden beraat ilanını duyurması için Hz. Ali’yi (a.s) Mekke’ye gönderdiğinde Hz. Ali’nin (a.s) genel hac merasiminde bütün halka duyurduğu bildirinin maddelerinden biri de çıplak halde tavafın yasaklanmasıydı![301]

Kureyşin Mekke’de ne kadar güçlü ve nüfuzlu olduğu üzerinde bunca durmamızın nedeni; Hz. Resul-ü Ekrem’in (s.a.a) nasıl bir gücün karşısına dikildiğinin ve ne kadar büyük bir düşmanla karşı karşıya geldiğinin anlaşılmasını sağlamaktır. Özellikle Mekke’de tebliğde bulunmak zorunda kaldığı ilk yıllarda hiçbir gücü bulunmaması ve kendisine inananların sayıca çok az olmasına rağmen Kureyşin tam kalbinde Kureyşe savaş açmış ve onlarla amansız bir mücadeleye girişebilmiş olması fevkalâde zor ve takdire şayandır.

 

-*-

 

2. Bölüm

 

 

DOĞUMUNDAN PEYGAMBERLİĞİNE KADAR: Hz. MUHAMMED (s.a.a)

 

 

 

1.     fasıl: Hz. Muhammed’in (s.a.a) ataları

2.     fasıl: Çocukluğu

3.     fasıl: Gençlik dönemi

 

-*-

 

1. Fasıl

 

 

HZ. MUHAMMED’İN (S.A.A) ATALARI

 

Soyu

Hz. Muhammed’in (s.a.a) soyu, 20. atasına kadar sırasıyla şunlardır: Abdulmuttalib, Haşim, Abdumenaf, Kusayy, Kilab, Mürre, Ka’b, Luvayy, Galib, Fiherr, Malik, Nezr, Kinane, Huzeyme, Müdrike, İlyas, Muzer, Nizar, Meedd ve Adnan[302] …Adnan’dan Hz. İsmail’e (a.s) kadar uzanan atalarının adları ve sayıları hakkında ise ihtilaf vardır.[303]  Nitekim bizzat Hz. Resulullah’ın (s.a.a) kendisi de atalarını tam olarak Adnan’a kadar saymış, ondan öncesinde durmayı yeğlemiş[304], başkalarına da bunu tavsiye etmiştir.[305].Adnan’la Hz. İsmail (a.s) arasındaki ataları hakkında soybilimcilerin görüşleri kendisine aktarıldığında onların sözünün yalan olduğunu buyurmuştur[306].

Bütün Arapların “Adnanoğulları” ve “Kahtanoğulları” kabilelerinden geldiği esasınca[307] Kureyşliler, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) 20.atası Adnan’ın soyundan oldukları için Adnanoğulları’ndan sayılmaktadır. Adnan Arapları arasında soyu Nezr bin Kinane’ye varan bütün boylarla ailelere “Kureyşî” denilirdi, çünkü Nezr’in adı veya lakabının “Kureyş” olduğu kaydedilmiştir[308]

Kureyş kabilesi[309]  çeşitli boylara, oymaklara ayrılır; Mahzumoğulları, Zühreoğulları, Ümeyyeoğulları, Sehmoğulları, Esedoğulları ve Haşimoğulları bunların başlıcasıdır ki Hz. Muhammed (s.a.a) Haşimoğullarındandı[310].

Abdulmuttalib’in Kişiliği

İslam’ın zuhur çağına yakın olduğundan, Hz. Resulullah’ın(s.a.a) dedeleri arasında en fazla tarihi bilginin bulunduğu isim, o hazretin 1. dedesi -ceddi- olan Abdulmuttalib’dir.

Abdulmuttalib fevkalâde olumlu bir kişiliğe sahipti; herkesçe sayılıp seviliyordu, Kureyşin rakipsiz büyüğüydü, çok cömert, akıllı, basiretli ve zayıfların sığınağıydı[311]. Bütün ilahi şahsiyetler gibi o da çağının ötesinde bir kişiliğe sahipti, toplumunu aşan bir karakteri vardı. Yaşlı olmasına rağmen Mekke toplumundaki çirkin ve kötü davranışların hiçbirine bulaşmadan yaşamayı başarmıştı. O günlerde Mekke toplumunda ahiret inancı neredeyse yok denecek kadar az olmasına rağmen Abdulmuttalib sadece miada-öldükten sonra herkesin diriltileceğine- inanmakla kalmıyor, kıyamette herkesin hesaba çekileceğini de hatırlatarak “Bu dünyadan sonra herkesin hesap vereceği bir dünya vardır, iyiler ödüllendirilecek, kötüler cezalandırılacaktır” diyordu![312]

O günün Arapları arasında acımasız bir kabile taassubu egemen olduğu ve daha önce de belirttiğimiz gibi herhangi bir ihtilaf ve anlaşmazlık durumunda kimin haklı, kimin haksız olduğuna bakılmaksızın herkes ancak kendi kabile, akraba ve dostundan yana tavır aldığı halde Abdulmuttalib böyle değildi! Mesela Harb bin Ümeyye akrabası ve dostu olduğu halde, onun tahrikiyle öldürülen bir yahudinin diyetini -kan parasını- ödemesi için Harb’i sıkıştırıp zorlamış ve akrabasından değil, haktan yana tavır almıştı![313] Evlatlarına zulüm, kötülük ve aşağılık işlerden daima uzak durmalarını öğütler, insanî haslet ve iyi davranışları teşvikte bulunurdu[314].

Abdulmuttalib’in koyduğu kuralların çoğunu İslam onaylamıştır: Şarap yasağı, zina yasağı, zina edene had uygulanması, hırsızın elinin kesilmesi, kötü kadınların Mekke’den sürülmesi, kız çocuklarının diri diri gömülmesi, mahremlerle evlenme yasağı, çıplak tavaf yasağı, adağı yerine getirme farzı, haram ayların kutsallığının korunması ve mübahele bunlardan birkaçıdır[315]. Abdulmuttalib’in Allah’ın hücceti ve Ebu Talib’in de onun “vasi”si olduğu rivayet edilmiştir[316].

Tevhid Soyu

Hz. Muhammed’in (s.a.a) soyu bir “tevhid” soyuydu. İmamiye ulemasının çoğunun itikadına göre Abdullah’tan Hz. Adem’e (a.s) kadar Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bütün ecdadı tek tanrı inancı taşımıştır ve aralarında bir tek müşrik yoktur. Bu görüş birçok ayetle hadise dayandırılmaktadır. Bizzat Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: “Rabbim beni sizin dünyanıza getirinceye kadar daima temiz erkeklerin sulbünden temiz kadınların rahmine taşımış ve beni hiçbir zaman şirkin çirkinliklerine bulaştırmamıştır.”[317] İslam şeriatinde şirkten daha kötü bir çirkinlik olmadığı bilinmektedir; Hz. Resulullah’ın (s.a.a) ceddi arasında bir müşrik bulunsaydı o hazret bütün ceddinin “temiz”olduğunu elbet buyurmazdı.

İmamiye uleması Ebu Talib’in ve Âmene binti Veheb’in tek tanrıya inandığı görüşündedir[318]. Nitekim İmam Ali de (a.s) şöyle buyurmaktadır:

“Allah’a andolsun ki babamla dedem Abdulmuttalib, Haşim ve Abdumenaf’tan hiçbiri puta tapmış değildir; onlar Hz. İbrahim’in (a.s) dinindendiler ve Ka’be’ye doğru namaz kılarlardı”[319]

2. Fasıl

 

 

HZ. MUHAMMED’İN (S.A.A) ÇOCUKLUĞU

Doğumu

Cahiliyet dönemi Araplarının belli ve düzenli bir tarihleri yoktu. Büyük ve ünlü birinin ölümü veya iki kabile arasındaki kanlı bir savaş gibi yerel önemli olaylar tarihin başlangıcı olarak kabul ediliyor ve bu, bir süre böyle gidiyordu[320]. Hatta bütün kabileler aynı tarihi kullanmıyordu, her kabile kendi açısından önemli bulduğu bir olayı, tarihin başlangıcı olarak almadaydı[321].

Habeşistan kralı Ebrehe komutasındaki Fil ordusu Ka’be’yi yıkmak için Mekke’ye saldırdığında[322] gaybî bir müdahele ve Allah’ın aşikar ettiği bir mucizeyle inanılmaz bir bozguna uğrayınca bu büyük olay, kendisinden önceki olaylardan çok daha önemli olduğundan uzun bir süre “Fil Senesi”adıyla başlangıç tarihi olmuştur(*). Hz. Muhammed (s.a.a) işte bu yılda dünyaya geldi[323].

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) miladi tarihle 622’de hicret ve 632’de vefat ettiği ve bu sırada 62 veya 63 yaşında olduğu gibi karineler göz önünde bulundurulacak olursa Fil hadisesinin 569-570’li yıllarda vuku bulmuş olması gerekir[324].

Bebeklik ve Çocukluk Dönemi

Babası Abdullah -ra- Şam’a yaptığı ticaret yolculuğundan dönerken hastalanıp Medine’de vefat ettiğinde Hz. Muhammed (s.a.a) henüz iki aylık bir bebekti[325]; henüz minik yaşta yetim kalmış, sevgili babası Medine’de toprağa verilmişti[326]. Kur’an-ı Kerim onun yetim kalmasını şöyle hatırlatır:

“…Sen bir yetim iken Rabbin seni bulup barındırmadı mı?Ve seni yol bilmez iken doğru yola yöneltip iletmedi mi?Bir yoksul iken seni bulup da zengin etmedi mi?”[327]

Amene Hatun minik yavrusuna ilk günlerde bizzat süt vermiş[328], kısa bir süre de onu, Ebu Leheb’in azadlı cariyesi Süveybe emzirmişti[329]. Bu kısa dönemden sonra o günkü arap gelenekleri gereğince[330] Hz. Muhammed’i (s.a.a) büyütmesi için bir dadıya verdiler, bu dadı çölde göçebe hayatı yaşayan Sa’d b. Bekiroğulları kabilesinden Halime Sa’diye’ydi[331]. Halime bu kutlu bebeğe 2 yıl süt verdi[332] ve 5 yaşına kadar bakıp büyüttükten sonra onu ailesine teslim etti[333].

Arapların, bebeği çölde yaşayan bir dadıya vermelerinin nedeni şehirden uzakta çölün temiz havasında büyümesi ve Mekke’de sıkça görülen veba hastalığından korunmasını sağlamaktı[334]. Bazı tarihçiler bunun bir başka nedeninin de çocuğun fasih ve düzgün arapça öğrenmesi olduğunu yazarlar[335].

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) şu hadisi de bunu onaylar:

“Benim arapçam hepinizden düzgündür; çünkü hem Kureyşliyim hem Sa’d bin Bekiroğulları kabilesinde yetiştirildim”[336]

Bazı tarihi kaynaklarda, Halime’nin süt annesi olarak seçilme nedeni şöyle açıklanır: Minik Muhammed (s.a.a) yetim olduğu için hiçbir dadı onu kabullenmedi. Çünkü kadınlar, dadılık karşılığında bebeğin ailesinden maddi bir yardım görmeyi bekliyorlardı; Halime alacak bebek bulamayınca mecburen yetim Muhammed’i (s.a.a) almak zorunda kaldı[337]. Ama Hz. Muhammed’in (s.a.a) yetim olduğu için dadılar tarafından tercih edilmediği görüşü pek makul değildir. Zira:

1- Daha önce de belirttiğimiz gibi Abdullah, minik Muhammed’in (s.a.a) doğumundan birkaç ay sonra vefat etmiştir. Yani bebek dadıya verilirken henüz yetim kalmamıştı.

2- Abdulmuttalib’in Mekke’deki fevkalade ileri ve saygın konumu ve çok zengin olmasına binaen dadıların başkalarını tercihi şöyle dursun, onun gibi birinin torununu büyütmek için yarışa girmiş olması gerekir.

3- Konuyla ilgili bilgilerin yeraldığı çoğu tarihi kaynaklarda dadıların böyle bir çekimserliğinin sözü dahi geçmemektedir[338].

Annesinin Ölümü ve Dedesi Abdulmuttalib’in Kefaleti

Âmene Hatun artık serpilip büyümüş olan çocuğunu Halime’den teslim aldıktan sonra hem eşinin mezarını ziyaret etmek, hem de Muhammed’i (s.a.a) dayılarına götürmek için, Abdullah’ın cariyesi Ümmü Eymen’i de yanına alarak bir kervanla Yesrib’e gitti[339]. Yesrib’de 1 ay kaldıktan sonra Mekke’ye dönüşünde “Ebvâ” denilen konaklama yerinde vefat etti ve naşı orada toprağa verildi, bu sırada Hz. Muhammed (s.a.a) 6 yaşındaydı[340]  Ümmü Eymen Hz. Muhammed’i (s.a.a) kervanla Mekke’ye ulaştırıp sevgili dedesi Abdulmuttalib’e teslim etti[341]. Abdulmuttalib torununun bakımını bizzat üstlenerek onu itinayla büyüttü, hayatta olduğu sürece ona fevkalâde ilgi ve şefkat gösterdi, daima “Bu torunum bir gün pek büyük bir makama erecek!” diyordu[342].

Abdulmuttalib’in Vefatı ve Ebu Talib’in Himayesi

Hz. Muhammed (s.a.a) 8 yaşındayken sevgili dedesini de kaybetti. Abdulmuttalib vefatından önce onu, Abdullah’la anneleri bir olan öz amcası Ebu Talib’e[343]  emanet etmişti. Ebu Talib kalabalık nüfuslu bir ailenin geçimini sağladığı ve maddi durumu pek iyi olmadığı halde[344]  çok cömert ve çalışkandı, halk tarafından pek sevilip sayılıyor[345] Kureyş arasında sözü geçiyordu[346]. Dahası, Muhammed’e (s.a.a) çok sevgi beslemekteydi, onu kendi çocuklarından bile fazla seviyordu[347].

Ebu Talib’in eşi Fatıma binti Esed Hatun da Hz. Muhammed’i (s.a.a) öz evladı gibi bağrına basmış, ona kendi evlatlarından daha fazla yakınlık göstermiş, onu gerçek bir anne şefkatiyle büyütmüştü. Hz. Resulullah’ın (s.a.a) eğitim ve yetiştirilmesinde bu büyük kadının çok önemli rolü vardır. Hz. Muhammed (s.a.a) onun çektiği zahmet ve verdiği emekleri daima minnetle anmakta ve ondan her zaman “annem” diye sözetmekteydi[348].

Şam Yolculuğu ve Rahib’in Kehaneti

Ebu Talib, Kureyş kervanıyla birlikte ticaret için gittiği bir Şam yolculuğuna, Hz. Muhammed’in (s.a.a) ısrarı üzerine onu da götürmüştü. Tarihçiler bu sırada hazretin yaşı konusunda 8,9,12,13 yaşları diyerek 4 rivayet aktarmışlardır. Kervan Büsra’ya varınca bir manastırın yanında konakladılar[349]. Bu manastırda hırıstiyan aleminin büyük dinadamı rahip “Büheyra”yaşıyordu. Kervandakiler arasında Ebu Talib’in yeğeni bu ünlü rahibin dikkatini çekmişti. Çünkü geleceği vaat edilen son peygamberin birçok özellik ve işaretlerini onda görebiliyordu!Bir süre Hz. Muhammed’le (s.a.a) sohbet edip onu sınadıktan sonra müjdelenen peygamberin o olduğundan emin oldu; meseleyi Ebu Talib’e açarak bu çocuğa çok iyi bakmasını, özellikle onu Yahudilerin komplolarından korumasını tembihledi[350].

Bu konuyla ilgili birkaç noktayı hatırlatmakta yarar var:

1- Bu olay bazı tarih ve hadis kaynaklarında çok özetle, bazılarında da dallandırılıp budaklandırılarak anlatılır; ancak meselenin esası üzerinde şüphe bulunmamaktadır. Zira Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette önceki peygamberlerin Hz. Muhammed’in (s.a.a) geleceğini müjdelediği ve kitap ehli alimlerinin de bundan haberi olduğu, ilgili işaretler ve özellikleri bildikleri gerçeğini hatırlatmaktadır[351]. Aynı şekilde, kitap ehlinin Hz. Resulullah’ın (s.a.a) geleceğiyle ilgili birçok kehanetleri de tarih ve hadis kitaplarında yer almaktadır[352].

2- Ehl-i Kitab’ın Hz. Muhammed hakkında bildiği nişanelerin bir kısmı onun özel yaşamı ve fizikî özellikleri (çocuklukta yetim kalması, çehresi, adı…vb) ile, bir kısmı da onun kabile ve ailesiyle ilgili (arap olması, ünlü ve kişilikli bir kadınla evleneceği) alâmetlerdi. O hazretin fizikî işaretlerinin en önemli ve en bârizi, iki omuzu arasında yer alan “nübuvvet mührü” veya “peygamberlik beni”ydi[353].

3- Büheyra’nın bu kehaneti sadece kervandakiler için yeni bir haberdi, zira sadece Ebu Talib değil, Hz.Muhammed’in (s.a.a) diğer yakın akrabaları da onun parlak geleceğinden haberdardı[354].

Hırıstiyanların Tarihi Tahrifi

Bazı oryantalistler Hz. Muhammed’le (s.a.a) Büheyra’nın görüşmesinde tarihi saptırma yoluna giderek bu görüşmede Hz. Muhammed’in (s.a.a) ondan İncil ve Tevrat’ı öğrendiği iddiasında bulunmuşlardır[355].

Will Dorant yumuşak bir dille bu asılsız iddiaya şöyle değinir:

“…Amcası Ebu Talib 12 yaşındayken onu Şam’ın şehirlerinden biri olan Büsra’ya götürdü. Bu yolculukta hırıstiyanlık ve Yahudilik inançlarından bazısıyla tanışş olması muhtemeldir[356].

Bu boş iddia ve tarihi tahrife verilecek cevap şudur:

1- Bütün tarihçiler Hz. Muhammed’in (s.a.a) ümmi olduğu ve okuma yazma bilmediğinde müttefiktirler.

2- Daha önce de belirtildiği gibi bu sırada çocuktu ve 13 yaşını geçmiyordu.

3- Bu görüşmeyle bi’set arasında çok uzun bir zaman dilimi vardır.

4- Büheyra’yla görüşmesi çok kısa olmuş ve Büheyra sadece birkaç soru sormuş, o da cevap vermiştir.

Bütün bunlar dikkate alındığında okuma yazması bile olmayan bir çocuğun kısa bir görüşme sırasında İncil’le Tevrat’ı; 40 yıl sonra mükemmel bir şeriat ortaya çıkaracak kadar etraflıca öğrendiğine inanılabilir mi gerçekten?!

5- Eğer Hz. Muhammed (s.a.a) Büheyra’dan bir şeyler öğrenmiş olsaydı inatçı ve bahaneci Kureyşlilerin bunu onun aleyhine bir propaganda aracı olarak kullanması gerekirdi; oysa İslam tarihinde böyle bir şeye rastlanmamaktadır. Kur’an-ı Kerim’de de Kureyş’in iftira ve karalamalarına cevap verilirken böyle bir konuya işaret yoktur.

6- Böyle bir şey vuku bulmuş olsaydı, kervandakilerin Mekke’ye gittiklerinde bunu anlatmış olması beklenmez mi?

7- Eğer bu gerçek ise Şam hırıstiyanları neden “Muhammed’in (s.a.a) öğretmeni aslında biziz” şeklinde bir iddiada bulunmamışlardır?

8- Bu iddia doğru ise, İslam inançlarının İncil ve Tevrat’taki inançlarla aynı olması gerekirdi. Oysa böyle olmadığı gibi, Kur’an hırıstiyanlarla Yahudilerin birçok inançlarını ve aynı şekilde İncil’le Tevrat’taki birçok inanç ve öğretiyi açıklamakta ve bunları batıl ilan etmektedir[357].

Bir gün Hattaboğlu Ömer, Yahudilerden duyduğu Hz. Musa’nın (a.s) hadislerini yazmak için izin istediğinde Hz. Resulullah (s.a.a) ona şöyle buyurmaktadır: “Neden? Yahudilerle hırıstiyanlar gibi siz de dininizden emin değil misiniz yoksa?! Ben bu temiz ve nurlu dini sizler için getirmiş bulunuyorum, biliniz ki eğer Musa hayatta olsaydı onun da bana uymaktan başka seçeceği bir yol yoktu!”[358].

Hz. Resulullah (s.a.a) çok sayıda yahudinin yaşamakta olduğu Medine’de Yahudilerin birçok inanç ve programına karşı çıkıyor, onları reddediyordu[359], o kadar ki, Yahudiler “bu adam bizim yaptığımız her şeye karşı çıkmak istiyor” diyecek noktaya gelmişlerdir[360].

Bu olayı İslam aleyhine bir propaganda aracı olarak kullanıp zihinleri bulandırmak isteyen hırıstiyanlardan biri olan Konstant Virjil Geogıo bunu o kadar saptırıp tahrif ederek anlatır ki hiçbir kıstasa sığdırmak ve hiçbir mantıkla bağdaştırmak mümkün olmadığı gibi, bizzat hırıstiyanların mezkur iddiasıyla da bağdaşmamaktadır. Bu komplocu hırıstiyan, Büheyra adını bile “Behire” şeklinde tahrif ederek şöyle diyor:

Arap ravi İbni Hişam şöyle yazar: Behire, halkın zannettiği gibi, bir hırıstiyan değil, Maneviydi aslında (Manişeizmi kastediyor-çev-); Sasaniler döneminde peygamberlik iddiasında bulunan Mani’ye inanıyordu. Sasani kral 1. Behram mil.262’de Huzistan’daki Gendi Şafir’un kapıları önünde bu adamı çarmıha germiştir.

Mani peygamber olduğunu iddia ediyordu, (Behire gibi onu izleyenler de tanrının sadece bir millete ait olmadığına, bütün milletlerin olduğuna, çünkü herkesin O’ndan olduğuna inanıyor ve tanrının dilediği zaman dilediği milletin arasından, onların dilini konuşan bir peygamber gönderdiğini söylüyorlardı”[361]

Yukarıdaki hırıstiyanın “İbni Hişam”dan maksadı, hk.213’de ölen İslam tarihinin önemli kaynaklarından ünlü “Nebevi Siyeri”nin yazarı “Abdulmelik b. Hişam”olsa gerek; ancak sadece İbni Hişam’ın Siyer’inde değil, diğer eski İslam tarihi kaynaklarının da hiçbirinde “Mani”veya “Manişeizm”in adına dahi rastlamak mümkün değildir! Bilakis, bu şahıstan sözedilen yeni tarihlerde ise ondan bir hırıstiyan -çok nadir olarak da Yahudi- olarak bahsedilmiştir, zaten bizzat mevzuya bakıldığında da onun hırıstiyan olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Bu durumda Geogio efendinin bu bilgiyi hangi kaynaktan aktardığını sormak gerekmez mi sahi?!

Bu bir tarafa dursun, esasen Maniliğin Şam’da bir tek izleyicisi bile yoktu; “Arap Yarımadası”ndaki dinler” konulu bahsimizde de belirttiğimiz gibi Maniliğin merkezi o günkü İran’dı. Bu durumda bir araştırmacının da dediği gibi, Büheyra’nın Mani dinine mensup olduğu iddiası; gerçekte Yüce İslam dininin “tektanrıcı” ve “cihanşumül”lüğünün Manilikten kopyalandığı zihniyetini oluşturmak için tezgahlanmış bir komplo değil midir aslında?! Nitekim hırıstiyanlar yüce İslam dinine karşı benzeri komploları asırlar önce de defalarca sergilemişlerdi. En ileri fikirleri, hükmü kalkıp tahrif olmuş dinlere maletmek onlar için hiç önemli değildir, çünkü bu dinlerin böyle şeylerle övünebilecek sayıda önemli bir taraftar kitlesi bulunmadığını çok iyi bilmektedirler. Haçlı savaşları üzerinden asırlar geçmesine rağmen hırıstiyan dünyasının halâ ürktüğü tek din İslamdır; bu nedenle de bu yüce dinin cazibesini lekeleyip onu gözden düşürebilmek için her yola başvurmakta, doğrusuna yalanına aldırmadan her vesileyi kullanmaktadırlar[362].

3. Fasıl

 

 

HZ. MUHAMMED’İN (s.a.a) GENÇLİĞİ

Hılf’ul Fuzul[363]

Kureyşin imzaladığı en değerli antlaşma olarak bilinen[364]  Hılf’ul Fuzul antlaşması, Kureyş boylarından birkaçının reisi arasında yapılan bir antlaşmadır, bu ilginç antlaşmanın öyküsü şöyledir: Zübeydoğulları kabilesinden biri Mekke’ye mal getirmiş, bu malı sehmoğulları kabilesinden Âs bin Vâil almıştı. Âs, aldığı malın ücretini ödemedi. Zübeydî arap, parasını almak için her müracaat edişinde red cevabı alıyordu. Daha önceki bahislerimizde değindiğimiz gibi o günlerin Arap Yarımadası’nda kabile taassubu egemendi; her kabile kendi mensuplarının çıkarını gözetir, yabancı biri burada bir zulüm ve haksızlığa uğrayacak olsa kimseden destek görmezdi. Kureyş büyüklerinin Ka’be etrafında bir arada oturduklarını gören yabancı adam, Ebu Kubeys tepesine çıkarak pek hazin bir şiir söyleyip Kureyş büyüklerinden adaletli davranmalarını istedi[365].

Bu adamcağızın hüzünlü bir şiirle adalet dilenmesi duyanları pek etkilemişti; Kureyşin halk arasında iyi isim yapan ve en sevilen boyları olan Haşimoğulları,Abdulmuttaliboğulları, Zühreoğulları, Temimoğulları ve Hârisoğulları kabilelerinin büyükleri, Zübeyr Bin Abdulmuttalib’in önayak olmasıyla Teymîoğulları boyundan Abdullah b. Cud’an’ın evinde toplanıp zulme ve haksızlığa uğrayan mazlumların yanında yer alacaklarına dair yeminleşip bir antlaşma imzaladılar. Bu antlaşma gereğince hangi kabileden ve hangi sınıftan olduğuna bakmaksızın Mekkeli veya yabancı, zengin veya fakir, zayıf veya güçlü kim olursa olsun, Mekke dahilinde hiç kimseye haksızlık yapılmasına asla izin vermeyecek ve mağdur düşenlere arka çıkıp hak sahibinin hakkını elde etmesine yardımcı olacaklardı. Bu yeminden sonra Âs’ın evine gidip Zübeydoğullarından olan yabancının hakkını ondan aldılar ve kendisine verdiler[366]. Bu sırada Hz. Muhammed (s.a.a) 20 yaşındaydı[367].

Cehalet ve karanlığa gömülmüş olan o günün toplumunda görülmemiş bir mertlik ve bir nevi “insan haklarını savunma birliği” sayılan bu gruba onca genç yaşına rağmen Hz. Muhammed’in (s.a.a) de katılmış olması çok şeyler ifade ediyordu aslında. Zira bu sırada onun yaşıtları gününü gün edip eğlenmekten başka bir şey düşünmüyordu; mazluma destek vermek, temiz bir toplum yaratmak ve adaleti icra etmek gibi insani değerler onların gözünde hiçbir anlam ifade etmiyordu. Hz. Muhammed (s.a.a) ise genç yaşta böyle bir antlaşmaya katılıp böyle bir gruba üye olmaktan mutluluk duyuyordu, peygamber olduktan sonra da bunu belirtecek ve şöyle buyuracaktı:

“Abdullah b. Cud’an’ın evinde öyle bir antlaşmaya katıldım ki onun yerine bana kızıl tüylüdeveler verilseydi o kadar mutluluk duymazdım, şimdi İslam çağında da beni böyle bir antlaşmaya katılmaya davet edecek olsalar gidip katılırım!”[368]

Bu antlaşma o güne kadar yapılan antlaşmaların en değerlisi ve en üstünü olarak tanımlandı ve bu yüzden de adına “Hılf-ul Fuzul (veya fudul)” denildi[369]. Mazlumların, savunmasız zayıfların, fakirlerin ve gariplerin hakkını korumak için imzalanan bu güzel antlaşma daha sonra birçok mazlum yabancının Mekke zorbalarının elinden kurtulmasına yaramıştır[370].

Şam’a İkinci Yolculuk

Huveyled kızı Hatice Mekke’nin en muteber tüccarlarından biriydi, zenginliğinin yanı sıra asil ve kişilikli bir kadındı; ticaret için kiraladığı adamlar onun için mal alıp satar, ücretlerini alırlardı[371] Hz. Muhammed (s.a.a) 25 yaşına geldiğinde[372] . Ebu Talib “Oğul” dedi, “Ben yaşlandım, maddi durumumuz da pek iyi değil; bir Kureyş ticaret kervanı yola çıkmaya hazırlanıyor.Keşke sen de gidip Hatice’yle konuşsaydın, onun ticaret sorumluluğunu da sen alırdın!..”

Ebu Talib bunları söylerken, Hz. Muhammed’in (s.a.a) dürüstlüğü, emanete sadakati ve güzel ahlakını epey duymuş olan Hatice de aynı şeyi düşünmüş ve kölesi Meysere’yi Hz. Muhammed’e (s.a.a) göndererek kendisinin ticaret sorumluluğunu kabul etmesi halinde ona başkalarından daha fazla ücret ödeyeceğini ve kölesi Meysere’yi de yanına vereceğini belirtmişti!! Hz. Muhammed (s.a.a) onun bu teklifini kabul etti[373] ve Meysere’yle birlikte Şam kervanına katıldı[374]. Bu defa kazançları daha öncekilerden de fazla olacaktı[375].

Meysere bu yolculuk sırasında Hz. Muhammed’in (s.a.a) kerametlerini görmüş, hayrette kalmıştı. Bu yolculukta Nostur adlı bir rahip, Hz. Muhammed’in (s.a.a) gelecekte peygamber olacağını müjdelemişti. Meysere’nin gördüğü bir başka olay da bir adam, alışveriş sırasında Hz. Muhammed’e (s.a.a) “Latla Uzza’ya yemin edersen sana inanır, malını alırım” deyince o hazret (s.a.a) “Ben hayatımda Lat’la Uzza’ya yemin etmiş değilim!” demiş, yemin etmemişti[376].

Meysere Mekke’ye döndüğünde şahid olduğu bu kerametleri Hatice’ye anlattı[377]

Hatice’yle Evliliği

Hatice çok akıllı, uzak görüşlü ve iffetli bir kadındı, soy ve neseb bakımından da Kureyş kadınlarından daha asil ve üstündü[378]. Mümtaz ahlakî meziyetleri ve sosyal prestiji nedeniyle bütün Mekke’de tanınmış, cahiliyet dönemi gibi bir ortamda halk ona “Tahire”[379]ve “Kureyş kadınlarının baş tacı ve efendisi” lakâplarını vermişti[380]. Bir rivayete göre Hatice daha önce iki evlilik yaşamış, ama her ikisinde de eşi öldüğünden, dul kalmış[381]. Kureyş büyükleri onunla evlenebilmek için çok çaba gösteriyordu[382], Ukbe b. Ebu Muit, Ebu Cehil ve Ebu Süfyan gibi çok ünlü adamlar defalarca Hatice’ye evlenme teklifinde bulunmuş, ama o bütün bu teklifleri nazikçe geri çevirmişti[383].

Diğer taraftan Hatice Hz. Muhammed’le (s.a.a) akraba sayılıyordu, ikisinin de soyu “Kusayy”a ulaşıyordu çünkü. Hz. Muhammed’in (s.a.a) parlak manevi geleceğini duymuştu;[384] ve o hazretle (s.a.a) evlenmek istiyordu[385]. Nitekim Hz. Muhammed’e (s.a.a) evlenme teklifinde bulundu; hazret (s.a.a) amcalarıyla danıştıktan sonra bu teklifi kabul etti ve aile arasında düzenlenen sade bir törenle evlendiler[386] Meşhur kavle göre bu sırada Hz. Hatice (a.s) 40, Hz. Muhammed de (s.a.a) 25 yaşındaydı[387].

Hz. Hatice (a.s) Hz. Muhammed’in (s.a.a) evlendiği ilk kadındır[388]

Hacer’ül Esved’in Nesebi

Hz. Muhammed (s.a.a) güzel ahlakı, emanete sadakati, dürüstlüğü ve doğru sözlülüğüyle Mekke halkının gönlünü fethetmişti, herkes ona “güvenilir” anlamına gelen “emin” diyordu artık[389]. Mekkeliler ona duydukları sınırsız sevgi ve güvenin yanı sıra onun adaletine de inandığından Hacer’ül Esved’in yerine konulması kararını ona bırakacak, o da görülmemiş bir dehayla bu sorunu hallederek Mekkeliler arasındaki ciddi bir ihtilafı giderecekti[390].

Hz. Muhammed (s.a.a) 35 yaşlarındayken “Mekke dağlarından şehre inen büyük bir sel Ka’be duvarlarını birkaç yerden tahrib etmişti. O güne kadar Ka’be tavansızdı, duvarları da pek kısaydı, bu nedenle de içindeki değerli eşyaların korunması zor oluyordu. Bu nedenle Kureyş ötedenberi Ka’be’ye bir tavan çekmek istiyor, ama buna bir türlü fırsat bulamıyordu. Şimdi iyi bir fırsat doğmuştu, Ka’be’nin duvarlarını yıkıp yeniden inşa etmeye, bu arada üzerine bir de tavan yapmaya karar verdiler.

Kâ’be’nin yeniden inşası sırasında, Hacer’ül Esved’in yerine konulması konusunda Kureyş boyları arasında ciddi bir anlaşmazlık baş gösterdi, kabileler arası rekabet ve taassuplar yine hortlamıştı! Her kabile, Hacer’ül Esved’i yerine koyma onurunun kendisine bırakılmasını istiyordu. Bazı kabileler kan dolu bir leğene ellerini daldırıp yemin etmiş, bu onuru başka kabilelere bırakmaktansa ölünceye kadar savaşmaya karar vermişlerdi. İş çığırından çıkıyor, korkunç bir savaşın kıvılcımları çakıyordu…

Anlaşmazlık büyüyünce en yaşlılarının önerisiyle; bugünkü Safa Kapısı olan Benî Şeybe Kapısı’ndan Harem’e ilk girecek kimsenin hakemliğini kabullenmeye karar verdiler.

Gözler “Bab-u Beni Şeybe”ye dikildi…

Tam bu sırada Hz. Muhammed (s.a.a) bu kapıdan Mescid’ul Haram’a girmişti!..

Hepsi birden sevinçle “Aa! Bu, Muhammed!” dediler, “Muhammed’ül Emîn geldi işte!O ne derse kabulümüzdür!”

Kureyşin “Emin”i (s.a.a) büyük bir kumaşı yere sererek Hacer’ül Esved’i üzerine koydu ve kabile reislerinin kumaşın bir kenarından tutmasını istedi, duvarın yanına geldiklerinde Hacer’ül Esved’i bizzat kendisi alıp itinayla yerine yerleştirdi[391]. Bu ince tedbir sayesinde büyük bir anlaşmazlığı tatlıya bağlamış ve kanlı bir savaşı önlemişti!

Hz. Ali’yi (a.s) Yetiştiriyor

Ka’be’nin yeniden inşasından birkaç yıl sonra ve Hz. Muhammed’in (s.a.a) bi’setinden birkaç yıl önce Mekke’de büyük bir kıtlık baş gösterdi. Hz. Muhammed’in (s.a.a) sevgili amcası Ebu Talib kalabalık bir aileyi geçindirmek zorundaydı, ama fakirdi. Hz. Muhammed (s.a.a) Haşimoğullarının en zenginlerinden biri olan amcası Abbas’a giderek “Her birimiz Ebu Talib’in çocuklarından birini yanımıza alıp büyütelim, böylece onun sıkıntısı biraz azalmış olur” dedi. Abbas bu teklifi kabul edince birlikte Ebu Talib’e gidip durumu anlattılar. Ebu Talib memnun olmuştu; Abbas, Cafer’i, Hz. Muhammed de (s.a.a) Ali’yi (a.s) aldı ve böylece Hz. Ali’nin (a.s) eğitim ve terbiyesini bizzat Hz. Resulullah (s.a.a) üstlenmiş oldu. Hz. Ali (a.s) çok küçük yaştan itibaren Hz. Resulullah’ın (s.a.a) özel terbiye ve eğitimiyle yetişecek, onun elerinde, onun evinde büyüyecek ve peygamberlikle görevlendirildiğinde de ona ilk iman eden erkek olacaktı[392].

Hz. Ali (a.s) bu sırada 6 yaşındaydı[393], eğitim, terbiye ve kişiliğin ilk tohumlarının yeşermeye başladığı kritik bir çağdı bu. Hz. Muhammed (s.a.a) amcası Ebu Talib’le yengesi Fatıma binti Esed’in kendisine verdikleri onca emek ve zahmetlere karşılık teşekkür borcunu yerine getirebilmek için onların çocuklarından birini bizzat alıp yetiştirmek istemiş ve bu eğitime en uygun çocuğun Hz. Ali (a.s) olduğunu görmüştü. Nitekim Hz. Ali’nin (a.s) veliliğini üstlendikten sonra “Ben, Rabbimin benim için seçmiş olduğunu seçtim!”buyuracaktı[394].

Hz.Muhammed (s.a.a) Hz. Ali’yi (a.s) çok seviyor, onu fevkalade bir ilgi ve itinayla tıpkı kendi evladı gibi yetiştiriyordu. Hz. Ali’nin (a.s) amcaoğullarından Fazl bin Abbas şöyle anlatır: Babam Abbas b. Abdulmuttalib’den “Hz. Resulullah (s.a.a) evlatlarından en çok hangisini severdi?” diye sordum, babam “Ali’yi” dedi, onun yanlış anladığını sanarak “Ben Resulullah’ın (s.a.a) evlatlarını kastediyorum” deyince babam “Hz. Resulullah (s.a.a) Ali’yi (a.s) bütün evlatlarından daha fazla severdi” dedi, “Ona, bütün evlatlarından daha fazla ilgi gösterirdi. Hatice için çıktığı yolculuktan başka bir defa olsun, onun Ali’yi (a.s) yanından ayırdığını görmedim. Resulullah’ın (s.a.a) Ali’ye (a.s) olan düşkünlüğü kadar çocuklarına düşkün bir baba ve Ali’nin (a.s) de ona gösterdiği kadar babasına itaat ve bağlılık gösteren bir çocuk görmedim ben!”[395].

Hz. Resulullah (s.a.a) peygamber olduktan sonra Hz. Ali’nin (a.s) eğitim ve terbiyesine o kadar özen gösteriyordu ki, gece vakti kendisine bir vahiy nazil olacak olsa sabah olmadan; gündüz bir vahiy nazil olsa akşamdan önce onu mutlaka Hz. Ali’ye (a.s) öğretiyordu.”[396]

Hz. Ali’ye (a.s) kendisinin nasıl diğer sahabelerden daha fazla hadis öğrenebildiğini sorduklarında şu cevabı verdi: “Ne zaman Hz. Resulullah’tan (s.a.a) bir şey soracak olsam cevap verirdi, ne zaman susacak olsam önce kendisi bana bir hadis söylerdi”[397].

Hz. Ali (a.s) halife olduğu günlerden birinde, kendisinin çocukluktan beri nasıl yetiştirildiğini şöyle anlatır:

“…Siz sahabeler benim Resulullah’la (s.a.a) yakınlığımı, yakın akrabalığımı ve onun nezdinde nasıl özel bir yerim olduğunu bilirsiniz… Küçük bir çocukken beni nasıl bağrına bastığını, kendi yatağında, kendi yanında yatırdığını bilirsiniz. Onun mübarek kokusunu elvan elvan duyardım, yemeğimi bizzat yedirir, ağzıma lokma verirdi.

Annesinin peşi sıra giden bir çocuk gibi, nereye gitse peşi sıra giderdim. Her gün kendi erdem ve ahlakından birini bana öğretir, ona uymamı buyururdu. Her yıl Hira Dağı’nda ibadete çekilir, benden başka kimse onu göremezdi. Ona vahiy nazil olduğunda şeytanın sesini duydum “Ya Resulullah, bu feryat nedir?” diye sordum, “Bu şeytanın feryadı, onun iniltisidir”buyurdu. “Çünkü artık yeryüzünde kendisine itaat edilmesinden ümidini yitirir hale geldi. Ya Ali! Benim duyduğumu sen de duyuyor, benim gördüğümü sen de görüyorsun; ancak sen peygamber değil, benim hayırlı ve daima iyilik üzere olan vezirimsin.”[398].

Bu sözlerin Hz. Resulullah’ın (s.a.a) peygamberliğinden sonraki dönemlerinde Hira’daki ibadetiyle ilgili olduğu sanılmamalıdır; zira Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Hira’da ibadete çekilmesi daha çok bi’setten önceki döneme rastlar, bu nedenle de sözkonusu ibadete çekilme olayı bi’setten öncesine aittir. Nitekim şeytanın feryadının nedeni de Hz. Resulullah’ın (s.a.a)  bi’seti, yani ilk ayetin nazil oluşundan dolayıdır. Her hal-ü kârda önemli olan şudur: Hz. Ali’nin (a.s) temiz bir ruha sahib oluşu ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a) onu aralıksız ve itinayla eğitip yetiştirmesi sonucu o henüz çocukluk çağından itibaren hassas bir kalp, keskin bir görüş ve duyuş gücü, özel bir anlayış ve basiretle donanmış ve diğer insanların göremediği şeyleri görür, onların duyamadığı şeyleri duyar hale gelebilmiştir.

 

-*-

 

 

3. Bölüm

         

 

Bİ’SETTEN HİCRETE

 

 

 

1-    fasıl: Bi’set ve Davet

2-    fasıl: Alenî davet ve Muhalefetlerin Başlaması

3-    fasıl: Kureyşlilerin Muhalefet ve Girişimlerinin Sonucu

 

-*-

 

1. Fasıl

 

 

Bİ’SET VE DAVET

Peygamberliğin Arefesinde

Daha önce de belirtildiği üzere Hz. Muhammed’in (s.a.a) ataları tektanrıya inanan muvahhidler ve soyu da mutahhar ve temizdi. Tertemiz bir soy ve muvahhid bir aileden gelmesinin yanı sıra çok yüksek bir ahlâkî seciyeye de sahipti; çocukluğundan itibaren putperestliğin çirkinliğine zerrece bulaşmamış, Mekke halkının kötü ahlakından zerrece etkilenmemişti[399]. Dünyaya gelişinden itibaren Rabbinin özel lütuf ve korumasına mazhar olmuş, O’nun özel eğitimiyle büyümüştü. Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu eğitim ve terbiye dönemini Hz. Ali (a.s) şöyle tanımlıyor:

“…Sütten kesildikten sonra Yüce Allah en güzel huyları edinmesi ve insanîliğin en mükemmel yollarını öğrenmesi için en büyük meleğini onun hizmetine verdi…”[400]

İmam Bakır (a.s) şöyle buyurur:

“Hz. Muhammed (s.a.a) sütten kesildiğinde Yüce Allah onu iyiliklerle mükemmel ahlaka yöneltmesi, kötülüklerden ve kötü ahlaktan sakındırması için büyük bir meleği onun hizmetine verdi. Gençlik ve peygamberlik öncesi yıllarında ona hep seslenen ve “esselamu aleyhe ya Muhammed Resulullah!” diyen melekti bu… Ancak  Hz. Muhammed (s.a.a) o sıralarda bu sesin taştan veya yerden geldiğini sanıyor, ne kadar dikkat etse de bir şey göremiyordu”[401]

Fikrî ve aklî açıdan artık iyice olgunlaşıp rüşde eren Hz. Muhammed (s.a.a) peygamberlikle  görevlendirileceği bi’set dönemine doğru, kirli ve bozulmuş ortamdan  rahatsızlık duymaya ve insanlardan uzak durmaya başlamış[402]. Otuz yaşından itibaren fevkalade manevî ve ruhânî bir hale girdi; gaybdan kendisine bir pencere açıldığını hissediyordu. Yakın ailesi ve Büheyra’yla Nostur gibi Ehl-i Kitap’la daha başka nicelerinden defalarca duyduğu şey gerçekleşmek üzereydi. Çünkü özel bir nur görür olmuştu, bazı sır perdeleri kendisine açılıyordu, sık sık kulağına gaipten bazı sesler geliyor, ama kimseyi göremiyordu![403] Bir süre, uykuda bir ses duymuştu, bu ses ona “peygamber” diye hitab ediyordu…Bir gün Mekke kırsalında birinin kendisine “Resulullah” diye seslendiğini duydu, “sen kimsin?” diye sorduğunda “Ben Cebrail’im” sesini duydu, “Yüce Allah seni peygamberlikle görevlendirmesi için gönderdi beni!” Hz. Muhammed (s.a.a) eşi Hz. Hatice’ye (a.s) bunu söylediğinde o sevinçle “inşallah öyle olur!” diyecekti[404].

Bu dönemlerde Hz. Muhammed (s.a.a) yılın birkaç günü Hira Dağı’na[405] çekilip ibadet ve duayla meşgul oluyordu[406]. Bu şekilde halktan uzaklaşıp Hira’da ibadete çekilme olayı, Allah’a inanan bazı Kureyşliler arasında görülen bir şeydi[407]. Bu geleneği Kureyşte ilk başlatan kimse, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) dedesi Abdulmuttalib olmuştu; Ramazan ayı girdiğinde Hira Dağı’na gider, yoksullara yemek verirdi[408].

Peygamberlik Başlıyor

Kırk yaşına girmiş olan Hz. Muhammed[409] (s.a.a) birkaç yıldır yaptığı gibi yine Hira Dağı’nda ibadete çekilmişti. İşte bu sırada vahiy meleği inerek Rabbinden getirdiği ilk Kur’an ayetlerini ona okumaya başladı[410]:

“Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla.

Yaratan Rabbinin adıyla oku!

O, insanı kan pıhtısından yarattı

Oku, Rabbin Yüceler Yücesidir, en büyük kerem sahibidir.

O, kalemle -bilgi- öğretendir.

İnsana bilmediğini öğretti…”[411]

Allah Teala (c.c) Hz. Muhammed’le (s.a.a) vahiy meleği Cebrail’in (a.s görüşmesini ve ona ilahi mesajın iletilmesini Kur’an’da iki kez şöyle tasvir etmektedir:

“Battığı zaman yıldıza andolsun.

Sahibiniz olan -peygamber- ne şaşş, ne de sapmıştır

O kendi istek ve fikrine göre konuşmaz

Kendisine vahyolunandan başka söz söylemez o.

Ona bu Kur’an’ı, pek güçlü olan -Cebrail- öğretmiştir.

Fevkalade gücü ve egemenliği vardır onun

O melek en yüksek ufuktaydı

Derken Muhammed’e yaklaştıkça yaklaştı.

O kadar ki onunla Muhammed arasında iki yay kadar veya daha az bir mesafe kaldı.

İşte bu sırada Yüce Allah vahyedilebilecek olanı kuluna vahyetti.

Muhammed’in kalbi, gördüğünü yalanlamadı.

Muhammed’in gözüyle görmekte olduğu şey hakkında onunla tartışacak mısınız”?[412]

“Geri dönen yıldızlara andolsun -geri döner-

Ve gözlerden kaybolurlar…

Geri dönüp de geçtiği zaman geceye andolsun.

Ağarmaya başladığı zaman sabaha andolsun.

Ki bu Kur’an büyük ve onurlu bir elçinin -Cebrail- sözleridir.

Arş’a sahib Yüce Allah’ın katında yüce bir makama sahip güçlü bir elçidir o…

Orada -meleklerin arasında- itaat edilir ona ve Rabbinin katında da emîn ve kendisine güvenilendir o.

Arkadaşınız -Muhammed- bir deli değildir.

O, Cebrail’i apaçık ufukta görmüştür.

O, gayb ve vahiy yoluyla aldıkları hususunda cimri değildir -bunlardan bir şeyi eksilterek size aktarmaz veya size aktarmamazlık etmez.

Bu Kur’an, taşlanmış şeytanın sözü değildir.

O halde nereye gidiyorsunuz?”[413]

Vahyin inişiyle İlgili Doğru Olmayan bir Haber

Hz. Muhammed’in (s.a.a) peygamber oluşu ve vahiy alışı konusunda tarihî belgeler ve sahih hadislerle bağdaşmayan masalımsı ve doğruluktan uzak bir haber ve rivayet bazı tarih ve hadis kitaplarında yer almaktadır. Bu rivayet meşhur olduğu, hatta bazı Farsça ders kitaplarına bile alındığından burada üzerinde biraz durulmasında fayda görüyoruz:

Ayşe şöyle diyor: Resulullah’a (s.a.a) ilk vahyin inmesi, rüyada olmuştur. Gördüğü her rüya güpegündüz gerçekleşiyordu. Daha sonra yalnızlığı sever oldu, sık sık Hira Dağı’na çekildi. Orada birkaç gece kalıp ibadet ediyor, birkaç günde bir şehre inip Hatice’den yiyecek alıp yine Hira’ya dönüyordu. Hak’la buluşuncaya kadar böyle sürdü, o mağarada bulunduğu sırada melek gelip “oku” dedi, Muhammed (s.a.a)“ben okuma bilmem” deyince meleğin kendisini takati kesilinceye kadar sıktığını ve tekrar okumasını istediğini, onun da okuma bilmediğini tekrarladığını, bunun üzerine meleğin onu yine takati kesilinceye kadar sıkıp “oku!” dediğini, onun da yine “ben okuma bilmem” dediğini, üçüncü defasında da bu şekilde sıktıktan sonra onu rahat bıraktığını ve “Yaratan Rabbinin adıyla oku” dediğini (5.ayete kadar)söyler. Ayşe şöyle devam ediyor:

Muhammed (s.a.a) oradan ayrıldı, yüreği -korkudan- titriyordu, Hatice’ye gidip “Beni örtün! Beni örtün!” dedi. Üzerini örttüler, Resulullah (s.a.a) üzerindeki korku ve dehşeti atıp da rahatlayınca olanları Hatice’ye anlatıp “kendim için endişeliyim” dedi, Hatice “Asla!” dedi, “Vallahi rabbin seni küçük düşürmeyecektir, zira sen akrabalarına iyilik ediyor, halka bağış ve yardımda bulunuyorsun. Yoksulların elinden tutuyor, misafire kapını açıyor, haklılara yardımcı oluyorsun.” Hatice bunları söyledikten sonra onu alıp amcasının oğlu Varaka b. Nevfel’e götürdü. Varaka amâydı ve hırıstiyan olmuştu, İbranice de biliyordu ve İncil’i İbranice yazmaktaydı.

Hatice “amcaoğlu!” dedi, “bak, kardeşinin oğlu neler söylüyor!” Varaka “Yeğenim, ne görüyorsun?” diye sordu, Resulullah (s.a.a)gördüklerini anlatınca Varaka “O gördüğün, Musa’ya da inen namus -melek-tir. Keşke şimdi genç olsaydım, keşke kavmin seni kovduğunda hayatta olsam…” Resulullah (s.a.a) “Kavmim beni kovacak mı diyorsun?” diye sorunca Varaka “Evet” dedi…”[414]

Önemli Bir Eleştiri

Daha önce de hatırlattığımız gibi bu şekilde bir rivayetin doğru olması mümkün değildir, zira aşağıda sıralanan sebeplerden dolayı hem metnin içeriği, hem sened ve belgesellik açısından geçersizdir:

1- Bu haberi rivayet eden tek kişi Ayşe’dir ve kendisi bi’setten 4-5 yıl sonra dünyaya gelmiştir[415]! Yani anlattığı olaya bizzat şahid olmamıştır, dahası, bu olayı kimden naklettiğini de söylemediğinden bu rivayet belgesellik -senediyet- açısından geçersiz, yani “mürsel”dir, mürsel rivayete ise itibar edilmez.

2- Bu rivayette anlatıldığına göre vahiy meleği Hz. Resulullah’tan (s.a.a) birkaç kez okumasını istemiş, o da bunu yapamayacağını tekrarlamış… Eğer bu okumaktan maksat bir levha veya bilinen anlamda bir yazıyı okumaksa Allah ve O’nun vahiy meleğinin, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) okuma yazma bilmeyen bir ümmi olduğunu zaten bilmesi gerekir; buna rağmen ondan defalarca okumasının istenmesi makul değildir. Eğer “oku” emrinden maksat, vahiy meleğinin söylediği ayetleri tekrarlamaksa, zeka ve dehasıyla ünlü olan Hz. Muhammed (s.a.a) gibi birinin aklî ve fikrî olgunluğun doruğunda bulunduğu bir yaşta bunu kolayca yapması ve “yapamam” dememesi gerekirdi.

3- Vahiy meleğinin Hz. Resulullah’ı (s.a.a) sürekli sıkmasının ne manası vardır? Oysa öğrenmenin zihnî bir mesele olduğunu ve fizikî sıkmanın bunda hiçbir olumlu etkisinin olamayacağını herkes bilir. Yok, eğer “bundan maksat Yüce Allah’ın bir anda Hz. Resulullah’a (s.a.a) okuma yazma öğretmek istemesiydi” denilecekse, bunun için Yüce Allah’ın sadece irade etmesi yeterliydi ve hazrete onca eziyet ve sıkıntı verilmesine yine hiç gerek yoktu! Eğer sözkonusu baskı Hz. Muhammed’in (s.a.a) varlık aleminin kaynağı ve gayb dünyasıyla irtibatından dolayı ise ve “çünkü Hz. Muhammed (s.a.a) manevi makamının yanı sıra sonuçta maddî boyutu da olan bir insandı ve topraktan yaratılan bir varlığın, gayb alemiyle doğrudan irtibatı böyle bir baskıyı da beraberinde getirebilir” deniliyorsa yine kabulü mümkün olmamaktadır. Zira Allah Teala’nın Kur’an’da çok sarih bir dille buyurmuş olduğu gibi peygamberlerin gayb alemiyle irtibatları ancak şu üç yoldan biriyle mümkündür:

1- Hiçbir vasıta olmadan, Allah’ın mesajını doğrudan almak ve direkt irtibata geçmek

2- Ses sahibini göremeden ses duyma yoluyla

3- Vahiy meleği yoluyla[416]

Hz. Resulullah (s.a.a) sadece vasıtasız olarak gaybla irtibata geçip hiçbir aracı olmadan doğrudan doğruya bizzat vahiy aldığı zaman zor bir basınca ve sıkılmaya tahammül ediyor ve bazı rivayetlerde de belirtildiği gibi yüzünün rengi değişiyor, alnı boncuk boncuk terliyordu[417].Ama vahyi Cebrail vasıtasıyla aldığında hazrette hiçbir değişiklik görülmüyordu. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmaktadır: “Vahyi Cebrail getirdiğinde Hz. Resulullah (s.a.a) gayet normal bir halde oluyor ve “bu Cebrail’dir” veya “Cebrail bana şöyle şöyle demekte…” diyordu. Ama vahyi aracısız olarak direkt aldığı zaman üzerine bir ağırlık çöktüğünü hissediyor, baygınlığa benzer bir hale giriyordu[418]. Cebrail vahiy meleği olduğu halde Hz. Muhammed (s.a.a) Cebrail’i görmekle özel bir duruma girmediği gibi Cebrail o hazretten izin almadan yanına gelmiyor ve o hazretin huzurunda fevkalade edep ve saygıyla oturuyordu[419].

Tarihçilerin de ittifakıyla ilk Kur’an ayetlerini Hira’da Cebrail getirdiğinden Hz. Resulullah (s.a.a) hiçbir baskı ve sıkıntı duymamıştır. Tabi bunun sorumluluk duymama ve putperestlerin muhalefetlerinden tedirginlik hissetmeme anlamına gelmediği de ortadadır.

4- Hz. Muhammed (s.a.a) daha önce gaybî mesajlar almaya başlamıştı ve bu duruma hazırlıklıydı, binaenaleyh onun için beklenmedik bir olay değildi bu ve sözkonusu korku ve dehşete kapılmasının da hiçbir anlamı olamazdı. Dahası, bazı kaynaklarda Cebrail’in Hira’da önce Cumartesi akşamı, ardından da Pazar akşamı Hz. Resulullah’a (s.a.a) geldiği ve üçüncü gelişinde, yani Pazartesi akşamı ona peygamberlik görevini resmen iblağ ettiği kayıtlıdır[420]. Yani bu Hz. resulullah’ın (s.a.a) Cabrail’i ilk görüşü değildi, ondan önce de iki kez Cebrail’i görmüştü ve bu durumda onun korku ve dehşete kapıldığı iddiası hiçbir akla ve karineye uymamaktadır. Kaldı ki Allah’ın elçiliği gibi önemli bir göreve önceden hazırlığı olmayan birine Yüce Allah’ın ansızın böyle bir görevi bırakmayacağı bilinmektedir.

5- Alelade bir insan olan Hatice’nin yüce İslam peygamberinden daha bilgili olduğu ve onun dehşete kapıldığını görerek kendisini yatıştırdığını kabul etmek mümkün müdür?

6- Bütün bunlardan daha da kötüsü; insanların hidayeti için peygamberlikle görevlendirilmiş olan Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bizzat kendisinin başına gelen olayın ne olduğunu bilmediğinin, kendisine vahiy getiren elçiyi tanımadığının ve onun getirdiği mesajı doğru dürüst teşhis bile edemediğinin, ancak Varaka gibi kör bir hırıstiyanın onaylamasıyla Hz. Resulullah’ın (s.a.a) kendi peygamberliğinden emin olup içinin rahatladığının kabul edilmesi ve böylesine asılsız bir iddianın doğru olabileceğine başkalarının inandırılmak istenmesidir!Bu iddianın mantıksızlığı, hiçbir delil göstermeye gerek kalmayacak kadar net ve ortadadır aslında.

7- İslam kaynaklarında hiçbir peygamberin peygamberliği için bunca küçültücü ve masalımsı bir sahneden sözedilmediği de dikkatten kaçmamalıdır. Hz. Musa (a.s) gibi bazılarının içinde bulunduğu zaman ve mekan şartlarının her ne kadar böyle bir şeye elverişli olduğu zannedilse de o peygamberler için dahi böyle bir iddia (kendi peygamberliğinden şüphelenmek)kesinlikle geçerli değildir.

8- Bu haberde Hz. Muhammed’e (s.a.a) yamanmaya çalışılan şüphe ve tereddüt “Muhammed’in kalbi, gördüğü şeyi yalanlamadı” ayetiyle[421] asla bağdaşmamaktadır.

Ünlü şia müfessiri ve alimi Tebersi şöyle der:

“Allah Teala bir peygamberine vahyini kesin delillerle apaçık hale getirmeden vahyetmez, böylece her peygamber kendisine ulaşanın vahiy olduğundan ve Rabbi tarafından geldiğinden kesinlikle emin olarak vahiy alır; bu konuda başka bir şeye ihtiyaç duymaz ve asla tereddüde ve korkuya kapılmaz”[422]

İmam Sadık (a.s) kendisine “Hz. Resulullah’a (s.a.a) vahiy geldiğinde neden bunun şeytanın vesvesesi de olabileceği şüphesine hiç kapılmadı?” diye soran birine şu cevabı vermiştir: “”Yüce Allah bir kulunu elçilikle görevlendirdiğinde ona gönül huzuru ve güven duygusu verir, o kadar ki, Rabbinden ona ne ulaşacak olsa onu gözüyle görmüşçesine inanır”[423]

Ayşe’nin bu rivayetinin nakledildiği Sahih-i Buhari’yle Sahih-i Müslim’in şerhedicileri seçkin birer alim oldukları halde, bu rivayetin aslını doğru kabul etmiş olduklarından onu nasıl tefsir edip açıklayacaklarını bilememiş, şaşırtıcı derecede asılsız ve tutarsız ifadelerle işin içinden sıyrılma yolunu seçmişlerdir[424].

Abdullah bin Şeddad, Ubeyd bin Umeyr ve Abdullah bin Abbas’la Urve bin Zübeyr gibi raviler de Hz. Resulullah’ın (s.a.a) peygamberlikle görevlendirilişi hakkında birtakım benzeri hadisler aktarmıştır ki yukarıdaki açıklamalar dikkate alındığında onların da uyduruk olduğu kolayca anlaşılmaktadır[425].

Bu uyduruk hadis ve rivayetler bazı hırıstiyan kitaplarına da geçmiş, böylece onlara yüce İslam peygamberinin aleyhine zehirli propagandalar yayıp zihinleri bulandırma imkanı kazandırmıştır[426]. Bu eleştiri; işte bu ecnebi yalanlarının temelindeki asılsızlığı ispatlamayı ve Müslümanları da hadis ve rivayetlerin sahih olup olmadığı konusunda dikkatli davranmaya çağırmayı amaçlamaktadır.

Gizli Davet

Hz. Muhammed (s.a.a) ilk üç yıl boyunca gizli davette bulundu[427], zira Mekke’de ortam, henüz İslam’ı açıkça anlatmaya müsait değildi. Bu üç yıl boyunca, hakkı kabule hazır gördüğü insanlarla gizlice görüşüp onları eşi ve ortağı olmayan tek Allah’a iman etmeye, O’na ibadette bulunmaya ve kendisinin peygamberliğine inanmaya davet ediyordu. Bu müddet zarfında Kureyşliler onun peygamberlik iddiasında bulunduğundan haberdardılar, nitekim yolda Hz. Resulullah’ı (s.a.a) gördüklerinde birbirlerine “Abdulmuttaliboğullarının şu genci, göklerden sözediyormuş!” diyorlardı[428], ama Hz. Muhammed (s.a.a) davetini herkese açmadığından onun bu davetinin ne olduğunu ve insanlara neler anlattığını bilmiyor, bu nedenle de hiçbir tepki göstermiyorlardı.

Bu dönemde bazıları Müslüman oldu. Bu ilk Müslümanlardan biri olan Erkam, Safa Tepesi’nin eteğinde olan evini Hz. Resulullah’ın (s.a.a) hizmetine verdi. Böylece Hz. Resulullah (s.a.a) İslam’ı açıkça tebliğe başlayıncaya kadar bu ev İslam’ın gizli tebliğ ve eğitim merkezi olarak kullanıldı; ilk Müslümanlar burada toplanıyor, namazlarını burada kılıyorlardı[429].

İlk Müslüman Erkek ve İlk Müslüman Kadın

İslam Tarihçilerinin ittifakıyla ilk Müslüman kadın Hz. Hatice’dir, erkekler arasında da Hz. Muhammed’e (s.a.a) ilk iman eden Hz. Ali’dir[430]  ve[431] . Şunu da belirtelim ki Hz. Resulullah’ın (s.a.a) peygamberlikle görevlendirildiği gün Hira’dan indiğinde bunu herkesten önce sevgili eşi Hatice’yle, o evde yetişip büyüyen ve Hz. Resulullah (s.a.a) tarafından özel olarak eğitilmiş bulunan Hz. Ali’ye (a.s) açması gayet doğaldı. Zira onlar Hz. Muhammed’in (s.a.a) sadakat, dürüstlük ve doğru sözlülüğünün yanı sıra onun peygamberlik alâmetlerine sahib bulunduğunu da herkesten daha iyi bilen ve ona en çok bağlı olan insanlardı, bu nedenle de onu hemen tasdik etmiş, iman getirmişlerdir. Bugün eldeki onca tarihi belge ve hadis bulunmamış olsaydı bile,bunun anlaşılması gayet kolaydı. Her hal-ü kârda, bununla ilgili sayısız hadis, rivayet ve tarihi belgelerden sadece birkaçını aktarmamızın yeterli olacağı inancındayız:

Hz. Ali (a.s) İlk Mümin Erkektir

1- Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali’nin (a.s) İslam dinine giren ilk erkek olduğunu vurgulamakta ve bir grup sahabeye şöyle buyurmaktadır: “Kıyamet günü aranızdan benimle Kevser Havuzu’nda ilk buluşacak olanınız, İslam’a ilk gireniniz olan Ali b. Ebu Talib’dir”[432]

2- Büyük hadisçiler ve ulema şöyle nakleder: Hz. Muhammed (s.a.a) Pazartesi günü peygamberlikle görevlendirilmiş ve Ali (a.s) ertesi gün (Salı günü) onunla namaz kılmıştır”[433]

3- Bizzat Hz. Ali’nin (a.s) kendisi şöyle buyurur:

“…O günlerde İslam Hz. Resulullah’la (s.a.a) Hatice’den başkasının evine girmemişti henüz, ben de onların üçüncüsüydüm. Vahiy ve risalet nurunu görüyor, peygamberliğin ıtrını alıyordum o evde…”[434]

4- Hz. Ali (a.s) bir başka yerde de kendisinin ilk Müslüman oluşunu şöyle anlatır:

“…Ya Rabbi! Sana ilk dönen, mesajını alıp peygamberinin davetine ilk olumlu cevabı veren kimse benim! Benden önce namaz kılmış olan yegane kişi Resulullah’tır (s.a.a) sadece!”[435]

5- Bir başka yerde şöyle der:

“…Ben Allah’ın kulu, Resulünün kardeşi ve Sıddık-ı Ekber’im. Benden başkası bunu söyleyecek olursa yalancı ve iftiracıdır. Ben bütün Müslümanlardan 7 yıl önce Hz. Resulullah’ın (s.a.a) ardında namaz kılmışımdır!..”[436]

6- Ufif b. Kays Kindi şöyle anlatır: Ben, cahiliyet döneminde ıtır tüccarıydım. Ticari yolculuklarımdan birinde Mekke’ye gitmiş, Hz. Peygamber’in (s.a.a) amcası ve Mekke’nin büyük tüccarlarından olan Abbas’a misafir olmuştum. Bir gün Mescid’ul Haram’da Abbas’la birlikte oturmuştuk. Güneş iyice yükselmişti. Bu sırada geç bir adam Mescid’ul Haram’a girdi, yüzü ayın ondördü gibi parlıyordu. Gökyüzüne şöyle bir baktıktan sonra Ka’be’ye doğru namaza durdu. Çok geçmeden güzel yüzlü gencecik bir çocuk da gelip sağında durdu ve ona katıldı. Bu sırada tesettürlü bir hanım gelip bu ikisinin arkasında durdu. Üçü birlikte namaz kılıyor, birlikte rükuya ve secdeye varıyorlardı.

(Putperestliğin tam göbeğinde, üç kişinin putperestlikten başka bir dini seçmiş olmasından) hayrete düşen ben, Abbas’a dönerek “Bu, büyük bir olay!” dedim, Abbas da benim sözümü tekrarlayarak “Şu üçünü tanıyor musun?” diye sordu; tanımadığımı söyleyince “İçeriye ilk girip namaza duranı, kardeşimin oğlu Muhammed b. Abdullah, ikincisi de yine benim yeğenim Ali b. Ebu Talib, o kadın da, yeğinim Muhammed’in eşidir!” dedi “Muhammed, kendisinin getirdiği bu dinin Allah tarafından gönderilmiş olduğunu iddia ediyor. Şimdilik yeryüzünde şu üçünden başka bu dine giren yok!”[437]

Bu belgesel, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) davetine ilk uyanların sadece Hz. Hatice’yle (a.s) Hz. Ali (a.s) olduğunu vurgulamaktadır.

Herkesten önce İslam’a girip yüce dinde öncü olmak Kur’an’da da altı önemle çizilen bir değerdir, nitekim Kur’an şöyle buyuruyor:

“Müslümanlığı kabul etmede öncü olanlar Allah katında yüce bir değere sahiptirler ve onların önce gelenleri Allah’a yakınlaştırılmış -mukarrebdir-ler”[438]

Başkalarından önce İslam’ı kabul etmek, Kur’an’da pek övülen bir makamdır. Nitekim Mekke’nin fethinden önce iman edip Allah yolunda mallarından ve canlarından vazgeçenler, Mekke fethinden sonra Müslüman olup cihadlara katılanlardan daha üstün sayılmaktadırlar:

“…İçinizden, Mekke’nin fethinden önce infak eden ve savaşanlar, başkasıyla bir olmaz. İşte onlar derece olarak, Mekke fethinden sonra Müslüman olup infak eden ve savaşanlardan daha üstündürler. Allah her ikisine de güzel bir vaadde bulunmuştur”[439].

Mekke fethinden önce (h.8.yıl)iman eden Müslümanların bu üstünlüğünün nedeni, İslam dininin Arap Yarımadası’nda henüz hiçbir güce sahip bulunmadığı ve putperest müşriklerin üssü konumundaki Mekke’nin yenilmez bir kale konumunu koruduğu ve dört bir yandan çeşitli tehlikelerin Müslümanların canlarını ve mallarını tehdit ettiği bir zamanda onların İslam’ı kabul etmiş olmasıydı. Evet, hicretten sonra Medine’deki iki büyük kabile Evs’le Hazrec’in Müslümanlığı kabul etmiş ve Medine çevresindeki birçok kabilenin de onlara katılmış olması nedeniyle Müslümanlar nisbî bir güvenlik ve ilerleme sağlamış, birçok savaş ve çarpışmada askerî zaferler kazanmışlardı, ama tehlike halâ tamamen bitmiş değildi. Binaenaleyh bu şartlar altında Müslümanlığı kabul edip bu uğurda canından ve malından geçmenin özel bir anlamı ve değeri olduğuna göre; ortada Kureyşin gücünden başka bir güç ve putperestlerin egemenliğinden başka hiçbir egemenlik ve iktidarın bulunmadığı “ilk tebliğ döneminde” Müslüman olmanın çok daha anlamlı ve değerli bir amel sayılacağında şüphe yoktur. Bu nedenledir ki Resulullah’ın (s.a.a) sahabesi arasında daha önce İslam’ı kabul etmiş olanlar bununla kıvanç duyuyorlardı; Hz. Ali’nin (a.s) ilk Müslüman olması işte bu bağlamda özel bir önem kazanıyordu.

İSLAM’I KABULDE ÖNCÜ OLAN KESİMLER

O günün toplumundaki sosyal kesimler arasında iki sınıf İslam’ı kabulde öncü olmuştur:

1- Gençler

İlk Müslümanlar ve bu dönemle ilgili diğer belgeler incelendiğinde, İslam’ı ilk kabul edenlerin çoğunlukla gençler olduğu görülecektir. Büyükler ve yaşlılar muhafazakardı; putperestlik kültürü onların ruhuna işlemişşüncelerinde kök salmıştı. Ama gençler mizaçları gereği yeni fikirlerle doğru inançlara açıktı; fikrî ve dinî inkılaplarda belli oranda geçerli bir durumdu.

Tarihî bir rapora göre İslam peygamberinin (s.a.a) gizlice davette bulunduğu dönemde ona inananların çoğu gençlerle mustazaflar olmuştur[440]

Yüce İslam peygamberi (s.a.a) açık davete başlayıp da Müslümanların sayısı artmaya yüz tutunca Kureyşin ileri gelenleri ondan şikayette bulunmak için defalarca amcası Ebu Talib’e gittiler, son şikayetlerinde şöyle diyeceklerdi: “Yeğenin hakkında defalarca gelip seninle konuştuk; bizim atalarımızı ve tanrılarımızı kötü tanıtmasın; evlatlarımızı, gençlerimizi, kölelerimizi ve cariyelerimizi yoldan çıkarmasın dedik…”[441]

Hz. Muhammed’in (s.a.a) tebliğ amacıyla Taif’e yaptığı bir yolculuk sırasında şehrin eşraf takımı, gençlerin o hazrete inanacağı korkusuyla ona oldukça eziyette bulundular[442].Müslümanların Habeşistan’a hicretinden sonra onları geri çevirmek için kral Necaşi’yle görüşen Kureyş temsilcileri, Mekkeli gençlerin İslam’a güçlü bir eğilim göstermesinden yakınmışlardı[443]

“Huzeyl” kabilesinden biri Mekke’ye gelmiş, Hz. Resulullah (s.a.a) onunla görüşerek kendisini İslam’a davet etmişti. Ebu Cehil onu bulup “Sakın Muhammed’in (s.a.a) söylediklerini kabul etme!” dedi, “Çünkü o bizim akılsız, ölüp giden atalarımızın da cehennemlik olduğunu söylüyor ve bunun gibi birçok tuhaf şeyler anlatıyor!”

Huzeylî adam “Onu neden şehrinizden kovmuyorsunuz?” diye sorunca Ebu Cehil “Onu şehirden çıkarırsak gençler onun sözlerini işitecek, tatlı dilini görecek ve ona uyacaklardır; o zaman onları da arkasına alarak bize saldırabilir!”[444]dedi.

Kureyş eşrafından Utbe de, Yesrib’de Hazrec kabilesinin eşrafından Es’ed bin Zürare’yle konuşurken gençlerin Hz. Muhammed’e (s.a.a) gösterdiği eğilimden yakınmıştır[445].

İlk Müslümanların listesine bakılacak olursa çoğunun 30 yaşın altında olduğu görülecektir. Mesela Sa’d b. Vakkas on yedi[446] veya on dokuz yaşında[447] , Zübeyr b. Avam onbeş[448] veya on altı yaşında[449]  ve Abdurrahman bin Avf otuz yaşında (çünkü fil senesinden on yıl sonra dünyaya gelmişti)Müslüman olmuşlardır[450].

Mus’ab bin Umeyr de Müslüman olduğunda 25 yaşlarındaydı; hicretin 3. yılında vuku bulan Uhud savaşı sırasında yaklaşık 40 yaşındayken şehid düşştür[451]. Evini Hz. Resulullah’ın (s.a.a) emrine veren Erkam da 20 veya 30 yaşında Müslüman olmuştur; çünkü hicri 55’te vefat ettiğinde 80 küsür yaşındaydı[452].

2-Yoksullarla Mağdurlar

İslam kaynaklarında “toplumun zayıf kesimi” veya “mustaz’aflar” adıyla tanımlanmış olan bu kesimden maksat köleler veya “azadlı” kölelerdi; “azadlılar” aslında artık serbest bırakılmış olduğu halde o günkü arap gelenekleri gereğince yine eski sahiplerine bir nevi bağlı ve bağımlı sayılıyor ve kendilerine azad edilmiş, hür bırakılmışlar anlamında “mevâli” deniliyordu (tekili: Mevlâ -çev-)

Mekke’nin diğer zayıf ve mağdur kesimi, başka yerlerden gelip bu şehre yerleşen yabancılardı. Bu insanların yanlarında kabileleri olmadığından, mallarını ve canlarını koruyabilmek için güçlü bir kabileye sığınmak ve o kabilenin gölgesinde yaşamak zorundaydılar. Ama yine de Kureyşlilerle eşit haklara sahip olamıyor, daima ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyorlardı.

Mekke’de kabilesi veya boyu olmayan ve bu nedenle de hiçbir sosyal güç ve prestije sahib bulunamayan bu mağdur kesim de[453] ilk Müslüman olanlar arasındaydı. Bunların Müslüman olması müşriklere çok ağır geliyor, olayı bir türlü hazmedemediklerinden bunu Müslümanları tahkir amacıyla bir silah gibi kullanmıyorlardı. Rivayete göre Hz. Resulullah (s.a.a) Mescid’ul Haram’da Ammar Yasir, Hebbab bin’el Erett, Süheyb bin Sinan, Bilal bin Ribah, Ebu Fukeyhe, Amir bin Fuheyre gibi yoksul ve mustaz’af Müslümanlarla bir arada oturduğunda Kureyşliler onlarla alay ediyor ve birbirlerine “Bakın, kimlerle oturuyor!Allah, aramızdan sadece bunlara lütfetmiş(Müslüman edip hidayete erdirmiş)demek ki!” diyorlardı[454].

Bir gün Hz. Resulullah (s.a.a) Süheyb, Hebbab, Bilal ve Ammar gibi mustaz’af insanlarla oturmuş konuşurken, yanlarından geçen Kureyş büyükleri “Ya Muhammed!” dediler, “Kavminin arasından bula bula bunları mı buldun?! Şimdi biz de kalkıp bunlara mı uyalım yani? Allah sadece bunlara mı lütufta bulunmuş da hidayete erdirmiş? Bunları uzaklaştır kendinden, belki o zaman biz uyarız sana!” İşte bu sırada En’am Suresi’nin 52 ve 53. ayetleri nazil oldu[455]:

“Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyip hoşnutluğunu umarak O’na dua edenleri yanından kovma. Onların hesabından senin üzerinde, senin hesabından da onların üzerinde bir şey -yükümlülük- yoktur ki onları kovasın; bu durumda zalimlerden olursun! Böylece “Allah içimizden bunlara mı lütufta bulundu?” demeleri için onlardan bazısını -güçlüleri- bazısıyla -güçsüzlerle- denedik. Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi?”[456]

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) peygamberliğinin ilk yıllarında Kureyşliler o hazret hakkında tahkikte bulunması için bazı temsilcilerini Medine Yahudilerine gönderdiler, bu temsilciler, Yahudilere “Şehrimizde vuku bulan bir olay için size geldik” dediler, “Hakir bir yetim gencimiz, çok büyük laflar ediyor! Kendisinin “Rahman” tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu zannediyor. Biz ize “Yemame” de yaşayan Rahman’dan başka bir Rahman tanımıyoruz!” Yahudi büyükleri Kureyşlileri dinledikten sonra Hz. Muhammed’in (s.a.a) özellikleri hakkında onlardan bazı sorular sordular ve “ona kimler uyuyor?” dediler. Kureyşli temsilciler “bizim aşağılık kesimimiz!” diye cevap verince Yahudilerin büyük dinadamı gülerek “O, işaretleri ve özellikleri bizim kitabımızda belirtilmiş olan peygamberdir işte!” dedi, “Kendi kavmi, onun en azılı düşmanı olacaktır!”[457]

Mağdur ve mustaz’af kesimin hızla Müslüman olmasının nedeni herhangi bir maslahat gereği veya sınıf ve kavim çıkarları gibi menfaatler değildi asla; bu eğilimin ana sebebi beşerî egemenlikleri reddedip sadece Allah’ın hakimiyetini kabullenmekti, ki bu da her şeyden ziyade zorbalarla müstekbirlerin sosyal gücüne yönelik bir tehdit sayıldığından onların muhalefetine neden oluyordu. Daha önceki peygamberlerin döneminde de aynı durum yaşanmıştır:

“Nuh’un kavminin eşrafından olan inkarcılar “biz seni, bizim gibi bir beşerden başkası görmüyoruz; sana, sığ görüşlü olan en aşağılıklarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz ve sizin bize bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine, biz sizi yalancılar sanıyoruz” dedi.”[458]

“Salihin kavminin müstekbir -büyüklük taslayan- eşrafı, içlerinden iman edip de, onlar tarafından zayıf bırakılanlara (mustaz’af müminlere)dediler ki: Siz, Salih’in gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?”Onlar, “Biz, gerçekten onun görevlendirildiği şeye inanıyoruz!” dediler. Müstekbirler -büyüklük taslayanlar- “Ama biz de, gerçekten sizin inandığınızı tanımayanlarız!” dediler.[459]

Akrabaları Davet

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) peygamberliğinin 3. yılında vahiy meleği gelerek Allah Teala’nın o hazretten (s.a.a) yakın akrabalarını İslam’a davet etmesini istediğini bildirdi:

“-Öncelikle- en yakın hısımlarını uyarıp korkut. Ve müminlerden sana tâbi olanlara yumuşak davranıp sevgiyle kanat ger. Eğer sana isyan edecek olurlarsa, de ki “ben sizin yapmakta olduklarınızdan uzağım!”[460]

Bu ayetler üzerine Hz. Resulullah (s.a.a) Allah’ın emrini kendilerine tebliğ edebilmek için Hz. Ali’ye (a.s) yemek hazırlamasını ve Abdulmuttaliboğullarını yemeğe çağırmasını söyledi. Hz. Ali (a.s) Hz. Resulullah’ın (s.a.a) emrini yerine getirmiş, yemeğe yaklaşık 40 kişi katılmıştı. Gelenler arasında Ebu Talib, Hamza ve Ebu Leheb de vardı. Yemek çok az olduğu ve onca insana yetmesi mümkün olmadığı halde herkes doyasıya yemiş, ama yemek azalmamıştı. Bunun üzerine Ebu Leheb “Bu adam sizi büyülemiş!” dedi.

Ebu Leheb’in bu uygunsuz lafı, ortamı kirletmiş, tebliğ zeminesini bozmuştu. Hz. Resulullah (s.a.a) konuyu açmaktan vazgeçti ve bu toplantı hiçbir sonuç alınamadan sona erdi.

Bir başka gün Hz. Ali (a.s) Resulullah’ın (s.a.a) emriyle aynı daveti tekrarlayıp yemek hazırladı ve Hz. Resulullah (s.a.a) yemekten sonra şöyle buyurdu:

“Araplar arasında kavmine, benim size getirmiş olduğumdan daha iyi bir şey getireni tanımıyorum. Ben sizin için dünya ve ahiret hayrını getirdim. Rabbim, sizi O’na davet etmemi emretti! Şimdi aranızdan kim bana yardım edecek olursa o aranızda benim kardeşim, vasim ve vezirim olacaktır!”

Herkes susmuştu. Kimse cevap vermiyordu. Hz. Ali (a.s) yavaşça hepsinden küçük olduğu halde “Ey Allah’ın elçisi!Ben sana yardımcı olacağım!” dedi. Bunun üzerine Hz. Resulullah (s.a.a) “Bilin ki bu Ali, aranızda artık benim kardeşim, vasim ve vezirimdir, onun sözünü dinleyin ve emrine itaat edin!”[461]

Bu olay “nübuvvet”le “imamet”in iç içe ve birbirinden koparılamaz iki önemli esas olduğunu göstermektedir. Zira Hz. Resulullah (s.a.a) risaletinin ilk yıllarında, peygamberliğini açıkça halka ilan ettiği gün Müslümanların kendisinden sonraki rehber ve imamının kim olacağını da açıklayıp belirlemektedir.

Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali’nin (a.s) imametini sadece Veda Haccı dönüşü Gadir-i Hum’da ve bir tek defaya mahsus olmak üzere açıklamış değildir; yukarıda anlattığımız “yakın akrabalara İslam’ın tebliği” “Menzilet hadisi”…vb. çeşitli münasebetlerde bu konuyu Müslümanlara açıklayıp Hz. Ali’nin (a.s) kendisinden sonra rehberlik, liderlik ve imametini vurgulamıştır. Gadir’in özelliği çok tafsilatlı ve görgü şahidlerinin de çok daha fazla olmasıdır.

Surelerin nüzul tertibinden, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) halka karşı aleni tebliğinden çok kısa bir süre önce akrabalarına tebliğde bulunduğu anlaşılmaktadır.[462]

 

 

 

2. Fasıl

 

 

ALENÎ DAVET VE MUHALEFETLERİN BAŞLAMASI

Alenî Davet Başlıyor

Yüce İslam peygamberi (s.a.a) halkı bir süre İslam’a gizlice davet ettikten sonra, Allah’ın emriyle bu daveti alenî ve açık şekilde yapmakla görevlendirildi ve müşriklerden çekinmemesi buyruldu:

“Görevlendirilmiş olduğun şeyi açıkça söyle ve -artık- müşriklere aldırış etme, biz alay edenlerin şerrinden seni koruruz”[463]

Hz. Resulullah (s.a.a) bu emir üzerine bir gün Ebteh’de[464] durarak halka şöyle seslendi:

“Ben Allah’ın elçisiyim. Sizi Allah’a tapınmaya ve size ne bir yararı, ne bir zararı dokunabilen, ne yaratabilen, ne rızık veren, ne diriltebilen, ne öldürebilen putlardan vazgeçmeye davet ediyorum!”[465]

O günden itibaren Hz. Resulullah’ın (s.a.a) çağrısı yeni bir merhaleye girmiş oldu; artık toplu yerlerde, hac mevsiminde, Mina’da ve Mekke’nin etrafındaki kabilelerde insanlara açıkça tebliğde bulunuyor, onları İslam’a davet ediyordu.

Kureyşin Tepkileri

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) alenî davetinin ilk günlerinde Kureyşliler pek fazla tepki göstermediler; ama Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) onların putlarını açık ve kesin bir dille reddedip, bu putların, ellerinden hiçbir şey gelmeyen bilinçten yoksun taş parçaları olduğunu söyleyince pek öfkelendiler ve o günden sonra Hz. Muhammed’e (s.a.a) karşı cephe alarak ona muhalefet göstermeye başladılar[466]. Ancak, Mekke’ye egemen olan kabile düzeninde Hz. Muhammed (s.a.a) gibi birine saldırmak, bütün Haşimoğullarının hışmına ve intikam saldırılarına uğrama tehlikesi taşıdığından, Kureyşliler konu üzerinde gerekli değerlendirmelerde bulunduktan sonra Hz. Muhammed’i (s.a.a) davetinden vazgeçirmenin yegane yolunun, onun pek sevip saydığı ve sözünü dinlediği sevgili amcası Ebu Talib’e gitmek olduğuna karar verdiler. Ebu Talib’den, Hz. Muhammed (s.a.a) üzerindeki nüfuzunu kullanmasını ve onu bu yaptıklarından vazgeçirmesini isteyeceklerdi. Bu amaçla birkaç kez Ebu Talib’le görüştüler; yaş, soy ve şeref açısından kendisinin seçkin bir sosyal konumu olduğunu hatırlatarak yeğenini onların tanrılarının aleyhine konuşmaktan, dinlerini çirkin göstermekten, kendilerini akılsız ve atalarını da sapmış kimseler olarak tanımlamaktan vazgeçirmesini istediler. Bu görüşmelerde bazen tehdit yoluna başvuruyor, bazen de mal, servet ve makam vaad ediyorlardı. Bunlardan bir sonuç alamayınca Ebu Talib’e onu Kureyş’in ünlü yakışıklı, güçlü ve genç şairi Umare bin Velid b. Muğiyre’yle değiş tokuş etmesi teklifinde bulundular, ama Ebu Talib bu çirkin teklifi reddedip derhal geri çevirdi. Bir defasında hem Ebu Talib’i hem Hz. Muhammed’i (s.a.a) ciddi şekilde ölüm ve savaşla tehdid ettiklerinde Hz. Muhammed (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Sağ elime güneşi, sol elime ayı verecek olsanız; Rabbim bu davayı zaferle sonuçlandırıncaya veya bu uğurda canımı verinceye kadar bu işten vazgeçmeyeceğimi bilin!”[467]

Ebu Talib’in Açık Desteği

Kureyşin terör ve savaş tehdidi üzerine Ebu Talib akrabalık bağını öne sürerek Hz. Muhammed’in (s.a.a) kendi himayesinde olduğunu açıkça ilan edip Müslüman veya müşrik, bütün Haşimoğullarını bu doğrultuda seferber etti. Ardından Kureyşlilere ciddi bir uyarıda bulunarak kardeşinin oğlunun kılına dokunmaları halinde Haşimoğulları kabilesinin intikamına maruz kalacaklarını duyurdu[468]. Kabile savaşları çok tehlikeliydi ve sonunun nerelere varacağını kimse kestiremezdi; Kureyş büyükleri böyle bir tehlikeyi kabule hazırlıklı olmadıklarından Ebu Talib’in ciddi uyarısı üzerine geri adım atarak tehditlerini uygulamaya koymaktan vazgeçmek zorunda kaldılar.

Haşimoğulları’ndan sadece Ebu Leheb bu olayda Hz. Muhammed’i (s.a.a) desteklememiş ve düşman saflarında yer almıştı.

Kureyşlilerin Muhalefetlerinin Nedenleri

Burada akla şu soru gelmektedir: Henüz İslam hükümleri ve Kur’an ayetlerinden çok azı nazil olduğu halde Kureyşliler Hz. Resulullah’ın (s.a.a) açık davete başlamasıyla birlikte neden derhal ona karşı cephe alıp muhalefete girişmişlerdir? Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) risaletinin ilk yıllarında inen ayetlerde, Kureyşlileri bunca korkutan ne vardı sahi? Bu karşı tavırlarının nedeni gerçekten puta ve putperestliğe bağlılıklarından mı kaynaklanıyordu, yoksa bunun ardında gizlenen başka sebepler mi vardı? Bu hassasiyeti Kureyşin eşraf ve ileri gelenlerinin göstermesi ilginçtir. Çünkü avam kesimi kabile başkanlarıyla aşiret reislerine uyar, onların izinden giderdi, bu nedenle de avam kesimin istenilen yönde şartlandırılıp yeni dinin aleyhine tahrik edilmesi Kureyşliler için işten bile değildi. Çünkü bu kesim kendi örf ve törelerine körü körüne bir taassupla bağlıydı ve çıkacak her yeni inanç ve dine mutlaka tepki gösterirdi[469].

Kureyş eşrafının Mekke’deki güç, otorite ve sosyal nüfuzu dikkate alınacak olursa İslam’a gösterdikleri sert tepkinin nedeni kolayca anlaşılacaktır. Kureyşin Ka’be’nin anahtarlarını taşıdığı ve ticaretin nabzını ellerinde tuttuğunu daha önce belirtmiştik; Mekke’nin sosyal ve ekonomik gücü Kureyş kabilesinin tekelindeydi ve hiçbir rakibe tahammülleri yoktu. Başkalarının bu kabileye danışmadan ve onun müsaadesi dışında Mekke’de herhangi bir harekette bulunma hakkı yoktu. Kureyşliler diğer kabilelerden açıkça haraç alıyor, onlara ayırımcı davranıyor, Allah’ın evini ziyarete gelen hacıları kendi belirledikleri kurallara uymaya zorluyorlardı.

Binaenaleyh bu şartlar altında Kureyş eşrafının Hz. Muhammed’in (s.a.a) dinine karşı çıkması aslında gayet doğaldı. Çünkü onun ilk adımdaki genel sözlerinden, getirdiği yeni dinin, onların halka kabul ettirdiği dine muhalif olduğunu anlamışlardı. Dahası, sonuçta bazıları onun dinine uyacak ve Muhammed (s.a.a) halk arasında şöhret kazanacak, insanlar ona yöneleceklerdi ki bu da mağrur Kureyşlilerin kabul edebileceği bir şey değildi.

İlk Mekkî surelerle ayetler ve diğer belgeler incelendiğinde Kureyşlilerin davetin daha ilk yıllarında Hz. Resulullah’a (s.a.a) neden onca karşı çıktıkları kolayca anlaşılabilmektedir, bu neden ve faktörlerin en önemlileri şunlardı:

1- Sosyal Düzenin Yıkılacağı Endişesi

Mekk’ye egemen olan sosyal düzenin tam bir kabile düzeni olması ve Kureyşlilerin çok önemli mevki ve imtiyazları ellerinde bulundurması Mekke’de bir nevi “Kureyş eşrafının iktidarı”nı egemen kılmıştı. Kureyşin önde gelen zenginleri bu ayrıcalık ve refaha alışştı, bu nedenle de mevcut statükonun bozulmasını kesinlikle istemiyorlardı. Oysa Hz. Muhammed’e (s.a.a) ilk iman edenler hep gençler, zayıflar, yoksullar ve kölelerdi. Onun kendisi de eşraftan veya soylular takımından değildi; bilakis, çocukluğundan beri yetim kalmış, gençliği de yoksullukla geçmişti; kabile içindeki statüsü Haşimoğullarının 2. dereceden bir üyeliğiydi, amcası Ebu Talib olanca soyluluk ve şerefliliğine rağmen fakirdi. Bütün bunlar Muhammed’in (s.a.a) dininin Kureyşlilerin sosyal düzeni için bir tehdit olduğunu gösteren uyarı işaretleriydi. Nitekim daha ilk günlerden gençlerin, yoksulların ve kölelerin İslam’a eğilim göstermesinden yakınmaya başlamışlardı. Muhacirleri geri çevirmek için Habeşistan’a giden Kureyş temsilcileri, Necaşi’nin sarayında kendilerini “Mekke eşrafının elçileri” olarak tanıtmadaydı![470]

Kureyşliler tamamen aristokratik ve eşrafçı bir zihniyetle neden Mekke veya Taif eşrafından birinin peygamber olmadığını sormaktadır; Kur’an buna da değiniyor:

“Ve dediler ki “Neden bu Kur’an, şu iki şehir (Mekke ve Taif)deki büyük -ve zengin-bir adama inmedi?”[471]

Bir tefsire göre bu ayetteki büyük adamdan maksat Mekke’de Mahzumoğulları boyunun reisi Velid bin Muğiyre ve Taif’te de şehrin ünlü zengini Urve bin Mesud Sakafi’ydi[472]. Bu ayetin iniş sebebi hakkında şöyle yazmışlardır: Velid bir gün “Kur’an nasıl olur da bana ineceği yerde Muhammed’e iner?! Ben Kureyşin büyüğü ve reisi değil miyim?”[473] deyince bu ayet indi.

Binaenaleyh Kureyşliler Hz. Muhammed’e (s.a.a) onların dini yerine yeni bir din getirdiği için değil, öncelikle onların sosyal düzenini tehdit eden bir tehlike olduğu için karşı çıkmışlardı.

2- Ekonomik Huzursuzluklar

Bazı çağdaş araştırmacılar Kureyşlilerin gösterdiği muhalefetlerin bir nedeninin de ekonomik faktörler olduğunu söylemektedir. Zira Mekke’de nazil olan bazı ayetler servet biriktirmeyi ve mal üstüne mal yığmayı şiddetle kınıyordu. Kureyşlilerin Ka’be’nin anahtarlarını taşıdığı ve bu şehrin ekonomik boğazlarını elinde tuttuğunu belirttiğimiz önceki bahislerimizde bazı Kureyş eşrafının astronomik rakamlara varan servetlerinden örnekler aktarmıştık; bu zengin Kureyşliler sözkonusu ayetlerden dehşete kapılmış ve Muhammed’in (s.a.a) dininin gelişip yayılması halinde maddi çıkarlarının tehlikeye düşeceği huzursuzluğuna kapılmışlardı. Bu ayetlerden birkaçında şöyle buyruluyordu:

“Kendisini yapayalnız olarak yarattığım o adamı bana bırak.

Hani şu; kendisine bol servet verdiğim adam…

Ve daima yanında, hizmetinde olan evlatlar…

Ve rahat yaşaması için gerekli bütün imkanları önüne serdim,

Yine de malını, servetini ve evlatlarını artırmam için hırslanıyor…

Asla! Çünkü o, bizim ayetlerimize düşmanlık etmektedir!”[474]

-*-

“Pek yakında “sakar”a -cehenneme-atacağım onu.

“Sakar”nedir, sen bilir misin?

Öyle bir ateştir ki ne bir şeyi bırakır, ne de ondan bir şey geri kalır

Vücudun derisini hepten değiştiriverir…”[475]

-*-

 

“Ebu Leheb’in eli kurusun!Ve bizzat kendisi kahrolsun!

Malı ve elde ettiği şey ona hiçbir yarar sağlayamadı.

Çok yakında alev alev bir ateşe girecek”[476]

-*-

“Arkadan çekiştirip duran, kaş-göz hareketleriyle aley eden her kişinin vay haline!

Ki o, mal biriktiren ve malını saydıkça sayandır.

Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanmaktadır.

Hayır, sandığı gibi değil.

O Hutame’ye (kırıp döken ateşe)atılacaktır.

Hutame’nin ne olduğunu sen ne bilirsin?..

Allah’ın tutuşturulmuş bir ateşidir

Yüreklerden alevlenen bir ateş…”[477]

-*-

“…Ama kim Allah yolunda malını bağışlar, Allah’tan korkar ve Allah’ın iyi ödül verdiğini tasdiklerse

Biz onu kolay bir yöne yöneltiriz.

Ama cimrilikte bulunup da kendini müstağni gören.

Ve Allah’ın iyi ödülünü inkar eden yok mu,

O kimseyi pek yakında zor bir yöne yönelteceğiz.

Cehenneme yuvarlandığında malının ona hiçbir faydası dokunmayacaktır!”[478]

-*-

Bu ayetlerin metni ve iniş sebepleri incelendiğinde, Kureyşlilerin muhalefetlerini dile getirmelerinden sonra inmiş oldukları tahmin edilebilir(yani onların ilk adımda muhalefetine yol açan ayetler bunlar değildir).Ancak, bu ayetler onların muhalefet ve düşmanlıklarını arttırmış, muhaliflerin çoğalmasını sağlamış olabilir.

Kısacası Mekke’nin büyük tüccarları ve zenginleri Hz. Muhammed’e (s.a.a) muhalefette bulunanların başını çekmedeydi. Tarihi bir belgeyi okuyalım:

“Hz. Resulullah (s.a.a) kavmini doğru yola ve kendisine inmiş olan nura davet ettiğinde önce ondan kaçmadılar; neredeyse onun sözlerini kabul edeceklerdi. Ama hazret (s.a.a) onların tağutlarını kötüleyince iş değişti. Taif’ten gelen bir grup zengin Kureyşli[479]  onun sözlerini reddederek eleştirdiler, onunla sert bir mücadeleye giriştiler, adamlarını ona karşı şartlandırıp tahrik ettiler, işte o zaman halk ondan uzak durup onu terk etti…”[480]

Komşu Devletlerden Korkma

Kur’an; Kureyşlilerin Müslümanlığı kabul etmeleri halinde komşu devletlerin hışmına uğrayıp onların saldırılarına maruz kalacakları korkusundan sözetmekte ve bunun yersiz bir endişe olduğunu belirtmektedir:

“…Ve dediler ki eğer biz de seninle birlikte olur ve doğru yola girersek topraklarımızdan sürülüp çıkarılırız. Oysa biz onları kendi katımızdan bir rızık olarak her deniz ve her şehrin ürününün aktarılıp toplandığı güvenli bir Harem’de yerleşik kılmadık mı? Bütün bunlar bizim tarafımızdan onlara ulaşan rızıklardır, ama çoğu bunu bilmez…”[481]

Bir gün Haris bin Nevfel bin Abdumenaf, Hz. Resulullah’a (s.a.a) “Biz, senin söylediklerinin doğru olduğunu biliyoruz” dedi, “Ama sana inanacak ve sana katılacak olursak arap kavminin bizi topraklarımızdan çıkarmasından korkuyoruz, bizim koca arap milletiyle savaşacak gücümüz yoktur”[482]

Bu konuşmalar yer yer İran ve Roma imparatorlarının duyduğu tedirginliği de[483] dile getiriyordu (bu da o günkü Arapların komşu devletlerden ne kadar korktuklarını gösteriyor). Nitekim bir gün Hz. Resulullah (s.a.a) arap büyüklerinden birkaçını İslam’a davet edip fıtrat ve ahlakla ilgili bazı ayetler okuduğunda hepsi duydukları ayetlerden hayli etkilenmiş ve bu ayetleri takdirle karşılamıştı, ama büyükleri olan Musanni b. Harise “Biz” dedi, “İki su arasında yaşıyoruz. Bir tarafımızda arap denizleri ve sahilleri, diğer tarafımızda İran toprakları ve Kesra’nın nehirleri var. Hiçbir hadise çıkarmayacağımız ve hiçbir suçluya yataklıkta bulunmayacağımıza dair Kesra’yla antlaşmamız var. Senin dinini kabul etmemiz şahların hoşuna gitmeyebilir. Arap topraklarında bizlerden biri bir hata yapacak olursa bu görmezden gelinebilir; ama böyle bir hata İran tarafından bağışlanmaz!”[484]

4- Kabile kıskançlığı ve rekabet duygusu

O günün dünyasında kabileler arasında pek yaygın ve kökleşmiş olan kabile düzeninin çok kötü hastalıklarından biri de değerler konusunda yersiz övünme ve rekabetlerdi. Hz. Resulullah (s.a.a) Haşimoğulları boyuna mensup olduğundan, diğer kabilelerin reisleri sırf kabile taassubu ve rekabeti yüzünden kıskançlık gösteriyor ve Haşimoğullarının övünüp onur bulmasına meydan bırakmamak için Hz. Muhammed’e (s.a.a) uymayı kabul etmiyorlardı! Kureyşin en nüfuzlu ve en zengin boylarından “Mahzumoğulları”na mensup bulunan Ebu Cehil bir konuşmasında bunu açık bir dille beyan edip şöyle diyecekti:

“…Biz Abdumenafoğullarıyla ötedenberi onur ve şeref yarışındayızdır!..Onlar halka yiyecek verdi, biz de verdik; binek verdiler, biz de verdik; para verdiler, biz de verdik! Böylece tıpkı yarış atları gibi diz dize berabere kalmış olduk. Ama onlar bir gün kalkıp “bizden bir peygamber çıktı, gökten vahiy alıyor!” dediler… Şimdi biz bu konuda nasıl yetişiriz onlara? Yemin ederim ki biz ona asla iman etmeyecek, asla onun doğru söylediğini kabul etmeyeceğiz!”[485]

Daha önce hanif dinine mensup bulunan Taif’in ünlü eşraf ve şairlerinden Ümeyye bin Ebu’sselt[486] de aynı nedenden dolayı Müslüman olmamıştır. Bu adam ahir zaman peygamberinin geleceğini biliyor, yıllardır bu olayı bekliyordu; ancak bu göreve kendisinin seçileceğini ummaktaydı. Hz. Muhammed’in (s.a.a) peygamberlikle görevlendirildiğini duyunca ona uymaya yanaşmadı. Bunun nedenini soranlara da “Sakiyf kadınlarından utanıyorum” diyor ve şöyle ekliyordu: “Niceden beridir onlara, bir peygamber gelecek, o ben olacağım, diyordum. Şimdi onların beni Abdumenafoğullarından bir gencin peşinden giderken görmesine nasıl tahammül ederim?!”[487]

-*-

 

3. Fasıl

 

 

KUREYŞİN MUHALEFET VE GİRİŞİMLERİNİN SONUÇLARI

Müslümanlara Baskı ve İşkence

Müslümanların sayısı giderek artıyordu. Kureyşliler Ebu Talib’le yaptıkları görüşmelerden bir sonuç alamamış, Haşimoğulları kabilesi Hz. Muhammed’i himaye ettiğini duyurmuştu. Hz. Muhammed’e (s.a.a) hiçbir şey yapamayacaklarını anlayan Kureyşliler, yeni Müslüman olan diğer fertlere baskı ve işkencede bulunarak onları İslamdan vazgeçirmeye karar verdiler[488]

Ancak, ilk Müslümanların hepsi bir kabileden değildi, bu da Kureyşlilerin işini zorlaştıracaktı, her kabileden Müslüman olan birkaç kişi vardı!Müşriklerin baskı ve eziyetleri sonucu Mekke’yi terkedip Habeşistan’a hicrette bulunmak zorunda kalan Müslümanların listesine bakıldığında aralarında Abduşşemsoğulları,Esedoğulları, Abduddaroğulları, Zühreoğulları, Mahzumoğulları, Cumehoğulları, Adıyyoğulları, Harisoğulları, Âmiroğulları ve Ümeyyeoğulları gibi çeşitli kabilelerden birçok kadınla erkeğin bulunduğu görülür. Bu nedenle Kureyşliler herkesin kendi kabilesinin Müslümanlarına baskı ve işkencede bulunmasına karar verdiler, böylece başkalarının müdahelesi sözkonusu edilemeyecek ve kabile taassupları tahrik edilmemiş olacaktı!

Baskı ve işkenceye tabi tutulanlar genellikle kabile desteği ve arkası olmayan mustaz’af Müslümanlardı; Kureyşliler bu kimsesiz, yoksul ve şehirde yabancı sayılan garip Müslümanlara diş geçirebilmişti ancak[489]:

Erkeklerden Yasir’le oğlu Ammar, Bilal b. Rebek, Hebbab b. Erett, Ebu Fukeyhe, Âmir b. Fuheyre, Süheyb b. Sinan; kadınlarla cariyelerden de Sümeyye, Ümmü Ubeys (ve Ümmü Oniys), Zinneyre, Lebibe (veya Lübeyne) ve Nehdiye; durum ve konumlarına göre açlık, susuzluk, hapis, dayak, şiddetli öğle sıcağında Mekke’nin kızgın kumlarına yatırma, o sıcakta demir zırh giydirme, boynuna ip geçirip çocukların eline bırakma gibi yöntemlerle baskı ve işkenceye uğradılar.[490]

Habeşistan’a Hicret

Hz. Resulullah (s.a.a) Ebu Talib’le Haşimoğullarının himayesinde bulunduğundan Kureyşliler ona bir şey yapamıyor, ama onun Müslüman kardeşlerine olmadık eziyet ve işkencelerde bulunuyorlardı. Bunu gören peygamber (s.a.a) geçici bir süre için Habeşistan’a göçmelerini tavsiye ederek “oranın kralı âdildir ve orası doğruluk ülkesidir”buyurdu[491]. O sırada Müslümanların hicretine en uygun ülke Habeşistandı. İran’la Roma veya bunların uydusu durumundaki Şam’la Yemen gibi ülkeler, Kureyşlilerin tahriki veya kendi politikaları gereği Müslümanları kabul etmeyebilir ya da hicretlerinden sonra onlara bazı sorunlar çıkarabilirdi. Oysa Habeşistan Müslümanlar için kısmen tanıdık bir yerdi, Mekkeliler ticaret için sık sık bu ülkeye gidip geliyorlardı[492]. Dahası, Habeşliler hırıstiyan olduklarından, putperestler karşısında Müslümanlarla ortak inançlara sahiptiler. O sırada Habeşli hırıstiyanların “Yakubi” fırkasından olduğu söylenirdi, bu fırka tanrıyı tek mahiyetli bilir, teslise inanmazdı; bu nedenle İslam’ın tevhid inancına çok yakın bir inançları vardı[493]

Böylece Hz. Resulullah’ın (s.a.a) tavsiyesiyle bi’setin 5. yılında[494] savunmasız Müslümanlardan 15 kişilik bir grup[495] Mekke’yi gizlice terk ederek Şueybe limanından gemiye binip Kızıldeniz’i enlemesine aştıktan sonra Habeşistan’a vardı. Bu grup Habeşistan’da 2-3 ay kaldıktan sonra Kureyşlilerin Müslüman olduğu ve Müslümanlara artık kötü davranılmadığı söylentileri üzerine Mekke’ye dönecekti[496]

Ancak, baskı ve işkenceler halâ devam ettiğinden bir grup Müslüman daha, aynı yoldan tekrar Habeşistan’a hicret etti, bu defa kadınlı-erkekli, hicret eden Müslümanların sayısı 101 kişiydi[497] ve Cafer bin Ebu Talib onlara başkanlık ediyordu. Bir süre sonra Müslümanların Habeşistan’da yerleşip rahat ve güvenli bir yaşama kavuştuğunu gören Kureyşliler bunu kendi güvenlikleri için bir tehlike telakki edip kral Necaşi’nin sarayına temsilci gönderdiler ve Müslümanların kendilerine geri verilmesini istediler. Bu komplo Ebu Talib’in kulağına gitmiş, o da hemen Necaşi’ye bir mektup yazarak kendisinden oradaki Müslümanları himaye etmesini beklediklerini bildirmişti[498].

Kureyş temsilcileri Necaşi’nin sarayında Müslümanlar aleyhine iddialarını öne sürdükten sonra Cafer b. Ebu Talib çok akıllı ve ortam için uygun bir konuşma yaparak Necaşi’nin desteğini almayı başardı. Böylece Necaşi, Kureyşlilerin isteğini geri çevirerek muhacirleri iade etmeyeceğini ve onları kendi himayesine aldığını açıkladı[499].

Hicret edenlerin hepsi işkenceye uğrayan kimseler değildi, aralarında Kureyşlilerin dokunmaya cesaret edemeyeceği güçlü kabilelere mensup olanlar da vardı, ama Mekke, sonuçta bütün Müslümanlar için bir baskı ve hafakan ortamıydı. Hz. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) amacı Müslümanları baskı ve işkence ortamından uzaklaştırmanın yanı sıra muhtemelen Habeşistan’da İslam’ın bir üs edinmesini de sağlamak ve İslam düşmanlarına karşı bir üs oluşturmak da olabilirdi. Nitekim Müslümanlar Habeşistan’da tebliğde de bulunmuş ve kral Necaşi Müslüman olmuştu; onun yüce İslam peygamberiyle (s.a.a) sık sık bağlantılar kurduğu bilinmektedir[500] Kureyşlilerin buraya temsilci göndermeleri de, bundan duydukları tedirginliğin bir sonucu olsa gerektir.

Belge ve karineler, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) muhacirlerin durumlarını yakından izlediğini gösteriyor, mesela bu muhacirlerden biri olan Ubeydullah b. Cahş’ın dinden döndüğü ve sonra da öldüğü haberi o hazrete ulaşştır[501]

Hicret eden Müslümanların bu defa Habeşistan’daki ikametleri uzun sürdü; bunlardan 11’i Habeşistan’dayken ölmüş, 39’u Hz. Resulullah’ın (s.a.a) hicretinden önce Mekke’ye dönmüş, kadınlı erkekli 26 kişilik bir grup da hicretten sonra ve Bedir Savaşı’nın ardından Medine’ye avdet etmiştir. Son grup Cafer b. Ebu Talib başkanlığında hicri 7. yılda döndü ve Hayber Savaşı bittikten sonra bu bölgede Hz. Resulullah’ın (s.a.a) huzuruna çıktı[502]

Hz. Fatıma’nın (a.s) Doğumu

Şia tarihçileri arasındaki meşhur kavle göre Hz. Fatıma (a.s) bi’setin 5. yılında Mekke’de dünyaya gelmiştir.[503] Hz. Fatıma (a.s) Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Hz. Hatice’den (a.s) dünyaya gelen en küçük evladıdır; hicretten sonra Medine’de Hz. Ali’yle (a.s) evlendi. Fatıma (a.s) daha küçük yaştan itibaren babasının çektiği zorluklar ve müşriklere karşı verdiği çetin mücadelelere bizzat şahid olacak, o dönemle ilgili hatıralarını asla unutmayacaktı.

İsrâ -Esrâ- ve Mirac

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Allah’ın izniyle bir gece vakti Mekke’den Beyt’ul Mukaddes’e yolculuğu olan olağanüstü “İsra” olayı ve Beyt’ul Mukaddes’ten göklere yükselmesi olan “Mirac”vakası Mekke’de vuku bulan iki mucizedir. Her iki hadise de Mekkî ayetlerde geçer, ancak vuku bulduğu yıl konusunda ihtilaflar vardır.

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu iki yolculuğunun amacı göklerde ve çeşitli gezegenlerle  galaksilerde Yüce Allah’ın azametinin nişanelerine şahid olması, melekler ve geçmiş peygamberlerin ruhlarıyla görüşmesi, cennet ve cehennem sahnelerini görüp buradakilerin durum ve derecelerini müşahede etmesi gibi olağanüstü hakikatlerle tanışmaydı. “İsra” olayını Allah Teala Kur’an’da şöyle anlatır:

“Bu kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için kulunu bir gecede Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren O Allah yücedir; gerçekten O, işitendir, görendir.”[504]

Mirac konusunda da Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu ilahi yolculukta katettiği merhalelerin beyanından sonra şöyle buyrulmaktadır:

“…O -Peygamber- rabbinin büyük ayetleri ve işaretlerinin bir kısmını bizzat görmüş oldu…[505]

Ehl-i Beyt’in (a.s) 7. imamına (a.s) “Allah’ın mekanı olmadığına göre neden Peygamberini göklere götürdü?”şeklinde sorulması üzerine şu cevabı vermiştir: “Yüce Allah zaman ve mekandan münezzehtir. Onun göklere götürülmesi, meleklerle göklerdeki diğer varlıkların o büyük hazretle görüşmesini sağlayarak onlara lütufta bulunma hikmetini taşır. Ayrıca, Yüce Allah,yere indiğinde gördüklerini insanlara anlatıp onları da haberdan etmesi için varlık dünyasının uçsuz bucaksızlığı ve acaip mahluklarını peygamberine göstermiş, azametinin çarpıcı ve şaşırtıcı boyutlarının bir kısmını onun da görmesini irade buyurmuştur. Olay asla müşebbihenin (tanrıyı insana benzeten batıl mezhep -çev-)söylediği gibi değildir; Yüce Allah cisim, madde ve mekana sahip bulunmaktan münezzehtir”[506]

Mirac Rivayetleri Üzerine Bir İnceleme

Hz. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) göklere yolculuğu hakkında birçok rivayet nakledilmiştir; ünlü müfessir Tebersi bunları dört kısma ayırır:

1- Mütevatir olduğu için kesin ve sahih sayılan rivayetler (miracın esasen doğru olduğunu gösteren rivayetlerdir)

2- Hz. Resulullah’ın (s.a.a) göklerde gezmesi ve peygamberleri, cenneti, cehennemi…vb. görmesi gibi akla aykırı olmayan ve kesin doğrularla çelişir bir yanı bulunmayan olaylarla ilgili rivayetler.

3- Zahiri -dış görünümü- ayet ve rivayetlerdeki kesin doğrularla çelişiyormuş gibi görünen, ama aslında makul açıklamaları -tevili-olan hadisler. Bu tür hadis ve rivayetleri İslam inancına uygun şekilde ve kesin delillerle tevil etmek gerekir. Hz. Resulullah’ın (s.a.a) cennetlikleri cennette ve cehennemlikleri de cehennemde görmesi gibi rivayetler bu türdendir. Bunun tevili Resulullah’a (s.a.a) gösterilen sahne, gerçek cennetle cehennemin bir nevi timsalidir ve bunlar o hazretin gözünde aslının canlandırılmasıdır”şeklindedir.

4- Zahiri itibarıyle kabulü mümkün olmayan, hiçbir tevil ve açıklamaya da yer bırakmayan şeyler, örneğin “Resulullah’ın (s.a.a) bu yolculukta Allah’ı zahir gözüyle görmesi, O’nunla sohbet etmesi ve tahtında, O’nun yanına oturması…”gibi şeyler bâtıl ve asılsızdır[507].

İmamiye ulemasına göre Hz. Resulullah’ın (s.a.a) miracı fizikî ve cismanidir, yani hem ruhu hem cismiyle bu yolculuğa çıkmıştır[508]

Sahih rivayetlere göre 5 vakit yevmiye namazları miracda farz olmuştur[509]. Hz. Resulullah’la (s.a.a) Hz. Ali (a.s) ve Hz. Hatice’nin (a.s) miracdan önce kıldıkları namaz farz namaz değildi, bir başka yoruma göre de yevmiye namazlarından farklı ve daha kısıtlı bir namazdı[510]

Haşimoğullarına Ekonomik ve Sosyal Ambargo Uygulanıyor

Kureyş’in ileri gelenleri Ebu Talib’e yaptıkları baskılardan bir sonuç alamayınca ve Habeşistan’a hicret eden Müslümanları da geri çeviremeyince çıkmaza girmişlerdi. Diğer taraftan önemli ve saygın kişiler de Müslüman olmaya, çeşitli kabilelerden türlü insanlar da onlara katılmaya başlamıştı. Müslümanlar günbegün çoğalıyordu! Haşimoğullarıyla Muttaliboğullarını Hz. Muhammed’i (s.a.a) korumaktan vazgeçirip onu kendilerine teslime zorlamak amacıyla bu kabileye yeni ve daha geniş çaplı bir baskı uygulamayı  şündüler: Ekonomik ambargo ve sosyal boykot! Bu kararı hemen fiile geçirerek aralarında bir antlaşma metni imzaladılar, bu ahitnameye göre Haşimoğullarına kız vermeyecek, onlardan kız almayacak,o nlara hiçbir şey satmayacak ve onların sattığı hiçbir şeyi de almayacaklardı![511]

Mekke halkının tek geçim yolunun ticaret olduğunu söylemiştik; bu ticaret ise tamamen Kureyşlilerin tekelindeydi. Bu da, onların ambargo uyguladığı her fert veya grubun mahvolması anlamına geliyordu!Bu nedenle Kureyşliler bu kez kazanacaklarından tamamen emindiler; Haşimoğulları çok geçmeden mutlaka dize gelecekti!

Bazı kaynaklarda Kureyşlilerin imzaladığı ahitnamenin şartlarından olduğu yazılan[512] Haşimoğullarıyla evlilik ve muaşeret yasağı ise daha ziyade sosyal amaçlı bir ambargoydu; Haşimoğullarını sosyal alanda da yanlızlığa itmek ve sürekli bir baskı altında tutmak istiyorlardı.

Kureyşlilerin bu ahitnameyi imzalaması üzerine Ebu Talib’in önerisiyle[513] Ebu Leheb dışındaki bütün Haşimoğulları kafiri ve Müslümanıyla[514]  “Ebu Talib Vadisi”nde[515] toplanıp buraya yerleştiler[516] ve üç yıl süren amansız ambargo boyunca burada yaşadılar[517]

Kureyşin imzaladığı ahitname sadece sosyal ve ekonomik boyutlar taşısa da bu inatçı kafir güruhun Hz. Peygamber (s.a.a)le Haşimoğullarına duyduğu öfke ve kin doruğa ulaşştı, “bizimle Haşimoğulları arasındaki bir savaş, ancak Muhammed’in (s.a.a) öldürülmesiyle son bulacak” diyorlardı. Ebu Talib onların bu sözlerini duyduğunda, çok sevdiği Hz. Resulullah’ın (s.a.a) ve diğer Haşimoğullarının canını koruyabilmek için onları bu vadide toplamayı uygun bulmuştu, böylece güvenliğin sağlanması daha kolaydı. Kaynaklarda sayıları 40 kişi olarak geçen[518]  Haşimoğulları erkeklerini silahlandırarak bu vadinin etrafında nöbet tutturdu. Her gece Hz. Resulullah’ı (s.a.a) uyandırıp onun yerini değiştiriyor, fark edilmemesi için de bizzat kendi oğlu Hz. Ali’yi (a.s) görülmemiş bir fedakârlıkla o hazretin yatağında yatırıyor[519], böylece Kureyşlilerin muhtemel bir terör veya gece baskınına karşı o hazretin (s.a.a) can güvenliğini sağlıyordu.

Bu süre zarfında Kureyşliler Ebu Talib Mahallesi’ne gıda maddesi girişini yasakladı, kimse Haşimoğullarına mal satmıyordu, çok zor bir durumdu bu… Sadece haram aylarda, yani hac ve umre mevsiminde Haşimiler yiyecek maddelerinin temini için şehre giriyordu.[520] Ama bu sefer de Kureyşliler Mekke’ye mal getiren kervanları önceden uyararak Haşimilere mal satmaları halinde bütün mallarının yağmalanacağı tehdidinde bulunuyorlardı![521] Haşimoğulları onlardan bir mal almak istediğinde de fiatı çok yükselterek o malı almalarını engelliyorlardı!..[522]

Ebu’l Âs bin Rebiy’le[523] Hekim bin Hezam[524] Kureyşlilere fark ettirmeden bazen Ebu Talib Mahallesi’ne yiyecek maddesi sokuyordu. Haşimoğullarından da Hz. Ali (a.s) bazı geceler gizlice şehre girip yiyecek ve gıda malzemeleri getiriyordu[525].

Bu müddet zarfında hem Hz. Muhammed’in (s.a.a) hem de Hz. Hatice’yle (a.s) Ebu Talib’in bütün parası ve malı mülkü bitmiş, çok büyük bir yoksulluğa düşşlerdi[526]. Hz. Hatice (a.s) bütün servetini burada Hz. Resulullah (s.a.a) için harcamış[527]

Bu amansız ambargonun üzerinden tam üç yıl geçmişti. Bir gün Hz. Resulullah (s.a.a) amcası Ebu Talib’i Kureyşlilere göndererek, onların imzaladığı ahitnameyi güvelerin yediğini haber verdi.[528] Diğer taraftan Kureyşin en saygın boyu olan Haşimoğullarının perişan ve içler acısı hali, ahitnameyi imzalayanlardan çoğunun utanıp pişmanlık duymasına neden olmuştu[529], bu grubun önayak olmasıyla menfur antlaşma iptal edildi[530] ve Haşimoğulları evlerine döndüler[531]

İmam Ali (a.s) Muaviye’ye yazdığı bir mektupta bu çile dolu çetin dönemi şöyle tarif eder:

“…Kabilemiz (Kureyş) peygamberimizi öldürmek ve bizim (Haşimoğullarının)kökümüzü kazımak istemişti… Ne dertlere, ne elemlere boğdular bizi… Başımıza neler getirdiler… Rahat yaşamayı haram ettiler bize, sürekli bir tedirginlik ve korkuda bıraktılar… Zor şartlarda sarp bir dağa sığınmak zorunda bıraktılar bizi… Bize karşı savaş alevini tutuşturdular. Ama Yüce Rabbim O’nun şeraitini bizim korumamızı, şeraitinin hürmetinin bizim elimizle muhafaza edilmesini mukadder kıldı. Mümin olanlarımız bu yolda Allah’ın rızasını ummada, O’nun sevabını dileyerek direnmedeydi; kafir olanlarımızsa soylarını boylarını koruma gayretkeşliğindeydi…

Ama Kureyşten biri Müslüman olacak olsa, bize ettikleri eziyetleri ona etmiyorlardı; ya onları koruyacak bir müttefikleri oluyordu ya da akraba ve hısımları onun yardımına koşuyor, böylece canını kurtarmış oluyordu!..”[532]

Hatice’yle (a.s) Ebu Talib’in Vefatı

Bi’setin 10. yılı, Haşimoğullarının Ebu talib Vadisi’nden kurtuluşundan kısa bir süre sonra önce Hz. Hatice (a.s) ardından da Ebu Talib vefat etti[533]

Çok sevdiği bu iki büyük insanın vefatı Hz. Resulullah’ı (s.a.a) hüzne boğmuştu[534]. Bu samimi ve vefakâr hâmilerinin ölümüyle birlikte çok zor ve acı olaylar ard arda gelecek[535] Hz. Muhammed (s.a.a) için çok zor ve sıkıntılı bir dönem daha başlayacaktı…

Hz. Hatice’nin (a.s) Rolü

Bu iki büyük insanın yokluğunun Hz. Resulullah’a (s.a.a) çok ağır gelmesi doğaldı. Zira Hz. Hatice her ne kadar Ebu Talib gibi bütün şehirde Resulullah’ı (s.a.a) koruma ve savunma konusunda etkin olamasa da; ev ortamında o hazretin dertlerini paylaşan sevgi ve şefkat dolu bir eş, vefakar bir dostuydu, buna ilaveten İslam dini için de fevkalade samimi ve fedakar bir hâmiydi, sorunlar ve zorluklar karşısında Hz. Resulullah’a (s.a.a) daima destek oluyordu; o hazretin (s.a.a) biricik yâri, huzur kaynağıydı[536]. Hz. Resulullah (s.a.a) ömrünün son demlerine kadar bu eşsiz kadını hep sevgi ve saygıyla anmış[537] onun Müslümanlıktaki öncülüğünü ve bu uğurda katlandığı eziyet ve cefayı hep övmüş, asla unutmamıştır. Bir gün Ayşe’ye şöyle buyuracaktı:

“Rabbim, Hatice’den daha iyi bir eş nasib etmiş değildir bana… Herkes kafirken o iman etti bana, halk beni yalanlarken o tasdikledi beni, başkaları beni mahrumiyet ve yoksullukta bırakırken o bütün mal varlığını benim için harcadı ve Rabbim ondan doğan nice evlatlarla rızıklandırdı beni…”[538]

Ebu Talib’in Rolü

Daha önce de belirtildiği gibi Ebu Talib Hz. Resulullah’ın (s.a.a) sadece çocukluk ve gençlik yıllarındaki velisi olup onu öz evladı gibi yüyütmekle kalmamış; peygamberlik döneminde de o hazretin en büyük hamisi olup onu bütün gücüyle desteklemiş, müşriklerin komplo ve düşmanlıklarına karşı göğsünü siper etmekten bir an geri durmamıştır. Ebu Talib hayatta olduğu sürece Kureyşliler Hz. Muhammed’e (s.a.a) dokunamamış buna cesaret edememişlerdir. Bir gün Kureyş büyükleri bir adamı kışkırtarak, Mescid’ül Haram’da namaz kılmakta olan Hz. Muhammed’in (s.a.a) üzerine bir devenin işkembesini boşalttırdılar! Hz. Ebu Talib olayı duyar duymaz kılıcını çekip Hz. Hamza’yı da yanına alarak bu çirkinliğe sebep olan Kureyş büyüklerinin üzerine yürüdü ve aynı işkembeyi teker teker onların yüzüne gözüne buladı![539]

Hz. Ebu Talib vefat ettikten sonra Kureyşliler Hz. Muhammed’e (s.a.a) karşı çok küstahlaşş, o hazretin üzerine toprak serpecek kadar azgınlaşşlardı[540]

Hz. Resulullah (s.a.a) bir gün bunu anlatırken şöyle diyecekti:

“Ebu Talib hayatta olduğu sürece Kureyşliler bana dokunamamıştı…”[541]

Hz. Ebu Talib Mümindi

İmamiye ulemasının çoğunluğu Ebu talib’in Müslüman olduğunu, ama Hz. Resulullah’ı (s.a.a) destekleyebilmek için bunu gizlediğini belirtmektedir[542]; cahiliyet toplumunda akrabalık taassubu egemen olduğundan bunu ustaca kullanıyor ve Hz. Muhammed’i (s.a.a) bütün varlığıyla koruyup himaye ederken, müşriklere karşı onların saygı duyduğu bu “kan bağı”nı öne sürüyordu![543] Nitekim Hz. İmam Sadık (a.s) bunu onaylar ve şöyle anlatır:

“…Hz. Ebu Talib, tıpkı Ashab-ı Kehf gibi imanını gizliyor, müşrikmiş gibi görünüyordu; bu nedenle de Yüce Allah onlara iki kat sevap vermiştir…”[544]

Bazı ehl-i sünnet tarihçileri Hz. Ebu Talib’in Müslüman olmadığını iddia edip onun kafir olarak öldüğünü belirtse de; Hz. Ebu Talib’in bütün kalbiyle İslam’a inandığını ve Hz. Muhammed’in (s.a.a) peygamberliğine iman edip bu davaya gönül verdiğini gösteren birçok delil ve karine bu iddiayı çürütmektedir. Bu belgelerden ikisini özetle aktaralım:

1- Ebu Talib’in şiirleri ve sözleri :

Mevcut  tarihi belgeler arasında Ebu Talib’in Hz. Muhammed’den (s.a.a) açıkça hak peygamber olarak sözettiğini gösteren birçok şiir ve konuşması vardır[545]. Onun İslam’a gönülden iman ettiğini net olarak gösteren şiirlerinden birkaç örnek verelim:

“Ey Habeş kralı! Bil ki Muhammed de tıpkı Musa’yla İsa gibi hak peygamberidir! Bu ikisinin getirdiği hidayet nurunu o da getirmiştir! Elbet bütün peygamberler Allah’ın emriyle insanları hidayet eder ve günahtan alıkoyarlar!”[546]

“Muhammed’in de Musa gibi peygamber olduğunu, onun adının ve özelliklerinin daha önceki semavi kitaplarda da geçtiğini bilmez misiniz?”[547]

“Muhammed’in dininin en mükemmel din olduğuna kesinlikle inanmışımdır ben!”[548]

2- Hz. Muhammed’i (s.a.a) Desteklemesi:

Ebu Talib’in 7 yıl boyunca Hz. Resulullah’a (s.a.a) yılmadan destek verip onu canı pahasına himaye etmesi, bu uğurda bütün Kureyşlilerin karşısına dikilip olmadık zulüm ve baskılara yiğitçe direnmesi onun İslam’a gönül vermiş bir mümin olduğunun en güzel delilidir. Bu muhteşem imanı göremeyip inkara kalkışanlar, bunca fedakarlık ve direnişi akrabalık bağlarıyla açıklamaya çalışırlar. Halbuki bir insanın sırf akrabalık nedeniyle bunca fedakarlık ve özveride bulunması, tahammül sınırlarını aşan onca tahkir, zulüm ve baskıya göğüs gerip türlü tehlikelere karşı canını, malını ve evladını siper etmesi mümkün değildir. Bu tür cansiperâne fedakarlıklar ancak iman eden ve davasına gönül veren insanlara mahsustur.

Eğer Ebu Talib sırf akrabalık bağı nedeniyle bunları yaptıysa, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Abbas ve Ebu Leheb gibi diğer amcaları neden aynı şeyi yapmadı sahi?![549]

Birçok araştırmacı, Hz. Ebu Talib’in kafir olduğu iddiasını ispatlama gayretlerinin altında, o dönemle ilgili bazı kavmî taassup ve siyasi nedenlerin yattığına inanır. Çünkü Hz. Resulullah’ın (s.a.a) daha sonra birbiriyle siyasi rakiplere dönüşen büyük sahabelerinin çoğunun geçmişinde putperestlik vardı. Aralarında puta hiç tapmamış ve çok küçük yaştan itibaren Hz. Resulullah’ın (s.a.a) elinde büyüyüp onun özel terbiyesiyle eğitilmiş olanları sadece Hz. Ali’ydi (a.s) Hz. Ali’nin (a.s) üstün meziyet ve makamını küçülterek onu kendi seviyelerinde biri gibi göstermek isteyenler, kavmî taassuplara sığınarak babasının kafir olduğunu iddia edecek ve böylece “Ali de bizim gibi bir putperestzâdedir nihayet!” diyebileceklerdi!..Gerçekte, Hz. Ebu Talib’in tek suçu, Hz. Ali’nin (a.s) babası olmasıydı! Onun Ali (a.s) gibi bir oğlu olmasaydı, şüphesiz bu iftiraya maruz kalmayacaktı!..

Bu çirkin haksızlıkta Emevilerle Abbasilerin de büyük payı olduğu bilinmektedir. Zira hiçbiri soy ve ced bakımından Hz. Ali’yle (a.s) aynı konumda değildi ve hem ilk Müslümanlık, hem İslam’a hizmet bakımından onun kadar parlak bir geçmişleri yoktu. Bu nedenle de babasıyla uğraşma yolunu seçtiler; babasının Müslüman olmadığını söyleyerek Hz. Ali’nin (a.s) mertebesini küçültmeye çalıştılar.

Oysa Hz. Ebu Talib’e yakılan bu iftira, Hz. Resulullah’la (s.a.a) Hz. Ali’nin (a.s) amcası ve Abbasi hanedanının ceddi olan Abbas b. Abdulmuttalib’in durumuyla daha fazla bağdaşmaktadır aslında. Çünkü Abbas, Mekke’nin fethedildiği hicri 8. yıla kadar Mekke’de kalmış ve Bedir savaşında kafirlerin ordusuna katılmış, bu savaşta Müslümanlara esir düşüp fidyeyle serbest bırakılmıştır. Mekke fethi olayında da, Müslümanların Mekke’yi kesinlikle ele geçireceğini görünce alelacele yola çıkıp İslam ordusuyla karşılaşş, onlara katılıp Mekke’ye dönmüş ve müşrik ordusunun komutanı olan Ebu Süfyan’ı kurtarabilmek için Peygamber’e (s.a.a) gidip aracı olmuş, epey uğraştıktan sonra da bunu başarmıştır!

Bütün bunlara rağmen, kimse kalkıp da “Abbas kafirdi!” dememiştir!

Gerçek buyken, bu iki isim hakkında bunca farklı yargılarda bulunulmuş olmasını doğal karşılamak ve Hz. Ebu Talibe atılan  bu çamurun siyasi çıkarlardan kaynaklandığını görmemek mümkünmüdür?

Bu nedenledir ki araştırmacılar, Hz. Ebu Talib’in küfrünün iddia edildiği hadislerin uyduruk olduğunun altını çizmektedirler[550]

Hz. Peygamber’in (s.a.a) Eşleri

Hz. Hatice hayatta olduğu sürece Hz. Resulullah (s.a.a) başka kadınla evlenmedi.[551] Onun vefatından sonra evlendiği kadınların Ayşe’den başka hepsi duldu. Bunların ilki olan Sevda’nın kocası Sekran bin Amru Habeşistan’a hicret eden muhacirler arasındaydı, Sekran orada vefat edince Sevda kimsesiz kalmıştı.

Bazı şarkiyatçılar Hz. Resulullah’ın (s.a.a) evlilikleri konusunda son derece çirkin töhmetlerde bulunmuş ve bunları şehvet düşkünlüğüyle yorumlama yoluna gitmişlerdir[552]. Oysa yapılacak insaflı bir araştırma; bu evliliklerin hiçbirinin alelade ve rastgele gerçekleşmemiş olduğunu, tamamında  sosyal ve siyasi etkenlerin rol aldığını ve İslam’ın maslahatları cihetinde gerçekleştiğini gözler önüne sermektedir. Bu kadınlardan kimi dul kalınca kimsesiz duruma düşş, Hz. Resulullah (s.a.a) onları nikahlayarak himayesine alıp geçimlerini sağlamıştır. Kimi, büyük aileler ve güçlü kabilelere mensup olduğundan Hz. Peygamber (s.a.a) onlarla evlenmek suretiyle bu kabile ve ailelerin desteğini kazanmıştır. Bu evliliklerden bazısı ise toplumdaki batıl gelenekler ve cahiliyet törelerini yıkmayı amaçlıyordu. Bunları gözler önüne seren delil ve karinelerden birkaçını açıklamamızın yararlı olacağın sanıyoruz:

1- Hz. Resulullah (s.a.a) ilk evliliğini, gençliğinin baharını yaşaması gereken 25 yaşında yapmış ve bütün gençliğini daha önceki evlilik hayatında yitirmiş olan ve kendisiyle bir hayli yaş farklılığı bulunan Hz. Hatice’yle evlenmiş ve 25 yıl onunla yaşamıştır.

2- O günkü toplum geleneklerinde birkaç kadınla evlenmek gayet yaygın olup normal karşılandığı halde, Hz. Hatice hayatta olduğu sürece ondan başkasıyla evlenmemiştir.

3- Bazısı hicretten çok az önce ve çoğu hicretten sonraya rastlayan bu evlilikleri ise, onun 50 yaşından sonra yapmış olduğu evliliklerdir. Bu ise her şeyden önce artık yaşlanmış olduğu bir çağdır; dahası Hz. Resulullah’ın (s.a.a) türlü siyasi, sosyal ve askeri sorunlarla uğraşğı, hayatının en çetrefilli müşkülatlarıyla dolu bir dönemdir. Bu durumdaki birinin keyfini düşünebilmesi mümkün müdür gerçekten? Esasen Hz. Peygamber’in (s.a.a) Medine’de bu tür işlerle uğraşacak zamanı var mıydı?

4- Çeşitli huylara, farklı karakter ve farklı zevklere sahip olan ve bazıları kadınca kıskançlık ve huysuzluklarıyla Hz. Peygamber’i (s.a.a) defaatle incitip huzurunu bozan kadınlarla[553] yaşamanın “zevk-ü sefaya düşkünlük”olduğunu kim iddia edebilir?

5- Resulullah’ın (s.a.a) eşlerinin farklı kabilelere mensup olması ve hiçbiri arasında kabile ve akrabalık bağı bulunmaması bir tesadüf müdür?

6- Yesrib’e hicret ettikten sonra İslam yayılmaya ve Resulullah’ın (s.a.a) gönüllerdeki manevi nüfuzu artmaya başlamış, buna ilaveten sosyal ve siyasi konumu da hayli güçlenmişti, bu nedenle de kabile reisleri kızlarını o hazretle evlendirebilmek için can atıyorlardı. Buna rağmen hazretin (s.a.a) evlendiği hanımlar genellikle yaşlı, dul ve kimsesiz kadınlardı ve kendisi erkeklerin bakire kızlarla evlenmesini tavsiye ediyordu. Burada Hz. Resulullah’ın eşlerinden birkaçını örnek olarak aktarmamız yararlı olacaktır:

1- Ümmü Habibe

İslam’ın azılı düşmanı Ebu Süfyan’ın kızıydı ve Resulullah’ın (s.a.a) halasının oğlu olan Ubeydullah b. Cahş’la evliydi. Ubeydullah, hicret ettikleri Habeşistan’da İslamdan çıkarak hırıstiyan olmuş, çok geçmeden de içkiye aşırı düşkünlüğü yüzünden canından olup kafir olarak ölmüş[554] Hz. Resulullah (s.a.a) bu olayı öğrenince hicretin 6. yılında[555]  Amru b. Ümeyye Zem’eri’yi Habeşistan’a göndererek Necaşi’den Ümmü Habibe’yi kendisine nikahlamasını istedi ve Necaşi onunla Hz. Peygamber’in (s.a.a) nikahını kıydı. Ümmü Habibe bir yıl daha Habeşistan’da kaldıktan sonra hicretin 7. yılında son muhacir grupla birlikte Medine’ye döndü[556] bu sırada 30-40 yaşlarındaydı[557].

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu Müslüman kadınla evliliğinin, onun gönlünü almak ve himaye etmekten başka amaç taşımadığı apaçık ortadadır. Çünkü bu kadıncağız sırf Müslüman olduğu için putperest babasıyla akrabalarının hışmına uğrayıp onlardan kopmuş, Müslüman eşiyle birlikte Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalmış, bu gurbet diyarında da yegane munisi olan kocasını kaybetmişti. Bu durumda Hz. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) eşi olmaktan daha kıvanç ve teselli verici ne olabilirdi?

Hırıstiyan şarkiyatçıların dediği faraziyeyi kabul edecek olursak, öyle birinin başka ülkede yaşayan ve dönüp dönmeyeceği bile belli olmayan bir kadını nikahlaması neyle açıklanabilir?

2- Ümmü Seleme

Asıl adı Hind olan Ümmü Seleme; Ebu Ümeyye Mahzumi’nin kızıydı. İlk kocası Mahzumoğulları’ndan Ebu Seleme(Abdullah)[558]  Hz. Resulullah’ın (s.a.a) halasının oğluydu[559] Bu Müslüman çiftin dört çocuğu vardı ve aralarından birinin adı “Seleme”olduğundan kendileri “Ümmü Seleme” ve “Ebu Seleme künyeleriyle tanınıyordu[560]

Ebu Seleme Uhud savaşı’nda aldığı bir yara nedeniyle hicretin 3. yılı Cemadi’ussâni’sinde şehid oldu.[561] Bu sırada muhtemelen Ümmü Seleme’yle kocasının kabilesi olan Mahzumoğulları’ndan Medine’de kimse yoktu, çünkü kendisi “Ebu Seleme öldüğünde” diyor “Çok üzülmüş, kederlenmiştim. Kendi kendime “işte gurbet içinde gurbet!” diyordum; şimdi öyle ağla, öyle gözyaşları dök ki dillere destan olsun!”[562]

Hz. Resulullah (s.a.a) hicretin 4. yılında onu nikahladı[563], bu sırada Ümmü Seleme artık iyice yaşlanmış[564]

Görüldüğü gibi Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu evliliği de yaşlı bir dul kadınla yetim çocuklarının bakımını üstlenebilmek için gerçekleşmiştir. Yaşlı bir dulla evlenip onun dört yetim yavrusuna kucak açmak bizzat bir çile ve riyaset değil midir?

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) eşleri arasında takva, dindarlık ve maneviyat bakımından Hz. Hatice’den sonra en efdal olanı Ümmü Seleme hazretleriydi[565]. Bü büyük kadın imamet ailesine gönülden bağlılık duymadaydı; nitekim Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Ehl-i Beyt’i (a.s) tarafından defalarca velayetin ilim ve sırlarına ehil görülmüş, bunları sadakatle muhafaza etmişti.[566]

3- Zeyneb binti Cahş

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) halasının kızıydı. Daha önce Hz. Resulullah’ın (s.a.a) evlatlığı olan Zeyd b. Harise’yle evlenmiş[567] , ondan ayrıldıktan sonra Hz. Peygamber’le (s.a.a) nikahlanmıştır.

Zeyd, Hz. Hatice’nin kölesiydi; Hz. Hatice Hz. Resulullah’la (s.a.a) evlendiğinde Zeyd’i ona hediye etmiş, hazret de (s.a.a) bi’setten önce Zeyd’i azad edip kendisine evlatlık olarak kabullenmişti. Bu nedenle o günden sonra Zeyd’e “Muhammed’in oğlu” denilmeye başlanmış[568]

Bi’setten sonra Yüce Allah cahiliyet dönemi kurallarına dayalı evlatlık töresini batıl ilan ederek şöyle buyurmuştur:

“Yüce Allah evlatlıklarınızı sizin gerçek oğullarınız saymamıştır; bu söz sadece sizin ağzınızdan çıkan -batıl- bir sözdür, Allah ise hakkı söyleyendir ve doğru yola hidayet edicidir.

Evlatlıklarınızı kendi babalarının adıyla çağırın, Allah katında bu daha âdilcedir. Eğer babalarını tanımıyorsanız o zaman da sizin din kardeşleriniz ve azadlınız sayılırlar. Hata yaptığınız (bilmeden ve farkında olmadan onları başkalarının adıyla çağırdığınız)için size bir korku yoktur -bu yüzden kınanmazsınız- ama bilerek ve kasten söylediğiniz şey için hesaba çekileceksiniz, şüphesiz, Allah affedici ve bağışlayıcıdır”[569]

Bu ayetler indikten sonra Hz. Resulullah (s.a.a) Zeyd’e “Sen Harise’nin oğlusun”buyurdu ve o günden sonra onu “Resulullah’ın (s.a.a) azadlısı”olarak çağırdılar[570]

Hz. Resulullah (s.a.a) Zeyneb’i Zeyd’e istedi. Zeyneb önce bunu kabule yanaşmadı. Çünkü o, ünlü Kureyş kabilesine mensuptu ve Abdulmuttalib’in torunuydu; Zeyd ise Kureyşten olmadığı gibi, azad edilmiş bir köleydi de!.. Ancak, Resulullah’ın (s.a.a) bu evliliğe çok temayül göstermesi üzerine nihayet kabul edecek ve Zeyd’le evlenecekti. Bu evlilik İslam’ın ırk ve sınıf ayrıcalıklarını tanımadığının ve bunu ortadan kaldırdığının bir göstergisi olmuş, bunun fiili örneği sayılmıştı, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) ısrarındaki hikmet de zaten buydu!

Ne var ki çiftler anlaşmıyor, aralarında huzursuzluk eksik olmuyordu, çok geçmeden iş boşanma noktasına varmıştı. Zeyd birkaç defa Zeyneb’i boşamak istediyse de Hz. Resulullah (s.a.a) “eşinden ayrılma!”buyurarak evliliğini hoşlukla korumasını tavsiye etmedeydi[571]. Ancak bu evlilik yürümedi ve sonunda Zeyd eşinden ayrıldı. Bu boşanmadan sonra Allah Teala, araplar arasında evlatlığın eşiyle evliliği yasaklayan cahiliyetin batıl töresini ortadan kaldırmak ve bu evliliği Müslümanlara kolaylaştırmak için Hz. Resulullah’a (s.a.a) Zeyneb’le evlenmesini emretti. Cahiliyet dönemi arapları, erkek evlatlığı her açıdan öz evlat sayıyor, bu nedenle de onun dul eşiyle evliliği caiz bulmuyorlardı. Kur’an-ı Kerim bu evliliğin gayesini şöyle açıklar:

“Hani sen, Allah’ın kendisine nimet verdiği ve senin de kendisine nimet verdiğin kişiye (Zeyd) “eşini yanında tut ve Allah’tan sakın” diyordun. İnsanlardan da çekinerek Allah’ın açığa vuracağı şeyi kendi nefsinde saklı tutuyordun[572];oysa Allah kendisinden çekinmene çok daha layıktı. Artık Zeyd ondan ilişkisini kesince biz onu seninle evlendirmiş olduk; ki böylelikle evlatlıklarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri (kadınları boşadıkları)zaman, onlarla evlenme konusunda müminler üzerine bir güçlük olmasın, Allah’ın emri uygulanabilirdir(bu tür evlilik yasağı kaldırılmalıdır)”[573]

Münafıklar bu evliliği yeni iftiralara vesile ederek “Muhammed (s.a.a) oğlunun boşadığı eşiyle nikahlandı” dediler[574]. Yüce Allah, bunlara cevap olarak şöyle buyurdu:

“Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır -ve değildir- ancak o, Allah’ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur ve Yüce Allah her şeyi bilendir![575]

Bazı hırıstiyan şarkiyatçılar bu evliliği dallandırıp budaklandırmış ve adeta bir aşk hikayesine çevirmiştir[576], ancak bu iddia, peygamberlerin nübuvvet ve ismetiyle asla bağdaşmaz. Kaldı ki yukarıda belgeleri açıklandığı üzere bu olayın aslı tamamen başkadır ve tarihî belgelerden kayıtlı olduğu gibi Kur’an’da da apaçık anlatılmaktadır.

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) birden fazla evlilikte bulunmuş olmasının nedenleri, bazı eşlerinin kısa biyografileri hakkında aktardığımız bu birkaç örnekten sonra yeterince anlaşılmış olduğundan bu kadarla yetiniyor ve aşağı yukarı aynı nedenlerle benzerlik taşıyan diğer evliliklerini teker teker sıralamaya gerek kalmadığını sanıyoruz.

Taif’e Tebliğ Yolculuğu

Taif Mekke’nin yaklaşık 72 km. (12 fersah) uzaklığında yer alan iklimi pek güzel bir yaylalık bölgededir. Taif, üzüm bağlarıyla meşhur bir şehirdi[577] Bazı Kureyşli zenginlerin burada bağı bahçesi, mülkü vardı. Ahalisi zengin olan bu şehrin halkı, faizciliğiyle meşhurdu ve o dönemin güçlü kabilelerinden olan “Sakif”in yerleşim merkeziydi.

Hz. Hatice’yle Ebu Talib’in vefatlarından sonra Kureyşlilerin Hz. Muhammed’e (s.a.a) uyguladığı baskı ve eziyetler pek artmış, Mekke’de tebliğde bulunmak iyice zorlaşştı. Ama insanların İslam’a davet edilmesi gerekiyordu ve bu ilahi vazife terk edilemezdi. Bu nedenle Hz. Muhammed (s.a.a) Taif’e gitmeye ve buranın halkını İslam’a davet etmeye karar verdi, Taif’te kendisini destekleyecek insanlar bulunabilirdi. Zeyd bin Harise’yle[578] Hz. Ali’yi (a.s) de bu yolculukta yanına almış[579]

Taif’te, Sakif’in eşrafından olan üç kardeşle görüştü, bunlardan biri Kureyşin Cumeyh boyundan evliydi.[580] Hz. Resulullah (s.a.a) onları İslam’a davet edip kendilerinden yardım istedi, ama kabul etmedikleri gibi çok kaba da davrandılar. Bu haber Mekke’ye ulaşacak ve Kureyş’in kulağına varacak olursa onların küstahlık ve saldırganlığını artırabilirdi. Bu nedenle Hz. Resulullah (s.a.a) bu olayı kapatmalarını ve mümkünse bu görüşmeden kimseye sözetmemelerini rica etti ama hazreti dinlemediler.

Resulullah (s.a.a) Taif’in diğer büyüklerine gitti, onlar da kabul etmediler, diğer taraftan gençlerin onun dinine girmesinden endişelenmeye başlamışlardı[581] Bu nedenle şehrin serserileriyle kölelerini Hz. Resulullah’ın (s.a.a) peşine takıp yüksek sesle hazreti yuhalattılar, taş yağmuruna tuttular, bu çirkin saldırılar sırasında Hz. Resulullah (s.a.a) ayağından, onu korumaya çalışan Zeyd de başından yaralanmıştı.

Hz. Resulullah (s.a.a) Kureyş zenginlerinden Utbe’yle Şeybe’ye ait bir üzüm bağına varmıştı; güç bela bir asmanın gölgesine çekilip oturdu ve Rabbine yakarıp dua etmeye başladı.

Taifli serserilerin hazretin peşine takılarak ona nasıl eziyetlerde bulunduğuna şahid olan Utbe’yle Şeybe bu manzaraya dayanamayıp Addas adlı Neynevalı hırıstiyan hizmetçileriyle hazrete biraz üzüm gönderdiler. Hz. Resulullah (s.a.a)ın “Bismillah” diyerek üzüm yemesi Addas’ın dikkatini çekmişti, merakla bunun nedenini sorunca hazret kendisinin peygamber olduğunu söyleyip ona kısaca İslam’ı anlattı. Addas bunları duyunca kendisini hazretin ayaklarına atıp onun yaralı ayağını öptü, ellerine kapanıp hazreti buselere boğdu[582] ve orada Müslüman oldu[583]

Hz. Resulullah (s.a.a) Taif’te on gün kaldıktan sonra[584]  Sakiflerin İslam’a inanıp kendisine yardımcı olmasından ümidini kesip Mekke’ye döndü.

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Sığınma İstediği Doğru mudur?

Bazıları Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Taif dönüşünde Mekke’ye girebilmek için Mut’em bin Adıyy’e sığındığını ve onun sığınmasında Mekke’ye dönebildiğini iddia eder. Ne var ki karinelere bakıldığında bu iddia hiç de inandırıcı görünmemektedir; sebeplerini sıralayalım:

1- On yıl davet ve tebliğde bulunup putperestlerle  mücadele eden Resulullah’ın (s.a.a) bir putpereste sığınma zilletine katlandığı kabul edilebilir mi? Oysa Resulullah’ın (s.a.a) bütün hayatı boyunca kimsenin minneti altında yaşamamış olduğu bilinmektedir.

2- O sırada Ebu talib dünyadan göçmüş olsa da Haşimoğulları var güçleriyle henüz meydandaydı ve aralarında Hamza gibi cesur yiğitler vardı ki Kureyşliler onların intikam girişiminden daima çekinmekteydi. Nitekim hicret gecesi Hz. Resulullah’ı (s.a.a) terör etmek istediklerinde Haşimoğullarının intikam gücünden korktukları için birçok kabileyle işbirliği yapmak zorunda kalmışlardır.

3- Bazı tarihi kaynaklarda Zeyd’in ve Hz. Ali’nin (a.s) de hazretle birlikte olduğu geçmektedir (ki böyle bir yolculukta Hz. Ali’nin (a.s) Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yanında olmama ihtimali akla gelmiyor zaten). Yani Resulullah (s.a.a) yanına iki kişi daha almıştı, bu üç kişi kendilerini kolaylıkla koruyabilirdi ve herhangi bir korumaya ihtiyaçları yoktu.

4- Hz. Resulullah (s.a.a) Arapların o güne dek gördüğü en cesur insanlardan biriydi ve onun gibi birine saldırma cesareti göstermek her yiğitin kârı değildi. Nitekim Hz. Ali (a.s) gibi bir kahraman, o hazretin savaş meydanlarındaki cesaretinden sözederken şöyle der;

“… Savaş tandırı iyice kızışğında hepimiz Resulullah’a (s.a.a) sığınırdık, o sırada hiçbirimiz onun kadar düşmanın yakınında olmazdık…”[585]

5- Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) o günlerde toplumun çoğu müşkülatının kökü olan kabile düzeniyle mücadele ediyordu; bu bozuk düzenin bir parçası olan sığınma töresine bizzat kendisinin başvurup bu batıl töreyi bilfiil onaylaması mümkün müydü?

6- Belazüri’yle[586] İbni Sa’d’in[587] haberinde Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Taif yolculuğunun Şevval’ın son günlerine denk geldiği geçer. Bu haber doğru kabul edilecek olursa Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Taif’te bulunduğu ve Mekke’ye döndüğü günlerin tamamı haram aylarla örtüşüyor demektir. O günkü yaygın töreler gereğince haram aylarda savaşılmaz, kan dökülmezdi. Binaenaleyh Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bir sığınmaya ihtiyaç duymasını gerektirecek hiçbir tehlike yoktu zaten.

Bu karineler dikkate alınarak şu sonuca varılabilir: Hazret (s.a.a) bir gece Nehle’de mola verdiği[588] ve bazı cinlerin Kur’an ayetlerini burada duyduğunun söylendiği[589] Taif dönüşünde, Mekke’ye Nehle Vadisi’nden girmiştir[590]

Kur’an’ın Cazibesi

Hz. Peygamber efendimiz (s.a.a) insanları İslam’a davet ederken, kendisinden çok az konuşurdu; onun davetinin en güzel aracı, araplar üzerinde inanılmaz bir cazibesi olan Kur’an ayetleriydi. Kur’an, bilindiği gibi Hz. Resulullah’ın (s.a.a) en büyük mucizesidir; gerçek anlamda bir fesahat ve belagât mucizesi!..Kur’an ayetlerinin kendine has bir güzelliği olan kelime ve terimleri, cümle yapıları, deyim ve kavram seçimleri, inanılmaz uyum ve ahengi muhatabını büyüleyecek bir cazibe ve çekiciliğe sahip olup emsalini ve benzerini ortaya koyabilmek insanoğlunun gücünü aşmaktadır. Nitekim Kur’an’ı Kerim ona inanmayıp inkar edenlere meydan okumakta ve “eğer şüpheniz varsa, Kur’an’daki surelerden birine benzer bir sure getirin!” demektedir.[591]

Şiiri pek seven ve şiirden çok iyi anlayan Hicaz Arapları Kur’an-ı Kerim ayetlerinin fesahat ve güzelliği karşısında hayran kalıyorlardı. Vahiy sözleri onların adeta ruhunu okşuyor, en tatlı nağmelerden daha hoş geliyordu kulaklarına… Kur’an ayetlerinin, ruhlarının derinliklerinde bıraktığı etkiyle bazen oldukları yerde bir süre hareketsiz kalıyor, ayetlerdeki ahengin cazibesinde garkoluyorlardı!

Bir gece, aralarında Ebu Süfyanla Ebu Cehil’in de bulunduğu Kureyş büyükleri birbirinden habersiz, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) evinin çevresinde gizlenerek o hazretin teheccüd namazı kılarken okuduğu ayetleri zevkle dinleyerek sabahladılar!Şafak vakti evlerine dönerken birbirlerini görmüş, her biri diğerini kınamaya başlamıştı!Telaşla “Artık bunu yapmayalım, şehrin serserileri fark edecek olursa hakkımızda yanlışşünür, bizim Müslüman olduğumuzu zannederler!” diyerek aralarında sözleştiler. Ama bu vaka birkaç kez tekrarlandı ve her defasında bir daha bu ihtiyatsızlığı yapmayacaklarına dair birbirlerine söz verdiler![592]

Sihir ve Büyü İftirası

Hac mevsimi Hz. Resulullah’ın (s.a.a) İslam’ı tebliğ etmesi için çok uygun bir fırsattı, çünkü çeşitli kabileler hac merasimine katılmak için Mekke’ye akın ediyordu. Hac günlerinde Hz. Muhammed (s.a.a) tevhid nidasını bütün Arap Yarımadası’na duyurabilirdi. Bu tehlikenin farkında olan Kureyşliler hac mevsimi geldiğinde korku ve talaşa kapılıyorlardı. Bir hac mevsimi arefesinde Kureyş büyükleri, Mahzumoğulları kabilesinin yaşlı reisi Velid bin Mugiyre’nin evinde toplandılar. Velid:

-Hac mevsimi başlıyor!dedi. Millet dört bir yandan bu şehre akın ediyor!Muhammed’in (s.a.a) olayını herkes duymuş… Onun hakkında ağız birliği etmeli, hepiniz aynı şeyi söylemelisiniz; birinizin dediği diğerlerininkiyle çelişmemeli!

Hepsi Velid’i tasdiklemişti:

-Sen ne dersen, biz de onu söyleriz!

-Siz söyleyin önce bakalım; ben dinliyorum.

-Onun kâhin olduğunu söylesek?!.

-Hayır, bu olmaz!Vallahi kâhin değil o!Biz çok kâhin gördük; kahinler gibi ne mırıldanıyor ne de kafiyeli konuşuyor!

-O zaman, deli olduğunu söyleyelim!

-Olmaz! Deli de değil!.. Hepiniz deli görmüşüzdür, deliliğin nasıl olduğunu herkes bilir!Ne vücudunda gayri ihtiyari titreme var, ne de onu vesveselendiren bir cin!

-Şair olduğunu söyleyelim!

-Ama Şair değil ki! Şiirin her türlüsünü bilen insanlarız biz!Onun söyledikleri şiir değil!

-O halde sihir yaptığını büyücü olduğunu söyleriz!

-Olmaz! Büyücü diyemeyiz ona!Büyücülerin iplere nasıl düğüm atıp üflediğini herkes bilir; o bunları yapmıyor ki!..

-Peki, ne diyelim o zaman?!

-Vallahi onun söyledikleri pek tatlı şeyler… İnsanın ruhunu okşuyor… Kökü şirin ve capcanlı, dalları meyve dolu sözler… Bu söylediklerinizin hangisini onun hakkında iddia edecek olsanız, yalanınız hemen belli olur!Bunlardan en iyisi, onun sihir yaptığını söylemek!Çünkü büyülü sözleriyle babayla oğulu, kardeşle kardeşi, karıyla kocayı birbirinden ayırıyor; bir kabilenin fertleri arasında ayrılık yaratabiliyor!

Kureyş büyükleri bu kararda anlaşş, toplantı bitmişti. O günden itibaren hacıların yoluna dikilip Hz. Muhammed’in (s.a.a) sihir yaptığını söylemeye ve hacıları ondan uzak durmaları için uyarmaya başladılar[593]

Kureyşlilerin kurultaylarında “sihir” olarak tanımladıkları şey, Kur’an’ın fevkalade akıcı ve çekici ayetleriydi; bu ayetleri dinleyen araplar cazibesine kapılmaktan kendilerini alamıyor, hayranlıklarını gizleyemiyorlardı. Kur’an ayetlerini dinleme yasağı öyle bir raddeye vardı ki, Kureyş büyükleri, Medine’den gelen Es’ed bin Zürara gibi ünlü birine Muhammed’in (s.a.a) büyüsüne kapılmamak için tavaf sırasında kulağına pamuk tıkamasını tavsiye ettiler![594]

Arap Kabilelerini İslam’a Davet

Hz. Resulullah (s.a.a) sadece Mekke’de değil, Mekke dışındaki arap kabilelerini de İslam’a davet ediyordu. Kinde, Kelb, Hanifeoğulları, Âmir bin Sâsaaoğulları gibi kabilelerin yaşadıkları yerlere giderek onlara İslam’ı anlattı. Ebu Leheb de onun peşinden gidiyor ve halkın hazreti (s.a.a)dinlemesine, ona uymasına engel oluyordu[595]

Hz. Resulullah (s.a.a) Âmiroğulları kabilesiyle görüşüp onlara İslam’ı anlatırken kabile büyüklerinden Behiyre b. Firas “Eğer” dedi, “Biz senin bu davetini kabul eder de sana biat edecek olursak; Rabbinin seni düşmanlarına karşı galip kılması halinde bizi kendi halefin olarak kabul edeceğini ve halifeliğinin bizim olacağına söz verir misin?”

Hazret (s.a.a) “Bu, Allah’ın bileceği bir iştir”buyurdu. “Onu dilediğine verir!”[596]

Resulullah’ın (s.a.a) bu cevabına çok şaşıran adam, hayretle “Yani” dedi, “Biz senin dinin için arap kabilelerini karşımıza alıp onlarla mücadele edeceğiz ve Allah seni muzaffer kıldığında iş başkasının eline geçecek, öyle mi?!Bizim bu dine ihtiyacımız yok!”[597]

Kinde kabilesiyle de böyle bir görüşme yapıldığı, onların da aynı teklifte bulunduğu ve Resulullah’ın (s.a.a) onlara da aynı cevabı verdiği, tarihte kayıtlıdır[598]

Resulullah’ın (s.a.a) böyle bir teklife bu cevabı vermesi, iki açıdan çok önemli ve dikkat çekicidir:

1- Resulullah (s.a.a) halefinin -kendisinden sonra halifesinin- kim olacağının ancak Allah Teala tarafından belirleneceğini buyurmakta, bu da peygamberin halifeliğinin ilahi bir atama ve tayin prensibine dayalı olduğunu göstermektedir. Yani halifenin kim olacağına karar verecek olan makam insanlar değil, Allah Teala’dır.

2- Dikkate değer bir başka nokta da  Hz. Resulullah’ın (s.a.a) “amaca ulaşmak için her yol mübahtır”mantığından hareket ederek gayesi yolunda her vesileye başvurup her yolu meşru sayan beşerî liderlerin aksine, islâmî tebliğ ve davet konusunda ahlâk prensiplerini çiğnememesi ve her yöntemi meşru saymamasıdır. O şartlar altında büyük bir kabilenin Müslüman olması çok önemli ve çok büyük bir başarı olacağı halde, karar yetkisi kendisinde olmayan bir konuda vaadde bulunmamış ve tutamayacağı bir sözü vermemiştir!

Haram aylar hürmetine güvenliğin sağlandığı ve insanların dört bir yandan Mekke, Mina veya Ukaz, Mecenne ve Zilmecaz gibi Mekke çevresindeki mevsimlik panayır ve Pazar yerlerine akın ettiği hac ve umre mevsiminde[599] Hz. Resulullah (s.a.a) tebliğ faaliyetlerini yoğunlaştırıyor, özellikle kabile büyükleriyle görüşüyordu. Mekke’ye gelen hacılarla diğer yolcular Müslümanlığı kabul etmese bile, onun bi’set haberini ve ilahi mesajını kendi diyarlarına götürmüş ve insanlara duyurmuş oluyordu ki tek başına bu bile zafere doğru bir adım sayılırdı.

-*-


4. Bölüm

HİCRETTEN CİHANŞUMÜL DAVETE

 

 

 

 

 

 

 

1.     fasıl: Yesrib’e Hicret

2.     fasıl: Resulullah’ın (s.a.a) Medine’deki Köklü Girişimleri

3.     fasıl: Yahudilerin Komploları

4.     fasıl: İslam Savaş Birlikleri Kuruluyor.

 

 

-*-

 

1.     Fasıl

 

 

YESRİB’E HİCRET

Yesrib’de İslam’ın Nüfuz Ortamı

Kurâ Vadisi, Yemen’den Şam’a giden ticaret yolunda, Mekke yakınından geçtikten sonra bu güzergah üzerinde yer alan uzun bir derenin adıdır. Kuzeyden güneye doğru uzanan bu dere boyunca tarıma elverişli yeşil ve sulak vahalar vardı[600], bu güzergahı kullanan kervanlar bu vahalara uğruyorlardı. Mekke’nin kuzeyinde bu şehre 500 km. uzaklıkta yer alan bu geniş vahalardan biri “Yesrib”di. Eski bir yerleşim vahası olan Yesrib, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) buraya hicretinden sonra “Medine’t-urresul”adını aldı ve zamanla sadece “Medine” denildi.

Ticaretle uğraşan Mekkelilerin aksine, bu şehrin halkı, geçimini çiftçilik ve ziraattan sağlıyordu. Yesrib’in nüfus karışımıyla sosyal durumu da Mekke’den epey farklıydı, üç büyük Yahudi kabilesi Neziroğulları, Kaynukaoğulları ve Kurayzaoğulları bu şehirde yaşıyordu. Yemen asıllı ve Kahtanlardan olan Evs’le Hazrec kabileleri de Mârib Seddi yıkıldıktan sonra[601] güneyden göçederek bu şehre yerleşip Yahudilerle birlikte yaşamaya başlamıştı.

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Mekke’de tebliğ ve davetle uğraşğı yıllarda Yesrib’de Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu şehre hicretine zemin hazırlayan ve giderek bu şehri İslam’ın davet ve yayılma üssüne dönüştürecek olan önemli gelişmeler oluyordu:

1- Yahudiler şehrin etrafında tarıma en elverişli arazileri kendilerine ayırmış, buralarda geniş hurma bahçeleri geliştirmişlerdi, bu nedenle de onların maddi durumu daha iyiydi.[602] Bazen Evs ve Hazrec kabilesiyle aralarında bir tartışma çıktığında Yahudiler “Çok yakında bir peygamber gelecek ve biz ona uyacağız, onun yardımıyla tıpkı Âd ve İrem kavimleri gibi sizi yok edeceğiz!” diyorlardı[603]. Yahudiler daha seviyeli ve kültürlü olduğundan cahil putperestler onlara büyük insanlar gözüyle bakıyor, ister istemez saygı duyuyor ve onların bu konudaki sözlerine ciddiyetle inanıyorlardı. Onların inandığını ve bu nedenle de kendilerinden çekinerek saygılı davrandığını gören Yahudiler bu tehdidi birkaç kez tekrarlayıp ciddi şekilde gündeme getirmişi, bu da Evs ve Hazrec kabilesinin bir peygamberin zuhurunu beklemesine yol açmıştı. İşte bu nedenle Yesrib’de Hz. Resulullah’ın (s.a.a) zuhuruna zemin hazırlayan olumlu bir zihniyet kendiliğinden gelişme halindeydi.

2- Yıllar öncesinden başlayarak Evs’le Hazrec kabileleri arasında çok kanlı savaşlar yaşanmıştı, bunların sonuncusu Boas savaşıydı. Bu çatışmalar her iki tarafa da ağır kayıp ve zayiatlar verdiğinden ikisini de bıktırmış, bir çözüm ve barış yolu arar hale gelmişlerdi. Ancak, onları barıştırabilecek tarafsız ve güvenilir biri yoktu aralarında. Hazrec kabilesinin büyüklerinden olan Abdullah b. Ubey Boas savaşına katılmayarak tarafsızlığını göstermişti, şimdi tarafları barıştırıp her iki kabilenin de reisliğine soyunacaktı. Bunun için ortam hazırdı artık[604]. Ne var ki Evs’le Hazrec’in Mekke’de Hz. Resulullah’la (s.a.a) yaptığı görüşme olayların seyrini değiştirecek, Abdullah b. Ubey de bu konumunu kaybedecekti.

Yesrib’in İlk Müslümanları

Yesrib halkı, Mekke’ye gidip gelen kervanlar vasıtasıyla Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bi’setinden, aleni tebliğin ilk günlerinden itibaren haberdar olmuştu. Bunlardan bazısı Mekke’de Hz. Resulullah’la (s.a.a) görüşerek Müslüman olmuş, ama çok geçmeden ölmüş veya öldürülmüş olduğundan[605] Yesrib’de başkalarının Müslümanlığına vesile olamamışlardı.

Bi’setin 11. yılında Hz. Peygamber (s.a.a) Hazrec büyüklerinden altısını hac mevsiminde Mina’da görecek ve onları İslam’a davet edecekti. Hazrecliler bunu duyunca kendi aralarında görüşüp “Yahudilerin yakında zuhur edecek diyerek bizi korkuttuğu peygamber işte bu olsa gerek! Biz Yahudilerden daha önce davranıp ona biat edelim!” dediler ve Müslüman oldular. İslam’ı kabul ettikten sonra Peygamber’e (s.a.a) “Bizim kavmimiz arasında şu anda çok kötü bir düşmanlık var” dediler, “Sürekli birbirimizle çekişip durmaktayız; umarız Yüce Allah senin elinle onlar arasında sevgi bağı oluşturur. Bizler şimdi Yesrib’e dönüp halkımızı İslam’a davet edeceğiz; onlar da bize katılırsa artık bizim büyüğümüz sen olursun!”

Bu grup Yesrib’e döndükten sonra halkı İslam’a davet etti; çok geçmeden İslam dini bütün Yesrib’de konuşulmaya başlamış, günün konusu olmuştu. Artık Hz. Muhammed’le (s.a.a) onun dininin konuşulmadığı bir tek ev yoktu bu şehirde[606]

İlk Akabe Biatı

Bi’setin 12. yılında Yesrib’den gelen 12 kişi Mina’nın akabesinde[607] Hz. Resulullah’a (s.a.a)biat ettiler[608]. Bu grubun onu Hazreç’ten ikisi de Evs’tendi ve bu da artık aralarındaki düşmanlığa son verdiklerini ve İslam sancağı altında omuz omuza verip birleşeceklerini gösteriyordu.

Artık Allah’a şirk koşmayacaklarına, hırsızlık yapmayacaklarına, zina etmeyeceklerine, evlatlarını öldürmeyeceklerine, birbirlerine iftira -zina iftirası-atmayacaklarına ve iyi işlerde Resulullah’ın (s.a.a) emrinden çıkmayacaklarına dair biatleştiler.[609]

Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu biatlerine sadık kalmaları halinde onların ödüllendirileceğini buyurarak cennetle müjdeledi[610]. Hac  mevsiminden sonra Yesrib’e dönen bu grup, Hz. Muhammed’den (s.a.a) Yesrib halkına Kur’an’ı ve İslam’ı öğretecek birini göndermesini istedi. Hazret bu rica üzerine onlara Mus’ab b. Umeyr’i gönderdi[611]. Mus’ab’ın etkili çalışmaları sonucu Yesrib’deki Müslümanların sayısı hızla artmaya başlayacaktı.

Mekke’de ileri gelenlerle eşraf İslam dinine karşı çıkmış, gençlerle fakir kesim bu dine daha fazla rağbet göstermişken Yesrib’de bunun tam tersi oldu ve önce toplumun ileri gelenleri Müslümanlığı kabul etti, doğal olarak halk da onlara uymuş ve böylece bu şehirde İslam hızla yayılabilmiştir.

İkinci Akabe Biati

Bi’setin 13. yılında onbiri Evs’den, gerisi Hazrec’den ve ikisi de kadın olan 75 Yesribli[612] hac mevsiminde Mekke’ye geldi ve Zilhicce’nin 12’sinde Mina akabesinin eteklerinde gece vakti gizlice Hz. Resulullah’la (s.a.a) buluşarak ikinci Akabe biatinde bulundular. Bu antlaşma gereğince; Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Yesrib’e hicret etmesi halinde onu tıpkı ailelerinin bir ferdi gibi himayet edip koruyacaklarına ve onunla savaşanlarla savaşacaklarına söz vermişlerdi. Bu askeri niteliği nedeniyle ikinci Akabe antlaşmasına “biat’ul harb” de denilmiştir.

Bu antlaşmadan sonra, Hz. Resulullah (s.a.a) hicret edinceye kadar Yesrib’in idaresiyle ilgilenmeleri için Hz. Peygamber’in (s.a.a) emriyle aralarından oniki temsilci -nakib- belirlediler[613], bu bir nevi şehri yönetecek olan merkezî şurâydı. Bu tedbir ve uygulama Hz. Resulullah’ın (s.a.a) fevkalade düzenli, disiplinli ve teşkilatlı bir çalışma yaptığını ve elindeki güçleri azami teşkilatlandırdığını göstermesi bakımından ilginçtir.

Yesrib’e Hicret Başlıyor

Hz. Resulullah’la (s.a.a) Yesriblilerin bütün tedbirlerine rağmen Kureyşliler bu antlaşmayı öğrenmişti; bu nedenle de o hazretle biatleşenleri yakalamak için harekete geçtiler. Ancak Yesribliler daha önce davranarak süratle Mekke’yi terk etmiş, antlaşmayı imzalayanlardan sadece bir kişiyi yakalayabilmişlerdi.

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) kendisine yeni taraftarlar ve Yesrib’de güçlü bir üs kazanmış olduğunu anlayan Kureyşliler, Yesrib grubu Mekke’den ayrıldıktan sonra Müslümanlara uyguladıkları baskıları artırdılar, Müslümanlara sürekli kötü sözler söyleyip küfrediyor, ellerinden geldiğince eziyette bulunuyorlardı. Mekke’de durum bir kez daha, Habeşistan hicretinden önceki dayanılmaz hale dönmüştü.[614]

Bu nedenle Hz. Resulullah (s.a.a) Müslümanların Yesrib’e hicret etmesine izin vererek “Yesrib’e gidin, Rabbim orada size kardeşler hazırlamış, orayı sizin için güvenli kılmıştır” buyurdu[615]. Müslümanlar Zilhicce’nin ortalarından Sefer ayının sonlarına kadarki 2,5aylık süre zarfında Kureyşlilerin çıkardığı bütün engellere rağmen tedricen Yesrib’e göçtüler[616], böylece Mekke’de Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali (a.s), Ebubekir ve birkaç kişiden başka Müslüman kalmadı. Mekke’den Yesrib’e hicret eden Müslümanlar “muhacir”, Hz. Peygamber’e (s.a.a) yardımcı olan Müslümanlar da “ensar” olarak İslam tarihine geçmiş oldu.

Peygamber’i (s.a.a) Terör Komplosu

Mekke’deki Müslümanların burayı terkederek Yesrib’e yerleştiğini gören Kureyşliler bu şehrin Hz. Peygamber’le (s.a.a) yarenleri için sağlam bir üsse dönüştüğünü ve Yesriblilerin İslam düşmanlarıyla savaşmaya hazır olduğunu anladılar. Bu durumda Hz. Muhammed’in (s.a.a) hicret edip onlara katılması kendileri için çok tehlikeli olabilirdi, akla ilk gelen tehlikeler şunlardı:

1- Müslümanlar artık onların etki alanının dışına çıkmış olacaktı, çünkü Yesrib kendi başına bağımsız bir şehirdi ve Kureyşlilerin orada hiçbir yaptırım gücü yoktu. Bu yeni vaziyet, Kureyş’in olayları önceden tahmin etme ve gerekli müdahalelerde bulunma şansını elinden almış oluyordu.

2- Yesribliler Peygamber’le (s.a.a) savaş antlaşması imzaladıklarından Resulullah (s.a.a) intikam için onların yardımıyla Mekke’ye saldırabilirdi[617].

3- Savaş ihtimali sıfırlansa bile yine büyük bir tehlike vardı: Yesrib, Kureyşli tüccarlar için çok kârlı bir pazardı, bu pazarın kaybedilmesi Kureyşliler için çok büyük bir ekonomik kayıp olacaktı.

4- Yesrib; Mekke-Şam ticaret yolu üzerinde yer alıyordu, Müslümanlar kolaylıkla bu yolun güvenliğini bozup Kureyşlilerin ticaretini engelleyebilirdi.

Bütün bu ihtimaller Kureyşlileri şiddetle tedirgin etmedeydi, bu nedenle Kusayy’den yadigar kalan Kureyş’in müşavere merkezi “Dâr’unnedve” de toplanan Kureyş büyükleri bu duruma etkili bir çözüm yolu aramaya başladılar.

Bazıları Hz. Muhammed’in (s.a.a) ya sürgüne gönderilmesini ya da hapsedilmesini önerdiler; ama öne sürülen delillerle bu iki öneri reddedildi. Sonunda, Hz. Peygamber’i (s.a.a) öldürmeye karar verdiler; ama onu ödürmek kolay bir iş değildi, Haşimoğulları onun öldürülmesine sessiz kalmaz, kan davasına girişirdi. Bu nedenle her kabileden bir genci silahlandırıp bir gece yarısı hep birlikte Hz. Muhammed’i (s.a.a) öldürme konusunda anlaştılar, böylece Haşimoğulları da kan davasına girişmezdi. Çünkü katil bir kişi değil, bütün kabilelerden seçilen birçok kişi olacaktı. Haşimoğulları onca kabileyle savaşacak güce sahip olmadığına göre kan parası -diyet- almayı kabul etmek zorunda kalacak, böylece mesele kapanmış olacaktı. Bu plan, tam Kureyş’in istediği gibiydi, terör planını uygulamak için Rebi’ül evvel ayının ilk gecesini seçtiler…Kur’an, bu terör komplosunu şöyle anlatır:

“Hatırla; hani kafirler seni hapse atmak ya da öldürmek veya Mekke’den sürmek için plan yapıyorlardı; onlar bu planı yaparken Allah da bir plan yapmadaydı, Allah plân kurucuların en hayırlısıdır.”[618]

Peygamber’in (s.a.a) Hicreti

Hz. Resulullah (s.a.a) Dar’unnedve kompmlosundan vahiy yoluyla haberdar edildi ve Yüce Allah ona Mekke’den ayrılmasını emretti. Hz. Resulullah (s.a.a) konuyu Hz. Ali’ye (a.s) açarak “Bu gece benim yatağımda yat ve yeşil renkli Yemen örtümü üzerine çek!” buyurdu. Hz. Ali (a.s) hiç tereddüt etmeden bu görevi kabullendi.

Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) aynı gece Ebubekir’le birlikte, Yesrib yolunun tersi istikametinde, Mekke’nin güneyinde bulunan Sur Mağarası’na doğru yola çıktı. Kureyşin kendilerini bulmaktan ümidi kesip geri dönmesi ve yolun güvenli olması için üç gün bu mağarada bekledi. Kur’an’da o sırada Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yardımcısız ve yalnız kaldığı, yanında bir kişiden başka kimsenin olmadığı, onun da korkuya kapılmış olduğu ama Kureyşliler bütün güçlerini seferber ettiği halde Allah’ın izniyle Peygamber’i (s.a.a) ele giçiremediği anlatılır ve şöyle buyrulur:

“Siz ona yardım etmezseniz, Allah ona yardım etmiştir. Hani kafirler ikiden biri olarak -yanında birisiyle- onu Mekke’den çıkarmışlardı. İkisi mağarada iken o, arkadaşına “Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir” diyordu; Allah ona -peygambere- güvenlik ve huzur duygusu vermişti, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, kafirlerin sözünü -peygamberi öldürecekleri yolundaki konuşmalarını- alçaltmıştı (yenilgiyle sonuçlandırmıştı), Allah’ın sözü -peygamberi destekleyeceği yolundaki sözü- ise üstün ve yüce olandır ve Allah hüküm ve hikmet sahibidir.”[619]

Büyük Fedakârlık

O gece Hz. Ali (a.s) Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yatağında yattı. Kureyşin silahlı katilleri Hz. Muhammed’in (s.a.a) evini sarmıştı. Tan yeri ağarırken yalın kılıç evi bastıklarında Hz. Ali (a.s) ok gibi yatağından kalkıp karşılarına dikildi! O lâhzaya kadar plânlarının çok iyi yürüdüğünü zanneden Kureyşliler karşılarında Ali’yi (a.s) görünce ne yapacaklarını şaşırdılar, kendilerini toparlar toparlamaz öfkeyle Hz. Ali’ye (a.s) saldırdılar, ama o da kılıcını çekince onunla vuruşmayı göze alamadılar. Hz. Ali (a.s) Kureyşlilerin bütün baskılarına rağmen Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yerini söylemedi[620]

O gece Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yatağında yatan kimsenin hayatta kalma ihtimali sıfırdı. Ama daha önce Ebu Talib Vadisi’nde defalarca bunu yapmış olan Hz. Ali (a.s), çok sevdiği Hz. Resulullah’ın (s.a.a) kurtulması için yine onun yerinde yatmakta zerrece tereddüt etmemiş, o hazretin uğruna gözünü kırpmadan ölüme atılmıştı. Allah Teala onun bu fedakarlığını Kur’an’da şöyle anlatır:

“- Resulullah’ın (s.a.a) kurtulması için onun yatağında yatıp ölümü göze alan Ali (a.s) gibi -bazı insanlar Allah’ın rızasını kazanabilmek için canlarını satarlar; Allah, kullarına karşı pek şefkatli olandır![621]

Müfessirlerle muhaddisler bu ayetin, “Leyle’t-il Mebit” gecesi Hz. Ali’nin (a.s) gösterdiği büyük fedakarlık münasebetiyle nazil olduğunu yazmışlardır[622]

Hz. Ali (a.s) Kureyşin komplosunu anlattığı bir konuşmasında kendisinin o geceki tehlikeli durumunu şöyle tarif eder:

“Peygamber-i Ekrem (s.a.a) o gece yatağına benim yatmamı ve canımı ona siper etmemi istedi, hiç tereddüt etmeden bu görevi kabullendim, onun uğrunda öldürülmek benim için mutluluktu! Peygamber (s.a.a) yola çıktı, ben de onun yerine geçip yatağına yattım. Kureyş silahşörleri Hz. Muhammed’i (s.a.a) öldüreceklerinden emin bir şekilde içeriye hücum ettiler, onlar içeri girer girmez elimde kılıçla yerimden fırlayıp karşılarına dikildim, kendimi savundum; Rabbim bilir ya, insanlar da sonradan öğrenip haberdar oldu bundan…”[623]

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Kuba’ya Varışı

Hz. Resulullah (s.a.a) Mekke’den hicret etmeden önce insanların yanına bırakmış olduğu emanetleri Hz. Ali’ye (a.s) verip bunları sahiplerine teslim etmesini istemiş[624], bu işleri bitirdikten sonra, kızı Hz. Fatımâ (a.s) ve Haşimoğullarından o güne kadar Yesrib’e hicret imkanı bulamayan birkaç kadınla erkeği Yesrib’e ulaştırmasını tembihlemişti[625]

Hz. Muhammed (s.a.a) bi’setin 14. yılı Rebi’ülevvel’inin 4. günü Sevr Mağarası’ndan Yesrib’e doğru hareket etti[626] ve 8 gün sonra, aynı ayın 12. günü Yesrib yakınlarında Amr bin Avfoğulları’nın yerleşim bölgesi olan “Kuba” mıntıkasına ulaş[627]. Hz. Ali’yle (a.s) beraberindekilerin gelmesini beklerken[628] bu birkaç gün zarfında burada bir cami inşa etti[629].

Hz. Ali (a.s) Hz. Resulullah’ın (s.a.a) hicretinden sonra Mekke’de 3 gün kalarak kendisine verilen görevleri yerine getirdi[630] ve aralarından, annesi Fatıma binti Esed, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) kızı Fatıma (a.s), Zübeyir bin Abdulmuttalib’in kızı Fatıma’yı beraberindeki iki kişiyle birlikte yanına alarak Yesrib’e doğru yola çıktı ve Kuba’da Hz. Muhammed’e (s.a.a) kavuştu[631]

Hz. Peygamber’in (s.a.a) Yesrib’e Girişi

Hz. Ali (a.s) Kuba’ya varınca Hz. Resulullah (s.a.a) Abdulmuttalib’in anne akrabaları olan Neccaroğulları’ndan bir grupla birlikte Yesrib’e doğru yola çıktı, ilk Cuma namazını bu güzergah üzerinde Salim bin Avfoğulları kabilesinin mahallesinde kıldı. Şehre girdiğinde Yesrib halkı çok büyük bir coşku ve sevinçle karşıladı Peygamber’i (s.a.a) Kabile reisleri ve şehrin büyükleri devesinin yularına asılmış, onu misafir edebilmek için adeta yarışıyorlardı. Hz. Muhammed (s.a.a) “deveyi kendi haline bırakın, o görevlendirilmiştir!” buyurdu, “o nerede durursa orada ineceğim!”

Böylece Hz. Resulullah (s.a.a) tıpkı Hacerü’l-Esved’i yerine yerleştirirken gösterdiği tedbire başvurmuş, daha sonra bazı sorunlara sebep olmaması için belli bir kabile veya aileyi tercih etmekten özellikle kaçınmıştır.

Sonunda Resulullah’ın (s.a.a) devesi, Neccaroğulları Mahallesinde Ebu Eyyub Ensari (Hâlid bin Zeyd-i Hazreci)nin evi yakınında iki yetime ait bir arazide yere çöktü; daha sonra bu arazi, yetimlerden satın alınarak buraya Mescid-i Nebi inşa edilecekti). Etrafını saran kalabalık, hazreti misafir etmek için yarışırken Ebu Eyyub hemen Hz. Resulullah’ın (s.a.a) eşyalarını alıp kendi evine taşıdı. Mescid-i Nebi ve onun bitişiğinde hazret için bir oda inşa edilinceye kadar Resulullah (s.a.a) Ebu Eyyub’un evinde kaldı[632]

Hicrî Takvimin Başlangıcı

İslam’ın ilerleyip yayılmasında hicret, çok önemli bir dönüm noktası ve köklü değişimlerin kaynağı olmuştur. Çünkü bu sayede Müslümanlar baskı ve hafakan ortamından kurtulup hür bir atmosfere kavuşmuş, belli bir yerde hür bir şekilde bir araya gelebilmişlerdi. O şartlar altında çok büyük bir başarıydı bu. Hicret gerçekleşmeseydi İslam Mekke’de boğulup kalacak, asla gelişip yayılma imkanı bulamayacaktı. Hicretten sonra Müslümanlar siyasi ve askeri bir teşkilata sahip olmuş, böylece yüce İslam dini Arap Yarımadasına yayılabilmiştir.

Bu esasa binaen “hicret” İslam’ın ve Müslümanların tarih başlangıcı ve takvimi oldu.

Hicreti İslam takviminin başlangıcı yapan ve bu takvimin temelini ilk atan kimdi? Bu tarih, ne zamandan itibaren resmiyet bulup yaygınlık kazandı? İslam tarihçileri arasındaki yaygın görüşe göre bunu ilk başlatanın Hattaboğlu Ömer olduğu ve Resulullah’ın (s.a.a) sahabelerine danışarak bu kararı verdiği söylenir[633] Ancak, İslam tarihi üzerinde etraflıca incelmemelerde bulunan araştırmacıların çalışmaları bu tarihin temelini, bizzat Hz. Resulullah’ın (s.a.a) atmış olduğunu göstermektedir. Büyük İslam tarihçileri, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Rebiulevvel ayında Yesrib’e hicret ettikten sonra bu aydan itibaren tarih düşmelerini ve takvim başlatmalarını emrettiğini yazarlar[634]. Bunun en önemli şahidi tarihi kaynaklarda kayıtlı bulunan belgeler, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) mektupları, yazışmaları ve senetlerdir; bu belgelerin yazılış tarihleri, hicretin başlangıcına göre atılmıştır. İki örnek verelim:

1- Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Mogna Yahudileriyle imzaladığı ahitnamenin sonunda şu ibare kayıtlıdır: “…bu ahitnameyi Ebu Taliboğlu Ali 9. yılda yazdı…[635]

2- Necran Hıristiyanlarıyla imzalanan antlaşmada şu ibare yer alır: “…Ali’ye bu ahitnameyi şöyle yazmasını emretti: “Bu antlaşma, hicretin 5. yılı yazılmıştır”[636]

Bazı karineler, hicretin 5. yılına kadar olayların hicret esas alınarak ay hesabıyla kaydedildiğini göstermektedir. Mesela:

1- Ebu Said Hudri der ki: “…Ramazan orucu, kıblenin değişmesinden bir ay sonra, hicretin 18. ayında farz edildi”[637]

2- Süfyan bin Halid’le savaşmaya gönderilen ordunun komutanı Abdullah bin Uneys şöyle der: “… Hicretin 50. ayında, 5 Muharrem Pazartesi günü Medine’den yola çıktım…”[638]

3- Muhammed bin Mesleme, Kurta kabilesiyle yapılan[639] savaş hakkında şöyle der: “…Muharrem’in onunda Medine’den çıktım; 19 gün ayrılıktan sonra, hicretin 55. yılında, Muharrem’in son gecesinde Medine’ye döndüm…”[640]

Bütün bu belgelerden de kolayca anlaşılacağı üzere hicri takvimin temelini atan kimse bizzat Hz. Resulullah’ın (s.a.a) kendisidir[641]. Ömer’in halifeliği sırasında bazı olayların vuku zamanıyla bazı dökümanlar ve alacak senetlerinin tarihi konusunda birkaç kez ihtilaf yaşandığından[642], hicretin 16. yılında bunu yazılı olarak resmileştirmiş ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Medine’ye giriş tarihi olan Rebiülevvel ayı yerine Muharrem ayını hicri yılın sayımında başlangıç almıştır[643]

-*-

2. Fasıl

 

 

RESULULLAH’IN (s.a.a) MEDİNE’DEKİ KÖKLÜ GİRİŞİMLERİ

Cami İnşası

Hz. Resulullah (s.a.a) Yesrib’e yerleştikten sonra[644] Müslümanların eğitim ve öğretim merkezi olarak kullanılmak, Cuma ve cemaat namazlarını eda edebilmek amacıyla burada bir cami yapılmasına karar verdi. Bu amaçla, Yesrib’e girdiğinde devesinin ilk çöktüğü yer olan ve iki yetimin mülkünde bulunan arsayı onların vekilinden satın alarak Müslüman cemaatin yardımıyla burada bir cami inşa etti[645]. Bu cami hâlâ Resulullah’ın (s.a.a) mübarek adını taşımakta ve buraya “Mescid’ünnebi” denilmektedir. Hz. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hicretten sonra yaptığı ilk sosyal girişimdi bu… Caminin inşası tamamlandıktan sonra bitişiğinde, Hz. Resulullah’la (s.a.a) eşlerinin kalması için de iki küçük oda yapıldı[646] ve hazret, Ebu Eyyub’un evinden buraya taşınarak ömrünün sonuna kadar bu odacıkta yaşamını sürdürdü[647].

Ashab-ı Suffe (Suffa Ehli)

Mekke Müslümanları Yesrib’e hicret ettikten sonra ensar, muhacir Müslümanlara kendi evlerinde yer vermiş, ellerinden geldiğince onların geçimlerine yardımcı olmuşlardı[648].

Her bakımdan mahrumiyet içinde olan kimsesiz ve pek fakir Müslümanların geçici olarak yerleşmesi için de caminin arka duvarına bitişik çardak gibi bir sofa yapılmış, bu yüzden de buradaki Müslümanlara sofa ehli anlamında “Ashab-ı Suffe” denilmişti.

Hz. Resulullah (s.a.a) onların durumuyla yakından ilgileniyor, gücü yettiğince yiyecek gönderiyor, ensarın zenginlerini de buna teşvik ediyordu. Serdengeçti, imanlı ve pek faziletli olan bu Müslümanlar İslam tarihine “Ashab-ı Suffe” adıyla geçmiştir[649]

Medine’ye gelen bir yabancının burada tanıdığı biri ve kalacak yeri yoksa onlara katılırdı.

Bu grubun sayısı sabit değildi; kendisine kalacak bir yer bulup bir mekân edinebilenler gidiyor, kimi zaman da yenileri gelip onlara katılıyordu[650] .

Genel Ahitname (Medine Sözleşmesi)

Hz. Resulullah (s.a.a) Medine’ye yerleştikten sonra halkın sosyal durumuna bir çeki düzen verilmesi gerektiğini gördü. Uzun vadeli hedeflerin gerçekleştirilebilmesi için şehrin huzur ve asayiş içinde olması gerekiyordu, hâlbuki o günün Medine’sinin nüfus yapısı çok uyumsuz ve karmaydı. Şehirdeki Araplar iki büyük kabile olan Evs’le Hazrec’den birine bağlıydı, ama şehirde ve çevresinde yaşayan ve Araplarla sürekli ilişkileri olan Yahudiler de vardı. Şimdi Mekke Müslümanları da bu karma nüfusa eklenmişti… Bu durum ileride bazı sorunlara yol açabilirdi. Bu nedenle Hz. Resulullah (s.a.a)’ın önerisiyle İslam tarihine “ilk anayasa” ya da “İslam tarihinin en büyük sözleşmesi” olarak geçecek olan bir ahitname yazıldı. Bu sözleşme, Yesrib’de yaşayan çeşitli grupların haklarını belirliyor, hepsinin bir arada barış ve güvenlik içinde yaşamasını, asayişi, düzeni ve adaleti sağlıyor; her nevi anarşi ve kargaşayı engelliyordu. Medine sözleşmesinin önemli bazı maddeleri şunlardı:

1- Müslümanlarla Yahudiler[651]  tek ümmet sayılır.

2- Müslümanlarla Yahudiler kendi dinlerine göre yaşamakta serbesttirler.

3- Kureyşli Müslümanların İslam’dan önceki diyet ödeme geleneği geçerlidir; onlardan biri esir düşecek veya birini öldürecek olursa âdil bir şekilde ve müminler arasındaki örfe uygun olarak birbiriyle yardımlaşıp esirin fidyesini ödeyerek onu serbest bırakacak veya maktulün kan parasını temin edeceklerdir.

4- Ensar kabilelerinden Amr bin Avfoğullarıyla diğer boylar için de aynı fidye ve diyet usulü geçerlidir.

5- Kimsenin izni dışında onun kölesine, evladına veya diğer aile fertlerine sığınma verilemez.

6- Bu sözleşmeyi imzalayanlar Medine’nin savunmasında işbirliği yapacaktır.

7- Medine kutsal bir şehirdir, bu şehirde kan dökmek haramdır.

8- Bu işbirliğini imzalayanlar arasında çıkacak her nevi anlaşmazlığın giderilmesi için başvurulacak merci Muhammed’dir (s.a.a)[652]

Olayların akışı, Hz. Peygamber’in (s.a.a) Medine’ye girdiği ilk aylarda imzalanmış olan bu sözleşmenin[653] şehrin asayişini sağlamada etkili olduğunu göstermektedir. Nitekim hicretin 2. yılına, yani Bedir Savaşından sonra Kaynukaoğulları kabilesinin fitneye sebep olması sonucu bu kabileyle yapılan savaşa kadar tarihi kaynaklar Medine’de hiçbir kargaşa ve ciddi bir anlaşmazlık kaydetmiş değildir.

Muhacirlerle Ensar Arasında Kardeşlik Sözleşmesi

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) hicretin ilk yılında yaptığı bir başka önemli sosyal girişim de[654] muhacirlerle ensar arasında kardeşlik akdini sağlamasıydı. Bu iki Müslüman grup arasında ırk ve meslek farklılıkları nedeniyle geçmişte yaşanan bir rekabet vardı. Çünkü ensar, Yemen’den gelen güney göçmenleriydi ve Kahtani ırkındandı, muhacirlerse kuzey Araplarıydı ve Adnan soyundan geliyordu; cahiliyet döneminde Kahtan Araplarıyla Adnan Arapları arasında çok ciddi bir soy-sop rekabeti vardı.

Diğer taraftan ensar tarım ve çiftçilikle uğraşıyordu, Mekke Arapları ise tüccardı ve çiftçiliği ikinci sınıf bir meslek olarak görüp çiftçileri aşağılıyorlardı. Dahası bu iki grup çok farklı iki iklimin insanlarıydı; şimdi İslam sancağı altında bir araya gelip din kardeşi olmuş[655] ve birlikte aynı ortamda -Medine’de yaşamaya başlamışlardı. Geçmişteki kültür ve inanç artıklarının, taraflardan birinde kıvılcım bulması ve eski düşmanlıkların tekrar alevlenmesi mümkündü. Bu nedenle Hz. Resulullah (s.a.a) muhacirlerden her birini, ensardan biriyle kardeş ilan etti[656] kendisi de Hz. Ali’yle (a.s) kardeş oldu[657]

Ensarla muhacir arasındaki bu kardeşlikte, her ikisinin de iman ve fazilette birbirine yakın olması esas alınıyordu[658]nitekim ikisi de muhacir olduğu halde Hz. Resulullah’la (s.a.a) Hz. Ali’nin (a.s) kardeş olması da bu esasa dayanmaktaydı.

Bu sözleşme muhacirle ensar arasındaki dayanışmayı arttırdı, ensar şimdi muhacirlere eskisinden çok daha fazla maddi destekte bulunuyordu. Nitekim Neziroğulları’yla yapılan savaşta ensar, ganimetten kendi paylarına düşeni muhacirlere vermiştir[659]. Ensar’ın samimi yardımları ve onları dostça ağırlaması Hz. Resulullah’ın (s.a.a) huzurunda muhacirlerin takdir ve teşekkür duygularını dile getirmesine yol açacaktır[660]Allah Teala Ensar’ın bu samimi fedakârlığını şöyle över:

“…Bu ganimetler hicret eden fakirleredir ki, onlar Allah’tan bir fazl -lütuf ve ihsan- arayıp Allah’a ve O’nun Resulüne yardım ederlerken yurtlarından ve mülklerinden sürülüp çıkarılmışlardır. İşte bunlar, sadık olanlar bunlardır. Kendilerinden önce o yurdu -Medine’yi- hazırlayıp imanı gönüllerine yerleştirenler ise, kendilerine hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı da içlerinde bir ihtiyaç arzusu duymazlar. Kendilerinin ihtiyacı olsa bile kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimri ve bencil tutkularından korunmuşsa, işte onlar, kurtuluşu bulanlardır”[661]

Çölde yaşayan bedevilerin çok belirgin iki özelliği vardı: Bunlardan biri, kabileleri içindeki akrabalarını ve yakınlarını kollayıp gözetmek, onları desteklemekti. Hz. Resulullah (s.a.a) onların bu vasıf ve huylarını İslam vahdeti ve Müslümanlar arasında dayanışma yolunda yönlendirdi; ensarın muhacirlerle samimi dayanışması ve onları kendilerine tercih edecek kadar fedakârlık göstermesi bunun bariz bir örneğidir. Bir diğer özellikleriyse yabancılara sert davranmaları ve savaşmalarıydı; Hz. Peygamber (s.a.a) bu psikolojik yapıyı da İslam düşmanlarıyla savaşma ve onların saldırılarına karşı koyma cihetinde yönlendirdi[662]

Üç Yahudi Kabilesiyle Saldırmazlık Antlaşması

Hz. Resulullah (s.a.a) Evs’le Hazrec kabilesine ilaveten bu kabileden olan Yahudilerin de katıldığı genel Medine sözleşmesinden başka; bu şehirdeki üç Yahudi kabilesi Kaynukaoğulları, Neziroğulları ve Kurayzaoğullarıyla da ayrı ayrı bir saldırmazlık antlaşması imzaladı. Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi bu üç kabile Medine ve çevresinde yaşamaktaydı[663] Sözkonusu antlaşmalarda Yahudiler şu taahhütlerde bulundular:

1- Müslümanların düşmanlarıyla işbirliğinde bulunmayacak, onlara silah, savaş teçhizatı ve binek vermeyeceklerdi.

2- Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar aleyhine hiçbir girişimde bulunmayacak, gizli veya aşikâr, dilleri veya elleriyle onlara zarar vermeyeceklerdi.

3- Bu antlaşmaya aykırı davranmaları halinde Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) onları dilediği gibi cezalandırma hakkına sahipti: Hepsini öldürebilir, kadınlarını ve çocuklarını esir edebilir, mallarına mülklerine el koyabilirdi. Bu antlaşmayı sırasıyla her üç Yahudi kabilesinin reisleri Muhayrik, Huyyay bin Ahtab ve Ka’b bin Esed imzaladı[664]. Muhtemelen o günlerde Yahudiler Müslümanlardan yana bir tehlike duymadıkları veya tarafsızlığın kendi yararlarına olacağını düşünüp Müslümanların hezimete uğraması için diğer düşmanlarının yeterli olacağını sanarak böyle bir antlaşmaya bizzat önayak olmuşlardı[665].

Evet, bu antlaşma ve yeni düzenlemeler sayesinde Medine’yle etrafında asayiş ve güvenlik sağlanmış, Resulullah’ın (s.a.a) gönlü muhtemel bir kargaşa ve anarşiden yana rahatlamıştı. Şimdi sıra, Kureyş tehlikesine karşı gerekli tedbirlerin alınmasına ve yeni bir toplum yaratma yolunda gerekli hazırlıkları başlatmaya gelmişti.

Münafıklar

Medine’de önceden var olan Yahudilerden başka, Resulullah’ın (s.a.a) hicretinden sonra oluşan yeni bir grup türemişti: Münafıklar!

Bunlar, Kur’an’ın onlara verdiği addı…

Bunlar, Müslüman olmuş gibi görünen ama gerçekte kimi halâ putperest[666] kimi de Yahudi olanlardı[667]

Bu güruh, İslam’ın günden güne güçlendiğini görmüş, onunla açıkça savaşabilecek güçleri olmadığından İslam’ı kabullenmiş gibi görünerek Müslümanların arasına sızmıştı. Münafıklar Yahudilerle gizlice elele verip Müslümanların aleyhine oyunlar tertipliyorlardı.

Münafıklar güruhunun başında Abdullah b. Ubeyy vardı… Daha önceki bahislerimizde hatırlattığımız üzere bu adam Yesrib’in yönetimini ele geçirmeye hazırlanıyordu, bunun için gerekli ortam da oluşmuştu; ama Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Yesrib’de siyasi otoriteyi ele geçirmesiyle birlikte bütün plânları suya düşen Abdullah b. Ubeyy, Hz. Resulullah’a (s.a.a) içinden büyük bir kin besleyerek düşman olmuştur[668]

Münafıkların çok yıkıcı bir rolü vardı. O kadar ki, Kur’an’da Bakara, Âl-i İmran, Tevbe, Nisa, Maide, Enfal, Ankebut, Ahzab, Fetih, Hadid, Münafıkun, Haşr ve Tahrim gibi birçok surede bu güruhtan sözedilmektedir. Resulullah’ın (s.a.a) bunlarla mücadelesi, Yahudilerle müşriklere karşı verdiği mücadeleden daha zordu, çünkü  halka kendilerini Müslüman gösteriyor, İslam’ın zahir hükmü gereğince de Hz. Peygamber (s.a.a) onlarla savaşamıyordu. Hicretin 9. yılında Abdullah b. Ubeyy’in ölümüne kadar bu güruhun İslam aleyhine başlattığı teşkilatlı ve hizipçi faaliyetler sürmüş[669], onun ölümünden sonra gücünü kaybederek ancak bireysel bazlarda devam etmiştir.

-*-

3. Fasıl

 

 

YAHUDİLERİN KOMPLOLARI

Yahudilerin Baltalama ve Engelleme Girişimleri

Tıpkı Hıristiyanlar gibi Yahudiler de, ahir zaman peygamberinin çok yakında zuhur edeceğini biliyorlardı. Kur’an’ın tabiriyle Kitap Ehli Hz. Resulullah’ı (s.a.a) kendi çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyor[670], Tevrat’la İncil’de okumuş oldukları bütün özellik ve işaretlerin onda olduğunu görüyorlardı.[671] Binaenaleyh onların Evs’le Hazrec’den çok daha önce İslam’ı kabul etmesi bekleniyordu. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi, Evs ve Hazrec’in Müslüman olmalarının bir nedeni de bizzat Yahudilerin “ahir zaman peygamberinin çok yakında zuhur edeceği” yolundaki tehditvâri kehanetleriydi. Ama İslam peygamberi (s.a.a) zuhur ettiğinde Yahudilerden sadece birkaç kişi ona iman etmişti. Yahudiler hicretin başlarında dinlerini korumuş, ama Müslümanlarla da normal bir ilişki sürdürmüşlerdir; bunun en bariz delili Hz. Peygamber’le (s.a.a) imzaladıkları saldırmazlık antlaşmasıydı. Ancak ahitlerini çiğneyip bu davranışlarını değiştirmeleri uzun sürmedi. Hz. Resulullah (s.a.a) hakkında kendi kitaplarında geçen nişâne ve vasıfları inkar etmeye veya değiştirmeye başlayarak “Muhammed’in (s.a.a) vasıflarını kendi kitaplarımızda bulamadık, geleceğini söylediğimiz peygamberin vasıfları bu değil!” dediler.[672] Bunun üzerine ayet nazil olacak ve Kur’an onların bu davranışını şöyle eleştirecekti:

“Allah katından yanlarında olanı (Tevrat’ı)doğrulayıcı bir kitap geldiği zaman -ki bundan önce, küfredenlere karşı fetih istiyorlardı- işte, bilip tanıdıkları, -Hz. Muhammed (s.a.a) gelince onu inkâr ettiler. Artık Allah’ın laneti kâfirlerin üzerinedir”[673]

Yahudiler çeşitli yollarla Hz. Muhammed’in (s.a.a) çalışmalarını baltalayıp engellemekteydi, bunlardan birkaçını sıralayalım:

1- Mantıksız isteklerde bulunuyor, mesela “gökten bizim için yazılı bir mektup veya kitap insin!” diyorlardı[674]

2- Müslümanların zihnini bulandırmak için karmaşık ve çelişkili dini sorular soruyor, her defasında Hz. Resulullah’tan (s.a.a) net ve doğru cevaplar aldıkları halde bu taktiği tekrarlıyorlardı[675].

3- Müslümanların imanını zayıflatmak ve onları şüpheye düşürmek için aralarında anlaşıp birbirlerine şöyle diyorlardı: “Gidin, Müslümanlara inen şeye gündüz inanmış gibi görünün ama aynı gün akşama doğru artık inanmadığınızı söyleyerek kâfir olup geri dönün! Böylece, dinlerinden dönerler belki![676]

4- Müslümanlar arasında ihtilaf yaratmaya çalışıyorlardı. Mesela Şa’s b. Kays adlı bir Yahudi, Evs’le Hazrec arasındaki küllenmiş ihtilafları körüklüyor, bu iki kabileyi tekrar birbirine düşürebilmek için tahrikte bulunuyordu, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) tam zamanında duruma müdahale etmesiyle bu komplo etkisiz hale getirildi.[677]

Yahudilerin Muhalefetlerinin Nedeni

Yahudiler fevkalade çıkar düşkünü, hırslı[678], inatçı ve bahaneci bir kavimdi. Kur’an-ı Kerim Yahudilerle müşrikleri İslam’a en fazla kin duyan ve en çok düşmanlık besleyenler olarak tanıtır[679]. Çünkü bu iki grup asla akla ve mantığa uygun davranmıyor, tamamen kinci bir tavırla ellerinden gelen kötülüğü esirgemiyorlardı. Yahudilerin İslam’a bunca düşman olmasının başlıca nedenleri şunlardı:

1- Yahudiler aşırı ırkçı bir kavimdi, bu nedenle Hz. Muhammed’e (s.a.a) haset ediyor, ahir zaman peygamberinin Yahudi ırkından olmamasını hazmedemiyorlardı[680].

2- Yesrib’e İslam girmeden önce Yahudiler bu şehirde ekonomik ve sosyal açıdan çok iyi bir konumdaydılar; zanaat, tarım[681] ve faizcilik[682] yoluyla şehrin ekonomisini tamamen ele geçirmişlerdi. Diğer taraftan Evs’le Hazrec kabileleri arasındaki ihtilafları kullanarak onları zayıflatıyor; Kaynukaoğulları Hazrec’i; Neziroğullarıyla Kurayzaoğulları da Evs’i savunuyor gibi görünerek bu iki kabile arasındaki savaşları sürekli kızıştırıyorlardı[683]. Hicretten sonra Evs’le Hazrec kabilesinin İslam sancağı altında bir araya gelip birleştiğini ve İslam’ın gücünün günbegün arttığını görünce yakın bir gelecekte Müslümanların bölgenin kontrolünü ele geçirecek güce ulaşacağını, kendi güç ve konumlarını yitireceklerini anlamışlardı; bu ise Yahudiler için kabul edilemez bir şeydi.

3- Yahudi din adamları kendi kavimleri arasında çok yüksek bir prestije sahipti; avam kesimi onların her sözüne kayıtsız şartsız itaat ediyor, hatta onların kendi kitaplarına aykırı sözlerini bile körü körüne kabulleniyorlardı[684]

Bu hahamların bütün geliri, Yahudi halkın onlara “Tevrat’ın bekçileri” oldukları için verdikleri yüklü hediyelerle bağışlardan ibaretti. Yahudilerin Müslüman olması halinde bu değirmenin suyu kesilmiş olacaktı[685].

4- Yahudiler, Hz. Peygamber’e (s.a.a) vahiy getiren Cebrail’e düşmandılar[686] ve bunu bahane ederek Hz. Muhammed’e (s.a.a) muhalefette bulunuyorlardı.

5- Kur’an-ı Kerim Yahudilerin birçok inanç ve ameliyle, Tevrattaki bazı hükümleri batıl ve geçersiz ilan etmede[687], Yahudilerin birçok ibadet ve dini uygulama tarzlarını eleştirmedeydi[688]. Ancak bu konunun uzun bir geçmişi vardı, İslam’dan önce Kitap Ehli olanlar, kültür bakımından putperestlerden daha üstündü ve putperestler onlara büyük ve ayrıcalıklı insanlar gözüyle bakmada, saygı duymadaydı[689]. Binaenaleyh bu zihniyet ve bakış açısı, İslam’ın zuhurundan sonra da bir süre devam etti. Bu nedenle Medine Müslümanları bazen onlardan dinî konularda sorular soruyor, Yahudiler de Tevrat’ı Arapçaya çevirerek yorumlayıp onlara cevap veriyorlardı. Oysa onların dinî bilgileri genellikle eksik, yanlış ve tahrif edilmiş bilgilerdi. Bu nedenle de Hz. Peygamber (s.a.a) Müslümanlara, Kitap Ehli’nin sözlerini tasdiklememeleri tavsiyesinde bulunuyordu[690]. Nitekim bir gün Hattaboğlu Ömer’e “Canımı elinde tutan Rabbime yemin ederim ki, bizzat Musa da hayatta olsaydı, bana itaat ederdi şimdi!” buyurmuştur[691]. Bu tür meseleler Yahudileri çok öfkelendiriyor, düşmanlıklarını artırıyor ve “Bu adam -Hz. Muhammed (s.a.a) bizim her şeyimize karşı çıkmak niyetinde!” diyorlardı[692]

Kıblenin Değişmesi

Hz. Resulullah (s.a.a) Mekke’de bulunduğu süreyle hicretten bir müddet sonrasına kadar Allah’ın emriyle “Beytu’l-Mukaddes”e doğru namaz kıldı. Yahudiler İslam’a karşı açıktan açığa düşmanlığa başladıktan sonra bunu aleyhte kullanmaya ve Hz. Resulullah (s.a.a) aleyhine propaganda aracına dönüştürerek” onun dini bağımsız değil, bizim kıblemize doğru namaz kılıyor” demeye başladılar. Yahudiler bu konuyu giderek büyütmede, sürekli tekrarlamadalardı. Resulullah (s.a.a) rahatsız olmuş, onların elinden canı pek sıkılmıştı, geceleri gökyüzüne bakarak bir vahiy inmesini bekliyor, Yahudilerin zehirli propagandalarının kesilmesini istiyordu. Hicretten 17 ay sonra[693] Hz. Resulullah (s.a.a) cemaatle birlikte öğle namazının ilk iki rekatini Beytu’l-Mukaddes’e doğru kılmışken vahiy meleği inerek Rabbinin kıble konusundaki yeni emrini iblağ edip hazreti (s.a.a) Ka’beye doğru çevirdi ve Resulullah (s.a.a) son iki rekatı Ka’be’ye doğru kıldırmış oldu[694]. Allah’ın emri şöyleydi:

“Biz senin yüzünü çok defa göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz. Şimdi elbette seni, hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Her nerede bulunursanız yüzünüzü onun yönüne çevirin. Şüphesiz, kendilerine Kitap verilenler -Yahudiler- bunun Rablerinin katından inen hak bir emir olduğunu bilirler (İslam peygamberinin iki kıbleye namaz kılacağını kendi kitaplarında görüp okumuşlardır.) Allah onların yapmakta olduklarından gafil değildir”[695]

Müslümanların bu açıdan bağımsızlığını sağlayan kıble değişimi Yahudilere çok ağır gelmişti. Bu defa da “Müslümanlar yıllardır yöneldikleri kıblelerini neden değiştirdiler?” demeye başladılar. Allah Teala kıbleyi değiştirmeden önce, Yahudilerin böyle bir tavır takınacağını peygamberine haber vermiş ve bunun cevabının “doğudan batıya bütün yeryüzünün Allah’a ait olduğu, O’nun emrettiği yön neresi olursa oraya doğru namaz kılınacağı ve hiçbir mekânın kendiliğinden özel bir kutsallığı bulunmadığı” olduğunu bildirmişti:

“İnsanlardan birtakım beyinsizler” onları daha önce üzerinde bulundukları kıblelerinden çeviren şey nedir?” diyecekler. De ki: Doğu da Allah’ındır batı da. Dilediğini dosdoğru yola yöneltip iletir”[696].

Bu cevaptan sonra Yahudilerin artık zehirli propaganda yapabilecek malzemesi kalmamıştı. Kıblenin değişmesiyle birlikte eski dinle yeni dinin mensupları arasındaki müşterek bağ ortadan kalkmış, bu iki grup birbirinden tamamen ayrılmış, aralarındaki ilişki gerginleşmişti:

“Andolsun, kendilerine kitap verilenlerden bu gruba -Yahudilere- her ayeti delil getirsen, yine de onlar senin kıblene uymaz, sen de onların kıblelerine uyacak değilsin, hatta onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Andolsun, sana gelen bunca ilimden sonra onların isteklerine uyacak olursan, kuşkusuz, o zaman zalimlerden olursun.”[697]

Kur’an ayetleri, kıble değişiminin Yahudilerin bahanelerine son vermekten başka, müminlerin iman ve ihlâslarını ölçüp Allah’ın emirleri karşısında nereye kadar teslimiyet gösterebileceklerini ölçmeyi de amaçladığını göstermektedir:

“Kâ’be’yi kıble yapmamız peygambere uyanları, -cahiliyet dönemine- gerisin geriye dönenlerden ayırt etmek içindir. Doğrusu bu, Allah’ın hidayete ulaştırdıkları dışında kalanlar için zor bir olaydı. Allah imanınızı boşa çıkaracak değildir(daha önceki kıbleye doğru kıldığınız namazlar sahihtir)zira Allah, insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir”[698].

Bazı rivayetlerde bu ilahi imtihan şöyle tefsir edilmektedir: Mekkeliler Ka’be’yi seviyordu. Allah Teala bu sevgilerine rağmen Allah’a ve Resulü’ne (s.a.a) itaati tercih edenlerle, itaatsiz ve başına buyruk olanların birbirinden ayrılması için Mekke’de iken Beytu’l-Mukaddes’e doğru namaz kılınmasını emredip orayı kıble kılmış; halkın Ka’be’den ziyade Beytu’l-Mukaddes taraftarı olduğu Medine döneminde ise yine inanıp itaat edenle, etmeyenin birbirinden ayrılıp belli olması için Ka’be’yi kıble ilan edip oraya doğru namaz kılınmasını emretmiştir.[699]

-*-


4. Fasıl

 

 

İSLAM SAVAŞ BİRLİKLERİ KURULUYOR

İslam Ordusunun Kuruluşu

Hz. Resulullah (s.a.a) Mekke’de bulunduğu ilk tebliğ ve davet döneminde fiili olarak sadece ilahi bir liderdi ve faaliyetleri, insanları irşad ve hidayet edip müşrikler ve putperestlerle akidevî ve fikrî biri mücadeleyle sınırlıydı. Ama Yesrib’e yerleştikten sonra dinî vazifesini iblağ ve dinî liderliği sürdürmenin yanısıra, Müslümanların siyasi liderliğini de üstlenmesi gerekiyordu. Çünkü Medine’de yeni bir durum oluşmuştu, bu nedenle İslam öğretilerine dayalı yeni bir toplumun temellerini kurma yolunda ilk adımları başlattı. Bu doğrultuda muhtemel tehlike ve sorunları öngörüyor ve bilinçli, liyakatli ve basiretli bir lider olarak bunlara çözüm buluyordu. İki Müslüman grup arasında kardeşlik akdinin gerçekleştirilmesi, Medine sözleşmesinin düzenlenip imzalanması ve Yahudilerle saldırmazlık antlaşması imzalanması bu engelleyici girişimlere birer örnekti. Siyasi ve sosyal hükümler konusunda Medine’de nazil olan ayetler, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu siyasi girişimlerindeki en büyük yardımcıydı. Mesela Allah Teala Müslümanlara kendilerini savunma ve cihad izni vermişti artık[700]. Hz. Peygamber (s.a.a) bunun üzerine bir savunma gücü oluşturmaya karar verdi. Bu gücün bir an önce oluşturulması çok önemliydi. Çünkü Mekke’de Müslümanlara istedikleri eziyet ve işkenceleri yapabilen müşriklerin eli Medine’ye uzanamıyordu şimdi, bu nedenle de İslam’ın merkezine dönüşmüş olan Medine’ye saldırabilirlerdi. Bunu dikkate alan Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) hicri 1.yılın sonlarında İslam ordusunun çekirdeğini oluşturmaya başladı. Bu ordu başlangıçta hem nefer sayısı hem silah ve teçhizat bakımından çok sınırlıydı, ama hızla gelişip güçlendi. Nitekim askeri operasyonlara gönderilen veya devriye gezen birliklerin sayısı ilk başlarda 60 kişiyi aşmıyordu ve azami sayının 200’e ulaştığı durumlar çok nadirdi[701] Hicretin 2. yılında, Bedir Savaşı’nda sayıları 300’den biraz fazlaydı, ama hicretin 8. yılında gerçekleşen Mekke’nin fethi sırasında İslam ordusundaki asker sayısı 10 bine ulaşmıştı, silah ve askeri teçhizat bakımından da çok ileri bir durumdaydı.

Kısacası, olayların seyri Hz. Resulullah’ın (s.a.a) tahminlerinin doğru olduğunu gösterecek ve hicri 2. yıldan itibaren taraflar arasında defalarca savaş ve çatışma yaşanacaktı. Müslümanlar önceden hazırlıklı olmasa ve savunma birlikleri oluşturulmasaydı, müşriklerle girdikleri bu savaşlarda kesinlikle hezimete uğrayacaklardı[702]

Askerî Tatbikat ve Operasyonlar

Hz. Resulullah (s.a.a) bu küçük birliklerle birçok askeri operasyon gerçekleştirmiştir. Tam anlamıyla bir savaş olarak tanımlanması mümkün olmayan bu operasyonların hiçbirinde düşmanla herhangi bir sıcak çatışma vuku bulmuş değildir. Mesela hicretin 8. ayında Hz. Hamza b. Abdulmuttalib’in otuz kişilik süvari birliğinin -seriye- gerçekleştirdiği bir operasyonda Mekke’ye dönmekte olan bir Kureyş kervanı takib edildi, yine 8. ayda Ubeyde b. Haris komutasındaki 60 kişiyle gerçekleştirilen operasyonda Ebu Süfyan’ın grubu takib edildi, hicretin 9. ayında 20 kişilik Sa’d bin Ebu Vakkas seriyesi Kureyş kervanını izledi, ama ona ulaşamadı[703]. Hicretin 11. ayında bizzat Hz. Resulullah (s.a.a) komutasındaki birlik “Ebva” denilen yere kadar bir Kureyş kervanını izlediyse de aralarında çatışma çıkmadı, Hz. Peygamber (s.a.a) bu olay sırasında Zemreoğulları kabilesiyle bir antlaşma imzaladı, bu antlaşma gereğince Zemreoğulları Müslümanların düşmanlarıyla işbirliği yapmamayı ve tarafsız kalmayı taahhüt etmiştir. Hicretin 12. ayı olan Rabiü’l-Evvel’de Hz. Resulullah (s.a.a) Medine’nin sürülerini yağmalayan Kuzez bin Cabir Fihri’yi Bedir bölgesine kadar kovaladı, ama onu ele geçiremedi. Cemadiu’l-Ahir’de 150(veya 200)kişilik bir süvari birliğiyle, Mekke’den Şam’a giden Ebu Süfyan başkanlığındaki Kureyş ticaret kervanının peşine düştü, Zâtu’l-Uşeyre denilen bu gazvede de kervana ulaşılamadı ve Mudlecoğulları kabilesiyle antlaşma imzalanarak Medine’ye dönüldü[704]. Bütün bu operasyonlar aslında savaş değil, bir nevi askerî tatbikat ve güç gösterisiydi.

Hz. Resulullah (s.a.a) Bu Operasyon ve Tatbikatları Neden Yaptı?

Karineler Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu küçük operasyonlar ve gazvelerde amacının düşmanla savaşmak veya düşmanın malını yağmalamak olmadığını gösteriyor. Nitekim yukarıda da açıkladığımız gibi İslam güçleri sayıca çok az ve askerî etkinlikten de yoksunken düşmanın sayısı onlardan kat kat fazlaydı. Diğer taraftan bu seriyelerden bazısında ensar da vardı, oysa ensar Hz. Resulullah’la (s.a.a) imzaladığı 2. Akabe antlaşmasında Hz. Peygamber’i (s.a.a) Medine’de düşmanlarının saldırılarına karşı korumayı taahhüt etmişti, ama bu taahhütte Medine dışında da düşmanlarla savaşma şartı yoktu.

Bütün bunlar bir tarafa Medineliler ziraat ve çiftçilikle uğraşan insanlardı; çöl bedevileri gibi hırçın, saldırgan ve yağmacı bir karakterleri yoktu. Daha önce Evs’le Hazrec arasında baş gösteren kavga ve savaşlar hep yerel anlaşmazlıklardı ve hepsi de Yahudilerin tahrikleriyle patlak vermişti. Hayatlarında hiçbir kervana baskın düzenlememiş, kendi muhitleri dışında bir kabilenin malını yağmalamamışlardı. Dahası, Müslümanlar düşmanla karşılaşınca savaşmaya pek temayül göstermiyorlardı, mesela bir defasında Hz. Hamza tarafsız birinin aracılığı üzerine savaşmaktan vazgeçmişti[705]. Bu karineler sözkonusu operasyon ve tatbikatları düzenleyen Hz. Resulullah’ın (s.a.a)başka amaçlar hedeflediğini göstermektedir, birkaçını sıralayalım:

1- Kureyşlilerin Şam ticaret hattını tehdit altında tutmak. Mekke kervanları Medine’ye yakın bir güzergahta, bu şehirle Kızıldeniz sahili arasında hareket etmek mecburiyetindeydi ve Medine’den en fazla 130 km. uzak durabiliyordu.[706] Hz. Muhammed (s.a.a) bu girişimleriyle Kureyşlilere, Mekke’de olduğu gibi Medine’de de Müslümanların rahatını bozmaya kalkışmaları halinde ticaret yollarının tehlikeye düşebileceğini ve ticaret kervanlarına Müslümanlar tarafından el konulabileceğini göstermek istiyordu[707]. Bütün geçimlerini ticaretten sağlayan Mekke müşrikleri için bu tehdid gerçekten caydırıcı ve çok ciddi bir uyarıydı, böylece Müslümanlara karşı gerçekleştirmeyi düşündükleri her hareketi yeniden gözden geçirmek zorundaydılar.

Burada, Müslümanların, Mekke müşriklerinin kervan ve mallarına el koymaya yerden göğe hakları bulunduğunu da hemen belirtelim. Çünkü onlar Müslümanları yerlerinden yurtlarından etmiş, bütün mal varlıklarına el koymuşlardı[708]. Ama olay bireysel hesaplaşma ve intikam konusunun çok ötesindeydi; iki büyük güç ve iki blokun çarpışması sözkonusuydu, taraflar birbirinin gücünü tezyife çalışmadaydı. Göründüğü kadarıyla düşmanın ekonomik prestijini sarsmak ve düşman safları arasında korku ve tedirginlik yaratmak, onların kervanlarını basıp mallarına el koymaktan çok daha önemliydi Müslümanlar için… Nitekim Abdullah bin Cahş seriyesi ve Bedir Savaşına kadar müşriklerin malı Müslümanların eline geçmiş değildir.

2- Bu hareketler aslında Müslümanların askeri bir güç gösterisiydi; Mekke müşriklerini Medine’ye karşı askeri bir saldırı fikrinden caydırmayı amaçlıyor, Müslümanların artık kendilerini savunacak ve onların saldırılarını püskürtebilecek güce sahip olduklarının anlaşılması isteniyordu. Kureyşin İslam’a neden karşı çıktığını incelediğimiz bölümlerde de belirttiğimiz gibi Müslümanlar henüz Mekke’deyken ve sayıca çok azken bile Kureyş eşrafı ekonomik çöküşlerinin yakın olduğu dehşetine kapılmışlardı. Medine şehrinin onca imkân ve gücüyle Müslümanların üssüne dönüştüğü bu durumda Mekke’nin paraya tapan zenginleri kendilerini nasıl güvende hissedebilirdi şimdi? Bu nedenle Müslümanlar erken davranmış ve müşriklerin Medine’ye göz dikmemesi için bu girişimlere başvurmuşlardı.

3- Bu askeri hareketler muhtemelen Yahudiler için de bir uyarı amacı taşımadaydı. Düşmanlıklarını artık açığa vurmuş olan Yahudilere komplodan vazgeçmeleri ve askeri bir girişimde bulunmamaları için bir gözdağı veriliyor, aksi takdirde Müslümanların her nevi kargaşa ve oyunun üstesinden gelebilecek güç ve azme sahip olduğu mesajı gönderiliyordu[709].

Abdullah b. Cahş Seriyesi

Hicretin 2. yılı Receb ayında Hz. Resulullah (s.a.a) halasının oğlu Abdullah b. Cahş komutasındaki muhacirlerden müteşekkil 8 kişilik bir Müfrezeyi keşif ve istihbarat amacıyla görevlendirerek Abdullah’a kapalı bir mektup verip hemen yola çıkmasını ve iki gün sonra bu mektubu açıp yazılı emre göre davranmasını, adamlarının hiçbirini de bu emre itaate mecbur etmemesini tembihledi. Abdullah iki gün sonra mektubu açtı, emir şöyleydi: “Bu mektubu okuduktan sonra Mekke’yle Taif arasındaki “Nehle” denilen yere git, orada pusuya yatıp Kureyşlileri bekle ve bizi onların durumundan haberdar et!” Abdullah, adamlarına kendisinin bu emre itaat edeceğini, şehadete hazır olanın onunla kalmasını, dileyenin de geri dönebileceğini söyledi. Adamlarının hepsi şehadete hazır olduklarını söyleyince Nehle’de pusuya yattılar. Amr bin el-Hazremi başkanlığındaki bir Kureyş kervanı Taif’ten Mekke’ye dönüyordu. Abdullah adamlarıyla kervanı basmak istedi, ama Receb ayının son günüydü, aralarında meşveret edip “bu kervan Harem bölgesine girerse Harem’in hürmetini çiğnemiş, şimdi burada onlarla savaşırsak haram ayın hürmetini hiçe saymış olacağız!” dediler.

Sonunda kervana saldırdılar, Amr bin el-Hazremi’yi öldürüp iki kişiyi esir aldılar ve esirlerle ganimetleri Medine’ye götürdüler. Hz. Peygamber(s.a.a) onların bu başına buyruk davranışından fevkalade rahatsız oldu, esirlerle ganimetlerin humsunu almayı reddederek “Ben size haram aylarda savaşmamanız gerektiğini söylemiştim!” buyurdu.

Bu olayın yankıları çok geniş olmuştu. Bir taraftan bu grubun haram aylarda kan dökmesi Müslümanlara pek ağır gelmiş, Abdullah’ı suçlamaya başlamışlardı, diğer taraftan Kureyşliler aleyhte propaganda için malzeme bulmuş “Muhammed (s.a.a) haram ayların hürmetini çiğneyip kan döktü!” demişlerdi. Yahudiler de zehirli propaganda yapıyor “Bu olay Müslümanlara çok pahalıya mal olacak” diyorlardı. Bu sırada vahiy meleği inerek Allah’ın buyruğunu açıkladı:

“Sana haram ayda savaşmayı soruyorlar. De ki: Onda savaşmak büyük bir günahtır, ama Allah’ın yolundan alıkoymak, O’nu inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın hürmetini çiğnemek ve orada yaşayanları oradan sürmek Allah katında daha büyük bir günahtır. Fitne çıkarmaksa (Allah’ın yolunu engellemek, küfre girmek ve müminleri yurtlarından sürmekse) haram ayda adam öldürmekten beterdir. Müşrikler sizi dininizden döndürebilmek için sürekli sizinle savaşırlar…”[710]

Abdullah’ı temize çıkarmakla kalmayıp bu fitnenin nedeni olarak Kureyş’i gösteren ve onların işlediği günahın haram ayda cinayet işlemekten daha beter olduğunu açıklayan bu ayetin inmesiyle Müslümanlar aleyhine oluşturulan zehirli atmosfer giderilmiş oldu. Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Kureyşin isteği üzerine esirleri serbest bıraktı, bunlardan biri Müslüman olmuş ve Medine’de kalmayı yeğlemişti[711].

Bu tür olaylar bazen iyi niyetli ama basiretsiz ve tedbirsiz birey veya grupların iyi niyetlerle bazı şeyler yaptığını, ama topluma çok zarar verdiğini ve onların iyi niyetinin bu zarar ve tehlikeyi gidermeye yetmediğini göstermektedir. Abdullah b. Cahş’la adamlarının girişimi bu tür bir olaydı.

Bedir Savaşı

Bu savaş Hz. Peygamber’in (s.a.a) düzenlediği askeri tatbikatlar ve operasyonlarla Kureyşin Şam ticaret yolunu tehdit etmesi sonucu baş gösterdi. Müslümanlarla müşrikler arasında yaşanan ilk “tam savaş” budur. Daha önce Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Cemadiu’l-Ahir ayında Ebu Süfyan başkanlığında Şam’a giden bir Kureyş kervanının Zatu’l-Uşiyre denilen yere kadar izini sürdüğünü ama kervanı ele geçiremediğini yazmıştık. Bu nedenle Şam bölgesine istihbarat memurları göndererek bu kervanın ne zaman döneceğini öğrendi[712]. Bu çok büyük bir kervandı ve çok değerli mallar taşıyordu. Bine yakın devenin taşıdığı ve bütün Kureyşlilerin ortak olduğu bu kervanın mallarının değeri 50 bin dinarı buluyordu[713].

Kervanın doğal olarak izlemesi gereken yol Bedir mıntıkasından geçmedeydi.[714]Hz. Resulullah (s.a.a) bu kervanı ele geçirmek için[715] 313 kişilik bir birlik[716]  ve en asgari imkânlarla[717] Bedir’e doğru hareket etti. Ebu Süfyan Şam dönüşü sırasında Hz. Peygamber’in (s.a.a) bu kararından haberdar olmuştu. Hemen hızlı bir ulakla Mekke’ye haber salıp Kureyşlilerden yardım istedi[718] bu arada kervanın yönünü sağa doğru kaydırıp Kızıldeniz sahiline hareket ederek tehlikeli bölgeden süratle uzaklaşmış oldu[719]. Ebu Süfyan’ın isteği üzerine Mekke’den yola çıkan 950 savaşçıdan müteşekkil bir ordu[720] kervanı kurtarabilmek için hızla Medine’ye doğru hareket etti. Müşrikler yolun yarısındayken kervanın kurtulduğunu öğrendilerse de Ebu Cehil’in inadı onları savaşa sürükledi. Müslümanlar henüz kervanı aramakla meşgulken Hz. Resulullah (s.a.a) Kureyş ordusunun Bedir bölgesine yaklaşmakta olduğunu öğrendi. Çok zor bir kararın eşiğine gelinmişti. Çünkü Müslümanlar az sayıda bir birlikle kervan basmak için yola çıkmıştı, kendilerinin üç katına varan ve tepeden tırnağa silahlı olan bir orduyla savaşmak için değil!.. Diğer yandan, geriye çekilecek olsalar o güne kadar gerçekleştirdikleri askeri operasyon ve tatbikatların düşmanda yarattığı psikolojik ve propaganda etkileri tamamen silinecek ve muhtemelen bu defa düşman onları takibe başlayıp Medine’ye saldıracaktı. Hz. Resulullah (s.a.a) askeri bir şûra kurup Müslümanlarla meşverette bulundu, özellikle ensarın görüşünü aldı; muhacirlerden Mikdad’ın, ensardan da Sa’d bin Ubâde’nin yaptığı heyecanlı konuşmalardan sonra düşmanla savaşa girme kararı alındı[721]

Ramazan’ın 17. günü sabahı savaş başladı[722]. Önce teke tek savaşta Hz. Hamza Ubeyde’yi, Hz. Ali de (a.s) Şeybe, Utbe ve Velid bin Utbe’yi öldürdü[723]. İki tarafın kahramanlarının çarpışması olan bu olay, Kureyş büyüklerinin moraline ağır bir darbe indirmişti[724]. İki ordu birbirine girdi, İslam ordusu çok kısa sürede savaşı kazanmıştı, nitekim öğle vakti düşman geri çekilmiş, Müslümanlar kesin bir zafer kazanmıştı.[725]şrikler 70 ölü[726]ve 70 esir[727] vermiş, Müslümanlardan sadece 14 kişi şehid düşş[728]

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) muvafakatiyle esirler fidye karşılığı serbest bırakıldı, fidye ödeyecek gücü olmayan ama okuma yazma bilenlerden her biri ensarın gençlerinden 10 kişiye okuma yazma öğrettikten sonra serbest bırakılmak şartıyla alıkonuldu[729] diğer esirler de Hz. Resulullah’ın (s.a.a) lütuf ve keremine sığınarak kurtulup serbest bırakıldı.[730]

Müslümanların Zafer Kazanmasını Sağlayan Faktörler

İlk askeri karşılaşmada Müslümanların bunca kısa sürede böyle bir zafer kazanarak onları hezimete uğratması Kureyşin bütün prestij ve özgüvenini sıfırlamış, hepsini şaşkına uğratmıştı. Kureyş ordusunun hezimete uğraması o kadar umulmadık bir olaydı ki Hz. Resulullah’ın (s.a.a) zafer müjdesini önceden şehre ulaştırması için gönderdiği haberciye Medine’de kimse inanmamış, onun savaştan kaçtığını ve yalan söylediğini sanmışlardı[731].

Ama çok geçmeden esirler Medine’ye getirildiğinde bunun gerçek olduğu anlaşılacaktı. Bu büyük zaferin haberi Habeşistan’a ulaşmakta gecikmedi, Necaşi buradaki muhacirleri sarayına çağırarak bu kutlu zaferin müjdesini onlara da ulaştırdı[732]

Hz. Muhammed (s.a.a) “Bedir savaşı Allah Teala’nın İslam’ı aziz ve üstün, şirki zelil ve mağlup kıldığı ilk savaştı” buyurdular.[733]Ve:

“Bedir savaşı günü şeytan öylesine küçük düşüp zillete uğradı ki (büyük günahların affedildiği ve Allah’ın rahmetinin indiğine şahid olduğu Arafat günü dışında) hiçbir zaman bunca zillete düşmüş değildir.[734]

Bu şaşırtıcı zaferin gerçekleşmesine neden olan faktörler şöyle özetlenebilir:

1- Hz. Resulullah’ın (s.a.a) fevkalade komuta yeteneği[735] ve inanılmaz derecede korkusuz ve cesur oluşu. Hz. Ali (a.s) Bedir savaşını anlatırken şöyle der: Savaş tandırı iyice kızıştığında biz Hz. Resulullah’a (s.a.a) sığınırdık, o esnada hiçbirimiz onun kadar düşmanın yakınında değildik”[736].

2- Hz. Ali’nin (a.s) görülmemiş cesaret ve yiğitliği… Bedir savaşında öldürülen müşriklerin yarısını tek başına o öldürmüştür.[737] Şeyh Müfid, bunlardan otuz beşinin adını kaydettikten sonra şöyle yazar:

“Ehl-i Sünnet ve şia ravileri bunların tamamını Hz. Ali’nin (a.s) tek başına öldürdüğünde müttefiktir. Bunlara ilaveten bir de kim tarafından öldürüldüğünde ihtilaf olan veya öldürülmesinde Hz. Ali’nin de (a.s) yardımı olduğu birçok isim daha vardır[738].

3- Bazı Müslümanlar Medine’den yola çıkarken açıkça gönülsüz davranmış, savaşa pek rağbet göstermemiş[739] ve muhacirlerin ileri gelenlerinden bazıları askerî şûrâda zaaf göstererek ümitsizce sözler sarfetmiş idiyse de[740] Müslümanların büyük bir çoğunluğu çok yüksek bir moral ve iman gücüyle savaşş, müşriklerin bile takdirini kazanacak cesaretler göstermişti.

4- Çeşitli şekillerde kendisini gösteren Allah’ın gaybî yardımları[741]:

a- Savaş gecesi yağmur yağması hem Müslümanların su ihtiyacını gidermelerini hem de zemini sertleştirerek hareket rahatlığı sağlamış[742]

b- Müslümanların kısa, fakat derin ve huzurlu bir uyku çekmesi[743]. O gece sadece Hz. Resulullah (s.a.a) uyanık kalmış ve Müslümanların zaferi için sabaha kadar dua etmiştir[744]

c- Meleklerin Müslümanlara yardım için inmesi ve savaş meydanında bulunması[745]

d- Müşriklerin yüreğine korku düşmesi[746]

İslam Ordusunun Kazandığı Zafer’in Etki ve Sonuçları

İslam ordusunun bu savaşta kazandığı zafer birtakım sonuçlar getirmiştir, bunlardan birkaçını özetle aktaralım:

1- Allah Teala daha önce Müslümanların Kureyş kervanına veya Mekke ordusuna galip geleceği vaadinde bulunmuş[747] Hz. Resulullah (s.a.a) askerî şûrânın sonunda bu vaadi Müslümanlara resmen bildirmişti[748]. Zaferin kesin olduğunu anlamaları Müslümanların Allah’ın yardımından emin olarak kendilerine güvenmelerini sağlamış, bu da onların iman ve moral gücünü fevkalade yükseltmişti.

2- Medine’deki münafıklarla Yahudiler bu zaferden dolayı çok rahatsız olmuş ve aşağılık duygusuna kapılmışlardı. Nitekim Hz. Resulullah’ın (s.a.a) habercisi zafer haberini Medine’ye ulaştırdığında münafıklar söylenti yayacak ve “Muhammed (s.a.a) öldürülmüş, Müslümanlar da yenilip dağılmışlar” diyeceklerdi[749].

Yahudiler de bu olayda kinlerini açıkça kustular[750], Yahudi büyüklerinden Ka’bu’l-Eşref halka şöyle dedi:

“Bunlar, savaşta öldürülenlerin hep eşraf kesimiyle Arabın ünlü isimleri olduğunu söylüyorlar. Eğer bu haber doğruysa toprağın altında yatmak, şu yeryüzünde yaşamaktan iyidir artık!”[751]

3- Medine etrafındaki kabileler bu zaferi İslam’ın hakkaniyeti ve Allah’ın yardımı olarak yorumlayıp Müslüman olmaya başladılar. Yakubi şöyle yazar:

“Allah Teala Bedir savaşında peygamberine yardımcı olup onu muzaffer kılarak Kureyşlilerin bir kısmını öldürünce Arap kabileleri İslam’a eğilim duymuş ve Hz. Resulullah’a (s.a.a) birçok heyetler göndermişlerdir(…) Bedir savaşından 4-5 ay sonra Rabia kabilesi Zi-Kar bölgesinde Kesra’yla savaştı, aralarında “savaş meydanında bu Tehaminin -Hz. Muhammed- sloganını atın” diye kararlaştırdılar. Böylece “Ya Muhammed!” diyerek savaştılar ve savaşı kazandılar”[752]

4- Kureyşliler Hz. Muhammed’in (s.a.a) gücü ve Müslümanların etkinliği hakkındaki değerlendirmelerinde hataya düşmüş olduklarını anladılar. Bir avuç firarinin, bir grup çiftçi -çubukçunun yardımıyla kendilerini böylesine ağır bir yenilgiye uğratabileceklerini o güne değin akıllarının ucundan bile geçirmemişlerdi. Kureyşliler ticaret imkânlarının artık tehlikeye düştüğü sonucuna varmışlardı; Bedir’den geçen Şam ticaret yoluna artık bel bağlayamazlardı. Safvan bin Ümeyye, Kureyş büyüklerinin katıldığı büyük toplantıda şöyle diyecekti:

“Muhammed’le (s.a.a) adamları ticaretimizi tehlikeye düşürmüş durumdadır, onlara ne yapabileceğimizi bilemiyoruz…Sahili ellerinden bırakmaya niyetleri yok; sahil boyundaki bütün kabilelerle antlaşma imzalayıp onlarla birlik olmuşlar!Nereye gideceğiz biz şimdi?! Biz bu şehirde geçimimizi yazın Şam’a, kışın Habeşistan’a yaptığımız ticaret yolculuklarıyla temin etmekteyiz; bu şehirde kalırsak bu gidişle sermayemizi harcayarak geçinecek ve sonunda her şeyimizi kaybedip perişan olacağız!”

Sonunda bu toplantıda Irak yolundan Şam’a gitmeye karar verdiler. Safvan başkanlığında bir kervan hazırlanıp Irak üzerinden Şam’a doğru yola koyuldu; bu kervanda sırf Safvan’ın hissesi 300 bin dirhemi buluyordu! Bu kervanın haberini alan Hz. Resulullah (s.a.a) hicretin 3. yılı Cemadi’ül ahirinde Zeyd b. Hârise komutasındaki 100 kişilik bir askeri birliği, bu kervanı ele geçirmekle görevlendirdi. Bu birliği gören kervanın adamları kaçmış, Müslümanlar kervanın tamamını ele geçirip 1 (veya 2) esirle birlikte Medine’ye dönmüşlerdi[753]. Bu askerî operasyon İslam tarihinde “Seriyyetu’l-Karede” (Karede seriyesi) adıyla[754] geçer[755].

Kaynukaoğulları’nın Antlaşmayı Çiğnemesi

Kaynukaoğulları, Müslümanlarla yaptığı dostluk ve saldırmazlık antlaşmasını bozan ilk Yahudi kabilesi oldu. Daha önce de belirttiğimiz gibi Müslümanların Bedir’de kazandığı büyük zafer, Yahudilerle münafıklara çok ağır gelmiş, bundan pek rahatsız olmuşlardı. Bu nedenle Kaynukaoğulları kabilesi, Bedir savaşından sonra düşmanca girişimlerde bulunmaya başladı. Bunun üzerine Hz. Resulullah (s.a.a) onları uyarıp “Kureyşin başına gelenden ibret alın, Müslüman olun, çünkü kendi kitabınızda benim hakkımdaki vasıfları ve işaretleri okumuşsunuz, benim peygamber olduğumu çok iyi biliyorsunuz!” buyurdu[756].

Ancak Yahudiler küstahça “Kureyşlileri yenmen seni mağrurlaştırdı” dediler, “Kureyşliler tüccardır, savaşmasını bilmezler; savaşçı görmek istiyorsan bizimle savaş bakalım!”

Küstah Yahudiler, bu mağrur edalarını sürdürerek Hz. Resulullah’ın (s.a.a) uyarısını ciddiye almamayı ve ortalığı bulandırmayı sürdürdüler. Bir gün Kaynukaoğlu Yahudilerinden biri, kendilerine ait olan Medine çevresindeki bir pazar yerinde ensardan Müslüman bir kadına sarkıntılıkta bulundu. Kadının şahsından çok Müslümanları hedef alan ve çok küstahça bir davranış olan bu kompleks, ortalığı bir anda karıştırmıştı. Ne yapacağını bilemeyen kadıncağız feryat edip Müslümanlardan yardım isteyince, bir Müslüman imdadına yetişip kadını kurtardı ve o Yahudi’yi öldürdü. Pazardaki Yahudiler de hep birden Müslüman’ın üzerine çullanıp onu öldürdüler. Bu gerginlik sırasında iki kişi ölmüştü, ama Yahudiler gerçekten iyi niyetli davransalardı ortalığı yatıştırmak ve gerekli tedbirleri alarak benzeri vukuatın tekrarlanmasını önlemek pekalâ mümkündü. Ne var ki Yahudiler hemen kalelerine çekilerek savaş durumuna geçtiler. Hz. Resulullah (s.a.a) kalenin kuşatılmasını emretti. On beş gün süren kuşatmadan sonra, daha önce onlarla müttefik olan Abdullah bin Ubey’in aracı olup ısrarla ricada bulunması üzerine Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu Yahudilerin silahlarını teslim etmeleri şartıyla Medine’den gitmelerine müsaade etti. Kaynukaoğulları buradan ayrılıp Şam’ın Ezriat bölgesine yerleştiler. Bu olay hicretin 2. yılı Şevval’ında vuku bulmuştur.[757]

Kaynukaoğulları, Yahudilerin en cesur bölüğüydü[758] ve küstahça sözlerinden de anlaşılacağı gibi güç ve imkanlarına fazlasıyla güveniyorlardı. Muhtemelen Hazreç’le Avfoğulları arasındaki dostlarının da[759] kendilerini destekleyeceğini düşünmedeydiler, ama Hazreçliler onların cezasını hafifletip canlarını kurtarmaktan öte bir etkinlik gösteremedi[760]. Avfoğullarının lideri Ubâde bin Sâmit de onlardan uzak durmayı yeğledi[761]. Diğer iki yahudi kabilesi Kurayzaoğullarıyla Neziroğulları da Evs kabilesinin eski müttefikleri olduklarından; Kaynukaoğullarının yardımına koşmamışlardı(onların bu krize müdahele etmemesinde, muhtemelen Evs kabilesinin reisi Sa’d bin Muaz’ın da rolü olmuştur). Sonuç itibarıyla bu kabilenin Medine’den sürülmesi hem üç Yahudi kabilesinin gücünün parçalanması, hem de diğer iki Yahudi kabilenin benzeri bir hatada bulunmama yolunda uyarılması açısından müsmanlar için faydalı olmuştur.

Hz. Ali’yle (a.s) Hz. Fatıma-ı Zehra’nın (a.s) Evliliği

Müslümanlar için büyük bir kıvanç ve onur vesilesi olan Bedir zaferinden sonra bir başka sevindirici olay da Hz. Resulullah’ın (s.a.a) evinde gerçekleşecek ve Peygamber’in (s.a.a) biricik kızı Hz. Fatıma’yla (a.s) Hz. Ali (a.s) evlenecekti[762].

Hz. Fatıma’nın (a.s) hem babası Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Müslümanlar nezdindeki kutsal konumuyla saygınlığı, hem kendi mümtaz kişilik ve faziletleri nedeniyle pek çok isteyeni vardı. Hz. Resulullah’ın (s.a.a) önde gelen ve kimi epeyce zengin olan büyük sahabelerinden bazısı ona elçi gitmiş, ama Hz. Resulullah (s.a.a) kabul etmeyerek[763]  “Rabbimin takdiratını bekliyorum” buyurmuştu[764] Bu sahabeler o sırada pek fakir olan Hz. Ali’ye (a.s) Fatıma’ya (a.s) onun da elçi gitmesini teklif ettiler. Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Fatıma’nın da (a.s) görüşünü aldıktan sonra Hz. Ali’nin (a.s) evlilik teklifiyle muvafakatte bulunup[765] Hz. Fatıma’ya (a.s) “Seni öyle birine veriyorum ki” buyurdu, “Ahlâkta herkesten üstün, Müslümanlıkta herkesten ileri ve öndedir!”[766]

Sonra da Hz. Ali’ye (a.s) şöyle buyurdu: “Nice Kureyş erkekleri, kızımı onlara vermediğim için bana darıldı… Onlara bu işin, Allah’ın iradesiyle gerçekleştiğini söyledim ve “Ali’den başka Fâtıma’ya lâyık eş yoktur” dedim!”[767]

Çok sade ama samimi bir tören ve çok az bir mehriye[768] ve çeyizle[769] gerçekleşen bu mübarek evlilik, İslam’da evlilik bağının oluşmasında manevi değerlerin ne kadar önemli rol oynadığının en bariz örneğidir.

Uhud Savaşı

Bedir savaşındaki yenilginin acısını çıkarıp Müslümanlardan intikam almak isteyen Kureyşliler, Mekke’ye sağ salim ulaşan ilk ticaret kervanından sağladıkları gelirle hemen bir ordu hazırlayıp Medine’ye saldırı tedarikine giriştiler[770]; bazı kabileleri de kendileriyle işbirliğine ikna ederek çok büyük imkanlarla Medine’ye doğru harekete geçtiler[771]. Savaş meydanında askerleri teşvikte bulunup coşturmaları için yanlarına bir grup kadın da almışlardı[772].

Hz. Resulullah (s.a.a) amcası Abbas’ın Mekke’den gönderdiği gizli bir raporla durumdan haberdar oldu[773] ve askerî bir şura kurarak düşmana nasıl karşı durulması gerektiği konusunda Müslümanların görüşlerini aldı. Abdullah b. Ubey’le ensar ve muhacirinin bazı ileri gelenleri şehirde kalıp müdafaa savaşında bulunmaktan yanaydılar (bk: Vakidi, aynı , s:210 ve İbn Hişam c:3 s:67 ve Biharu’l-Envar c:20 s:48); ama Bedir savaşında bulunma feyzinden mahrum olan bazı gençlerle ensar ve muhacirlerden Hz. Hamza gibi kimi tanınmış isimler düşmanla şehir dışında çarpışmanın daha doğru olacağını, savunuyor şehirde oturup kalmanın düşmanın cüretini artıracağını, Müslümanları aciz ve zayıf göstereceğini, bunun da Müslümanların Bedir’de gösterdiği güçle bağdaşmayacağını söylüyorlardı[774].

Sonunda Hz. Resulullah (s.a.a) bu cesur ve coşkulu grubun önerisini kabul ederek bin kişilik bir orduyla[775] Uhud Dağı’na doğru hareket etti[776]. Yolun yarısında Abdullah bin Ubey, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) onun görüşlerine değer vermeyip gençlere uyduğu[777] ve aslında savaş çıkmayacağı gibi bahanelerle[778]  yanındaki 300 adamını da alarak geri döndü!

Peygamber (s.a.a) sayıları 700’e inen askerlerini[779]  Uhud eteklerine yerleştirdi; Müslümanlar şimdi Uhud’u arkalarına almışlardı, karşılarında Medine, sollarında da Ayneyn Dağı vardı[780]. İslam ordusu batıya, müşrikler doğuya doğru durmuş durumdaydı[781].

Hz. Resulullah (s.a.a) bölgeyi askerî açıdan incelerken Ayneyn Dağı’nın konumu dikkatini çekti, savaş esnasında düşman bu dağı dolanıp Müslümanları arkadan vurabilirdi! Bu nedenle Abdullah bin Cübeyr adlı bir subayı 50 kişilik bir okçu birliğinin başında bu tepeye dikerek orayı korumakla görevlendirdi[782] ve “Biz yensek de yenilsek de siz sakın burayı terk etmeyin! Bizi sırtımızdan vurmaya kalkışacak düşman süvarileri olursa onları ok yağmuruna tutarak buradan sızmalarını engelleyin!” buyurdu[783].

Bu arada Ebu Süfyan da şirk ordusuna çeki düzen verip sancaktarlarını seçmedeydi. O günlerde savaş meydanlarında sancak çok önemli bir rol oynuyordu, bu nedenle de sancağı en korkusuz ve en mahir savaşçılara verirlerdi. Sancağı taşıyan savaşçının yiğitlik ve cesareti orduya moral verir, sancağın dalgalanışını ve ilerleyişini görmek askerlerin özgüvenini artırırdı. Sancaktarın öldürülmesi ve sancağın yere düşmesi ordunun moralini çökerten ve askerler üzerinde çok olumsuz etkiler bırakan bir olaydı. Ebu Süfyan sancaktarları gözüpeklik ve cesaretiyle ünlü olan Abduddaroğulları arasından seçerek şöyle dedi:

“Siz Abduddaroğullarının sancağı taşımaya bizden daha layık olduğunuzu biliyoruz. Sancağı iyi koruyun ve ondan yana içimizin rahat olmasını sağlayın. Sancağı yere düşen bir ordu, savaşı sürdüremez artık.”[784]

Savaşın İlk Merhalesini Müslümanlar Kazanıyor

Hicretin 3. yılı Şevvalının 15. günü[785]  savaş başladı ve çok geçmeden Müslümanlar üstünlüğü ele geçirerek müşrikleri bozguna uğrattılar. Müşriklerin bu yenilgisinin nedeni çok sayıda kayıp vermeleri değildi. Çünkü kayıtlardaki azamî rakama göre savaşın sonuna kadar verdikleri ölü sayısı elliyi geçmemiştir[786]. Bu ise, şirk ordusunun asker sayısı karşısında önemli bir rakam sayılmıyordu. Yenilmelerinin nedeni sancaktarlarının öldürülmesiydi. Sancaktarlarından tam dokuzu Hz. Ali’nin (a.s) yenilmez gücü karşısında yere serilmiş,[787] sancağın ard arda yere düşmesi ve her kalkışında yeni sancaktarın da kanlar içinde yere serilmesi şirk ordusunun moralini bozarak bozguna uğramasına yol açmıştı, geriye dönmüş, can havliyle kaçmaya başlamışlardı.[788]

Hz. Ali (a.s) gün gelecek, sahabeye bu gerçeği hatırlatmak zorunda kalacaktı… Ömer’in öldürülmesi üzerine halifeyi belirlemek için oluşturulan 6 kişilik şûrâda Hz. Ali (a.s) bunu kendi biyografisinin altın sayfalarından biri olarak vurgulamış, şûradaki sahabeler de bunu onaylamıştır.[789]

Sancaktarların ard arda öldürülmesi üzerine şirk ordusunun safları dağılmış, müşrikler kaçmaya başlamıştı. Müslümanlar bir yandan kaçan düşmanı kovalarken bir yandan da ganimet toplamadaydı. Bu sahneyi gören tepedeki okçular savaşın bittiğini zannederek ganimet toplayanlardan geri kalmama hırsıyla siperlerini terk ettiler. Komutanları Abdullah b. Cübeyr her ne kadar Hz. Resulullah’ın (s.a.a) kesin emrini hatırlatarak siperlerinden ayrılmamaları için ısrar ettiyse de onu dinleyen olmadı.[790]

Müşriklerin Zaferî

Okçuların verilen emri çiğnemesi savaşın akışını birdenbire değiştirdi. Çünkü bu fırsatı bekleyen Halid b. Velid 200 atlıyla tepeye saldırıp Abdullah’la onu terk etmeyen on Müslüman’ı şehid ettikten sonra tepeyi dolanarak Müslümanlara arka cepheden saldırıya geçti.

Diğer taraftan Algeme’nin kızı Emre’yle savaş meydanındaki bir başka Kureyşli kadın yere düşen sancağı kaldırarak dalgalandırmaya başlamıştı.[791] Halid’in saldırışını ve sancağın dalgalandığını gören Kureyşliler bu moralle kendilerini toparlayıp yeniden saldırıya geçtiler[792]. Bu sırada safları dağılmış ve komutanların birlikleriyle irtibatı tamamen kesilmiş olduğundan Müslümanlar bu saldırı karşısında direnemeyip ağır bir yenilgiye uğradılar. Bu yenilginin, daha başka yan nedenleri de vardı:

1- Hz. Peygamber’in(s.a.a) öldürüldüğü söylentisinin yayılması.[793]

2- O dönemlerde, savaşan taraflardan hiçbirinin belli bir savaş giysisi veya üniforması olmadığından, birbirlerini attıkları sloganlarla tanıyorlardı. Kureyşliler yeniden saldırıya geçtiğinde Müslümanların safları daha da karıştı, kendi adamlarını düşmandan ayıramayıp birbirlerine kılıç çektiler[794] ve bu hengâmede Huzeyfe bin Yeman’ın babası Huseyl bin Cabir’i düşman zannedip öldürdüler[795] Ancak, kendilerini toparlayıp slogan atmaya başladıklarında bu durum değişmekte gecikmedi[796].

3- Rüzgar yön değiştirdi; o esnaya kadar doğudan esiyorken şimdi batıdan esmeye başlamış, bu da Müslümanların savaşmasını zorlaştırmıştı.[797]

Kısacası Müslümanların safları tamamen dağıldı, çoğu kaçmakta, dağın yüksek yerlerine tırmanmaktaydı. Oysa Hz. Peygamber (s.a.a) halâ meydanda direniyor, kaçanları savaşmaya ve direnmeye çağırıyordu[798]. Savaş meydanında Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yanında Hz. Ali’yle (a.s) birkaç Müslümandan başka kimse kalmamıştı.[799] Hz. Ali (a.s) Resulullah’ın yanıbaşında kıyasıya savaşıyordu, birkaç kez düşman grupların Hz. Peygamber’e (s.a.a) saldırılarını tek başına püskürtmüştü.[800] Onun tek başına gösterdiği bu azimli ve imanlı emsalsiz, direniş Uhud semalarında gaybî bir nidanın yükselmesine yol açacak ve “Ali gibi er, Zülfikar gibi kılıç yoktur!” nidası duyulacaktı.[801]

Derken, Müslümanlardan biri Hz. Resulullah’ı (s.a.a) tanıdı ve o yakınlarda bulunan veya kaçıp da sonra geri dönen birkaç Müslüman kıyasıya çarpışarak Hz. Resulullah’a (s.a.a) ulaşmayı başardı ve çok sert çarpışmalardan sonra hazreti (s.a.a) Uhud eteklerine ulaştırdılar[802], bu sırada savaş da bitmiş, ortalık durulmuştu.

Bu esnada Ebu Süfyan Müslümanların moralini bozmak için propaganda hücumu başlatıp psikolojik savaşa başvurdu ve “Yaşasın Hubel! Yaşasın Hubel!” diye haykırmaya başladı. Hz. Resulullah (s.a.a) Müslümanların ona “Allah daha üstün ve daha yücedir!” sloganıyla karşılık vermesini buyurdu. Bunu duyan Ebu Süfyan “Bizim Uzza gibi putumuz var, sizin Uzza’nız yok!” diye bağırınca Hz. Peygamber’in (s.a.a) emriyle Müslümanlardan biri şöyle haykırdı: “Allah bizim mevlamızdır, sizinse mevlanız yok!”[803]

Meşhur rivayete göre bu savaşta Müslümanlardan 70 kişi şehit düş[804],şehidler arasında Hz. Peygamber’in (s.a.a) amcası Hz. Hamza’yla Mus’ab b. Umeyr de vardı.

Uhud’da Müslümanlar yenildiği ve Kureyş ordusu pek zayiat vermeden kaldığı ve görünüşe göre bu durumda Medine’ye saldırmaları halinde büyük bir ihtimalle zafer kazanabilecekleri halde Kureyş ileri gelenleri böyle bir girişimden korkup ürkmüş[805] ve tekrar savaşmaktan vazgeçerek Mekke’ye dönmüştür!

Kureyşliler Bedir’de verdikleri kayıp sayısınca Müslüman öldürüp Bedir’in intikamını alabildiklerini söyleyerek seviniyorlardı, oysa henüz ne Medine’ye bir şey yapabilmiş, ne de Şam ticaret yolunun serbest olmasını sağlayabilmişlerdi!..

Müslümanların işinin bittiğini sanıp müşriklerin Medine’ye saldırmaya yeltenmemesi için Hz. Resulullah (s.a.a) çoğu yaralı olan İslam ordusunu toparlayarak hemen ertesi gün yola çıktı ve Hamru’l-Esed denilen mıntıkaya kadar şirk ordusunu takip etti; ancak onların böyle bir saldırıya niyetli olmadıklarından emin olduktan sonra Medine’ye geri döndü.[806]

Uhud Yenilgisinin Sonuçları

Müslümanların Uhud savaşında yenilgiye uğramasının getirdiği bazı sonuçlar şunlardır:

1- Müslümanlar bu savaşta askeri açıdan yenilgiye uğradıysa da, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) emrinden asla çıkmamaları gerektiğini öğrenmiş oldular. Nitekim daha sonraki savaşlarda bir daha böyle bir itaatsizlikte bulunmamışlardır.

2- Münafıklar fitneye başlayarak Müslümanların bu yenilgisinden duydukları sevinci açığa vurup onları kınamaya başladılar.[807]

3- Yahudiler de kinlerini açığa vurarak “Muhammed padişahlık peşindedir aslında, yoksa hiçbir peygamber böyle yenilmiş değildir!” dediler.[808]

4- Medine çevresindeki İslam düşmanları küstahlaşarak komplo ve fitneye başladılar.

Esedoğulları kabilesinin Medine’ye saldırmak için gösterdiği başarısız girişimler, Reciy hadisesi ve Bi’r-i Mâune olayı bunun örnekleridir.

5- Müslümanlar Medine’ye döndükten sonra bütün şehir adeta yasa boğulmuş gibiydi, Müslümanlar büyük bir ümitsizliğe kapılmıştı. Ebu Süfyan’ın Uhud’da başlattığı psikolojik savaşı Medine’de sürdüren münafıklarla Yahudilerin vesveseleri de bu durumu körüklüyordu. Allah Teala Âl-i İmran Suresi’nin bazı ayetleriyle bu olumsuz etkileri silip Müslümanların moralini yükseltti. İbn İshak, bu surenin 60. ayetinin Uhud savaşı hakkında indiğini yazar[809]. Allah Teala bu ayetlerde Müslümanların yenilmelerinin nedenlerini açıklamakta ve askeri yenilgiye uğradıklarını, ama psikolojik yenilgiye uğramamaları ve ümitsizliğe kapılmamaları gerektiği uyarısında bulunmaktaydı. Ayrıca bu yenilginin sırrını da hatırlatarak Müslümanların askerî disipline uymadıkları ve dünya malına tamahlandıkları için yenildiklerini belirtmekteydi. Bedir’de Allah’ın yardımıyla zafer kazanmalarının sebebi, orada sadece Allah’ın rızasını umarak savaşmış olmalarıydı, ama bu savaşta ganimet peşine takılmış ve yenilmişlerdi!.. Âl-i İmran Suresi’nin konuyla ilgili bazı ayetlerinde şöyle buyrulur:

“Andolsun siz güçsüz iken Allah size Bedir’de yardımıyla zafer verdi. Şu halde Allah’tan korkup sakının ki O’na şükredebilesiniz.”

“Allah’a ve Resulü’ne itaat edin ki merhamet olunasınız.”

“Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer gerçekten iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz”

“Eğer -Uhud meydanında- bir yara aldıysanız, o kavme -kafirlere- de benzeri bir yara değmiştir. Bu zafer ve yenilgi günlerini insanlar arasında devrettirip dururuz. Bu, Allah’ın iman edenleri belirtip ayırması ve sizden şahidler edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez.”

“Yoksa siz, Allah, içinizden cihad edenleri belirtip ayırt etmeden ve sabredenleri de belirtip ayırt etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Andolsun, siz Allah yolunda ölüm -şehadet-le karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz, şimdi -Uhud savaşında- onu gördünüz işte, ama -sadece- bakıp durdunuz.”

“Andolsun, Allah -düşmanı yeneceğinize dair -size verdiği sözde sadık kaldı, siz O’nun izniyle -savaşın başında- onları kırıp geçiriyordunuz, ama sonra gevşediniz ve -Uhud’da siperlerinizi bırakıp bırakmama konusunda- aldığınız emir hakkında birbirinizle çekişip tartıştınız, sevdiğiniz şeyi -zaferi- size gösterdikten sonra emre itaatsizlik ettiniz! Sizden kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti. Derken Allah sizi sınamak için -yenilgi ve bozgunla- onlardan yüz çevirtti ve sizi bağışladı. Allah, müminlere karşı fazl ve ihsan sahibidir.”

“Bedir savaşında -Düşmana iki mislini indirdiğiniz bir darbeyi- bu savaşta -kendiniz alınca “bu yenilgi nereden?”mi diyorsunuz? De ki bu yenilgi size bizzat kendinizden geldi -çünkü Peygamber’in emrini dinlemeyip siperlerinizi terk ettiniz- Allah her şeye güç yetirendir.”[810]

Uhud yenilgisi Müslümanların askeri prestijine leke düşürmüş, Medine çevresindeki İslam düşmanlarının bir takım komplolara girişme cüretinde bulunmasına yol açmıştı. Medine’ye saldırı planının bu zaman diliminde düşünülmüş olmasının yegane nedeni, Müslümanların askeri zaafa uğradığının sanılmasıdır[811]. Bu komplo ve planlardan bazısı şunlardı:

1- Ebu Seleme Seriyesi: Esedoğullarının Başarısız Saldırısı

 Hz. Resulullah (s.a.a) Esedoğulları kabilesinin Medine’ye saldırmaya niyetlendiğini öğrenmişti. Ebu Seleme komutasında 150 kişilik bir müfrezeyi Esedoğulları kabilesinin bulunduğu bölgeye göndererek düşmana fırsat vermeden saldırılmasını emretti. Müslümanlar sapa yoldan süratle hareket ederek düşmanın bulunduğu bölgeye ulaştılar. Gafil avlanan Esedoğulları kabilesi çareyi kaçmakta buldu. Ebu Seleme ganimet ve esirlerle Medine’ye döndü[812].

Bu zafer Müslümanların askeri prestijini bir ölçüde artırmış, münafıklarla Yahudiler ve Medine çevresindeki kabilelerin, Müslümanların halâ güçlü olduğunu anlamasına yetmişti.

2- Rucey Hadisesi:

Hicretin 4. yılı Sefer ayında Lihyanoğulları kabilesinin tahrikiyle Ezelvegâre kabilesine mensup birkaç kişi Medine’ye giderek Müslüman olduklarını söyleyip “kabilemizden bazıları Müslüman oldu, bize Kur’an’ı ve İslam hükümlerini öğretmesi için birkaç kişi gönder” dediler. Hz. Resulullah (s.a.a) Müslümanlardan 10 kişiyi onlarla gönderdi[813]. Huzeyl kabilesine ait “Reciy” denilen bir suya vardıklarında Ezelvegâre kabilesinin adamları, Lihyanoğullarının da işbirliğiyle bu Müslümanlara saldırdılar. İslam tebliğcileri kendilerini savundularsa da sayıları çok fazla olan düşmana yenildiler, 8’i şehid düştü, ikisi esir oldu. Müşrikler bu iki esiri Mekke’ye götürüp, Bedir’de ölenlerin yakınlarına sattılar, Mekke müşrikleri bu iki esir Müslümanı çok feci şekilde şehid ettiler[814].

Bu iki kabilenin Mekke müşrikleriyle gizlice bağlantılı oldukları ve mevcut ortamdan yararlanarak bu ihanette bulundukları anlaşılmaktadır.

3- Bi’r-i Maune Olayı:

Yine hicretin 4. yılı Sefer ayında vuku bulan bu olay Reciy vakasından çok daha feciydi. Âmiroğulları kabilesinin büyüğü Ebu Berâ, Medine’ye gelip Hz. Resulullah’la (s.a.a) görüştü ve kendisinin Müslüman olduğu veya İslam’a meyli olmadığı gibi şeyler söylemeksizin hazretin Necd halkını İslam’a davet etmek için bazı sahabelerini oraya göndermesini teklif etti. Hz. Resulullah (s.a.a) “Necd halkının Müslümanlara bir şey yapmasından korkarım” buyurunca Ebu Berâ “Onlar benim güvencem altındadır, merak etmeyin!” dedi. Hz. Resulullah (s.a.a) Kur’an kârisi olan en iyi sahabelerinden 70 güzide Müslüman’ı seçip[815] Necd halkına gönderdi. Bu grup Bi’r-i Maune denilen bölgeye varınca Hz. Resulullah’ın (s.a.a) mektubunu aralarından biriyle, Âmir b. Tufeyl’e gönderdiler, Âmir mektubu okumadı ve getireni de öldürdü, sonra da Âmiroğulları kabilesini bu Müslümanları öldürmeye davet etti. Amiroğulları, Ebu Bera’nın verdiği güvenceye binaen bu ihanete yanaşmadılar. Bunun üzerine Âmir bin Tufeyl, Süleymanoğulları kabilesinden bazı boyların yardımıyla Müslüman tebliğ grubuna saldırdı, bu alçakça saldırıda Ka’b b. Zeyd’le Amr b. Ümeyye Zemri’den başka kurtulan olmadı, diğer Müslümanlar mazlumiyet içinde vuruşup şehid düştüler.[816]

Düşman tarafından esir edildikten sonra serbest bırakılan Amr b. Ümeyye, Medine dönüşünde Amiroğullarından iki kişiyi öldürdü, ama bunların Hz. Resulullah’la (s.a.a) müttefik olduğunu bilmiyordu.[817]

Neziroğullarıyla Savaş[818]

Hz. Resulullah’la (s.a.a) saldırmazlık antlaşması olan bu iki Amiroğulları mensubunun Amr b. Ümeyye tarafından öldürülmesi Peygamber-i Ekrem’i (s.a.a) pek rahatsız etmiş, bu nedenle teessüfünü bildirerek “onların diyet bedelini ödememiz gerekir” buyurmuştu[819]. Diğer taraftan çok geçmeden “Âmiroğulları da Hz. Peygamber’e (s.a.a) bir mektup yazarak diyet ödenmesini istemişlerdi[820].

Amiroğulları, Neziroğulları kabilesiyle müttefik olduğundan Hz. Resulullah (s.a.a) diyet konusunda onlardan yardım alabilmek için ensar ve muhacirinden birkaç sahabeyle birlikte Neziroğullarının Medine yakınındaki kalelerine gidip onlarla görüştü. Neziroğulları olumlu cevap verdiler, ama bu arada gizlice bir Yahudi’yi görevlendirerek Hz. Resulullah’ın (s.a.a) kenarında oturduğu duvarın üzerinden o hazretin başına bir taş yuvarlayarak öldürmesini istediler. Hz. Resulullah (s.a.a) gaybdan ulaşan bir haberle bunu öğrendi[821] ve hemen yerinden kalkıp o kaleyi terk ederek Medine’ye döndü ve Neziroğulları Yahudilerine Medine’yi terk etmeleri ihtarında bulunup taşınabilir mallarını da götürmelerine izin verdi. Yahudiler dehşete kapılarak göçmeye hazırlanırken Abdullah b. Ubey onları direnmeye davet etti ve savaş çıkması halinde adamlarını silahlandırarak onların yardımına koşacağı vaadinde bulundu, “Sizi Medine’den sürerlerse ben de sizinle birlikte şehri terk ederim!” dedi.[822]

Bazı tarihi belgeler bu olaydan önce Kureyşlilerin, onları Müslümanlara karşı komplo tertipleyip savaşmaları yolunda tahrik ettiğini ve bu olayda sözkonusu tahrikin de payı bulunduğunu göstermektedir[823]. Abdullah’ın yalan vaadlerine kanan Neziroğulları kabilesi kaleyi terk etmekten vazgeçince Hz. Peygamber’in (s.a.a) emriyle İslam ordusu bu kaleyi 15 gün kuşattı, bu süre zarfında Yahudilerin geleceğini umduğu yardımlar gelmemişti! Artık kaleyi terk etmekten başka çare kalmadığını görünce Hz. Resulullah’ın (s.a.a) izniyle silahlarını teslim edip eşyalarını bineklere yüklediler ve topluca kaleden çıktılar; kimi Şam’ın Azraat bölgesine, kimi de reisleri Hoyyiy b. Ahtan’la birlikte Hayber’e göçtü. Hayberliler onları pek sıcak karşılamış ve Hoyyiy b. Ahtan’ın emrine girmişlerdi.[824]

Neziroğulları savaşmadan teslim oldukları için onların gayrimenkulleri “hâlise” olarak[825] Hz. Resulullah’ın (s.a.a) eline geçmişti, hazret (s.a.a) muhacirlerle ensar arasındaki kardeşlik akdini dikkate alarak, ensarın da onayıyla bu mülkü muhacirler arasında paylaştırdı.[826]

Allah Teala Neziroğullarının ihanetini ve uğradığı akibeti Kur’an’da şöyle anlatır:

“Kitap ehlinden küfredenleri ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O’dur. Onların çıkacaklarını siz sanmamıştınız, onlar da kalelerinin kendilerini Allah’tan koruyacağını sanmışlardı. Böylece Allah’ın azabı da onlara hesaba katmadıkları bir yönden geldi, yüreklerine korku salıverdi, öyle ki evlerini kendi elleriyle ve müminlerin elleriyle tahrib ediyorlardı. Artık ey basiret sahipleri, ibret alın! Eğer Allah onlara sürgünü yazmamış olsaydı, muhakkak onları bu dünyada azablandırırdı, ahirette ise onlar için ateş azabı vardır. Bu, onların Allah’a ve O’nun Resulüne karşı başkaldırıp ayrılık çıkarmaları dolaysıyladır. Kim Allah’a karşı başkaldırıp ayrılık çıkarırsa, muhakkak Allah, cezası pek şiddetli olandır”[827]

Hendek -Ahzab- Savaşı

 Hicretin 5. yılı Şevval ayında vuku bulan[828] bu savaş, Hoyyiy b. Ahtab’la Hayber’e sığınan Neziroğullarının diğer önce gelenleriyle Vailoğulları kabilesinden bir grubun Mekke’ye gidip Kureyşlilerle görüşmesi ve onları Hz. Resulullah’la (s.a.a) savaşa girmeye ikna edip bu yolda her nevi işbirliği ve yardım teklifinde bulunması sonucu gerçekleşti.

Bu görüşmede Kureyşliler onlara “Bizim dinimiz mi daha iyidir, Muhammed’in (s.a.a) dini mi?” diye sordular. Yahudiler Ehl-i Kitap oldukları ve putperestliği doğal olarak reddetmeleri gerektiği halde fitne ve nifaka başvurup “Sizin dininiz “Muhammed’in(s.a.a) dininden iyidir, siz hakka ondan daha yakınsınız” diye cevap verdiler.

Onların bu cevabı Kureyşlileri ikna edip savaşa razı olmalarına yol açtı. Allah Teala Yahudilerin bu düşmanca yargısını şiddetle kınamakta ve şöyle buyurmaktadır:

“Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi? Onlar tağuta ve Cibte inanıyorlar ve diğer küfredenler için: “bunlar, iman edenlerden daha doğru bir yoldadır” diyorlar! İşte bunlar, Allah’ın lanetledikleridir! Allah’ın kendisini lanetlediğine hiçbir yardımcı bulamazsın.[829]

Yahudi liderlerin bu kindar yargı tavrı o kadar insafsız ve mantıksızdı ki, bugün bizzat Yahudi olan bazı yazarlar bile bu tavrı kınamaktan kendilerini alamamaktadır. Yahudi yazar Dr. İsrail WolfonsonArap Topraklarında Yahudi Tarihi”adlı kitabında şöyle yazar:

“Onlar bunca fahiş bir hataya düşmemeliydi… Kureyşliler onların teklifini geri çevirse bile Kureyş büyüklerinin önünde, putlara tapmayı, İslam’ın getirdiği tevhid inancından daha üstünmüş gibi göstermeye çalışmamaları gerekirdi. Zira İsrailoğulları asırlarca putperest kavimler arasında tevhid bayrağını taşımıştır…”[830]

Yahudiler Kureyşlileri ikna ettikten sonra Katfanoğulları kabilesine giderek onları da Müslümanlara karşı savaşa kışkırttılar[831]. Bu kabileden Fizare, Mürre ve Eşce boyları işbirliğinde bulunmayı kabullendiler[832]; bunlardan sonra Süleym ve Esedoğulları kabilelerine gidip onları da kandırdılar.[833] Bu  arada Kureyşliler de Sakif’le Kenaneoğulları gibi bazı müttefiklerinin onayını almayı başarmış[834]. Böylece çok güçlü ve büyük bir askerî pakt oluşturulmuş, Ebu Süfyan komutasında 10.000 kişilik bir ordu[835]  Medine’ye doğru harekete geçmişti!..

Medine yolunda Hoyyiy b. Ahtab, 750 kişilik Kurayzaoğulları savaşçılarının da Ahzab ordusuna katılmasını sağlayacağına dair Ebu Süfyan’a vaadlerde bulunuyordu…[836]

Yapılan onca masraf ve hazırlanan bu büyük orduyla Kureyş ve Yahudiler, bu savaşın Müslümanların sonu olacağından ve, Müslümanları kesinlikle yok edeceklerinden emindiler artık!..

Hz. Resulullah (s.a.a) Müslümanların dostu olan Huzâe kabilesinin gönderdiği gizli bir raporla, Ahzab ordusunun harekete geçtiğini öğrenmişti…[837]  Hz. Peygamber’in (s.a.a) emriyle oluşturulan askeri şûrâda yapılan görüşmelerde, biraz da Uhud savaşının etkisiyle, bu defa hiç kimse Medine dışında savaşmayı önermedi, herkes şehirde kalmanın daha uygun olduğunda hemfikirdi[838].

Medine’nin etrafı evlerle hurmalıklar gibi doğal manialarla çevriliydi, düşmanın buralardan şehre sızması kolay değildi.[839] Ancak, şehrin açık olan bir kısmı vardı, Selman buraya hendek kazılmasını önerdi, böylece düşmanın burada da önü kesilmiş olacaktı[840]. Hz. Resulullah’ın (s.a.a) önderliği ve bilfiil katılımıyla Müslümanlar büyük bir azim gösterip yılmadan çalışarak kısa sürede, aşılması imkânsız bir hendek kazdılar.[841] Hz. Resulullah (s.a.a) kadınlar, çocuklar ve savaşacak durumda olmayan sivilleri şehirdeki kalelerle sığınaklara yerleştirdi[842].Yine o hazretin (s.a.a) emriyle, kayıtlarda sayısı 3 bin kişi olarak geçen İslam ordusu[843]  “Sel” Dağı’yla hendek arasında, sırtı dağa dönük olarak konuşlandı.[844]

Uhud savaşında olduğu gibi, şehrin dışında Müslümanlarla karşılaşacaklarını zanneden Ahzab ordusunun komutanları, şehrin önüne kadar ilerleyip de karşılarında bu büyük hendeği bulunca ne yapacaklarını şaşırdılar. Araplar, ilk kez böyle bir savaş hilesine şahid oluyorlardı çünkü!..[845]  Bu nedenle, ne yapacaklarını bilememenin şaşkınlığı içinde hendeğin ötesinde çakılıp kaldılar.

Kalabalık şirk ordusu, Medine’yi kuşatmaya almıştı şimdi.

Kuşatma 20 gün sürdü. Bu müddet zarfında taraflar hendeğin iki tarafından birbirlerine ok yağdırmaktan başka bir şey yapmamıştı. Kureyşli süvariler Müslümanlar arasında korku yaratabilmek için hendeğin etrafında at koşturup çılgınca naralar atıyor, askerî gösteriler yapıyor, Müslümanları ok yağmuruna tutuyordu[846].Düşmanın kuşatması uzun sürmüş, Müslümanlar sıkışmaya başlamıştı, şehrin içinde de durum giderek zorlaşıyor, kriz büyüyordu. Kur’an-ı Kerim bu durumu şöyle tavsif eder:

“-Ey iman edenler, hatırlayın-, Hani -düşman, şehrinizin- altından ve üstünden (dört bir yandan) üzerinize gelmişti (ve Medine’yi kuşatmıştı), gözler de kaymış, yürekler hançereye gelip dayanmıştı ve siz Allah hakkında birtakım haksız zanlarda bulunuyordunuz. İşte orada iman edenler denemeden geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardı…”[847]

Kurayza Yahudilerinin İhaneti

Bu sırada Müslümanların durumunu daha da zorlaştıran bir başka gelişme yaşandı; Kurayzaoğulları Müslümanlarla yaptıkları saldırmazlık antlaşmasını tek taraflı olarak bozmuş ve Ahzab ordusunu desteklediklerini ilan etmişlerdi!.. Kurayzaoğullarının bu iğrenç ihanetinin ardında Hoyyiy b. Ahtab’ın kışkırtmaları ve fitneci komploları vardı…[848] Bu komplonun açığa çıkması birçok Müslüman’ın moralini bozmuştu; Hz. Resulullah (s.a.a) bunun bıraktığı kötü izleri silmeye çalışıyordu.

Daha da kötüsü, Kurayzaoğulları sadece antlaşmayı çiğnemekle kalmayacak, iki iğrenç ihanette daha bulunacaktı. Bunlardan biri, azık sıkıntısına düşen hendeğin ötesindeki şirk ordusuna yiyecek yetiştirmek oldu. Bir defasında Kureyş ordusuna hurma, arpa ve hayvan yemi taşıyan bir kervan, Kûba mıntıkasında Müslümanların eline geçti ve bu kervana el koyuldu[849].

Yahudilerin diğer iğrenç ihaneti de şehirde terör havası estirip yalnız kalan savunmasız sivillerle kadınları dehşete düşürme girişimleriydi. Bir gün savunmasız sivillerin sığındığı şehir içindeki kaleye sızmayı başaran bir Yahudi, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) halası Safiye Hatun tarafından öldürüldü[850].

Bir başka gece Kurayza Yahudileri, savunmasız kalan Medine içine baskın düzenlemeye karar verdiler; Hoyyib b. Ahtab’ı Kureyş ordusuna göndererek bu saldırıda kendilerine yardımcı olmak üzere Kureyş ve Katfanoğullar’ından kendilerine 1000’er savaşçı verilmesini istediler. Bu komplonun haberi Hz. Peygamber’e (s.a.a) ulaştığında şehre şiddetli bir korku ve dehşet hakim olmuştu. Hz. Resulullah (s.a.a) 500 savaşçıyı şehirde güvenliği sağlamakla görevlendirdi. Bu birlikler geceleri sabaha kadar şehirde tekbirler getirerek devriye geziyor, sivillerin sığındığı bölgeyi titizlikle koruyorlardı.[851]

Ahzab Ordusunun Yenilgi Nedenleri

Bütün bu zorluklara rağmen, hendek ve diğer bazı faktörler durumun Müslümanlar lehine değişmesini sağlamış ve onca gücüne rağmen Ahzab ordusunun emeline ulaşmasını engellemişti. Bu faktörleri özetle aktaralım:

1- Ahzab Ordusuyla Kurayza Yahudileri Arasında Çıkarılan Anlaşmazlık

Katfanoğulları kabilesinden Nueym bin Mesud yeni Müslüman olmuştu. Nueym, Hz. Peygamber’den (s.a.a) izin alarak[852] Kurayzaoğullarına gidip onlarla görüştü ve kendisine güvenmelerini sağladı. Eski bir dost olarak onlara fikir verip, Müslümanlarla yaptıkları antlaşmayı çiğnemenin çok tehlikeli bir hata olduğunu izahla şöyle dedi: “…Sizin durumunuz Kureyş ordusundan çok farklıdır, bu savaş bir sonuca varmazsa Kureyşliler geri dönüp kendi vatanlarına gidecek, ama sizin gidecek bir yeriniz yok ki!.. O zaman Kureyşliler gidince Müslümanlar hepinizi öldürecektir! Binaenaleyh, bu savaşın süreceğinden emin olmak ve Kureyşin desteğini sizden çekmeyeceğinin garantisi olarak rehine şeklinde alıkoymak için bir yolunu bulup, Ahzab ordusunun komutanlarından birkaçını ele geçirin ve savaş bitinceye kadar onları bırakmayın!”

Nueym, Yahudileri ikna ettikten sonra bu haberi askerî bir sır ve Kurayzaoğullarının aldığı bir karar olarak Kureyş liderleriyle kendi kabilesinin büyüklerine sızdırdı ve “Kurayzaoğulları aslında bu komutanları böyle bir bahaneyle sizden alıp, kendilerini affettirebilmek ve sadakatlerini ispatlamak için Muhammed’e teslim etmeyi düşünüyorlar!” dedi ve Kurayzaoğulları böyle bir teklifte bulunacak olursa sakın kabul etmemelerini sıkı sıkıya tembihledi!

Bu plan tutmuş, iki grup arasında güvensizlik ve ihtilaf baş göstermişti. Ahzab ordusu içeriden sarsılmaya başlamıştı artık…[853]

2- Amr b. Abduvedd’in Öldürülmesi

Kureyşlilerin canı iyice sıkılmaya başlamıştı, üç nedenden dolayı bu savaşın bir an önce bitmesi gerekiyordu: Evvela kuşatma uzadığı için azıkları bitmiş, yiyecek sıkıntısı başlamıştı. İkincisi, havanın giderek soğumasıydı, karargah çadırlarında üşüyorlardı. Bunlardan daha önemli olanı, haram ay olan Zilkade’nin yaklaşmakta oluşuydu, Şevval ayında bu savaşı bitiremezlerse tam üç ay savaşa ara vermek zorunda kalacaklardı![854]

Bu nedenle, çıkmaza giren savaşın seyrini değiştirmeye karar verdiler. On bin kişilik Ahzab ordusunun en yaman 5 kahramanı, hendeğin dar bir noktasını keşfedip atlarıyla karşıya geçmeyi başardılar[855] ve kendileriyle savaşmaya cüreti olan er istediler!Bunlardan biri, bütün Arap dünyasının en namlı kahramanı meşhur savaşçı Abdu Veddoğlu Amr’dı. Bu ünlü silahşor “Kureyşin emsalsiz atlısı” ve “Yelil’in rakipsiz savaşçısı” olarak bilinirdi.[856]

Amr hendeği aştıktan sonra kendisiyle savaşacak yiğit istedi ama Müslümanlardan hiç kimse onunla teke tek vuruşmayı göze alamıyordu…[857] Bu olay birkaç kez tekrarlandığı halde Hz. Ali’den (a.s) başka hiç kimse öne çıkmadı. Sonunda Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali’ye (a.s) izin vererek onu Amr’ın karşısına gönderdi ve “Şimdi bütün bir İslam’la bütün bir küfür ve şirk karşı karşıya!” buyurdu[858].

Hz. Ali (a.s) Amr’la göğüs göğüse kahramanca çarpışarak onu öldürdü; onun öldürüldüğünü gören diğer 4 savaşçı dehşete kapılarak kaçmış, bu arada içlerinden biri atıyla hendeğe düşerek Müslümanlar tarafından öldürülmüş[859].

Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) Hz. Ali’nin (a.s) gösterdiği bu cesaret ve yiğitliği överek şöyle buyurdu:

“Senin bugün yaptığın bu iş, ümmetimin tamamının amellerinden üstündür! Zira Amr’ın öldürülmesiyle, bütün müşriklerin evine zillet ve aşağılık duygusu girmiş oldu ve bilakis izzetin girmediği bir tek Müslüman evi kalmadı!”[860].

Büyük Ehl-i Sünnet muhaddisi Hakim Nişaburî bu olay üzerine Hz. Resulullah’ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu yazar “Hendek günü Ali bin Ebu Talib’in Amr b. Abduvedd’le savaşı, ümmetimin kıyamete kadar işleyeceği iyi amellerin tamamından üstündür!.[861]

Amr’ın öldürülmesiyle Ahzab ordusunun psikolojisi çökmüş, yenilginin acısı bütün şirk saflarında kendisini göstermişti. Bu olaydan sonra şirk ordusuna katılan kabileler ordudan ayrılıp kendi yurtlarına dönmeye karar vermiştir[862].

3- Gaybî Yardımlar

Şirk ordusuna son darbeyi Yüce Allah, gaybî yardım şeklinde indirdi ve bir gece çok sert ve soğuk bir fırtına estirdi. Güçlü rüzgar Ahzab ordusunun karargahını alt üst etmiş, orada ikameti sürdürmek artık imkansız olmuştu. Ebu Süfyan aynı gün Mekke’ye dönüş emrini vermek zorunda kaldı.[863]

Allah Teala Kur’an’da kendisinin bu ilahî yardımını şöyle hatırlatır:

“Ey iman edenler, Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın, hani size ordular gelmişti; böylece biz de onların üzerine bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik, Allah yapmakta olduklarınızı görendir.”

“Allah, kafirleri kin ve öfkeleriyle geri çevirdi, onlar hiçbir hayra varamadılar. Savaşta Allah -yardımcı ve zafer verici olarak- müminlere yetti. Allah çok güçlüdür, üstün, yenilmez ve galip olandır”[864]

Ahzab liderlerinin bu savaşa harcadığı onca masraf ve toplayıp getirdiği onca büyük orduya rağmen aldığı sonuç çok acı ve yıkıcıydı. Çünkü bütün bunlardan sonra ne Medine’ye bir şey yapabilmiş, ne de Şam ticaret yolunun serbest kalmasını sağlamışlardı. Bu nedenle Ebu Süfyan’ın komuta ve liderlik karizması çizilmiş ve Kureyşin prestiji adamakıllı sarsılmıştı. Nitekim bu savaştan sonra Müslümanlar artık savunma konumundan saldırı konumuna geçmiş oldular, Hz. Resulullah (s.a.a) “Bundan sonra hep biz saldıracağız, onlar bize saldıramayacak artık!” buyurdu[865] ve gerçekten de öyle oldu!

Bu savaşta Müslümanlar 6 şehid vermiş[866], düşmandan da 3 kişi ölmüştür[867].

Kurayzaoğulları Savaşı

Ahzab ordusu geri çekildikten sonra Hz. Resulullah (s.a.a) derhal Kurayzaoğulları yahudilerinin üzerine yürüyüp onları yok etmekle görevlendirildi. Hazret (s.a.a) bu emri Müslümanlara iblağ etti ve İslam ordusu aynı günün akşamı Kurayzaoğullarının kalesini sardı. Kurayza Yahudileri kalelerine çekilmiş Müslümanları ok yağmuruna tutuyor, Hz. Resulullah’a (s.a.a) çirkin küfürler savuruyorlardı.

25 günlük kuşatmadan sonra Kurayzaoğulları teslim olmaya razı oldular. Daha önce Kurayza Yahudilerinin müttefiki olan Evs kabilesi, Hz. Resulullah’tan (s.a.a) onlara da Hazrec’in eski müttefiki olan Kaynukaoğullarına davrandığı gibi davranmasını istediler. Hazret “Sizin büyüğünüz olan Sa’d bin Muaz bu konuda hakem olsun!” buyurdu, Evslilerle Kurayzaoğulları Sa’d’ın kararını kabul edeceklerini söylediler, çünkü bu görevi üstlenen Sa’d’in, cahiliyet ve kabile töreleri gereğince hüküm vermesi halinde Kurayzaoğulları lehine karar vermesi gerekiyordu. Ama o, kabilesinin bireylerinin etkisinde kalmadı ve hiçbir kınayanın kınamasından çekinmeden karar vereceğini açıkladı. Taraflar yine onun kararını kabul edeceklerini belirtince (Tıpkı Kurayzaoğullarının Hz.Resulullah’la (s.a.a) imzaladığı antlaşmaya göre hükmederek -çev-) onların erkeklerinin esir edilmesi ve mallarının ganimet alınması hükmünü verdi ve bu hüküm icra edildi. Kurayza Yahudilerinin Müslümanlarla yaptıkları antlaşmayı çiğnemelerinde önemli rol oynayan Nezir Yahudilerinin reisi Hoyyiy bin Ahtab da öldürülenler arasındaydı. Çünkü daima Kurayzaoğullarının yanında olacağına ve yenilmeleri halinde onlarla aynı kaderi paylaşmaya razı olacağına söz vermişti. Yaptığı onca ihanet ve sebep olduğu onca fitneden dolayı son demlerinde kınandığı ve hesaba çekildiği zaman hatasını kabullenip pişmanlık duyduğunu söyleyeceği yerde, kendisinin ve Kurayzaoğullarının uğradığı bu acı sonu Allah’ın değişmez takdiri ve kader olarak tanımladı ve Hz. Resulullah’a (s.a.a) “Sana yaptığım düşmanlıktan dolayı pişman değilim!” dedi, “Ama Allah birini zelil ederse o artık zelil olur!”, sonra da halka hitaben “Allah’ın iradesinden korkulmaz” dedi, “Bu yenilgi ve zillet, Allah’ın İsrailoğulları için belirlemiş olduğu alınyazısıdır!”[868]

Hz. Resulullah (s.a.a) esirlerden bir kısmını bir Müslüman’la Necd’e göndererek onları satıp, karşılığında Müslümanlar için silah ve at almasını emretti.[869]

Kur’an-ı Kerim Yahudilerin ihanetlerinin bedeli olan bu acı sonu şöyle beyan eder:

“Allah, Kitap ehlinden -Yahudilerden- onlara  -müşriklere- arka çıkanları da kalelerinden indirdi ve onların kalplerine korku düşürdü. Siz onlardan bir kısmını öldürüyordunuz, bir kısmını ise esir alıyordunuz. Ve sizi onların topraklarına, yurtlarına, mallarına ve daha ayak basmadığınız bir yere mirasçı kıldı. Allah her şeye güç yetirendir.”[870]

Bir Eleştiri ve İnceleme

Kurayzaoğullarının savaşçı erkeklerinin tam sayısı veya idam emrini kimlerin uyguladığı gibi teferruatlar hakkında tarihçiler arasında bazı ihtilaflar varsa da konunun esasında ötedenberi tarihçiler arasında kesin bilgi ve ittifak vardır. Bahsimizin bu noktasında sözkonusu hükümle ilgili iki görüşü biraz etraflıca ele almakta yarar var:

1- Bazı Avrupalı yazarlar Kurayza Yahudilerinin böylece cezalandırılmasını vahşice ve insanlık dışı bir uygulama olarak tanımlar[871]. Ne var ki, Kurayza Yahudilerinin işlediği onca caniliğe bakıldığında bu suçlamayı kabul etmek mümkün değildir. Çünkü onlar sadece antlaşmayı çiğneyip Müslümanlara karşı açıkça savaş ilanında bulunmakla yetinmemiş; bilakis, daha önce de belirttiğimiz gibi Medine içinde terör havası estirip Ahzab ordusunun azık ve yem ihtiyacını da temin ederek onların lojistik hizmetlerini bizzat üstlenmek suretiyle Müslümanlarla bilfiil savaşa iştirak etmişlerdir. Savaş sırasında böyle girişimlerde bulunmanın hiçbir millet için affedilir yanı olmadığı ve bu tür ihanetlerin en sert şekilde cezalandırıldığı herkesçe bilinmektedir.

Dahası, İslam peygamberi (s.a.a) onlarla yaptığı antlaşma gereği de onları cezalandırma hakkına sahip olduğu halde bu yola başvurmamış ve Evslilerin ricası üzerine müsamaha göstererek Sa’d’in hakemliğini önermiş, bu öneri de hem Evs, hem Kurayzaoğulları tarafından kabul edilmiştir. Bu durumda konunun itiraz edilebilecek bir tarafı kalmamaktadır.

Bu bir tarafa, burada her şeyden önce “kime ve nereye kadar müsamaha gösterilip affedilebileceği?” sorusuna cevap verilmelidir aslında… Dış görünümünden başka insana benzer yanı bulunmayan ve bütün insani değerleri rahatça ayaklarının altına alabilen, yaptığı antlaşma ve verdiği taahhütlere hiçbir sadakat göstermeyip bütün varlığı düşmanlık, kin, nefret ve inatla yoğrulmuş olanlara müsamaha gösterip bağışlamak doğru mudur?[872] Hoyyiy b. Ahtab’ın başkanlık ettiği Neziroğulları Yahudilerine müsamaha gösterilip affedildikleri halde komplolarından vazgeçmeyip yine Müslümanlara karşı savaşa girişmemişler miydi? Hoyyiy b. Ahtab’la Kâ’b b. Esed’in geçmişte yaptıklarını tekrarlamayacaklarını ve İslam’ın ve Müslümanların kökünü kazımak için daha büyük bir ordu hazırlamayacaklarını kim garanti edebilirdi?! Onlara müsamaha gösterip tekrar affetmek, kudurmuş bir yırtıcıya müsamaha göstermek olmaz mıydı?

Medine’nin muhasara edildiği günlerde Ebu Süfyan Hz. Resulullah’a (s.a.a) yazdığı bir tehdit mektubunda şöyle diyordu: “Lat’la Uzza’ya yemin ederim ki bu orduyla, seninle savaşmaya geldik ve bir daha savaşa gerek kalmayacak şekilde bu defa senin kökünü kazımaya niyetliyiz! Ama eğer savaşmadan Mekke’ye dönecek olursak bir gün mutlaka size ikinci bir Uhud yaratacak ve kadınlarınızı yaslara boğacağız!”[873]

Sahi, böyle bir durum tekrarlanmış olsaydı Kurayzaoğulları Ahzab ordusuyla yine işbirliği yapar mıydı?

Bütün bunlar bir tarafa, Sa’d’in verdiği hüküm tıpatıp Tevrat hükümleriyle bağdaşmaktadır ve Yahudilerle yakın ilişkileri ve onlarla uzun süre müttefik olması nedeniyle galiba onların cezai kanunlarından da haberdardı, nitekim Tevrat’ta şöyle geçmektedir:

“Savaşmak için bir şehrin üzerine yürüdüğün zaman önce barış önerisinde bulun. Eğer bu çağrına olumlu cevap verir ve şehrin kapılarını sana açarlarsa o şehirdeki herkes sana cizye ödemeli ve kulun-kölen olmalıdır. Seninle barışmaz ve savaşa girişirlerse onları kuşatmaya al ve Rabbin onu senin ellerine bıraktığında bütün erkeklerini kılıçtan geçir; kadınlarla çocukları, hayvanları ve kısaca o şehirde mal-mülk adına ne varsa hepsini ganimet sayıp yağmala ve talan et, böylece Rabbinin sana vermiş olduğu düşman ganimetlerini afiyetle ye!”[874]

2- Çağdaş araştırmacılardan biri Kurayzaoğullarının cezalandırıldığı gerçeğini inkâr etmekte ve bazı deliller öne sürerek Hz. Peygamber’den (s.a.a) böylesine sert bir cezalandırmanın beklenemeyeceğini iddia etmektedir[875]. Bu iddia, bazı Avrupalı yazarların eleştirileri veya Siyonistlerin propaganda saldırıları karşısında bir nevi “savunma iddiası” olarak telakki edilebilir, ama bu görüşü eleştiren bazı araştırmacıların da altını çizdiği gibi[876] sözkonusu deliller pek çiğ görünmektedir; en önemlisi de, bu iddiada, olayın esasının anlatıldığı Ahzab Suresi’nin 26. ayeti adeta görmezden gelinmiştir. Bu bir yana, sözkonusu vakadan sonra tarihte Kurayzaoğullarının adına ve izine rastlanmamaktadır artık. Oysa böyle bir vaka gerçekleşmiş olmasaydı doğal olarak tarihin herhangi bir sayfasında Kurayzaoğullarının hali ve durumuyla ilgili bir kayda rastlanması gerekirdi.

Mustalakoğulları Savaşı

Hicretin 6. yılı Şaban ayında[877] Hz. Resulullah’a (s.a.a) Huzâe  kabilesinin boylarından biri olan Mustalakoğullarının reisi Haris b. Ebu Zırar’ın, kendi boyuyla o mıntıkadaki diğer arap boylarını Medine’ye saldırmaya hazırladığı haberi ulaştı. Hz. Resulullah (s.a.a) İslam ordusunu seferber edip Kızıldeniz sahillerindeki Müreysiy kuyusuna kadar ilerledi[878] ve burada savaş başladı. Müslümanlar, Mustalakoğullarını çok kısa bir çarpışmayla yendiler, bu savaşta Müslümanların eline epey ganimetle çok sayıda esir düşştür[879].

Haris’in kızı Cüveyriye de bu esirlerin arasındaydı. Haris, kızının serbest bırakılması için Medine’de Hz. Resulullah’ın (s.a.a) huzuruna çıktı. Hazret (s.a.a) kızının serbest bırakılması için getirdiği develerden ikisini yolda gizlediğine dair gaibden aldığı haberi ona söyleyince Haris Müslüman oldu. Hz. Resulullah (s.a.a) Cüveyriye’yi serbest bıraktıktan sonra onunla evlendi.[880]

Mustalakoğulları şimdi Peygamber’le (s.a.a) akraba olmuştu, Müslümanlar bunun hürmetine, bu boydan olan, ellerindeki esirleri serbest bıraktılar ve bu güzel olaya sebeb olduğu için de Cüveyriye’ye o günden sonra “akrabaları için en bereketli kadın” denildi[881].

Bu evlilik Hz. Resulullah’ın (s.a.a) sosyal kazanımlar getiren ve kişisel eğilim ve boyutları aşan evliliklerine de bir örnek teşkil etmesi bakımından önemlidir.

Umre Seferi

Hicretin 6. yılında Hz. Resulullah (s.a.a) umre yapmak için Mekke’ye gitmeye karar verdi. Müslümanlar, hicretten bu yana hac veya umre yapamamışlardı. Bu dini yolculuğun manevi faydaları yanında “dînî bir boy gösterme” boyutu da vardı ve bir nevi tebliğ etkileri olacaktı. Çünkü hem Mekke’deki hacılarla şehir halkının dikkatini çekecek, hem de Resulullah’ın (s.a.a) adamlarının çoğaldığını göstermiş olacaktı. Aynı zamanda müşrikler için çok büyük ve kutsal bir tören olan hac ve umrenin Hz. Muhammed’in (s.a.a) dininde de pek kutsal bir ibadet olarak kabul edildiği anlaşılacak, bu da duyguları ve gönülleri fethetmede önemli bir rol oynayacaktı. Kureyşliler onların umre yapmasını engelleyecek olursa bundan da kamuoyu nezdinde yine kendileri zararlı çıkacaktı. Çünkü Ka’be’nin anahtarlarını taşıyan, insanları her zaman hacca teşvik eden, hacıları ağırlayıp misafir eden ve bunu kendileri için büyük bir iftihar kaynağı sayan Kureyşliler, şimdi Müslümanların Mekke’ye girmesini engelleyecek olursa kamuoyunun nefretini kazanacak ve bunun yegane nedeninin Müslümanlarla inatlaşma olduğunu herkes anlayacaktı[882].

Hz. Resulullah (s.a.a) Zilkade ayında 1800 kişilik bir Müslüman kafileyle Mekke’ye doğru yola çıktı[883]. Bu yolculukta Hz. Resulullah’ın (s.a.a) emriyle Müslümanlar yanlarına kılıçtan başka silah almamıştı(ki bu da o günkü gelenekler çerçevesinde her yolcuda bulunmaktaydı)aynı şekilde, kurbanlık develerini de Medine’den getirmiş, böylece Kureyşlilerle savaşmaya gelmediklerini göstermişlerdi.

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yola çıktığını öğrenen Kureyşliler Müslümanları Mekke’ye sokmama kararı aldılar ve bu amaçla askeri bir birliği yola çıkardılar.

Hz. Resulullah (s.a.a) bu olay üzerine Hudeybiye’de durmak zorunda kaldı. Kureyşliler defalarca temsilcilerini gönderip neden geldiklerini sormuş, Hz. Resulullah (s.a.a) da her defasında “biz savaşmaya gelmedik, sadece umre yapmak istiyoruz” cevabını vermişti. Buna rağmen Kureyşliler onların Mekke’ye girmesine şiddetle engel olmadaydı.

Durum çıkmaza girmişti…

Rıdvan Biatı

Sonunda Hz. Resulullah(s.a.a) geliş nedenlerini anlatıp Kureyşi ikna etmesi için Osman bin Affan’ı gönderdi, Osman’ın dönüşü gecikince onun öldürüldüğü söylentisi yayılmaya başladı![884] Bunun üzerine Hz. Resulullah (s.a.a) sahabesini toplayarak bir ağacın altında onlardan “gerekirse (ölünceye kadar -çev-)direnecekleri” yolunda biat aldı[885]. Bu biat tamamlandıktan bir süre sonra, Osman’ın öldürüldüğü haberinin doğru olmadığı anlaşılmıştı. Bu biat bir ağacın altında yapıldığı ve Allah Teala bu biate katılanlardan razı olduğunu belirttiği için[886] “Rıdvan biatı” ve “Şecere biatı” olarak da bilinir.

Hudeybiye Barış Antlaşması (Apaçık Bir Fetih)

Osman hiçbir netice alamadan dönmüş, çok geçmeden Kureyşlilerin temsilcisi olarak gelen Süheyl b. Amru, Hz. Resulullah’la (s.a.a) müzakereye oturmuştu. Ancak, müşriklerin her şeyden önce “Müslümanların o yıl umreden vazgeçmesi gerektiği önşartı”nda ısrarlı olduklarını söylüyordu…[887] Bu müzakere tarihe, ünlü “Hudeybiye barışı”adıyla geçecek bir antlaşmayla sonuçlandı, antlaşmanın maddeleri şunlardı:

1- On yıl boyunca taraflar arasında savaş olmayacak, insanların güvenliği sağlanacak ve taraflar birbirine saldırmayacaktı.

2- Hz. Muhammed (s.a.a) ve Müslümanlar o yıl Mekke’ye girmeyecek, ama ertesi yıl aynı dönemde, Kureyşliler üç günlüğüne Mekke dışına çıkacak, Müslümanlar şehre girip umre yapabilecekti. Ancak Müslümanların yanlarında, her yolcunun taşıdığı silahtan -kılıç- başka silah bulunmayacaktı.[888]

3- Kureyşlilerden biri, velisinin rızası olmadan Hz. Muhammed’e (s.a.a) katılacak olursa Müslümanlar onu Kureyşlilere geri verecek, ama Müslümanlardan biri Kureyşlilere katılırsa geri iade edilmeyecekti.

4- Kabileler Hz. Muhammed’in (s.a.a) veya Kureyşin müttefiki olmakta serbestti (bu olayda Huzâe kabilesi Müslümanlarla, Bekiroğulları da Kureşlilerle müttefik olduklarını duyurdular).

5- Taraflar birbirlerine ihanet etmeyecek, birbirinin düşmanıyla işbirliği yapmayacak ve birbirlerini düşman olarak adlandırmayacaktı.[889]

6- Mekke’de Müslümanlık serbest olacak, hiç kimse dininden dolayı eziyet görüp kınanmayacaktı.[890]

7- Hz. Muhammed’in (s.a.a) ashabından olup hac, umre veya ticaret için Mekke’ye gidenlerin canına ve malına dokunulmayacak, buna karşılık Mısır veya Şam’a gitmek için Medine’den geçen Kureyşlilerin de canı ve malı güvencede sayılacaktı.[891]

Hz. Peygamber’in (s.a.a) Gelecekten Haber Vermesi

Hudeybiye barışının esasları üzerinde anlaşmaya varıldıktan sonra Hz. Resulullah (s.a.a) antlaşma metnini Hz. Ali’ye (a.s) yazdırırken Kureyşin temsilcisi, metnin başına Besmele yazılmasına ve Hz. Muhammed’in (s.a.a) isminin önüne “Resulullah” ibaresinin konulmasına karşı çıktı ve bu konuda tartışma uzamaya başladı. Ancak, bu anlaşmanın önemine binaen Hz. Resulullah (s.a.a) Kureyşin şartını kabul etmek zorunda kalmıştı; bu arada “Resulullah”ibaresini silmek istemeyen Hz. Ali’ye (a.s) “Bir gün senin de başına böyle bir olay gelecek ve sen de benim gibi kabullenmek zorunda kalacaksın!” buyurdu[892]. Sıffiyn savaşındaki Hakemlik olayında Hz. Ali’nin (a.s) isminin sonunda yazılan “müminlerin emiri” ibaresi Muaviye’nin ısrarıyla silinince Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yıllar önce haber vermiş olduğu bu olay gerçekleşecekti.[893]

Hudeybiye Barış Antlaşmasının Etki ve Sonuçları

Müslümanlar bu antlaşmanın gelecekte yol açacağı parlak sonuçları bilemediklerinden çoğu bunu bir yenilgi olarak görmedeydi[894], hatta bazıları Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bunu imzalamasını engellemek için ayak diriyor, ısrarla karşı çıkıyordu[895]. Ama Hz. Resulullah’ın (s.a.a) da belirtmiş olduğu gibi bu antlaşma sosyal ve siyasi açıdan birçok hayırlı sonuçlar taşımadaydı, bunlardan bir kısmını aktaralım:

1- Ortak bir antlaşmaya imza atılması suretiyle müşrikler Müslümanları resmen tanımış oldular; halbuki müşrikler o güne değin Müslümanların varlığını tanımıyor, onlara hiçbir değer vermiyor ve onları yok etmekten başka şey düşünmüyorlardı.

2- Müşriklerle Müslümanlar arasındaki demir duvarlar yıkılmış oldu. Mekke’yle Medine arasında serbestçe gidilip gelinmesi ve iki tarafın adamları arasında serbestçe görüşmeler yapılıp irtibat kurulabilmesi sonucu Müslümanların sözlerini duyup onların mantığını gören çoğu müşrik, Müslüman oldu. Nitekim bu antlaşmadan Mekke’nin fethine kadar geçen (iki yıllık -çev-)süre zarfında Müslüman olanların sayısı, o güne kadar Müslüman olanların sayısınca, hatta daha fazlaydı[896].Bunun en açık delili Hz. Resulullah’ın (s.a.a) o sırada Hudeybiye’ye geldiğinde yanındaki Müslümanların sayısı 1800 kişiyi geçmezken, iki yıl sonra, Mekke’nin fethi sırasında İslam ordusundaki asker sayısının onbini aşmasıdır. İmam Sadık (a.s) durumun bunca gözalıcı bir şekilde İslam’ın lehine gelişmesini tavsif ederken şöyle der: “Barışın üzerinden henüz iki yıl bile geçmeden, İslam’ın Mekke’nin tamamına yayılmasına ramak kalmıştı”[897]

3- Kureyşlilerin düşmanlıkları, İslam’ı baltalama girişimleri ve askeri saldırıları Hz. Resulullah’a (s.a.a) Arap Yarımadası ve yarımada dışında geniş tebliğlerde bulunabilme fırsatı vermiyordu. Ama bu antlaşma imzalandıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.a) Medine çevresindeki düşmanları temizlemiş ve çeşitli bölgelere tebliğ heyetleri gönderme fırsatı bulmuştur. Daha sonra da değineceğimiz üzere o sırada dünyanın büyük devletlerinin İslam’a davet edilmesi Hudeybiye’den sonra gerçekleşmiştir.

4- Bu antlaşma, aslında Mekke’nin bir anlamda fethine zemin hazırlamış oldu; çünkü antlaşmanın 4. maddesi esasınca kabileler Müslümanlara veya Kureyşe katılma konusunda serbest bırakılmış, hemen akabinde Huzâe kabilesi Müslümanlarla müttefik olduğunu ilan etmişti! Daha sonra Kureyşliler bu kabileye saldırarak antlaşmayı bozacak ve bunun üzerine Hz. Resulullah (s.a.a) Mekke’nin üzerine yürüyecekti.

Parlak etki ve sonuçlarına binaen bu antlaşma Müslümanlar için büyük bir zaferdi aslında. Nitekim Fetih suresi de Hudeybiye dönüşünde nazil olacak[898] ve Allah Teala bu barışı “apaçık bir fetih” olarak tanımlayacaktı.[899]

 

5. Bölüm

 

CİHANŞUMÜL DAVETTEN Hz. RESULULLAH’IN (s.a.a) VEFATINA

 

 

 

 

 

 

1.     Fasıl: Cihanşumül Davet

2.     Fasıl: İslam’ın Yayılması

3.     Fasıl: Veda Haccı ve Hz. Peygamber’in (s.a.a) Vefatı

 

 

-*-

 

1. Fasıl

 

 

İslam Peygamberinin Cihanşumül Risaleti

İslam dini her ne kadar Arap Yarımadası’nda ve arap kavmi arasında zuhur etmiş olup Hz. Resulullah (s.a.a) bizzat bir arap idiyse de yüce İslam dini belli bir yöre veya kavme mahsus bir din değildir asla. Nitekim Kur’an’ın muhatabı Kureyşliler veya Araplar değildir, Kur’an’da genel hitab “nâs”a, yani bütün insanlaradır; sadece Müslümanlara mahsus konularda ve onlara ait vazifeler beyan edilerken “müminler”muhatap alınmaktadır. Hz. Peygamber de (s.a.a) davetinin ilk yıllarından başlayarak Mekke dönemini de içermek üzere daima getirdiği dini “cihanşumül”olarak tanımladı. Kur’an’da apaçık şekilde bütün insanlığa hitab eden ve cihanşumül mesajlar taşıyan birçok ayet vardır, bunlardan birkaçını örnek olması açısından aktarmakta yarar ver:

1- De ki: Ey insanlar! Ben Allah’ın hepinize gönderdiği elçisiyim…[900]

2- Biz seni bütün insanlık için sadece müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik[901]

3- Oysa bu -Kur’an- bütün insanlık için bir uyarı ve öğütten başka bir şey değildir[902]

4- Bu -Kitap- diri olan insanları uyarıp korkutmak için inen bir öğüt ve apaçık Kur’an’dan başka bir şey değildir[903]

5- İslam’ı bütün dinlere üstün ve muzaffer kılması için peygamberini hidayet ve hak dinle gönderen O’dur[904]

6- Biz seni bütün cihan için bir rahmet olarak gönderdik sadece[905]

Yukarıdaki ayetlerin hepsi Mekke’de nazil olmuştur, bu da Hz. Resulullah’ın (s.a.a) ilk günlerden itibaren davetinin cihanşumül olduğunu göstermektedir. Ancak bunca net ve açık delillere rağmen Goldzıehr gibi bazı Avrupalılar Hz. Muhammed’in (s.a.a) dininin daha sonra kapsamlı ve cihanşumül bir hal aldığını, ilk getirdiği hükümlerin, ancak o günkü Arapların ihtiyacını karşılamaya yeterli olduğunu iddia etmektedir[906], yukarıdaki açıklamaların bu iddianın ne kadar asılsız olduğunu göstermek için yeterli olduğu kanısındayız.

Cihanşumül Davetin Başlaması

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Mekke’deki davet yıllarıyla hicretin ilk yıllarında İslam’ın Arap Yarımadası dışına da yayılması için hiçbir adım atamamış olmasının nedeni Mekke müşrikleriyle Yahudilerin İslam’ı baltalama girişimleriyle komploları ve diğer İslam düşmanlarının engelleyici faaliyetleriydi. Ama Hudeybiye barışından sonra Kureyşlilerin saldırı tehlikesinden yana biraz rahatlayan Hz. Resulullah (s.a.a) Medine’de huzur ve güvenliği nispeten sağladıktan sonra hicretin 6. yılı Zilhiccesi veya 7. yılı Muharrem’inde çağın büyük devletlerinin başındakilere birer mektup yazarak onları İslam’a davet etti. Bir günde 6 adamıyla, dünyanın 6 büyük devlet başkanına mektup gönderdi, bu mektupların muhatabı şunlardı:

1- Habeşistan kralı Necaşi

2- Roma imparatoru Kayzer

3- İran şahı Hüsrev Perviz

4- Mısır kralı Mukavlus

5- Şam kralı Hâris b. Ebu Şimr Gassâni

6- Yemame kralı Hevze b. Ali[907]

Bu 6 mektup, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) cihanşumül davetinin ilk mektuplarıydı; büyük devlet başkanlarına yazdığı davet mektupları bunlarla sınırlı değildir, bunlardan sonra da tedrici olarak vefatına kadar dünyanın dört bir yanındaki yöneticilere bu tür davet mektupları yazmayı sürdürmüştür[908].

Mazmunları aşağı yukarı birbirinin benzeri metinler olan bu mektuplar gayet sade, öz,sarih ve kararlı bir üslupla yazılmıştı.

Devlet başkanlarının bu davet mektubuna gösterdikleri tepki farklı olmuştur.

Hayber Savaşı

Hayber, Yahudilerin yaşadığı birkaç kalenin külliyesiydi, burada yaşayanlar geçimlerini çiftçilik ve hayvancılıkla sağlıyordu. Tarıma elverişli olduğu için halk arasında bu bölgeye “Hicaz’ın tahıl ambarı” denilmedeydi.[909] Hayberlilerin maddi durumu epeyce iyiydi. Kaleler Müslümanların eline geçtikten sonra tıklım tıklım dolu bulunan tahıl ve yiyecek ambarlarıyla silah ve cephane depoları bunun en açık belgesidir. Kaleler çok sağlam yapılara sahipti, güçlü askeri istihkamlarla donanmıştı ve kalede eli silah tutanların sayısı on bini aşıyordu[910]. Bu nedenle de Müslümanların onlarla savaşmaya cüret edemeyeceğinden kesinlikle emindiler[911]

Neziroğulları ve Hendek savaşıyla ilgili bahislerimizde de değindiğimiz gibi Hayber Yahudileri henüz oluşma aşamasında bulunan genç İslam devletini ortadan kaldırabilmek için her fırsattan yararlanıyordu; Hayber Müslümanlar aleyhine tezgâhlanan fitne ve komploların merkezi durumundaydı. Neziroğulları da Medine’de yenilgiye uğradıktan sonra Hayberlilere katılmış, onlarla işbirliğine girmişti.

Hicretin 6. yılında, Hayber Yahudilerinin başkanlığını ele geçirmiş bulunan Neziroğulları Yahudilerinin önde gelen isimlerinden Selam bin Ebi’l-Hukeyk, başta Katfanoğulları gelmek üzere bütün müşrik kabileleri Müslümanlara karşı teşkilatlandırıp ayaklandırarak İslam’ı yok etmek amacıyla çok büyük bir güç oluşturdu. Bu fitnelerin sonucunda Müslümanlar tarafından öldürülmesiyle onun yerine geçen Useyr b. Zarim de[912]şrik kabileleri Müslümanlarla savaşmaları için kışkırtmayı sürdürdü[913].

Hz. Resulullah (s.a.a) geçmişe bir sünger çekip husumet ve düşmanlıkları gidermek amacıyla öncülükte bulundu ve Abdullah b. Revahe başkanlığında bir heyet gönderip onu barışçı bir tutuma ikna etmeye çalıştı. Resulullah’la (s.a.a) görüşmek üzere bir grup Yahudi’yle Medine’ye gitmeyi kabul eden Selam, yolun yarısında bu kararından vazgeçerek Abdullah’la yanındaki Müslümanları öldürmeye kalkıştı, ama çıkan çarpışmada Müslümanlar üstün gelerek onunla adamlarını öldürdüler[914], böylece Hz. Resulullah’ın (s.a.a) barış çabaları sonuçsuz kalmış oldu.

Bu komplo ve fitnelere ilave olarak, çağdaş bir tarihçinin de belirttiği gibi Hayber Yahudilerinin Müslümanlarla ötedenberi düşman olması ve Kaynuka, Nezir ve Kurayza Yahudilerinin uğradığı yenilginin acısını çıkarmak amacıyla Roma veya İran imparatorlarıyla işbirliğine girip Müslümanlara karşı büyük bir saldırıya geçmesi de her an mümkündü…[915]

Bu nedenle, Hudeybiye barışından sonra güneyden gelecek tehlikeye karşı İslam’ı emniyete almayı başaran Hz. Resulullah (s.a.a) hicretin 7. yılının başlarında 1400 savaşçıyla[916] Hayber Yahudilerini silahsızlandırmak için kuzeye yürüdü. Bu arada Hayber Yahudilerinin müttefikleri olan güçlü Katfanoğulları kabilesiyle Hayberlilerin irtibatını kesip yardımlaşmalarını önlemek için bu ikisinin arasında yeralan özel bir güzergâhı seçmeyi de ihmal etmedi[917].

Düşmanı gafil avlama stratejisiyle hareket eden Hz. Peygamber (s.a.a) Hayber kalesini gece karanlığında kuşatmaya almış, Yahudiler ancak hava ağarmaya başladığında bu kuşatmanın farkına varabilmişti!

Müslümanlarla Hayber Yahudileri arasında eşitsiz bir savaş başlamıştı. Zira Yahudiler sağlam kale burçlarının ardında sipere çekilip kapıları kapatmış, kalelerin yüksek burçlarına nöbetçiler dikmiş, üzerlerine taşlar yuvarlayıp ok yağmuruna tuttukları Müslümanları kale duvarlarına bile yaklaştırmıyorlardı… Sayıları 1400’ü aşmayan Müslümanlar sadece bir saldırıda 50 yaralı vermişti..[918]

Diğer taraftan, kaleye kapanan Yahudilerin uzun süre direnebilecek kadar bol yiyecekleri varken, kuşatmanın uzamasıyla Müslümanlar azık sıkıntısına düşmüştü.

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) mükemmel komutası sonucu hayli zor ve çetin çarpışmalardan sonra Yahudilerin kaleleri ard arda düşmeye başladı. Ne var ki, kahramanlığı dillere destan olan ünlü Yahudi savaşçı Merhab’ın komutasındaki Kemus kalesi halâ direniyor, Müslümanlar bu kaleyi bir türlü fethedemiyordu…

Hz. Resulullah (s.a.a) sancağı bir gün Ebubekir’e, ertesi gün de Ömer’e vermiş, ama her ikisi de emrindeki birliklere rağmen hiçbir şey yapamayıp gerisin geriye karargâha dönmüş[919]. Bu durum üzerine Hz. Resulullah (s.a.a) askerleri toplayıp şöyle buyurdu:

“Yarın sancağı öyle birine vereceğim ki Yüce Rabbim bu kaleyi onun eliyle bizlere açacaktır!.. O, Allah’ı ve Resulünü sever; Allah ve Resulü de onu!.. Savaştan asla kaçmayacak biridir o!..”

Resulullah’ın (s.a.a) sahabesi o gece, sancağın kendisine verilmesi arzusuyla uyudu. Gün ışıyınca Hz. Resulullah (s.a.a) “Ali nerede?” diye sordu, şiddetli bir göz ağrısına yakalandığını ve yattığını söylediler, “Onu bana getirin!” buyurdu. Hz. Ali (a.s) getirilince Hz. Resulullah (s.a.a) keramet göstererek onun şifa bulmasını sağladı ve göz ağrısı tamamen iyileşti. Hazret (s.a.a) sancağı İmam Ali’ye (a.s) verip “Onların üzerine yürü!” buyurdu “kalelerine varınca önce onları İslam’a davet edip Yüce Allah’a karşı vazifeleri olan şeyleri (hak dine uymalarını) kendilerine hatırlat. Rabbime yemin ederim ki senin elinle bir tek kişiyi hidayete kavuşturması, kızıl tüylü develere[920] sahib olmandan yeğdir sana!”[921]

Hz. Ali (a.s) kendisine verilen görevi başarıyla yerine getirecek, kahramanca bir vuruşmada Merhab’ı öldürecek ve inanılmaz bir güç ve cesaret göstererek, ele geçirilmesi imkânsız zannedilen bu kaleyi kısa sürede Allah’ın izniyle fethedecekti.

Görüldüğü gibi Hayber’in fethi ve bu büyük komplo ve fitne üssünün ele geçirilmesinde ana rolü oynayan faktörler Hz. Resulullah’ın (s.a.a) mükemmel komutası; düşmanı gafil avlama, düşman ordugâhının içinden doğru bilgi toplayıp istihbarat sağlama gibi askerî taktikleri ve nihayet Hz. Ali’nin (a.s) yenilmez gücü ve emsalsiz cesareti olmuştur.

Bu çetin savaşta Hz. Ali’nin (a.s) gösterdiği fedakârlık ve kahramanlıklar ve bu münasebetle Hz. Resulullah’ın (s.a.a) onun hakkında buyurduğu övgüler dillere destan olacak, uzun yıllar Müslümanların dilinden düşmeyecek ve o dönemin tarihine damgasını vuracaktı. Nitekim yıllar sonra; Hz. Ali’ye (a.s) küfretme gibi iğrenç bir bid’at başlatan Muaviye, çeşitli komplolarla iktidarı ele geçirdiği günlerde Sad’-ı Vakkas’a “Sen Ebu Turab’a -Hz. Ali’ye- neden küfretmiyorsun?” diye sorduğunda Sa’d’ın verdiği şu cevap çok ilginçtir:

“Ben Ali’ye asla küfretmem… Çünkü Hz. Peygamber’in (s.a.a) ondaki üç fazileti nasıl övdüğünü iyi bilirim… Ben, hayatım boyunca bu faziletlerden sadece birine sahib olmayı pek isterdim doğrusu:

1- Bir savaşta (Tebük) Peygamber (s.a.a) onu kendi yerine vekil olarak şehirde bıraktığında Ali “Beni kadınlarla çocukların yanında mı bırakıyorsunuz?” diye sorunca Hz. Peygamber (s.a.a) “Ya Ali!” buyurdu, “Harun Musa için neyse, sen de benim için öyle -vekil- olmak istemez misin? Sadece şu farkla ki, benden sonra peygamber yoktur!”

2- Hayber savaşında bir gün “Sancağı öyle birine vereceğim ki buyurdu, “O, Allah ve Resulü’nü sever, Allah’la Resulü de onu!” O gün hepimiz böyle bir makama nail olmayı arzuladık. Hz. Peygamber (s.a.a) Ali’yi istedi, “gözleri çok ağrıyor” dediler; ama Peygamber (s.a.a) mübarek tükürüğünü gözlerine sürer sürmez Ali iyileşti! Resulullah (s.a.a) sancağı ona verdi ve Allah Teala onun eliyle kaleyi fethetti!

3- Hz. Peygamber efendimiz (s.a.a) Necran Hıristiyanlarının dinî liderleriyle mübaheleye hazırlandığı sırada “Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım…” ayeti[922] nazil olunca hazret (s.a.a) Ali’yle Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i yanına alıp “Ya Rabbim! Benim ailem bunlardır!” buyurdu.[923]

Müslümanlar için kader belirleyici bir savaş olan Hayber’i bizzat Hz. Ali’nin (a.s) kendisinden dinleyelim:

“…Karşımızda tepeden tırnağa silahlı savaşçılarla silah ve cephaneden oluşan bir dağ bulduk… Kaleleri fethedilmezdi, sayıları çok fazlaydı. Her gün savaşçıları kaleden çıkıp çarpışacak er istiyor, bizimkilerden kim karşılarına çıkacak olsa onlara yenik düşüp öldürülüyordu! Savaş tandırı kızışıp da düşman yine vuruşmaya cesareti olan er isteyince korku ve dehşete kapılmış olan bizimkiler acziyet içinde medet umarcasına birbirlerine bakıyor, hepsi benim öne çıkmamı istiyordu. Resulullah (s.a.a) benden o kaleye saldırmamı istedi, hemen harekete geçtim. Düşmanın karşıma çıkardığı bütün kahramanlarını öldürdüm, hangi savaşçıları direnmeye kalkıştıysa onu bir çırpıda yerlere serdim, sonunda hepsini geri çekilmeye mecbur bıraktım. Geri dönüp kaçmaya başlayınca, avını süren arslan gibi takib ettim onları, bunu görünce kendilerini güç bela kalenin içine atıp kapıları kapattılar. Ama ben hiç zaman kaybetmeden kalenin bir kapısını yerinden söküp kalkan gibi kullanarak tek başıma kaleden içeri daldım. Bu arada Yüce Allah’tan başka hiçbir yardımcım yoktu…”[924]

Son kalenin de düşmesiyle Hayber Yahudileri teslim olmuş, savaş bitmişti. Bu savaşta Hayberlilerin 93 ölü[925] Müslümanların da 28 şehid verdiği kayıtlıdır[926]

Hayber Yahudilerinin Akıbeti

Hayber Yahudileri teslim olduktan sonra kendilerinin zıraat ve çiftçilikte mahir olduklarını bahane ederek Hz. Resulullah’tan (s.a.a) af dileyip kendi topraklarında kalmalarına ve çiftçilikle meşgul olmalarına müsaade etmesini istediler. Hazret (s.a.a) her yıl mahsullerinin yarısını İslam devletine vermeleri[927] ve istediği zaman onları bu topraklardan sürme hakkına sahib bulunduğunu kabullenmeleri şartıyla onlara istedikleri af ve izni verdi[928]. Bu sözleşme Ömer’in halifelik dönemine kadar sürdü, ama Yahudiler tekrar Müslümanlar aleyhine komplolara başlayınca Ömer onları Şam’a sürmüştür[929].

Fedek

Hayber Yahudilerinin yenilmesi üzerine Fedek Yahudileri hiç savaşmadan teslim olup Hz. Resulullah’la (s.a.a) Hayberlilerinkinin benzeri bir antlaşma imzaladılar. Fedek savaşılmadan fethedildiği için gelirinin yarısı Resulullah’ın (s.a.a) “halise”si -kendi malı gibi kullanma yetkisine sahib olduğu mülk-oldu[930].

-*-

 

2. Fasıl

 

 

İSLAM’IN YAYILMASI

Mute Savaşı

Daha önceki bahislerimizde Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Hudeybiye barışından sonra cihanşümul davete başladığını ve dünyanın büyük devletlerinin başkanlarını İslam’a çağırdığını belirtmiştik.

O dönemin süper güçleri İran ve Roma imparatorluğuydu. Roma imparatoru Hz. Muhammed (s.a.a) hakkında bazı bilgileri edindikten sonra onun peygamber olduğunu anladı ve onun getirdiği İslam dinine girmeye karar verdi. Ancak bu kararını açıkladığında çevresindeki Hıristiyanlardan, özellikle ordudan çok sert tepki görünce bu kararından vazgeçti[931]. Bu olay Romalı yönetim kadrosu ve Rum eşrafının İslam karşısında hasmane bir tavır aldığını belgelemektedir; olaya bu açıdan bakıldığında Mute savaşının neden çıktığı kolayca anlaşılır.

Hz. Resulullah (s.a.a) davetini Arap Yarımadası dışında yaymaya başlamasının ardından hicretin 8. yılı Cemadiü’l-Evvelinde Haris b. Ümeyr Ezdi’yi bir mektupla Borsa (Şam) kralına gönderdi[932].

Roma imparatoru tarafından Şam yönetiminin başına getirilmiş olan Şurehbil b. Amr Gassani[933] Hz. Resulullah’ın (s.a.a) elçisini tutukladı, sorgulayıp görevini öğrendikten sonra Mute adlı köyde onu şehid etti. Bu olay Hz. Resulullah’ı (s.a.a) şiddetle sarsmış, onu pek rahatsız etmişti[934].

Her ne kadar bir kişinin ölümü normalde büyük bir savaşa yol açmazsa da Haris herhangi biri değil, İslam peygamberinin elçisiydi. Bir elçinin öldürülmesi ahlak prensiplerine aykırı olup elçiye zeval bulunmadığı güvencesini açıkça çiğnemek olduğu gibi; Hz. Resulullah’ın (s.a.a) barışçı bir yolla yaptığı dinî davete Şam kralının askeri tehdit ve güç mesajı gönderme yoluyla karşılık vermesi anlamına geliyordu. Bu nedenle Hz. Muhammed (s.a.a) bu bölgeye bir ordu göndermeye karar verdi. Bu hareket İslam peygamberinin, kendilerinin askeri misillemede bulunma gücüne sahib oldukları şeklindeki onurlu bir mesajı olarak da değerlendirilebilir.

Böylece Hz. Resulullah (s.a.a) Mute bölgesine doğru 3 bin kişilik bir ordu çıkardı, bu ordunun komuta kademesi sırasıyla Cafer b. Ebu Talib[935], Zeyd b. Harise ve Abdullah b. Revahe’de olacak, biri şehid düşerse bu sıraya göre diğeri onun yerine komutayı alacaktı[936]

İslam ordusu Mute köyü civarında 100 bin kişilik Roma ordusuyla savaşa girdi; her üç komutan sancağı taşıyarak en ön safta savaşıp birbiri ardınca şehid düştü, bunun üzerine Müslümanlar Halid b. Velid’i komutan seçtiler. Halid bazı taktiklerle düşmanı korkuttuktan sonra geri çekilme emri verdi ve orduyla Medine’ye geri döndü[937].

Vakidî bu savaşta şehid düşen Müslümanların sekiz[938], İbn Hışam ise on iki[939] kişi olduğunu yazar, bazı çağdaş kaynaklarda da 17 kişinin adı geçmektedir.[940] Bugün bu şehitlerin türbesi Mute şehri civarındadır[941], her üç komutanın türbesi üzerinde kubbe vardır ve Cafer’in türbesinin yanında güzel bir cami inşa edilmiştir.[942]

Mekke’nin Fethi

Maddelerinden biri de Müslümanlarla müşrikler arasında 10 yıllık ateşkes olan Hudeybiye barış antlaşmasından sonra Kureyşin baltalama girişimleriyle düşmanlıklarının son bulması ve askeri saldırılarını durdurması sonucu oluşan huzur ve asayiş ortamında Hz. Resulullah (s.a.a) büyük adımlar attı; çeşitli bölgelere çok sayıda tebliğ heyetleri gönderdi, cihanşümul risaletini uygulamaya koydu, Medine etrafındaki çoğu düşman kabileleri silahsızlandırdı veya onlarla barış imzaladı ve sürekli tehlikeli bir komplo ve fitne merkezine dönüşmüş olan Hayber’i fethetti.

Kureyş’in Antlaşmayı Bozması

Hudeybiye barışı iki yıl sonra Kureyşliler tarafından çiğnendi. Bu antlaşmanın 4. maddesi gereğince kabileler Kureyşle veya Hz. Muhammed’le (s.a.a) müttefik olmakta serbestti, bu antlaşmanın hemen ardından Huzâe kabilesi Müslümanlarla, Kenanoğularından Bekir kabilesi de Kureyşle ittifaka girmişti[943].

Hicretin 8. yılında Bekiroğulları bir gece yarısı Huzaeoğullarına saldırdı, bu saldırıda Kureyşliler de Bekiroğullarına silah ve savaşçı vererek yardımcı olup Huzae kabilesinden birkaç kişiyi öldürdüler.

Bu saldırıyla Hudeybiye barış antlaşması bozulmuş oldu[944]. Huzae kabilesinin reisinin yardım isteğinde bulunması üzerine Hz. Resulullah (s.a.a) genel seferberlik ilan etti[945] ve Mekke’ye saldırmak üzere ordu hazırlığına başladı. Kureyşlilerin durumdan haberdar olmaması, düşmanın gafil avlanması ve böylece Mekke’nin kan dökülmeden fethedilebilmesi için nereye saldırılacağını gizli tuttu[946]; ama Mekke yolunun kontrol altında tutulması için de gereken direktifleri hemen verdi[947] . Yüce Allah’a, Kureyşlileri bu saldırıdan haberdar etmemesi için dua etmişti[948].

Hz. Resulullah (s.a.a) hazırlıklarını tamamladıktan sonra 10 bin kişilik bir orduyla Mekke’ye doğru yürüdü[949]. Hz. Resulullah’ın (s.a.a) aldığı tedbirler olumlu sonuç vermiş, duası kabul edilmiş ve İslam ordusu Mekke önlerinde (Merrezzehran) karargah kuruncaya kadar Kureyş casusları olaydan haberdar olmamıştı!

Peygamber’in (s.a.a) o güne değin Mekke’de ikamet etmekte olan amcası Abbas bu sırada Medine’ye doğru yola çıkmış, Cuhfe denilen konaklama yerinde Hz. Resulullah’a (s.a.a) katılarak onunla Mekke’ye dönmüştü. İslam ordusunun Mekke çevresinde karargâh kurduğu son gece şehir dışında Ebu Süfyan’la karşılaşan Abbas, onu Peygamber’in (s.a.a) huzuruna götürdü[950]. Tepeden tırnağa donanımlı olan muazzam İslam ordusu Ebu Süfyan’ı dehşete düşürmüştü. Onu affeden Hz. Resulullah (s.a.a) amcası Abbas’ın önerisi üzerine “Mescid’ul Harama sığınan, kendi evinde oturup dışarıya çıkmayan ve Ebu Süfyan’ın evine sığınanlar amandadır!” buyurdu.

İslam ordusu Mekke’ye girmeden önce Ebu Süfyan Hz. Resulullah’ın (s.a.a) aman haberini halka duyurdu. Bu tedbir, önemli bir direnişle karşılaşmadan ve kan dökülmeden bütün şehrin teslim olmasını sağladı, sadece birkaç inatçı Kureyşli bir mahallede Müslümanlarla savaşmış ve birkaç kişi ölmüştür.[951]

Hz. Resulullah (s.a.a) Mekke’ye girdikten sonra devesinin üzerinde Ka’be’yi tavaf etti ve bu tavaf sırasında, dibine kalay dökülerek Ka’be’nin etrafına yerleştirilmiş putları elindeki asayla birer birer devirerek “Hak geldi, batıl yok oldu, evet, bâtıl daima yok olucudur”[952]buyurdu.

Tarihçilerle hadisçiler arasındaki meşhur habere göre Resulullah’ın (s.a.a) emriyle Hz. Ali (a.s) Hz. Resulullah’ın (s.a.a) omuzlarına basarak Ka’be’nin damına yerleştirilen büyük putu yere yuvarlayıp kırdı[953].

İmam Sadık’tan (a.s) ulaşan bir rivayette Hz. Ali’nin (a.s) kırdığı büyük putun “Hubel”olduğu ve Resulullah’ın (s.a.a) emriyle bugün Mescid’ul Haram’ın giriş kapılarından biri olan Benî Şeybe kapısının önünde (Mescide girenlerin ayağı altında ezip geçmesi için) toprağa gömüldüğü kayıtlıdır. Bu nedenle o günden itibaren Mescid’ül Haram’a bu kapıdan girmek müstehab olmuştur[954].

Resulullah (s.a.a) Genel Af İlan Ediyor

İslam’ın zuhurundan o güne kadar Mekke müşrikleriyle Kureyşliler Müslümanlara ellerinden gelen her kötülük, baskı, işkence, düşmanlık ve cinayette bulundukları ve Hz. Resulullah da (s.a.a) artık istediği gibi intikam alma gücüne sahib olduğu halde büyük canilikler işleyen birkaç kişi dışında[955] Hz. Peygamber (s.a.a) bütün düşmanlarını bağışlayarak genel af ilan etti ve şöyle buyurdu:

“Ben, kardeşim Yusuf’un söylediklerini söylüyorum size: Bugün size kınama yoktur, Allah sizi bağışlar, O merhametlilerin en merhametlisidir![956]Gidin, hepiniz serbestsiniz artık!”[957].

Aşağılık ve zelil bir halde teslim olan ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a) kendilerinden çok sert şekilde intikam almasını bekleyen Kureyşliler, hazretin bu büyüklüğü karşısında fevkalade mahcup olup etkilendiler.

Hz. Resulullah (s.a.a) Kâ’be’nin kenarında halka hitaben şöyle buyurdu:

“Yüce Allah, yaratılışın başlangıcından itibaren Kâ’be’yi mukaddes ve saygın kılmıştır. Bu şehir kıyamete kadar harem bölgesi ve kutsal diyardır ve hiçbir Müslüman’ın bu diyarda kan dökmeye veya bir ağacı kesmeye hakkı yoktur! Bu şehrin hürmeti benden önce hiç kimseye helal edilmemiştir ve benden sonra da kimseye helal olmayacaktır. Ancak Benim için sadece şu saatte (şehir halkının o hazrete, Müslümanlara ve İslam’a ettiği zulümlerden dolayı)helal edildi ve sonra tekrar eski durumuna dönmüş oldu… Duyanlar, duymayanlara duyursun bunu!”[958]

Mekke fethinden sonra Hz. Resulullah (s.a.a) bu şehrin Müslüman kadınlarından da şu taahhüdü aldı:

“Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız, hırsızlık ve zina yapmayacaksınız, çocuklarınızı öldürmeyeceksiniz, haramzade çocuklarınız olursa onları iftira -ve hile- ile kocanıza nispet etmeyeceksiniz ve iyi işlerde benim emrimi çiğnemeyeceksiniz”[959].

Mekke fethedilinceye kadar İslam’ı kabul etmeyen ve ancak Mekke’nin fethedilmesi üzerine Müslümanlığı kabullenip daha sonra şöhrete kavuşan tanınmış isimler arasında Ebu Süfyan’la[960] oğlu Muaviye de vardır.[961]

Mekke fethinden önceki zor şartlar ve fetihten sonra bu şartların yumuşayıp Müslümanların nisbeten rahatlığa kavuşması nedeniyle Allah Teala fetihten önceki Müslümanların manevi derecelerinin daha üstün olduğunu buyuracaktı:

“Size ne oluyor ki Allah yolunda infak etmiyorsunuz? Oysa göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. İçinizden, fetihten önce infak eden ve savaşanlar -başkasıyla- bir olmaz. İşte onlar, derece olarak, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Allah, her birine en güzel olanı vaat etmiştir. Allah, yapmakta olduklarınızı bilendir”[962]

Mekke Fethinin Etki ve Sonuçları

Mekke, müşrik cephenin asıl üssü ve en sağlam kalesiydi, İslam’a düşman olan bütün güçlerin destek görüp teşkilatlandığı yer burasıydı ve İslam’a karşı olan muhalifler Mekke’ye güvenmedeydi. Bu nedenle Mekke’nin düşmesi İslam tarihinde çok önemli bir değişimin başlangıcıdır. Bu olayla birlikte putperestlik devrinin sona erdiği kesinlik kazanmış oluyordu artık.

Çeşitli Arap kabileleri Mekke’nin fethini ve büyük Kureyş kabilesinin Müslüman olmasını bekliyordu, nitekim Mekke fethedilip Kureyşliler Müslüman olduktan sonra diğer kabilelerin temsilcileri dört bir yandan Resulullah’a (s.a.a) akın edecek ve Müslüman olduklarını bildireceklerdi[963]. Hevazin ve Sakif dışında bütün Arap kabileleri İslam karşısında eğilip itaat etmişti[964]. Bu cümleden olmak üzere Kuşeyr b. Kâ’b[965], Bahle[966], Sa’lebiyye[967], Sodâe[968], Esedoğulları[969], Beliyy[970], Uzre[971], Sumale[972] ve Hodan[973] kabileleri Resulullah’a (s.a.a) giderek itaatlerini bildirdiler. Mekke fethinin akabinde vuku bulan Taif savaşı ve Hevazinle yapılan Huneyn savaşından sonra, iktidar ve konum açısından Kureyşlilerin Mekke’deki konumuna benzer bir durumu olan Taif’in güçlü kabilesi Sakiyf de Hz. Resulullah’ın (s.a.a) huzuruna çıkarak bazı şartlarla Müslüman olmak istediklerini bildirdiler, ama Hz. Peygamber (s.a.a) bu şartlardan hiçbirini kabul etmeyince onlar da kayıtsız şartsız Müslüman oldular[974]. Bütün bunlar İslam’ın yayılması yolunda büyük başarı ve önemli gelişmelerdi.

Huneyn Savaşı[975]

Hz. Resulullah (s.a.a) Ramazan ayının 20’sinde gerçekleşen Mekke fethinden sonra[976]  iki hafta bu şehirde kaldı[977], şehre çeki düzen verip evinde put saklayanların putlarını kırmasını duyurdu[978]. Bu arada bir grup Müslüman’ı da Mekke çevresindeki puthaneleri yıkıp buralardaki putları kırmaları için görevlendirdi.[979] Bu sırada Hz. Resulullah’a (s.a.a) Hevazin kabilesinin Sakıyf, Nesr, Coşem, Sa’d b. Bekir ve Benî Hilal kabileleriyle birleşerek Malik b. Avf Nesrî komutasında Mekke’ye saldırmaya hazırlandığını haber verdiler.[980] Bu rapor doğruydu; sözkonusu kabilelerden oluşan büyük bir ordu, Mekke’ye saldırmak için Evtas denilen yerde karargâh kurmuştu. Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) durumu yakından izleyip bilgi toplaması için gizli bir memur gönderdi, gelen bilgiler Hevazin ordusunun hedefinin Mekke olduğunu doğruluyordu[981].

Hz. Peygamber (s.a.a) her zamanki savaş taktiğini uygulayarak düşmana saldırı önceliği avantajını vermeyip onu gafil avlamaya karar verdi. Attab b. Useyd’i Mekke’nin başında bırakarak[982] onbini Medine’den kendisiyle gelen, ikibini de fetihden sonra Müslüman olanlardan müteşekkil 12 bin kişilik bir orduyla[983]şmanın üzerine yürüdü; Süleymoğulları kabilesini İslam ordusunun en ön saflarına koymuştu.[984]Yolda, bazı Müslümanlar sayılarının çokluğu nedeniyle gurura kapılmış ve “sayımız az değil, kesinlikle yenilmeyiz!” demişti.[985]Ama pratikte tam tersi oldu ve Kur’an’da da buyrulduğu gibi[986] bu savaşta, asker sayısının çokluğunun Müslümanlara hiçbir yararı olmadı.

Savaşın İlk Merhalesinde Müslümanlar Yenilip Geri Çekiliyor

İslam ordusu sabahın alaca karanlığında Huneyn Vadisi’ne girdi, ama daha önce bu mıntıkadaki yarıklarla kayalıklarda siper almış bulunan Hevazin savaşçıları saklandıkları siperlerden fırlayarak Müslümanlara saldırdılar[987], ansızın düşmanın saldırısına uğrayan Müslümanlar neye uğradıklarını şaşırmış, dehşete kapılmışlardı. Önce, ordunun en ön saflarında bulunan Süleymoğulları geri çekilip kaçtı[988], ardından, onların kaçtığını gören diğer gruplar da kaçmaya başladılar. İş öyle bir noktaya vardı ki kısa bir süre sonra Resulullah’ın (s.a.a) etrafında Hz. Ali’yle (s.a.a) birkaç yakın adamlarından başka kimse kalmadı! Bir kez daha aynı şey tekrarlanmış, savaş meydanında Hz. Ali’yle (a.s) onun yanındaki birkaç kişiden başka Resulullah’ı (s.a.a) savunan kalmamıştı![989]

Şeyh Müfid’in kayıtlarına göre Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yanındaki bu Müslümanların hepsi Haşimoğullarındandı ve Hz. Ali’yle (a.s) birlikte sayıları sadece 9 kişiydi!Hz. Resulullah’ın (s.a.a) amcası Abbas b. Abdulmuttalib o hazretin sağında, Abbas’ın oğlu Fazl solunda durmuştu, Hz. Ali de (a.s) öndeydi ve aralıksız kılıç sallıyordu.[990]

Savaş, Müslümanların Parlak Zaferiyle Bitiyor

Müslümanlar için daima sabır ve direncin sembolü, cesaret ve yiğitliğin timsali olan Hz. Peygamber (s.a.a) Müslümanların kaçmasından zerrece etkilenmemişti, olduğu yerde direniyor ve kaçan Müslümanlara “Nereye gidiyorsunuz? Geri dönün. Ben Allah’ın Resulü, Abdullah’ın oğlu Muhammed’im!” diyordu. Bu sırada yanındaki Haşimoğullarından gür sese sahib amcası Abbas’a “Şu insanlara seslen ve benimle yaptıkları ahdi ve bana verdikleri sözü kendilerine hatırlat” buyurdu. Abbas gür sesiyle “Ey Şecere(Rıdvan) biati ehli!” diye haykırdı, “Ey Bakara Suresi ashabı!Nereye kaçıyorsunuz?!Peygamberle yaptığınız ahdi, ona verdiğiniz sözü hatırlayın!”[991]

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) güçlü direnişi ve kaçan Müslümanların geriye dönüp direnmeye davet edilmesi beklenen sonucu vermekte gecikmedi, Müslümanlar yavaş yavaş geriye dönüp Hz. Resulullah’ı (s.a.a) korumaya, düşmana karşı direnmeye başladılar. Çok geçmeden düşman sancaktarı Hz. Ali (a.s) tarafından öldürüldü[992] ve Yüce Allah gaybi yardımlarını da göndererek.[993] Hevazin ordusunu çok ağır bir yenilgiye uğrattı, Müslümanlar çok miktarda ganimetle 4 bin esir ve 12 bin deve ele geçirmişti[994]. Savaş bittikten sonra Hz. Resulullah (s.a.a) yenilen kabilelerin Müslüman olan başkan ve ileri gelenlerinin ricası üzerine esirleri serbest bıraktı.[995] Bu savaşta Müslümanların sadece 4 şehid verdiği kayıtlıdır[996].

Allah Teala Müslümanların önce yenilmesini, ama O’nun gönderdiği gaybî yardımlar sonunda bu savaşı nasıl kazandıklarını şöyle anlatır:

“Andolsun Allah birkaç yerlerde ve Huneyn gününde size yardım etti. Hani, çok sayıda oluşunuz sizi böbürlendirip gururlandırmıştı, fakat size bir yararı da olmamıştı ve yer bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonra düşmana sırt çevirip gerisin geriye dönmüştünüz. Bu sırada Allah, Resulüne ve müminlerin üzerine güven duygusu ve huzur indirdi, sizin görmediğiniz orduları da indirdi ve küfre sapmış olanları azaplandırdı, kâfirlerin cezası budur işte”[997].

Tebük Savaşı[998]

Mute savaşının köklerini incelediğimiz bahsimizde Roma imparatorluğunun genç İslam devletine karşı hasmâne tavrından sözettik ve Romalıların yerel yönetiminin ordusuyla İslam ordusunun ilk karşılaştığı savaşta Müslümanların yenildiğini açıkladık. O dönemin iki süper gücü olan İran’la Roma arasında devamlı misilleme savaşları çıktığı ve bu savaşlar hayli uzun sürdüğü halde bu ikisinin, üçüncü bir dünya gücünün varlığına tahammül etmeyeceği ortadaydı. Bu nedenle Müslümanların Mekke’yi fethetmesi ve Huneyn savaşında Hevazin kabilesini yenilgiye uğratması Şam tarafından Arap Yarımadasının kuzey komşusu olan Roma için hiç de iç açıcı bir gelişme değildi. Bu gerçekler ışığında, Mute savaşında galip gelmiş olan Roma’nın tekrar İslam’a karşı bir saldırıya girişmesi kuvvetle muhtemeldi. Hicretin 9. yılında, Medine’yle Şam arasında sık sık yolculuk eden tüccarlar, Roma imparatoru Harkel’in Medine’ye saldırmaya hazırlandığı haberini verdiler[999]. Hz. Resulullah (s.a.a) bu haberi ciddiye aldı. Roma; İslam’a olan eski düşmanlığıyla, askeri ve siyasi açıdan çok büyük bir güce sahib olması nedeniyle Müslümanların en tehlikeli düşmanıydı şimdi.[1000] Peygamber’e (s.a.a) ulaşan raporlar Roma imparatoru Harkel’in; Lehm, Cozam, Âmile ve Gassan gibi Arap kabileleri de yanına aldığını, Roma öncü ordusunun Belkaa’ya kadar ilerlediğini[1001] ve bizzat Harkel’in de Hems de karargah kurduğunu gösteriyordu[1002].

Bu rapor havaların çok sıcak olduğu[1003] ve mahsulün devşirilmesi gerektiği bir dönemde gelmişti, halk da kıtlıktan dolayı biraz sıkıntı içindeydi, dolaysıyla bu şartlar altında evlerini barklarını terk etmeleri çok zordu[1004].Hz. Resulullah (s.a.a) genel seferberlik ilan ederek Mekke’yle bedevi Arap kabilelerden de yardım istedi ve Müslümanların, bu savaş için gerekli harcama ve savaş malzemelerinin temininde yardımcı olmasını duyurdu[1005]. Hz. Resulullah (s.a.a) yolun uzak ve yolculuğun zor olduğunun dikkate alınarak Müslümanların kendilerini bu zor yolculuğa hazırlayabilmesi için, her zaman yaptığı gibi askerî nedenlerden dolayı hedefin neresi olduğunu bu defa gizlememiş ve Tebük’e gidileceğini açıklamış[1006].

Şartların olanca elverişsizliğine rağmen Müslümanlar büyük bir ihlas ve samimiyetle dayanışma içine girdiler[1007],kısa zamanda otuz bin asker[1008], on bin at[1009] ve on iki bin deve temin edildi[1010].Bu arada münafıklar hiçbir özürleri olmadığı halde cepheye gitmeye yanaşmadıkları gibi[1011] sıcakları bahane ederek başkalarının da gitmesini engellemeye çalışıyorlardı[1012],bu çirkin davranışları nedeniyle onları kınayan bir ayet nazil oldu[1013], bazı Müslümanlar da hiçbir özürleri olmadığı halde hata edip gitmemiş, bunlar hakkında da ayet nazil olup “geride, yerinde kalanlar” tanımıyla kınanmışlardı.[1014] Birkaç mümin de, cihada katılmayı çok istedikleri halde onlar için gerekli binek ve savaş teçhizatı bulunmadığından cepheye gitmekten mahrum kalacaktı[1015].

Hz. Ali (a.s) Resulullah’ın (s.a.a) Halife ve Vekili Olarak Medine’de Bırakılıyor

O günlerde Medine’nin durumu çok kritikti. Müslümanlar çok uzak bir yolculuğa çıkıyordu, ama kendilerini Müslüman gibi gösteren münafıklar Hz. Resulullah’ın (s.a.a)sarih emrine rağmen ona itaat etmemiş, Medine’de kalmışlardı ve başkanları olan Abdullah b. Ubey sessizce çok sayıda adam toplamıştı etrafına…[1016]

Münafıklara ilaveten bir de Mekke’yle çevresinde ve bedeviler arasında İslam karşısında yenildikleri için bu dine kin besleyen düşmanlar da vardı ve bunların fırsattan istifadeyle her komploya başvurması mümkündü. Bu nedenle Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yokluğunda; henüz yeni kurulmuş olan genç İslam devletinin başkentini yönetip her nevi komployla baş edebilecek güçlü ve muktedir birinin Medine’yi idare etmesi gerekiyordu, aksi takdirde hiç beklenmedik acı hadiseler vuku bulabilirdi. Bütün bunları dikkate alan Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) “Ya Ali! İkimizden birinin Medine’de kalması gerekiyor!” buyurarak Hz. Ali’yi (a.s) Medine’de kendi yerine halife ve vekil olarak bıraktı.[1017]

Mesudi şöyle yazar:

“Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Medine’de Hz. Ali (a.s) gibi birini kendi yerine halife olarak bırakmasının nedeni, meşhur görüşe göre, daha önce de belirttiğimiz gibi Tebük yolculuğuna katılmayı reddedenleri (münafıkları) kontrol altında tutması içindir”[1018]

Hz. Ali (a.s) bunun dışındaki bütün gazvelerde Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yanında olmuş[1019] ve o hazretin sancaktarlığını yapmış[1020]. Onun Medine’de kalmasını istemeyen münafıklar, “Ali (a.s) artık Resulullah’ın (s.a.a) gözünden düştüğü için Peygamber onu kendisiyle götürmedi” şeklinde bir söylenti yaydılar. Bundan pek rahatsız olan Hz. Ali (a.s) silahını kuşanarak hemen yola çıktı, Curf denilen yerde[1021] orduya ulaşıp Hz. Resulullah’la (s.a.a) görüştü ve münafıkların dedikodusunu aktararak rahatsızlığını dile getirdi.

Hz. Resulullah (s.a.a) “Yalan söylüyorlar!” buyurdu, “Ben seni kendi yerime vekilim ve halifem olarak bıraktım, Medine’ye dön ve benim ailemle kendi ailende benim vekilim ve halefim ol! Ya Ali! Harun Musa için neyse, sen de benim için o konumdasın, sadece şu farkla ki, benden sonra peygamberlik yoktur!”[1022]

Şeyh Müfid’in nakliyse şöyledir: “…Kardeşim, yerine dön. Çünkü Medine ben veya sen olmadan gereğince yönetilemez! Sen benim ailem, hicret ettiğim şehir ve kavmim içinde halifem ve vekilimsin; Harun Musa’ya ne menziledeyse -konumdaysa- sen de bana o menzilede olmaya razı değil misin? Şu farkla ki, benden sonra peygamber yok!”[1023]

Ehl-i Sünnetin h.5. yy. alimlerinden İbni Abd’ul Birr Kurtubâ şöyle yazar: “Tebük savaşında Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali’yi (a.s) Medine’de ve ailesi arasında kendisinin halefi olarak bırakıp ona şöyle buyurdu: Harun Musa için neyse, sen de benim için osun…”[1024]

Buhari’yle Müslim’in rivayetlerine göre Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali’ye (a.s) verdiği cevapta onu Hz. Musa’nın (a.s kardeşi Hz. Harun’a (a.s teşbih etmiş ve yukarıda aktardığımız cümleyi buyurmuştur[1025].

İslam hadis tarihinde “Menzilet Hadisi” adıyla ünlü olan bu hadis, Hz. Ali’nin (a.s) halifelik ve imametinin en bariz belgelerinden biri sayılmaktadır. Zira bu hadis belli bir zamanda ve Tebük yolculuğunda söylenmişse de Hz. Resulullah’ın (s.a.a) “Peygamberlikten başka…” şeklinde bir istisna kullanması Hz. Ali’nin (a.s) bunun dışında bütün konularda ve bu cümleden olmak üzere peygamber’in (s.a.a) halifeliği konusunda Hz. Musa’nın (a.s kardeşi Hz. Harun’la (a.s) aynı konumlara sahib olduğunu göstermektedir[1026].

Zor Yolculuk

İslam ordusu bütün sıkıntılara rağmen Medine’den hareket etti. Ancak kısmen tahmin edildiği gibi yolun uzak olması, binek azlığı (üç kişiye bir at),sıcak hava, özellikle su sıkıntısı ve susuzluk gibi nedenlerden dolayı Müslümanlar Tebük yolculuğunda çok büyük zorluklarla meşakkatlere katlanmak durumunda kalmıştı, bu nedenle Tebük savaşı İslam tarihinde “zorluklarla savaş” anlamında “Gazve’t-ul Usra”[1027] ve “Ceyş’ul Usra”gibi adlarla da geçer[1028].

Bütün zorluklara rağmen uzun bir yolculuktan sonra İslam ordusu Tebük’e vardı, ama düşman kuvvetlerinden ortada hiçbir eser yoktu! Roma ordusunun hareket ettiği haberinin doğru olmadığı anlaşılmış[1029], İslam cephesinde korku ve tedirginlik yaratmak amacıyla bu söylenti uydurulmuştu[1030].

Hz. Resulullah (s.a.a) Bölgedeki Emirlerle Antlaşma Yapıyor

Hz. Resulullah (s.a.a) Tebük’te 20 gün kaldı[1031] ve bu süre zarfında Eyle, Cerba ve Azruh halkını cizyeye bağlayıp onlarla barış antlaşması imzaladı, keza askeri bir çarpışmadan sonra Dumetu’l-Cendel’in güçlü kralını bozguna uğrattı, bu adam çok miktarda mal-mülk vererek teslim oldu ve onunla da barış imzalandı[1032].

Tebük Gazvesi, hicretin 9. yılı Receb ayında vuku buldu[1033], bu savaşla ilgili zorluklar, sıkıntılar, bazı Müslümanların seferberlik sırasında gevşeklik ve sorumsuzluk gösterip kaytarması, münafıkların yaptığı baltalama girişimleri ve ihanetler gibi çeşitli boyutlar Tevbe Suresi’nde anlatılmaktadır. Tebük Gazvesi’yle aynı zamana rastlayan ünlü “Mescid-i Dırar”olayı da yine Tevbe Suresi’nin 107. ayetinde geçer.

Tebük Gazvesinin Etki ve Sonuçları

Çok zor ve meşakkat dolu bu yolculukta savaş baş göstermediyse de önemli sonuçların alındığı bir gerçektir, bunlardan bazılarını aktarıyoruz:

1- Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) bu yolculuk sırasında Hicaz-Şam sınır bölgesindeki kabile ve emirliklerle barış antlaşmaları imzalayarak bu bölgenin güvenliğini sağlamış ve onların Roma’yla işbirliğinde bulunmayacağından emin olmuştur.

2- Bu askeri hareket sonucu İslam ordusunun komutanları bölgenin yapı ve sorunlarıyla aşina olmuş, o günün süper devletlerine karşı ordu çıkarmanın yol ve yöntemlerini öğrenmişlerdi. Hz. Resulullah’ın (s.a.a) rıhletinden sonra Müslümanların ilk fethettiği bölgenin Şam olması tesadüfî bir olay değildir.

3- Bu genel seferberlikte müminlerle münafıklar birbirlerini tanımış oldu ve Müslümanların saflarında bir nevi tasfiye ve temizlik harekâtı gerçekleşti[1034].

4- Müslümanların askeri itibarı arttı, birçok Arap kabilesi İslam’a eğilim duydu ve bu kabilelerin temsilcileri itaatlerini bildirmek üzere Hz. Resulullah’la (s.a.a) görüştü. Bütün bunlar Tebük yolculuğunun getirdiği önemli sonuçlardı; burada bazı noktaların tafsilatına girmekte yarar olacağını düşünüyoruz:

İslam’ın Arap Yarımadası’na Yayılıp Genişlemesi

Tebük yolculuğu da önemli bir dönüm noktası olan Mekke’nin fethi gibi, İslam’ın Arap Yarımadası’na yayılıp güçlenmesinde önemli rol oynamıştır. Zira gerçekte büyük bir tatbikat olan bu hareket sayesinde Müslümanların askerî itibarı artmış, prestiji fevkalade yükselmiştir. Nitekim herkes, İslam’ın çok uzak bölgelere bile ordu çıkararak dünyanın en güçlü devletiyle savaşabilecek güce kavuştuğunu bu yolculuk sırasında bizzat görmüş oldu. Bu tatbikatın askeri ve siyasi etkileri o kadar güçlüydü ki; o güne kadar, İslam’ı kabul etmemiş olan birçok kabile, Hz. Resulullah (s.a.a) Medine’ye döndükten sonra şirk ve putperestlik döneminin artık kapandığı inancıyla Medine’ye temsilcilerini gönderip hazrete itaatlerini bildirdiler. O yıl bu amaçla Medine’ye gelip Resulullah’la (s.a.a) görüşen temsilci heyetlerin sayısı çok fazla olduğundan hicretin 9. yılına “Çeşitli kabilelerin temsilci heyetlerinin Hz. Resulullah’la (s.a.a) görüşmek için Medine’ye geldiği yıl” anlamında “Senetu’l-Vufud” denir[1035].

Müşriklerden Teberri İlanı (Berâet)

Mekke’nin fethinden sonra tevhidin yayılması ve putperestlikle, ondan kaynaklanan batıl fikir ve hurafelerin kökünün kazınması için elverişli bir ortam oluştu ve şehirlerle çöllerde yaşayanların çoğu putperestliği bırakarak İslam’a yöneldi; ne var ki bir grup cahil ve tutucu, cehalet döneminin batıl kültürünü bırakmak istemiyor, Hz. Muhammed’in (s.a.a) getirdiği yeni dini kabullenmeyi bir türlü sindiremiyordu.

Diğer taraftan, Hz. Resulullah(s.a.a) her ne kadar o güne değin birkaç kez umre yapmışsa da putperestlik döneminde hacca karıştırılan hurafelerden arınmış bir haccı henüz yerine getirmiş değildi ve müşrikler haccı halâ eksik ve hurafelerle karışmış haliyle yerine getirmedelerdi. Bir diğer nokta da, Mekke fethinden sonra müşriklerle Resulullah (s.a.a) arasında iki türlü antlaşma imzalanmış olmasıydı:

1- Genel antlaşma: Buna göre herkesin haccetmesi serbestti ve kimsenin haccı engellenmeyecekti, ayrıca, haram aylarda güvenlik ve asayiş sağlanacak, hiç kimse saldırıya uğramayacaktı.

2- Bazı Arap kabileleriyle yapılan ve belirli bir süreyle sınırlandırılan barış antlaşmaları[1036] vardı:

Tebük gazvesinden sonra Beraet Suresi’nin (Tevbe -çev-)ayetleri nazil oldu ve Hz. Resulullah (s.a.a) müşriklerden beri durup onlardan teberride bulunarak bu antlaşmalara bir son verdiğini açıklamak ve bu ayetlerde belirtilen diğer bazı emirleri uygulamaya koymakla görevlendirildi. Beraet Suresi’nin ilk ayetlerinin mazmunu şöyledir:

“Bu -ayetler- müşriklerden kendileriyle antlaşma imzaladıklarınıza -bu antlaşmaların artık sona erdiği ve- Allah’la Resulü’nün onlardan teberride bulunduğuna dair bir uyarı ve ilandır. O halde -ey müşrikler- size tanınan 4 aylık bir süre için -tam bir güvenlik içinde- yeryüzünde dolaşın ve bilin ki siz Allah’ı aciz bırakamazsınız, bilakis, Allah, küfre sapanları acziyet ve horluğa düşürücüdür. Ve -bu ayetler- Büyük Hacc (Hacc-ı Ekber) günü Allah’tan ve Resulünden insanlara bir duyuru (şudur): Allah ve Resulünün müşriklere karşı hiçbir sorumluluk ve taahhüdü -artık- yoktur. -Bu durumda- Eğer tevbe ederseniz sizin için daha hayırlıdır, yok eğer yüz çevirirseniz bilin ki siz Allah’ı aciz bırakamazsınız. Küfre sapanları acıklı bir azapla müjdele! Ancak, müşriklerden antlaşma imzaladıklarınız arasında antlaşmasına sadık kalan ve size karşı hiç kimseye yardım etmeyenler başka; bunların antlaşmasını, antlaşma süresi bitene kadar sürdürün, şüphesiz Allah, muttaki olanları sever. Ama -süre olarak tanıdığınız 4 ay olan- haram aylar bitince müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları tutuklayın, kuşatın ve her yerde onlara pusu kurun. Eğer tevbe edip namaz kılar ve zekât verirlerse yollarını açın, zira Allah bağışlayandır, esirgeyendir”[1037]

Hz. Peygamber’in (s.a.a) Özel Temsilci ve Habercisi

Bu ayetlerin nüzulünden sonra Hz. Resulullah (s.a.a) Beraet Suresi’nin ilk ayetlerinden bir kısmını Ebubekir’e öğretip onu, Kurban bayramında hacılar arasında bu ayetleri okuyup hacılara duyurmakla görevlendirdi.

Ebubekir Mekke’ye doğru yola çıktı. Ancak, bu sırada Hz. Resulullah’a (s.a.a) vahiy gelerek bu mesajı hacılara ya bizzat kendisinin, ya da kendisinden olan birinin okuması gerektiği emredildi.[1038] Bu emir üzerine Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali’ye (a.s) derhal yola çıkıp ayetleri Ebubekir’den teslim alarak hacıların toplandığı yerde müşriklere iblağ etmesini buyurdu. Hz. Ali (a.s) Hz. Resulullah’ın (s.a.a) devesine binerek Mekke yoluna koyuldu ve yolda Ebubekir’e ulaşıp Hz. Peygamber’in (s.a.a) emrini iblağ ederek ayetleri ondan alıp Mekke’ye yöneldi. Ebubekir rahatsız bir halde Medine’ye dönüp Hz. Resulullah’ın (s.a.a) huzuruna çıkarak “Önce beni bu işe layık buldunuz, ama çok geçmeden beni azledip bu görevden aldınız, bu hususta Allah’tan bir emir mi geldi?” diye sordu. Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) “Evet” buyurdu Vahiy meleği gelip bu görevi alma salahiyetine sadece benim veya bizzat benden olan kimsenin layık olduğunu iblağ etti”

Beraet İlanı Metni ve Hz. Peygamber’in (s.a.a) İhtarnamesi

Hz. Ali (a.s) Mekke’ye ulaştı; Zilhicce’nin 10. günü Berâet -Tevbe- Suresi’nin ilk ayetlerini hacıların toplandığı yerde halka okuyup[1039] Hz. Peygamber’in (s.a.a) ihtariyesini bütün hacılara iblağ etti, bu ihtar mektubunda şu uyarılar yer alıyordu:

1- Allah ve Resulü müşriklerden beridir(onlara karşı artık hiçbir sorumluluk kabul etmemekte, onları sevmediklerini açıkça duyurmaktadır).

2- Gelecek yıldan itibaren hiçbir müşrik haccetme hakkına sahip değildir.

3- Hiç kimse çıplak olarak Ka’be’yi tavaf edemez.[1040]

4- Müşriklere kendi vatanlarına dönmeleri veya istedikleri yere gitmeleri için bugünden itibaren 4 ay süre tanınmıştır, bu süre bittikten sonra hiçbir müşrikle antlaşma yapılmayacak, hiçbir müşrik âmânda olmayacaktır artık. Ancak, Hz. Resulullah’la (s.a.a) antlaşması olan müşrikler, antlaşma süreleri bitinceye kadar bu kaidenin dışındadır.

5- Hiçbir kâfir cennete girmeyecektir[1041]

Bu beraet ilanı ve ihtar uyarısından sonra kendi yurtlarına dönen müşrikler birbirlerini kınayıp “Kureyşliler bile Müslüman oldu artık, biz neden olmayalım?” diyerek Müslüman oldular.[1042]

O yıldan itibaren hiçbir müşrik haccetmedi ve hiç kimse çıplak olarak tavafta bulunmadı.[1043]

Necran Hıristiyanlarının Temsilci Heyetiyle Mübahele[1044]

Hz. Resulullah (s.a.a) dünyanın çeşitli devletlerinin başkanlarına yazdığı gibi bir mektup da Necran piskoposuna yazdı. Bu mektupta Hz. İbrahim, İsmail, İshak ve Yakub aleyhisselamların Rabbini hamd-ü senayla övdükten sonra onu ve diğer Hıristiyanları kula kul olmayı bırakıp Yüce Allah’a tapınmaya ve insanlara kulluktan vazgeçip Yüce Allah’ın emrinde olmaya davet etti; bunu kabul etmemeleri halinde ise ya cizye ödemeleri, ya da savaşı beklemeleri gerektiğini hatırlattı.[1045]

Bazı rivayetlerde Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu mektubunda Âl-i İmran Suresi’nin 64. ayetini de[1046] yazdığı geçer.[1047]

Necran piskoposu Hz. Peygamber’in (s.a.a) mektubunu alınca, meseleyi görüşmek üzere Necran’ın önde gelenleriyle büyük din adamlarını toplantıya çağırdı. Hıristiyan uleması Hz. Peygamber’in (s.a.a) yakında zuhur edeceği ve kendisiyle ilgili vasıf ve işaretlere dair bilgilere sahib olduklarından, Hz. Muhammed’le (s.a.a) yakından görüşüp peygamberlik delillerini bizzat kendisinden dinlemek üzere Medine’ye bir heyet gönderilmesini önerdi.

Aralarında üç büyük Hıristiyan alimin de bulunduğu ve bizzat piskoposun başkanlık ettiği Necran Hıristiyanlarının temsilci heyeti Medine’ye vardığında Hz. Resulullah (s.a.a) kendileriyle görüşüp konuşarak onları İslam dinini kabul etmeye çağırdı ve kendilerine Kur’an’dan bazı ayetler okudu. Hıristiyanlar “Biz senden önce Müslüman’dık!” deyince hazret (s.a.a) “Yalan söylemektesiniz!” buyurdu, “Üç şey, Müslüman olmanızı engelliyor (bu üçü nedeniyle, size Müslüman denilemez): Haça tapıyorsunuz, domuz eti yiyorsunuz ve Allah’ın çocuğu olduğunu sanıyorsunuz (Hz. İsa’yı (a.s Allah’ın oğlu sanıyorsunuz).”

Resulullah’ın (s.a.a) bu sözü üzerine Hz. İsa’nın (a.s bir kul mu, yoksa tanrı mı olduğu tartışması başladı. Hıristiyanlar ölüyü dirilttiği, gaipten haber verdiği, hastaları iyileştirdiği ve özellikle bir baba olmaksızın Hz. Meryem’den (a.s dünyaya gelmiş olması gibi mucizeleri nedeniyle Hz. İsa’nın (a.s tanrı olduğunu iddia ediyor, Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ise Hz. İsa’nın (a.s sadece bir kul ve insan olduğunu vurguluyordu; tartışma uzadı ve Hıristiyanlar Hz. İsa’nın (a.s ilah değil, bir insan olduğunu kabule yanaşmadılar. Bu sırada vahiy nazil oldu, Allah Teala şöyle buyuruyordu:

Meryemoğlu İsa’nın tanrı olduğunu söyleyenler kâfir olmuştur.”[1048]Gerçekte Allah katında İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir, onu topraktan yarattı, sonra da ona “ol” demesiyle o hemen oluverdi.[1049] (Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelmesi, onun tanrının oğlu olarak tanımlanmasını gerektirirse, ondan ziyade Hz. Adem’in böyle tanımlanması gerekir, çünkü Hz. Adem hem annesi, hem babası olmadan var olmuştur!)

(İsa hakkında sana söylenen şey)haktır ve Yüce rabbinin katındandır; öyleyse kuşkuya kapılanlardan olma.[1050] Binaenaleyh İsa hakkında sana ulaşan bunca ilimden sonra yine onun hakkında seninle çekişip tartışmaya giren olursa de ki: Gelin; biz oğullarımızı getirelim siz de oğullarınızı getirin, biz kadınlarımızı getirelim siz de kadınlarınızı getirin, biz kendimizi getirelim, siz de kendinizi getirin, sonra karşılıklı mübahelede bulunalım(lanetleşelim)ve Allah’ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne kılalım”[1051]

Bu ayetlerin inmesi üzerine Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) onlara “Rabbim, Müslüman olmazsanız sizinle mübahelede bulunmamı buyurdu” dedi.[1052]

Hıristiyanlar “bu konuda biraz düşünelim” diyerek oradan ayrılıp kendi aralarında danışmaya başladılar. Heyet reisi olan piskopos “Muhammed (s.a.a) peygamberdir” dedi, “Onunla mübaheleye kalkışırsanız Allah’ın azabına uğrar, helak olursunuz!”Ama diğer Hıristiyanlar onun sözünü kabul etmeyerek mübahelede direndiler. Mübahele, ertesi gün yapılacaktı, piskopos “Mübahelede ısrarlıysanız, Muhammed’in (s.a.a) yarın kimlerle geleceğine bakıp ona göre davranın” dedi, “Eğer evlatları ve en yakın ailesiyle gelirse mübaheleden vazgeçin! (Zira bu, onun sözlerinin doğruluğuna kendisinin inanıp güvendiğini ve bu yolda sadece kendi canını değil, en sevdiği aile fertlerini de feda etmeye hazır olduğunu gösterir) Ama eğer ashabı ve ona inanan başka Müslümanlarla gelirse onunla mübaheleye girin, çünkü bu durumda onun iddialarının aslı yok demektir (ve yanında getireceği adamlarla sadece görünüşte güçlü olduğunu göstermek isteyecektir).[1053]

Ertesi gün Hz. Resulullah (s.a.a) mübahele için kararlaştırılan yere gitti, yanında Hz. Ali (a.s) Hz. Fatıma (a.s) Hz. Hasan (a.s) ve Hz. Hüseyin (a.s) vardı.[1054] Piskopos, “Muhammed’in (s.a.a) yanındakiler kim?” diye sorunca “Şu, amcasının oğlu, o kadın kızı, bu çocuklar da onun evlatlarıdır” dediler.[1055] Bunun üzerine piskopos, yanındaki Hıristiyanlara “Karşımızda öyle yüzler görüyorum ki, Allah’tan dağı yerinden sökmesini isteyecek olsalar kesinlikle dağ yerinden sökülür!” dedi. “Bunlarla sakın mübaheleye girmeyin, aksi takdirde hem siz yok olursunuz hem yeryüzünde bir tek Hıristiyan kalmaz! “Piskoposun bu ciddi uyarısı üzerine heyet yetkilileri mübaheleden vazgeçtiler[1056] ve yapılan bir antlaşmayla cizye ödemeyi kabullendiler; bu olayla ilgili bilgiler tarih ve tefsir kaynaklarında tafsilatıyla geçmektedir[1057].

Büyük Fazilet

Hadis ve tefsir ulemasının büyükleri, mübahele ayeti nazil olduktan sonra Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu dört kişiyle mübaheleye gitmesini, onlar için çok büyük bir fazilet saymaktadır. Çünkü mübahele ayeti ve olayı, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) torunları ve Hz. Ali’yi de (a.s) o hazretin nefsi ve canı mesabesinde tanımlamakta, bu olaydaki tek kadın olan Hz. Fatıma’nın da (a.s)ayetteki “nisa”yı karşılayan kimse olduğunu belgelemektedir.

Ayşe’den ulaşan rivayette Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu dört mümtaz insanı siyah renkli ve çizgili abasının (kesa -çev-)altına alarak şu ayeti okuduğu geçer:”Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah sizden kiri(günah ve çirkinliği)gidermeyi ve sizi tertemiz kılmayı irade etmiştir”[1058]

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) mübaheleye bu dört kişiyle gittiği konusunda şia ve Sünni uleması görüş birliği içindedir, araştırmacıların çok önemli bir fazilet olarak vurguladığı bu vaka çok sayıda tarih, hadis ve tefsir kaynaklarında kayıtlıdır.[1059]

Büyük Ehl-i Sünnet muhaddisi Müslim, Sa’d Vakkas’tan şu hadisi aktarır: “Gelin, biz oğullarımızı getirelim, siz de oğullarınızı getirin…”ayeti nazil olduğunda Hz. Resulullah (s.a.a) Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyn’i (a.s) çağırıp “Ya Rabbim” Benim ailem bunlardır!” buyurdu”[1060]

Zemahşeri de mübahele olayıyla Ayşe’nin rivayetini naklettikten sonra şöyle yazar: “Bu olay Ashab-ı Kesa’nın (Peygamber’in (s.a.a) abasının altına girenler -çev-) faziletinin en güçlü delili ve İslam peygamberinin (s.a.a) hakkaniyetinin en bâriz belgesidir!”[1061]

Kadı Beyzavi de mübahele olayını anlatırken şöyle der: Bu olay Hz. Peygamberin (s.a.a) nübuvvetinin hakkaniyetine ve yanında götürdüğü Ehl-i Beyt’inin efdalliğine delil teşkil etmektedir”[1062]

Seyyid b. Tavus, “Sa’d-ussuud” adlı eserinde şöyle yazar: Muhammed bin’el Abbas bin Mervan “Ma’enzel min’el Kur’an fi’nnebi ve Ehl-i Beytî”adlı kitabında mübahele hadisini sahabe ve sahabe dışında 51 kişiden aktarmıştır.[1063]

Bu arada mübahele olayının gerçekleştiği yıl, ay ve gün konusunda ihtilaf olduğunu da belirtelim[1064], burada bunun teferruatına yer ayıramayacağımızdan biz de siyer yazarlarının yolunu izleyerek bu olayı hicretin 10. yılı vakaları arasına aldık.

 

 

3. Fasıl

 

 

VEDA HACCI VE İSLAM PEYGAMBERİNİN (S.A.A) VEFATI

Veda Haccı

Hacc, İslam’ın en önemli siyasî-ibadî programı olup, temeli Hz. İbrahim (a.s tarafından atılmıştır. Elinizdeki kitabın 1. bölümünün 2. faslında Arap Yarımadası’ndaki dinî durumun karmaşık haliyle Kureyşin güç ve nüfuzundan bahsetmiş, İslam’ın zuhur ettiği yıllarda da Kureyşle diğer müşriklerin genellikle umre ve haccı yerine getirdiğini, ama bunu doğru haliyle yapmadıklarını, İbrahimî haccı bozduklarını, eksik ve hurafelerle karıştırılmış bir hacc yaptıklarını açıklamıştık.

Burada şunu da ekleyelim: Kureyşliler kendilerini “Harem’de yaşayanlar” (Sukkân-ı Haremullah)olarak tanımlıyor[1065], Arafat bölgesi Harem’in dışında kaldığından Kureyşliler hac mevsiminde diğer müşriklerin tersine Arafat’a gitmeyip Müzdelife’de (Meş’ar’da)vukuf ediyor[1066] ve buradan Mina’ya gidiyorlardı. Yesrib halkı ise Mekke’yle Yesrib arasında, deniz kenarındaki bir yerde bulunan Menat putunun yanında[1067] ihrama giriyor ve burada ihrama bürünenler, 7 defa sa’yedilmesi gereken Safa’yla Merve arasındaki Sa’yi (gidip gelmeyi -çev-) yerine getirmiyordu![1068] Ayrıca müşrikler İbrahimî haccın tersine, hac yaparken gün batımından önce Arafat’tan Müzdelife’ye(Meş’ar)göçüyorlardı[1069]. Bütün bunlar İbrahimî haccın gerçek halini kaybedip bu büyük tevhidî ibadetin şirk ve hurafeye bulaşmasına yol açmıştı.

Haccın farz olduğunu bildiren ayet nazil olunca[1070] Hz. Resulullah (s.a.a) önceden duyuruda bulunup Medine halkıyla çöl bedevilerinden müteşekkil çok kalabalık bir kitleyle hacca gitti[1071] ve bu hacda, gerçek İbrahimi haccın nasıl yapılması gerektiğini Müslümanlara bilfiil öğretti. Bu arada Müslümanlara, hac amellerini kendisinden dikkatle öğrenmelerini tavsiye edip, gelecek yıl hacca gelmenin kendisine nasib olamayabileceğini buyurdu[1072]. Müslümanlara sık sık “haccın vukuflarına ve meşairine dikkat edin, zira bunlar Hz. İbrahim’in (a.s) mirasıdır” diye hatırlatıyordu[1073].

Bu hacda Hz. Resulullah (s.a.a) müşriklerin, özellikle de Kureyşin hacla ilgili bid’atlerini ortadan kaldırdı; bu cümleden olmak üzere, kendisi de Kureyşli olduğu halde Arafat’ta vukuf edip oradan Müzdelife’ye gitti[1074], zira Allah Teala “Sonra, insanların topluca akın ettiği yerden siz de akın edin” buyurmuştu[1075], ayrıca hazret (s.a.a) bu örnek hacda Arafat’tan gün batımından sonra ayrıldı[1076].

Çeşitli münasebetleri içermesi açısından bu hacca “Veda haccı”, “İslam haccı” ve “Belâğ haccı” adları verilmiştir.[1077]

Hz. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Tarihî Hutbesi

Hz. Resulullah (s.a.a) Veda haccında gerekli hac işlemlerini bilfiil uygulayarak Müslümanlara doğru haccı gösterirken, Arefe günü Arafat çölünde hayli kalabalık olan hacılara yaptığı tarihi konuşmada önemli konulara değinecek ve bunlarla ilgili ciddi tavsiyelerde bulunacaktı. Bu cümleden olmak üzere o ay (Zilhicce)ve o günün (Arefe) kutsallığının hürmeti hakkında hacılardan ikrar aldıktan sonra şöyle buyurdu:

“Ey insanlar! Rabbinizin huzuruna çıkıncaya kadar bu ay ve bu günün kutsallığını çiğnemek size nasıl haramsa, birbirinizin kanı, ırzı, namusu ve malı da size öylece haramdır!”

“Cahiliye döneminde dökülen kanların hesabı, İslam döneminde sorulamaz (o defter kapanmıştır artık). Faiz de haramdır.”

Bu hutbede Hz. Peygamber (s.a.a) haram ayların değiştirilip ertelenmesini küfürde aşırılık olarak tanımlayıp bunu da yasaklamıştır[1078].

Kadınlar ve kadın hakları konusunu da önemle vurgulayarak “Kadınlara iyilikte bulunun, onlara iyi davranın” buyurdu, “Zira onlar size Allah’ın emanetidir ve Allah’ın hüküm ve kanunlarıyla size helal olmuşlardır”

“Burada bulunanlar, bulunmayana söylesin; benden sonra peygamber yoktur artık ve siz Müslümanlardan sonra da başka bir ümmet olmayacaktır!”

Resulullah (s.a.a) bu hutbesinde cahiliye inançlarıyla töre ve merasimlerini batıl ilan edip kaldırmıştır[1079].

Gadir-i Hum’da da Geleceğin Lideri Ümmete Tanıtılıyor

Veda haccı dönüşünde Zilhicce’nin 18. günü, Cuhfe’ye 3 millik mesafede bulunan “Gadir-i Hum” denilen yerde[1080]”Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bu görevini yapmayacak olursan O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfir olan bir topluluğu hidayete eriştirmez”[1081]ayeti nazil olunca Hz. Resulullah (s.a.a) ot yeşermeyen bu çorak bölgede o sıcağın altında 100 bin kişilik hacı kervanını durdurup öğle namazını kıldırdıktan sonra yüksekçe bir yere çıkarak bir hutbe okudu. Bu hutbede önce ömrünün sonuna yaklaştığını haber verdi, sonra da peygamberlik ve davet görevini nasıl yerine getirdiği konusunda Müslümanların fikrini sordu, herkes “sen hidayet ve irşad görevini en mükemmel haliyle yerine getirdin!” diyerek o hazreti (s.a.a) onayladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Kur’an’la Ehl-i Beyt’i -sekaleyn- hakkında önemli bir tavsiyede bulunarak Müslümanların doğru yoldan sapmamaları için bu ikisine sımsıkı yapışmasını tembihledi ve Rabbinin kendisine, bu ikisinin kıyamete kadar birbirinden ayrılmayacağını haber verdiğini, bu nedenle de Müslümanların bu ikisinden öne geçmemeye, onlardan geri de kalmamaya dikkat etmesi gerektiğini hatırlattı. Ardından, Hz. Ali’nin (a.s) elini yukarı kaldırarak bütün kalabalığa gösterip onu kendisinden sonra Müslümanların lideri olarak tanıtıp şöyle buyurdu:

“Rabbim benim mevlam -efendim- ve ben de müminlerin mevlasıyım ve onlara kendi nefislerinden daha evla, daha layığım. Bilin ki, ben kimin mevlası isem şu Ali de onun mevlasıdır! Ya Rabbi! Ali’yi seveni sev!Ona düşmanlık edene düşman ol!Allah’ım!Ali’nin dostlarına yardımcı ol, onun düşmanlarını alçaltıp zillete düşür!Ya Rabbi!Ali’yi hakkın mihveri kıl!”

Bu sırada şu ayet nazil oldu: “Bugün küfre sapanlar sizin dininizi yıkmaktan umut kesmiştir artık, onlardan korkmayın, benden korkun! Bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçip beğendim…”[1082] Böylece Allah Teala Hz. Resulullah’tan (s.a.a) sonra ümmetin liderliği ve onun halifeliğine Hz. Ali’yi (a.s) tayin etmek suretiyle dinini kemale erdirip hidayet nimetini insanlara tamamlamış olduğunu ilan ediyordu. Bunun üzerine sahabeler koşup Hz. Ali’yi (a.s) tebrik ettiler.[1083]

Önemli bir olay olan Gadir-i Hum özetle bundan ibarettir; tevatürü ve yeterince meşhur olması nedeniyle hakkında tafsilatlara girmeyi gerekli bulmuyoruz. Çünkü büyük İslam uleması ve araştırmacılar bu önemli hadisenin çeşitli boyutlarını tafsilatlı şekilde açıklamış bulunmaktadır. Özellikle Allâme Emînî, İslamî kaynaklar arasında önemli bir yeri olan ünlü “el-Gadir” adlı eserinde bu hadiseyi hem senet, hem delalet açısından ele alıp bu önemli olayı çeşitli boyutlarıyla incelemiştir. Bu nedenle biz burada sadece zaruri bazı noktalara değinmek ve önemli birkaç soruyu cevaplamakla yetiniyoruz:

1- Gadir-i Hum olayı Hz. Ali b. Ebu Talib’in (a.s) velayetiyle ilgili belgelerin en önemlisi ve zaman sıralamasında en sonuncusudur, ancak bu velayet mevzuuyla ilgili yegane senet de değildir. Nitekim daha önceki bahislerimizde de görüldüğü üzere ümmetin kaderinin belirlenmesinde liderlik ve yöneticiliğin taşıdığı öneme binaen Hz. Resulullah (s.a.a) bi’setinin ilk yıllarından itibaren (akrabalarını ve yakınlarını uyarıp korkutmak için onları davet ettiği günden başlayarak) “velayet” meselesini kendi risaletine paralel olarak onunla birlikte daima gündeme getirmiş ve daha sonraları da -Tebük Gazvesinde olduğu gibi- çeşitli münasebetlerle bu konuyu hep hatırlatmıştır.

Peygamber’in (s.a.a) halefinin ilahi bir tayinle belirlendiği konusunda da; alenî davetin başladığı ilk yıllarda kabilelere İslam’ı anlatırken Amir b. Sa’saaoğulları kabile başkanının teklifine Hz. Peygamber’in (s.a.a) verdiği cevaba değinmiş ve “Benim halifemin kim olacağı ancak Allah’ın belirleyeceği bir iştir, onu dilediğine verir” buyurduğunu yazmıştık.[1084]

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) kendisinden sonra halefinin kim olduğu konusunda yıllar boyu takındığı tavır ve belli bir isim üzerinde sürekli vurguda bulunmuş olduğu gerçeği insafla incelenecek ve Resulullah’ın (s.a.a) sahabesi parlak geçmiş, ilmî ve askerî karizma, yiğitlik, fedakarlık, cesaret, beceri ve liyakat açısından genel bir değerlendirmeye tabi tutulup halifelik konusunda bu hasletler ölçü ve kıstas kabul edilecek olursa sahabe içinde Hz. Ali’nin (a.s) bütün bu vasıflarda rakipsiz olduğu görülecektir. Nitekim Hz. Resulullah (s.a.a) açıkça onu vurgulamakta, her münasebet ve her fırsatta onun efdallik ve önceliklerini sahabeye hatırlatmaktaydı. Sözkonusu kıstas ve değerler konusunda sahabe arasında Hz. Ali’ye (a.s)denk bir isim yoktu.

2- Daha önce de değindiğimiz gibi Gadir Hadisinin ünü, hatta tevatürü konusunda şüphe bulunmamakta, birçok Ehl-i Sünnet alimi de bunu vurgulamaktadır.[1085]

Allame Emini’nin “el-Gadir” adlı ünlü eserinde de belgelendiği üzere bu önemli tarihi olayı tam 110 sahabeyle 84 tabiin rivayet etmiş ve Ehl-i Sünnet ulemasıyla muhaddislerinden 360 kişi bu hadisi kitaplarında aktarmış ve bunlardan önemli bir bölümü bu hadisin senedinin doğruluğunu kabul etmiştir.[1086] İslam tarihinde vuku bulan önemli olaylar arasında bunca meşhur ve senet açısından bunca muteber hadise pek azdır.

Gadir olayını genellikle muhaddislerin yazmış olması ve işin uzmanlarınca malum -siyasi- nedenlerden dolayı bu gerçeğin tarihçiler tarafından sansüre uğramış bulunması da bir hayli düşündürücüdür. Tarihçiler arasında Yakubi bu olayı Veda Haccı vakasının ardından çok özet bir şekilde aktarmıştır[1087]. Olayları genellikle açıklayıp şerheden Taberi Tarihinde, beklenenin tersine bu olaydan hiç sözedilmemişse de Taberi, Gadir olayını ispatlayan başlıbaşına müstakil bir kitap yazmış, “Kitab’ul Velayet” adlı[1088] bu kitap h. 8. yüzyıla kadar varlığını korumuş ve Necâşi’yle -öl: hk.545-[1089] Şeyh Tusi -hk.385-460-[1090]bu kitaptan sözetmiş ve bununla ilgili vasıtalarını kaydetmişlerdir.

İbn Kesir de Veda haccının ardından Gadir-i Hum olayına değinerek şöyle diyor: “Tefsir ve tarih yazarı Ebu Cafer Muhammed b. Cerir Taberi bu hadise çok önem vermiş ve bununla ilgili vasıta ve söylenenleri iki ciltlik bir eserde toplamıştır”[1091]

İbni Kesir bunu belirttikten sonra Taberi’nin Gadir hakkındaki rivayetlerinden bir kısmını aktarmaktadır. Bir başka yerde İbni Kesir şöyle diyor: “Taberi’ye ait kalınca iki ciltlik bir kitap gördüm. Gadir’le ilgili hadisleri bu iki ciltte toplamıştı”[1092]

İbni Şehrâşub (öl: hk.588) şöyle yazar: Taberi Gadir-i Hum’un kitabını yazdı ve bu kitapta Gadir olayını iyice açıklayıp şerhetti ve bu kitaba “el -Velayet” adını verdi”[1093].

İbn Tavus da, Gadir olayının ravilerini saydıktan sonra şöyle diyor:”Gadir hadisini, tarihçi Muhammed b. Cerir de 75 vasıtadan aktarmış ve bu konuda “Velayet Hadisi”adlı bir kitap yazmıştır”[1094]. 

İbni Betriyg”adıyla ünlü Yahya b. Hasan (hk.523-600) şöyle yazar: Tarih yazarı Muhammed b. Cerir Taberi, Gadir günüyle ilgili rivayeti 75 yoldan nakletmiş, bu konuda bir de “el-Velayet” adlı bir kitap yazmıştır”[1095].

Yukarıda adı geçen tarihçilerle araştırmacılar Taberi’nin “El-Velayet” (Velâye) adlı kitabının ana konusu hakkında sadece özet bir bilgi vermekte ve İbni Kesir gibi bazıları da bu kitaptan sadece bazı rivayetler aktarmakla yetinmektedir.

Kadı Numan Mağribi Mısrî (Ebu Hanife Numan b. Muhammed Temimi öl: hk 363) “Şerhu’l-Ahbar Fi Fadaili’l-Eimmeti’l-Athâr” adlı eserinde Taberi’nin Hz. Ali’nin (a.s) faziletleri hakkındaki rivayetlerinden 75’ten fazlasını iktibasla aktarıp, böylece Taberi’nin bu konudaki yazılarını gelecek nesillere aktaran tek kişidir…..[1096] Kadı Numan “Bu kitap çok çekici bir eser olup Taberi Hz. Ali’nin (a.s) faziletlerini bu kitapta toplamıştır” diyor.[1097]

Kadı Numan, Taberi’nin bu kitabı neden yazdığını açıkladıktan sonra[1098] şöyle diyor:

“Taberi bu kitabının bir babını bütünüyle Hz. Ali’nin (a.s) velayetine ayırmış ve burada Hz. Resulullah’tan (s.a.a) çok sayıda sahih hadisler aktararak o hazretin (s.a.a) hem Veda haccından önce, hem sonra şöyle buyurduğunu yazmıştır:

“Ben kimin mevlası -efendisi-isem Ali de onun mevlasıdır!Allah’ım;onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol, ona yardım edene yardım et, onu küçük düşüreni küçük düşür!”

“Ali müminlerin emiridir, Ali benim kardeşimdir, Ali benim vezirimdir, Ali benim vasimdir, Ali benden sonra ümmetimin üzerindeki halifemdir, Ali benden sonra insanlar üzerinde, onların en evlâsıdır”

Kadı Numan bu hadisleri aktardıktan sonra diyor ki: “Bütün bunlar Hz. Ali’nin (a.s) Hz. Resulullah’ın (s.a.a) halifesi olduğunu ispatlamakta ve ümmetin liderliği ona bırakması gerektiğini, kimsenin ondan öne geçmemesi ve ona hükumet etmemesi lazım geldiğini göstermektedir.[1099]

3- Bu konuda ortaya sürülen şüphe sadece Fahr-i Razi ve Kadı Ezd-i İyci gibi Ehl-i Sünnet alimlerinin hadis metninde öne sürdüğü iddiadır. Mezkur isimler bu hadisin bütününü ve Gadir olayını onaylamakta, ama Gadir günü Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Hz. Ali (a.s) için kullandığı ilahi velayet ve imamet anlamındaki “Mevlâ” kelimesini “dost” ve “yardımcı” gibi manalara yorarak Gadir olayının Hz. Ali’nin (a.s) velayetine delil olmadığını, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu hutbede “Hz. Ali’nin (a.s) dostu olunup onun sevilmesi gerektiğini” duyurduğu iddiasını öne sürmektedirler. Burada bir kelime oyununa başvurularak “mef’el”in (Mevla), lügatte “ef’el” (evlâ) anlamına gelmediğini, bu nedenle de Hz. Resulullah’ın (s.a.a) “Mevla” derken “dostluk” ve “sevgi”yi kastettiği söylenmektedir.[1100]

Merhum Allame Eminî bu meseleyi çok titiz ve teknik bir çalışmayla ilmî bir incelemeye tabi tutup Kur’an’dan, hadisten ve lügat ilminden sayısız örnekler sıralamakta ve ünlü Arapça dilbilim uzmanlarından belgeler göstererek bu iddianın ilmî dayanaktan yoksun ve tamamen geçersiz olduğunu gözler önüne sermekte ve her üç sahada da -Kur’an, hadis ve edebiyat- “Mevla”nın yaygın anlamının “evlâ” olduğunu ve her yerde bu anlamda kullanıldığını ispatlamaktadır. Meselâ aşağıdaki ayetlerde Arapça metinde geçen “Mevlâ” kelimesinin hem ayetin gelişi, hem diğer birçok ilmî nedenlerden dolayı “veli”, “bir işin mütevellisi” ve “yetki sahibi” gibi anlamlar dışında yorumlanabilmesi ve “dost” kelimesiyle karşılanabilmesi mümkün değildir:

“Artık bugün sizden herhangi bir fidye alınmaz ve küfretmekte olanlardan da. Barınma yeriniz ateştir, sizin veliniz odur, o ne kötü bir gidiş yeridir”[1101].

“…Allah’a sarılın, sizin mevlanız odur, işte ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcı”[1102].

“…Allah, iman etmekte olanların velisidir, kafirlerin ise, onların velisi yoktur”[1103].

“Hayır, sizin mevlanız Allah’tır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır”[1104].

“De ki: Allah’ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O, bizim velimizdir…”[1105]

“Zararı yararından daha yakın olana tapar, ne kötü veli ve ne kötü yoldaştır”[1106].

Bütün bu ayetlerde geçen “Mevlâ” kelimesi müfessirler tarafından veli, sorumlu ve yetkili anlamında tefsir edilmiştir.

Aynı şekilde “Mevlalarının izni olmadan evlenen kadınların nikahı batıldır” hadisinde geçen[1107] “Mevlâ” kelimesi de hadisçilerle fakihler tarafından “kadının velisi ve sorumlusu” şeklinde tefsir edilmiştir.

Allame Eminî “Mevla” kelimesinin 27 anlamı olduğunu yazmakta ve bunlardan bazısının Hz. Resulullah’ın (s.a.a) hutbesindeki “Mevla”nın yerine konulması -ıtlakı- halinde yalanı, birisinin ıtlakının küfrü, bazılarının imkansız, bazılarının geçersiz ve yararsız veya kof ve boş olmayı gerektirdiğini ve bu hutbede “Mevla” kelimesini doğru karşılayabilen tek mananın “bir şeyden evla”, “bir şeyden daha üstün olma” olduğunu ispatlamaktadır.[1108].

Allame Emini Gadir hutbesindeki “Mevla” kelimesinin “bir şeyden evlâ olma” manasına geldiğini belgelerle ispatlayan büyük Ehl-i Sünnet ulema ve muhaddislerinden 14’ünün bu konudaki çalışma ve görüşlerini kaydetmektedir, bu büyük Ehl-i Sünnet alimlerinden “Şemseddin Ebu’l-Muzaffer Sıbt b. el-Cevzî Hanefi (hk. 511-654)şöyle diyor:

Siyer yazarları Gadir olayının Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Zilhicce’nin 18’inde Veda Haccı dönüşünde 120 000 sahabenin huzurunda gerçekleştiği ve burada Hz. Peygamber’in (s.a.a) “ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır” buyurduğu konusunda görüş birliği içindedir.”

Bu büyük alim, “Mevla”kelimesinin 10 anlama gelebileceğini belirterek bunlardan 9’unun bu hutbedeki maksatla örtüşmediğini, sadece birinin örtüştüğünü, onun da “bir şeyden evlâ ve üstünlük hali” olduğunu vurgulamakta, buna belge olarak da Hadid Suresi’nin 15. ayetini göstererek hutbedeki “Mevlâ” kelimesinin, Hz. Ali’nin (a.s) imametini ve ona itaat edilmesi gerektiğini ispatlayan sarih ve net bir nass olduğunu söylemektedir[1109]. Ardından, o dönemin ünlü şairlerinden olup Gadir’de hazır bulunan Hıssân bin Sabit gibi büyük edebiyatçı ve şairlerin şiirlerinden örnekler vererek bunların mevzuyla ilgili yazdığı şiirlerde “Mevla” kelimesini açıkça “imam” olarak algılayıp bunu şiirlerine de yansıttıklarını hatırlatmaktadır.

Delil ve Karineler

Bazı muttasıl ve munfasıl belgelerle karineler de, hutbede “Mevla” kelimesinden bu anlamın kastedildiğini göstermekte ve meselenin sırf Hz. Ali’nin (a.s) dostluğunu ilan etmenin ötesinde bir olay olduğunu gözler önüne sermektedir:

a- Sırf Hz. Ali’nin (a.s) sevilmesi gerektiğini ilan etmek için o sıcak havada 100 bin kişilik bir sahabe kervanını durdurup bekletmenin makul bir davranış olduğu söylenemez. Çünkü orada bulunan Müslümanlar(ki bunlar aynı zamanda sahabeydi de-çev-)zaten birbirleriyle iman kardeşi olduklarını ve birbirlerini; hele Hz. Ali (a.s) gibi seçkin bir kardeşlerini sevmeleri gerektiğini bilmiyor değillerdi… Binaenaleyh herkesin zaten bildiği ve kavramış olduğu böyle bir şey için 100 bin kişilik bir kervanı durdurup o sıcağın altında onca bekletmenin bir anlamı olmadığı gibi bunca sarih bir gerçeğin Resulullah (s.a.a) tarafından ilanını gerektirecek bir lüzum da yoktu.

b- Hz. Resulullah’ın (s.a.a) hutbesinin başında, ölümünün yaklaşmış olduğunu haber vermesi ve ardından “Mevla” tabirini kullanması; Hz. Ali’nin (a.s) dostluğunu değil, kendisinden sonra halefinin kim olduğunu ilan etmesiyle örtüşmektedir.

c- Hz. Resulullah (s.a.a) bu hutbede kendi nefsinin Müslümanların nefsinden daha evlâ olduğunu söyledikten sonra Hz. Ali’yi (a.s) evlâ olarak tanımlamaktadır ki bu örtüşme, hazretin (s.a.a) kendisinin sahib olduğu bir makam ve mevkiden (Müslümanların velisi, yöneticisi olmaktan) sözettiğini açıkça göstermektedir[1110].

d- Hz. Resulullah’ın (s.a.a) hutbesinden sonra sahabenin Hz. Ali’yi (a.s) “müminlerin mevlası” olarak tebrik etmesi sadece velayet anlamıyla örtüşüp bağdaşmaktadır.

e- Allah Teala’nın “dinin böylece kemale erdiğini” ve “nimetini tamamlamış olduğunu” ilan etmesi sırf “dostluk” meselesiyle kesinlikle bağdaşmamaktadır.

f- O dönemin en büyük şair ve edebiyatçılarından olan ve Resulullah’ın (s.a.a) şairi olarak tanınan Hıssan bin Sabit, Gadir günü oradaydı; Hz. Resulullah’ın (s.a.a) söylediğini şiirle beyan etmek için hazretten (s.a.a) izin almış ve hazretin huzurunda söylediği şiirde, hadisteki “Mevla”yı “imam” ve “hâdi” olarak kullanıp şöyle demiştir:

“Dedi ki: Kalk ayağa ya Ali!

Benden sonra senin imam ve hâdi olmana razı oldum”

Emirulmüminin Hz. Ali de (a.s) Muaviye’ye gönderdiği bir şiirinde[1111] şöyle der:

“Resulullah (s.a.a) Gadir-i Hum günü onun -Ali’nin- velayetini hepimize farz kıldı”

4- İbni Kesir, Gadir olayını Hz. Ali’nin Veda haccından önce yapmış olduğu Yemen yolculuğuyla irtibatlandırıp; bu yolculukta Hz. Ali’nin (a.s) Resulullah’a (s.a.a) teslim edilmeden önce savaş ganimetlerini kanunsuzca tasarrufa kalkışanlara karşı geldiğini, onların da Hz. Ali’nin (a.s) bu adaletinden rahatsız olduklarını[1112] bu nedenle Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Gadir’de Hz. Ali’nin (a.s) fazilet, imamet ve adaletini gündeme getirmek suretiyle onun kendisine ne kadar yakın ve önemli bir konumda olduğunu sahabeye hatırlatıp birçoklarının ona karşı beslediği haset ve kötü duyguları ortadan kaldırdığını iddia eder[1113].

Bu açıklama doğru değildir. Çünkü Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali’den (a.s) rahatsız olanların cevabını onlarla hemen ilk karşılaşmasında, yani Mekke’de ve hac merasiminden önce vermiş, “Ey cemaat! Ali’den (a.s) şikayet etmeyin!Rabbime yemin ederim ki Ali (a.s) Allah’ın emrini uygulama konusunda kimseden çekinmez ve asla taviz vermez!” buyurmuştur.[1114]

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu net ve tavizsiz sözleri üzerine, onun emrine itaat edenler için konu kapanmıştı. Binaenaleyh üç yüz kişinin[1115] haksız şikâyetinden kaynaklanan ve tamamen kapanmış olan bir konuyu Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yüz bin kişinin huzurunda yineleyip tekrar gündeme getirmesinin hiçbir anlamı yoktu.

5- Bu konudaki bir başka şüphede de deniliyor ki: Eğer Hz. Resulullah (s.a.a) Gadir-i Hum’da Hz. Ali’yi (a.s) imamete atamış olsaydı, vefatından sonra ashabı buna karşı çıkmaz ve onun böylesine sarih ve net sözlerini görmezden gelmezdi.Zira sahabe salih ve imanlı insanlardı, İslam uğrunda malları ve canlarıyla fedakârlıkta bulunmuş, iyi bir sınav vermişlerdi.

Binaenaleyh böyle bir hadise vuku bulmuş olsaydı sahabenin ona karşı çıkacaklarını düşünmek pek mümkün görünmemektedir. Hele hazretin (s.a.a) Gadir olayından çok az bir süre(yaklaşık 70 gün)sonra vefat ettiği hesaba katılacak olursa, bu hadisenin hafızalardan henüz silinmemiş olması ve kolayca hatırlanması gerekirdi.

Bu şüphenin cevabının aydınlığa kavuşması için şu noktaya dikkat etmek gerekir. Hz. Resulullah (s.a.a) döneminin olayları dikkatle incelendiğinde sahabenin genel anlamda sahib olduğu manevi mertebelere rağmen Hz. Resulullah’ın (s.a.a) emirleri karşısında her zaman tam bir itaat sergilemediği görülmektedir.O dönem Müslümanlarından kiminde halâ bir takım ihlassızlıklar vardı, bu nedenle de Allah ve Resulünün (s.a.a) emirlerine her zaman teslimiyet ve itaat göstermiyorlardı; Resulullah’ın (s.a.a)emri onların kişisel eğilimlerine ters düştüğünde veya kabile yapıları ya da siyasi fikirleriyle örtüşmediğinde bir tür kendi başlarına buyrukluk sergileyip makul olmayan içtihadlarda bulunarak Hz. Peygamberi (s.a.a) kararından vazgeçirmeye çalışıyor veya o hazretin (s.a.a) emrini yerine getirme konusunda kusur ve gevşeklik gösteriyor, hatta bazen o hazrete açıkça karşı çıkıyorlardı!.. Sahabenin bu tür tepkilerinin örneklerini Hudeybiye barışının imzalanması olayında, Veda haccında bazılarının ihramdan çıkmasında, Usame ordusunun yola çıkarılmamasında ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a)son nefeslerinde istediği kalemle divit hadisesinde görmek mümkündür, ki bütün bunlar merhum Allame Seyyid Şerefuddin’in değerli kaynak eseri “Nass ve İçtihad”da kayıtlı olup bir araya getirilmiştir.

Bunlara ilaveten Kur’an’da birçok ayet, Resulullah’ın (s.a.a) emirlerine itaatin farz olduğunu vurguluyor, bunun imanın şartı olduğunu hatırlatıyor ve peygamberin (s.a.a) emirlerinden çıkmamaları, ondan öne geçmemeleri hususunda Müslümanları uyarıyor, peygamber’den (s.a.a) kendilerine itaat etmesini beklememeleri ikazında bulunuyordu!.. Bazı örneklerini aşağıda aktardığımız ayetler, sahabe arasında Resulullah’a (s.a.a)karşı bu tür muhalefetlerin baş göstermiş olduğunu belgelemektedir:

“…O halde O’nun -Allah’ın- emirlerine muhalefet edenler, başlarına bir bela gelmesinden veya acıklı bir azaba uğramaktan korksunlar!..[1116]

“…Ey iman edenler, Allah ve Resulü karşısında -hiçbir konuda- öne geçmeyin ve Allah’tan korkun, O işitendir ve bilendir.”[1117]

“…Ve bilin ki Allah’ın Resulü sizin aranızdadır; birçok konuda, sizin isteklerinize göre davranacak olması halinde kesinlikle kendiniz sıkıntıya düşersiniz…”[1118]

“Allah ve Resulü bir konuda emrettiği zaman -onları emri karşısında- hiçbir erkek ve kadın müminin kendi bildiğince davranmaya hakkı yoktur, kim Allah ve Resulünün emrine aykırı davranacak olursa açıkça sapmış demektir”[1119]

“Biz hiçbir peygamberi, Allah’ın emriyle, ona itaat edilmesinden başka bir şey için göndermedik. Rabbine andolsun ki, onlar aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem edinmedikçe, sonra da senin verdiğin hüküm ve karardan dolayı kalplerinde hiçbir rahatsızlık duymaksızın gönülden razı olmadıkça ve tam anlamıyla sana teslimiyet göstermedikçe mümin sayılmayacaklardır”[1120]

“Ey iman edenler, Allah’a ve Resulüne itaat edin ve onun sözünü duyduğunuz halde emrine itaatsizlik göstermeyin”[1121]

Bütün bunlar bir tarafa, her ne kadar Hz. Resulullah (s.a.a) cahiliye döneminin birçok felaket ve sorunlarının kaynağı olan kabile taassubu, başkalarından gere kalmama hırsı ve kabile rekabetleri gibi ırkçılık esasına dayalı kabile düzeniyle bunun yan etkilerini çok büyük zahmetlerle ortadan kaldırdıysa da hiç şüphesiz, bu kabilecilik kültürünün kalıntıları tıpkı küllenmiş ateş gibi birçok Müslüman’ın zihninde varlığını halâ korumada ve yer yer kendisini göstermedeydi. Nitekim Hz. Resulullah’ın (s.a.a) vefatından hemen sonra Hazreçlilerle Evsliler bu kabilecilik eğilimlerini Sakiyfe’de hortlatmakta gecikmeyecek “Biz devlet başkanı olalım, siz vezir olun; veya her birimiz birer devlet başkanı belirleyip iktidarı ortaklaşa götürelim” diyeceklerdi![1122]Oysa İslam hükümleri gereğince kabileciliğe dayalı “ben” ve “biz” sınırları kaldırılmış, onun yerine bütün Müslümanlar bir tek “biz” olmuş ve “bütün müminler kardeştir”esası gereğince herkes birbirinin kardeşi sayılmıştı…

Bu nedenle en iyimser ihtimalle, tıpkı Mekke döneminde olduğu gibi bazı Kureyşli siyasilerin Haşimoğullarıyla rekabet duygusuna kapılıp bu tür değer yargılarıyla hareket ederek bir Haşiminin halife olmasını içine sindirememesi gayet doğaldı!

6- Maide Suresi’nin 3. ve 67. ayetlerinin nüzul sebepleri hakkında bazı tefsir ve hadis kitaplarında başka kavil ve ihtimallere yer verilmişse de, her iki ayetin de Gadir’i Hum’da nazil olduğunu gösteren çok sayıda güçlü belgeler bulunmaktadır[1123].

Bu iki ayetin muhtevası da Hz. Peygamber’den (s.a.a) sonra ümmetin liderliği gibi önemli bir konu için indiğini ve bazılarının belirttiği başka olaylarla örtüşen hiçbir noktası bulunmadığını göstermektedir. Mesela 3. ayette, imametten başka hiçbir amaçla bağdaşmayan dört mesele üzerinde durulmaktadır:

1- İslam’ın Hz. Resulullah’ın (s.a.a) şahsının varlığına bağlı olduğunu ve onun vefatıyla bu dinin de ortadan kalkacağını zanneden kafirlerin, İslam’ın yenilgiye uğrayacağından artık tamamen ümitlerini kesmeleri… Hz. Ali (a.s) gibi güçlü, âdil ve seçkin bir insanın Hz. Resulullah’ın (s.a.a) halefi ilan edilmesiyle İslam’ın varlığını koruyacağı anlaşılmış, bu nedenle de kafirler bütün ümitlerini yitirmişlerdir.

2- İslam’ın nihai tekamüle ermesi: Zira Hz. Resulullah’ın (s.a.a) halefi tayin edilmeden, yani ümmetin yönetim ve liderliğinin devamı sağlanmadan bu yüce dinin nihâi tekamüle ulaşabilmesi mümkün değildi.

3- Ümmetin liderliğinin devamı sayesinde hidayet nimetinin tamamlanması.

4- İslam’ın bütün hüküm ve programlarının tamamlanmasıyla, Yüce Allah tarafından en mükemmel ve nihai din olarak beğenilip kabul edilmesinin ilanı[1124]

Üsame Ordusu

Daha önceki bahislerimizde hicretin 8. yılında vuku bulan Mute savaşından sözetmiş ve komutanlarından birinin Zeyd b. Hârise olduğu İslam ordusunun bu savaşta Romalılara yenildiğini ve üç komutanın yanı sıra başka bazı Müslümanların da şehid düştüğünü belirtmiştik.

Hicretin 9. yılında Hz. Resulullah’ın (s.a.a)komutasında İslam ordusu tekrar Romalılarla savaşmak için Tebük’e kadar ilerlemiş, ama savaş vuku bulmamış ve bu hareket Müslümanların güçlü bir askerî tatbikatına dönüşmüştü.

Geçmişteki bu olaylara binaen Roma imparatorunun hasmane tavrı ve askeri gücü Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Roma’ya karşı daima tetikte durmasına neden olmuş ve sürekli bu güçle karşılaşmaya hazırlıklı olunması gerektiğini düşünmüştür. Bu nedenle hazret (s.a.a) Veda haccından sonra Medine’ye döner dönmez Zeyd bin Hâris’in oğlu Usame komutasında bir ordu kurarak ona, babasının şehid düştüğü Ubna’ya kadar ilerlemesini[1125] ve orada Romalılarla savaşmasını emretti. Sancağı Usame’ye bizzat verip onu komutan tayin ederek[1126] gerekli askerî direktifler ve tavsiyelerde bulundu. Usame, Medine yakınında “Corf” denilen yerde[1127] karargah kurup orduya katılacak askerlerin gelmesini bekledi[1128]. Bu orduda Ebubekir, Ömer, Ebu Ubeyde Cerrah, Sa’d bin Ebu Vakkas[1129], Abdurrahman b. Avf, Talha, Zübeyr, Useyd b. Huzeyr, Beşir b. Sa’d -Ebu’l-Uvr-[1130], Sa’d b. Zeyd[1131], Katade b. Numan ve Seleme b. Elsem[1132] gibi ensarla muhacirinin önde gelenleri vardı.

Ordunun hareket emrini verirken Hz. Resulullah’ın (s.a.a) hiçbir rahatsızlığı yoktu, ama ertesi gün ateşler içinde yatağa düşüp hastalandı ve bu hastalık, hazretin (s.a.a) vefatıyla sonuçlandı. Hastalığı sırasında, bazı sahabelerin Usame’nin genç ve toy olduğunu bahane ederek onun komutanlığına karşı çıktıklarını ve bu nedenle de ordunun halâ Medine’den hareket etmediği haberini aldı! Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) çok hasta olmasına rağmen güçlükle yataktan kalkıp camiye gitti, bir konuşma yaparak Müslümanlardan Usame’nin ordusuyla işbirliği yapmalarını ve bu orduya katılıp hemen hareket etmelerini istedi ve şöyle buyurdu:

“Ey cemaat!Usame’nin komutanlığı hakkında bazılarınızdan duyduğum şu sözler nedir?! Bugün onun komutanlığını eleştiren sizler, dün de babasının komutanlığını eleştiriyordunuz!..Rabbime andolsun ki Zeyd komutanlığa layıktı, ondan sonra oğlu da bu göreve layıktır!..”[1133]

Hz. Resulullah (s.a.a)ömrünün son günlerine yaşamaktaydı, durumu çok ağırdı. Sık sık komaya giriyordu, bir defasında kendisine geldiğinde Usame’nin ordusunu sordu, hareket etmeye hazırlandığını söylediler. Hazret (s.a.a) “Usame’nin ordusu hemen hareket etsin!” buyurdu, “Gitmelerini söylediğim halde gitmeyip -bu orduya katılmayanlara- Allah lanet etsin!”[1134]

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) net emri ve bunca ısrarına rağmen hastalığının sürdüğü 14 gün boyunca[1135] sahabeden bazılarının türlü bahaneler öne sürmesi ve Usame’nin vakit öldürmesi sonucu bu ordu hareket etmedi ve Hz. Resulullah (s.a.a) vefat etti…

Daha önce Gadir-i Hum olayında da açıkladığımız gibi bu hadise bazı Müslümanların -sahabe -çev-) Hz. Resulullah’ın (s.a.a) net ve ısrarlı emirlerine rağmen o hazreti (s.a.a) dinlememiş ve emrine itaat etmemiş olmalarına verilebilecek en açık örneklerden biridir.

Hz. Peygamber’in (s.a.a) Yüksek Gayesi

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Usame’nin ordusu konusunda gösterdiği bu çaba ve ısrarda son derece dikkat çekici noktalar vardır, önemine binaen bunlara kısaca değinmenin faydalı olacağı kanaatindeyiz:

1- Bütün Müslümanların seferber edildiği bu büyük ordunun komutası, yaşı yirmiyi geçmeyen genç bir Müslüman’a verilmiş ve bu ordu en güçlü düşmanla savaşmak ve İslam devletinin başkentinden çok uzak ve hassas bir noktaya saldırmakla görevlendirilmiştir.

2- Nice ileri gelen yaşlı isimler bu orduda genç Usame’nin komutası altına sokulmuştu; bunlardan bazısı Resulullah’ın (s.a.a) sahabesinin ünlülerinden olup nice savaşlarda komutanlık yapmış kabile reisleriydi ve bu nedenle de kendilerini daha üstün görüyor, hatta bu genç komutanın mevkisinden daha üstün mevkiler elde etmeye hazırlanıyorlardı.

3- Hz. Resulullah (s.a.a) Gadir hutbesinde de hatırlatmış olduğu gibi; ömrünün sonuna yaklaştığını ve İslam ümmetinin üzerinde karanlık fitne bulutlarının dolaşıp korkunç olayların gölge saldığını bildiği halde İslam ordusunu çok uzak bir bölgeye göndermekte ve ensarla muhacirinin büyüklerine de bu orduya katılmalarını emretmektedir. Yüce İslam peygamberinin (s.a.a) ilahi siyaseti, uzakgörüşlülüğü ve tedbiri dikkate alındığında, bunca büyük bir girişimin çok önemli bir amaca yönelik olduğunda şüphe kalmamaktadır; onca zorluk ve tehlikeyi kolay kılacak kadar önemli bir amaçtır bu…

Bu noktalar dikkatle incelenecek olursa Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Romalılarla askeri bir karşılaşma ve bu tehlikeyi giderme yolunda askeri bir girişimde bulunmanın yanı sıra, iki önemli amacı daha hedeflemiş olduğu kolaylıkla anlaşılacaktır:

a- Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Usame’yi komutanlığa atamasının nedeni, Müslümanlara bir görev ve mevkiyi üstlenmede önemli olanın liyakat olduğu ve gençliğin bireylerin liyakatini azaltmayacağı gibi, yaşlılığın da liyakate gerekçe gösterilemeyeceği gerçeğini bilfiil öğretmekti. Bu nedenledir ki Hz. Resulullah (s.a.a) Usame’ye karşı çıkanlara cevap verirken “Zeyd komutanlığa layıktı, ondan sonra oğlu da layıktır buna!” buyurmuştur.

Yüce İslam’ın büyük peygamberi bu kesin ve net açıklamasıyla Usame’nin liyakatini hatırlatmakta ve böyle bir makama gelebilmek için yaş veya ırkın etkili olacağını zanneden bazılarının bu bâtıl görüşlerine karşı çıkmaktadır. Usame’nin komutanlığı konusunda Hz. Peygamber’in (s.a.a) bunca ısrar göstermesinin nedeni Hz. Ali’nin (a.s) halifeliği için ortamı bilfiil hazırlamak ve Hz. Ali’nin (a.s) kendilerinden yaşça daha genç olmasını, onun halife olamayacağına gerekçe göstermeye çalışan bazılarının, kolayca tahmin edilebilecek bu bahanelerini bertaraf etmek değil midir?

b- Hz. Ali’nin (a.s)bazı siyasi rakiplerinin de hilafette gözü vardı, bu nedenle Hz. Resulullah (s.a.a) vefatı sırasında onları Medine’den uzak tutmak istemiş, aynı sebeple muhacirinle ensarın önde gelenlerinin Usame’nin ordusuna katılıp hemen hareket etmelerini ısrarla emretmişti. Böylece onların yokluğunda Hz. Ali’nin (a.s) halifeliğe getirilmesi daha kolay olacak, muhalifleri Medine’ye döndüklerinde bir oldu bittiyle karşılaşacak bu sırada halifenin konumu da sağlamlaşmış olacaktı artık.[1136]

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) oncak ısrarına rağmen belli bir grubun Usame’nin ordusuna katılmamakta direnmesi ve türlü bahanelerle ordunun Medine’den ayrılmasını hep erteleyip Resulullah’ın (s.a.a) ölümünü beklemesinin nedeni, bu gerçekler ışığında kolayca anlaşılabilmektedir.

Hz. Peygamber’in (s.a.a) Vefatı Sırasında İslam Toplumunun Görünümü

Hz. Resulullah (s.a.a) hicretten sonra Medine’ye yerleşerek buradaki hür ve müsait ortamda İslam toplumunun temellerini tedricen oluşturmaya başladı, zamanla çeşitli engelleri ortadan kaldırarak bu topluma İslamî bir ümmet için gerekli bağımsız bir dini ve siyasi kimlik kazandırdı. Görevli olduğu ilahi mesajı insanlara tamamen aktarıp iblağ etmiş oldu; vefat ettiği sırada ilahi görevini başarıyla tamamlamış ve oldukça parlak başarılar elde etmişti. Ancak o günün toplumunda dikkate değer bazı cereyanlar ve meseleler de vardı, önemine binaen bunlardan bazısını incelemekte yarar buluyoruz:

1- Daha önce de belirtildiği üzere Hz. Resulullah (s.a.a) sürekli birbiriyle savaş halinde olan çeşitli dağınık kabileleri İslam öğretileri ışığında “iman”, “akide” ve “din kardeşliği”ne dayalı müşterek bağlarla birleştirmeyi başarıp düne kadar dağınık halde yaşayan bu birey ve kavimlerden bir tek ümmet yarattı ve bu insanların yardımıyla, liderliğini bizzat yaptığı ve başkenti Medine olan ilahi bir devlet kurdu. Bu devlet yönetiminde; hakkında özel bir nassın bulunmadığı konularla örf ve adetlere bağlı meseleler Müslümanların meşveret ve görüşü alınarak hallediliyordu; eleştiri serbestti ve herkes kendi görüşünü rahatça ifade edebiliyordu. Arap halkı İslam sayesinde ilk kez böyle bir vahdet  -birlik- güç ve maneviyatı tatmadaydı. Ne var ki bu başarının devamı, Hz. Resulullah’tan (s.a.a) sonra da gerekli beceri ve vasıflara sahip güçlü ve liyakatli bir liderle mümkündü ancak; bu lider “ümmet” ve “imamet” esası çerçevesinde Hz. Resulullah’tan (s.a.a) sonra İslam toplumunu tıpkı onun gibi hem siyasi hem manevi açıdan yönetebilecek biri olmalıydı.

2- Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) vefat ettiğinde Arap Yarımadası’nda putperestlik hemen hemen ortadan kalkmıştı artık. Arap Yarımadası’nın ötesinde hiçbir fetih gerçekleşmemiş olduğu halde hazretin (s.a.a) cihanşümul davetleri sayesinde İslam’ın sesi o günün devlet başkanlarıyla yöneticilerinin kulağına kadar varabilmişti. Ne var ki Arap Yarımadası halkı arasında Hz. Resulullah’ın (s.a.a) ömrünün sonlarına doğru (özellikle Mekke fethi ve Tebük savaşından sonra)Müslüman olanların çoğu sadece sözle ve İslam devleti karşısında teslim olduklarını ilan edecek kadar Müslüman olmuş ve iman nuru henüz bunlardan çoğunun kalbine işlememişti. Hz. Resulullah da (s.a.a) bunlara dinlerini öğretecek mübelliğler gönderip onlara yönelik kültürel çalışmalar gerçekleştirme fırsatını bulamadan bekâ alemine göçmüştü. Bunların çoğu Resulullah’ı (s.a.a) bir kez bile görebilmiş değildi, sadece başkanları ve yöneticileri o hazretle (s.a.a) görüşmelerde bulunmuştu. Bu nedenle, İslam’ın gücünü kaybettiğini düşünmeleri halinde mürted olup tekrar cahiliyete dönmeleri ihtimali vardı. İslam toplumunda liderliğin devamını zaruri kılan bir gerçek de buydu işte; Hz. Resulullah’ın (s.a.a) başlattığı kültürel çalışma ancak bu yolla sürdürülebilir, İslam hükümleri insanlara anlatılıp izah edilebilir, gerekli kültür ve tebliğ çalışmalarıyla bu insanların manevi rüşde erip hidayet bulmaları sağlanabilirdi.

3- Her ne kadar münafıkların lideri Abdullah bin. Ubey’in hicretin 9. yılında ölmesiyle bu hain ve tehlikeli grup eski bütünlük ve teşkilatlılığını kaybetmiş idiyse de adamları hala Medine’yle çevresinde varlığını sürdürmede; Müslümanlara ve İslam’a darbe vurabilmek için fırsat kollamadaydı. Dahilî düşmanlar olarak tanımlanabilecek olan bu münafıklardan başka, bir de Roma ve İran imparatorlukları gibi genç İslam devletini tehdit eden iki büyük dış tehlike daha vardı ve mevcut karineler bu ikisinin İslam ve Müslümanlara karşı olumsuz ve hasmane tavrını açıkça gözler önüne sermedeydi. Bu tehlikeli üçgen, Hz. Resulullah’ı (s.a.a) tedirgin etmeyecek ve bunlardan gelebilecek komploları etkisiz hale getirebilmek için onu gerekli tedbirleri almaya sevketmeyecek şeyler değildi elbet.

Bu mesele de durumun vehametini gösteriyor ve Müslümanların güçlü bir liderliğin sancağı altında birleşmesinin zaruretini ortaya koyuyordu.

4- Daha önce değindiğimiz gibi İslam’dan önce Arap Yarımadası’na kabile düzeni egemendi; kabile düzenine dayalı sosyal hayat ise ırk ve akrabalık bağları üzerine kuruluydu. Bu bozuk düzenin kör kabile taassupları, kabileler arası övünme ve üstünlük taslama, intikam ve savaş gibi olumsuz sosyal boyutları, Arapları büyük sorunlarla karşı karşıya bırakmıştı.

Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) fevkalade emekler sarfedip mücahedelerde bulunarak İslam’ın vahdet bahşedici öğretileri ışığında tevhid kelimesi ve sözbirliği gücünü sağlayarak bu bozuk düzeni yıktı ve “kan birliği” ve “ırk ortaklığı” gibi değerler yerine “iman birliği” ve “inanç kardeşliği”ni ikame etmek suretiyle kabile düzeninin olumsuz etkilerini önemli ölçüde ortadan kaldırmayı başardı. İslam’ın, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in (s.a.a) risaletinin çok önemli başarılarından biriydi bu.

Ne var ki, tarihî belgelerin de ortaya koymuş olduğu gibi bu cahili düzenin(kökleşmiş olması nedeniyle)kültürel kalıntıları bazı bireylerin zihninde halâ varlığını korumadaydı ve bir hadisenin rüzgarıyla küller savrulduğunda kabile inançları ortaya çıkıyordu. Ama Hz. Resulullah (s.a.a) büyük bir dikkat ve titizlikle bunun önünü alıyor ve bir krize dönüşmesine meydan vermiyordu. Bu gerçek, o günkü durumun ne kadar kritik olduğunu göstermekteydi ve çok ağır bedeller ödenerek elde edilmiş olan Müslümanların birliğinin kırılmaya ne kadar müsait bir yapı arzettiğini sergiliyordu. Hz. Resulullah’ın (s.a.a) vefatının hemen ardından ünlü iki Müslüman kabile arasında Sakife’de kendisini açığa vuran kabilecilik eğilimleri bunun en bariz örneğidir.

Bu tehlike Müslümanların önde gelen etkili müminlerinin o günlerde omuzlanmış olduğu vazifenin ağırlığını kat kat artırmada ve Müslümanların vahdet ve birliğini koruma uğruna kimlerin fedakârlık ve özveride bulunmaya hazır olduğunu, kimlerin cahiliye kültüründe ayak dirediğini gösteren önemli bir sınav niteliği taşımadaydı.

5- Hz. Peygamber efendimiz (s.a.a) Medine’ye hicret ettikten sonra Müslümanların hem dini, hem siyasi liderliğini üstlendi ve bu ikisini birlikte yürüttü. Müslümanlar onun konuşmasını şevkle dinliyor, dudakları orasından dökülen vahiyleri can kulağıyla işitiyor, onun imametinde cemaat namazı kılıyorlardı; manevî açıdan onun cazibesine öylesine kapılmış, ona öylesine tutkun hale gelmişlerdi ki aldığı abdestin suyunu teberrük ediyorlardı; aynı Müslümanlar yine onun emriyle savaş cephelerine koşuyor, ölüyor, öldürüyorlardı; onun hükmüyle şehirlere vali tayin ediliyor, onun temsilcileri sıfatıyla siyasi muhaliflerle görüşmelere katılıyorlardı. Binaenaleyh Hz. Resulullah’tan (s.a.a) sonra yerine geçecek halefinin sadece toplumun siyasi liderliğini üstlenmesi yeterli değildi; bilakis siyasi liderliğin yanında halkın dinî mercii olma sorumluluğunu da üstlenmesi ve İslâmî ilimlerle maarif sahalarındaki derin bilgisiyle de Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yerini dolduracak biri olmalıydı.

Yazılamayan Vasiyetname!

Hz. Resulullah (s.a.a) vefatından 4 gün öncesine rastlayan Perşembe günü, hasta yatağında “Benden sonra sapmamanız için size bir şey yazmak istiyorum, bana kalemle kağıt getirin” buyurdu. Odada bulunanlardan biri “Sayıklıyor!” dedi, “hastalığın acısından ne söylediğini bilmiyor(!) bizim elimizde Kur’an var, o yeter bize!”İçeride bulunan sahabe arasında ihtilaf başladı, kimi o sahabeyi destekliyor, kimi de Hz. Peygamber’in (s.a.a) isteğinin yerine getirilmesi gerektiğini söylüyordu. Yüksek sesle tartışıyor, gürültü yapıyorlardı, bu sırada Hz. Peygamber’e (s.a.a) “isteğini yerine getirelim mi?” diye sordular, hazret “bu yaptığınızdan sonra mı?!” buyurdu, “Beni kendi halime bırakın!İçinde bulunduğum şu -hasta-halim, sizin -sayıkladığımı-iddia etmenizden iyidir, çıkın, gidin yanımdan!”

Yukarıda özetini aktardığımız bu olayı muhaddislerle siyer yazarları Hz. Resulullah’ın (s.a.a) ömrünün son günleriyle ilgili bölümlerde kaydetmişlerdir[1137].

Bu olay bazı kaynaklarda sansüre uğramış, bazı kaynaklarda çıkarılmış veya tahrif edilmiş, bazısında Hz. Resulullah’a (s.a.a) karşı hakaretli ifade kullanan kimsenin adı verilmemiş ve üçüncü tekil şahıs zamiriyle geçiştirilmiş, hatta bazıları onu savunma ve bu çirkin ifadesine bir kılıf uydurma yoluna gitmiştir; ama sonuçta bütün belgeler Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu girişiminin Hz. Ali’yi (a.s) kendi halefi olarak tanıtma girişimlerinin bir devamı ve vefatından sonra halifenin kim olacağı konusunda ümmetin bir belirsizlikle karşılaşmasını önleme çabası olduğunu göstermektedir. Nitekim orada bulunan bazılarının bu vasiyetnamenin yazılmasını engelleme çabaları, Resulullah’ın (s.a.a) ne yazmak istediğini anlamalarından kaynaklanmıştır.

Abdullah b. Abbas bu noktaya dikkat çekmekte ve o gün yaşananları anlatırken teessüfle şöyle demektedir: Perşembe günü çok acı bir gündü, Hz. Resulullah (s.a.a) “Bana bir kağıtla divit getirin, size bir şey yazayım da ondan sonra sapmayın” buyurdu, ama dinlemediler…”[1138]

Bu hadise İslam tarihinin çok ünlü ve kesin olaylarından biri olduğu ve hem eskiler hem günümüzdekiler tarafından yeterince yazılıp anlatıldığı için bu kadarla yetiniyor ve konuyla ilgili rivayet, eleştiri ve incelemelerle, öne sürülen bazı geçersiz özür ve bahaneler, soru ve şüphelerin cevapları hakkında tafsilatlı bilgi edinmek isteyenlerin dipnotta belirtilen kaynaklara başvurmasını tavsiye ediyoruz[1139].

Büyük İslam Peygamberinin (s.a.a) Vefatı

Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) büyük risaleti uğrunda çok büyük zahmet ve meşakkatlere katlanıp türlü sorunların uhdesinden gelerek 23 yıl boyunca Rabbinin mesajını insanlara iblağ edip onları İslam’a davet yolunda nice mücahedeleri geride bıraktıktan sonra hicretin 11. yılı Sefer ayının 28’ine rastlayan Perşembe günü[1140] on dört gün süren hastalığının ardından[1141] bekâ alemine göçtü ve mübarek naşı, kendi elleriyle inşa ettiği Mescid’unnebi’nin bitişiğindeki evi olan küçük ve sade odasında toprağa verildi. Daha sonra Mescid-i Nebi’nin bazı halifeler tarafından genişletilmesiyle bu mübarek türbe, caminin içinde (doğu kısmında) kalmıştır.

Hicretten birkaç yıl sonra bütün Müslümanların ve bizzat kendisinin (s.a.a) maddi durumu düzeldiği ve “hâlise”yle benzeri başka gelirler de elinde olduğu, zahiri gücü ve manevi nüfuzu da fevkalade arttığı halde Hz. Resulullah’ın (s.a.a) özel yaşamında hiçbir değişiklik olmamış, caminin bitişiğindeki küçük ve sade odasında çok mütevazi bir yaşam sürdürmüştür. Ne servet toplamış, ne de herkesin sahib olduğu gibi bir ev edinmişti… İçi hurma lifiyle doldurulmuş kaba deriden bir yatakta yatardı[1142]…Alelade bir hasırın üzerinde namazını kılar, aynı hasırın üzerinde uzanıp dinlenir, hasırın sert izleri mübarek vücudunda belli olurdu[1143]… Ömrünün son günlerinde, eşlerinden birinde kalan beytülmale ait birkaç dinarın yoksullara paylaştırılmasını emretti[1144]…Çok mütevazi ve sade bir şekilde yaşadı ve o sade ve mütevazi odasında dünyadan göçtü… Ama vefat ettiğinde insanlığa büyük bir din, eşsiz bir semavi kitap ve Rabbinin rızasını arayan dindar bir ümmet bıraktı ve tarihte yepyeni bir medeniyetin temellerini atmış oldu.

-*-

Allah’ın salat-u selamı ona ve temiz soyuna olsun. -çev-

-*-

 

 



[1]- Hüseyin Karaçanlu, Haremeyn-i Şerifeyn, Tahran, Emir Kebir yay. 1. bas. hş.1362, s.9

[2]- Bu miktar bütün Avrupa’nın yüzölçümünün üçte biri, Fransa’nın 6, Doğu ve Batı Almanya’nın 9, İtalya’nın 10, İsviçrenin 80, İran’ın 2 katıdır.

[3]- Giytaşinasi Müessesesi, Ülkeler Coğrafyası, Tah. Giytaşinası yay. 4. bas. hş.1365, s.205.

[4]- Philip Halil Hitti, Arap Tarihi, tercüme: Ebu’l-Kasım Payende, Tah. Agâh yay. 2. bas, hş.1366, s.21.

[5]- Ali Ekber Feyyaz, İslam Tarihi, Tah. Ün. Yay. 3. bas. hş. 1367, s.2 ve Albert Male-Jul İzak, Yüzyıl savaşlarına kadar Ortaçağ Tarihi, tercüme: Mirza Abdulhüseyin Hejir, Tah. Dünyay-ı Kitab yay. hş 1362, s.95.

[6]- Philip Hitti, ae. s.24.

[7]- Makdisi (4. yy. Müslüman bilim adamlarından) Arap Yarımadasını Hicaz, Yemen, Umman ve Hıcr olarak 4 bölgeye ayırır, bk. Ahsenu’l-Tekasim Fi Marifeti’l-Akâlim, çev: Ali Naki Münzevi, Tah. İran Yazar ve Mütercimler şrkt. 1. bas, hş 1361, s.102. Ama diğer bilim adamları 5 bölgeye ayırır: Tehame, Hicaz, Necd, Yemen, Aruz. Bk. Ebu’l Feda, Takvimu’l-Boldan, çev: Abdul Muhammed Ayetî, Tah. Bünyad-ı Ferheng-i İran yay. hş. 1349, s.109 ve Yakut Himevî, Mü’cemu’l-Boldan, Muhammed Emin el-Hanci el-Ketbi, Kahire, Matbaat’u’s-Saade, 1. bas., hk.1324, s.101 ve 219 ve Şükri Alusi Bağdadi, Büluğu’l-Ereb Fi Marifeti’l-Ahvali’l-Arab, Kahire, Darü’l-Kutubi’l-Hadise, 2. bas. c.1, s.187 ve Cevad Ali, el-Mufassal Fi Tarihi’l-Arab Gable’l-İslam, Beyrut, Daru’l-İlim  Li’l-Melayiyn, 1. bas., 1968, c.1, s.167.

Bunlardan başka tanzimler de var. Ancak çağımız itibariyle pek önemli olmadığından aktarmıyoruz, tafsilat için bk. Gustav Lubon, İslam ve Arap Medeniyeti, çev: Seyyid Haşim Hüseyni, Tah., İslamiye yay., s.31.

[8]- Ahmed Emin, Fecru’l-İslam, Kahire, 2. bas., 1964, s.1-3 ve Nuri, İslam ve Beşeri İnanç ve görüşler (Cahiliyet ve İslam) Tah. Ferehani bas., hş. 1346, s.231-234.

[9]- Seyyid Cafer Şehidi, İslam’ın Tahlili Tarihi, Tah., Merkez-i Neşr-i Daneşgahi, 6. bas., hş.1365, s.3.

[10]- Ahmed Hüseyin Şerefuddin, El-Yemen İberu’t-Tarih, Kahire, Matbaa’tu’s- Sunneti’l-Muhammediye, 2. bas., hk.1384, s.53.

[11]- Gustav Lubon, İslam ve Arab Tarihi, çev:, s.H. Hüseyni, Tah, İslamiye yay;, s.92.

[12]- Seyyid Mahmud Şükri Âlusi Bağdadi, Büluğu’l-Ereb fi Marifetu’l-Ahvali’l-Arab, Kahire, Daru’l-Kutubi’l-Hadise, 2. bas, c.1, s.204.

[13]- Corci Zeydan, İslam Medeniyet Tarihi, çev: Ali Cevahir Kelam, Tah., Emir Kebir yay. , hş.1333, c.1, s.13.

[14]- Mesudi, Murucu’z-Zeheb ve Meadinu’l-Cevher, inceleme: Muhammed Muhyiddin Abdul Hamid, Daru’l-Ricau’t-Tam. Ve’n-Neşr, c.2, s.89, İbn-i Reste, el-Elaiku’n-Nefise, çev: Ve Talikat H. Karaçanlu, Tah. Emir Kebir yay. 1. bas. hş.1365, s.132.

[15]- Bu sed bugünkü Yemen’in başkenti Sena’nın 192 km.doğusundadır.

[16]- Bu seddin diğer özellikleri ve inşasıyla ilgili ilmi ve proje bilgileri için bk. Ferheng-i Kısas-ı Kur’an (Kısas-ı Kur’an ekiyle) ve Sadr Belaği, Tah., Emir Kebir yay. 3. bas., s.82 ve 99, Ahmed Hüseyin Şerefuddin, el-Yemen İberu’t- Tarih, s.122-132.

[17]- Corci Zeydan, ae. c.1, s.11.

[18]- Will Dorant, Medeniyet Tarihi, çev: Ahmed Aram, Tah., Sazman-i İntişarat ve Amuzeş-i İnkılab-ı İslami, 2. bas., hş. 1367, c.1, s.341.

[19]- Philip Hitti, Arap Tarihi, çev: Ebu’l-Kasım Payende, Tah., Müessese-i İntişarat-ı Agah, 2. bas., hş. 1366, s.64-65 ve bk. Gustav Lubon, ae. s.94 ve Ahmed Hüseyin Şerefuddin, ae. s.105 ve Âlusi, ae. , c.1, s.203.

[20]- Hasan İbrahim Hasan, İslam’ın siyasi Tarihi, çev: Ebu’l-Kasım Payende, Tah., Sazman-i İntişarat-ı Cavidan, 5. bas., hş.1362, c.1, s.32.

[21]- Neml, 22-23.

[22]- Seba, 15-19.

[23]- Hamza İsfahani, Peygamberler ve Şahların Tarihi, çev: Cafer Şiar, Tah., Emir Kebir yay., 2. bas, hş. 1367, s.120 ve 132.

[24]- Asaru’l-Bakiye, çev: Ekber Dânâ Sereşt, Tah., Emir Kebir yay., 1. bas, hş. 1363, s.181.

[25]- Mu’cemu’l-Boldan, Tashih: Muhammed Emin el-Hanci el-Ketbi, Kahire, aynı basım, 1. bas., hk. 1324, c.7, s.355.

[26]- Philip Halil Hitti, ae. s.82.

[27]- Tebabe’nin çoğulu olan “Tebbe”, Yemen Hımyer padişahlarının lakabıdır. Bu padişahlar iki hanedandan gelir. Bunlardan biri olan Seba ve Reydan, M.Ö. 115 yıllarıyla M.S.275 yılları arasında egemen olmuş; ikinci hanedan Saba ve Reydan ve Hazramut ve Şehr ise 275-533 yılları arasında hüküm sürmüşlerdir, bk. Ahmed Hüseyin Şerefuddin, ae. s.90-97.

[28]- Duhan, 37.

[29]- Yemame’de yaşayan bir kavim.

[30]- Hz. Şueyb’in (as) kavmi.

[31]- Kaf, 12-14.

[32]- Hamza İsfahani, ae. s.99 ve 119, bk., Hasan İbrahim Hasan, ae. s.44 ve Ebu Reyhan Biyruni, el-Asaru’l-Bakiye, s.181 ve 183.

[33]- Karl Br., İslam Milletleri ve Devletleri tarihi, çev: Hâdi Cezayiri, Tah., Bongah-ı Tercüme ve Neşr-i Kitap, hş. 1346, s.5.

[34]-  C. Zeydan, ae. çev: Ali Cevahir Kelam, Tah., E. K. Yay., hş:1333, c.1, s.15.

[35]- Gustav Lubon, ae. c.1, s.88.

[36]- P. Hitti, ae. s. 14.

[37]- ae. 2. bas., hş. 1366, s.33-35.

[38]- G. Lubon, ae. c.1, s.64 ve W. Dorant, ae. (İman çağı) c.4, böl.1, çev: Ebu Talib Saremi, Tah., Sazman-i İntişarat ve Amuzeş-i İnkılab-ı İslami, 2. bas. Hş. 1368, s.201.

[39]- Ahmed Emin, Fecru’l-İslam, Kahire, Mektebetu’n-Nehzeti’l-Misriyye., 9. bas, 1964, s.46.

[40]- ae. s.33-34, Nu’man bin Münzir (Hıyre padişahı) İran padişahı Kisra’nın “Neden Araplar bir devlet düzeni altında yaşamıyorlar?” sorusuna şu cevabı vermiştir: “Diğer kavimler zayıflık duygusuna kapılıp düşman saldırısından korktukları için kendi yönetimlerini belli bir hanedanın eline bırakırlar ama Araplar kendi kendilerinin kralı olmak isterler, başkasına vergi ve haraç vermekten nefret ederler.” bk. Âlusi, Büluğu’l-Ereb, c.1, s.150.

[41]- Ahmed Emin, Fecru’l-İslam, s.225 ve Abdulmenam Macit, Arap Devletleri siyasi tarihi, Kahire, 7. bas., 1982, s.48.

[42]- Karl B. ae. s.5-6.

[43]- Kabile Şeyhine reis, emir, Seyyid de denirdi. Bk. Abdulmenam, ae. s.49

[44]- ae.

[45]- Âlusi, ae. Tashih: Muhammed Behçet E., Kahire, Daru’l-Kutubi’l-Hadise, 3. bas, c.2, s.187.

[46]- P. Hitti, ae. s.39..

[47]- Hucurat, 10.

[48]- P. Hitti, ae. s.38.

[49]- W. Dorant, ae. (İman çağı) c.4, s.200.

[50]- Ahmed Emin, ae. s.10.

[51]- Hasan İbrahim Hasan, ae. çev. Aynı, Tahran, Cavidan yay., 5. bas., hş.1362, c.1, s.37-38 ve Abdulmenam Mecit, ae. s.50-51.

[52]-  Fetih, 26.

[53]- Saduk, Tah., Mektebu’s-Saduk, s.263 ve Kuleyni el-Usul-u Mine’l-Kafi, Tah. Mektebu’s-Saduk, 2. bas., hk.1381, c.2, s.308.

[54]- Beyrut, Daru’l-Fikir, c.4, Kitabu’l-Edep, “Fi’l-Asabiye” babı, s.332, hadis.5121.

[55]- Sahih-i Buhari (Sindi Haşiyesi), Beyrut, Daru’l-Marife, c.2, Kitabu’l-Mezalim, s.66 ve Müsned-i Ahmed, c.3, s.201.

[56]- H.İbrahim Hasan, ae. s.39.

[57]- Brukelmann, ae. s.6-7.

[58]- Nuveyri, Nehayetü’l-Arap Fi Fununi’l-Edep, Mısır İrşad Bakanlığı, c.6, s.67.

[59]- Âlusi, ae. c.1, s.280.

[60]- Sebe, 35-37.

[61]- Âlusi, ae. c.1, s.281.

[62]- Münafere, neferin türevidir, her kabile kendi adamlarının sayısıyla övünüyordu. Bk. Âlusi, ae. s.288. İslam’dan önce Arap tarihinde bu tür övünme olaylarıyla ilgili birçok hadise ve hikâye nakledilir.

[63]- Seyyid Muhammed Hüseyin Tabatabai, el-Mizan tefsiri, c.20, s.353 ve Âlusi, ae. c.1, s.279.

[64]- Tekasür, 1-3.

[65]- Mesela o dönemin kültüründe birinin babası Arap, annesi acem olursa ona, aşağılamak için “Hecin” denirdi ve bu da onun aşağılık ve belirsiz bir soydan geldiği manasını taşırdı, babası acem annesi Arap olana “Muzarra” denirdi. “Hecin” mirastan mahrum edilirdi. (İbn Abdurrabbih Endülisi, Akdu’l-Ferid, Beyrut, Daru’l-Kitabu’l-Arabi, hk. 1403, c.6, s.129) “Hecin” bir erkek kendisi gibi “Hecin” bir kadınla evlenmek zorundaydı. (bk. Muhammed bin Habib, el-Mahber, Beyrut, Daru’l-Afaku’l-Cedide, s.310 ve Şehristani, el-Milel Ve’n-Nihel, Kum, Menşurati Raziyy, 2. bas., s.254) İslam asrında Hz. Peygamber’den (s.a.a) “Hecin”in diyeti sorulduğunda “Müslüman olan herkesin kanı aynı değeri taşır” buyurdu, bk. İbn-i Şehraşub, Menâkıb, Kum, ilmiye basımevi, c.1, s.113.

[66]- Cevad Ali, ae. Beyrut, Daru’l-İlm… 1948, c.1, s.493’ten sonra ve Şuki Zayf, Tarihu’l-Edebu’l-Arabi, el-Asru’l-Cahili, s.55.

[67]- Âlusi, ae. c.1, s.149, İslam çağında Hattaboğlu Ömer bu kültürün etkisiyle, kendilerini tanıtırken sadece nereli olduklarını söyleyen Irak’ın Nebtiyan Araplarının kendilerini bu şekilde tanıtmasından rahatsız olur ve şöyle derdi: “Soyunuzu, sopunuzu öğrenin ve soyu sopu sorulduğunda sadece nereli olduklarını söylemekle yetinen Neptiyan Iraklı’ları gibi olmayın!” bk. İbn Haldun, Mukaddime, inceleme: Halil Şehade ve Suheyl Zukar, 9. fasıl, s.162 ve İbn Abdurrabbih Endülisi, ae. c.3, s.312.

[68]- Büluğu’l-Ereb, c.3, s.182, bk. el-Mufassal Fi Tarihi’l-Arap Kable’l-İslam, c.1, s.466-467.

[69]- Hucurat, 13; İmam Sadık (a.s)‘tan ulaşan bir rivayet ve bazı tefsirler de bu ayette geçen “kabileler” teriminin bilinen anlamda küçük kabile birimleri olduğu, “şu’ub” terimininse Arap olmayan diğer millet birimleri için kullanıldığı geçer, bk. Tabersi, Mecmau’l-Beyan, Hucurat suresinin tefsiri, 13. ayet.

[70]- Kuleyni, er-Revza Mine’l-Kafi, Tahran, Daru’l-Kutubi’l-İslamiyye, 2. basım, s.246 ve Meclisi, Biharu’l-Envar, Tahran, aynı basımevi c.21, s.137-138 ve biraz farklı ifadelerle: İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.4, s.54

[71]- H. Bin Ali bin Şu’be, Tuhefu’l-Ukul, Neşr-i İslami Müessesesi, 2. bas., hş. 1363, s.34.

[72]- Kuleyni, ae. s.181.

[73]- Muhammed Ahmed Cadul Mevla Bek, Ali Muhammed el-Becavi ve Muhammed Ebu Fazıl İbrahim, Eyyamu’l-Arap Fi cahiliyye, Beyrut, Dar-u İhya-ı Turas-ı Arabi, s.142-168 ve bk. İbn Esir, el-Kamil Fi’t-Tarih, Beyrut, Dar-u Sadır, hk. 1399, c.1, s.523-539.

[74]- Abdulmelik b. Hişam, Siretu’n-Nebi, inceleme: Mustafa es-Sıka (ve diğerleri) Kahire, Mustafa el-Bâb-i’l-Halebi, hk.1355 c.1, s.307 ve Yakut Hamevî, Mü’cemu’l-Buldan, Kahire, Saadet mat. 1. bas. hk.1323 c.1, s.268, “Sâd” harfi; ve İbn Esir’le Câdu’l-Mevla Bek bu atın Kays’a ait olduğunu yazmıştır; el-Kamil Fi Tarih c.1, s.566-582 ve Eyyamu’l-Arap, s.246-277.

[75]- Brukelman ae. s.8.

[76]- Nisa, 135.

[77]- Sahih-i Buhari, Şerh ve tahkik: Şeyh Kasım Rufai, Beyrut, Daru’l-Kalem, c.8, Kutabu’l-Edeb, Bab:549, hadis.893, s.327-328 ve biraz farklılıkla: Süneni Ebu Davud, Beyrut, Daru’l-Fikir, c.4, Kitabu’l-Edep, “Men Leyset Leh Gıybe” babı, s.271.

[78]- G. Lubon, ae. s.63.

[79]- H. İbrahim Hasan, ae. c.1, s.38.

[80]- Mukaddeme, çev: Muhammed Pervin Gonabadi, Tah., Merkez-i İntişarati İlmi ve Ferhengi, 4. bas., hş. 1362, c.1, s.285-286.

[81]- Ahmed Emin, ae. s.9, P. Hitti, ae. s.35, Himase-i Ebu Tamam, Habib-i Evs-i Ta-i, Kalküta, leysi basımı, 1895, s.32.

[82]- Âl-i İmran, 103.

[83]- Seyyid M. H. Tabatabai, el-Mizan tefsiri, Beyrut, Müessesetu’l-A’lemil Matbuat, 2. bas., hk. 1391, c.9, s.172.

[84]- Araplar haram ayların adını ve bazen de yerini değiştirerek bu sınırlamayı kaldırıyor ve yine savaşıp kan dökebiliyorlardı. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim Tövbe suresinin 37. ayetinde şöyle buyurmaktadır: “Haram ayları ertelemek ancak müşriklerin küfrünü artırır. Bununla kafirler şaşırtılıp saptırılır. Allah’ın haram kıldığına sayı bakımından uymak için onu bir yıl helal, bir yıl haram kılıyorlar. Böylelikle Allah’ın haram kıldığını helal kılmış oluyorlar…”

[85]-  İbn Vazih, Yakubi tarihi, Necef, Mektebetu’l-Haydariye, hk. 1384, c.2, s.12 ve Şehristani, el-Milel ve’n-Nihel, Kum Menşurat-ı Raziyy, 2. bas., c.2, s.255.

[86]- Seyyid M.H. Tabatabai, el-Mizan Tefsiri, Kum, İsmailiyan mat., 3.bas., hk. 1393, c.2, s.267.

[87]- Ebu Abbas el-Mübred, el-Kamil Fi’l-Lügat ve Edeb (haşiyeli: Naim Zerzur ve Tağarit Beyzun, Beyrut, Daru’l-Kitabu’l-İlmiyye, hk. 1407, c.1, s.393 ve Muhammed bin Habib, el-Mahber, Beyrut, Daru’l-Afak-ı Cedide, s.324.

[88]- Kuleyni, el-Furu Mine’l-Kafi, Tah. Daru’l-Kutubu’l-İslamiye, 2. bas., hş.1362, c.6, s.406.

[89]- Tabatabai, ae. c.4, s.254-258 ve Siyuti ed-Durru’l-Mensur Fi Tefsir Bi’l-Ma’sur, Kum, Ayetullah Maraşi Necefi bas., hk. 1404, c.2, Nisa Suresi, 22. ayetin tefsirinde, s.131-132 ve Şehristani, el-Milel-u Ve’n-Nihel, Kum, Menşurat-ı Reziyy, 2. bas., c.2, s.254 ve Hasan Hasan, İslam ve Avrupa’da kadın hakları, 7.bak., hş. 1357, s.34, Araplar babası öldükten sonra onun eşi olan üvey annesi ile evlenenlere, “ziyzen” derdi. Bk. Muhammed bin Habib, el-Mahber, s.325, İbn Kutaybe D., eşi öldükten sonra üveyoğullarıyla evlenen bu kadınlardan bir kısmının adını kaydetmiştir, bk. el-Mearif, inceleme:servet Akaşe, Kum, Menşurat-ı Reziyy, s.112.

[90]- Nisa, 22.

[91]- Tabatabai, ae. c.4, s.258 ve Taberi Camiu’l-Beyan Fi Tefsiri’l-Kur’an, Beyrut, Daru’l-Marife, 2. bas., hk.1392, c.4, s.207, Nisa, 19’un tefsirinde.

[92]- Tabatabai, ae. c.2, s.267.

[93]- Şeyh Abbas Kummi, Sefinetu’l-Bihar, Tah., Senai Kütüphanesi, c.1, s.197, Cehl kelimesi ve İbn Ebi’l-Hadid, Nehcu’l-Belağa şerhi, inceleme, Muhammed Ebu-l Fazıl İbrahim, Kahire, Dar-u İhyai’l-Kutubi’l-Arabiyye, 1961, c.13, s.174 ve Kuleyni, Usul-i Kafi, Tahran, D. İslamiyye, c.2, “Birr-i Bi’l-Valideyn” babı hadis 18, s.163 ve Kurtubi Tefsiri, Beyrut, Daru’l-Fikir, c.19, s.232.

[94]- Enam, 151; İsra, 31; Kurtubi, ae. s.232.

[95]- Nahl, 58-59.

[96]- Cümlenin Arapçasında aynı ifade vardır.

[97]- Arapçasında aynı ifade vardır, bk. Ayşe Abdurrahman Bintu’ş-Şâti, Mevsuat’u Âl-i’n-Nebi, Beyrut, Daru’l-Kutabi’l-Arabiye hk. 1387, s.435.

[98]- Câhiz, el-Beyan Ve’t-Tabyin, Beyrut, Dar-u İhyau’t-Terasi’l-Arabi, 1968, c.1, s.127-128 ve Ayşe Bintu’ş-Şâti, ae. s.433-434 ve Âlusi, Buluğu’l-İreb, c.3, s.51.

[99]- Ebu’l-Abbas el-M. Ae. c.1, s.392 ve İbn Ebi’l-Hadid, ae. c.13, s.179.

[100]- İbn Ebi’l-Hadid, ae. c.13, s.174.

[101]- Âlusi, ae. c.1, s.324 ve Yakubi Tarihi, Beyrut, Dar-ı Sadır c.2, s.10.

[102]- Âlusi, ae. c.3, s.45 ve İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, Mustafa ‘es Sıka incelemesi, Tah. Mektebutu’s-Sadr ofseti c.1, s.240.

[103]- M. Ebulfazl İbrahim -ve katılımcılar- Kısasu’l-Arab, Beyrut, Dar-u İhya-ı Turas A. 4. bas. c.2, s.31 ve Ebu’l-Abbas M. ae. s.394 Sa’saa, İslam çağının şairi Farazdak’ın ceddidir, Farazdak ceddinin bu yaptığıyla övünürdü, bk. Kurtubi Tefsiri c.19, s.232.

[104]- Ebu’l-Abbas M. ae. c.1, s.394.

[105]- İbn Esir, Usdu’l-Gâbe, Tah. Mekteb-i İslamiye, 1336 hş. c.4, s.220’de Kays b. Âsım’ın biyografisinde şöyle geçer: Kays Resulullah (s.a.a) döneminde Müslüman olup hazretin (s.a.a) huzuruna çıktı ve “Cahiliyet döneminde 8 kızımı çocukken diri diri toprağa gömdüm, şimdi bu hatamı telafi için ne yapmalıyım?” diye sordu. Hazret (s.a.a) her biri için bir köle azad etmesini söyledi, Kays “Benim çok sayıda devem var” deyince hazret (s.a.a) “O zaman istersen her biri için birer deve kurban kes!” buyurdu, bk. Kurtubi Tefsiri c.19, s.233.

[106]- İbn Hişam, ae. c.2, s.75.

[107]- Mümtehine, 12.

[108]- İsra, 31.

[109]- En’am, 137.

[110]- En’am, 140.

[111]- En’am, 151.

[112]- Tekvir, 8-9.

[113]- Dr. G. Lubon, İslam ve Arap Medeniyeti, çev:, s.H. Hüseyni, s.63-65 ve W. Dorant bu konuda şöyle yazar: “Bedeviler hem şefkatli hem  kan dökücüydü, hem haindi, hem ihtiyatlıydı hem cesur; fakir olduğu halde gönlü zengindi.” Medeniyet Tarihi, çev: E. Saremi, Tah., Sazman-ı İntişarat ve A.İ., 2. bas., c.4, s.201.

[114]- Ahmet Emin, Fecru’l-İslam, Kahire, Mektebetu’n-.M., 9. bas., 1964, s.76

[115]- P. Hitti, Arap Tarihi, çev: e. Payende, Tah., Agah bas., 2. bas.,1366, s.33-35.

[116]- Cafer Murteza Âmuli, el-Sahih Min Siyret’in Nebiyyi’l-A’zam, Kum hk.1402,c.1, s.50-52.

[117]- M.Ş. Alusi, Büluğu’l-Ereb, tashih: M.Behçet E., Kahire, Daru’l-Kitabi’l-Ladise 3.bas.,c.2, s.303.

[118]- Cahiliye dönemi Araplarının hurafe inançları konusunda ayrıntılı bilgi için bakınız: Büluğu’l-Ereb, c.2, s.303-367 ve İbn Ebi Hadid, Nehcu’l-Belağa Şerhi, Kahire, Dar-u İhya K.A.,c.19, s.382-429.

[119]- Âlusi, ae. c.3, s.182,223,261 ve 327.

[120]- Mukaddeme, çev: M.P.Gonabadi, Tah., Merkezi İntişarat-ı İ.F., 1362, 4. bas.,c.2, s.1034.

[121]- Futuhu’l-Boldan, Kum, Menşurat-ı M.A., hk.. 1404, s.457-459.

[122]- W. Dorant, Medeniyet Tarihi, c.4, iman çağı, 1. Böl., çev: E.Saremi, Tah., Sazman-ı İntişarat ve A.İn.İs., 2. bas., s.202.

[123]- Bu Pazar ve panayır yerleri için bakınız: Büluğu’l-Ereb, c.2, s.264-270.

[124]- Muallakat-ı Seb, çev: Abdul Muhammed Ayeti, Tah., Sazman-ı İnt. Eşrefi, 2. bas.1357.

[125]- H.İ.Hasan, İslam’ın Siyasi Tarihi, çev: E. Payende, Tah., Sazman-ı int. Cavidan, 5.bas., 1362, c.1, s.34.

[126]- Fecru’l-İslam, s.29.

[127]- Yahudiler genellikle Yesrib, Hayber, Fedek ve Tima’da yaşıyordu. Çok az bir kısmı da Taif’deydi, ama hiçbir kaynakda Mekke’de Yahudilerin varlığına dair herhangi bir iz yoktur.

[128]- C.Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi, çev: A.C.Kelam, Tahran, Emir Kebir, 1333, c.1, s.16’da kısaltılarak.

[129]- Sahih-i Buhari, Dar-u Metabiu’ş-Şuab, c.9, s.136, Kitabu’l-İ’tisam Bil Kitab ve’s-Sünne.

[130]- Taberi Tefsiri, Beyrut, Daru’l-Marife, 2. bas. hk.1392, c.4, s.25’te “…Yine siz tam ateş çukurunun kıyısındayken oradan sizi kurtardı.” (Âl-i İmran, 103) ve Zahiyyet-u Kaddure, Beyrut, Daru’l-Kitabu’l-Lübnani, 1.bas., 1972, s.34, Ahmet Emin, Zehiyyu’l-İslam, Kahire, Mektebetü’n-Nehze, 7. bas. c.1, s.18.

[131]- M.E.İbrahim, Kısasu’l-Arap, Beyrut, Dar-u İhya T.A.hk. 1382, c.2, s.358 ve İbn Kesir, el-Bidaye Ve’n-Nihaye, Beyrut, Mektebetu’l-Mearif, 2.bas.1977, c.3, s.144.

[132]- Âlusi, Buluğu’l-İreb, c.1, s.311-313 ve Muhammed bin A. Ikdu’l-Ferid, Beyrut, Daru’l-Kitabu’l-Arabi, hk.1403, c.2, s.20 ve İbn Kutaybe, el-Maarif, İnceleme: Servet Akaşe, Kum, M.R.basımı, s.608.

[133]- Ahmed Emin, Zehiyyu’l-İslam, c.1, s.19.

[134]- Bu savaşın sebebi İran imparatoru Hüsrev Perviz’i Hire’deki piyon valisi Numan bin Munzir’in kızıyla evlenmek istemesidir. Numan buna karşı çıktığı için Kisra tarafından İran’a çağrılıp hapsedildi ve hapiste öldü. Ardından Hüsrev Perviz, Hâni  bin Mesud Şeybani’den Numan’ın onun yanında bulunan malvarlığını kendisine göndermesini istedi, ama Hâni bunu kabul etmeyince Kisra Bekir bin Vailoğulları boyundan olan Şeybanoğulları kabilesinin üzerine bir ordu gönderdi, İran ordusu bu savaşta yenildi. bk. İbn Esir tarihi, Beyrut, Dar-ı Sadır, hk.1399, c.1, s.485-489 ve Mukaddesi, el-Beda ve’t-Tarih, Paris, 1903, c.3, s.26.

[135]- Ebu Temam Habib bin Evs-i Tai.

[136]- E.D.K.B.İsa İcli.

[137]- Şiirin Arapçası metne uygundur, bk. Ahmet Emin, Zehiyyu’l-İslam, c.1, s.19 ve Mesudi, Et-Tenbih ve’l-Eşraf, Tashih: Abdullah İsmail es-Savi, Kum, Müessese-i Neşr-i Menabi-i Sakafiyet el-İslamiye, s.209 ve Celaleddin Hemai, Şe’ubiye, İsfehan, Saib kitabevi, 1363, s.11-12.

[138]- Cevad Ali, ae. c.1, s.41-42.

[139]- Ömer Farruh, Sadr-ı İslam Tarihi ve Emevi Devleti, Beyrut, Darul İlim…, 3.bas., 1976, s.39.

[140]- Ömer Farrih Sadr-ı İslam Tarihi eserinde bu anlamı vurgular bk., s.40.

[141]- Tabatabai, el-Mizan Tefsiri, c.4, s.151-155 ve Ahmed Emin, Fecru’l-İslam, s.74-78 ve Âlusi, Büluğu’l-Ereb, c.1, s.15-18 ve Şevki Zeyf, Tarihu’l-Edebi’l-Arabi, c.1, Cahili Asrı Bölümü, Kahire, Daru’l-Maarif, 7. bas., s.39 ve nitekim birçok hadiste de cehalet aklın zıddı olarak tanıtılır, mesela Usul-i Kafide, akıl ve cehalet faslında c.1, s. 11’den sonra bu tür hadisler vardır.

[142]- Cevad Ali şöyle der: “Bence cahiliyet aptallık, akılsızlık, gurur, zeka özürlü olma, ahmaklık, öfke ve ilahi emir karşısında teslimiyetsizlikten kaynaklanmaktadır; İslam’ın kınadığı cehalet sıfatları budur. Binaenaleyh bu cehalet tıpkı çirkin sözler söyleyen zeka özürlü birine edep ve terbiyeye uymadığı için “git oradan aptal insan!” demeye benzer. Bu cümlede maksat o kişinin okuma yazma cahili olduğunu kasdetmek değildir. Bk. Ae. c.1, s.40.

[143]- Maide, 50.

[144]- Fetih, 26.

[145]- Ahzab, 33.

[146]- Ali-İmran, 154.

[147]- Bakara, 67.

[148]- Sübhi Salih, Nehcu’l-Belağa, 95. hutbe.

[149]- Çoğulu “Hunefa” olan Hanif kelimesi Hz. İbrahim’in (a.s) dininden olanlar için kullanılırdı. bk. Tabersi, Mecmau’l-Beyan, Maarif şirketi, c.1, s.216.

[150]- Muhammed bin Habib, El-Muhabber, Beyrut, Daru’l-Afak-ı Cedide, s.171.

[151]- Mesudi, Murucu’z-Zeheb, çev: E. Palende, Tah. Bongah-ı Tercüme ve Neşr-i Kitap, 2. bas. hş. 1356, c.1, s.60-68 ve İbn-i Hişam Sireti, Mustafa El-Babi el-Halebi basımevi, hk. 1355, c.1, s.237 ve İbn Kesir Sireti, inceleme: Mustafa Abdulvahid, Kahire, İsa el-Babi el-Halebi basımevi, hk. 1384, c.1, s.122-165 ve Muhammed bin İshak, Meğazi Siyer’i, inceleme: D. Suheyh Zekar, Beyrut, Daru’l-Fikir, 2. bas, hk. 1410, s.115-116 ve Muhammed bin Habib Bağdadi, el-Munemmak Fi Ahbar-ı Kureyş, inceleme: Hurşit Ahmet Faruk, Beyrut, Âlemi’l-Kutub, 1. bas., hk. 1405, s.152-153 ve M.İ. Ayeti, İslam peygamberinin hayatı Tah. Ün. Yay., 2. bas. hş. 1361, s.13-19.

[152]- İbn Kesir, ae. s.156 ve Muhammed E. İbrahim, Kısasu’l-Arap, Kahire, Dar-u İhyai’l-Kutubi’l-Arabiye, 5. bas., Kum, Menşurat-ı Reziyy Ofseti, hş. 1364, c.1, s.72.

[153]- Cevad Ali, ae. aynı baskı, 1968, c.6, s.449, H. Tabatabai, Tarih Raporunda İhanet, Tah, çap pehş yay. hş.1366, c.1, s.120 ve İbn Hişam Siret’i, c.1, s.237.

[154]- H.İ. Hasan, Siyasi İslam Tarihi, çev: E. Payende, Tah., Sazmani İnt. Cavidan, 5. bas, hş.1362, c.1, s.64.

[155]- ae. s.64 ve Şahabeddin el-Ebşehi, el-Mustatraf Fi Külli Fenni Mustazraf, Beyrut, Dar-u İhya, T.A. c.2, s.88 ve İbn Kutaybe, el-Maarif, Servet Akaş incelemesi, Daru’l-Kutub, 1960, s.621 ve el-Emir Ebu Said el-Himyeri, “el-Hevru’l-Ayn” Kemal Mustafa incelemesi, Tah. 1972, s.136.

[156]- Osman bin Hüveyreş ve Varaka bin Nevfel (Kureyş kollarından Esedoğulları boyundan) Hunefa olduğu halde İmriu’l-Kays’ın oğulları (Temimoğulları boyundan) kimilerince Hırıstiyan kabul edilir, bk, Yakubi Tarihi, c.1, s.225.

[157]- Ahmed Emin, Fecru’l-İslam, Kahire bas., 1964, s.27.

[158]- Arap Tarihi, çev: E. Payende, Tah. Agâh yayınevi, 2. bas. hş. 1366, s.78, bazı tarihçiler Yemen’de Hırıstiyanlığın yayılışını Feyemyun adlı Şamlı bir rahibin bu bölgeye gelip faaliyet göstermesine bağlar. bk. İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.32-35 ve Yakut Hamevi, Mucemu’l-Buldan, Beyrut, Dar-ı İhya, T.A., c.5, s.266’da Necran kelimesi. Ancak bu aktarımda daha çok hikaye ve destan havası vardır ve Hitti’nin anlattığıyla hiç bağdaşmamaktadır.

[159]- Yakubi Tarihi, Necef, Haydariye Mektebi, hk.1384, c.1, s.224.

[160]- Ahmed Emin, ae. s.26.

[161]- Bazı müfessirler der ki Buruc Suresinin 4-9. ayetleri Hırıstiyanların toplu katliama uğraması hakkında nazil olmuştur. Veya bu olay sözkonusu ayetin misdaklarından biridir. bk. el-Mizan Tefsiri, c.20, s.251-257. Bu ayetlerde Allah Teala şöyle buyuruyor: “Kahrolsun Ashab-ı Uhdud! Tutuşturucu yakıt dolu o ateş… Hani kendileri ateş hendeğinin çevresinde oturmuşlardı. Ve müminlere yaptıklarını seyrediyorlardı. Sırf üstün ve güçlü olan ve övülen Allah’a iman ettiklerinden dolayı onlardan intikam alıyorlardı. Ki O -Allah- göklerin ve yerin mülkü O’nundur, Allah her şeyin üzerinde şahid olandır.”

[162]-  Ahmet Emin, ae. s.27.

[163]- ae. s.18-25-26-28.

[164]- M.E. İbrahim, Kısasu’l-Arab, c.1, s.73 ve Ahmed Emin, ae. s.27.

[165]- Maide, 18,72 ve 73, Nisa 171, Tevbe 30 Kur’an-ı Kerim Yahudileri İslam’ın en büyük düşmanı olarak tanıtırken onlara karşılık, Hırıstiyanların Müslümanların en yakın dostu olduğunu buyurur, bk:Maide, 82.

[166]-, s.M.H. Tabatabai, el-Mizan Tefsiri, Kum, İsmailiyan basımevi, 3. bas. hk. 1393, c.3, s.228-233.

[167]- Yakut Hamevi; “Tima”, Şam’la Kura Vadisi arasında kalan küçük bir şehirdi, bk. Mu’cemu’l-Buldan, c.2, s.67 ve Kura Vadisi, Medine’yle Şam arasında olup Medine toprakları arasında sayılıyordu ce. c.5 , s.345 Binaenaleyh Tima; Medine’yle Şam arasındaydı. 4. yy. İslam bilginlerinden Mukassedi diyor ki; Tima eski ve büyük bir şehirdi, hurmalıklar ve bağlarla dolu bu sulak şehrin demir bir mahzen ağzından gölete dökülen çok güzel ve tatlı bir pınarı vardı. Bu gölette biriken sular bağlarla bahçelere akıtılıyordu. Tatlı su kuyuları olan bu şehir orada yer alıyordu, bugün bu şehir büyük ölçüde harabeye dönüşmüştür, bk. Ahsenu’t-Tekasim Fi Marifeti’l-Akâlim, çev: Ali N. Münzevî, İran mütercim ve yazarlar şrk. 1. bas. hş. 1361, 1. böl., s.363.

[168]- Fedek, Medine’ye 2 veya 3 günlük uzaklıkta bulunan bir kasabaydı. Mucemu’l-Buldan, c.4, s.238.

[169]- Hayber Kuzeyden Medine’ye 96 mil (192 km.) uzaklıkta, Şam tarafında yer alan bölgenin adıdır. Burada 7 kale ile çok sayıda hurma bahçeleri ve verimli tarlalar vardı. Bk.Mucemu’l-Boldan, c.2, s.409. Medine-Hayber mesafesi konusunda daha farklı kayıtlar vardır. bk. Ebu’l-Feda, Takvimu’l-Buldan, çev:Abdul Muhammed Ayeti, Bunyad-i Ferheng-i İran yay., s.23.

[170]- H.İ.Hasan, ae. s.64.

[171]- Belazuri, Futuhu’l-Buldan, Beyrut, Kutubu’l-İlmiye bas. hk. 1398, s.67.

[172]- Ahmed Emin, Fecru’l-İslam, s.24.

[173]- İbn Kutaybe, el-Maarif, Servet Akaşe incelemesi, Kum, Menşuratu’r -Raziyy, 1.bas. hk. 1415, s.621 ve el-Emir, Ebu Said bin Neşvaru’l-Himyeri, el-Huru’l-Ayn, Kemal Mustafa incelemesi, Tah. 1972, s.136, ayrıca el-Mustedref’de (c.2, s.88) Himyer kabilesinin adı “Numeyr” olarak geçer, ki bu baskı hatası olsa gerektir.

[174]- Yakubi Tarihi, c.1, s.257.

[175]- Ahmed Emin, ae. s.23, 24,27 ve İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.37 ve Yakut Hamevi Mucemu’l-Buldan, c.5, s.266.

[176]- el-Asaru’l-Bakiye, çev: Ekber D. Tah. 3. bas. hş. 1363, s.294-295.

[177]- Harran, Dicle ile Fırat arasında büyük bir şehrin adıydı. (yaklaşık bugünkü Irak sınırlarına dayanıyordu) ancak şimdi yıkılmış ve harabe bir şehre dönüşmüştür. İslam’ın ilk çağlarında burası mâmur bir şehirdi ve buradan önemli alimler yetişmiştir. Bk. Mucemu’l-Buldan, c.2, s.235-236 ve Takvimu’l-Boldan, s.303, 307,309 ve Muhammed Muin, Farsça sözlük, Tah. E.K.yay. c.5, s.457.

[178]- Tabatabai, el-Mizan Tefsiri, c.10, s.279.

[179]- Bakara, 62, Maide, 69, Hacc, 17.

[180]- Karun nehri kıyısında Ahvaz, Hürremşehir, Abadan, Şadgan, ve Mişan ovası bu bölgedeydi.

[181]- Dicle ile Fırat etrafında, Bağdad, Hille, Nasıriye, İmare, Kut, Diyali, Kerkük, Musul, Remadi, Süleymaniye ve Kerbela şehirleri.

[182]- “Sabi” kelimesinin kökü ve bu terimin Arapça mı yoksa İbranice mi olduğu, hangi anlama geldiği, Sabilerin inançları ve hangi peygamberin izleyicisi oldukları konusunda bk. Âlusi, Buluğu’l-İreb, c.2, s.223-228 ve Yahya Nuri İslam ve Beşeri inançlar, Tah. Müessesei Matbuat-i Ferehani, 2.bas. hş.1346, s.431-432 ve Şehristani el-Milel Ve’n-Nihel, M.S. Keylani incelemesi, Beyrut, Daru’l-Maarife, c.1, s.230 ve c.2, s.5.

[183]- Yakubi Tarihi, c.1, s.226.

[184]- A. Emin, Fecru’l-İslam, s.108 ve Davud İlhami, İran ve İslam, Kum, Neşr-i Hadid yay., s.392, Biruni Mazdekilerin Zend-i izledikleri için (Evesta tefsiri) Zındık olarak adlandırıldığını yazıp şöyle der: Manuyanları da mecazi olarak Zındık tanımlar ve batınî fırkasını da İslam’da böyle bilirler. Çünkü bu iki grup Allah’ın sıfatları konusunda ve zahirin tevilinde Mazdekilere benzer. bk. el-Asaru’l-Bakiye, çev: Ekber D., s.312 Abdul Hüseyin Zerrinkub bu konuda şöyle yazar: Pehlevicede Zendik denilen Zındık kelimesi bugün yerleşik bilinen bir terimdir. İslam çağında Maniler dışında inançsız, mülhid ve şüpheye düşen kimseler için de kullanılırdı. Ne doğu, ne batı, sadece insanca, s.110.

[185]- Şehristani, ae. s.244. Bir doğu bilimci şöyle der: Maniliği Zerdüştlükle Hirıstiyanlığın karışımı olarak tanımlamak; onu Zerdüştlükle karışık bir Hirıstiyanlık olarak tanımlamaktan daha doğrudur. Ahmed Emin, Fecru’l-İslam, s.104. Mani ve onun dini hakkında: bk. A.Zerrinkub, ne doğu, ne batı, sadece insanca, s.72-76.

[186]- İbn Kutaybe, el-Maarif, Kum. Aynı baskı, hk. 1415, s.621 ve el-Ebşehi, ae. c.2, s.88 ve İbn Reste, el-A’laku’n-Nefise, çev: H.Karaçanlu, aynı baskı hş. 1365, s.264 ve Ahmed Emin, Fecru’l-İslam, s.108. Muhammed bin Habib Bağdadi’ye göre Kureyş’den Sahr bin Harb (Malum Ebu Süfyan) Akabe bin Ebu Muiyt, Ubey Bin Half, Ebu İzzet (Ömer bin Abdullah Cumhi), Nezr bin Haris, Nubeyh ve Münebbih (Haccac bin Amir Sahmi’nin oğulları), Âs bin Vail Sehmi ve Velid bin Muğiyre Mahzumi bu gruptandır. el-Munammak Fi Ahbar-ı Kureyşi, s.288-289, el-Muhbir, s.161. Ne var ki bunların İslam’a karşı söz ve tavırlarında bu anlamı teyid eden bir işarete rastlanmaz; bilakis karineler bunların putperest olduklarını gösteriyor. Abdulhüseyin Zerrinkub Zındıklar konusunda şöyle yazar: “Sa’leb’den aktarıldığı kadarıyla Zındık terimi Dehriye’ler içinde kullanılırdı. Bütün kainatı bağımsız tek yaratıcının yarattığına, ama bunda ikilem olduğuna inananlara Dehriyeler denirdi. Kureyş’in Zındıkları da (Ebu Süfyan, Akabe bin Ebu Muiyt, Nezr bin Haris, Âs bin Vail ve Velid bin Muğiyre) bunlardandı ve bu tür bir tek tanrıda toplanan çoktanrıcı bir inanç taşıyorlardı. Kureyş’in eski büyükleriyle ilgili rivayet ve şiirlerden anlaşıldığı kadarıyla onlardaki zındıklar yaratıcılığı reddeden ahireti ve kıyameti tanımayan kimselerdi, bk.. Ne doğu, ne batı, sadece insanca, s.107.

[187]- Tabatabai, el-Mizan Tefsiri, c.19, s.49.

[188]- Âlusi, Büluğu’l-Ereb, c.2, s.240.

[189]- ae. s.215, 220, 230, 237, 239, 240, ve İslam ve Beşeri inançlar., s.295-297.

[190]- Tabatabai, ae. c.17, s.393.

[191]- Nahl, 12.

[192]- Fussilet, 37.

[193]- Necm, 49.

[194]- İbn Hişam Sireti, aynı baskı, hk.1355, c.1, s.385.

[195]- Hişam bin Muhammed Kelbi, Kitabu’l-Esnam, çev:, s.M.Rıza Celali Naini, Tah., hş. 1348, s.42.

[196]- Tabatabai, ae. c.2, s.42.

[197]- Tabersi, Mecmau’l-Beyan, aynı baskı, hk. 1379, c.8, s.46.

[198]- Enam, 100.

[199]- Sebe, 40,41.

[200]- Âlusi, ae. c.2, s.232.

[201]- Cin, 6.

[202]- İbrahim, 37.

[203]- İbn Hişam Sireti, aynı bas., hk. 1355, c.1, s.55 ve 116 ve Ezreki, Mekke Tarihi, R. el-Salih Mülhis incelemesi, Kum, Menşurat R. hş. 1369 c.1, s.55 ve Yakubi Tarihi, Necef, M.Haydariyye basımı, hk.1348, c.1, s.18 ve İbn Raste el-A’laku’n-Nefise, çev: H.Karaçanlu, aynı bas., hş.1365, s.51.

[204]- Ezreki, ae. s.57 ve Mesudi, Murucu’z-Zeheb, Beyrut, Endülüs basımevi, 1. bas. 1965, c.2, s.20.

[205]- Yakubi Tarihi, c.1, s.19 ve 193 ve Ezreki, ae. s.57.

[206]- Bakara, 127.

[207]- Bir tefsire göre Hac Suresinin 78. ayetinde geçen “Atanız İbrahim” tabirinde bu mana yatmaktadır, bk.Tabersi, Mecmau’lüBeyan, c.7, s.97.

[208]- Yakubi Tarihi, c.1, s.224.

[209]- Meclisi, Biharu’l-Envar, Tah. Daru’l-Kitabi’l-İslamiye, c.15, s.170 ve Hişam Kelbi, el-Esnam, s.6.

[210]- Şeyh Hürr-i Amuli, Vesailu’ş-Şia, Beyrut Dar-u İhyai’t-Turas el-Arabi, 4. bas., c.1, Kitabu’t-Tahare, cenabet babları, hadis 14, s.465 ve Tabersi, İhticac, Necef, Murtezaviye basımevi, hk.1350, s.189.

[211]- Şehristani el-Milel-u ve’n-Nihel, Kum, M.R.basımı, c.2, s.257.

[212]- Tabatabai, el-Mizan, Beyrut basımı, c.9, s.272.

[213]- Şehristani, ae. s.255 ve Yakubi Tarihi, c.2, s.12.

[214]- Ezreki ae. c.1, s.88, 100, 101 ve M. Âlusi, Büluğu’l-Ereb, Kahire bas. 3.bas. c.2, s.200 ve Ali bin B.H., Siretu’l-Halebiyye, Beyrut bas. c.1, s.16.

[215]- Amalike, Hz. Nuh’un (a.s) oğullarından bir soy olup ataları Almak dolayısıyla bu adı almışlardır. bk. İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.8ve 79; İbn Kesir, el-Bidayet-u ve’n-Nihaye, c.2, s.188 Ali bin B.H. Siretu’l-Halebi, c.1, s.17.

[216]- Âlusi, ae. c.2, s.201 ve Şehristani, ae. s.243 ve Ali bin B.H. ae. s.17 ve Yakubi Tarihi, c.2, s.224 ve Şehabuddin el-Ebşehi, el-Mustatraf, Beyrut, aynı bas., c.2, s.88 ve Mesudi, Murucu’z-Zeheb, Beyrut, Endülüs yay. 1. bas., c.2, s.29 ve Hişam Kelbi, el-Esnam, çev:, s.M. Rıza Celali Naini, hş.1348, s.6 ve M.B. Habib, ae. H.A.Faruk incelemesi, Beyrut, Âlemu’l-Kutub yay., 1. bas., hk.1405, s.328.Bazı kaynaklarda onun Hubel’i Irak’tan getirdiği kayıtlıdır. bk. Ezreki, Ahbar-ı Mekke, c.1, s.117 ve İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.79 ve İbn Kesir el-Bidaye ve’n-Nihaye, c.2, s.188. Ancak bir rivayete göre Hubel putunun taşı Arafat’la Meş’ar arasında yer alan Me’zin bölgesinden getirilmişti. Bu nedenle Hz. Resulullah (s.a.a) oradan geçerken bu puta karşı nefretini dile getiriyordu. bk. M.B. Hasan Hürr Âmuli, Vesailü’ş-Şia Beyrut, aynı bas., c.10, Hac Kitabı “Ma’zin arasında tekbirin müstahap olduğu” babı, s.36, hadis 1.

[217]- İsaf kelimesi hem -Esaf şeklinde- hemze fethası ve hem -İsaf şeklinde- kesresiyle kaydedilmiştir. bk. İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.84 dipnotunda.

[218]- Ezreki, ae. c.1, s.88 ve Şehristani, ae. c.2, s.243 ve 247.

[219]- İbn Hişam ae. s.79 ve Ali bin B. ae. s.17 ve İbn Abdulbirr, el-İstiy’ab  (el-İsabe’nin haşiyesinde) c.1, s.120 Eksem bin Cevn-i Huzai’nin biyografisi ve İbn Esir, Usdu’l-Gabe, aynı bas. Tah. C.4, s.390 ve Şeyh M.T. Tusteri, el-Evail, 1.bas., s.217 ve Ebu’l-Feda İ.B. Kesir, Siretu’n-Nebeviyye, Kahire, aynı baskı, hk. 1384 c.1, s.65 ve Ezreki ae. s.116.

[220]- Âlusi, ae. c.2, s.200 ve el-Mustatraf, c.2, s.88 ve Ebu’l-Feda İ.B. Kesir, Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.62 ve El-Bidaye ve’n-Nihaye, Beyrut bas. c.2, s.188 ve İbn Hişam, ae. c.1, s.79 ve Tabatabai, el-Mizan, c.10, s.286.

[221]- Tabatabai, ae. c.1, s.282.

[222]- En’am, 136, 138, 139 ve Maide, 3, 90,103 ve Hişam Kelbi el-Esnam, s.28

[223]- Kelbi, ae. s.32.

[224]- Şeyh Tusi, el-Emali, Kum, Daru’s-Sakafe, 1. bas., hk. 1414, s.336 ve Âlusi, Büluğu’l-Ereb, c.2, s.211 ve Ezreki ae. c.1, s.121 ve Siretu’l-Halebiyye, c.3, s.30 ve el-Mizan c.26, s.271’de İmam Rıza (a.s)’dan nakledilen bir rivayet esasınca.

[225]- “Eğer onlardan gökleri ve yeri kimin yarattığını sorarsan, kesinlikle Allah diyeceklerdir.” Lokman, 25; Zümer, 38; Zûhrûh, 9 ve “Eğer onlardan kendilerini kimin yarattağını soracak olursan Allah diyeceklerdir.” Zûhrûh, 87 ve “Deki gökten ve yerden size rızık veren kimdir? Veya kulakları ve gözleri yaratan ve onların sahibi olan kimdir? Ölüyü diriden, diriyi de ölüden çıkaran kimdir? Alemlerin işlerini düzüp koşan kimdir? Hemen Allah diyeceklerdir.” Yunus, 31.

[226]- Zuhrif, 19.

[227]- Necm, 27.

[228]- Enbiya, 26.

[229]- En’am, 100, 101.

[230]- Cin, 3.

[231]- Tur, 39.

[232]- Saffat, 149, 150.

[233]- Necm, 19 ve 23 -Lat, Uzza ve Menat Arapların melek zannettikleri üç putun adıdır. Çünkü bu isimlerin üçü de müennes (dişi adı)dır. bk.Numune Tefsiri, c.22, s.518.

[234]- Zuhruf, 16.

[235]- Saffat, 158-159.

[236]- Siyuti, Ed’Durru’l-Mensur, c.7, s.133 ve İbn Kesir Tefsiri c.4, s.23 ve Tabersi Mecmau’l-Beyan, c.8, s.460.

[237]- İsra, 111 ve Âl-i İmran, 26.

[238]- Yunus, 18.

[239]- Zümer, 3.

[240]- Meryem, 3.

[241]- Yâsin, 74.

[242]- Ebu’l-Feda, İ.B.Kesir, Siretu’n-Nebeviyye, Kahire, aynı bas. hk. 1384, c.1, s.7 e İbn Hişam, es-Siretu’n-Nebeviyye, aynı bas. Kahire, hk. 1355, c.1, s.85.

[243]- Enfal, 35.

[244]- İbn Hişam, ae. s.80 ve İbn Kesir ae. s.63 ve Şehristani el-Milel ve’n-Nihel c.2, s.247 ve İbn İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, c.2, s.88.

[245]- Hişam Kelbi, el-Esnam, çev:, s.M.R.C. Naini, hş.1348, s.13 ve İbn Hişam, es-Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.88 ve Âlusi, Büluğu’l-Ereb, c.2, s.202.

[246]- Hişam Kelbi, ae. s.14.

[247]- Ezreki, Ahbar-u Mekke, c.1, s.178 ve 182 ve Âlusi ae. c.1, s.244 ve Sahih-i Müslim, Nevevi Şerhi, c.18, Tefsir kitabı, s.162.

[248]- Tabatabai; el-Mizan, c.14, s.414.

[249]- Tevbe, 37 ve Ezreki ae. c.1, s.183 ve İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.1 , s.45.

[250]- İslam ve Arap Medeniyeti, çev: Seyyid Haşim Resuli, Tah. İslamiye Kitabevi, s.128, 130.

[251]- el-Ebtal, çev: es-Sebai, Kahire, 3.bas. hk.1349, s.9.

[252]- W. Dorant, Medeniyet Tarihi, c.4, İmam çağı, 1. bölüm çev: Ebu Talib Saremi, Tah. Sazman-ı İnt. ve Amuzeş-i İnkılab-ı İslami, 2. bas., hş.1368, s.197.

[253]- W. Dorant, ae. s.200.

[254]- P. Hitti, Arap Tarihi, çev: E. Payende, hş. 1344, c.1, s.125.

[255]- İbn-i Vazih, Yakubi Tarihi, Necef, aynı bas., hk. 1384, c.1, s.215.

[256]- M.H.Bağdadi, el-Munammak, çev: Hurşit Faruk, Beyrut, 1. bas., hk. 1405, s.42.

[257]- İbn Vazih, ae. c.1, s.214.

[258]- ae. s.213.

[259]- İbn Said, el-Tabakatu’l-Kübra, Beyrut, c.1, s.78.

[260]- İbn Vazih, ae. c.1, s.215.

[261]- M.C. Taberi Tarihi, Beyrut basımı, c.2, s.180 ve İbn Esir Tarihi, Beyrut bas. c.2, s.16.

[262]- Taberi, ae. s.180 ve İbn Hişam, Siretu’l-Halebiyye, Kahire bas. hk. 1355, c.1, s.143.

[263]- Ahmed Emin, Fecru’l-İslam, Kahire bas. 9. bas. 1964, s.12-14 ve Dr. Şevki Zeyf, Tarihu’l-Edebu’l-Arabi, Cahiliye asrı, c.1, s.49.

[264]- Taberi, ae. c.2, s.180 ve İbn Esir, ae. s.16.

[265]- Ahmed Emin, ae. s.12 ve A. Macid Arap Devletleri siyasi tarihi, Kahire bas., s.79.

[266]- H.İ. Hasan, Siyasi İslam Tarihi, çev: E. Payende, Tahran bas. c.4, hş.1360, s.56.

[267]- Kureyş, 1-4.

[268]- Abbas Zeryab, Resulullah Siyeri, Tah. Bas. 1.bas. hş. 1370, s.66-67.

[269]- Kasas, 57.

[270]- İbrahim, 37.

[271]- Bakara, 126.

[272]- Cevad Ali, el-Mufassal Fi Tarih-i Arap, Beyrut, 1. bas., 1968, c.1, s.114 Said bin Âs (Ebu Uheyhe) kasdediliyor olsa gerek. Nitekim Vakidi, el-Meğazi c.1, s.27’de onun Bedir savaşına neden olan Şam’dan dönen Kureyş kervanının en büyük hissesinin ona ait olduğu kayıtlıdır. Ama Vakidi bu konuda çok net bilgi vermiyor.

[273]- P. Hitti, ae. s.130.

[274]- Taberi, ae. c.2, s.221 ve Belazurî, Futuhu’l-Buldan, Beyrut Daru’l-Kitabi’l-İlmiye, hk. 1398, s.68.

[275]- Belazuri, ae. s.68.

[276]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.4, s.251.

[277]- İbn-i Vazih, ae. c.1, s.10.

[278]- Şevki Zeyf, ae. s.51 ve Cahız el-Mehasin ve Ezdad, Beyrut bas., s.62 Mehasin-i Seha fazlı.

[279]- Bir tefsire göre Zûhrûf, 31’deki, “Ve dediler ki: “Bu Kur’an, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi” ayetinde geçen iki kişinin Mekke’de Velid bin Muğiyre ve Taif’te Urve bin Mesud Sakafi olduğu belirtilir. Müşrikler, bu iki kişi çok zengin olduğu için peygamberliğin onlara verilmesi gerektiğine inanıyorlardı.

[280]- Tabatabai, el-Mizan, c.2, s.93 ve İbn Kesir Tefsiri, c.4, s.442’de Müdessir Suresinin tefsiri.

[281]- İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Beyrut, 2. bas. 1977, c.2, s.229 ve Âlusi, ae. c.1, s.89 ve M.A Cadu’l-Mevla Bek, Eyyamu’l-Arab Fi Cahiliyye, Beyrut bas., s.248.

[282]- Âlusi, ae. s.87 ve İbn Kesir, ae. s.229.

[283]- Y.B. Cud’an…, Bekri, Mu’cem Ma İste’cem, Alemu’l-Kutub, 3. bas. hk. 1403, c.2, s.444, hezure kelimesi ve Şevki Zeyf, ae. s.51.

[284]- M.A. Cadu’l-Mevla Bek, ae. s.334.

[285]- ae. s.329.

[286]- İbn Kutaybe, el-Maarif, Servet Akaşe incelemesi, Kum bas. 1. bas. hk. 1415, s.576 ve Mesudi, Murucu’z-Zeheb, Beyrut, 1. bas., c.2, s.287 ve Cevad Ali, ae. s.96.

[287]- Âlusi, ae. s.87.

[288]- İbn Hişam, ae. c.4, s.83 ve Vakidi, el-Meğazi, Marsden Jons incelemesi, c.3, s.890 ve İbn Sa’d, el-Tabakatu’l-Kübra Beyrut bas. c.2, s.150, Siretu’l-Halebiyye, Beyrut bas. c.3., s.63, Hz. Resulullah (s.a.a) amcasoğulu Nevfel bin Haris bin Abdulmuttalib’den 3000 mızrak kiralamıştır (Halebi ae.) bütün bunlar, onların ne kadar güçlü olduklarını göstermektedir.

[289]- Ezreki, Ahbar-ı Mekke, Rüşdü Salih Mülhes incelemesi, Kum. M.R. bas. 1. bas. hk. 1411, c.1, s.107 ve İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.130.

[290]- İbn-i Abdurrabbih, Ikdu’l-Ferid, Beyrut bas. hk. 1403, c.3, s.314 ve Ahmed Emin, ae. s.227 ve Âlusi, ae. c.1, s.145-150. Bodrum Corci Zeydan ve La’mons gibi bazı Hirıstiyan tarihçilerin zannettiği gibi bugünkü anlamda bir devlet ve teşkilat yapısına sahip değildi; ilkel ve kabile imkanları dahilinde idi.

[291]- P. Hitti, ae. s.17.

[292]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.59 ve Ezreki, ae. c.1, s.176.

[293]- İbn Abdurrabbih, ae. c.3, s.313 ve Ezreki, ae. s.176.

[294]- Ezreki, ae. s.176.

[295]- ae. s.179 ve Âlusi, ae. c.1, s.243.

[296]- İbn-i Sa’d, ae. c.1, s.70.

[297]- Cevad Ali, ae. c.4, s.21.

[298]- İbn-i Sa’d, ae. s.69 ve İbn Hişam ae. s.125 ve 130 ve İbn Esir, el-Kamil Fi’t-Tarih, Beyrut bas. c.2, s.20 ve Ezreki ae. s.189.

[299]- İbn-i Sa’d, ae. s.72 ve Ezreki, ae. s.174, 178,182. Kureyşlilerin bu tekelci baskıları sonucu insanlar bazen çıplak tavaf etmek zorunda kalıyor ve Kabe utandırıcı olaylara sahne oluyordu. Çıplak halle tavaf etmek zorunda kalan yoksul bir kadının bu sırada okuduğu bir şiir kaynaklarda kayıtlıdır. bk. Ezreki, ae. c.1, s.178 ve 182 ve İbn Hişam, ae. c.4, s.190 ve Âlusi ae. c.1, s.244 ve Nevevi’nin Sahih-i Müslim Şerhi, c.18, s.162’de tefsir kitabı.

[300]- Ezreki, ae. s.177.

[301]- İbn Hişam, ae. c.4, s.190.

[302]- Taberi Tarihi, Beyrut, Daru’l-Gamus, el-Hadis, c.2, s.191 ve İbn Esir, Usdu’l-Gabe, Tah. Mekteb-i İslamiye bas. c.1, s.13 ve Tabersi, A’lamu’l-Verâ, Tah. bas. 3. bas., s.5-6.

[303]- İbn Esir, ae. s.13 ve Ebubekir A.H. Beyhaki, Delailu’n-Nübuvve, çev. M.M. Damğani, Tah. bas.1361, s.118 ve Mesudi, et-Tenbih ve’l- İşraf, Kahire, Dar-u’s-Savi bas., s.195,196 ve İbn Esir Tarihi, Beyrut bas. c.2, s.33 ve Cemaluddin Ahmed bin Anbe, Umdetu’t-Talib Fi Ensab-ı Âl-i Ebi Talib, Kum, M.R.bas. 2. bas., s.28.

[304]- İbn Sa’d, et-Tabakat-ı Kübra, Beyrut bas. c.1, s.56 ve Hişam bin M. Kelbi Cemhertu’n-Neseb, Naci Hasan incelemesi, Beyrut, Alemu’l-Kutub bas. 1. bas., s.17

[305]- İbn Şehraşub, Menakıb-ı Âli Ebi Talib, Kum, Matbaaatu’l-İlmiye bas. c.1, s.155, Tabersi, ae. s.6 ve Meclisi, Biharu’l-Envar, Tah. Daru’l-Kitabu’l-İslamiye bas. c.15, s.105.

[306]- Kelbi, ae. s.17 ve İbn Sa’d, ae. s.56 ve İbn Şehraşub, ae. 155 ve İbn Anbe ae. s.28.

[307]- Birinci gruba Yemani ve İkinci gruba Muzeri veya Nezari veya Kaysi de denmiştir.

[308]- İbn Şehraşub, ae. s.154, İbn Anbe, ae. s.26 ve Tabersi ae. s.6 ve İbn Kutaybe, el-Maarif Servet Akaşe incelemesi, Kum, M.R. bas. hk. 1415, s.67 ve Tabersi, Mecmau’l-Beyan, Tah. Maarif-i İslamiye şrk. C.10, s.548 ve İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, Kahire M. el-Babi, Halebi bas. hk. 1355, c.1, s.96 ve İbn Abdurrabih, Ikdu’l-Ferid, Daru’l-Kitabi’l-Arabi bas. hk. 1403 c.3, s.312 ve İbn Kesir, Siretu’n-Nebeviyye, Kahire bas. c.1, s.84 ve Muhammed E. Bağdadi Süveydi, Sebaiku’z-Zeheb Fi Marifet-i Kabaili’l-Arab, Beyrut, Se’b bas., s.62 ve İbn Vazih, Yakubi Tarihi, Necef, Haydariye Mektebi bas. hk.1383, c.1, s.204.

Bazı soybilimciler, Fahr bin Malik bin Nezr’in evlatlarını Kureyşli saymıştır. bk. Kelbi, ae. s.21 ve İbn-i Sa’d ae. s.55 ve İbn Anbe, ae. s.26 ve İbn Hişam, ae. s.96 ve M.E. Bağdadi, ae. s.62 ve İbn Vazih, ae. s.204 ve İbn Hazm Cemheret-u Ensabi’l-Arab, Beyrut, Kutubu’l-İlmiye bas. 1. bas. hk. 1403, s.12 ve es-Siretu’l-Halebiyye, İnsanu’l-Uyun, Beyrut, Daru’l-Marife bas. c.1, s.25 ve 26. Bu konuda diğer kaviller için bk. es-Siretu’l-Halebiyye c.1, s.27.

[309]- Arap kabile ve grupları büyüklük, küçüklük ve kollarına göre kendi aralarında hiyerarşik şekilde şöyle adlandırılırlar: Şe’b, kabile, imare, batn, fehez ve fesile. Mesela Huzeyme Şe’b, Kenane kabile, Kureyş imare, Kusayy batn, Haşim fehez ve Abbas fesiledir. Bk. İbn Hazm, Ikdu’l-Ferid c.3, s.330 ve dr. H. Munis, Kureyş Tarihi, Suudiye bas. c.1 hk. 1408, s.215. Bu esasa göre bazı bilim adamları Kureyşi kabile, bazısı da “imare” sayar. Ama bu sınıflandırmanın tartışılır olduğu bilinmelidir; bazı bilim adamları bu sınıflandırmayı reddetmektedir, bk. Kureyş Tarihi, s.215-216. Biz elinizdeki kitapta okuyucu için kolaylık olması açısından Kureyşe kabile dedik.

[310]- Mesudi, Kureyş kabilesinin 25 boyu olduğunu yazar ve bunları tek tek sıralar, bk. Murucu’z-Zeheb, Beyrut, Endülüs yay. 1. bas. 1965 c.2, s.269.

[311]- Halebi, ae. s.6.

[312]- ae. ve Şükrü Âlusi, Büluğu’l-Ereb, M.Behcet tashihi, Kahire, Daru’l-Kutubi’l-Hadise bas. 2. bas. c.1, s.324.

[313]- Halebi ae. s.6, Âlusi ae. s.323, İbn Esir Tarihi c.2, s.15, Belazuri, Ensâbu’l-Eşraf, M. Hamidullah tashihi, Kahire, Maarif bas. c.1, s.73.

[314]- Halebi ae. s.7, Mesudi, Murucu’z-Zeheb, c.2, s.109.

[315]- Âlusi, ae. s.324, İbn Vazih, Yakubi Tarihi c.2, s.7 bk. es-Siretu’l-Halebiyye c.1, s.7, el-Hisâl, Saduk, hamse babı c.2, s.312-313.

[316]- Saduk, İtikadat, çev. Seyyid M.A.S.M. Hasani, Tah. Şems kitabevi 3. bas. hk. 1379, s.135, Meclisi, Biharu’l-Envar c.15, s.117, Usul-i Kafi c.1, s.445.

Abdulmuttalib konusunda tartışılan bir konu da, onun oğullarından birini Allah yolunda kurban kesme şeklindeki adağıdır. Bu adak olanca şöhretine rağmen geçtiği tarih kaynaklarında senet ve muhteva açısından tartışmalı olup daha fazla incelemeyi gerektiren hususlardandır, bk. Ali Devani, Başlangıçtan Hicrete İslam tarihi, s.54-59 ve Men Lâ Yehzeruhu’l-Fakih, A.E. Gaffari incelemesi, c.3, s.89 “Kur’a Hükmü” Babı’nda Gaffari’nin dipnottaki talikatı. Okuyucuyu yormamak için biz de bu konuyu özetlemekle yetindik.

[317]- Saduk, ae. s.135, Meclisi, ae. s.117, Müfid, Evailu’l-Makalât, Kum, Mek. Daveri bas., s.12, Tabersi, Mecmau’l-Beyan c.4, s.322, En’am Suresi 74. ayetin tefsiri. Bazı çağdaş araştırmacılar bu hadisi helalzade olmayla, yani gayrimeşru değil, meşru ilişki olan evlenmeyle dünyaya gelmeye bağlamaktadırlar, bu yorumu kabul edecek olursak mezkur hadis bizim bahsimize delil niteliği taşımayacaktır. Bk. Sey. H. R. Mehellati, İslam’ın  Yorumsal Tarihinden Dersler, Pasdar-ı İslam Aylık Yayını hş. 1367 c.1, s.64.

[318]- Müfid, ae. s.12, Saduk, ae. Fahr-i Razi ve Siyuti gibi önde gelen bazı Ehl-i Sünnet alimleri de bu konuda İmamiye’yle aynı görüştedir. Bk. Biharu’l-Envar, c.15, s.118-122 dipnot.

[319]- Saduk, Kemalu’d-Din ve Tamamu’n-Ni’me, tas. A.E. Gaffari, Kum, Neşr-i İslami Mües. Hş. 1363 c.1, s.175 ve el-Gadir c.7, s.387.

[320]- Daha ayrıntılı bilgi için bk. Mesudi, el-Tenbih ve’l-Eşraf, s.172-181, Dr. M.İ. Âyeti, İslam Peygamberinin Tarihi 3. bas. Tah. Ün. Yay. hş.1361, s.26-27.

[321]- Mesudi, ae. s.27.

[322]- Şeyh Tusi, el-Emalî, Kum, Daru’s-Sekafe 1. bas. hk. 1414, s.80-82, Beyhaki, ae. s.94-97, İbn Hişam, ae. s.44-55, Belazurî, ae. s.67-69, M.H. Bağdadi, el-Munemmak Fi Ahbar-ı Kureyş, H.A. Faruk incelemesi, Beyrut, Âlemu’l-Kutub 1. bas. hk. 1405, s.70-77.

Kureyşliler, Fil ordusu olayından önce, Kureyşi ilk kez iktidar ve güce kavuşturan tanınmış büyükleri Kusayy’ın ölümünü takvimin başlangıcı saymışlardı, bk. İbn Vâzih, Yakubi Tar. c.2, s.4.

[323]- Kuleyni, Usul-i Kâfi, Tah. İslamiye Kitapları bas. hk. 1381 c.1, s.439, İbn Vazih, Yakubi Tar. c.2, s.4, Mesudi, Murucu’z-Zeheb, c.2, s.274, Meclisi, Biharu’l-Envar c.15, s.250-252, Halebi, ae. s.95, Beyhaki, ae. s.72-73 İbn Kesir, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.201, M. bin Sa’d, Tabakaatu’l-Kübra c.1, s.101, İbn Esir, Usdu’l-Gâbe c.1, s.14, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.167, Şeyh. A. Bedran, Tehzib-u Tarih-i Dimaşk, Beyrut Dâr-ı İ.T.a. 3. bas. hk. 1407 c.1, s.282, İbn İshak, es-Siyer-u ve’l-Meğazi, Süheyl Zekar inc. Beyrut, Daru’l-Fikir 1. bas., hk. 1398, s.61.

[324]- A.E. Feyyaz, İslam Tarihi, Tah. Ün. Yay. 3. bas. hş. 1367, s.62, A. Zeryab, Resulullah  Siyeri, 1. böl. Başlangıçtan Hicrete, Tah. Suruş yay. 1. bas. hş. 1370, s.86-87, s.C. Şehidi, İncelemeli İslam Tarihi, Tah. Neşr-i Danişgah-ı yay. 10. bas. hş. 1369, s.37.

Hz. Peygamber (s.a.a)’in Fil yılında ondan önce veya sonra, yada Fil yılının Miladi Takvimle tatbiki konusunda çeşitli görüşler vardır; bahsin genişlememesi için bunlara yer vermiyoruz ancak daha başka bilgi edinmek isteyenler, bk. Son Peygamber Muhammed (s.a.a) c.1, s.176-177, s.C. Şehidi’nin makalesi, Resul Mehallati, İncelemeli İslam Tarihi’nden dersler, Kum, aylık Pasdar-ı İslam yay. hk. 1405 c.1, s.107’den sonra, İbn Kesir, Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.203, Tehzib-i Tarih-i Dimaşk, c.1, s.281, 282, s.H. Takizade, Perviz’den Cengiz’e, Tah. Furuği Kitabevi, hş. 1349, s.153, H. Munis Kureyş Tarihi, Daru’l-Suudiyye, 1. bas. hk. 1408, s.153,159.

Bazı Avrupalı tarihçiler Ebrehe’nin Mekke’ye yürümesinin toprak genişletme ve Kuzey Arabistan üzerinden İran’a saldırma amacına yönelik olup Roma İmparatorunun kışkırtmasından kaynaklandığını yazarlar. Oysa İslam kaynaklarında Ebrehe’nin dini amaçlarla hareket ettiği ve bunun Yemen’deki Kilis kilisesinin Hicaz’daki Kâbe’ye karşı bir rekabet girişimi olduğu geçer. Bk. Feyyaz, ae. s.62, E. Payende, Kur’an-ı Mecid’in Farsça Tercümesinin önsözü (Bu da tartışmaya değer bir başka konudur.)

[325]- Kuleyni, ae. s.439, İbn Vazih, ae. s.6, Ebu Feth M.A.El Keraceki, Kenzu’l-Fevaid, Kum, Zehair mat. 1. bas. hk. 1410, c.2, s.167. Babası öldüğünde Hz. Muhammed (s.a.a)’in yedi ay 28 günlük olduğu da kaydedilmiştir. M. Sa’d, Tabakaat, Beyrut, Sâdır yay. c.1, s.100, Bazı tarihçilerde Abdullah’ın hazretin (s.a.a) doğumundan önce öldüğünü yazar. Bk. İbn Sa’d, ae. s.99 ve 100, İbn Esir, Usdu’l-Gabe, c.1, s.13, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.167, Şeyh Abdulkadir Bedran, Teh. Tar. Dimaşk., İbn Asakir telifi Beyrut, İhya-ı Turasu’l-Arabi bas. 3. bas. hk. 1404, c.1, s.284. Ancak bazı kaynaklar birinci rivayeti onaylıyor. Meselâ Abdul Muttalib Hz. Muhammed (s.a.a)’in kefaletini Ebu Talib’e bırakırken söylediği güzel bir şiirde buna değinmektedir.

Yakubi Tarihi c.2, s.10, İbn Şehraşub, Menakıb-ı Âl-i Ebu Talib, Kum, İlmiye mat. Bas. c.1, s.36.

[326]- Tehzib-i Tarih-i Dimaşk, c.17, s.282 İbn Sa’d, ae. c.1, s.99, Mesudi, Et-Tenbih ve’l-Eşraf, s.196, M.C. Taberi Tarihi, Beyrut, Kamusu’l-Hadis bas. c.2, s.176, İbn Esir, el-Kamil-u Fi’t-Tarih, Beyrut, Sadır bas., c.2, s.10.

[327]- Duha, 6-8.

[328]- Yakubi Tarihi, c.2, s.6, Halebi, ae. c.1, s.143.

[329]- Yakubi Tar. c.2, s.6, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.6, Beyhaki, ae. s.110 İbn Esir, Usdu’l-Gabe c.1, s.15, Meclisî, Biharu’l-Envar c.15, s.384.

[330]- Halebi, ae. c.1, s.146.

[331]- Yakubi Tar. c.2, s.7, İbn Hişam ae. c.1, s.171, M. Sa’d ae. s.110, Mesudi, et-Tembih ve’l-Eşraf, s.196, Murucu’z-Zeheb, c.2, s.274, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.6, Beyhaki, ae. s.101-102, İbn Kesir, Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.225, İbn İshak Siyeri, s. Zakir inc. 1. bas. hk. 1398, s.49.

[332]- Belazurî, Ensabu’l-Eşraf,  M. Hamidullah inc. Kahire, Maarif bas. c.1, s.94, Makdisi el-Bede-u ve’t-Tarih, Paris bas. 1903 c.4, s.131, Meclisi, Bih. En. c.15, s.401, İbn Sa’d, ae. c.1, s.112.

[333]- Yakubi Tar. c.2 , s.7, İbn Şehraşub ae. c.1, s.33, Belazuri, ae. s.94, Mesudi, Murucu’z-Zeheb, c.2, s.275.

[334]- İbn Ebi’l-Hadid, Nehcu’l-Bel. Şerhi, M.E. İb. İnc. Kahire, İh. Kut. Ar. Bas. 1961 c.13, s.203, Meclisî ae. s.401.

[335]- Cafer Sübhani, Furuğ-i Ebediyet, Merkez-i İnt. Def. Teb. İs. Kum İlmiye Medresesi 5. bas. 1368 hş. c.1, s.159, Sey. C. Mur. Amuli, es-Sahih Min Siyreti’n-Nebiyyi’l-A’zam, Kum, hk. 1400 c.1, s.81.

[336]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.176, İbn Sa’d, ae. s.113, Halebi ae. s.146, Ebu, s.V. Herguşi, Şerefu’n-Nebi, çev, N.M. Ravendi, Tah. Babek yay. hş. 1361, s.196.

[337]- İbn Hişam, ae. c.1, s.171 ve 172, Belazuri, ae. s.93, İbn Sa’d, ae. s.110,111.

[338]- Bu olayı aktaran büyük muhaddislerden biri de İbn Şehraşub’dur. Ancak Hz. Muhammed’in (s.a.a) yetimliği ile ilgili anlattıklarımıza değinmiyor, bk. Menakıb-ı Âl-i Ebi Talib, c.1, s.33.

[339]- Abdulmuttalib’in annesi Selma, Yesrib’li ve Neccaroğlu kabilesindendi, bk. Beyhaki, ae. c.1, s.121.

[340]- İbn İshak ae. s.65, Belazurî  ae. s.94, İbn Sa’d ae. 116, İbn Hişam ae. s.177, Beyhaki ae. s.121, Tabersi, ae. s.9, Saduk, Kemalu’d-Din ve Tamamu’n-Ni’me, A.E Gaf. Tas. Kum. Neşr-i İsl. Mües. Bas. hş. 1363 c.1, s.172, Yakubi Tar. c.2, s.7, Ş.A. Bedran, Teh. Tar. Dimaşk c.1, s.283.

[341]- Halebi ae. c.1, s.172 Hz. Resulullah (s.a.a)’in Halime’nin yanında bulunduğu yıllarda “Şakkı Sadr” olayının vuku bulduğu söylenirse de İslam tarihçileri ve araştırmacılar bunun uyduruk olduğunu yazmışlardır, bk. Sey. C.M. Âmuli es-Sahih Min. Siy. Neb. A c.1, s.82, Sey. H.R. Mehellati, İncelemeli İslam Tar.’den Dersler c.1, s.189-202, Şeyh Muh. Ebu Reyye, Ezvâu’n Ale’s-Sünnet’i’l-Muhammediyye, Sevru’l-Hadise bas. 2. bas. c.1, s.175-177.

[342]- İbn Hişam ae. c.1, s.178, Saduk ae. c.1, s.171, Meclisi ae. s.406, Yakubi Tar. c.2, s.9.

[343]- İbn Hişam ae. s.189, Meclisi ae. s.406, Taberi ae. c.2, s.194.

[344]- Yakubi Tar. c.2, s.11, İbn Sa’d ae. c.1, s.119, Meclisi ae. s.407, Süheyli, er-Revzetu’l-Enf. Kahire, Muhtar Mües. Bas. c.1, s.193.

[345]- Yakubi Tar. c.2, s.11, Cevad Ali, el-Muf. Fi. Tarih…, Beyrut bas. 1. bas 1968, c.4, s.82.

[346]- İbn Ebi’l-Hadid, Nehc. Bel. Şerhi, M.E.İbrahim inc. Kahire bas. 1962 c.15, s.219.

[347]- İbn Sa’d, ae. c.1, s.119, İbn Şehraşub ae. c.1, s.36, Meclisi ae. s.407, Şeyh A. Bedran, Tehzib-i Tar. Dimaşk, c.1, s.285.

[348]- Yakubi Tar. c.2, s.11, İbn Ebi’l-Hadid ae. c.1, s.14, Usul-i Kafi Mukad. c.1, s.453.

[349]- Dimaşk sınırlarında Havran adlı bölgedeki bir kasabada bk. Yakut Hamevi, Mu’cemu’l-Buldan, Beyrut, ih. Ter. Ar. Bas. hk. 1399, s.441.

[350]- İslam tarihçileriyle muhaddisler bu olayı aşağıdaki kaynaklarda kaydetmiştir:

İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.191-193, M. C. Taberi Tar. c.2, s.195, Sünen-i Tirmizi c.5, el-Menâkıb bab: 3, s.590 hadis. 2620, İbn İshak Siyeri, s. Zekar inc., s.73, M. bin Sa’d, Tabakaat, c.1, s.121, Mesudi , Muruc E. c.2, s.286, Saduk, Kemalu’d-Din… c.1, s.182-186, Belazurî, Ensabu’l-Eşraf c.1, s.96, Beyhaki, Delailu’l-Nübuvve, çev. M.M. Damğani c.1, s.195, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.17-18, İbn Şehraşub, Menakıb-ı Âl-i Ebi Talib c.1, s.38-39, İbn Esir, el-Kamil F. Tar. c.2, s.27, İbn Esir, Usdu’l-Gabe c.1, s.15, Ş.A. Bedran, Tehzib-i Tar. Dimaşk (Hafız İbn Asakir) c.1, s.270 ve 354, İbn Kesir, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.243-249, el-Bidaye Ve’n Nihaye c.2, s.229-230, Halebi, İnsanu’l-Uyun es-Siretu’l-Halebiyye- c.1, s.191. Meclisi, Biharu’l-Envar c.15, s.409.

[351]- Bakara, 41, 42, 89, 146 ve A’raf, 157, En’am 20, Saf  6.

[352]- Cafer Sübhani, Raz-ı Bozorg-i Risalet, Tah. Tah. Mer. Cami Kütp. Hş. 1358, s.262-278. İslam Peygamberinin zuhuruyla ilgili diğer peygamberlerin verdiği haberler hakkında çok sayıda kitap yazılmıştır, bunlardan üçünü örnek olarak aktarıyoruz:

Tevrat ve İncil’de Muhammed (s.a.a), Prf. Abdulahad Davud, farsç. Çev. Fazl Nik Ayin ve Medrese-i Seyyar, Şeyh  M.C. Belaği, çev. A. ve Enisu’l-E’lam, Fahru’l-İslam.

[353]- İbn Hişam ae. c.1, s.193, Beyhaki ae. 195, Sünen-i Tirmizi, İbrahim A.A inc. Beyrut Dâr-u İh. Ter. Ar. yay. c.5, el-Menakıb 3.b., s.590 had: 2620, Şeyh Abdulkadir Bedran, Tehzib-u Tar. Dimaşk, c.1, s.278, İbn Kesir, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.245, Sahih-i Buhari, Şeyh K.Ş. Rufai incelemesi, c.5 , s.28 bab: 33 hadis.71.

[354]- Yakubi Tar. c.2, s.11, Belazurî, Ensabu’l-Eşraf c.1, s.81, Usul-i Kafi c.1, s.447.

[355]- Gustav L. İslam ve Arap med. Çev: Sey. H. Hüs., s.101, lcnas Goldz Schier, İslam İnanç ve Şeriatı, Arapça terc. Kahire, Kit. Hadise bas. 2. bas., s.25, Muh. Gazâli, Siyonist Goldz  Schier’in Mahkemesi, çev:, s. Belaği, Tah. Hüseyniye-i İrşad hş. 1363, s.47, Karl Br. Tarihu’l-Şuubi’l-İslamiyye, Arapça çev. N.E. Fars ve M. Baalbeki, Beyrut, D. İlm. Li’l-Melain 1. bas. 1988, s.34, Tarih Raporunda İhanet c.1, s.220-225.

[356]- Medeniyet Tarihi -İman çağı, 1. böl. çev: E.T. Saremi grubu, Tah. Sazm. İnt. ve A. İnk. İsl. 2. bas hş.  1368, s.207.

[357]- Nisa, 47, 51, 171, Maide, 72, 73, Tevbe, 30.

[358]- Şeyh A. Kummi, Sef. Bihar c.2, s.727, “Hevk” kelimesi, Mec. İ. Esir, en-Nihayet-u Fi Garibu’l-Hadis ve’l-Eser c.5, s.282, aynı terim (biraz farklılıkla).

[359]- Murtaza Âmuli, es-Sahih-u Min. Siyreti’n-Nebiyyi’l-A’zam, Kum hk. 1403, s.106.

[360]- Halebi ae. c.2, s.332.

[361]- Yeniden Tanınması Gereken Peygamber: Muhammed, çev: Zeb. Mensuri, s.5, bu kitap ilmi değerini düşüren fahiş hatalar ve tahriflerle doludur, çevirenin yöntemi de müellife benziyor bk. Mecelle-i Neşr-i Daniş 8. yıl, say. 2  sy: 52’de “Zebiyhullah Mensuri Denilen Fenomen” başlıklı makale, yaz: Kerim İmami.

[362]- Son peygamber Muhammed (s.a.a)  c.1, s.188, Sey. C. Şehidi’nin makalesi. Bazı çağdaş İranlı araştırmacılar Hz. Muhammed’in (s.a.a) Buheyra’yla görüşmesi olayında bir takım şüpheler öne sürerek böyle bir olayın vuku bile bulmadığını yazmaktadır; bunlar tartışılabilir. A) Bk. Nebevi Siyeri üzerine inceleme -makaleler- ün. İnc. böl., s.378 ve Ramazan Muhammedî, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Şam yolculuğu üzerine bir inceleme, s.321-330 Ancak, bu kabul edilse bile, Hz. Muhammed’in (s.a.a) büyüklüğünü azaltacak değildir. Çünkü ahir zaman peygamberinin zuhuruyla ilgili kehanetler bundan ibaret değildi. Ancak, şarkiyatçılar İslami metinlerde geçen bu olayı İslam tarihini saptırma amacıyla kullandığı için biz bu kadarını aktarıp onlara eleştiri yöneltmekle yetindik.

[363]- Hz. Muhammed’in (s.a.a) gençliğinde katıldığı bir olayın da Ficar savaşı olduğu söylenir; bu olay “Halfu’l-Fudul”dan önce ve hazretin 14-20 yaşları arasında bulunduğu yıllara rastlar. Ancak, hazretin bu savaşa katıldığı şüpheli olup aksini gösteren belgeler de bulunduğundan bunu aktarmadık, bk. es-Sahih-u Min Sireti’i-Nebiyyi’l-A’zam c.1, s.95-97 ve İncelemeli İslam Tar. Ders. c.1, s.95-97 ve İncelemeli İslam Tar. Ders. c.1, s.303-503.

[364]- İbn Sa’d Tabakaatı, Beyrut, Sadır bas. c.1, s.128, M.b. Habib, el-Munammak Fi Ahbar-ı Kureyş, H.A. Faruk inc. Beyrut, Al. Kut. Bas. 1. bas. hk.1405, s.52.

[365]- Arapça metin kitabın Farsça basımının dipnotundadır -çev-.

[366]- M.b. Habib, ae. s.52-53, İbn Sa’d, ae. s.128, Yakubi Tar. c.2, s.13, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.142, Belazurî, Ensabu’l-Eşraf, Şeyh M.B.M. inc. Beyrut. Mües. İ.m. bas. 1.bas. hk.1394 c.2, s.12.

[367]- M.b. Sa’d ae. Hz. Muhammed’in (s.a.a) yaşının bu sırada daha büyük olduğunu yazanlar da vardır, Yakubi Tar. c.2, s.13, el-Munammak, s.53, İbn Ebi’l-Hadid, Nehc. Bel. Şerhi, Kahire, İhya-u Kut. Ar. Bas. 1962 c.15, s.225.

[368]- İbn Hişam ae. s.142, Yakubi ae. s.13, Belazuri ae. s.16, M.b. Hab. Ae. s.188.

[369]- M.b. Habib ae. s.54-55.

[370]- Ae. Belazuri c.2, s.13.

Bu antlaşmanın hatırası İslam çağında da halâ zihinlerde yaşıyordu. Nitekim İmam Hüseyin (a.s) Muaviye’nin yeğeni ve Medine valisi olan Velid b. Utbe b. Ebu Süfyan’la bir tarla anlaşmazlığı yaşayınca Velid’in zorbalığa devam etmesi halinde elini kılıcının kabzasına atıp Mescid-i Nebi’de Kureyşlileri böyle bir antlaşmaya davet etmekle tehdit etmiştir onu. İmam’ın bu sözünü duyan birçok Kureyşli onun yanında olduklarını ilan edince Velid geri adım atmak zorunda kaldı! Bk. İbn Hişam ae. c.1, s.42, Belazuri, ae. c.2, s.14, Halebi, ae. c.1, s.215, İbn Ebi’l-Hadid ae. c.15, s.226, İbn Esir Tar. Beyrut, Sadır yay. bas. c.2, s.42.

[371]- İbn Hişam, ae. c.1, s.199, İbn İshak, es-Siyer-u ve’l-Meğazi, s. Zekar inc. Beyrut, Daru’l-Fikir 1. bas. 1398 hk., s.81, Sıbt İbn’i Cevzi, Tezkiretu’l-Havass, s.301’de der ki: Hatice onları kendilerinin de sermayesiyle kâra ortak ediyordu (müzarebe usulü) İbn Esir Usdu’l-Gabe c.1, s.16’da şöyle der: Ya kiralar, ya da müzarebe usulü işe alırdı.

[372]- İbn Sa’d, ae. c.1, s.129.

[373]- Hz. Muhammed’in (s.a.a) maaş ve ücretle değil, muzarebe usulü çalıştığını gösteren karineler mevcuttur. Bk. Es-Sahih-u Min. Siyreti’n-Nebiyyi’l-A’zam c.1, s.112.

[374]- İbn Hişam ae. s.199, İbn İshak ae. s.81.

[375]- İbn Sa’d ae. , s.130.

[376]- ae.

[377]- İbn İshak ae. s.82, İbn Sa’d ae. s.131, İbn esir Tar. Beyrut, Sadır yay bas. c.2, s.39, Taberi Tar. Beyrut Kamusu’l-Hadis bas. c.2, s.196, Beyhaki, Delailu’n-Nübuvve, çev: M.M. Damğani, Tah. Mer. İnt. İlm. Ferhengi 1361 hş. c.1, s.215, İbn Esir, Usdu’l-Gabe, Tah. Mekt. İslm. Bas. c.5, s.435, Ebi Buşr M. İbn A.R. Dulabi, ez-Zürriyetu’t-Tahire, Sey. M.C. H. Celali inc. Beyrut, M.A. Mat. Bas. 2. bas. hk. 1408, s.45-46.

[378]- İbn Hişam ae. c.1, s.200-201, İbn Sa’d ae. c.1, s.131, Beyhaki ae. c.1, s.215, Razi Dulabi ae. s.46, İbn Esir Tar. c.2, s.39.

[379]- İbn Esir, Usdu’l-Gabe c.5, s.434, Halebi ae. c.1, s.224, Askalani, el-İsabe Fi Temyizi’s-Sahabe, Beyrut D. İh. Ter. Ar. Bas. c.4, s.281, İbn Abdulbirr, el-İstiy’ab Fi Marifeti’l-Ashab, (el-İsabe’nin haşiyesinde) c.4, s.279.

[380]- Halebi ae. c.1, s.224.

[381]- Daha önce evlendiği eşleri Utayk b. Aiz (Abid H L.) ile Ebu Hale Hind b. Nebbaş’tır; bk. İbn Esir, Usdu’l-Gabe c.5, s.434, İbn Hacer ae. s.281, İbn Abdulbirr ae. s.280, Halebi ae. c.1, s.229, Ebu Said Herguşi, Şerefu’n-Nebi, çev: N.M. Ravendi, Tah. Babek yay. hş. 1361, s.201, Şeyh A. Bedran, Tehzib-i Tar. Dimaşk. Beyrut, Dar-u İhya-ı T. Ar. 3. bas. hk. 1407 c.1, s.302. Bazı kaynaklarda ise Hz. Hatice’nin dul olmadığı ve ilk evliliğini Hz. Muhammed’le (s.a.a) yaptığı yolunda belgeler vardır, bazı çağdaş araştırmacılar bunu doğru bulmaktadır bk. Cafer Murtaza Amuli ae. c.1, s.121.

[382]- İbn Sa’d ae. Beyhaki ae. s.215, Taberi ae. c.2, s.197, Halebi ae. İbn Esir el-Kamil F. Tar. c.2, s.40.

[383]- Meclisi, Biharu’l-Envar, Tah. Daru’l-Kit. İsl. c.16, s.22.

[384]- Meclisi ae. s.20-21, İbn Hişam ce c.1, s.203, İbn Şehraşub, Menakıb-ı Âl-i Ebu Talib, Kum. İlmiye matb. c.1, s.41.

[385]- Meclisi ae. s.21-23.

[386]- İbn İshak ae. s.82, Belazuri, Ensabu’l-Eşraf, M. Hamidullah, Kahire, Maarif bas. c.1, s.98, Yakubi Tar. c.2, s.16, İbn Esir, el-Kamil Fi T. c.2, s.40, Razi D.  ae. s.46, Halebi ae. s.227, İbn Şehraşub ae. c.1, s.42, Meclisi ae. c.16, s.19.

[387]- Belazuri ae. s.98, İbn Sa’d ae. c.1, s.132, Taberi ae. c.2, s.196, Halebi ae. s.228, İbn Abdulbirr, el-İstiy’ab c.4, s.280, İbn Esir, Usdu’l-Gabe c.5, s.435, el-Kamil fi. Tar. c.2, s.39 Hz. Hatice’nin evlendiği sırada kaç yaşında olduğuna dair başka kaviller de vardır bk. Emir Muheyye’l-Hayyami, Zevcatu’n-Nebi ve Evladih, Beyrut, Mües. İzzuddin 1. bas. hk. 1411, s.53-54.

[388]- İbn Hişam ae. c.1, s.201, Razi D. ae. s.49, Yakubi ae. c.1, s.216, Ebu Said Her. Ae. s.201, Ş. A. Bedran, Teh. Tar. Dimaşk c.1, s.302, İbn Esir, Usdu’l-Gabe c.5, s.434.

[389]- İbn Sa’d ae. c.1, s.121, İbn Hişam ae. c.1, s.210, Beyhaki ae. c.1, s.211, Meclisi, ae. c.15, s.369.

[390]- Ka’be’nin en kutsal parçası olan bu taş rivayetlerde gökten inen cennet taşı olarak geçer, Hz. İbrahim (a.s) Allah’ın emriyle onu Ka’be’nin duvarına yerleştirmiştir, bk. Meclisi ae. c.12, s.84, 99, Ezreki, Mekke Tar, Rüşdü, s. Mül. İnc. Beyrut, Daru’l-Endülüs, 3. bas. hk. 1403 c.1, s.62-63. Bugün Ka’be’nin doğu köşesinde, yerden 1,5 mt. yüksekte olan Haceru’l-Esved elips şeklinde koyu kırmızıya çalan siyah bir taştır.

[391]- İbn Sa’d ae. c.1, s.145-146, Yakubi Tar. c.2, s.14-15, Meclisi ae. c.15, s.337-338, Belazurî, ae. c.1, s.99-100, Mes’udi, Muruce’z-Zeheb, Beyrut, Endülüs yay. 1. bas. 1965 c.2, s.271-272. Bazı tarihçiler Ka’be’nin yıkılma ve onarım nedeninin başka bir olay olduğunu yazarlar, ama hepsi, Hz. Muhammed’in (s.a.a) bu hakemliğini aktarmaktadır, bk. İbn İshak, es-Siyer-u ve’l-Meğazî, s.103, İbn Hişam ae. c.1, s.205, Yakubi, Delailu’n-Nübuvve, çev. M.M. Damğani c.1, s.210.

[392]- İbn Hişam Siyeri, Kahire, Mus. Elb. Halebi bas. hk. 1351 c.1, s.262, Taberi Tar. Beyrut. Kamus-u Hadis bas. c.2, s.213, İbn Esir, el-Kamil-u F. Tar. Beyrut, Sadır yay. hk. 1399 c.2, s.58. Belazuri, Ensabu’l-Eşraf, Ş.M.B Mahmudi inc. Meyrut. Mües. A’lemi li’l-Mat. 1. bas. hk. 1394 c.2, s.90, İbn Ebi’l-Hadid, Nehcu’l-Bel. Şerhi, Kahire, D. İhy. K. Ar. 1962 c.13, s.119 c.1, s.15.

[393]- İbn Ebi’l-Hadid, ae. c.1, s.15, İbn Şehraşub Menakıb-ı Âl-i Ebi Talib, Kum, İlmiye mat. bas. c.2, s.180.

[394]- Ebu’l-Ferec-i İsfahani Mekatilu’t-Talibin Necef-i Eşref, M. Haydariye bas., s.15.

[395]- İbn Ebi’l-Hadid, ae. c.13, s.200.

[396]- Şeyh Tusi, el-Emali, Kum, Daru’s-Sakafe bas. 1. bas. hk. 1414, s.624.

[397]- Siyuti, Tarihu’l-Hulefa, Kahire, 3. bas. hk. 1383, s.170.

[398]- Nehcu’l-Belağa Subhi Salih, Hutbe 192.

[399]- A.B. es-Siretu’l-Halebiyye, İnsanu’l-Uyun, Beyrut Daru’l-Marife bas. c.1, s.199-204. Ebu-l Fida İ. Kesir, es-Siretu’n-Nebeviyye, Mustafa Abdulvahid inc. Kahire İsa Hald-i bas. c.1, s.250.

[400]- Nechu’l-Belağa, Hutbe 192.

[401]- İbn Ebi’l-Hadid, Nehcu’l-Belağa Şerhi, M.E. İbrahim, Kahire, İ.K. Arabı’a bas. 1961, c.13, s.207.

[402]- İbn-i Kesir, ae. c.1, s.389.

[403]- Halebi,  ae. c.1, s.380-381, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye M. Sıka inc. Kahire M. B. Halebi bas. , hk. 1355, c.1, s.250 Taberi Tarihi, Beyrut, Kamusu’l-Hadis bas. c.2, s.203, 204, İbn Şehraşub, ae. Kum, İlmiye mat. bas. c.1, s.43, Meclisi, Biharu’l-Envar Tah. K. İslamiye bas. c.18, s.184 ve 193, Yakubi Tarihi, Necef, Mekteb-i Haydariye bas. hk. 1384, c.2, s.17.

[404]- İbn Şehraşub, ae. c.1, s.44, Meclisi, ae. c.18, s.194, Tabersi A’lamu’l-Vera Tah. D.K. İslamiye bas. 3. bas. s.36, Bu belgelere istinaden merhum Kuleyni’nin de rivayetine göre Hz. Muhammed bu sırada “Nebi” idi, ama henüz risalet rütbesine ulaşmamıştı. Usul-i Kafi, Tah. Mekteb-i Saduk bas. hk. 1381 c.1, s.176.

[405]- Hira dağı Mekke’nin kuzeydoğusunda yer alır. Güneşin doğduğu ve vahyin nazil olduğu yer olduğu için “Cebelu’n-Nur” (Nur Dağı) olarak adlandırılır. Birkaç yıl öncesine kadar bu dağ Mekke’den uzaktı fakat bugün, şehir genişlemiş ve bu dağın eteklerine kadar ev yapılmıştır. Bir sıradağın en yüksek tepesi olan Nur dağı heybetiyle hemen diğer tepelerden ayrılmaktadır. Hira mağarası olarak bilinen yer bu dağın tepesinde olup aslında bir mağara değil, iki kaya üzerine yuvarlanan büyük bir kayanın oluşturduğu küçük bir boşluk olup bir buçuk metre enindedir. Bu mağaranın ağzı açık olup normal bir insanın girip çıkabileceği şekildedir ama, ikinci yarısı dar ve tavanı basıktır. Gün ışığı mağaranın ancak yarısına kadar sızabilmektedir.

[406]- Nehcu’l-Belağa- Subhi Salih, hutbe 192 (Kasie) İbn Hişam, ae. c.1, s.251.

[407]- İbn Hişama, ae. Taberi, ae. c.2, s.206. İbn Kesir, ae.  c.1, s.390, Belazur-i Ensabu’l-Eşraf, M. Hamidullah inc. Kahire, Maarif bas., 3. bas. c.1, s.105.

[408]- Halebi, ae. s.382.

[409]- İbn Hişam, ae. s.249, Taberi, ae. s.209, Belazuri, ae. s.114-115, İbn Sa’d Tabakatı, Beyrut, Sadır yay. c.1, s.190. Mesudi, et-Tenbih ve’l-Eşraf, Kahire, Daru’s-Savi yay., s.198, Halebi, ae. s.363, Meclisi, ae. s.204.

[410]- Tabersi, Mecmau’l-Beyan, Tah. İslami Maarif şerh. Bas. hk. 1379, c.10, s.514, Mesudi, Murucu’z-Zeheb, Beyrut, Endülüs yay. 1. bas. 1965, c.2, s.276.

[411]- Alâk, 1-5.

[412]- Necm, 1-12, İslam alimleri bu ayetlerin Hz. Peygamberin (s.a.a) bi’setiyle ilgili olduğunu söylemiştir. Bunu onaylayan karineler de vardır, bk. Meclisi Biharu’l-Envar. c.18, s.247, M.H. Marifet et-Temhid-u Fi Ulumi’l-Kur’an, c.1, s.35. A.B.M. Kastalani el-Mevahibu’l-Ludeniyye Bi’l-Menhi’l-Muhammediyye, S.A. Şami inc. Beyrut, Mekteb-i İslami, 1. bas. hk. 1412, c.3, s.88-89. Ama başka bir tefsire göre bu ayetler mirac’la ilgilidir.

[413]- Tekvir, 15-26.

[414]- Sahih-i Buhari, Şeyh K. Rufai şerhi, Beyrut, Daru’l-Kalem yay. 1. bas. hk. 1407 c.1, s.59-60 Bedu’l-Vahy kit. Ve Sahih-i Müslim, İmam Nevevi Şerhi. Beyrut, Fikir yay. hk. 1403 c.2, s.197-204, Bedu’l-Vahy-i Resulullah (s.a.a) babı, Taberi ae. c.2, s.205-206.

[415]- Askalani, el-İsabe Fi Temyizu’s-Sahabe, Beyrut, İh. Ter. Ar. 1. bas. hk. 1328 c.4, s.359.

[416]- Şura, 51, daha fazla bilgi için bk. Bihar E. c.18, s.246, 254, 257.

[417]- İbn Sa’d ae. c.1, s.197, İbn Şehraşub ae. c.1, s.43, Meclisi ae. c.18, s.271.

[418]- Meclisi ae. s.268, 271, Saduk, el-Tevhid, Tah. Mektebu’s-Saduk yay. s.115, Mehr-i Taban, Ayet. Sey. Muh. Hüs. Hüseyni Tahrani’nin merhum Ayet. Allame, s. M. H. Tabatabai ile sohbetleri, s.207-211.

[419]- Saduk, Kemalu’d-Din… Kum, Neşr-i İsl. Mües. Yay. hk. 1405 c.1, s.85, İle’lu-ş-Şerâyi, Necef, Hayd. Mek. Bas. hk. 1385 bab: 7, s.7.

[420]- Taberi ae. c.2, s.207, Belazuri ae. c.1, s.105, Mesudi, Murucu’z-Zeheb, c.2, s.276, Yakubi Tar. c.2, s.17.

[421]- Necm, 11.

[422]- Mecmau’l-Beyan c.10, s.384 “Ya eyyuhe’l-müddessir…” ayetinin tefsiri

[423]- Meclisi, Biharu’l-Envar c.18, s.262, M.H. Marifet, et-Temhid-u Fi Ulumi’l-Kur’an, Kum İlmiye med. Merk. Müdürlüğü c.1, s.49.

[424]- Göründüğü kadarıyla bu rivayetin zayıf ve itibarsız olduğunu ilk fark eden Cebel-i Âmul’daki büyük Şia alimlerinden merhum Sey. Abdulhüseyin Şerefuddin Musevi (hk. 1290-1377) olmuş, “İle’l-Mecmau’l-İlmii’l-Arabi bi-Dimaşk” Risalesi ve (Nass ve İctihad) adlı kitabının 319-322 sayfalarında bunu incelemiştir. Keza değerli araştırmacılarımızdan Ali Devani Bey “Şua-ı Vahy Ber Feraz-ı Kuh-i Hira” adlı kitabında bu konuyu etraflıca ele alıp gerekli bütün açıklamalarda bulunduğu için biz de kitabımızda bundan yararlandık (ae. s.70-108) İslam Tarihi: Ve başlangıçtan hicrete, s.98-110, Dinin İhyasında İmamların Rolü, c.4, s. 6-44, es-Sahih-u Min Siyreti’n-Nebiyyi’l-Azam, c.1, s.216-232, Tarih Raporunda İhanet, c.2, s.13-23, et-Temhid, c.1, s.52, 56, İncelemeli İslam Tarihinden dersler, c.2 , s.196-236.

[425]- Seyyid Murtaza Askeri, Dinin İhyasında İmamların Rolü, Mecmau’l-İlmi-i İslami yay. c.4, s.12.

[426]- Dairetu’l-Maarifi’l-İslamiye, Arapça çev. M.S. el-Findi, c.3, s.398 (Büheyra kelimesi), Montogomeri Wat, Edinburg Ün. Arp. Böl. başk. Bu konuda olumsuz propagandalarda bulunarak şöyle diyor:

“Miladi 7. yüzyılda Mekke gibi ıssız ve uzak bir şehirde dünyaya gelen birisinin böylesine imanlı olup Allah tarafından peygamber seçilmesi oldukça şaşırtıcıdır. O halde Muhammed’in korku ve şüpheye kapıldığını duymamız hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Bu  hususta Kur’an ve hadislerde onun hayatıyla ilgili belgelerin yer aldığı söylenmektedir. Tabi, Tanrısının onu unutmadığından ne zaman emin olduğu da belli değildir(!). Onun bir başka konusu da cinnet geçirmekti, çünkü o günün Arapları bu tür şahısların, ruhlarla cinlerin eline düştüğüne inanıyordu. Bazı Mekkeliler Muhammed (s.a.a)’in ilhamlarını böyle yorumluyordu. Ve onun kendisi de bazen aynı şüphelere kapılıyordu(!) bk. Peygamber ve politikacı Muhammed, çev. İ. Valizade, Tah. İslamiye Kitabevi, hş. 1344, s.26-27.

[427]- İbn Hişam, ae. c.1, s.280, Taberi, ae. c.2, s.216, Mesudi, Murucu’z-Zeheb, c.2, s.275-276, Belazuri, ae. c.1, s.116 Yakubi Tarihi, c.2, s.19, Halebi, ae. c.1, s.456, Tusi, el-Gaybe, Tah., Mekteb-i Neyneva, el-Hadise yay., s.202. A) Saduk, Kemalu’d-Din ve Tamamu’n-Ni’me, Kum, el-Neşr. İsl. Mües. 1363 hş, 2/344’da 29. hadis.

[428]- Yakubi Tarihi, c.2, s.19, İbn Sa’d, Tabakaat c.1, s.199, Belazuri, ae. c.1, s.115.

[429]- Halebi, ae. c.1, s.456, 457.

[430]- İbn Hişam ilk Müslüman olan sekiz kişiyi önceliğe koymadan şöyle sıralar: Ali, Zeyd bin Harise, Ebubekir, Osman bin Affan, Zübeyr bin Avam, Abdurrahman bin Avf, Sa’d bin Vakkas, Talha bin Ubeydullah, bk. Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.262-369.

[431]- Daha önce de söylediğimiz gibi Hz. Ali çocukluğundan beri puta tapmamış ve tek tanrı inancıyla (muvahhid) büyümüş olduğundan, onun Müslüman olması demek zaten taşımadığı put inancını bıraktığı anlamına gelmiyordu; oysa Resulullah (s.a.a)’ın diğer sahabeleri için durum böyle değildi. Hz. Ali (a.s) İslam’ı tek tanrıcı ve semavi bir din olduğu için kabul etmiştir. Zeyni Dehlan şöyle yazar: “Hz. Ali (a.s) çocukluğunda bile asla şirke bulaşmamıştır; çünkü çok küçük yaştan itibaren Hz. Resulullah (s.a.a) onu tıpkı kendi çocuğu gibi kendi ellerinde ve kendi evinde büyütmüştür ve Hz. Ali (a.s) de fevkalade bir itaatle ona uymuştur. Bir hadiste üç kişinin asla küfre düşmemiş olduğu geçer: “Âl-i Yasin’in mümini, Ali bin Ebu Talib ve Âsiye (Firavun’un eşi)” bk. Siyretu’n-Nebeviyye, c.1, s.92, İbn Sa’d Hz. Ali hakkında “O, çocukluğundan beri asla putlara ibadet etmedi” şeklinde rivayet eder. Bk. Tabakat-ı Kübra, c.3, s.21. İbn Hacer Haysemi Mekki (öl. hk. 974) İbn Sa’d’den bunu aktardıktan sonra “Bu nedenle bütün sahabeden farklı olarak sadece Hz. Ali (a.s) için “Kerremallah-u veche” tabiri kullanılır” der. bk. el-Babu’t-Tasi’, s.120, Hz. Ali (a.s)’nin kaç yaşında Müslüman olduğu konusunda bk. Nehcu’l-Belağa şerhi, İbn Ebi’l-Hadid, Mısır bas. c.13, s.234-235.

[432]- Metnin Arapçası. İbn Abdulbirr, el-İstiab, el-İsabe haşiyesinde, Beyrut, Dar-u İhya-i Turasi’l-Arabi, 1. bas. hk. 1328 c.3, s.28, İbn Ebi’l-Hadid, ae. c.13, s.229 bk. Hakim-i Nişaburi, el-Müstedrek, Abdurrahman Maraşi inc. Beyrut, Daru’l-Marife,  1.bas. hk. 1406 c.3, s.17, Hatib-i Bağdadi Tarihi, Beyrut, Daru’l-Kutubi’l-Arabi, c.2, s.81, Halebi, ae. c.1s.432.

[433]- İbn Abdulbirr, ae. s.32, İbn Esir, el-Kamil-u Fi’t-Tarih, Beyrut, Sadır bas. hş. 1399, c.2, s.57 Hakim-i Nişaburi bu hadisi iki yolla “Nubbiu Resulullah…” ve “Vuhiye Resulullah Yevmel İsneyn…” şeklinde aktarmıştır. ae. c.3, s.112. Farklı rivayetler için bk. İbn Ebi’l-Hadid ae. s.229, Cüveyni Horasani Feraidu’s-Sımteyn, Beyrut, M.M.L.N. 1. bas. c.1, s.244, Hz. Ali (a.s) de aynı noktayı vurgular, bk. Siyuti, Tarih-i Hulefa, Kahire, el-Mektebetu’t-T.K. 3. bas. hk. 1383, s.166, Ş.M. Saban İs’afu’r-Rağibin, Nuru’l-Ebsar haşiyesinde, s.148, Ahmed bin Hicri’l-Heytemi el-Mekki, Sevaiku’l-Muhrika, Kahire, 2. bas. hk. 1385, s.120.

[434]- Nehcu’l-Belağa, Subhi Salih, hutbe 192 (Kâsıa).

[435]- ae. hutbe 131.

[436]- Taberi, ae. c.2, s.212, İbn Esir el-Kamil… c.2, s.57, aynı mazmunla el-Müstedrek-u Ale’s-Sahiheyn’de c.3, s.112, İbn Ebi’l-Hadid, Nehcu’l-Belağa Şerhi, c.13, s.200 ve 228 ve Meakıb-ı Ali bin Ebu Talib, Ebubekir A.B.M. Merduveyh-i İsfehani derlemesi ve Abdurrezzak Muhammed H.H. önsözüyle, Kum, Daru’l-Hadis 1. bas., hk. 1422, s.47 ve 48.

[437]- Taberi, ae. c.2, s.212, İbn Ebi’l-Hadid, ae. c.13, s.226 İbn Ebi’l-Hadid bunu Abdullah bin Mesud’dan da aktarır ve onun da Mekke yolculuğunda böyle bir sahneye şahid olduğunu yazar. Bk. es-Siretu’l-Halebiyye, c.1, s.436, İbn Abdulbirr, el-İstiab (el-İsabe haşiyesinde) c.3, s.165. Afif bin Kays-i Kindi’nin biyografisi, s.33 Şerh-i Hali Ali (a.s)’de biraz farklılıkla ve Muhammed bin İshak, es-Siyer-u ve’l-Meğazi, S. Zekar inc. Beyrut, Daru’l-Marife 1. bas. hk.1398, s.137 ve 138 ve Ebu’l-Fereci Keraceki, Kenzu’l-Fevaid, Kum, Daru’l-Zehair, 1. bas. hk. 1410, c.1, s.262, Hz. Ali’nin (a.s) ilk Müslüman oluşu hakkında daha fazla bilgi için bk. el-Gadir, c.2, s.314 ve c.3, s.220-224.

[438]- Vakia, 10-11.

[439]- Hadid, 10.

[440]- İbn Sa’d, Tabakaat, Beyrut Sadır bas. c.1, s.199.

[441]- Belazuri, Ensabu’l-Eşraf, M. Hamidullah inc. Kahire Daru’l-Maarif 3. bas. c.1, s.229 bk. Biharu’l-Envar, c.18, s.185.

[442]- İbn Sa’d, ae. s.212.

[443]- İbn Hişam ae. c.1, s.358, Tabersi, A’lamu’l-Vera, Tah. Dar. Kut. İslamiye 3. bas., s.44, Sıbt İbn Cevzi, Tezkeretu’l-Havass, Necef, Mek. Haydariye bas. hk. 1383, s.186.

[444]- Belazurî ve, s.128.

[445]- Tabersi, ae. s.56.

[446]- İbn Sa’d, ae. c.3, s.139.

[447]- Halebî Siyeri, Beyrut, Daru’l-Marife bas c.1, s.446.

[448]- es-Siretu’l-Halebiyye c.1, s.434.

[449]- İbn Sa’d ae. c.3, s.102.

[450]- ae. s.124.

[451]- ae. s.222.

[452]- ae. s.244. Abdulmuteal Saidi Mısrî “Şebab-ı Kureyş Fi Bedei’l-İslam” adlı kitabında İslam’ı ilk kabul edenlerden 40 Kureyşli gencin adını yaş sıralamasıyla yazmış, bu listenin başında Hz. Ali’nin (a.s) adını kaydetmiştir. s.33-34.

[453]- Belazurî ae. c.1, s.156 ve 181, Tabakaat-ı Kübra c.3, s.248.

[454]- ae.

[455]- Tabersi, Mecmau’l-Beyan, c.2, s.305.

[456]- En’am, 52-53.

[457]- İbn Sa’d ae. c.1, s.165, Halebi, ae. c.1, s.499.

[458]- Hud, 27.

[459]- A’raf,  75-76.

[460]- Şuara, 214-216.

[461]- Müslüman bilim adamları arasında “Bedeu’d-Davet”, “Yevmu’d-Dar”, “Yevmu’l-İnzar” adlarıyla bilinen bu ünlü olayı çok sayıda tarihçi, hadisçi ve tefsirci önemsiz bazı cümle farklılıklarıyla aktarmıştır, bu kaynaklardan önemli olan bazılarını sıralayalım: M.C. Taberi Tarihi c.2, s.217, İbn Esir, el-Kamil F.T. c.2, s.63, İbn Ebi’l-Hadid, Nehcu’l-Bel. Şerhi, c.13, s.211, Beyhaki, Delailu’n-Nübuvve, M.M. Damğani c.1, s.278, Tabersi, Mecmau’l-Beyan, c.7, s.206, Şeyh Müfid, İrşad, s.29, A.b. M.b. Tavus, el-Teraif Fi Marifet-i M.T c.1, s.20, es-Siretu’l-Halebiyye, İnsanu’l-Uyun c.1, s.461, Meclisi, Biharu’l-Envar c.18, s.178, 181,191, 214, Allame Emini, el-Gadir c.2, s.278-289, Sey. Mur. Askeri, Dinin İhyasında İmamların rolü c.2, s.86 ve c.6, s.17-18, Müsned-i Ahmed Hanbel, c.1, s.159. Allame Emini’nin de değindiği gibi tarihçiler arasında Taberi bu olayı yukarıdaki gibi anlattığı halde Camiu’l-Beyan adlı tefsirinde (c.19, s.75) Hz. Resulullah’ın (s.a.a) iki yerde “benim helefim ve vasim..” dediğini görmezden gelerek hadisi tahrif edip bu sözler yerine “vs.. vs..” tabirini kullanmıştır!! İsmail b. Kesir Şami de üç kitabında (Tefsir c.3, s.351, el-Bidayet-u ve’n-Nihaye, c.3, s.40 ve Siyretu’n-Nebeviye c.1, s.459) onun bu uygunsuz yöntemini izlemiştir! Bu ikisinin özel düşünce tarzı ve siyasi görüşleri dikkate alındığında bu tavırları şaşırtıcı değildir.

[462]- İnzar ayetlerinin bulunduğu Şuara Suresi, Vâkıa Suresi’nden sonra inmiş, bunu sırasıyla Neml, Kasas, İsra, Yunus, Hud,Yusuf, ardından da aleni davet emrinin olduğu Hicr Suresi nazil olmuştur, bk. M. Hâdi Marifet, et-Temhid Fi Ulumi’l-Kur’an c.1, s.105.

[463]- Hicr, 95.

[464]- Ebteh, Mina yakınındaki bir vadinin adıdır, bk. Yakut Hamevi, Mu’camu’l-Buldan c.1, s.74, bu olay hac mevsiminde, hacıların Mina’da toplandığı sırada vuku bulmuş olsa gerek.

[465]- Yakubi Tar. c.1, s.19, Hz. Peygamber (s.a.a)’in ilk daveti başka şekillerde de rivayet edilmiştir. Muhtemelen hazret kısa aralıklarla putperestleri benzeri beyanatla İslam’a davet etmedeydi. bk. Yakubi, ae. c.1, s.279, Tabersi, A’lamu’l-Vera, Tah. D.K. İslamiye, 3. bas., s.39, Meclisi, Biharu’l-Envar, c.18, s.185, Halebi, ae. c.1, s.461.

[466]- Taberi, ae. c.2, s.218, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, Kahire, M. M. B. Halebi bas. hk. 1355, c.1, s.282 İbn Sa’d, Tabakaat, c.1, s.199, İbn Esir, el-Kamil Fi’t-Tarih, c.2, s.63.

[467]- Taberi, ae. c.2, s.218-220, İbn Hişam, ae. c.1, s.282-287 ve 313, 316, Beyhaki, ae. c.1, s.282, İbn Sa’d, ae. c.1, s.202 ve 203, Belazuri, ae. c.1, s.231, 232, İbn Esir ae. c.2, s.63-65, Halebi ae. c.1, s.462-463, İbn Kesir, Siretu’n-Nebeviyye, Kahire, M.İ.B. Halebi, hk. 1383, c.1, s.474. Bu nakle göre Kureyşin tehdidi karşısında Hz. Resulullah’ın (s.a.a) verdiği “güneş ve ay” benzetmeli cevapta, görünüşte tenasüb bulunmamaktadır. Ancak, bazı kaynaklardaki rivayette geçen cevap, Kureyşin tehdidiyle uyumludur, bu rivayete göre Hz. Resulullah (s.a.a) Kureyşin tehdidi karşısında güneşe bakarak “Benim peygamberliğimden vazgeçmem, sizin şu güneşe elinizi atıp ondan bir ateş parçası almanız kadar imkansızdır” demiştir. Bunun üzerine amcası Ebu Talib, Kureyşlilere “Vallahi kardeşimin oğlu bugüne değin yalan söylemiş değildir, dönün gidin!” karşılığını vermiştir, bk. Hafız Nuruddin Heysemi, Mecmeu’z-Zevaid, Bey. Dar. kit. 6/15. Mu’cem-i Avsat ve Keb. Taberani’den naklen ve Müsned-i Ebu Ye’la (Heysemi, Ebu Ye’la’nın rivayetinin senedini sahih kabul eder.) ve Fıkhu’s-Siret, Muhammed Gazali, Alemu’l-Marife, s.114-115.

[468]- İbn Hişam, ae. s.287, Taberi, ae. s.220, İbn Şehraşub Menakıb-ı Âl-i Ebutalib, Kum İlmiye mat. c.1, s.59, İbn Esir, ae. s.65, İbn Kesir, ae. s.477, Halebi, ae. s.463.

[469]- Kur’an-ı Kerim birçok yerde onların eski inanç, din ve geleneklerinde kör taassup gösterdiklerini belirterek bunu kınar. bk. Bakara, 170, Maide, 104, Yunus 78, Lokman 21, Zuhruf, 22,23.

[470]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.358.

[471]- Zuhruf, 32.

[472]- Tabersi Mecmau’l-Beyan, c.9, s.46.

[473]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.387, İbn Şehraşub, ae. c.1, s.50.

[474]- Müddessir, 11-16.

[475]- Müddessir, 26-29. Bu sureyi iniş sırasına göre 4. sure sayarlar. bk. et-Temhid, c.1, s.104.

[476]- Mesed, 1-4, Bu sure de iniş sırasına göre altıncı suredir. bk. ae.

[477]- Hümeze, 1-7.

[478]- Leyl, 5-11, nüzul sırasına göre, bu sure 9. suredir. ae.

[479]- Göründüğü kadarıyla bu zenginler Mekke’nin yanı sıra Taif’de de büyük Ticari yatırımlarda bulunmuşlardı.

[480]- Taberi Tarihi, Beyrut, Kamusu’l-Hadis bas. c.2, s.221, İnsan ve toplumun hayatına sadece maddi açıdan bakanlar Kureyşlilerin İslam’a muhalefet göstermesinde ekonomik faktörlere haddinden fazla önem verir ve gerçekte olayın sadece bir boyutunu görürler. Ünlü İslam ve İran uzmanı meşhur Leningrad Şarkiyat Fakültesi öğretim görevlisi Rus bilim adamı Petroşefski bu tür düşünce ve bakış açısına verilebilecek ilginç bir örnektir. Bu materyalist Rus diyor ki: “Mekke’nin önde gelenleri birçok köleye sahip, tefeci ve tüccar kesimiydi, Muhammed (s.a.a)’in tebliğine karşı açıkça düşmanlık gösteriyordu. Bu düşmanlığın dini taassuplar olduğu söylenemez, bilakis Muhammed (s.a.a)’in yaptığı propaganda putperestliğe karşıydı ve Mekke’nin ticari ve siyasi çıkarlarını tehdit ediyordu. Çünkü onun çağrısı Kâbe(!) ve putlara tapınmaya bir son verebilirdi. Bu da hacıların Mekke’ye akınını durdurup piyasanın durgunlaşmasına ve bu şehrin diğer şehirlerle olan ticari ilişkilerinin zayıflamasına yol açacaktı. Bu ise Mekke’nin siyasi nüfuzunun sonu demekti. Bu nedenledir ki, Mekke müşriklerinin büyükleri Muhammed (s.a.a)’in çağrısını kendi çıkarları açısından çok tehlikeli bulmuş ve ondan nefret etmişlerdir. bk. İran’da İslam, çev: Kerim Keşaverz, 7. bas., Tah. Peyam yay. hş. 1363, s.26, Metinde verdiğimiz açıklamalardan sonra  bu Rus araştırmacının görüşlerinin asılsızlığı yeterince anlaşılmış olsa gerek.

[481]- Kasas, 57.

[482]- Tabersi, Mecmau’l-Beyan c.7, s.260; İbn Şehraşub, Menakıb, Kum, İlmiye mat. c.1, s.59.

[483]- Menakıb c.1, s.59.

[484]- M. E. İbrahim, Kısasu’l-Arab, Beyrut, Dar. İh. Tev. Arabi yay. hk. 1382 c.2, s.258, İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Beyrut, maarif mek. Yay. 2. bas. 1977 c.3, s.144.

[485]- İbn Hişam ae. c.1, s.337, İbn Şehraşub c.1, s.50, İbn Kesir, Siretu’n-Nebeviyye, Mus. A. inc. Kahire hk. 1384 c.1, s.506-507.

[486]- ae. Arap Yar.’da dinler -Hunefa-.

[487]- İbn Kesir, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.130.

[488]- Taberi Tar. Beyrut, Kamusu’l-Had. bas. c.2, s.221.

[489]- Belazuri, Ensabu’l-Eşraf, Dr. M. Hamidullah inc. Kahire, Maarif mat. 3. bas. c.1, s.197, İbn Esir, el-Kamil F.T. Beyrut, Sadır yay c.2, s.66.

[490]- Belazuri ae. c.1, s.156-196, İbn Esir ae. c.2, s.66-70.

[491]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.344, Taberi Tar. c.2, s.222, İbn Esir ae. c.2, s.76.

[492]- Taberi ae. s.221.

[493]- Ömer Ferruh, Sadru’l-İslam Tar. Beyrut, Dar. İlm. 3. bas. 1976, s.54, Dr. A. Zeryab, Sire-i Resulullah (s.a.a) Tah. Suruş yay. 1. bas. 1370 hş., s.169.

[494]- İbn Sa’d Tabakaatı c.1, s.204, Belazuri, Ensabu’l-Eşraf c.1, s.228, İbn Esir ae. s.77.

[495]- İbn Sa’d ae. s.204, İbn Hişam ae. s.344, Taberi ae. s.221-222.

[496]- Belazuri ae. s.227.

[497]- İbn Sa’d ae. s.207. Muhacirlerin sayısını daha az yazanlar da vardır, ama tarihte kayıtlı muhacir isimleri, ilk rakamı doğrulamaktadır. Bk. İbn Hişam ae. s.346-353, Dr. M. İb. Ayeti, İslam Peygamberinin Tar. Tah. Ün. Yay. c.2, s.1361, s.122-132.

[498]- İbn Hişam ae. c.1, s.357, Meclisi, Biharu’l-Envar c.18, s.418, Tabersi, Ebu Talib’in yazdığı şiiri aktarmaktadır bk. A’lamu’l-Vera, s.45.

[499]- Tabersi ae. s.43-44, İbn Hişam ae. s.356-360, İbn Esir ae. c.2, s.79-81.

[500]- Bazı kaynaklara göre Cafer b. Ebu Talib Habeşe’den dönerken bu ülkeden 70 kişiyi de getirip Resulullah’la (s.a.a) görüştürmüş, bu görüşmeden sonra Müslüman olmuşlardır, bk. Mecmau’l-Beyan, c.3, s.234.

[501]- İbn Sa’d ae. s.208.

[502]- ae. c.8, s.97, İbn Hişam ae. s.238, İbn Kesir, el-Bidaye, Beyrut, Maarif Mek. 1. bas. 1966 c.4, s.143, Ayeti ae. s.132.

[503]- Meclisi, Bihar c.43, s.7 ve sonrası. Ehl-i Sünnet uleması Hz. Fatıma’nın (a.s) bi’setten 5 yıl önce doğduğunu yazarlar. bk. Sey. c. Şehidi, Fatıma Zehra’nın (a.s) Hayatı, Tah. Def. Neşr-i Fer. İslami hş. 1365 7. bas. , s.24-32.

[504]- İsra, 1.

[505]- Necm, 18.

[506]- Behrani, Burhan Tefsiri, Kum, Dar. Kit. İlm. Hk. 1393 c.2, s.400.

[507]- Mecmau’l-Beyan, Tah. Maar. Şerh. c.6, s.395, İsra Suresi 1. ayetin tefsiri

[508]- Meclisi ae. c.18, s.290, Numune Tefsiri c.12, s.17 sonrası. Bugünkü bilim kuralları çerçevesinde mirac imkanı için bk. Numune Tef. C.12, s.17-20, Furuğ-u Ebediyet c.2, s.393.

[509]- Kuleyni, el-Furu Mine’l-Kafi, Tah. Dar. Kit. İslamiye bas. 2. bas. hş.1362 c.3, s.482-487, İbn Sa’d Tabakaatı c.1, s.213, Sahih-i Buhari, Ş.K.Ş. Rıfai, Beyrut, Dar. Kalem 1. bas. hk. 1407 c.5, Menakıbu’l-Ensar, bab:102, s.132-134, Ş.M.b. H. Hürr-i Âmuli, Vesailu’ş-Şia, Beyrut, D. İh. Tev. Ar. 4. bas. c.3, Kitabu’s-Salat, s.7 hadis.5 ve, s.35 hadis.14, s.60, Meclisi ae. c.18, s.348, Sey. Haş. Behrani ae. c.2, s.933.

[510]- Allame Emini, el-Gadir c.3, s. 242.

[511]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.375, Taberi ae. c.2, s.225, Blazuri, Ensabu’l-Eşraf, M. Ham. İnc. Kahire Dar. Maar. 3. bas. c.1, s.234.

[512]- Belazurî ae. c.1, s.234, İbn Sa’d Tabakaatı c.1, s.209, İbn Ebi’l-Hadid, Nehc. Bel. Şerhi. c.14, s.58.

[513]- Belazuri ae. s.230, İbn Şehraşub ae. c.1, s.63, İbn İshak, es-Siyer-u ve’l-Meğazî M., Süh. Zokar inc. Beyrut. Dar. Fik. 1. bas. hk. 1398, s.159, Meclisi, Biharu’l-En. c.19, s.18.

[514]- İbn Ebi’l-Hadid, Nehcu’l-Bel. Şer, M. E. F. İbrahim inc. Dâr-ı İh. Kut. Ar. Bas. 1961 c.14, s.64, Fetal Nişaburi, Ravzatu’l-Vaizin, Bey. Mües. İlm. Mat. 1. bas. hk.1406, s.63.

[515]- Doğru teleffuzu “Şib”dir, iki tepe arasındaki dere ve yar demektir. Daha sonra “Şi’b-i Ebu Yusuf”olarak tanınan bu yer Abdulmuttalib’e aitti, gözlerinin feri azalınca burayı evlatları arasında bölüştürdü, babası Abdullah’ın payını da Hz. Peygamber’e (s.a.a) verdi. Haşimoğullarının bu derede evi vardı (Yakut Hamevi, Mu’cemu’l-Buldan c.3, s.347) Yapılan incelemelere göre Ebu Talib vadisi bugün Mekkeliler tarafından “Cennetu’l-Mualla” ve İranlılar arasında “Ebu Talib kabristanlığı” olarak bilinen Hecun’da değildi; Mescidu’l-Haram yakınında, Safa Dağı yanında, Ebu Kubays Dağının kuzey ucunda yer alıyordu. Hz. Peygamber’in (s.a.a) doğduğu ve Hz. Hatice’yle yaşadığı ev buradaydı, Hz. Resulullah (s.a.a) hicrete kadar burada yaşadı. Hazretin (s.a.a) Medine’ye hicretinden sonra Akil b. Ebu Talib burayı tasarruf etti. Ondan sonra Akil b. Ebu Talib burayı tasarruf etti. Ondan sonra Haccac’ın kardeşi Muhammed bin Yusuf Sakafi burayı Akil’in evlatlarından satın alarak kendi evine kattı, bundan sonradır ki “Şi’b-i Ebu Yusuf” adını almış, bu nedenle de bazı eski tarihçiler burayı bu adla kaydetmişlerdir.

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) doğduğu ev burada belli bir yerdeydi. Suudi kralı Abdulaziz döneminde Mekke belediye başkanı burayı kütüphaneye çevirttirdi ve hk. 1399’da Gazze Caddesi’nin genişletileceği bahanesiyle yıkılarak böylesine nadide bir yadigar yok edilmiş oldu! (bk. Mikat-ı Hac fasılnamesi, 3. sayı, hş. 1372 baharı, Seyyid Ali Gazi Asker’in “Şi’b-i Ebu Talib Hakkında Bir İnceleme” başlıklı makalesi, s.149-171).

[516]- Bi’set’in 7. yılı Muharrem ayının ilk günü, İbn Sa’d Tabakaatı, c.1, s.209.

[517]- İbn Sa’d ae. Belazuri ae. s.233-234, İ. V., Yakubi Tar. c.2, s.25, İbn esir, el-Kamil Fi Tarih, Beyrut, Sadır yay. c.2, s.2, s.87, F. Nişaburi ae. s.63-64.

[518]- İbn Şehraşub ae. c.1, s.63, Tabersi, A’lamu’l-Vera, Tah. İsl. Kit. Yay. 3. bas., s.49.

[519]- F. Nişaburi, Ravzatu’l-Vaizin, Beyrut. M.İ. M. 1. bas. hk. 1406, s.64, İbn Şehraşub ae. s.64, Tabersi ae. s.50, İbn Ebi’l-Hadid ae. c.14, s.64 bk. İbn İshak ae. s.160.

[520]- İbn Şehraşub ae. s.65, İbn Sa’d ae. s.209, Belazuri ae. s.234, İbn İshak ae. s.159.

[521]- Tabersi ae. s.50.

[522]- Meclisi ae. c.19, s.19, İbn İshak ae. s.159.

[523]- İbn Şehraşub ae. s.65, Tabersi ae. s.51.

[524]- İbn İshak ae. s.161, İbn Hişam ae. c.1, s.379, Belazuri ae. s.235, Meclisi ae. s.19.

[525]- İbn Ebil Hadil, Nehc. Bel. Şerhi c.13, s.254.

[526]- İ.V. Yakubi Tar. c.2, s.25, Tabersi A’lamu’l-Vera, s.50.

[527]- Tabersi ae. İbn Şehraşub ae. c.1, s.64.

[528]- İbn İshak ae. s.161, Belazurî ae. c.1, s.234, İbn Sa’d ae. c.1, s.210, İbn Şehraşub ae. c.1, s.65.

[529]- İbn İshak ae. s.162, 165,166, Belazuri ae. s.236, İbn Eb. Hadid ae. c.14, s.59, İbn Esir, el-Kam. Fi. Tar.c.2, s.88, Meclisi Bih. Envar c.19, s.19.

[530]- Bi’setin 10. yılı, İbn Sa’d ae. c.1, s.210, Belazurî ae. c.1, s.236.

[531]- Tabersi ae. s.51-52.

[532]- Nehcu’l-Bel. Subhi Salih 9. mektup.

[533]- Belazuri ae. c.1, s.236, İbn Ebir ae. c.2, s.90.

[534]- İbn Vazih, Yakubi Tarihi c.2, s.29, Hz. Resulullah (s.a.a) bu yılı “Hüzün Yılı” olarak adlandırdı, bk. Meclisi, Biharu’l-Envar c.19, s.25.

[535]- İbn İshak ae. s.243, İbn Hişam ae. c.2, s.57, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.53.

[536]- İbn İshak ae. İbn Hişam ae.

[537]- Emir M. Hayyami, Nebi’nin Eşleri ve Evlatları, Beyrut, İzzuddin mües. 1. bas. hk. 1411, s.62-63, Ebi B. Dulabi, Zürriyet-i Tahire , Beyrut, Mües. İlm. Mat. 2. bas. s.63-64.

[538]- İbn Abdulbirr, el-İstiy’ab, el-İsabe haşiyesinde c.4, s.287, Dulabi ae. s.51.

[539]- Kuleyni, Usul-i Kafi, Tah. Dar. Kit. İsl. Bas. 1381 hk. c.1, s.449, Allame Eminî, el-Gadir c.7, s.393, Meclisi, Biharu’l-Envar c.18, s.187 bk. el-Gadir c.7, s.359, 388, 393, Yakubi Tar. c.2, s.20.

[540]- İbn Sa’d Tabakaatı c.1, s.211, Taberi Tar. c.2, s.229, Beyhaki, Delailu’l-Nübuvve, çev. M.M. Damğani, Mer. İnt. İlm. Fer. Hş. 1361 c.2, s.80, İbn Esir ae. c.2, s.91.

[541]- İbn İshak Siyeri, s.239, İbn Hişam ae. c.2, s.58, Taberi ae. s.229, İbn Şehraşub Menakıbı c.1, s.67, İbn Esir ae. s.91, Beyhaki ae. s.80, s. b. Cevzi, Tez. Hevas, Mek. Haydariye bas. hk. 1383, s.9.

[542]- Şeyh Müfid, Evailu’l-Makalaat, Kum. Mek. Daveri, s.13, fet. Nişaburi ae. s.155, İbn Ebi’l-Hadid, Nehcu’l-Bel. Şerhi, c.14, s.65, Tabersi, Mecmau’l-Beyan c.3, s.287, En’am Suresi 26. ay. Tef. Ve Ali b. Tavus, et-Teraif Fi Marifet-i M. Tev. Kum, Hayam bas. hk.1400., s.298.

[543]- Teberi ae. c.7, s.260, Kasas Suresi 56. ayetin tefisri.

[544]- Kuleyni ae. c.1, s.448, Saduk, el-Emâli, Kum. Matm. Hik., s.366 meclis. 89, F. Nişaburi, ae. s.156, Allame Emini, el-Gadir c.7, s.390, Müfid, el-İhtisas, Kum, Menşurat-ı Cem. Müd., s.241.

[545]- Ebu Talib güçlü bir şairdi ve bir divanı vardı, Ebu Nuaym Ali b. Hamza Basrî Temimî Lügavi’nin (öl: hk.375 sicilya) derlediği bu şiir divanının bir nüshasını Şeyh Ağa Bozorg-i Tehrani Bağdad, Âl-i Seyyid isa Kütüphanesi’nde gördüğünü yazar; bk. ez-Zeria c.9  1. böl., s.42-43. Aynı şekilde Besra’da yaşayan ünlü Şia şair ve edebiyatçı Mihzemoğullarından Ebu Hiffan Abdullah b. Ah. Abdi “Ebu Talib b. Abdulmuttalib’in şiirleri ve hakkındaki rivayetler” adlı bir kitabı vardır, bk. Rical-ı Necaşi, Muh. cev. Naini inc. Beyrut 1. bas. hk.1408 c.2, s.16 568. sayı. Merhum Şeyh Ağa Boz. Tehr. bu eserin bir nüshasını Bağdat Âl-i Sey. Attar Kütüphanesi’nde gördüğünü, şiirlerin 500 beyitten fazla olduğunu, 1356’da Necef’te basıldığını yazar, bk. ez-Zeria c.14, s.195. Müminlerin emiri İmam Ali (a.s) sevgili babası Ebu Talib’in şiirlerinin söylenip yazılmasını ve derlenmesini tavsiye ediyor ve “Bu şiirleri öğrenin ve çocuklarınıza öğretin, Ebu Talib Allah’ın dinine tabiydi ve şiirleri bilgi doludur” buyuruyordu. bk. el-Gadir c.7, s.393.

[546]- Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.45, Mecmau’l-Beyan c.4, s.288, Allame Emini, el-Gadir c.7, s.331.

[547]- Kuleyni ae. c.1, s.449, Tabersi, Mecmau’l-Beyan c.4, s.287, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.1 , s.377, İbn E. Hadid ae. c.14, s.72, Şeyh E.F. Keraceki, Kenzu’l-Fevaid, Ş.A. Ni’me inc. Kum, O. Zehair 1. bas. hk. 1410 c.1, s.181, Allame Emini, el-Gadir c.7, s.332.

[548]- İ.E. Hadid ae. s.55, Emini ae. s.334, Askalani, el-İsabe F.T. Sah. Beyrut, Dar-ı İh. Ter. Ar. C.4, s.116, İbn Kesir, el-Bidaye… Beyrut, Mek. M. 2. bas. 1977 c.3, s.42.

[549]- Hz. Ebu Talib’in Müslüman olduğu hakkında birçok kitap yazılmış, Şeyh Ağa Bozorg-i Tahrani bunların bir kısmının adını “ez-Zeria” adlı eserinde kaydetmiştir bk. c.2, s.510-514. Merhum Al. Emini de el-Gadir c.7, s.330-403’te bu konuya tafsilatıyla değinerek Hz. Ebu Talib’in Müslüman olduğu ve mümin olarak vefat ettiğini ispatlayan büyük İslam alimlerinin kaleme aldığı 19 kitabın adını vermekte ve onun imanını ispatlayan 40 hadis aktarmaktadır; aynı eserinin 8. cildinde de muhaliflerin bu konudaki şüphe ve iddialarını cevaplamaktadır.

[550]- Dr. Ab. Zeryab, Siyre-i Resulullah (s.a.a) Tah. Suruş yay. 1. bas. hş.1370, s.178-179.

[551]- İb. Abdulbirr, el-İstiab, el-İsabe’nin haşiyesinde, c.4, s.282, Sahih-i Müslim, İmam Nevevi şerhi, Beyrut, Dar. Fik. Bas. c.15, s.201.

[552]- M. H. Heykel, Muhammed’in (s.a.a) Hayatı, Kahire, Mek. Neh. Mıs. 8. bas. 1963, s.315,316,325.

[553]- Daha fazla bilgi için bk. Tahrim Suresi 1-5 ayetlerinin tefsiri.

[554]- M.B. Sa’d Tabakaatı, Beyrut, Sadır yay. c.7, s.97, Şeyh Ab. Kummi, Sefine’t-il Bihar c.1 “hubb”terimi, s.204

[555]- İbn Esir, Usdu’l-Gabe c.5, s.458, Mesudi, Murucu’z-Zeheb, Beyrut, Daru’l-End. c.2, s.289, Hamd, Mustevfi, Seçkin Tarih, Abdulhüseyin Nevai’nin katkılarıyla, Tah. Emir keb. yay. hş..1362, s.161.

[556]- İbn Kesir, el-Bidaye… c.4, s.144, Ham. Must. Ae. s.161.

[557]- İbn Sa’d ae. s.99, Şeyh Ab. Kummi ae. s.204.

[558]- Askalâni, el-İsabe F.T. Sah. c.4, s.458, İbn Esir Usdu’l-G. c.5, s.588

[559]- İbn Esir ae. s.218.

[560]- ae. s.588, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye c.4, s.294, İbn Sa’d ae. c.8, s.87

[561]- İ. Abdulbirr, el-İstiab c.4, s.82.

[562]- E. M. Hayyami, Peygamber’in (s.a.a) Eşleri ve Çocukları, Beyrut, Mües. İz. 1. bas hk. 1411, s.199.

[563]- İbn Hacer ae. s.458, İbn Sa’d ae. c.8, s.87.

[564]- İbn Sa’d ae. s.90-91, Muhammed b. Habib, el-Muhber, Bey. Dar Af. Ced. Bas., s.84.

[565]- Mamagani, Tenkihu’l-Makaal, c.3, Fasl-ı Nisa, s.72. İbn Hacer ae. s.458, İbn Sa’d ae. s.91.

[566]- Mamagani ae. Ş.M.T Tusteri, Kamus-u Rical, Tah. Mer. Neşr. Kit. Hk. 1389 c.10, s.396.

[567]- İbn Sa’d ae. c.8, s.101, İbn Esir, Usdu’l-G. c.2, s.226, İbn Hacer, el-İsabe c.4, s.564.

[568]- İbn Sa’d ae. İbn Esir ae. c.2, s.224, İbn Hacer ae. s.563.

[569]- Ahzab 4, 5.

[570]- Âlusi, Tefsir-u Ruhi’l-Meâni, Beyrut, Dar. İh. Ter. Ar. c.21, s.147.

[571]- İbn Sa’d  ae. c.8, s.103.

[572]- Müfessirlere göre Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yüreğinde sakladığı şey Zeyd’in Zeynep’ten boşanacağı ve Hz. Peygamber’in (s.a.a) onunla evleneceği yolunda Rabbinden aldığı haberdi, böylece Araplar arasındaki bu batıl gelenek yıkılmış olacaktı. Hz. Resulullah (s.a.a) insanların bu konuda tavır ve sözlerinin ne olacağını bildiği için bu bilgisini açıklamaktan çekinmiştir. (Ehl-i Beyt’in 4. imamı (a.s) bunu aktarmaktadır) Alusi, ae. c.22, s.24, Tabersi, Mecmau’l-Beyan c.8, s.360.

[573]- Ahzab, 37.

[574]- İbn Esir ae. c.7, s.494, Tabersi, Mec. Bey. C.8, s.337, Kastalani, el-Mev. Led. B. M. Muh. Salih Ah. Şami inc. Beyrut Mek. İsl. bas. 1. bas. hk. 1412 c.2, s.87.

[575]- Ahzab, 40.

[576]- Dairetu’l-Maarifi’l-İslamiye, çev. Ah. Ş. ve grubu c.11, s.29’da “Zeyneb” terimi, M. H. Heykel, ae. s.316-323. Olayı saptıran doğubilimcilere göre güya Hz. Resulullah (s.a.a) bir gün Zeyd’in evine gitmiş, tesadüfen Zeyneb’i orada görür görmez güzelliğine kapılıp ona aşık olmuş. Zeyd de bunu anlayınca Zeyneb’i boşamış!!! Bu iftiranın ilkelliği güldürücüdür, çünkü Zeyneb Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yakın akrabası olduğu gibi, o sırada kadınların örtünmesi de pek yaygın bir gelenek olmadığından o hazretin (s.a.a) görmediği, tanımadığı biri değildi. Böyle bir ortamda yakın akrabaların birbirlerinin güzel mi yoksa çirkin mi olduğunu bilmediği düşünülebilir mi sahi?! Hiçbir aslı olmayan bu rivayet maalesef bazı tarih kitaplarında da yer aldığından (bk: Taberi Tar. c.3, s.42, Tabakaat-ı Kübra c.8, s.101) kimi yazarlar tarafından, aslı olup olmadığına bakılmaksızın aktarılmış ve İslam düşmanı bazı şarkiyatçılar, birçok uyduruk rivayet gibi buna da dört elle sarılmış, böylece onlara malzeme kazandırılmıştır. Oysa metinde de açıkladığımız gibi bu olayın aslı bambaşka olup çok açık ve net şekilde Kur’an’da da geçmekte ve İslam uleması bu rivayetin sahih olmadığının altını çizmektedir. Mesela ünlü Şia alimi Alemu’l-Hüda (öl: hk. 436) bu rivayetin “habise” olduğunu yazar (bk. Tenzihu’l-Enbiye, s.114) ve Âlusi Bağdadi, bunu masalcıların uydurduğu yakışıksız bir rivayetten münezzeh bilmek gerekir” dediğini yazmaktadır; bk: Ruhu’l-Meâni c.22, s.24-25.

[577]- Yakut Hamevî, Mu’cemu’l-Buldan c.4, s.9.

[578]-  Taberi Tar. Beyrut, Kam. Had. yay. c.2, s.230, Belazurî, Ensabu’l-Eşraf, M. Ham. İnc. Kahire, D. Maar. Bas. c.1, s.237.

[579]- İbn Ebi’l-Hadid, Nehc. Bel. Şerhi M. E. K. İbrahim inc. Kahire, D.K. İh. Ar. 1961 c.14, s.97, c.4, s.127-128 de Medaini’den naklen.

[580]- Taberi ae. s.230. İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.2, s.60.

[581]- İbn Sa’d ae. s.212.

[582]- Taberi ae. c.2, s.230, İbn Hişam ae. c.2, s.62.

[583]- İbn V. Yakubi Tar. c.2, s.30.

[584]- İbn Sa’d ae. İbn Ebi’l-Had. ae. c.14, s.91, Meclisi, Bihar En. c.19, s.22 Resulullah’ın (s.a.a)  Taif’te daha fazla kaldığını yazanlar da vardır.

[585]- Nehc. Bel. Subni Salih, s.530, 9 no’lu vecize.

[586]-  Ensabu’l-Eş. c.1, s.237.

[587]-  Tabakaat c.1, s.210.

[588]- Meke’yle Taif arasında bir gecelik uzaklıkta bir yerin adı; bk. Siretu’n- Nebeviyye, c.2, s.63 dipnottu.

[589]- Taberi ae. s.231, İbn Hişam ae. s.63

[590]- es-Sahih M. Siy. Neb. Â’zam c.2, s.167-168.

[591]- Bakara, 23.

[592]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.337.

[593]- ae. s.288-289.

[594]- Tabersi, A’lamu’l-V. s.56.

[595]- İbn Hişam ae. c.2, s.65-66, Taberi Tar. Beyrut, Kam. Had. bas. c.2, s.232-233, Belazuri, Ensabu’l-Eş. c.1, s.237-238, İbn İshak, es-Sirer-u ve’l-Meğazî, M. inc. Süh. Z. s.232 ayrıca, Fezareoğulları, Gassan, Mürre, Süleym, Abs, Hâris, Uzre, Hızareme, Nezr ve Bekaoğulları kabilelerini de birer birer İslam’a davet etmiş, ama hiçbiri kabul etmemiştir; bk. İbn Sa’d, Tabakaatı, Beyrut, sadır yay. c.1, s.216-217.

[596]- Hadisin Arapçası orijinal metindedir -çev-.

[597]- İbn Hişam, ae. c.2, s.66, es-Siretu’l-Halebiyye, Beyrut, Marifet yay. c.2, s.154, Zeyni Dehlan Siyeri, Beyrut, Mar. yay. 2. bas. c.1, s.147, Sey. C. Mur. Âmuli, es-Sahih M. Siy. Nebi c.2, s.175-176.

[598]- İbn Kesir, el-Bidaye, Beyrut. Mek. Maarif 1. bas. 1966 c.3, s.140.

[599]- İbn Sa’d ae. c.1, s.216.

[600]- Yakut Hamevî Mu’cemu’l-Buldan, Dar. İh. Ter. Ar. bas. hk. 1399 c.4, s.338.

[601]- ae. c.5, s.36 Maarib seddinin tarihi geçmişini 1. bölümde açıkladık.

[602]- Montegomeri Watt “Muhammed Fi Medine” çev. Şaban Ber. Beyrut, Men. Mek. Asr., s.294. Yesrib’de Arapların 13 kale ve yerleşim merkezi vardı, buna karşılık, Evs’le Hazrec buraya gelmeden önce Yahudilerin buradaki kale ve yerleşim merkezlerinin sayısı 59’du! bk: ae. s.293, Vefau’l-V. c.1, s.165, bu miktar, sözkonusu iki grup arasındaki yaşam standartlarının ne kadar farklı olduğunu göstermeye yetmektedir!

[603]- İbn Hişam ae. c.2, s.70, Taberi ae. c.2, s.234, Beyhaki, Del. Nüb. Çev. Mah. Meh. Damğani, tah. Mer. İnt. İlm. Fer. 1361 hş. c.2, s.128 bk. İbn Şehraşub Menakıbı, c.1, s.51, Tabersi, A’lamu’l-Verâ, s.56. İslam peygamberinin zuhur edeceğini bu şekilde önceden bildiren Yahudiler zuhurundan sonra o hazrete düşman olmuşlardır!! Bu nedenle Kur’an onlara şöyle itiraz eder: “Allah katından, yanlarında olan Tevrat’ı doğrulayıcı bir kitap geldiği zaman -Yahudiler- bundan önce onun yardımıyla kafirlere karşı galip geleceklerini birbirlerine müjdeledikleri halde, bu kitap ve daha önceden tanımış oldukları peygamber (Hz. Muhammed (s.a.a))onların yanına gittiğinde inkar edip ona kafir oldular, Allah’ın laneti kafirlerin üzerine olsun!” Bakara, 89.

[604]- Tabersi ae. s.57.

[605]- İbn Hişam ae. c.2, s.67-70, Taberi ae. c.2, s.233, Belazuri, Ensabu’l-Eşraf c.1, s.238, Beyhaki ae. c.2, s.118.

[606]- İbn Hişam ae. s.70-73, Taberi ae. s.234-235, Beyhaki ae. 2/128, Meclisi Bihar. En. 19/25.

[607]- “Akabe” burada “sarp geçit ve yamaç” anlamında olup Mina’nın bittiği yerde, Mekke’nin sağında yer alan bir geçit kastedilmektedir.

[608]- Bunlardan beşi, bir yıl önce biat edenlerdendi.

[609]- Bu antlaşmada savaş ve cihaddan sözedilmediğinden “biatu’n-nisa” adı verilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.a) daha sonra Mekke fethinde de bu şehrin Müslüman kadınlarından aynı mazmunu  içeren bir biat almıştır, bu biat Mümtehine Suresinin 12. ayetinde şöyle geçer: “Ey Peygamber, mümin kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, gayri meşru olan bir çocuğu kocalarına ait gibi göstermemek maruf -iyi, güzel ve yararlı işler- konusunda sana isyan etmemek amacıyla geldikleri zaman, onların biatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret iste, şüphesiz, Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.”

[610]- ae. İbn Sa’d Tabakaatı c.1, s.220.

[611]- Mus’ab, Kureyşin Abduddar boyundan zengin ve eşraf aileden gelen bir gençti. Anne babası onu çok sevdikleri halde, Müslüman olduğu için onu dışlayıp miraslarından mahrum etmişlerdi. Şevk ve heyecan dolu bir Müslümandı, iki kere Habeşistan’a hicret etmişti; bk. İbn Esir, Usdu’l-Gabe c.4, s.368-370.

[612]- Bu biat ve antlaşmaya katılan bütün isimler, tafsilatlı İslam tarihi kaynaklarında kayıtlıdır.

[613]- Beyhaki ae. s.132-140, İbn Hişam, ae. s.81-90, Belazuri ae. s.240-254, İbn Sa’d ae. s.221-223, Taberi ae. s.237, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.59-60, Meclisi ae. c.19, s.25-26.

[614]- Belazuri ae. c.1, s.257, Taberi ae. c.2, s.240-241, İbn Sa’d ae. c.1, s.226, Meclisi ae. s.26.

[615]- İbn Hiş. ae. c.2, s.111, İbn Şehraşub, Menakıb c.1, s.182, İbn Kesir, el-Bidaye… c.3, s.169.

[616]- es-Siretu’l-Halebiyye, İnsanu’l-Uyun, Beyrut, Marifet yay c.2 , s.189.

[617]- ae.

[618]- Enfal, 30.

[619]- Tevbe, 40.

[620]- Daru’n-Nedve ve Leyletu’l-Mebit hadisesinin tafsili için bk. Tarihu’l-Ümem ve’l-Muluk c.2, s.242-245, Siretu’n-Nebeviye, c.2, s.124-128, Tabakaat-ı K. c.1, s.227-228, Delailu’n-Nübuvve c.2, s.147-149, Ensabu’l-Eşraf c.1, s.259-260, el-Kamil Fi Tar. c.2, s.101,Yakubi Tar. c.2, s.32, A’lamu’l-Vera, s.61, Şeyh Tusi, s.445-447 ve 463-471, İbn Şehraşub Men. C.1, s.182-183, Menakıb. Harezmi, s.83, Kenzu’l-Fevaid, Keraceki c.2, s.55, İbn Kesir, el-Bidaye Ve’n… c.3, s.175-180, Siretu’n-Nebeviye, c.2, s.189-206, Bağdadi Tar. c.13, s.191-192, Bihar. En. c.19, s.47, s.47-65.

[621]- Bakara, 207.

[622]- Fi-Nişaburi, Ravza’tu’l-Vaizin, Bey. Mües. İlm. Mat. 1. bas. hk.1406, s.117, İbn esir, Usdu’l-Gabe c.4, s.25, Mümin Şeblenci, Nuru’l-Ebsar, Kahire, Mek. Meş. Hüs., s.86, Tabersi, Mecmau’l-Beyan c.1, s.301, İbn Ebi’l-Hadid, Nehc. Bel. Şerhi, M. E. İbrahim inc., Kahire. Dar. Kit. Ar. bas. 1961 c.13, s.262, Sıbt b. Cevzi, Tezkeretu’l-Hevass, Necef, Mek. Hayd. bas. hk. 1383, s.35, Takıyuddin Ebubekir Hamevî, Semeratu’l-Evrak, el-Mustatraf haşiyesinde, s.20, Abdul Hüs. Emini, el-Gadir c.2, s.48’de çeşitli kaynaklardan naklen, Şeyh. M. H. Muzaffer, Delailu’s-Sıdk, Kum. Basireti Mek. Bas. c.2, s.80. Merhum Muzaffer, ünlü Ehl-i Sünnet ulema ve müfessirlerinden Sa’lebi, Kunduzi, Hakim Nişaburi, İmam Hanbel, Ebu’s-Saadet, Gazali, Fahr-i Razi ve Zehebi gibi isimlerden aktararak hepsinin, bu ayetin Hz. İmam Ali (a.s) hakkında indiğini kaydettiklerini yazar.

[623]- Saduk, el-Hisal, Kum, Men. Cam. Müd. bas. c.2, s.367 es-Seb’a babı, Müfid, el-İhtisas, Kum. Men. Cem. Müd. bas., s.165.

[624]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.2, s.129, Taberi ae. c.2, s.247, Belazurî, Ensabu’l-Eşraf c.1, s.261, İbn Şehraşub Menakıbı c.1, s.183.

[625]- Şeyh Tusi, el-Emali, Kum. Dar. Sak. 1. bas. hk.1414., s.468 bk. Müfid, ae. s.147, Tarihu’l-Hulefa, s.166. Meclisi, Bihar 19/62.

[626]- M.b. Sa’d Tabakaatı, c.1, s.232, Meclisi, Bihar. En. c.19, s.87.

[627]- İbn Hişam ae. s.137, Taberi ae. s.248, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.64, Belazurî ae. s.263, Beyhaki, Del. Nübuvve, çev. M.M. Damğani, Tah. Mer. İnt. İlm. Ferh. Hş. 1361, c.2, s.172.

[628]- Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Kuba’da ne kadar kaldığı hakkında çeşitli rivayetler vardır.

[629]- İbn Şehraşub ae. c.1, s.185, Beyhaki ae. s.166-172, Taberi ae. c.2, s.249.

[630]- İbn Hişam, ae. s.138, Taberi ae. s.249.

[631]- İbn Şehraşub, ae. s.183 bk. A’lamu’l-Vera, s.66, Yakubi Tar. c.2, s.34.

[632]- ae.

[633]- İbn Vazih, Yakubi Tar. Necef, Mek. Hayd. bas. hk. 1384, c.2, s.35, Mesudi, et-Tenbih ve’l-Eşraf, Kahire Dar., s. T. Neşr, s.252, İbn Esir, el-Kamil F. Tar. Bey. Dar. Sad. c.1, s.10, Ş.A. Bedran, Tehş. Tar. Dimaşk, Hafız b. Asakir tel. Bey. Dar. İh. Ter. Ar. 3. bas. hk.1407. c.1, s.23-24.

[634]- Taberi Tar. Bey. Dar. Kam. Had bas. c.2, s.252, Nuruddin Semhudi, Vefau’l-Vefa Bey. Dar. İh. Tar. Ar. 3. bas. hk. 1401 c.1, s.248, Meclisi, Bihar c.40, s.218, İbn Şehraşub’dan naklen.

[635]- Belazurî, Fut. Buldan, Bey. Dar. Kut. İlm. Hk. 1398, s.71-72, Bu metnin orjinalinde Ali b. Ebu Talib adı kayıtlıdır; bunun nedeni tarih kitaplarında belirtilmiştir; bk. es-Sahih M. Siy. Neb. A’zam c.3, s.46-48.

[636]- Ş. Abdulhayy-ı Kettani, et-Teratibu’l-Edariyye, Beyr, Dar. İhy. Ter. Ar. c.1, s.181.

[637]- Ş.H. Diyarbekri, Tarihu’l-Hamis, Bey. Mües. Şaban c.1, s.368.

[638]- Vakidî, el-Meğazî, inc. Marsden Johannas, Bey. Mües. Al. Mat bas. c.2, s.531.

[639]- Bekiroğulları boyundan.

[640]- Vakidî, ae. s.534.

[641]- Sey. Cafer Mur. Amuli, es-Sahih Min. Siy. Neb. A’zam. c.3, s.55.

[642]- Taberi ae. s.252, İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Bey. Mek. Maar. c.2 hk. 1394 c.7, s.73-74, İbn Ebi’l-Hadid, Nehc. Bel. Şerh, M. E. İbr. İnc. Kahire, Dar. İh. Kut. Ar. c.12, s.74, İbn Esir Tar. c.1, s.10-11.

[643]- İbn Şehraşub Menakıbı c.1, s.175, es-Sahih M. Siy. Neb. A’zam c.3, s.35, daha fazla bilgi için bk ae. s.32-56.

[644]- Yakut Hamevî, Mu’cemu’l-Buldan, Bey. Dar. İhy. Ter. Ar. hk.1399 c.5, s.430 “Yesrib” kelimesi.

[645]- Muh. B. Sa’d, et-Tabakatu’l-Kübra, Bey. Dar. Sad. Bas. c.1, s.239, Taberi Tarihi, Bey. Dar. Kam. Hadis bas. c.2, s.256, Beyhaki, Delailu’l-Nüb. Çev. M.M. Damğani, Tah. Mer. İnt. İlm. Fer. hş.1361, c.2, s.187, İbn Şehraşub Menakıbı, Kum Mat. İlm. bas c.1, s.185, İbn Kesir, el-Bidaye, Bey. Mek. Maar. 2. bas. 1977, c.3, s.215, es-Siretu’l-Halebiyye, İnsanu’l-Uyun, Beyrut, Dar. Mar. bas. c.2, s.252, Meclisi, Bihar, Tah. Dar. Kut. İsl. c.19, s.124.

[646]- Sevda ve Ayşe için de birer oda yapıldı, M. İ. Sa’d, ae. s.240, Halebi ae. s.273.

[647]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, Kahire, Mat. Mus. B. Halebi bas. 1355 hk. c.2, s.143, İbn Şehraşub, ae. s.186.

[648]- İ. Vazih, Yakubi Tar. Necef. Mek. Hay. Bas. 1384 hk. c.2, s.34.

[649]- İbn Sa’d ae. s.255, Nur. Semhudi, Vefau’l-Vefa… Beyr. Dar. İhy. Ter. Ar. 3. bas. 1401 hk. c.2, s.453-458, Meclisi, Bihar. En. c.17, s.81 c.22, s.66, 118,310, c.70, s.128-129, c.72, s.38, bk. Mecmau’l-Beyan c.2, s.386, Bakara-273. ayetin tefsiri, Abd. Hayyu’l-Kettani, et-Teratub… c.1, s.473-480.

[650]- Ebu Nuaym İsfahani, Hilyetu’l-Evliya, Bey. Dar. Kit. Ar. 2. bas. 1387 hk. c.1, s.339-340. Ebu Nuaym, Suffe Ashabı hakkında tafsilatlı bilgi verir, bk. Ae. c.1, s.347-385’de tamamı 51 kişi olan Ashab-ı Suffe’nin adlarını sayar (bunların arasında kadın ismi yoktur) Ebu Naim bunların hepsinin Suffada yaşayan ashab olmadığını da ekler, ona göre ashab-ı Suffa şunlardır: Bilal, Berra b. Malik, Cünde b. Cunade, Huzeyfe b.Yeman, Heban b. Eret, Zu’l-Behadeyn -Abdullah- Selman, Said b. Ebu Vakkas, Sa’d b. Malik (Ebu Said Hudri), Salim (Ebu Huzeyfe’nin sahibi) ve Abdullah b. Mesud .

[651]- Bu Yahudilerden maksat, Amr b. Avfoğullarıyla Medine’de yaşayan diğer Yahudilerdir; Kaynuka, Nezir ve Kurayzaoğulları ise, Hz. Peygamber’le (s.a.a) ayrı bir antlaşma imzalamıştır, ileride buna da değineceğiz.

[652]- İbn Hişam ae. c.2, s.147-150. Bu antlaşmanın maddeleri için bk. Furuğ-u Ebediyet c.1, s.462-465.

[653]- İslam tarihçileri bu muahedenin Hz. Peygamber’in (s.a.a) Medine’deki ilk hutbesinden sonra imzalandığını yazarlar, binaenaleyh o hazretin (s.a.a) Medine’deki ilk uygulamalarından biridir.

[654]- Hicretten 5 veya 8 yıl sonra, bk. Semhudi ae. c.1, s.267, Meclisi, Bihar c.19, s.130, dipnot, Mukrizi’den naklen.

[655]- Hucurat, 10.

[656]- İbn Hişam ae. c.2, s.150, İbn Sa’d, ae. c.1, s.238, Halebi, ae. c.2, s.292, Meclisi, ae. c.19, s.130. Bu kardeşlik din kardeşliğidir ve rivayette de vurgulanır, bk. Tusi, el-Emali, Kum, Dar. Sekafe 1414 hk. s.587.

[657]- İbn Hişam, ae. Askalani, el-İsabe, Beyr. Dar. İhy. Ter. Ar. 1. bas.1328 hk. c.2, s.507, Şeyh. Süleyman el-Kunduzi Hanefi, Yenabiu’l-Mevedde, Bey. Mües. İlm. Mat. c.1 bab:9, s.55, Sıbt b. Cevzi, Tezkeretu’l-Havass, Necef, mat. Hayd. bas. 1383 hk., s.20,22,23, Ahmed b. Hanbel’den naklen el-Fezail kit. da, İbn Abdulbirr, el-İstiy’ab, el-İsabe’nin haşiyesinde, c.3, s.35, Halebi, ae. c.2, s.292, Semhudi, ae. c.1, s.268, Muzaffer, Del. Sıdk, Kum, Meh. Basireti bas. c.2, s.268-271.

[658]- Şeyh Sül. Kunduzi, ae. c.1 bab. 9, s.85, İmam Hanbel’den nakille, Emini,  el-Gadir c.3, s.112, Murtaza Âmuli, es-Sahih Min. Siy. Neb. A’zam 1403 hk. c.3, s.60, Tusi, el-Emali, s.587. Bu antlaşmada Hz. Peygamber’in (s.a.a) Hz. Ali’yle (a.s) kardeşliği konusundaki hadisler, hadis bilimi açısından tamamen sahih ve sağlamdır, bu nedenle İbn Teymiye’yle İbn Kesir’in kendilerine has görüş ve kişiliklerinden kaynaklanan bu konudaki sözleri ilmi itibardan yoksundur. bk. El-Gadir c.3, s.112-125, 174,227,c.7, s.336.

[659]- Vakidî, el-Meğazî, Marsden  johans inc. Beyrut, Mües. İlm. mat. c.1, s.379, İbn Ş. Medine-i Münevvere Tarihi, Fehim Muh. Şeltut inc. Kum. Dar. Fik. 1410 hk. c.2, s.289.

[660]- Müsned-i Ahmed c.3, s.204, Halebi, ae. c.2, s.292, İbn Kesir, ae. c.3, s.228, İbn Ş. ae. s.490.

[661]- Haşr, 8, 9.

[662]- Fetih, 29.

[663]- Bu üç Yahudi kabilesinin gerçek vatanlarının neresi olduğu hakkında tarihçiler arasında görüş farklılıkları olup ilgili tarihi belgeler arasında hayli çelişki ve düzensizlik bulunduğundan bu konuda gerçeği teşhis edebilmek çok zordur. Yaygın kanaate göre Yahudiler Romalıların Şam’da kendilerine uyguladıkları yoğun baskılar sonucu, Arap Yarımadasına ve bu cümleden olmak üzere Yesrib’e göçüp buraya yerleşmiştir; bk: Mu’cemu’l-Buldan c.5, s.84 “Medine” kelimesi, Vefau’l-Vefa c.1, s.160. Onlardan sonra, Mâ’rib Seddinin yıkılması üzerine Kahtanlılar (Evs ve Hazrec) Yesrib’e göçüp onlarla birlikte yaşamıştır; bk: Mu’cemu’l-Buldan c.1, s.36, İbn esir Tar. Beyrut, Dar. Sad. c.1, s.656. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu Araplarla Yahudiler arasında ötedenberi çekişme ve anlaşmazlıklar olmuştur. Ama bazı tarihçilere göre onlar Arap Yarımadasının yerlileriydi ve Yahudilerin tebliği sonucu onların dinini seçmişlerdi, bk: Ahmed Sevse, Mefsalu’l-Arab ve’l-Yahud Fi’t-Tarih, Vez. Sak. ve’l- A’lamu’l-Arabiyye, 5. bas. 1981, s.627-629. Kimileri de Yahudilerin Yesrib’e yerleşmesini Hz. Musa (a.s) dönemine kadar götürür ki bu epey masalımsı ve destana benzemektedir; bk. Mu’cemu’l-Buldan, c.5, s.84, Vefau’l-Vefa c.1, s.157. Bazı tarihi belgelerle rivayetlerde, Yahudilerin ahir zaman peygamberi olan Hz. Resulullah (s.a.a) hakkında birçok iz ve bilgiye sahip bulundukları, onun hicret edeceği yeri bulabilmek amacıyla Fedek, Hayber, Tima ve Yesrib’e gidip oralara yerleştikleri geçer, bk. Mu’cemu’l-Buldan c.5, s.84, Vefau’l-Vefa c.1, s.160, Kuleyni, er-Ravza-u Mine’l-Kafi, s.309, Meclisi, Bih. Envar c.15, s.226. Bu durum, ilk görüşteki gerçeklerle bağdaşmaktadır, çünkü Romalıların baskıları sonucu Şam’dan ayrılmak zorunda kalınca, son peygamberin zuhurunun yakın ve alâmetlerinin de ne olduğunu bildiklerinden büyük bir ihtimalle Yesrib bölgesini seçtiler, bunu onaylayan rivayetler de az değildir, bk: Ab. Bedran, Tehzib-u Tarih-i Dimaşk, İbn Asakir telifi, Beyr. Dar. İhy. Ter. Ar. 3. bas. 1407 hk. c.1, s.351, Vefau’l-Vefa c.1, s.160. Bu üç Yahudi kabilenin İsrailoğulları ırkından mı, yoksa Arap ırkından mı oldukları konusunda ihtilaf vardır; bazıları 2. görüşü savunur, bk. Ahmet Sevse ae. s.627, Yakubi de Nezir ve Kurayzaoğullarını Arap bilir; bk. Yakubi Tar. c.2, s.40-42, Vefau’l-Vefa c.1, s.162. Kur’an’da genellikle Arap Yarımadasındaki Yahudileri muhatap alan “İsrailoğulları” ifadesi ve Yahudilerin, İsrailoğulları ırkından olmadığı için Hz. Peygamber’e (s.a.a) muhalefet sergilemeleri, diğer taraftan Arap kabilelerinin soylarının ve boylarının kimliklerini koruma konusunda çok titiz davranan Arap soybilimcilerin bu Yahudi kabilelerinin soylarına hiç değinmemiş olması gibi faktörler dikkate alındığında ilk görüşün gerçeğe çok yakın olduğu anlaşılmaktadır. Meselenin tafsilatı bu kitabın konusu dışında kaldığından bu kadarlık açıklamanın yeterli olacağını sanıyoruz.

[664]- Tabersi, A’lamu’l-Vera, Tah. Dar. Kit. İslamiye 3. bas., s.69, Meclisi, Bih. Envar c.19, s.110-111, bk. Vakidî, Meğazî c.1, s.176,365,367 ve c.2, s.454, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye c.3, s.231, Yakubi Tar. c.2, s.43. Bu üç kabile, yaptıkları antlaşmayı defalarca çiğnediği için Hz. Resulullah (s.a.a) tarafından cezalandırılmışlardır.

[665]- Meclisi, ae. s.69,110.

[666]- İbn Hişam ae. c.2, s.160-166, Nüveyri, Nihayetu’l-Ereb, çev. M.M. Damğani, tah. Emir Keb. yay. 1. bas. 1364 hş. c.1, s.332.

[667]- es-Siretu’l-Halebiyye, İnsanu’l-Uyun, Beyr. Dar. Mar. c.1, s.337, Nüveyri ae. s.339, İbn Hişam ae. 174.

[668]- İbn Hişam ae. c.2, s.237-238, Beyhaki ae. c.2, s.165, Nüveyri, ae. c.1, s.338, İbn Şebeh, Medine-i Münevvere Tar. Feh. Muh. Şeltut inc. Kum. Dar. Fik. bas. 1410 hk. c.1, s.357, Ah. Ley. Dehlan, Siyretu’n-Nebeviyye ve’l-Âsaru’l-Muhammediye, Beyr. Dar. Mar. 2. bas. c.1, s.184 .

[669]- Mesudi, el-Tenbih ve’l-Eşraf, Kahire, Dar. Sav. bas. yay. s.237.

[670]- Bakara, 146, En’am,20.

[671]- A’raf, 157, Bakara, 76,89,101, Âl-i İmran 81,187, En’am 114, Kasas, 52.

[672]- Halebi ae. c.1, s.320, Beyhaki ae. c.2, s.186, İbn Şehraşub Menakıbı, Kum, İlm. Mat. 1/51, Vakidî, el-Meğazî, 1/367.

[673]- Bakara, 89.

[674]- Nisa, 153, Âl-i İmran 183.

[675]- İbn Hişam ae. 2/160, İbn Şehraşub ae. 1/54, Halebi ae. 1/321-322, Zeyni Dehlan Siretu’n-Nebeviyye ve’l-Asaru’l-Muhammediyye, Beyr. Dar. Mar bas. 1/178-180.

[676]- Âl-i İmran 72.

[677]- İbn Hişam ae. 2/204-205, Halebi ae. 2/319-320.

[678]- Bakara, 96.

[679]- Maide 82.

[680]- Bakara 90,109, Nisa 54, İbn Hişam ae. 2/160, Zeyni Dehlan ae. 1/176, Vakidî, Meğazî, 1/365.

[681]- Kaynuka Yahudileri kuyumculukla uğraşıyordu; bk. Montegomeri W. Muh. Fi. Medine, Ş. Bekekat, Bey. Mek. Asr. bas. Medine’de onların adını taşıyan bir de çarşıları vardı, bk. İbn Şebeh ae. Feh. M. Şeltut inc. Kum, Dar, Fik 1/306, Yakut Hamevî, Mu’cemu’l-Buldan 4/424. Nezir ve Kurayza Yahudilerinin Medine çevresinde kaleleri ve yerleşim bölgeleri vardı, tarım ve çiftçilik yapıyorlardı; bk. Yakut Hamevî ae. c.1 “Neziroğulları” ve “Bethan” terimleri, Nuruddin Semhudi, Vefau’l-Vefa, Bey. Dar. İh. Ter. Ar. 3. bas. 1401 hk. 1/161.

[682]- Nisa 161.

[683]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, Kahire, mat. Mus. B. Hal. bas. 1355 hk. 2/188.

[684]- Tevbe, 31.

[685]- Bakara 79, Âl-i İmran 187, Tevbe 34, Beyhaki, Delailu’n-Nüb. Çev. M.M. Damğani, Tah. mer. İnt. ilm. Fer. 1361 hş. 2/186-187.

[686]- Bakara 97, 98, İbn Sa’d Tabakaatı, Beyrut, Sadır yay. 1/175, es-Siretu’l-Halebiyye, İnsanu’l-Uyun, Bey. Dar. Mar. 1/329.

[687]- Nisa 46, 155, 158, Tevbe 30.

[688]- Mur. Âmuli, es-Sahih M.S. Neb. A’zam 1403 hk. 3/106, Sahih-i Buhari, Ş.K.Ş Rufai inc. Beyr. Dar. Kalem yay. 1. bas. 1407 hk.7/486 hadis. 1188, Sahih-i Müslim, Nevevi Şerhi 14/80.

[689]- Murtaza Âmuli ae. 1/175-176.

[690]- Sah. Buhari ae. c.9 bab: 1190, s.772.

[691]- Halebi ae. 1/372 bk. İbn Şehraşub Menakıbı 1/52.

[692]- Halebi ae. 2/332.

[693]- İ.V. Yakubi Tar. Necef, Mek. Hayd. bas. 1384 hk. 2/34, M.S. ae. 1/242, Şeyh Hürr-i Âmuli, Vesailu’ş-Şia 4. bas. 1391 hk. c.3 Salat kit. kıble babları bab:2 had:3, s.216, Tabatabai, el-Mizan, Bey. Mües. İlm. mat. 3. bas. 1393 hk. 1/331. Kıblenin değişme tarihi hicretten 7 veya 18 ay sonra olarak kayıtlıdır; bk. Vefau’l-V. 1/361-364, Bihar. En. 19/113 dipnotta, Allame Tabatabai 17 ayı kabul eder bk ae.

[694]- Bazı tarihçilere göre kıblenin değiştiği yer Selimeoğulları’nın camisiydi, daha sonra “Mescid-i Kıbleteyn” adıyla ün kazandı; bk. İbn Vazih ae. 1/34, M.S. ae. 1/242, Semhudi, Vefa. V.1/361-362, Zemahşeri, Keşaf Tefsiri, Bey. Dar. Mar. 1/101. Kimine göre de burası Hz. Peygamber’in (s.a.a) ilk Cuma namazını kıldığı Salim b. Avfoğulları kabilesinin camisiydi; bk. Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.81, Meclisi, Bih. Envar 19/124 Ali b. İbrahim’den nakille. Bazı tarihi belgeler de bu olayın bizzat Mescid-i Nebi’de vuku bulduğunu göstermektedir, bk. İbn Sa’d ae. 1/241, Semhudi ae. 1/360, Meclisi ae. 19/200-201. Bugün restore edilen ve Medine’nin kuzeyinde yer alan “İki kıble Camii”, Selimeoğullarının o günkü camiinin konumuyla daha fazla örtüşmektedir. Çünkü Selimoğulları Medine’nin güneyinde oturuyordu. Kısacası bu ihtilaflar, sözkonusu camiinin tarihi önemini azaltmaz.

[695]- Bakara 144.

[696]- Bakara 142.

[697]- Bakara 145.

[698]- Bakara 143.

[699]- Tabatabai, el-Mizan, Beyr. Mü. İlm. Mat. 3. bas.1393 hk. 1/333. Bazı tarihi belge ve rivayetlere bakılırsa Hz. Peygamber (s.a.a) Mekke’de olduğu zaman da Ka’be’ye sırtını dönecek şekilde namaz kılmıyordu; (bk. Vesail’u Şia 3/216, salat kit. kıble babları hadis.4) Beytu’l-Mukaddes’i kıble edinirken, Ka’be’yi de önüne alacak şekilde durarak namazda her ikisini de kıble edinmiş oluyordu; bk. es-Siretu’l-Halebiyye 2/357.

[700]- Hac 39,40, ayrıca bk. el-Mizan 14/383, Yakubi Tar. 2/36.

[701]- İbn Esir, el-Kamil Fi’t-Tarih, Beyr., s. yay. 2/112.

[702]- Hz. Peygamber’in (s.a.a) toplam 26 gazve ve 36 seriyyeye katıldığı yazılmıştır, bk. İbn Şehraşub Menakıbı 1/186, Tabersi, A’lam. V., s.72, seriyelerin daha fazla olduğu da söylenir, bk: Mesudi, Murucu’z-Zeheb, 2/282, Buhari bu sayının 19 olduğunu aktarır: 6/327.

[703]- Vakidî, Meğ. M. Johan. 1/9-11, M.C. Taberi Tar. Meyr. Kam. Had yay. 2/259, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 2/245-251. İbn İshak bu seriyelerin hicretin 2. yılında gerçekleştiğini yazar bk. Taberi, ae. Bu teori doğru kabul edilirse İslam ordusunun h.2. yılda oluşmaya başladığı da kabul edilmelidir. Bu ise konunun önemini azaltmaz ve her hal-ü kârda Hz. Peygamber’in (s.a.a) süratli davrandığını göstermektedir.

[704]- Vakidî ae. s.11,13, Taberi ae. s.259, 261.

[705]- Vakidî ae. s.9.

[706]- Montegomeri, Muhammed F.M. çev. Ş. Ber. Beyr. Mek. Asr. bas., s.5.

[707]- Daha sonra bu tehdit gerçekleşmiş ve ileride de değineceğimiz üzere Kureyşliler Şam ticaret yolunun kesilmesinden fevkalade tedirgin olup başka bir yol aramak zorunda kalmışlardır.

[708]- Hz. Peygamber (s.a.a) hicret ettikten sonra Akil, hazretin (s.a.a) Mekke’de Ebu Talib Vadisi’ndeki eviyle Haşimoğullarından diğer muhacirlerin evlerine el koyarak sahiplendi! Mekke fethi sırasında Hz. Peygamber (s.a.a) şehir dışında bulunan Hecun’da çadır kurunca sahabe “neden kendi evinizde kalmıyorsunuz?” diye sordu,  hazret (s.a.a) “Akil bize ev bıraktı mı ki?!” buyurdular! bk. Vakidî, Meğazî, 3/828, İbn Sa’d Tabakaatı, Beyr. Sadır yay. 2/136, Kastalani, Mev. L. M. Muhammediye, Beyr, Dar. Kit. İlm. 1. bas. 1316 hk. 1/318. Daha sonra Akil’in varisleri bu evi Haccac b. Yusuf’un kardeşine 100 bin dinara satacaktır! Bk. es-Siretu’l-Halebiyye 1/101-102. Aynı şekilde Cahş b. Rıaboğullarının hicretinden sonra onların da Mekke’deki evleri sahipsiz kalmıştı. Ebu Süfyan da Akil gibi davranarak kızının onlardan biriyle evli olduğu bahanesiyle onların evlerine el koyup sahiplenmiştir! Bk. İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 2/145. Keza, Süheyb Medine’ye hicret ettiğinde Mekke müşrikleri onu takip edip yakalamış, parasını ve eşyalarını almış, Süheyb böylece canını kurtarabilmiştir! bk. ae.  2/121.

[709]- M. H. Heykel, Muhammed’in (s.a.a) Hayatı, Kahire, Mek. Neh. Mısriye 8. bas. 1963, s.24-248.

[710]- Bakara, 217.

[711]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, mat. Mustafa B. Halebi bas. 1355 hk. 2/252-255, Belazurî, Ensabu’l-Eşraf, M. Ham. İnc. Kahire Dar. Maar. 3. bas. 1/371-381, Vakidî ae. 1/13-19, Taberi Tar. Bey. Dar. Kam. Had. bas. 2/262-264, İbn Şebeh ae. inc. F. Muh. Şeltut 1. bas. 2/472-477.

[712]- Vakidî ae. 1/20.

[713]- ae. s.27, Meclisi, Bihar, Tah. Tar. Kit. İslamiye bas. 1385 hk. 19/245-247.

[714]- Bedir, Medine’nin güneybatısındadır, bugün şehir haline gelmiş, aynı adla bir yerleşim bölgesi olmuştur. Medine’den Cidde ve Mekke’ye giden asfalt yol buradan geçer, Medine’ye 153, Mekke’ye 343km. mesafededir, bk. Muh. Ab. Yemani, Bedru’l-Kübra, Cidde, Dar. Kıble, S.İsl. 1. bas. 1415 hk., s.25 Medine -Mekke otoyolu yapıldıktan sonra hacıların hac mevsimindeki güzergahı artık buradan geçmemektedir.

[715]- İbn Hişam ae. 2/258.

[716]- M. b. Sa’d Tabakaatı, Bey. Sadır yay. 2/20, Taberi ae. 2/272

[717]- Müslümanların 70 devesi vardı, birkaç kişi bir deveye biniyordu (Vakidî ae. s.26, İbn Hişam ae. Ş. Müfid İrşadı, s.73, İbn Şehraşub Menakıbı 1/187, Meclisi, Bih. En. 19/323, Müsned-i Ahmed 1/125) bir rivayete göre de 2 atları vardı (bk. Vakidî ae. s.26, İbn Sa’d ae. s.12-24, Yakubi Tar. 2/37) 6 zırh, 8 kılıçları vardı! (bk. İbn Şehraşub, ae. s.187, Meclisi ae. 19/323).

[718]- İbn Hişam ae. 2/258, Vakidî ae. 1/28.

[719]- İbn Hişam ae. s.270, Vakidî ae. s.41.

[720]- İbn H. ae. 2/269, İbn Sa’d ae. 2/15, İbn Şehraşub ae. 1/187, Meclisi ae. 19/219.

[721]- İbn Hişam ae. s.266-268, Vakidî ae. s.48-49, İbn Sa’d ae. s.14.

[722]- İbn H. ae. s.278, İbn, s. ae. s.15,19,20.

[723]- İbn H. ae. s.277, İbn, s. ae. s.17,23,24 Meclisi ae. 19/279, İbn Esir Tar. Bey. Dar. Sadır yay 2/125

[724]- Şeyh Müfid, İrşad, Kum M.A.F. Şeyh Müf. bas. 1. bas. 1413 hk. s.69.

[725]- Vakidî ae. s.112 Hz. Peygamber (s.a.a) ilkindi namazını savaştan sonra Medine’ye dönerken yolda kılmıştır, bk. Vakidî ae. s.112-114.

[726]- İbn Sa’d ae. s.18, Taberi ae. 2/294 Yakubi Tar. 2/37.

[727]- İ. Sa’d ae. , s.18-22, Vakidî ae. s.116, Taberi ae. s.294, Yakubi Tar. 2/37 İbn Şehraşub Menakıbı 1/189, Meclisi ae. 19/291.

[728]- İbn Sa’d ae. s.17, Yakubi Tar. 1/37, İbn Şehraşub ae. s.189.

[729]- Zeyd b. Sabit okuma yazmayı bu yolla öğrendi bk. İbn Sa’d ae. 22/26.

[730]- İbn Sa’d ae. s.18.

[731]- Vakidî ae. 1/115.

[732]- ae. s.121.

[733]- ae. s.21.

[734]- ae. s.78.

[735]- Hz. Resulullah (s.a.a) bi’setten önce hiçbir askeri işle uğraşmadığı ve sadece gençliğinde Ficar savaşına katıldığı söylendiği -ki bu da kuşkuludur- halde çok tecrübeli bir asker gibi, savaşta mükemmel bir komuta örneği sergiliyordu. Müslümanlar onun komutası nedeniyle bir tek yenilgi dahi almış değildir.

[736]- İbn Sa’d ae. 2/23, Müsned-i Ahmed b. Hanbel 1/126, İbn Ebi’l-Hadid, Nehc. Bel. Şerhi, M.E. İbr. İnc. Kahire, Dar. Kit. Ul. Ar. 1961 13/279.

[737]- İbn Ebi’l-Hadid ae. c.1, mukaddime, s.24, Şeyh Müfid, İrşad, Kum, el-Mu’temiru’l-Al. El. Şeyh Müfid 1. bas. 1413 hk., s.72.

[738]- Şeyh Müf. ae. s.70-72, Belazurî’yle Vakidî bu grubun 18 kişi olduğunu yazar bk. Ensabu’l-Eşraf 1/297-301, Meğazî 1/152, Bihar. En. 19/293. Bedir’den 3 yıl sonra baş gösteren Hendek savaşında Arapların ünlü kahramanı Amr b. Abduvvedd karşısında Hz. Ali’yi (a.s) bulunca “Baban Ebu Talib arkadaşımdı, seni öldürmek istemem, git buradan!” demiştir.

Nehcu’l-Belağa’ya Şerh yazan ünlü mutezile İbn Ebi’l-Hadid, Hz. Ali’yle (a.s) Amr arasındaki konuşmayı aktardıktan sonra şöyle yazar:

“Hocamız Ebu’l-Hayr Masdak b. Şebib Nehvi bu kısmı derste anlatırken “Amr yalan söylüyordu” derdi, “Çünkü Bedir’le Uhud’da Hz. Ali’nin (a.s) nasıl savaştığını görmüştü, dolayısıyla onunla savaşması halinde yenileceğini biliyordu ve bu nedenle de Hz. Ali’yle (a.s) savaşmaktan kurtulabilmek için bu yola başvuruyordu! bk. Nehcu’l-Bel. Şerh.19/64.

[739]- Enfal, 5, 6.

[740]- Vakidî ae. c.1, s.4, es-Siretu’l-Halebiyye, İnsanu’l-Uyun, Bey. Dar. Mar. bas. 2/385-386, Meclisi, Bih. Envar 19/247.

[741]- Âl-i İmran 123.

[742]- Enfal 11, Vakidî ae. s.54 İbn Sa’d ae. 2/15-25.

[743]- Enfal 11, V. ae. Halebi ae. s.392, Kureyşlilerse korku ve tedirginlikten sabaha kadar uyuyamamış, bu sıkıntı yüzünden yemek bile yiyememişlerdir! Bk. Vak. Ae. s.54.

[744]- Şeyh Müf. ae. s.73, Müsned-i Ahmet 1/125, Meclisi, Bih. Envar 19/279.

[745]- Enfal, 9, Vak. ae. s.76-79, İbn Hişam ae. 2/286.

[746]- Enfal, 12.

[747]- Enfal 7.

[748]- Vak ae. s.49.

[749]- ae. s.115, Belazuri, Ens. Eşraf, M. Ham inc. Kahire Dar. Mar. 3. bas. 1/294.

[750]- Taberi ae. 2/297.

[751]- Vak. ae. 1/121, İbn Hişam ae. 3/55 Beyhaki 2/341.

[752]- Yakubi Tar. Necef, Mek. Hayd. bas. 1384 hk. 2/38.

[753]- Vakidî ae. 1/197-198.

[754]- Karda seriyesi de kayıtlıdır, bk. Bihar. En. 20/4 dipnotu, Taberi ae. 3/5.

[755]- İbn Hişam ae. 3/53-54, Meclisi, Bih. En. 20/4-5.

[756]- Âl-i İmran 12,13.

[757]- Vak. ae. 1/176, İbn Hişam ae. 3/50-52, Belazuri ae. 1/308-309, Taberi ae. 2/297-298.

[758]- Vak ae. s.178.

[759]- ae. İbn Hişam ae. 3/50.

[760]- Hz. Peygamber (s.a.a) Abdullah b. Ubey Müslüman göründüğü ve Müslümanların birliği için çaba gösteriyormuşçasına bir tavra girdiği için onun arabuluculuğunu kabullenmiş olsa gerektir.

[761]- Vak. ae. s.179.

[762]- Meclisi, Bihar. En. 43/97.

[763]- ae. s.108, İ.V. Yakubi Tar. 2/34.

[764]- İbn Sa’d Tabakaatı, Bey. Sadır yay. 8/19.

[765]- Meclisi ae. s.93.

[766]- Emini, el-Gadir 3/20.

[767]- Meclisi ae. s.92.

[768]- ae. s.112.

[769]- Daha fazla bilgi için bk. Dr. Sey. C. Şeyh. Hz. Fatıma Zehra’nın (a.s) Hayatı, Def. Neş. Fer. İsl. bas. 1365 hş., s.44-76, E. M. H: Hz. Peygamber’in (s.a.a) Eşleri ve Çocukları, Beyr, Mües. İz. 1.bas 1411 hk., s.322-328.

[770]- Vak ae. 1/200, İbn Hiş. ae. 3/64, İbn Sa’d Tabakaatı 2/37.

[771]- Müşrik ordusu 3 bin kişiydi, 700’ü zırhlıydı, 200 at, 1000 develeri vardı, bk. Vakidî ae. s.203, M. Sa’d Tabakaatı, s.37, İbn Ebi’l-Hadid, Nehc. Bel. Şerhi, Kahire, Dar. İh. Kut. Ar.1962, 14/217.

[772]- Vakidî ae. 202-203, İbn Sa’d ae. s.37, İbn Hişam ae. 3/66.

[773]- Vak. ae. s.204, 206, İbn Ebi’l-Had. ae. 14/27. Bir rivayete göre Hz. Resulullah’ın (s.a.a)dostu olan ve Müslümanları seven Huzae kabilesi bu olayı hazrete (s.a.a) bildirmiştir, bk. İbn Ebi’l-Had ae. s.218, her iki yolla da peygamberle (s.a.a) bu haber ulaşmış olabilir.

[774]- Vakidî ae. s.210,212, 213, İbn Hiş. ae. 3/67, İbn Sa’d ae. s.38.

[775]- İbn Şehraşub Menakıb, Kum. Mat. İlm. 1/191, Meclisi ae. 20/117.

[776]- Uhud Dağı Medine’nin kuzeyindedir. Güneydeki doğal manialar nedeniyle düşmanın buradan Medine’ye girebilmesi mümkün değildi, şehri arkadan dolanıp kuzeyden saldırmak zorundaydı; bk. M. Hamidullah: Resul-ü Ekrem (s.a.a) Savaş Meydanında, çev. Sey. G. Saidi, Tah. Kan. İnt. Muh. 1363 hş., s.79-85.

[777]- Vak. ae. 1/219, İbn Sa’d ae. 2/39, İbn Hişam ae. 3/68.

[778]- Âl-i İmran, 167, Vakidî ae. s.219, Tabersi, Mecmau’l-Beyan, Şrk. Mar. İsl.1379 hk. 2/533.

[779]- Tabersi, A’lamu’l-Vera, Tah. Dar. Kit. İsl. 3. bas. s.80, Ebu, s.V. Herguşi, Şerefu’n-Nebi, çev. Nec. Muh. Ravendi, Tah. Babek yay. 1361 hş. s.345, es-Siretu’l-Halebiyye, İnsanu’l-Uyun, Bey. Dar. Mar. bas. 2/494, İbn Hişam ae. s.70.

[780]- Vakidî ae. s.220, İbn Sa’d, ae. s.39, Nur. Semhudi, Vefau’l-Vefa, Bey. Dar. İh. Ter. Ar. 3.bas 1401 hk. 1/284 .

[781]- Vak. ae. s.220.

[782]- Meclisi ae. 20/25, 49, bk. İbn Hişam ae. 3/70, İbn Sa’d ae. 2/39-40, Semhudi ae. 1/285, M.C. Taberi Tar. Bey. Dar. Kam. Had yay. 3/14.

[783]- Tarih kaynakları Müslüman okçuların konuşlandığı yeri dağ veya bir derenin ağzı olarak tanımlıyor. Muhtemelen burası Uhud Dağı’ndaki bir yar veya yamaçtı, Halid b. Velid’in Müslümanlara buradan saldırdığı söylenir. Ama hocasının, Hz. Peygamber’in (s.a.a) savaşları ve özellikle coğrafya konusundaki bilgileri daha sağlam olan Vakidî’nin kâtibi Muhammed b. Sa’d (bk. Meğazî, Mar. Johans inc. giriş, s.6) bu noktadan “Aynenyn” olarak söz eder (Tabakaat-ı Kübra 2/39 ki bu da, İslam ordusunun solunda yeraldığını belirttiğimiz dağla bağdaşıyor; yanında iki pınar olduğu için (bk. ae) bu adla anılıyordu, çünkü “ayn”ın bir anlamı da “pınar”dır. Geçmişteki Müslüman coğrafyacılar bu bölgeden sözeder, mesela Yakut Hamevî der ki: Ayneyn, Uhud sıradağlarından bir dağın adıdır, burada bir vadi vardır (bk. Mu’cemu’l-Bekri Endülüsi de şöyle der: Ayneyn Dağı Uhud’dadır ve Hz. Peygamber (s.a.a) Uhud savaşında okçuları bu dağın tepesinde konuşlandırmıştır (bk. Mu’cem-u Mâ İs’te’ceme Min Semai’l-Bilad Ve’l-Mevazi 3/978’de “ayn” terimi).

Mevcut karineleri ve bugünkü Uhud’un coğrafi konumuna bakılarak “ayneyn” den maksadın, Uhud Dağı karşısında, Medine tarafındaki toprak tepe olduğu ve savaşın bu tepeyle Uhud Dağı arasında yapılmış olduğu söylenebilir. Nitekim savaş meydanında defnedilen Uhud şehidlerinin mezarı da bu ikisinin arasındadır. Binaenaleyh okçular Uhud Dağında konuşlanmamıştır, nitekim burayı bizzat yakından gidip gördüm; Uhud Dağında 200 atlının geçebileceği böyle bir yer bulunmamaktadır. 1932-1945-1947-1963 yıllarında bu savaş bölgesini dikkatle inceleyen prf. Muhammed Hamidullah’ın da bu konuda önemli bir eseri vardır, bk. Resul-i Ekrem (s.a.a) Savaş Meydanında, çev. Sey. Gul. R. Saidi, s.92-95.

[784]- Vakidî ae. 1/221, İbn Hişam ae. 3/106.

[785]- Meclisi, Bihar, En. 20/18, Askalani, el-İsabe, Dar. İh.Ter. Ar. bas. 1. bas. 1328 hk. 1/354, Şevval’ın 3, 7, 8, 9, 11. günleri de denilmiştir, bk. Tar. Umem ve’l Muluk 3/14, Vefa. V. 1/281.

[786]- es-Siretu’l-Halebiyye 2/547, müşriklerin ölü sayısı 23 ve 28 olarak da geçer, bk. İbn Ebi’l-Hadid, Nehc. Bel. Şerhi 15/54, İbn Sa’d Tabakaatı 2/43, Belazurî, Ensabu’l-Eş. 1/328.

[787]- Şeyh Müfid, İrşad, Kum. El. M. A. El. Ş. Müfid bas. 1. bas hk. 1413, s.88, Meclisi ae. 20/51, Tabersi, Mec. Bey. Şrk. M. İsl. 2/496.

[788]- Taberi ae. 3/17, İbn Sa’d ae. 2/41, Semhudi, Vefau’l-V. 1/288, Meclisi ae. 20/26.

[789]- Saduk, el-Hisal, Kum, Men. Cam. Müd. F. Harz. İlm. 1403 hk., s.560.

[790]- Âl-i İmran, s.152.

[791]- İbn Hişam ae. 3/83, Taberi ae. 3/17, Meclisi ae. 20/51, Tabersi, Mec. Bey 2/496, Hass. b. Sabit (Hz. Peygamberin (s.a.a) şairi) bir şiirle Kureyşi hicvederek “O gün Emre olmasaydı, esirler pazarında satılmış olacaktınız!” demiştir. bk. İbn Hişam ae. 3/84, İbn Ebil Had. 14/217.

[792]- İbn Sa’d ae. 2/41-42, İbn Hişam ae. 3/82, Taberi ae. 3/17, Meclisi ve 20/26-49.

[793]- İbn Hişam ae. 3/82, Taberi 3/17, Meclisi ae. 20/67-27.

[794]- İbn Sa’d ae. 2/42, Vefau’l-Vefa 1/286.

[795]- İ. Sa’d ae. 2/43-45, İbn Hişam ae. 3/93, Semhudi ae. 1/288, Sey. Alihan Medeni, Derecat-ı Refiye, Kum, Men. Mek. Basir. 1397 hk. s.283.

[796]- Belazuri, Ensabu’l-Eşraf, Muh. Ham. İnc. Kahire, Dar. Mar. 3.bas., s.322.

[797]- İbn Sa’d ae. 2/42.

[798]- Âl-i İmran 153-154, Belazuri ae. s.318, Taberi ae. 3/20, Taberi ae. 2/47 İbn Ebi’l-Hadid ae. 15/23-25.

[799]- İbn Sa’d ae. 2/47, İbn Ebi’l-H. ae. 15/21,29.

[800]- Ş. Müfid. İrşad, Kum, Mut. Al. F.Ş. Müfid 1413 hk., s.89, Taberi ae. 3/17, İbn Esir Tar. Bey. Sad. yay. 2/154, İbn Eb. Had. ae. 14/250, Hafız b. Asakir, Medine -Dimaşk Tar. Muh. Bak. Mahmudi inc. Beyr. Dar. Maar. Mat. 1.bas. 1395 hk. 1/150, Meclisi ae. /20-88.

[801]- Taberi ae. 3/17, İbn Ebi’l-Had ae. 14/251, Şeyh Müf. ae. s.87, Meclisi ae. 20/54, 103, 105, 107.

[802]- Taberi ae. 3/19, İbn Hiş. ae. 3/88-89, Meclisi ae. 20/54.

[803]- İbn Sa’d ae. 2/47-48, Belazuri ae. 1/327, Taberi ae. 3/24, İ. Ebi’l-Had ae. 15/30-31, Ebu Said V. Herg. Şerefu’n-Nebi, çev. Necm Ravendi, Tah. Babek yay. 1361 hş. Halebi ae. 2/531, Meclisi ae. 20/32-45.

[804]- Belazuri ae. 1/328, Tabersi, A’lamu’l-Vera, tah. Dar. Kit. İsl. 3.bas. s.82, Ebu, s.V.Herg. ae. s.346, Semhudi ae. 1/291-292, Meclisi ae. 20/18, Halebi ae. 2/547.

[805]- İbn Hişam ae. 3/110, Halebi ae. 2/550.

[806]- İbn Hişam ae. 3/107,110, İbn E. Hadid ae. 15/31,33, Halebi ae. 2/550, Meclisi ae. 20/40, 41, 99.

[807]- Vakidî ae. 1/317,318.

[808]- ae. Halebi ae. 2/549.

[809]- İbn Hişam ae. 3/112.

[810]- Âl-i İmran 123, 132, 139, 140, 142, 143, 152, 165.

[811]- Vakidî ae. 1/342.

[812]- ae. s.340-343, M., s. Tabakaatı 2/50.

[813]- Bazılarına göre de 6 veya 7 kişi, bk. İbn Hiş. ae. 3/178, İbn Şehraşub ae. 1/194, Vakidî ae. 1/355.

[814]- Vakidî ae. 1/354-362, İbn Sa’d ae. 2/55-56, İbn Hişam ae. 3/178-192, İ. Şehraşub ae. s.94-195, Meclisi ae. 20/151-152.

[815]- Bir rivayete göre de 40 kişi, bk. Taberi tar. 3/34, İbn Hiş. Siyeri 3/194, Vakidî, Meğazî 1/347.

[816]- Taberi ae. 3/33-34, Tabersi, Mec. Beyan. Şrk. Mar. İslm. Bas. 2/533, İbn Şehraşub Men. Kum. Mat. M. bas. 1/195-196, Meclisi, ae. 20/147-148, Vakidî ae. s.346-348, İbn Hiş. ae. 3/193, İbn Sa’d Tabakaatı 2/51-53.

[817]- Taberi ae. s.34, İbn Hiş. ae. 3/195, İbn Sa’d ae. s.53.

[818]- Bazı siyer ve tarih yazarları, meşhurun aksine bu olayın Uhud’dan önce ve başka bir nedenle vuku bulduğunu söyler. Üstad Al. Sey. C.M. Âmuli bu kavli tercih etmektedir, bk. es-Sahih Min. Siy. Neb. A’zam 6/32-44.

[819]- İbn Sa’d, Tabakaat 2/53, İbn Hişam ae. 3/195, Taberi Tar. 3/35, Vakidî ae. 1/352.

[820]- Vak. ae. s.352,364.

[821]- Beyhaki ae. 2/335, Vakidî ae. 1/365-366, Tabersi, A’lamu’l-Vera, Tah. Tar. Kit. İsl., s.88.

[822]- Haşr, 11, Tabersi, Mec. Beyan, Şrh. M. İslamiye bas. 1379 hk. 10/264, Meclisi, Bihar. En. 20/165, 169.

[823]- Semhudi ae. 1/298.

[824]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 3/199-203, Taberi ae. 3/36-39, Vakidî, Meğazî, 1/363-380, Belazuri, Ens. Eşraf, M. Ham. İnc. Kahire Dar. mar.bas., s.339, bk. Semhudi, Vefau’l-V. 1/297-298.

[825]- İbn Hişam ae. s.201, Semhudi ae. , s.298, Meclisi Bihar. En. 20/166,173.

[826]- Semhudi ae. s.299, İbn Hişam ae. s.201, Vakidî ae. 1/377, Meclisi ae. s.171-172.

[827]- Haşr 2-4, İbn Abbas bu sureye “Neziroğulları Suresi” derdi, bk. Tabersi, Mecmau’l-Bey. 10/258.

[828]- Belazuri ae. 1/343, İbn, s. ae. 2/65, İbn Hiş. ae. 3/224.

[829]- Nisa 51-52.

[830]- M. H. Heykel, Muhammed’in (s.a.a) Hayatı Kahire. Mek. Neh. Mısr. 8. bas. 1963, s.329.

[831]- Onlar bu işbirliği karşısında Katfan’a Hayber’in 1 yıllık hurma mahsulünü kendilerine vermeyi vaat ettiler. Belazuri ae. 1/343, Vakidî ae. 2/44.

[832]- Taberi ae. 3/44, İbn Hiş. ae. 3/225.

[833]- M.B. Sa’d ae. 2/66, Vak. ae. 2/443, İbn Şehraşub Menakıbı, Kum, mat. İlm. 1/197, Meclisi, Biharu’l-en. 20/197.

[834]- Belazurî ae. 1/343.

[835]- İbn Sa’d ae. 2/66, Taberi ae. 3/46, İbn Hişam ae. 3/230, Semhudi ae. 1/301, Meclisi ae. 20/200.

[836]- Vakidî ae. 2/454.

[837]- Halebi, İnsanu’l-Uy. Hal. Siyeri, Beyrut, Dar. Mar. 2/631.

[838]- Ş. Müfid, İrşad,Kum, mat.Al. El. Ş. Müfid bas. 1.bas. 1413 hk., s.96, İbn Şehraşub ae. 1/197.

[839]- Halebi ae. 2/636, Vakidî ae. 2/66.

[840]- Belazuri ae. s.343, İbn Sa’d ae. 2/66, Taberi ae. 3/44, İbn Şehraşub ae. 1/198, Tabersi, A’lamu’l-Verâ, s.90, Meclisi, Bih. Envar 20/218.

[841]- İbn Sa’d’e göre Hendeğin kazımı 6 günde tamamlandı, bk. Tabakaat-ı Kübra 2/67, Prf. M. Hamidullah çağdaş Müslüman bilim adamlarından biri olarak Hz. Resulullah’ın (s.a.a) İslam düşmanlarıyla savaştığı meydanların yer ve konumunu defalarca incelemiş, hendeğin N şeklinde ve 5,5 km. uzunluğunda olduğunu yazmıştır, bk. Resul-i Ekrem (s.a.a) Savaş Meydanında, çev. Sey. G. Saidi, Tah. kan. İnt. Muh. 1363 hş. s.113-114. Bu hesap, İslam ordusunun 3 bin kişi olması ve her 10 kişinin 40 zıralık hendek kazdığı esasınca yapılmıştır, bk. Taberi ae. 3/45, Meclisi ae. 20/198, yani herkes 4 zıra uzunluğunda kazarak yaklaşık 6 km’lik bir hendek oluşturulmuştur.

[842]- İbn Sa’d ae. 2/67, Taberi ae. 3/46, Halebi ae. 2/636.

[843]- İbn Sa’d, ae. 2/66, Taberi, ae. 3/46, İbn Hişam ae. 3/231, Meclisi ae. 20/200, Semhudi ae. 1/301.

[844]- Belazuri ae. s.343, M.b. Sa’d, ae. 2/66, İbn Hişam ae. 3/231, Taberi ae. 3/46, Semhudi ae.

[845]- Belazuri ae. Taberi ae. s.48, İbn Vaz. Yakubi Tar. Necef, mek. Hayd. 1384 hk. 2/41, Halebi ae. 2/636-657.

[846]- İbn Sa’d ae. 2/67, Halebi ae. 2/636-637.

[847]- Ahzab 10, 11.

[848]- İbn Sa’d ae. s.67, İbn Hişam ae. 3/231, Taberi ae. 3/46-47, Semhudi ae. s.303, Meclisi ae. 20-200-201.

[849]- Semhudi ae. 1/304, Halebi ae. 2/647.

[850]- Belazuri ae. 1/347, Vakidî ae. 2/462-463, Taberi ae. 3/50, Semhudi ae. 1/302.

[851]- Vakidî ae. 2/460, Halebi ae. s.636. Ebu Bekir, Ahzab savaşından sözederken Kurayzaoğullarının bu ihanetine işaretle şöyle dedi: Medine’de bıraktığımız kadınlarla çocuklarımız konusunda Kureyşle Kaftan’dan ziyade Kurayzaoğullarından korku duyuyorduk, bk. Vakidî ae. s.460.

[852]- Savaş hiledir.

[853]- İbn Sa’d ae. 2/69, İbn Hişam ae. 3/240, Taberi ae. 3/50-51, Halebi ae. 2/650, Semhudi ae. 1/304, Meclisi ae. 20/207.

[854]- M. Hamidullah, Resul-ü Ekrem (s.a.a) Savaş Meydanında, çev. Sey. G. Saidi, s.128.

[855]- İbn Sa’d ae. 2/68, Vakidî ae. 2/470, Taberi ae. 3/48, Şeyh Müf. İrşad, Kum, M. İlm. Şeyh. Müfid 1. bas. 1413hk., s.97, Meclisi ae. 20/203.

[856]- Yelil denilen bir bölgede tek başına bir düşman grubunu yendiği için ona bu isim verilmişti; bk. Bihar. En. 20/203. Bedir’de yaralandığı için Uhud’a gelememişti. Üç yıl aradan sonra yine savaşmak için Ahzab ordusuna katılmış, tanınmak ve dikkat çekmek için bu yola başvurmuştu, bk. İ. Hişam Siyeri 3/235, Taberi Tar. 3/48, İbn Esir, el-Kamil F. Tar. 2/181.

[857]- Vakidî ae. 2/470, İbn E. Hadid, Nehc. Bel. Şerhi, M.E. İbrahim inc. Dar. İh. Kut. Arabiye bas. 1964,13/291 ve 19/63, Meclisi Bih. Envar 20/203.

[858]- Berezel İslam Kül. İla’ş-Şirk-i Küllihi, İbn Eb. Hadid ae. 19/61, Meclisi ae. 20/215.

[859]- ae. 1/345, M. b. Sa’d 2/68, İbn Hişam ae. 3/236, Taberi ae. 3/48, Semhudi ae. 1/303.

[860]- Ebu’l-Feth M. b. Ali Keraceki, Kenzu’l-Fevaid, Kum. Dar-ı Zehair 1410hk. 1/298, Meclisi, Bih. Envar, 20/205-216.

[861]- el-Müstedrek Ale’s-Sahiheyn, Abd. Maraşi inc. Beyrut, Dar. Mar. 1.bas. 1406 hk. 3/23.

[862]- Keraceki ae. s.299.

[863]- Belazuri ae. 1/345, İbn Sa’d ae. 2/71, Taberi ae. 3/51-52, İbn Şehraşub, Menakıb 1/198, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.92, Semhudi ae. 1/305, Meclisi ae. 20/208-209.

[864]- Ahzab, 9,25.

[865]- Şeyh Müfid, İrşad, s.106, Sahih-i Buhari, Şeyh K.Ş. Rufai inc. Bey. Dar. kal. 1. bas. 1407 hk. 5/215, Meğazî, bab:146 hadis.593, Tabersi, Mecmau’l-Beyan 8/345, Meclisi ae. 20/209.

[866]- İbn Vaz. Yakubi Tar. 2/42, Vakidî, Meğazî 2/492, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 3/264, Taberi ae. 3/58, İbn Şehraşub Menakıbı 1/198, bu savaşta daha fazla şehid düştüğünü yazanlar da vardır, bk. İslam Peygamberinin Tar. Muh. İbr. Âyeti, Tah. Mües. İnt. Ç. Dan. Teh. 1361 hş., s.372.

[867]- Vakidî ae. 2/496, İbn Hişam ae. 3/265, Taberi ae. 3/59, İbn Şehraşub ae. 1/198, Yakubi düşmanın telefatının 8 kişi olduğunu yazar 2/42.

[868]- Bu savaş hakkında daha fazla bilgi için bkz. Tab. Kübra 2/74-78, Taberi Tar. 3/53-58, Meğazî 2/496-524, Siretu’n-Nebeviyye, 3/244-261, Vefau’l-Vefa 1/305-309, Bih. Envar 20/233-238.

[869]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 3/256, Taberi Tar. 3/58, bir grubu da Sa’d b. Ubade’yle bu amaçla Şam’a yolladı bk. Vakidî, Meğazî 2/533. Hendek ve Kurayza savaşları için bk. El-Mizan Tef. 16/291-303

[870]- Ahzab, 26,27

[871]- Mont. Watt, Muhammed (s.a.a) Fi Medine, çev. Ş. Berekat, Bey. Menş. Mek. Asr., s.327. Bu yazar 23 yıl diğer Avrupalı yazarlarla el birliği edip Kurayza Yahudilerini temize çıkarmaya çalışmıştır. Mezkur yazar Kurayzalıların ihanetini itiraf ederek “Medine’nin kuşatıldığı Hendek savaşında Müslümanlar epey zor durumda kalmıştı, Kurayza Yahudileri her an müşrik ordusuna katılabilirdi. Bu durumda Müslümanlar kesinlikle yenilecek ve Muhammed’in hareketi büsbütün silinip gidecekti…” dediği halde asıl niyetini de gizleyemeyerek, Müslümanlara ihanet eden bu Yahudi kabilenin affedilmesi gerektiğini dile getirmektedir: “…bu Yahudilerin Muhammed tarafından affedilmesi ve onlara müsamahakâr davranılması gerekirdi(!)”, bk. Mustafa H. Tabatabai, Tarih Raporunda İhanet, Tah. İnt. Çap. 1. bas.1366 hş. 3/164-165.

[872]- Kurayza Yahudilerinin, kuşatma altındaki Medine’de Müslümanların önce savunmasız kalan kadınlarıyla çocuklarını öldürüp (Ka’b b. Esed’in önerisi) sonra da Müşriklerle savaşan Müslümanlara arkadan saldırarak onları sırtından hançerleme komploları ve idam edilecekleri sırada sergiledikleri tavırlar onların ne kadar şiddet yanlısı ve kin dolu inatçı bir tutum içinde olduklarını göstermeye yetmektedir. Nitekim bunlardan biri, bazı Müslümanların Hz. Peygamber’e (s.a.a) ricası üzerine ailesiyle birlikte affa uğradığı halde, sırf inat yüzünden ölmeyi tercih etmiştir! bk. İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 3/253-254.

[873]- Vakidî, Meğazî 2/492.

[874]- Tevrat, çev. William Killin Kıssis İkkisi, Londra hş. 1327, Sifr-i Müsenna 20. fasıl, Sa’d’in bu hükümdeki belgeleri konusunda bk. Cafer Sübhani, Furuğ-u Ebediyet 2/154-157, Mus. Hüs. Tabatabai, Tarih Raporlarında İhanet 3/161-173.

[875]- Sey. Caf. Şehîdî, İncelemeli İsl. Tar. Tah. Mer. Neşr. Daniş. 6. bas. 1365, s.73-75.

[876]- Sey. Ali M. Şerifi, Kurayza Gazvesine Kısa Bir bakış, Nur-u İlim dergisi, 11, 13. sayılar.

[877]- Belazuri, Vakidî, Muh. B. Sa’d gibi bazı tarihçiler bu olayı h. 5 yılın hadisleri arasında sayar ve Ahzab savaşından önce vuku bulduğunu yazarlar, bu görüşü onaylayan karineler vardır, bk. Siretu’n-Nebeviyye 3/302 dipnot, Vefau’l-V. 1/314.

[878]- Bu nedenle bu gazveye Müreysi’ Gazvesi de denir.

[879]- İbn Hişam ae. 3/302-308, Taberi ae. 3/63-66, Meclisi ae. 20/281-290.

[880]- İ. Hişam ae. Müfid, İrşad, Kum, Mut. İlm. Elf. Ş. Müfid 1.bas. 1413 hk., s.118-119, İbn Şehraşub Menakıbı Kum, mat. İlm. 1/201.

[881]- İbn Hişam ae. 3/207-308, Vakidî ae. 1/411, Tabersi, A’lamu’l-Vera, Tah. Dar. Kit. İslamiye, s.94. Bazı tarih kaynaklarında bu evlilik daha farklı şekilde anlatılır.

[882]- Nitekim Kureyşliler, Müslümanların Mekke’ye girmesini önleyince Mekke’nin büyüklerinden Huleys b. Algeme, Kureyşin bu tavrını sürdürmesi halinde kabilesinin Kureyşle savaşacağı tehdidinde bulunmuştur; bk. İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 3/326, Taberi Tar. 3/75, M. Sa’d Tabakaatı 2/96, es-Siretu’l-Halebiyye, 2/696.

[883]- Kuleyni, er-Ravzat-u Mine’l-Kafi, Tah. Dar. Kit. İsl. bas. 1362 hş., s.322. Resulullah’ın (s.a.a) yanındaki Müslümanların sayısını 700, 1300,1425, 1600 ve 1700 kişi yazanlar da vardır, bk. es-Siretu’l-Halebiyye 2/689, Meğazî 2/614, Tabakaat K. 2/95-98, Taberi Tar. 3/72, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 3/332, Mecmau’l-Bey. 9/110.

[884]- Meğazî 2/602.

[885]- İbn Hişam ae. s.330, Taberi ae. s.78, İbn Sa’d ae. s.97-99, Belazuri, En. Eşraf 1/350, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.96.

[886]- Fetih 18.

[887]- Taberi ae. s.78, İbn Hişam ae. s.331.

[888]- Bu madde gereğince Hz. Resulullah (s.a.a) ve Müslümanlar hicretin 7. yılında umre yaptılar, buna Kaza Umresi denir.

[889]- Antlaşmanın bu maddesinde geçen Arapça “İslal”in anlamı, “gizlice çalmak”, “birini başkasının aleyhine desteklemek” ve “gece baskını”dır, bk. İbn Esir, en-Nihaye Fi Garibi’l-Hadis ve’l-Eser, 2/392, “sel” terimi; karinelere göre burada ikinci anlam kastedilmektedir, Ahmed Miyanci, Mekatibu’r-Resul (s.a.a) 1/277, bu nedenle bazı çağdaş tarihçilerin düştüğü hataya düşmedik ve bunu “hırsızlık” olarak çevirmedik.

[890]- Tabersi ae. s.97, Belazuri ae. s.350-351, İbn Hişam ae. s.332, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.97, Meclisi, Bihar. En. 20/352, bk. Tabakaat. Kübra 2/97, 101, 102.

[891]- Tabersi, A’lam. V. s.97, es-Siretu’l-Halebiyye 2/77, Meclisi, Bih. En. 20/350, 352.

[892]- Tabersi, Mecmau’l-Bey. 9/118, Meclisi ae. 20/334, 350, Hudeybiye barışı için ayrıntılı bilgiye bk. Mekatib-i Resul (s.a.a) A.A. Miyanci 1/275,287, Kitab-ı Vesaik, Muh. Hamidullah, çev. M. M. Damğani, Tah. çap ve Neş. Bün. 1. bas. hş.1365, s.66 ve 68.

[893]- Nasr b. Müzahim, ae. s.508-509, Tabersi ae. s.97, İbn V. Yakubi Tar. Necef. Mek. Hayd. bas. 1384 hk.2/179, Ebu Hanife Deynuri, el-Ahbaru’t-T. Abdulmunim Âmir, Kahire, Dar. İhy. Kut. Ar. 1960, s.194, İbn Esir, el-Kamil F. Tar. Beyr. Dar. Sad. bas. 3/32, Halebi  ae. s.708.

[894]- Meclisi ae. 20/350.

[895]- Vakidî, Meğazî 2/607, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 3/331, Taberi Tar. 3/97, es-Siretu’l-Halebiyye 2/706. bazı Müslümanların burada Hz. Peygamberin (s.a.a) irade ve buyruğuna karşı gelmesi bir nevi başına buyruk davranma ve Hz. Resulullah’ın -dolaysıyla da Allah’ın- emri karşısında, yani nassa rağmen, kendi aklınca içtihadda(!) bulunma hatasından kaynaklanıyordu! Bu tür itaatsizlikler daha sonra da bazı sahabelerce tekrarlanmış, İslam tarihinde Müslümanlara pahalıya malolan çok acı olaylara neden olmuştur. Oysa “Müslüman”lığın gereği, Allah ve Resulü’nün (s.a.a) emri ve iradesi karşısında tam bir itaat ve teslimiyet göstermekti, nitekim Yüce Allah bunu vurgulamakta ve şöyle buyurmaktadır: “Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman mümin olan bir erkek ve mümin olan bir kadın için o işte kendi isteklerine göre davranma hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapıtmıştır.” Ahzab, 36.

[896]- İbn Hişam ae. 3/336, Taberi ae. 3/81, Halebi ae. 2/721.

[897]- Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.98, Meclisi, Bihar. En. 20/363.

[898]- İbn Sa’d ae. 2/104, 105, İbn Hişam ae. 3/334, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.98, Halebi ae. s.714.

[899]- “Şüphesiz, biz sana apaçık bir fetih verdik” Fetih. 1.

[900]- A’raf, 158.

[901]- Sebe, 28.

[902]- Kalem, 52.

[903]- Yasin 69,70.

[904]- Tevbe, 33.

[905]- Enbiya, 107.

[906]- Siyonist Goldzeiheir’in Mahkemesi, Muh. Gaz. Mısri, çev. Sadr. Bel. Tah. Hüs. İrşad 1363 hş. s.79-80.

[907]- İbn Sa’d Tabakaatı 1/258, 262.

[908]- Ali A. Miyanci, Meh. Resul 1/31. İbn Hişam, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu tebliğ mektuplarının 10(bk. Siyer Neb. 4/254), Yakubi 13(bk. Yak. Tar 2/66-67)ve Mesudi el-Tenbih Ve’l Eşraf, s.236, 237’de 6 tane olduğunu yazar; çağdaş yazarlardan biri ise bunların 32 tane olduğunu belirtiyor, bk. Ahmed Sabri Hemedani, Muhammed (s.a.a) ve Yöneticiler, Kum, Dar. İlim 2.bas. 1346 hş.

[909]- Vak. Meğazî, Marsden Johans inc. 2/634, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 4/360.

[910]- Vak. ae. s.637,703, Yakubi bunların 20 bin kişi olduğunu yazar 2/46.

[911]- Vak. Ae.

[912]- Yuseyrim b. Rezam veya Razim şeklinde yazanlar da vardır, bk. İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 4/266.

[913]- İbn Sa’d Tab. 2/91-92.

[914]- İbn Hişam ae. 4/266-267.

[915]- M. H. Heykel, Muhammed’in (s.a.a) Hayatı, Kahire, Mek. Neh. Mısr, 8. bas., s.386.

[916]- Vak. ae. s.689, M. b. Sa’d Tam. Küb. Beyr. Dar. Sadr bas. 2/107, İbn Hişam ae. 4/364.

[917]- Vakidî ae. s.639.

[918]- ae. s.646.

[919]- Taberi Tar. Bey. Dar. Kam. Had. 3/93, İbn Hiş Siy. 4/349, İbn Kesir el-Bidaye ve’n-Nihaye, Beyr. Mek. Mar. 2. bas 1977  4/186.

[920]- Kızıl tüylü deve, en pahalı devedir, bununla dünya malı kastediliyor.

[921]- Hz. Peygamber’in (s.a.a) bu buyruğu ve Hz. Ali’nin (a.s) görevi konusunda bk. Sahih-i Buhari, Şeyh K.Ş, Meğazî, bab 155, s.245, Sahih-i Müslim, Nevevi Şerhi, Beyr. Dar. Fih. 1401 hk. 15/176-177, İ. Sa’d Tabakaatı, Bey. Dar. Sad. 2/110-111, Saduk, Hisal kit. Kum. Menş. Cam. Müderrisin 1403 hk., s.311, hamse babı, Taberi Tar. Bey. Dar. Kam. Had. 3/93, Şeyh, S. Kun. Han. Yenabiu’l-Mev. Bey. Mües. İlm. mat. bas. 1/47, İbn Esir, el-Kamil F. Tar. Beyrut, Dar. Sad. bas. 2/219, İbn Abdulbirr, el-İstiab, el-İsabe haşiyesi, 3/36, Hakim Nişaburi, el-Müstedrek Al. Sah. Bey. Dar. Mar. 1406 hk. 3/109, İbn Hişam Siy. 3/349, İbn Hacer Hay. Mekki, Sev. Muhrika, Mek. Kah. 1385 hk., s.121, Vakidî, Meğazî 2/635, İbn Vaz. Yakubi Tar. 2/46, İbn Kesir, el-Bidaye V. Nih.  4/186, Halebi, İnsanu’l-Uyun, (es-Siretu’l-Halabiyye’de) 2/733-736, Ebu C.M.b.H. Tusi, el-Emalî, Kum, Dar. Sakafe 1414 hk. s.380.

[922]- Âl-i İmran, 61.

[923]- Sahih-i Müslim, Nevevi Şerhi 15/176 Zühreoğullarından Sa’d Vakkas ilk Müslümanlardandır ve 17 yaşında Müslüman olmuştur, bk. Tabakaat-ı Küb. 3/139, es-Siretu’l-Halebiyye’nde 19 yaşında Müslüman olduğu geçer, bk. 1/434. Medine döneminde önde gelen Müslümanlardan olup Hz. Ali’nin (a.s) siyasi rakibi sayılıyordu, Ömer’in oluşturduğu 6 kişilik şurânın üyesiydi, bu şurâda Hz. Ali (a.s) lehine oy kullanmamıştır, bk. İbn Eb. Hadid, Nehc. Bel. Serhi 1/188, Osman’ın katlinden sonra Hz. Ali (a.s) halkın ısrarıyla halifeliğe getirilince Hz. Ali’ye (a.s) biat etmeyen çok az sayıdaki adamlardan biridir, bk. Mesudi, Murucu’z-Zeheb 2/353, İbn Esir Tar. 3/191. Ama bütün bunlara rağmen, Hz. Ali’nin (a.s) bu üç faziletini inkar etmiyordu!

[924]- Saduk, Hisal, s.369 bab: Seb’e.

[925]- Meclisi, Bihar 21/32.

[926]- M. İb. Ayeti, İslam Pey. Tar; Tah. İnt. Dan. Tah. 1361 hş. 3.bas. s.473-475.

[927]- Vakidî, Meğazî 2/690, Yakut Hım. Mu’cemu’l-Buldan 2/410, Hayber terimi.

[928]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 3/352.

[929]- Yakut Hamevî ae. s.410, Futuhu’l-Buldan, Bey. 1398 hk. s.36-37.

[930]- Belazuri ae. s.42, İbn Hişam ae. 2/352, İbn Esir Tar. 2/224, Vakidî ae. 2/707, Yakut Hamevî ae. 4/238, Fedek terimi, Ebu Ubeyd K.b. Selam, el-Emvâl, Muh. Halil Heras inc; Bey. Dar. Fik. 2. bas. 1395 hk. s.16.

[931]- Zeyni Dehlan, Nebevi Siyeri… Bey. Dar. Mar. 2.bas. 2/170-171, es-Siretu’l-Halebiyye, İnsanu’l-Uyun, Beyrut, Dar. mar. 3/289-290.

[932]- Halebi şöyle yazar: Bu mektup, o sırada Şam’da bulunan Roma imparatoru Hirakl’a yazılmıştı (Harkıl veya Herkül olarak da çevrilmiştir -çev-) bk. es-Siretu’l-Halebiyye 2/786.

[933]- ae. 2/786.

[934]- Vakidî, Meğazî, Mars. J. İnc. Beyr. Mües. İlm. mat. bas. 2/755, İbn Sa’d Tabakaatı, Bey. Sadır yay. 2/128.

[935]- Cafer b. Ebu Talib hic. 7. yılda, Habeşistan’da yıllarca süren hicretinden sonra Medine’ye dönüp Hayber fethinden sonra bu bölgede Hz. Resulullah’la (s.a.a) görüşüp onun takdirine mahzar oldu, bk. İ. Sa’d Tabakaatı, Bey. Dar., s. 4/35, İbn Esir, Usdu’l-Gabe, Tah. Mek. İsl. bas. 1336 hş. 1/287, İbn Abdulbirr, İstiab, el-İsabe haşiyesi, 1/210, Ebul F. İsfahani, Mekatilu’t-Talibiyyiyn, Sey. A. Sekarr inc., Kum Men. Şer. Rezıyy 1416 hk., s.30, İbn Kesir, el-Bidaye V.Nih. Bey. Meh. Mar. 4/206.

[936]- Tabersi, A’lamu’l-Vera, Dar. Kut. İsl. 3/107. Meşhura göre bu orduda Zeyd’in Cafer’e komuta önceliği vardı, ama Tabersi’nin nakline göre bazı Şii rivayetleri Cafer’in komuta önceliğini göstermektedir, bunu teyid eden karineler de vardır, bk. Cafer Subhani, Furuğ-u Ebediyet, Kum. Mer. İnt. Def. Teb. İsl. 1368 hş. 5.bas. 2/291-293, Muhammed b. Sa’d’in rivayetlerinden biri de bu mazmundadır, bk. Tabakaat-ı K. 2/130, daha fazla bilgi için bk. Ed-Derasat ve’l-Buhus-u Fi’t-Tarih-i ve’l-İslam makaleleri, Cafer Murtaza 1/210 ve sonrası.

[937]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, Kahire, mat. Mus. B. Halebi bas. hk. 1355 4/19-21, Muh. B. Cer. Taberi Tar; Bey. Dar. Kam. Had. 3/107-110, Vakidî ae. 2/755-769, İbn Sa’d ae. 2/128-130, Halebi ae. 2/787-793, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.102-104; Zeyni Dehlan, ae. 2/68-72, Meclisi, Bihar. En. Tah. Dar. kit. İsl. hk. 1384, 21/50-63, Tusi, el-Emalî, Kum, Dar. Sak. 1.bas. 1414 hk. s.141.

[938]- Meğazî 2/769.

[939]- Nebevi Siyeri 4/30.

[940]- M.İ. Âyeti, İslam Pey. Tarihi, Tah; int. Dar. Tah. 1361 hş. s.501.

[941]- Ürdün’de, başkent Umman’a 135 km. uzaklıkta, güneydeki Kerek vilayetinde.

[942]- Caf. Sübhani, Ürdün Yolculuğu İzlenimleri (=Hatıralar Şehri: Mute) Mekteb-i İslam Derg. yıl 38 sayı 7 Mehr ayı 1377 hş.

[943]- İslam’dan önce bu iki kabile arasında düşmanlık ve kan davaları vardı, bk. İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 4/31, o zamandan beri Huzae kabilesi Abdulmuttalib’le müttefikti, bk. Vakidî, Meğazî 2/781.

[944]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 1/33, Vak. Meğ. 2/783, İ. Vaz. Yakubi Tar. Nec. Mek. Hayd. bas. 1384 hk. 2/47. İbn Hişam bu saldırıda Huzailerden bir kişinin öldüğünü yazar 4/33, ama Vakidî’yle İbn Sa’d, ölü sayısının 20 olduğunu kaydetmiştir, bk. Meğazî 2/784, Tabakaat-ı k. 2/134.

[945]- Vakidî ae. 2/799-800, İbn Sa’d ae. 2/135.

[946]- Vak. ae. 2/796-802, İ. Sa’d 2/134.

[947]- Vak. ae. 2/787-796, İ. Sa’d ae.

[948]- İbn Hişam ae. 4/39, İ. Sa’d ae. , Yakubi Tar. 2/47.

[949]- İ. Hişam ae. 4/41,63, İ. Sa’d ae. 2/135, Vakidî ae. 2/801.

[950]- İ. Hişam ae. s.42,44,46,Vakidî ae. 2/817, 819.

[951]- 15-28 kişi, bk. İbn Hişam ae. s.50, Vak. ae. 2/825, İ. Sa’d ae. 2/136.

[952]- İsra, 81.

[953]- İ. Hiş. ae. 4/59, Vak. ae. 2/832, İ. Sa’d ae. 2/136 ve bk. Tusi, el-Emalî, Kum. Dar. Sak. Bas. 1414 hk., s.336, es-Siretu’l-Halebiyye, Beyr. Dar. Mar. 3/30, Zeyni Dehlan Siyeri, Bey. Dar. Mar. 2. bas. 2/102, Kastalani, el-Mevahibu’l-L; Beyr. Dar. Mar. 1. bas. 1416 hk. 1/322, Ali b. M. b. Tavus, el-Teraif Fi Marife… Kum. Mat. Hay. bas. 1/80-81, İbn Şehraşub Menakıbı, Kum, Mat. İlm. 2/135-136, Carullah Zemahşeri, Keşşaf Tefsiri, mek. Mus. B. Halebi bas. 2/244.

Allame Emini bu olayı Ehl-i Sünnetten 41 muhaddisten nakleder, bk. el-Gadir 7/10-13 ve Menakıb-ı Harezmi, Feraidu’s-Sımteyn, Yenabiu’l-Mevedde, Tezkiretu’l-Havass ve Bihar gibi kaynaklarda bu olayın hicretten önce, gece karanlığında ve Kureyşlilere fark ettirilmeden gerçekleştirildiği yazılıdır (muhtemelen olay her iki şekilde de vuku bulmuş olmalı).

Hz. Ali’nin (a.s) Hz. Peygamber’in (s.a.a) omzuna basarak Ka’be’ye tırmanması öteden beri birçok şiire konu olmuştur. H. 9. yy. şairlerinden İbnu’l-Erendis Hilli’nin bu konudaki kasidesi pek ünlüdür, bk. el-Gadir 7/8: “Ali’nin (a.s) Ahmed’in (s.a.a) omzunda yükselmesi pek büyük bir fazilettir, akrabalık ve sahabe olmaktan öte bir fazilettir bu!”

İbn Ebi’l-Hadid de, Mekke’nin fethiyle ilgili “Seb’e Aleviyyat” kasidelerinden birinde şöyle der: “Kitabı tilavet eden meleklerin sardığı en yüce omuzda yükseldin, elçilerin en iyisi, insanların en azizi, şu toprağa ayak basanların en değerlisinin omuzlarında!.. bk. Dr. M. İ. Âyeti Bircendi, İslam Peygamberinin Tarihi, Tah. Ün. Yay. Tar. s.529-530.

[954]- Hürr-i Âmuli, Vesailu’ş-Şia; Beyr. Dar. İh. Ter. İsl. 9/323, tavafın mukaddimatı babları, Mescidu’l-Haram’a Benî Şeybe kapısından girmenin müstehab olduğu bâbı, hadis. 1.

[955]- Sayılarının 8 veya 10 olduğu yazılmıştır, bk. İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 4/51-53, Vak. Meğazî 2/825, İbn Sa’d Tabakaatı 2/136, bunlardan birkaçı daha affa uğramış, İslam’ın merhametiyle kurtulmuştur.

[956]- Yusuf, 92.

[957]- es-Siretu’l-Halebiyye, İnsanu’l-Uyun, 3/49, Zeyni Dehlan, es-Siretu’n- Nebeviyye…2/98.

[958]- İbn Hişam ae. 4/58, İbn Vaz; Yakubi Tar. 2/50, Vakidî ae. 2/844, farklı deyişlerle.

[959]- Sey. M. Hüs. Tabatabai, el-Mizan Tefsiri 19/246. Bu antlaşma ve biat, Mümtehine Suresi’nin 12. ayetinin inmesi üzerine gerçekleşmiştir. Bu biat, 1. Akabe biatiyle aynı maddeleri içerdiğinden daha sonra Akabe biati da “biatu’n-nisa” olarak adlandırılmıştır.

[960]- İ. Sa’d Tabakaatı 2/135, İbn Esir, Usdu’l-Gabe, Tah. Mekt. İsl. bas. 1336 hş. 4/385 ve 5/216, İbn Abdulbirr, İstiab, el-İsabe haşiyesi, 2/85.

[961]- İbn Esir ae. 4/385, Halebi ae. 3/43, Zey. Dehlan ae. 2/96.

[962]- Hadid, 57.

[963]- Şah. Ah. Nüveyri, Nihayetu’l-Er. Fi. F. Edeb; çev: Mah. M. Damğani, Tah. Emir Keb. 1365 hş. 3/11.

[964]- es-Siretu’l-Halebiyye, Beyrut, Dar. Mar. 3/61.

[965]- İbn Sa’d Tabakaatı, Bey. Dar. Sad. yay. 1/303.

[966]- ae. s.307.

[967]- ae. s. 298, Nüveyri ae. s.37.

[968]- İbn Sa’d ae. s.326.

[969]- ae. s.292, Nüveyri ae. s.38.

[970]- ae. 330, Nüv. ae. 89.

[971]- ae. 331, Nüv. ae. 83.

[972]- ae. 352, Nüv. ae. 103.

[973]- İbn Sa’d , ae.

[974]- Vakidî, Meğ. 1/966.

[975]- Huneyn, Zu’l-Mecaz yakınlarında bir derenin veya Taif yakınlarında Mekke’ye üç gecelik mesafedeki bir pınarın adıdır, bk. el-Mevahib. Led. 1/328.

[976]- Vakidî, Meğ; Mar. Joh: inc; Beyr. Mües ilm. Mat. bas. 3/889, Taberi Tar. Beyrut, Dar. Kam. Had. 3/125, bazı kaynaklar Mekke fethinin Ramazan ayının başka günlerinde gerçekleştiğini yazar.

[977]- Vakidî ae. Taberi ae. s.125, Kastalani el-Mevahib L; Beyr. Dar. Kut. İlm. 1. bas. hk. 1416  1/226.

[978]- İ. Vaz. Yakubi Tar; Necef. Mek. Hay. bas. 1384 hk. 2/50.

[979]- Kastalani ae. s.227, Nüveyri, Nihayetu’l-Er. Fi. F. Edeb; çev. M.M. Damğani, Tah. Em. Kebir yay. 1.bas. 1365 hş. 2/280-281, İ. Sa’d Tabakaatı, Bey. Sadır yay. 2/145-147.

[980]- İbn Hiş. es-Siretu’n-Nebeviyye, Kahire, mat. Mus. B. Halebi 4/80, Taberi Tar. Beyr. Dar. Kam. Had. 3/126.

[981]- İbn Hiş ae. 4/82, Taberi ae. 2/127, Vaka ae. 3/893.

[982]- Vak. ae. s.889, Taberi ae.

[983]- İ. Hişam ae. s.83, Taberi, ae. İ. Sa’d Tabakaatı ae. 2/150, Tabersi, A’lamu’l-Vera 3. bas. mek. İsl. bas. s.113, İ. Vaz. Yakubi Tarihi, 2/52.

[984]- Vak. ae. s.893, İ. Sa’d, ae. s.150.

[985]- Vak. ae. s.889, İ. Sa’d ae. Tabersi, ae. s.113, Şeyh Müfid İrşad’ı Mek. Basir. s.74.

[986]- Tevbe, 25.

[987]- İbn Hiş. ae. s.85, Vak. ae. s.895, Taberi ae. s.128, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.114, Meclisi, Bih. Envar, Tah. Dar. Kit. İsl. bas. 1384 hk. 21/169, Şeyh Müfid ae. s.75.

[988]- Vak. ae. s.897, İbn Sa’d ae. s.150.

[989]- Vak. ae. s.900, İbn V. Yakubi Tar. 2/52.

[990]- İrşad, s.74, Hz. Ali’nin (a.s) bu savaşta gösterdiği kahramanlık için bk. Emalî, Ş. Tusi, Kum. Dar. Dak. 1. bas. hk. 1414, s.574-575.

[991]- İbn Sa’d ae. s.151, İ. Vaz. Yakubi Tar. 2/52, Meclisi, Bihar 21/150.

[992]- İ. Vaz. Yak. Tar. 2/52.

[993]- Tevbe, 26.

[994]- Tabersi, A’lamu’l-Vera 1/116, İbn Sa’d bu savaşta Müslümanların eline 6 bin esir, 24 bin deve, 40 binden fazla koyun, 4 bin gümüş para geçtiğini yazar, bk. Tabakaat: Beyr. Sad. yay. 2/152.

[995]- İ. Sa’d ae. s.153-155, Taberi ae. s.132,135.

[996]- İ. Hiş. ae. s.101, İ. Sa’d ae. s.152, Vak. ae. s.922, İ. Vazih ae. s.52, Taberi ae. s.132.

[997]- Tevbe 25, 26.

[998]- Tebük, Medine-Dimaşk arasında ünlü bir yerdi, bk. Kastalani, el-Mevahib L. Bey. Dar. Kit. İlm. 1316 hk. 1/346, Zeyni Dehlan, Siyer-i Nebevi, Beyr. Dar. Mar. 2/125, Medine’ye 90 fersah (12 gecelik yol) uzaklığındaydı, bk. Mesudi, el-Tenbih Ve’l-Eşraf, Kahire, Dar. Sav. Tab. Neşr., s.235, o dönemde Roma imparatorluğunun Şam’da Hıristiyanlara ait topraklarının sınır şeridindeydi. Tebük şehri bugün Arabistan’a ait olup Ürdün sınırındadır ve Medine’den kuzeye giden yoldaki tabela’da “Tebük’e 600 km.” yazar.

[999]- Vak: Meğazî, Mars. Joh. İnc. Beyr. Mües. İlm. mat. bas. 3/990, İbn Sa’d Tabakaat’ı, Beyr Sadır yay. 2/165, Kastalani ae. s.346, es-Siretu’l-Halebiyye, Beyr. Dar. mar. bas. 3/99, bu rapor, Medine’ye yağ ve beyaz un taşıyan Nebtli tüccarlardan alınmıştı, bk. Vak. ae. s.989-990.

[1000]- Vakidî ae.

[1001]- Vak, ae. İbn Sa’d ae.

[1002]- İbn, s. ae. s.166.

[1003]- İbn, S. ae. Kastalani ae. Halebi ae. Taberi Tar; Beyr. Dar. Kam. Had. 3/164.

[1004]- Vak. ae. s.992, Taberi ae. Halebi ae. İ. Hişam Siyeri, Kah. Mek. Must. Bas. 1955, 4/159.

[1005]- İ. Sa’d ae. Vak. ae. s.990-991, Kastalani, ae. 1/347, Halebi ae. İ. Hişam ae. s.160, Tabersi, A’lamu’l-Verâ, Dar. Kut. İsl. s.122.

[1006]- İ. Sa’d ae. s.165,167, Vak. ae. Kastalani ae. s.346, Tabersi ae. Halebi ae. s.99, İ. Hişam ae. s.159.

[1007]- Vak. ae. s.991, Taberi ae. 3/142.

[1008]- İ. Sa’d ae. s.166, Vak. ae. s.996,1002, Kastalani ae. s.349, Halebi ae. s.102.

[1009]- Vak. ae. s.1002, İ. Sa’d ae. s.166.

[1010]- Mesudi, et-Tenbih Ve’l-Eşraf, Kahire, Dar. Sav. Tab. Neş., s.235.

[1011]- İ. Sa’d ae. s.165,166, Vak. ae. s.995.

[1012]- Vak. ae. s.993, İ. Hişam, es-Siretu’n-Nebeviyye 4/160, Kastalani ae. s.342.

[1013]- Tevbe, 81.

[1014]- ae.

[1015]- a, 87 ve 93.

[1016]- Vak. ae. s.995, İ. Hişam ae. 4/162.

[1017]- Müf. İrşad, Kum, Mek. Basir. bas. s.82, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.122.

[1018]- Sad, 236.

[1019]- İ. Ahdulbirr, İstiab, el-İsabe haşiyesi 3/34, es-Siretu’l-Halebiyye 3/104, Kastalani, el-Mevahib 1/348.

[1020]- İ. Abdulbirr ae. s.27, C. Mur. Âmuli, es-Sahih M., s. Nebi A,1403 hk. 4/193-196.

[1021]- Medine’ye 3 mil mesafede bir yer adı.

[1022]- İ. Hişam Siyeri 4/163, es-Siretu’l-Halebiyye 3/104.

[1023]- İrşad, s.83.

[1024]- İstiab 3/34.

[1025]- Sah. Buhari, Ş.K. Şemai inc. Bey. Dar. Kalem 1.bas. 1407hk. 6/309, Meğazî 195, had 857, Sah. Müslim, Nevevi Şerhi, Beyr. Dar. Fih. 1401 hk. 15/175, Fazailu’s-Sahabe, Fazail-u Ali b. Ebi Talib (a.s) adına Menzilet hadisi denilen bu hadis için bk:

El-Mevahib L. 1/348, İstiab, İsabe haşiyesi 3/34, el-Bidaye ve’n-Nihaye 5/7 ve 8/77, Müsned-i Ahmed 1/179, Kenzu’l-Ummal hadis. 14242, 32881, 36572, Camiu’s-Sahih Tirmizi, Menakıb, 21. bab, hadis 3730, el-Tenbih ve’l-Eşraf, s.235, Sevaiku’l-Muhrika, s.121, İsabe 2/509 n:5688, Zeyni Dehlan Siyeri 2/126, Murucu’z-Zeheb, 3/14, Emalî, Şeyh Tusi, s.599.

Bazı kaynaklarda ise Hz. Peygamber’in (s.a.a) bu yolculuğa çıkarken Muhammed b. Mesleme’yi, bir rivayete göre de Siba’ b. Urfute’i Medine’de halefi olarak bıraktığı geçer, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, 4/162, es-Siretu’l-Halebiyye 3/102, Taberi Tar. 3/143, Tabakaat-ı Kübra 2/165, el-Mevahib L. 1/348. Ancak, Şia ve Sünni rivayetlerdeki tevatüre binaen bu iki rivayetin asılsız olduğu ve Medine’de Hz. Ali’nin (a.s) halef bırakıldığı tartışılmazdır. Ehl-i Sünnetin büyük fakihlerinden olan ünlü tarih ve rical yazarı İbn Abdulbirr (5. yy. hk.) şöyle yazar: Hz. Ali (a.s) hakkındaki Menzilet hadisini çok sayıda sahabe rivayet etmiş olup en güvenilir ve en sahih hadisler arasındadır; Sa’d b. Ebu Vakkas, İbn Abbas, Ebu Said Hudrî, Ümmü Seleme, Esma bint Umeys, Cabir b. Abdullah Ensari ve adlarını buraya sığdıramayacağımız daha birçokları bu meşhur hadisi rivayet etmiştir; bk. el-İstiab 3/34.

[1026]- Bunca net ve açık delillere rağmen Ehl-i Eünnet’ten Şamlı Halebi’yle, İbn Teymiye, kendilerine has malum siyasi görüşleri ve tarafgir tutumları sebebiyle bu sahih hadisi şüpheli göstermeye çalışmıştır. Bu hadis hakkındaki belgeler ve sayıları yüze varan kaynak ve vasıtalar için bk. el-Gadir 3/197-201, İhkaku’l-Hak, 5/133-234, Pişvai ez Nezer-i İslam, Cafer Sübhani, İnt. Mek. İsl. 1374 hş. 15. fasıl.

[1027]- İ. Sa’d Tabakaatı 2/167, Kastalani, Mevahib 1/346, Halebi ae.  3/106.

[1028]- Sah. Buhari 6/308, Mesudi, el-Tenbih V. Eş. s.235, Kastalani ae. s.346, bu isim Tevbe Suresi’nin 117. ayetinden alınmıştır.

[1029]- Vakidî, Meğazî 3/1990-1191.

[1030]- Halebi ae. s.99.

[1031]- İ. Sa’d ae. 2/166-168, Vak. ae. s.1015.

[1032]- Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.123, Kastalani ae. s.350, Taberi Tar. 3/146.

[1033]- İ. Sa’d Tabakaatı 2/165, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 4/159, Halebi ae. s.99, Kastalani ae. 346.

[1034]- Cafer Süb. Furuğ-u Ebediyet, Kum, int. Def. Teb. İsl. 5.bas. 1368 hş. 2/403-404.

[1035]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 4/205. Siyer yazarları bu heyetlerin sayılarının 60’tan fazla olduğunu kaydeder, bk. Tabakaat-ı Küb. 1/291-359, İslam Pey. Tar; Muh. İbr. Ayeti, s.609, 642.

[1036]- İ. Hişam Siyeri 4/190.

[1037]- Beraet Suresi 1-5.

[1038]- “Onu senden taraf, ancak sen veya senden olan bir kişi yerine getirmelisiniz”.

[1039]- Bu olay küçük farklılıklarla şu kaynaklarda kayıtlıdır: Taberi Tar. 3/154. İ. Hişam Siresi 4/190, el-Kamil Fi Tar. 2/291, Mecmau’l-Beyan Tef. 5/3, Tezkiretu’l-Havass, s.57, el-Bidaye ve. N  5/37,38,ve 7/358, Ruhu’l-Meani Tefsiri c.1’de Tevbe Suresi’nin tefsiri, el-Menar Tefsiri 10/157.

[1040]- Çıplak tavaf, müşriklerin dini sapmalarından biriydi ve Kureyşin tekelci kapital anlayışının eseriydi, elinizdeki kitabın 2. bölümünde gerekli açıklamalarda bulunulmuştur.

[1041]- Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu uyarısı bazı önemsiz farklılıklarla şu kaynaklarda geçer: İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 4/191, el-Mizan Tefsiri, 9/163,165, el-Menar Tefsiri 10/157, el-Bidaye ve’n-Nihaye 7/358, el-Gadir 6/343, 348.

[1042]- Taberi Tar. 3/154, İbn Esir Tar. 2/291.

[1043]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, 4/191, İbn Esir, el-Bidaye Ve’n-Nihaye 5/37.

[1044]- Necran, Yemen’in Mekke tarafına bakan bölgelerinin merkez şehirlerinden biriydi, bk. Yakut Hamevî, Mu’cemu’l-Buldan, Bey. Dar. İh. Ter. Ar. 5/266, İm. Ebu’l Feda (hk. 672-732) şöyle yazar:… Necran hurmalıklarla dolu küçük bir şehirdir, Mekke’ye 20 gün uzaklıktadır…” bk. Takvimu’l-Buldan, çev. A. Âyeti, İnt. B. ter. İran, 1341 hş. s.127. Bu şehir birkaç asır sonra genişlemiş olmalı, çünkü Zeyni Dehlan (hk 1231-1304) “Necran, Mekke’ye 7 menzil uzaklıkta, Yemen’de büyük bir şehir olup 73 köy ve kasabası vardır, bk. Nebevi Siyeri… 2/144. Bugün Necran, Yemen sınırlarında, Suudi Arabistan’a ait şehirlerden biridir.

[1045]- İ. Vazih, Yakubi Tar. Necef. Mek. Hay. hk. 1384 2/70-71, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Beyr. Mek. Mar. 1977 5/53, Biharu’l-En. 21/285; Vesaik, M. Hamidullah, çev. Dr. M. Damğani, s.34, Ali Ahmedi, Mekatib-i Resul (s.a.a) 3. bas. 1363 hş. 1/175.

[1046]- “De ki: “Ey kitab ehli, bizimle sizin aramızda müşterek bir söze gelin (ki şudur:) Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp kimimiz kimimizi Rabler edinmeyelim.” Eğer yine yüz çevirirlerse deyin ki: Şahid olun, biz gerçekten Müslümanlarız.”

[1047]- Seyyid b. Tavus. el-İkbal bi’l-A’mal… inc. Cevad Feyyumi İsfahani, Kum. Mer. İnt. Def. Teb. Havz. İlm. 2.bas. 1377 hş. 2/311.

[1048]- Maide, 17.

[1049]- Tabersi’nin nakline göre Âl-i İmran Suresi’nin yaklaşık 70 ayeti bu konuda inmiştir, bk. A’lamu’l-V. s. 129.

[1050]- Âl-i İmran 59-60.

[1051]- ae, 61.

[1052]- es-Siretu’l-Halebiyye, Beyrut, Dar. Mar. 3/235,236, Zeyni Dehlan es-Siretu’n-Nebeviyye 2/144, Meclisi, Bihar. En. 21/347 (biraz farkla). Allame Meclisi, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Necran Hıristiyanlarıyla yaptığı görüşme ve münazaraların kayıtlı olduğu kaynakların adını ünlü eseri Biharu’l-Envar’da 21/319-355 derlemiş bulunmaktadır.

[1053]- Tabersi, A’lamu’l-Vera, Tah. Dar. Kit. İsl. 3.bas., s.129, Mecmau’l-Beyan 2/452, Meclisi Bihar. Envar 21/337.

[1054]- es-Siretu’l-Halebiyye 3/236, Zeyni Dehlan Siyeri 2/144.

[1055]- İ. Vaz; Yakubi Tar. 2/72, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.129.

[1056]- Halebi ae. Zeyni Dehlan, ae. Zemahşeri, Keşşaf Tefsiri, Bey. Dar. Mar. 1/193, Fahr-i Razi, Mefatihu’l-Gayb, Tefsir-i Kebir, Bey. Dar. Ter. İsl. 8/82, Sey. M. Hüs. Tabatabai, el-Mizan Tef. 3/231, Sa’lebi Tefsirinden naklen, Kadı Beyzavi, Envaru’l-Tenzil, s.74.

[1057]- Yakubi Tar. 2/72, Tabakaat. K. 2/358, Futuhu’l-Buldan, s.75,76, Vesaik, çev. M.M. Damğani, s.134-135, Nebevi Siyeri 2/144, es-Siretu’l-Halebiyye, 3/236, Keşşaf Tef. 1/191, Tef. Kebir, (Mefatihu’l-Gayb) 8/182, el-Mizan Tef. 3/232.

[1058]- Ahzab, 32, Zemahşeri ae. Fahr-i Razi, Ayşe’nin adını vermeden bu rivayeti aktarıp şöyle der: “Bilesin ki bu rivayet hadis ve tefsir ehli nazarında sahih ve güvenilir hadis gibidir.” Tefsir-i Kebir 8/82, Şeblenci de “bu rivayet çeşitli vasıtalarca aktarılan sahih bir rivayettir.” der, bk. Nuru’l-Ebsar, s.111.

[1059]- Keşşaf Tefsiri 1/193, Tef. Kebir 8/82, Dürru’l-Mensur, Dar. fik. 2/231-233 (Hakim, İbn Merdeviye ve Ebu Nuaym ed-Delail’den aktarır), Müslim ve Tirmizi: İbnu’l-Münzir, Beyhaki, Kit. Sünen’de, İbn Cerir, Yakubi Tar. 2/71, Şerefu’n-Nebi, Ebu, s. V. Herg, çev. Nec. M. Raverdi, Tah. int. babek, 1361 hş. s.262, Kadı Beyzavi, Envaru’l-Tenzil, eski rahle bas. s.74, Nur. Ebsar, s.111, Menakıb-ı  Ali (a.s) İbn Mer; hazırlayan, Abdurrezzak H. s.226. Bu konuda etraflı bilgiyi merhum Seyyid b. Tavus vermektedir, bk. Kitabu’l-İkbal bi’l-A’mali’l-Hasene…2/310-348 .

Mübahelede Ehl-i Beyt’in (a.s) bulunduğuna dair mevcut bunca belge ve rivayete rağmen yine de bazı tarihçiler kör taassupları nedeniyle mübahele rivayetini tahrif etmiş, asılsız ekleme ve eksiltmelerde bulunmadan edememişlerdir; mesela Belazuri, İbn Kesir ve Şa’bi, Hz. Ali’nin (a.s) adını Mübahele hadisinden çıkarmışlardır! Bk. Futuhu’l-Buldan, s.75, el-Bidaye ve’n-Nihaye  5/54, Dürru’l-Mensur 2/232; ayrıca Halebi’yle Zeyni Dehlan da Ayşe’yle Hafsa’yı Mübaheledekiler arasında göstermeye çalışmış ve Ömer’den nakille Hz. Peygamber’in (s.a.a) şöyle söylediğini iddia etmişlerdir: “Eğer Hıristiyanlarla mübahele etseydim Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin, Ayşe ve Hafsa’nın elinden tutup götürürdüm”(!) bk. es-Siretu’l-Halebiyye 3/236, Nebevi Siyeri 2/144-145; Siyuti de İbn Asakir’den nakille Hz. Peygamber’in (s.a.a) mübaheleye Ebubekir, Ömer ve Osman’ı onların çocuklarıyla birlikte ve Hz. Ali’yi de (a.s) çocuklarıyla birlikte davet ettiğini yazar!!! Bk. Dürru’l-Mensur 2/333. Bu rivayetlerin çok acemice tahrif edilip uydurulduğu belgelerle sabittir, mesela; eğer ayette geçen “nisâena” (kadınlarımız) kelimesi Hz. Peygamber’in (s.a.a) eşlerini de kapsamına alıyorsa, neden Hz. Resulullah’ın (s.a.a)  bütün eşleri değil  de, sadece Ayşe’yle Hafsa (iki halifenin kızları!!) mübahelede yer alsın?!!

[1060]- Sah. Müslim, Nevevi Şerhi 15/176.

[1061]- Keşşaf Tefsiri 1/193.

[1062]- Envaru’l-Tenzil, eski baskı, rahle, s.84.

[1063]- Meclisi, Bih. Envar 21/350.

[1064]- Daha fazla bilgi için bk. Mekatib-i Resul (s.a.a) 1/441-445.

[1065]- Ezreki, Ahbar-ı Mekke, Rüştü inc. Kum. Men. Raz. 1. bas. 1411hk. 1/176, İbn Abdurrabbih, Ikdu’l-Ferid, Bey. Dar. Kut. Ar. hk.1403  3/313.

[1066]- Vakidî, Meğ. 3/1102, Zeyni Dehlan, Nebevi Siyeri 2/143.

[1067]- Hişam Kelbi, el-Esnam, çev. Say. M. Rıza Celali Naini, 1348 hş. s.13, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, 1/88, Mah. Ş. Âlusi, Büluğu’l-Ereb F. M. Ahv. Arab, M.B.E. tashihiyle, Kahire, Dar. Kut. Had. 2/202

[1068]- es-Siretu’l-Halebiyye 3/317.

[1069]- Vakidî ae. 3/1104.

[1070]- Hacc, 27.

[1071]- Kuleyni, Furu-u Kafi, Tah. Dar. Kit. İsl. 1384 hk. 21/390.

[1072]- İbn Sa’d Tabakaatı 2/181, Halebi ae. 3/327.

[1073]- Vakidî ae. s.1104.

[1074]- ae. s.1102, Zeyni Dehlan ae. 2/143, Meclisi ae. 21/392.

[1075]- Bakara 199.

[1076]- Vakidî ae; Meclisi ae. s.379.

[1077]- Zey. Dehlan ae. 2/143.

[1078]- Haram ayların yerlerinin değiştirilmesini aynı başlıkla 1. bölümde işledik.

[1079]- İ. Hişam Siyeri 4/250-252, es-Siretu’l-Halebiyye 3/312, İbn Sa’d Tabakaatı, 2/186, Vak. Meğazî 3/1111, Meclisi, Bihar En. 21/380, İ. Sa’dle Vakidî Hz. Peygamber’in (s.a.a) bu hutbeyi Mina’da okuduğunu yazar.

[1080]- Burası hacıların müşterek yollarının son naktasıydı, buradan itibaren Mısır, Irak ve Medine hacılarının yolları ayrılıyordu.

[1081]- Maide, 67.

[1082]- ae. 3.

[1083]- Allame Emini, “el-Gadir Fi Kitab ve’s-Sünne ve’l-Edeb”, Bey. Dar. Kit. Ar. 1/10-11.

[1084]- “Hilafet işi Allah’a aittir; onu istediği yere bırakır.”

[1085]- Ehl-i Sünnet Gadir hadisinin Hz. Ali’nin (a.s) velayetine delil teşkil ettiği konusunda şüphelidir sadece; bunu ileride açıklayacağız. Mesela hş. 1371 Behmen’inde (1993 Şubat’ında) İstanbul’da düzenlenen İslam ülkelerinden çok sayıda araştırmacının katıldığı Uluslar Arası Şiiliği Tanıma (Şiilik) Sempozyumunda Suriye üniversitesi ünlü bilim adamı Dr. Muh. Said Ramazan Buti, Gadir hadisini inkâr eden bir konuşmacıyı eleştirdiği hitabesinde şöyle demiştir: Gadir hadisinin sahih olduğunda hiçbir şüphe bulunmamaktadır, ancak Şianın sözüne delalet teşkil etmez…” bu görüşe de, toplantıya İran’dan katılan bir bilim adamı cevap vermiştir, bk. Ayet. C. Sübhani “İlmi Toplantı ve kongrelerde Şianın Mantığı”, Kum, İnt. Mek. İsl. 1. bas.1376 hş., s.21-27. (Bu sempozyumdaki bütün konuşmalar Türkiye’de de “Şiilik Sempozyumu” adıyla İslami İlimler Araştırma Vakfı tarafından Türkçe olarak hazırlanıp ilmi Neşriyat tarafından 1993’te İstanbul’da basılmıştır -çevirenin notu-.

[1086]- el-Gadir 1/14-151.

[1087]- c.2, s.102. Mesudi de, meşhurun aksine, bunun Hudeybiye dönüşünde gerçekleştiğini yazar, bk. Kahire. Dar. S. Tab. Neş. Telif. s.221. Murucu’z-Zeheb’de de Hz. Ali’nin (a.s) mümtaz sıfatları sıralandıktan sonra velayet hadisi özetle aktarılmıştır, bk. ae. Beyrut, Dar. End. 1. bas. 1965, Yusuf Esed Dağır inc. 2/425.

[1088]- İbn Şehraşub, Mealimu’l-Ulema, Necef, mat. Hayd. bas. 1380 hk. s.106, İbn Tavus, el-Teraif Fi Mar. Mez. Tev; Kum, mat. Hay. 1400 hk; İbn Betrik, Umdet-u Uyun-i Sihahu’l-Ahbar, Mal. Mah. Ve İb. Babaduri inc. Kum.1412 hk. 1/157.

Bu kitaptan “Kitabu’l-Fezail, Hadisu’l-Velaye” ve “Kitab-ı Gadir-i Hum” adlarıyla da sözedilmiştir. Muhtemelen bunlardan bazısı muhtevası nedeniyle kitap uzmanları tarafından konulan isimlerdir, bazısı da bu kitaptan alınıp ayrıca yazılan belli bir bölümün adı olsa gerektir. Bunu izleyen dipnotta da aktardığımız gibi Necaşi bundan “er-Redd-i Ale’l-Horgusiyye” adıyla sözediyor. Horgus b. Züheyr, haricilerin elebaşlarından biriydi. Bu isimlendirmenin amacı muhtemelen, Hz. Ali’nin (a.s) velayetine karşı olanları “nasibî” ve “harici” olarak tanımlamaktı.

[1089]- Necaşi, Fihrist-u Musannafi’ş-Şia, Kum. Mek. Daveri, s.225 ve Sey. b. Tavus el-İkbal’inde (2/239) aynı adı kullanır.

[1090]- Tusi, el-Fihrist, Meşhed, Meş. Ün. 1351 hş. s.281.

[1091]- el-Bidaye ve’n-Nihaye 5/208. İbn Kesir, Gadir olayını bizzat aktardığı halde bunun Hz. Ali’nin (a.s) velayetine delalet ettiğini şüpheli göstermeye çalışmaktadır! Bunun üzerinde daha sonra etraflıca duracağız.

[1092]- ae. 11/147, Taberi’nin öldüğü 310 senesinin olayları.

[1093]- Mealimu’l-Ulema, s.106.

[1094]- el-Teraif 1/142.

[1095]- Umdet-u Uyun-i Sihah-ı Ahbar 1/157.

[1096]- Bu kitap 1414 hk’de Kum’da Neşr-i İslami mües. tarafından 3 cilt olarak basılmış, 1 cildinde, s.130’dan sonra Taberi’nin rivayetleri aktarılmıştır.

[1097]-  ae. 1/130.

[1098]- ae. Sebebi şudur: Taberi; Bağdad alimlerinden birinin Gadir hadisini bütünüyle inkar ettiğini, Hz. Ali’nin (a.s) Veda haccı dönüşünde Yemen’de olduğunu ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yanında bulunmadığı iddiasını öne sürdüğünü öğrenince pek rahatsız olmuş ve el-Velaye kitabını ona reddiye olarak yazmış ve böylece Gadir hadisinin yol ve vasıtalarını da aktarıp bu hadisin sahih olduğunu ispatlamıştır; bk. Şerhu’l-Ahbar 1/130, Yakut Hamevî, Mu’cemu’l-Udeba 18/84-85. Hafız b. Asakir’le Şemsuddin M. Zehebi, sözkonusu şahsın Ebubekir b. Ebu Davud (Süleyman b. Eş’as)-ı Sicistani (Sünen’in yazarı) olduğunu yazar, bk. Medine ve Dimaşk Tarihi, Ali Şiri inc; Bey. Dar. Fikir 1. bas. 1418 hk. 52-197-198, İslam Tar. h.310 olayları, s.213; Tezkiret’u’l-Huffaz; Dar. İhy. Ter. Ar. 2/713. Ebubekir b. Ebu Davud, Hz. Ali’ye (a.s) düşmanlığıyla tanınıyordu, bk. Medine ve Dimaşk Tar. 29/87 ve Mizanu’l-İtidal 2/434, Bağdad Tar. 9/467-468.

[1099]- Şerhu’l-Ahbar 1/134-135. Kitabu’l-Velaye hakkında daha fazla bilgi için bk. Fezailu’l-Ali b. Ebitalib kitabından geri kalan sayfalar, Resul Caferiyan, Fasılname-i Mikat-ı Hac, 34. sayı.

[1100]- el-Gadir 1/350, 354, 356.

[1101]- Hadid, 15.

[1102]- Hac, 78.

[1103]- Muhammed, 11.

[1104]- Âl-i İmran, 51.

[1105]- Tevbe, 51.

[1106]- Hacc, 13.

[1107]- Ebu Cafer M.H. Tusi, el-İktisadu’l-Hâdi İ.T. Reşad, Teh. Mek. Cam. Çeh. Sütun, 1400 hk. s.217, Müsned-i Ahmed’den naklen 6/44, İbn Betrik, Umdet-u Uyun-i Sıhahi’l-Ahbar 1/159, İbn Hazm, Ebu M. Ali. Ahmed, el-Mahalli, Ah. Muh. Şakir inc; Beyrut, Dar. Afak. Had 9/474’de 1838. mesele.

[1108]- el-Gadir 1/367-370.

[1109]- Tezkeretu’l-Havass, Necef, Mek. Haydariye 1383 hk. s.30-33.

[1110]- Ahmed b. Hanbel’in Müsned 1/119’da ve İbn Esir’in Usdu’l-Gabe 4/28’de aktardığına göre Hz. Peygamber (s.a.a) “Ben müminlere kendi canlarından daha aziz ve daha evlâ değil miyim? Eşlerim, bütün müminlerin annesi değil midir?” buyurmuştur. Bu da Hz. Resulullah’ın (s.a.a) eşlerinin Müslümanların annesi olduğu hükmü, o hazretin peygamberliğiyle ilgili özel bir hüküm olup Ahzab, 6’da yer almaktadır. Burada da hazretin (s.a.a) kendisinin Müslümanlara, onların canından daha evla ve aziz olduğunu söyledikten sonra bunu buyurması; kendi peygamberlik makamını gündeme getirerek ilahî mesajı taşıma ve uygulamada bunun bir nevi benzeri ve devamı olan şeyi, yani Hz. Ali’nin (a.s) velayetini açıklayıp ilan etmek istediği ortadadır.

Belli bir eğilimle hareket ettiği bilinen İbn Kesir’in bu hadisi aktardıktan sonra hiçbir ilmi belge göstermeden ve hiçbir açıklamada bulunmadan bu hadisin senedinin zayıf ve garib olduğunu iddia etmesi çok ilginçtir! bk. el-Bidaye ve’n-Nihaye 5/211. Halbuki bu hadisin ilk ravisi Abdurrahman bin Ebu Leylâ, Ehl-i Sünnet ulemasınca güvenilir bir ravidir ve hadis, bundan başka raviler tarafından da rivayet edilmiştir, bk. el-Gadir 1/177-178.

[1111]- Bu belgelerin tamamı için bk. el-Gadir 1/370-385 ve İslam’da Liderlik, Cafer Sübhani, s.234-238.

[1112]- Bu olay için bk. Vakidî, Meğazî 3/1081, el-Bidaye 5/208-209.

[1113]- el-Bidaye 5/208.

[1114]- Taberi Tar. 3/168, Nihayetu’l-Ereb Fi Fununi’l-Edeb, çev. M.M. Damğani 2/329, el-Bidaye ve’n-Nihaye s/209, bk. Terceme-i İmam Ali (a.s) Min Tar. Med. Dimaşk, Hafız b. Asakir, Ş.M.B. Mahmudi inc. Beyrut, Dar. Tear. Mat. 1395 hk. 1/386.

[1115]- Tarihçilerle siyer yazarları Hz. Ali’nin (a.s) Yemen görevinde yanındaki ordunun 300 kişi olduğunu yazmıştır, bk. Vakidî, Meğazî 3/1019, Tabakaat-ı Kübra 2/169.

[1116]- Nur, 63.

[1117]- Hucurat, 1.

[1118]- ae, 7.

[1119]- Ahzab, 36.

[1120]- Nisa 64-65.

[1121]- Enfal, 20.

[1122]- İbn Kutaybe D; el-İmame ve’s-Siyase, Kum. Men. Şer. Razıyy, s.24-25.

[1123]- el-Gadir 1/214-247.

[1124]- Maide Suresi’ndeki ilgili iki ayet arasındaki fasıla ve 3. ayetin öncesi ve sonrasının haram etlerle ilgili olması ve bunun da velayetle ilgisi bulunmadığı konusunda bk. Numune Tefsiri 4/263-271.

[1125]- “Dünya” vezniyle yazılan “Ubna”, Suriye’de Askalan’la Ramle arasında Mute’ye yakın bir yerin adıdır; bk. es-Siretu’l-Halebiyye, Beyrut, Dar. Mar. bas. 3/227.

[1126]- Usame’nin bu sırada 17, 18 veya 19 yaşında olduğu yazılmıştır, hiçbir tarih kaynağında 20’den yukarı yazılı değildir.

[1127]- Medine’ye 3 mil uzaklıkta Şam tarafında bir bölge.

[1128]- İ. Sa’d Tabakaatı, Beyr. Sad. yay. 2/190, Şeyh A. Bedran, Tehzib-i Tar. Dimaşk, Haf. B. Asakir, Bey. Dar. İhy. Ter. Ar. 1407 hk. 1/121, Zeyni Dehlan, es-Siretu’n-Nebevi 2/138, Halebi ae. 227.

[1129]- İ. Sa’d, ae. 190, es-Siretu’l-Halebiyye, Beyrut, Dar. Mar. bas. 3/227, Zeyni Dehlan, es-Siretu’n-Nebeviyye, 2/138.

[1130]- İbn E. Hadid. Nehcu’l-Bel. Şerhi, Muh. E. İbrahim inc, Dar. Kit. Ar. bas. 6/52, Sakıyf Ebubekir Ahmed b. Abdulaziz Cevheri’den nakille.

[1131]- İ. Sa’d ae. 190, Ş. Abd. Bedram ae. 1/121.

[1132]- İ. Sa’d ae. Takıyuddin A. b. Ali Mugrizi, İmtau’l-Esma, M. Abd. Numeysi incelemesi, Bey. Dar. Kit. İlm. 1.bas. 1420 hk. 2/124, Tehzib-u Tar. Dimaşk 1/121.

[1133]- İ. Sa’d ae. Mugrizi ae. 2/124, Zeyni Dehlan ae. Ş.A. Bedran ae. Halebi ae. 228; Buhari’yle Müslim’in rivayetinde bu hadis için bk. Sah. Buhari, Şeyh Kas. Şem. Rufai inc. Beyrut, Daru’l-Kalem bas. 1407 hk. 6/326, Meğazî 203. bab, hadis.9 ve Sah. Müslim, İmam Nevevi Şerhiyle, Kum. Dar. Fih. 1401 hk. c.15’de Sahabenin faziletleri, s.195.

[1134]- M. b. Abd. Şehristani, Kum, Men. Şerif, Razıyy, 29. Şehristani Hz. Peygamber’in (s.a.a) bu grubu lanetlediğini mürsel olarak aktarıyorsa da İbn Ebi’l-Hadid, Ebubekir Ahmed b. Abdulaziz Cevheri “Sakife” adlı kitapta bu laneti Abdullah b. Abdurrahman’dan müsned olarak nakleder ve hazretin (s.a.a) bu laneti birkaç kez tekrarladığını yazar, bk. Nehcu’l-Belağa Şerhi 6/52.

[1135]- İ. Vazih. Yakubi Tar; Necef, Mek. Haydariye bas. 1384 hk. 2/178.

[1136]- İbn Ebi’l-Hadid’in (öl. 656 hk) bu yoruma yönelttiği tutarsız eleştiri (bk. Nehcu’l-Bel. Şerhi 1/161) bu Şia yorumunun öteden beri tarihçiler arasında bilindiğini göstermektedir.

[1137]- Sah. Buhari, Şeyh K.S. Rufai inc; Beyrut, Dar. Kal. 1.bas. 1407 hk. c.1’de Kitabu’l-İlim, “Kitabetu’l-İlim” babı (82.bab) 112/120 ve c.6; Meğazî, bab:199, s.317-318, Sah. Müslim, İmam Nevevi Şerhiyle c.11, bab: Terk-i Vasiyet…, s.89, Tabakaat-ı Küb; Bey. Dar. Sad. 2/242, İbn E. Hadid, Nechu’l-Bel. Şerhi, Ebubekir Cevheri’nin “Sakife” kitabından nakille.

[1138]- Sah. Buhari 1/120, Tabakaat-ı Kübra 2/244.

[1139]- el-Teraif F. Mar. M. Tev; İbn Tavus; Ali b. Musa, Kum, mat. Hay. 2/431-435; Nas ve İçtihad, Şerefuddin, Sey. A. Musevi, Beyrut, Daru’l-Nu’man 3. bas. 1384 hk. s.162-177, Cafer Sübhani, Furuğ-u Ebediyet, Kum, Mer. İnt. Def. Teb. İsl. 5. bas. 1368 hş. 2/493-500; Mustafavi H; el-Hakaik-u Fi Tarih-i İslam ve F.H.S. 129-135; Yusuf Gulami, Pes ez Gurub, Kum. Def. Neş. Mar. 1/1380, s.38-53 .

M.H. Heykel, Muhammed’in (s.a.a) Hayatı, Kah. Mek. Neh. Mısriye 8. bas. 1963, s.501; İmam Nevevi Şerhiyle Sahih-i Müslim (Sah. Müslim’in aslıyla birlikte basılan nüsha) 11/89-93.

[1140]- M. B. Meclisi, Biharu’l-Envar, Tah. Dar. Kit. İsl. 1385 hk. 22/514, Hz. Peygamber’in (s.a.a) vefat tarihiyle ilgili başka kaviller de vardır, bk. ae. 514-521 ve İ. Sa’d Tabakaatı 3/272-274 ve es-Siretu’l-Halebiyye 3/473.

[1141]- İ. Vazih, Yakubi Tar. Necef. Mek. Hayd. bas. 1384 hk. 2/178.

[1142]- es-Siretu’l-Halebiyye 3/454.

[1143]- ae.

[1144]- İbn Sa’d Tabakaatı 2/237-239.