BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
قَالَ
رَسُول الله
(صلّی الله
عليه وَ آله):
اِنِّي
تَارِكٌ
فِيكُمُ
الثَّقَلَيْنِ:
كِتَابَ الله،ِ
وَ عِتْرَتِي
اَهْلَ
بَيْتِي، مَا
اِنْ تَمَسَّكْتُمْ
بِهِمَا لَنْ
تَضِلُّوا
اَبَدًا،
وَانَّهُمَا
لَنْ
يَفْتَرِقَا
حَتیّ يرِدَا
عَلَيَّ
الْحَوْضَ.
(صحيح
مسلم، ج۷،
ص۱۲۲، سنن
دارمي، ج۲،
ص۴۳۲، مسند
احمد، ج۳،
ص۱۴، ۱۷، ۲۶،
۵۹، ج۴، ص۳۶۶،
۳۷۱، ج۵، ص
۱۸۲، مستدرك حاكم،
ج۳، ص۱۰۹،
۱۴۸، ۵۳۳، و....)
Resulullah
(s.a.a) şöyle
buyurmaktadır: “Ben sizin aranızda iki paha biçilmez emanet bırakıyorum:
-Biri- Allah’ın kitabı ve -diğeri- itretim, Ehl-i Beytim. Bu ikisine sımsıkı
sarıldığınız
müddetçe asla sapmazsınız. Bu ikisi Kevser havuzunun başında bana varıncaya kadar birbirinden
ayrılmazlar.
(Sahih-i Müslim, c.7, s.122; Sünen-i Daremî,
c.2, s.432; Müsned-i Ahmed, c.4, s.14, 17, 26, 59, c.4, s.466, 471, c.5, s.182;
Müstedrek-i Hakim, c.4, s.109, 148, 533 vs…)
İSLAM TARİHİ
Mehdi PİŞVÂÎ
Tercüme:
İsmail
BENDİDERYA
Redakte:
Şadman
Eroğlu
Dünya Ehlibeyt (a.s) Kurultayı
Hidayet Önderleri: İSLAM TARİHİ
Yazar: Mehdi PİŞVÂÎ
Mütercim: İsmail BENDİDERYA
Redakte: Şadman EROĞLU
Hazırlayan: Kültürel Yardımcılık,
Tercüme Bürosu
Dizgi ve Mizanpaj: Leyla Bendiderya
Baskı: Leyla
Baskı Sırası: 1. Baskı
Baskım Tarihi: 2006
Yayınlayan: Dünya Ehlibeyt (a.s)
Kurultayı
Tiraj: 3000
ISBN: 975-6640-37-5
Site : www.ahl-ul-bayt.org
e-mail: info@ahl-ul-bayt.org
Baskı Hakları Yayıncıya Aittir
İÇİNDEKİLER
ARAP
YARIMADASI’NIN COĞRAFÎ, SOSYAL VE MEDENÎ
Kuzey
ve Güneyde Doğal Şartlara Göre Bölge Ayrımı
Arap
Yarımadası’nın Güney’inin (Yemen) Durumu
Güney
Arabistan’da Parlak Bir Medeniyet
Güney
Medeniyetinin Çöküşünün Arabistan Üzerindeki Etkileri
Arap
Yarımadası’nın Kuzeyinin -Hicaz- Durumu
ARAPLARIN
VASIF VE PSİKOLOJİSİ
Arapların
İyi Vasıflarının Kökleri
İran
ve Roma Karşısında Arapların Zayıf ve Perişan Hali
ARABİSTAN
YARIMADASI’YLA ÇEVRESİNDEKİ DİNLER
İbrahim
(a.s) Dini -Hanifilik-in Kalıntıları
Araplar
Arasında Putperestliğin Ortaya Çıkışı
Putperestler
Allah’a İnanıyor muydu?
İslam’ın
Zuhur Işığında Geçekleşen Köklü Değişimler
Mekke
Şehrinin Merkeziliği ve Genişlemesi
Kureyş’in
Ticareti ve Ka’be Anahtarlarını Taşıması
DOĞUMUNDAN
PEYGAMBERLİĞİNE KADAR: Hz. MUHAMMED
HZ.
MUHAMMED’İN (S.A.A) ATALARI
HZ.
MUHAMMED’İN (S.A.A) ÇOCUKLUĞU
Annesinin
Ölümü ve Dedesi Abdulmuttalib’in Kefaleti
Abdulmuttalib’in
Vefatı ve Ebu Talib’in Himayesi
Şam
Yolculuğu ve Rahib’in Kehaneti
Hırıstiyanların
Tarihi Tahrifi
HZ.
MUHAMMED’İN (s.a.a) GENÇLİĞİ
Vahyin
inişiyle İlgili Doğru Olmayan bir Haber
İlk
Müslüman Erkek ve İlk Müslüman Kadın
Hz.
Ali (a.s) İlk Mümin Erkektir
İSLAM’I
KABULDE ÖNCÜ OLAN KESİMLER
ALENÎ
DAVET VE MUHALEFETLERİN BAŞLAMASI
Kureyşlilerin
Muhalefetlerinin Nedenleri
1-
Sosyal Düzenin Yıkılacağı Endişesi
4-
Kabile kıskançlığı ve rekabet duygusu
KUREYŞİN
MUHALEFET VE GİRİŞİMLERİNİN SONUÇLARI
Mirac
Rivayetleri Üzerine Bir İnceleme
Haşimoğullarına
Ekonomik ve Sosyal Ambargo Uygulanıyor
Hatice’yle
(a.s) Ebu Talib’in Vefatı
1-
Ebu Talib’in şiirleri ve sözleri :
2-
Hz. Muhammed’i (s.a.a) Desteklemesi:
Hz.
Peygamber’in (s.a.a) Eşleri
Hz.
Resulullah’ın (s.a.a) Sığınma İstediği Doğru mudur?
Arap
Kabilelerini İslam’a Davet
Yesrib’de
İslam’ın Nüfuz Ortamı
Peygamber’i
(s.a.a) Terör Komplosu
Hz.
Resulullah’ın (s.a.a) Kuba’ya Varışı
Hz.
Peygamber’in (s.a.a) Yesrib’e Girişi
RESULULLAH’IN
(s.a.a) MEDİNE’DEKİ KÖKLÜ GİRİŞİMLERİ
Genel
Ahitname (Medine Sözleşmesi)
Muhacirlerle
Ensar Arasında Kardeşlik Sözleşmesi
Üç
Yahudi Kabilesiyle Saldırmazlık Antlaşması
Yahudilerin
Baltalama ve Engelleme Girişimleri
Yahudilerin
Muhalefetlerinin Nedeni
İSLAM
SAVAŞ BİRLİKLERİ KURULUYOR
Askerî
Tatbikat ve Operasyonlar
Hz.
Resulullah (s.a.a) Bu Operasyon ve Tatbikatları Neden Yaptı?
Müslümanların
Zafer Kazanmasını Sağlayan Faktörler
İslam
Ordusunun Kazandığı Zafer’in Etki ve Sonuçları
Kaynukaoğulları’nın
Antlaşmayı Çiğnemesi
Hz.
Ali’yle (a.s) Hz. Fatıma-ı Zehra’nın (a.s) Evliliği
Savaşın
İlk Merhalesini Müslümanlar Kazanıyor
1-
Ebu Seleme Seriyesi: Esedoğullarının Başarısız Saldırısı
Ahzab
Ordusunun Yenilgi Nedenleri
1-
Ahzab Ordusuyla Kurayza Yahudileri Arasında Çıkarılan
2-
Amr b. Abduvedd’in Öldürülmesi
Hudeybiye
Barış Antlaşması (Apaçık Bir Fetih)
Hz.
Peygamber’in (s.a.a) Gelecekten Haber Vermesi
Hudeybiye
Barış Antlaşmasının Etki ve Sonuçları
CİHANŞUMÜL
DAVETTEN Hz. RESULULLAH’IN (s.a.a) VEFATINA
İslam
Peygamberinin Cihanşumül Risaleti
Resulullah
(s.a.a) Genel Af İlan Ediyor
Mekke
Fethinin Etki ve Sonuçları
Savaşın
İlk Merhalesinde Müslümanlar Yenilip Geri Çekiliyor
Savaş,
Müslümanların Parlak Zaferiyle Bitiyor
Hz.
Ali (a.s) Resulullah’ın (s.a.a) Halife ve Vekili Olarak Medine’de Bırakılıyor
Hz.
Resulullah (s.a.a) Bölgedeki Emirlerle Antlaşma Yapıyor
Tebük
Gazvesinin Etki ve Sonuçları
İslam’ın Arap Yarımadası’na Yayılıp Genişlemesi
Müşriklerden
Teberri İlanı (Berâet)
Hz.
Peygamber’in (s.a.a) Özel Temsilci ve Habercisi
Beraet
İlanı Metni ve Hz. Peygamber’in (s.a.a) İhtarnamesi
Necran
Hıristiyanlarının Temsilci Heyetiyle Mübahele
VEDA
HACCI VE İSLAM PEYGAMBERİNİN (S.A.A) VEFATI
Hz.
Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) Tarihî Hutbesi
Gadir-i
Hum’da da Geleceğin Lideri Ümmete Tanıtılıyor
Hz.
Peygamber’in (s.a.a) Yüksek Gayesi
Hz.
Peygamber’in (s.a.a) Vefatı Sırasında İslam Toplumunun
Büyük
İslam Peygamberinin (s.a.a) Vefatı
Şüphesiz kültürlerin savaşta olduğu asrımızda etkili tebliğ metotlarından yararlanarak kendi ideallerini
yayabilen her mektep bu alanda öncül olup dünya insanlarının düşüncesinde etki bırakacaktır.
İran’da İslam inkılabının zafere ulaşmasından sonra dünyanın gözü bir kez daha İslam dini, Şia kültürü ve Ehl-i Beyt (a.s) mektebine çevrilmiş. Düşmanlar bu fikrî ve manevî gücü ortadan
kaldırabilmek, dostlar ve taraftarlar ise inkılabî ve kültürel örneklerden
ilham alıp onları izleyebilmek için bu asil ve tarih yaratan kültürün merkezine
göz dikmişlerdir.
Dünya Ehl-i Beyt (a.s) Kurultayı Resulullah’ın
(s.a.a) Ehl-i Beyt’inin izleyicileri arasında karşılıklı yardımlaşma, fikir alış-verişi, vahdet ve birliğin zaruretinin bilincinde olarak dünya Şiileri ile faal bir ilişki oluşturma amacıyla konferanslar düzenleme, kitap
basma, telif eserlerini tercüme etme ve Şia düşüncesi alanında insanları bilgilendirme
vasıtasıyla Ehl-i Beyt ve Muhammedî öz İslam kültürünü yaymak için Şia’nın iş bilir, büyük ve yaratıcı gücünden ve Caferî
mektebi düşünürlerinden
yararlanarak bu meydana ayak basmıştır. Rabbimize şükürler olsun ki, büyük rehberimiz Ayetullah
Hameneî’nin (Allah sayesini başımızdan eksik etmesin) özel yönlendirmeleriyle
bu hassas ve kültür yaratıcı meydanda çok önemli adımlar atılmıştır. Gelecekte bu nurlu ve asil hareketin
günden güne hızlanıp büyümesini, günümüz dünyasının ve Kur’an ve Ehl-i Beyt’in
berrak maarifine susuz insanların bu mektebî maneviyetin, irfanî mektebin ve
velaî İslam’ın kaynağından daha fazla yararlanmasını ümit ederiz.
Biz Ehl-i Beyt (a.s) kültürü sağlam, mantıklı, üslubuna uygun ve doğru bir şekilde sunulması durumunda uyanış, hareket ve maneviyet sancaktarları olan
Resulullah’ın Ehl-i Beyt’inin mirasının kalıcı cilvelerini dünya insanlarının
gözleri önüne serebileceğine, zuhur asrının eşiğinde Hz. Mehdi’nin (a.f) evrensel hükümetine
susamış olan yorgun dünyayı modern cehaletten ve
dünyayı sömürenlerin başına
buyruk hareketlerinden, ahlak ve insanlığa aykırı kültürlerden kurtarıp yapacağına inanıyoruz.
İşte bu nedenle, bu doğrultuda yazar ve araştırmacıların araştırma eserlerine ve ilmi faaliyetlerine kucak
açıyor ve kendimizi bu yüce kültürün yayılma için çaba harcayan yazar ve
mütercimlerin hizmetçisi biliyoruz.
* * *
Şimdi elinizdeki kitabı hazırlayan “Mehdi PİŞVÂΔye ve eseri Türkçeye kazandıran değerli mütercim sayın “İsmail BENDİDER-YA”ya teşekkür ediyor ve çalışmalarında başarılan diliyoruz.
Yine, bu eserin hazırlanmasında zahmetleri
geçen tercüme bürosundaki aziz kardeşlerimiz ve sadık arkadaşlarımıza tüm samimiyetimizle teşekkür ediyor, kültürel cihad meydanında bu
küçük adımın mevlamızın rızasını kazanmasını temenni ediyoruz.
Dünya
Ehlibeyt Kurultayı
Kültürel
Yardımcılığı
Tarih, zaman ve insanla birleşince anlam kazanır. Tarih bir kilime
benzetilecek olursa zeminini zaman, motifini olaylar, iplerini ve örgüsünü
neden-sonuç kanunlarıyla gelenekler oluşturur. Gerekli yeteneklere sahip bulunan ve bu
meydanın aktörü olan insan için zamanı tanımanın, gereçlerle imkanlardan
haberdar olmanın; gelenekler, kurallar ve olayların nedensellik araç-gereçlerini
bilmenin, özellikle “gerçek anlamda insan olma” gayesi ve insanoğlunun hayatının aslını ve hakikatini anlama
amacıyla bu olaylardan ibret çıkarmanın zorunluluğu tartışma götürmez bir gerçektir; zira zamanın akışında tarihin sadece birey değil, milletlerle ırklar üzerindeki etkisi de
apaçık ortadadır. Diğer
taraftan bir milletin tarihi ve bu tarihteki ibretler, tüketim tarihi bittiğinde bir kenara atılabilecek bir meta olmadığından, tarihi; geçmişte vuku bulduğu halde, gelecek nesiller için yazarlar.
İmam Ali de (a.s) Malik Eşter’e yazdığı mektupta “zaman” ve “tarihten ibret alma”
faktörlerinin altını çizerek geçmişle gelecek arasındaki bir nevi tam benzerliğe dikkat çekmekte ve herkesi, valilerin
uygulamaları hakkında azami bir insafla yargıda bulunup düşünmeye davet etmektedir.
Her ne kadar İmam’ın (a.s) muhatabı görünüşte Malik Eşter olsa da; bir milletin kıvanç dönemi, ancak
onların ibretli bir göze sahip oldukları dönem değil midir? Evet, tarihin bireysel ve sosyal
hayatın anlamını kavrayıp makul kararlar alarak hesaplı girişimlerde bulunabilmek için bizlere söyleyeceği çok sözü vardır…
Değerli alim ve bilim adamı Hüccet’il İslam Ve’l Müslimin Mehdi Pişvaî bey tarafından kaleme alınan elinizdeki
eser 5 bölümle 16 alt başlıkta sadr-ı İslam tarihini incelemektedir. Yazar, nebevî çağdaki olayların teferruat ve tafsilleri için
ayrı ayrı ve çeşitli
kaynakları kullanmaya özen göstermiştir. Kitabın tamamında göze çarpan Kur’an ve
hadis kaynaklı belgeler bu eseri alelade bir tarih çalışmasından öteye taşıyarak o dönemle ilgili bazı olaylar
çevresindeki şüpheleri
giderici nitelikte ciddi bir tahlil ve incelemeyi mümkün kılmaktadır.
İslami Özel Üniversite’nin Erak şehri ders metinlerini yazma ve planlama
merkezi, muhterem yazara teşekkürü bir borç bilirken, bu eseri inceleyen
saygıdeğer öğrencilerle öğretim üyeleri ve araştırmacıların, eserin mükemmelleşmesi yönünde önerilerini beklemektedir.
Sözlerimizi noktalarken, bu eserin
hazırlanmasında emeği geçen
herkese gönülden teşekkürü
bir borç biliriz.
Yüksek Rehberlik makamının Üniversiteler
Temsilciliği/Ders
Metinlerini Yazma ve Planlama Merkezi/Tarih ve İslam Bölümü/Erak Özel Üniversitesi.
-*-
Bu eseri hazırlama tevfikini bağışlayan Rabbime hamd ve şükür; şanlı İslam peygamberiyle onun masum halefleri ve
ashab-ı kiramına salat-u selamdan sonra; elinizdeki kitap çeşitli yüksek öğretim ve bilim merkezlerindeki on yılı aşkın öğretimle ders notlarını hazırlama ve yazma, ders
sırasında göze çarpan sorularla şüpheleri cevaplandırma ve İslam tarihiyle ilgili yıllar süren araştırma, ve incelemelerin ürünüdür.
Bu kitabın hazırlanmasında öncelik verilen bazı
noktaları, değerli
okuyucularla saygıdeğer öğrenci ve öğretim üyelerinin dikkatine sunmakta fayda olacağı kanaatindeyim:
1- Kitabın başlangıç kısmındaki birinci bölümde Arap
Yarımadası’nın İslam
öncesi dönemindeki durum ve şartları etraflıca ele alınmıştır. Zira cahiliyet dönemi sırasında Arap
Yarımadasının içinde bulunduğu durumu tam olarak bilmeden İslam tarihindeki birçok olayın idrak ve tahlili
ya imkansız ya da en azından eksik olacaktır. Mezkur olayların çoğunun kökleri cahiliyet dönemine uzandığından İslam sonrası Arap Yarımadasının durumu hakkında
sağlıklı bilgi edinebilmek için bu yarımadanın İslam öncesi halini bilmek kaçınılmaz
olmaktadır. Binaenaleyh, olaylar arasındaki ilişkilerin gereğince anlaşılması ve İslam’ın zuhurundan sonra bu mıntıkada vuku
bulan köklü değişimlerin idraki için bu bölümde olayların nicel
gelişimi tafsilatıyla aktarılmıştır. Buna karşılık daha sonraki bölümlerde bahsin kısa ve özet
tutulmasına özen gösterilmiş, teferruat e gerekli açıklamalar bizzat belge
ve tanıklara bırakılmıştır.
2- Dipnotlarda çok sayıda kaynağa yer verilmesinin nedeni, teferruatları merak
eden okuyucunun kaynağa başvurabilmesini sağlamak, belli bir kaynağa sahip olamaması halinde, ulaşabileceği başka kaynakları da bilmesine yardımcı olmaktır.
Kimi zaman da ilgili olayın tevatür veya ününü belgelemek için bu yola başvurulmuştur.
3- Çeşitli teferruatlara haiz tarihi olaylar
açıklandıktan sonra genellikle kaynak gösterilmektedir, oysa bu teferruatların
tamamı kimi zaman bu kaynaklarda toplanmamıştır. Bu durumda belli bir kaynağın gösterildiği yerde okuyucu sözkonusu teferruatların
tamamını o kaynaklarda bulabileceğini sanmaktadır ki bu da gereğince dakik bir yöntem olmamaktadır. Hele bu
teferruatlardan bazısı özel bir öneme haiz olduğunda veya hakkında ihtilaflar bulunduğunda bu mesele çok daha ciddi bir boyut
kazanmaktadır. Binaenaleyh elinizdeki eserde bu yöntem yerine, olayların her
teferruatıyla ilgili belgeler ayrı ayrı açıklanmıştır. Mesela savaşlar konusunda savaşın çıkış sebebi, çıktığı tarih, her iki tarafın asker sayısı, savaşın nasıl vuku bulduğu, tarafların kayıpları, ganimetlerin nasıl
paylaşıldığı, savaşın sonucu, etkileri ve bıraktığı izler…gibi teferruatların kaynakları bunlarla
ilgili yerlerde ayrı ayrı verilmiştir. Böylece okuyucu bunlara baktığında olayın hangi kısmının hangi kaynakta geçtiğini kolaylıkla görebilecek ve bu kaynaklara
müracaatla aradığı
mevzuyu bulabilecektir. Zannımızca gayet önemli, zarif ve çeşitli faydaları haiz bu yöntem epey dikkat ve
zaman almakta ve yazara büyük zahmetler yüklemektedir.
4- Kur’an ve hadis kaynaklı belgeler kitabın
bütün bölümlerinde geçmektedir; ancak okuyucu için sıkıcı olmaması ve arapça
bilmeyenlere kolaylık olması açısından zaruri görülen tarihi belgelerle ayet ve
hadisler metinde Türkçe olarak verilmiş, dipnotta
arapçası, aktarılmıştır.
5- Yeri geldiğinde gerekli yorum ve tahlillerin yanı sıra şüpheli bazı konular aydınlatılmış ve bunlara cevap verilirken en sade yola başvurulmuştur. Bazı konularda etraflı yorum ve tahlillere
girilmemesi ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Feccar savaşına katılması, göğsünün yarılması, Abdulmuttalib’in adağı gibi… bazı konulara fazla yer verilmemesinin
nedeni elinizdeki eserin genel iki dönemlik ders için hazırlanmış olması ve daha fazla genişletilme gereği duyulmamasıdır. Diğer taraftan bazı konular özel dallara girdiğinden kendi yerinde başlıca ve uzman bir bahsi gerektirdiğinden bunlara da kısaca değinmekle yetindik ve ilgilenenler için gerekli
kaynakları dipnotlara yansıttık.
6- İkinci dereceden öneme haiz konularla kavil
farklılıkları, zarurî olmayan teferruatlar, ek ve tamamlayıcı açıklamalar gibi
mevzular dipnotlara alınmıştır.
Her hâl-ü kârda kitabın sağlamlık ve zenginliği açısından gösterdiğimiz bütün özene; konuların iktibasında,
tercümelerde, tahlil ve mantıklamalarda gösterdiğimiz bütün dikkate rağmen bu eserin eksiksiz ve hiçbir müdaheleye
gerek bırakmayacak bir mükemmelliği haiz olmadığını belirterek eserin mükemmelleşmesi yolunda değerli öğrencilerle öğretim görevlileri ve araştırmacıların eleştiri ve önerilerine minnettar olacağımızı şimdiden hatırlatırız.
Burada, elinizdeki eserle ilgili ön çalışma ve incelemelerde emeği geçen güçlü konuşmacı ve yazar çok sevgili dostum merhum
hüccet’il İslam
ve’l müslimin Hacı Şeyh
Gulamrıza Gülsorhi Kâşânî’yi
saygıyla anmayı bir gönül borcu biliyor, Yüce Rahman’dan bu değerli insan için rahmet ve ulvî dereceler
temenni ediyorum. Hâkezâ kitabın ön çalışmaları, daktilosu ve redaktesinde emeği geçen hüccet’il İslam ve’l müslimin Şeyh Aliekber Nasıh’
Sözlerimi noktalarken ders metinlerini yazma ve
planlama merkezi muhterem başkanlığıyla değerli mesai arkadaşlarına, araştırma ve İslam tarihi müdürlüğü çalışanlarına ve Erak şehri özel Üniversitesi’ne saygı ve şükranlarımı sunarım
Kum Kenti-Mehdi Pişvaî
Hk. 1424 Muharrem’il Haram’ı
Hş. 1381 kışı
-*-
Allah’ın
Adıyla
İslam tarihiyle ilgili bir kitabın telifi için
kaynak ve belge toplamakla meşgul olduğum bir sırada bazı dostlar, elinizdeki kitabın
tercüme edilmesi tavsiyesinde bulundular; etraflı ve kaynak bakımından zengin
bir çalışma olduğunu görünce kitabın tercümesine başladım.
Mehdi Pişvai’nin eserindeki ayrıcalık, ciddi bir
akademik çalışma
olmasında yatıyor. Üniversitede verdiği ders mevzuatının aslında bir özeti olan bu
çalışma, Mehdi Pişvai’yi elinizdeki kitabı hazırlamaya yöneltmiş. Dikkatli ve ciddi bir araştırmacı olan Pişvai beyle yaptığımız görüşmelerde kitabın baskı merhalesindeki bazı
hatalarını kendisinden dinledim, not alarak önemli kısımları tercümede
giderdim, yine de yazarın çok teferruatlı olan yoğun çalışmasının tamamını okuyucuya aktarmayı, bu
özetlemeye tercih ederdim; çünkü gerçekten fevkalade değerli bir belgesel niteliğinde…
Elinizdeki eser, İslam tarihiyle ilgili birçok boşluğu ve yanlış aktarımlardaki zanları giderici bir belgesel
niteliği taşıyor. Okuyucuya kolaylık olması için elimden
geldiğince sade ve akıcı bir dil kullanmaya çalıştım.
Bu arada güzel ve eşsiz Türkçenin uyduruk versiyonundan uzak
durmaya özen göstermeyi de ihmal etmedim.
Eserin elinizdeki Türkçe tercümesi dışında İngilizce, Urduca, Kürtçe ve Arapçaya çevrildiğini de belirtmek isterim.
Dipnotlardaki yoğunluk ve özel dikkat, yazarın epeyce zahmetli,
ama bir o kadar da faydalı ve gerekli bir belgeseli imzalama çabasından
kaynaklanıyor.
Konuyla ilgilenen İslam araştırmacıları, özellikle de dininin geçmişini merak eden genç nesil için faydalı olacağı inancındayım…
İsmail B. Derya
İsmailderya14@hotmail.com
-*-
1.
Fasıl: Arap Yarımadasının coğrafî, sosyal ve medenî konumu
2.
Fasıl: Arapların ırkî özellik ve psikolojik
yapısı
3.
Fasıl: Arap Yarımadası’yla çevresindeki
dinlerle mezhepler
-*-
ARAP
YARIMADASI’NIN COĞRAFÎ, SOSYAL VE MEDENÎ KONUMU
Orjinal adı “Cezire’t-ul Arap” olan ve
güneybatı Asya’da yer alan Arap Yarımadası dünyanın en büyük
yarımadasıdır.
Bu yarımada kuzeybatıdan güneydoğuya doğru bir yamuk şeklinde[1]
olup yüzölçümü yaklaşık
Bu yarımadanın güneyinde Aden körfezi, Babulmindab
Boğazı, Hint
Okyanusu ve Umman Denizi; batısında Kızıldeniz; doğusunda Umman Körfezi, Fars Körfezi ve Irak
yer alır. Kuzeyi ise bir taraftan Fırat Vadisi’ne, diğer taraftan Suriye’ye kadar uzanan geniş bir çölle kaplıdır. Bu bölgede nehir ve dağ gibi doğal sınırlar olmadığından Arabistan’ın kuzey sınırları
konusunda coğrafyacılar
arasında ötedenberi ihtilaf vardır[4]
Arabistan Yarımadası; Fars Körfezi, Umman
Denizi, Kızıldeniz ve Akdeniz sularıyla çevrili olduğu halde güney bölgesi dışında sulak araziye sahip değildir ve dünyanın en kurak, en sıcak
bölgelerinden biri durumundadır.Bu ülke gemi taşıyabilecek büyük bir ırmak veya su güzergahına
sahip bulunmamakta, bunun yerine kimi zaman sellerin akışına sahne olan vadiler barındırmaktadır.
Bu yarımadanın bunca kurak olmasının nedeni Sina
Yarımadası’ndan başlayıp
Arabistan’ın batısından itibaren Kızıldeniz boyunca sahile yüksek bir duvar
gibi gerilen ve ülkenin güneydoğu köşesinden kıvrılarak Fars körfezi’ne kadar Arabistan’ın
güney ve doğu
sahillerini dolaşan
sıradağlarıdır. Böylece Arabistan üç taraftan bu
yüksek dağlarla kuşatılmış olduğundan etrafındaki denizlerin neminden yararlanamamaktadır[5]
Diğer taraftan çevresindeki sular fevkalade
yetersiz olup bu Asya-Afrika diliminde yer alan kurak ve sıcak geniş arazinin ihtiyacını karşılayamamaktadır. Zira Arabistan’da düzenli
olarak esen Sumum adlı mevsim rüzgarları Hint okyanusunda
oluşan yoğun bulutların Arap Yarımadası’na girmesini
önemli ölçüde engellemektedir[6]
Arap ve gayriarap coğrafyacılar Arabistan Yarımadası’nı bazen iklim
yapısı ve doğal
özelliklerine göre, bazen de etnik yapısına göre bölgelere ayırırlar[7].
Kimi çağdaş bilim adamları bu yarımadayı şu üç ana bölgeye ayırmaktadır:
1- Arap Sahrası olarak adlandırılan
Merkez bölge
2- Hicaz olarak adlandırılan Kuzey
bölgesi
3- Yemen adıyla tanınan güney bölgesi.[8]
Bu bölge belirlemeleri dışında, son yıllarda bir başka yöntem giderek yaygınlık kazanmıştır ki kitabımızın konumuyla örtüşen bir yöntemdir bu. Bölgesel yaşam şartlarına göre ayarlanan bu bölüşüm insanların, hayvanların ve bitkilerin hayat şartlarını etkileyen faktörleri eksen almıştır. Sözkonusu şartlar bu bölge insanının ferdî ve sosyal
karakterinde kendisini göstermiş ve İslam’ın zuhuruna kadar varlığını sürdüren birtakım değişimlerin kaynağı olmuştur. Nitekim Arap Yarımadası birbirinden
tamamen farklı iki görünüme sahnedir ve bunu tayin eden ana faktör suyun
bulunması veya bulunmamasıdır. Bu önemli faktör sözkonusu bölgenin sosyal
yapısını da etkilemiş ve
güney bölgesini, yani Yemen’i; Kuzey ve orta bölgeden tamamen ayırmıştır.
Bu ülkenin haritasına bakıldığında Arabistan Yarımadası’nın güneybatısının
sonlarına doğru üçgen
şeklinde bir bölge göze çarpar; doğu köşesini Arap Denizi sahili, batı köşesini Kızıl Deniz sahilinin oluşturduğu bir kesittir bu. Sözkonusu üçgenin üçüncü köşesiyse batıdan Dahran’la doğuda Hazre Mevt Vadisi’nin kesiştiği uzantı şeklinde tanımlanabilir. İşte bu kesitte yeralan mıntıkaya ötedenberi “Yemen”adı
verilmiştir. Bol suya ve düzenli yağışa sahip olması itibarıyla bu mıntıkada zıraat
epey gelişmiş, nüfus yoğunlaşmış durumda olup bu açıdan Arap Yarımadası’nın kuzey
ve orta bölgesiyle kıyaslanamayacak bir avantaja sahiptir.
Diğer taraftan yoğun ve kalabalık bir nüfusun kalıcı yerleşim bölgelerine ihtiyaç duyacağı ortadadır, bu da köyler, kasabalar ve şehirlerin oluşması demektir. Köylerle şehirlerde kalabalık insan kitlelerinin bir
arada yaşaması,
sosyal hayatın devamı için kaçınılmaz olan birtakım ilişki ve irtibatları beraberinde getirmekte bu da,
sade ve ilkel de olsa kanun ve kuralların doğmasına yol açmaktadır. Kanunla devlet, varlığını birbirinden alan ve biri diğerini gerekli kılan iki gerçektir. Binaenaleyh
bu bölgede milattan asırlar önce nice devletler kurulmuş ve bu devletler orada belli bir medeniyetin
temellerini atmışlardır[9].
Bu bölgede oluşan
devletler şunlardır:
1- Milattan önce 1400-ms.850 yılları arasında
yaşayan “Mein Devleti”: Bu devlet, “Seba
Devleti”nin kurulmasıyla son bulmuştur.
2- Hadramut Devleti: mö.1020-ms.65’li
yıllarda varlığını
korumuş, Seba’lar tarafından yıkılmıştır.
3- Seba Devleti: mö. 850-ms.115 yılları
arasında varlığını
sürdürmüş, Hımyerli
Seba Veridan devletinin kurulmasıyla son bulmuştur.
4- Gataban Devleti: mö. 865-ms.540’lı
yıllarda varlığını
sürdürmüş,
Sebaların istilasıyla son bulmuştur.
5- Seba Veridan Hadramut ve Yemen
Çevresi Devleti: mö.115’ten ms. 523’e kadar süren bu devletin kralları “Tobbe”lakabı
taşırdı, başkenti Zefar’dı[10]
Yemen’in gözkamaştırıcı medeniyeti tarihçilerin övgüsünü kazanmıştır. Mesela ünlü Yunanlı tarihçi Herodot
mö. 5. yy’da bu diyarın parlak medeniyetinden, gözalıcı sarayları ve bu
sarayların çok pahalı mücevherlerle süslü kapılarından sözetmekte, Seba şehrindeki bu saraylarda altın ve gümüş kaplarla değerli madenlerden yapılma karyola ve kerevetler
bulunduğunu yazmaktadır[11].
Bazı tarihçiler Sena’da yirmi katlı görkemli “Gomdan”sarayından
sözeder ve bu muhteşem
sarayın 100 odası olduğunu,
odaların duvar yüksekliğinin 20
zırâya vardığını (her
zırâ yaklaşık
Milattan bir asır önce bu ülkeyi görüp gezmiş olan ünlü Romalı gezgin Strabon
da Herodot gibi buradaki görkemli medeniyetten sözederek şöyle der:
“Mârib çok enteresan bir şehirdi. Çünkü bu şehrin sarayının tavanı fildişinden yapılmış, altın kakmalar ve mücevherlerle süslenmişti. Mârib’de insanı hayrete düşüren kaplar vardı”[13]
Mesudi (öl:346 hk.)ve h.3.yy. bilimadamlarından
İbni Rusteh gibi Müslüman tarihçilerle coğrafyacılar da İslamdan önce bu bölgede halkın müreffeh yaşamından, şehirlerin bayındır ve gelişmişliğinden etraflıca sözederler[14].
19 ve 20. yy. arkeologlarının incelemeleriyle
tarihçilerin araştırmaları
bu bölgenin tarihini yeterince gün ışığına çıkarmış, böylece bu diyarın çok eskilere dayanan
görkemli medeniyetiyle ilgili yeni belge ve bulgulara ulaşılmıştır. Aden, Sena, Mârib ve Hadramut’taki
harabelerle kalıntılar güneydeki bu büyük arap medeniyetinin belgesi
durumundadır. Bu medeniyetin sahipleri bugünkü Yemen’le çevresinde yaşıyor, Babillilerle Fenikelilerin medeniyetiyle boy ölçüşüyorlardı. Yemen eski medeniyetinin
eserlerinden biri büyük ve târihi “Mârib” seddidir[15].
Son derece dakik ve karmaşık geometrik hesaplarla yapılan bu sed,
yapıcılarının geometri biliminde ne kadar ilerlemiş olduğunu göstermeye yetmektedir; bu sed bölgenin
tarımını kalkındırmıştır[16].
Yemen halkı tarımın yanı sıra ticaretle de uğraşıyordu. Sebalılar doğulularla batılılar arasındaki ticarete
vasıtalık ediyorlardı, zira o dönemlerde Yemen birkaç kalkınmış ülkenin tam ortasındaydı. Hintli
tüccarlar mallarını Hint Okyanusu
yoluyla Yemen’le Hadramut’a ulaştırıyor; Yemenli tüccarlar da bunları Habeşistan, Mısır, Fenike, Filistin,
Medin, Odom, Omalika ve Fas’a taşıyorlardı. Mekke Arapları da bu malları
kara yoluyla o günün diğer gelişmiş ülkelerine ulaştırıyordu[17] Uzakdoğu ticareti uzun bir süre Yemenlilerin elinde olmuştur[18].
Kızıldeniz’de denizcilik yapmanın getirdiği zorluklar, Yemenlilerin karayollarına
yönelmesine neden olmuştu, bu
nedenle Yemen’den Şam’a kadar
yarımadanın güney sahili boyunca yol katediyorlardı. Bu yol Mekke’yle Petra’dan
geçiyor, kuzey ucunda Mısır, Şam ve Irak’a ayrılıyordu[19].
Güneyliler arasında fesat ve ahlaksızlığın yayılması ve isyanların başlamasıyla birlikte Yemen medeniyetinin yıldızı
da sönmeye yüztuttu. Yemen kralları ve halk onarıma ihtiyacı olan Mârib Seddini
onarmıyordu. Çok geçmeden sed yıkıldı, etraftaki yerleşim bölgeleriyle tarla ve bahçeler bu korkunç
selin altında kamlı, seddin çevresi susuzluktan kuruyunca tarım yok olmuştu. Bu da bölge halkının oradan göçmesiyle
sonuçlandı[20].
Kur’an-ı Kerim’de Seba halkından iki
surede sözedilmektedir, bunlardan biri Seba kraliçesiyle ilgilidir. Hz.
Süleyman’ın (a.s) bu kraliçeye yazdığı mektupla ilgili ayette şöyle buyruluyor:
“… Çok geçmeden Hüdhüd kuşu gelip Süleyman’a “Senin bilgi gücünle öğrenemediğin şeyi ben anlayıp öğrendim ve sana Saba’dan kesin bir haber
getirdim” dedi. “Gerçekten de ben, onlara hükmeden bir kadın gördüm, her imkana
sahipti, hele büyük bir tahtı var ki!..”[21]
İkinci surede ise Seba -veya Sebe
ya da Saba- halkının fesat ve ahlaksızlığa kapılmasının ardından Marib Seddinin
yıkılması ve tahrip gücü korkunç bir selin bu kavmi perişan etmesi anlatılır:
“Andolsun Seba halkının oturduğu yerlerde de Allah’ın kudretini gösteren bir
alamet vardır. Onların evleri sağdan ve soldan iki bahçeliydi. Onlara demiştik ki “Rabbinizin verdiği rızıktan bol bol yeyin ve O’na şükredin. Güzel bir şehriniz ve bağışlayıcı bir Rabbiniz var. Ama onlar Rablerinden
yüz çevirdiler, biz de onlara yıkıcı Arim selini gönderdik ve onların o
bereket dolu iki bahçesini acı meyveli, acı ılgınlı ve az bir şey de sedir ağacı bulunan iki değersiz ve harabe bahçeye çevirdik. Böylece
yaptıkları nankörlükten dolayı onları cezalandırdık. Biz, nimete nankörlük
edenden başkasını
cezalandırır mıyız? Kendileriyle, içlerinde bereketler kıldığımız memleketler arasında biri diğerinden görünebilen yakın mesafeli şehirler varettik ve “oralarda geceleri ve
gündüzleri güvenlik içinde gezip dolaşın” dedik. Onlar ise “Allah’ım! Şehirlerimiz birbirine çok yakın, aramızı aç!”
dediler ve kendilerine zulmetmiş oldular. Böylece biz de onları ibretli
efsanelere konu olan bir halk kıldık ve onları darmadağın edip dağıttık. Hiç şüphe yok ki bunda, çok sabreden ve çok şükreden herkes için gerçekten ibretli ayetler,
alametler vardır”[22].
Hamza İsfahani bu seddin İslam’ın zuhurundan 400 yıl önce yıkıldığını yazar[23].Ebu
Reyhan Biruni bunu 500 yıl[24] Yakut Hımevî de Habeşilerin egemenlik dönemi[25]
olarak kaydetmiştir.
Habeşlilerin bu bölgeyi ele geçirmesi 6. yy’ın
ortalarına rastladığından
bazı tarihçiler bu olayın 542-570’li yıllarda vuku bulduğunu yazmaktadır[26].
Karinelere bakılırsa bu seddin yıkılışı tedricen gerçekleşmiş, birkaç kez onarıldıktan sonra tamamen yıkılmıştır.
Tobbe kavmi[27] ve uğradığı akıbete Kur’an-ı Kerim de iki kez değinmektedir:
“Mekkeliler mi daha hayırlı, yoksa Tobbe kavmi
ve onlardan öncekiler mi? Biz onları yıkıma uğrattık. Çünkü onlar suçlu günahkarlardı”[28].
“Onlardan önce Nuh kavmi, Ress halkı[29] ve Semud kavmi de peygamberlerini
yalanladı. Âd, Firavn ve Lut’un kavmiyle Eyke halkı
da[30] ve Tobbe kavmi de. Hepsi peygamberleri
yalanladı, böylece benim azab tehdidim de onlar hakkında gerçekleşti”[31].
Güneydeki devletlerin çöküşü, Arabistan’ın bu bölümündeki medeniyetin yok
olması ve Mârib seddinin yıkılması bu mıntıkada birtakım değişikliklere yol açtı. Zira Arabistan
Yarımadası’nın güneyindeki hayat şartları tersine dönmüş, burada yaşamak zorlaşmıştı, seddin yıkılmasıyla birlikte etraftaki
ekinler susuzluktan kuruyup gitmişti. Sonuçta Marib bölgesinde yaşayan kavimlerin bir kısmı buralardan göçerek başka bölgelere dağılmak zorunda kalmıştı.
Bu göçler sonucu Yemen’in Ezd kabilesine
mensup Tenuhlar bugünkü Irak
toprakları olan Hıyre’ye hicret ederek orada “Lehmiler” devletini
kurdular. “Cefneoğulları”boyu da Şam’a giderek Ürdün’ün Doğusu olarak adlandırılan bölgede bir devlet
kurdular, bu devlet “Gassaniler” adıyla tarihe geçmiştir[32].
Evs ve Hazrec kabilesi Yesrib’e (Medine),
Huzae kabilesi Mekke’yle çevresine, Beciyle ve Hes’em
kabileleriyle birkaç grup da Serevat bölgesine giderek oralarda yerleştiler[33].
Bunlardan her biri tarihte bazı olayların kaynağı ve nedeni olmuştur.
Hicaz bölgesi düzenli yağmurlardan mahrum kurak bir bölgedir, sahile
açılan bazı nadir yerlerle birkaç dağlık bölge dışında bölgenin tamamına yakınında kavurucu bir
sıcak hava vardır. Bu iklim ve coğrafî şartlar bölge halkının hayat şekli üzerinde önemli etkiler yaratmıştır. Zira bu bölgede yaşayan Araplar, güneydekilerin tam tersine, otlak
ve bitki örtüsünün kıtlığından dolayı küçük çapta sürülerle, masrafı az
ve kanaatkâr bir hayvan olan deveden başka hayvan besleyemiyordu. Bu Araplar yiyecek ve
içeceklerini büyük ölçüde deveden temin etmedeydi; bu tür hayvancılıksa o şartlarda ancak çöllerde uzun yolculuklara
katlanıp sürekli geniş
mıntıkalara göçmekle mümkün olduğundan bu bedevilerin yerleşik bir siyasi yapı veya devlet kurması ve
kendilerinin de kalıcı olarak bir yere yerleşmesi mümkün değildi. Bu nedenledir ki tarımla uğraşan ve şehirde yaşayan güneyli Arapların tersine bu Araplar -bedeviler-
medeniyetten tamamen mahrumdu; genellikle ya çadırlarda yaşıyor, ya da göçebe hayatı sürdürüyorlardı. Daha
sonra etraflıca belirteceğimiz üzere ancak İslam’ın zuhuruna yakın yıllarda bazı nedenlerle
biraz gelişmiş olan Mekke şehri dışındaki yerleşim noktaları herhangi bir öneme haiz değildi.
Bu zor iklim şartları ve elverişsiz yollar nedeniyle Hicazlılar o günün
dünyasının medeni toplumlarıyla ilişki kuramıyorlardı. Diğer taraftan bu zor iklim ve coğrafi etkenler, egemen güçlerin bu bölgeye
saldırma hevesini de engellemiştir. Mö. 14. yy’da 2. Ramses, mö. 4.
yy’da Roma imparatoru August döneminde İlyos Galos gibi yayılmacı egemenler Hicaz’ın fethine önem
vermemiş, ilgi göstermemişlerdir. İran padişahları da bu mıntıkaya ilgi duymamışlardır. Bu nedenle Hicaz ahalisi uzun yıllar
boyunca bedevi hayatlarını huzur ve güvenle sürdürebilmiştir[34].
Bir tarihçinin bu konuda yazdıklarını okuyalım:
İskender’den sonra, Yunanlı kumandan Demotrios,
Arabistan’ı ele geçirmek için Petra’ya geldiğinde o bölgenin çölde yaşayan bedevi Arapları ona şöyle dediler: “Ey büyük kumandan! Bizimle neden
savaşmak istiyorsun? Biz, hiçbir refahın bulunmadığı tamamen mahrumiyet bölgeleri olan çöllerde yaşıyoruz. Bu kurak ve kavurucu çöllerde yaşamayı tercih etmemizin nedeni kimseye eğilmemek, kimseden emir almadan yaşayabilmektir. Sana tavsiyemiz, getirdiğimiz hediyeleri kabul edip geldiğin yoldan geri dönmendir; bu durumda biz senin
en sadık dostlarından oluruz. Ama bu barış teklifimizi reddedip bizi kuşatmaya niyetliysen uzun bir süre rahat yaşamayı gözden çıkarman gerekeceğini bil! Kundaktan beri alışageldiğimiz yaşam tarzımızı değiştirmeye gücün yetmeyecektir, içimizden
birkaçını esir alabilsen bile sana hiçbir yararı olmayacaktır. Çünkü onlar ötedenberi
alışageldikleri bu hür ve bağımsız hayatı unutup senin esaretinde yaşamayı asla kabullenmeyeceklerdir!”
Bu durumu gören Demotrios sonu belli olmayan ve
ona müşkülatlardan başka fayda sağlamayacağını tahmin ettiği bu savaşa girmekten vazgeçti, getirilen hediyeleri
kabul ederek geri döndü[35]
Bir bilim adamı şöyle yazar:
“Arap Yarımadası insanla toprak arasındaki
kopmaz ilişkilerin
en mükemmel örneğidir. Hindistan,
Yunanistan, İtalya, İngiltere, Amerika ve benzeri devletlerde
egemenlik peşinde koşanlar sürekli birbirleriyle itişip kalkışmış, biri diğerinin topraklarını elinden almış, sonuçta o bölgenin insanları kendi
topraklarını terkedip başka yurtlara göçmüşlerdir. Ancak tarih boyunca Arabistan sınırlarını
aşıp da orada sürekli ikamet etmiş olabilen birtek egemen güce veya orduya
rastlamak mümkün değildir.
Arap halkı, tarihin kaydettiği bütün asırlar boyunca hiç değişmeden kalabilmiş bir halktır.”[36]
Arap Yarımadası’nın kuzey kısmı olan Hicaz’ın
önemli bir bölümü çöl olduğundan İslamdan önce Arapların çoğu çölde göçebe hayatı sürdürüyordu. Bedevi
denilen bu Araplar her nevi imkandan mahrum bu bölgenin şartları gereği sadece hayvancılıkla geçimlerini sağlayabiliyor, bunu da çok kısıtlı ve zor şartlarda, üstelik çok ilkel yöntemlerle yapıyorlardı.
Bedeviler keçi kılı veya deve yününden örülmüş çadırlarda yaşıyor, nerede su veya bitki örtüsü bulsalar
oraya yerleşiyor,
bunları tükettikten sonra tekrar sulak ve bitki örtülü bir yer buluncaya kadar
bu göçebe yaşamı
sürdürüyorlardı. Su ve otlak kıtlığından dolayı küçük sürülerle çok az sayıda
deveden başka
hayvan besleyebilmeleri de mümkün değildi. Çölde üç kralın hükmünün geçtiği söylenir: Bedevi, deve ve hurma ağacı… Buna uçsuz bucaksız kum sahraları da
eklenecek olursa çöl yaşamının
dört ana aktörü tamamlanmış demektir. Su kıtlığı, aşırı sıcaklık, aşılması güç yollar ve yiyecek sıkıntısı normal şartlarda insanın en büyük düşmanı sayılan faktörler iken, tehlike anında
çölün ve bedevinin en yakın dostlarına dönüşmektedir. Bütün bunlar dikkate alındığında bedevi arapla onun çölünün hiçbir zaman
egemen güçlere boyun eğmemiş olmasına şaşırmamak gerekir. Çölün amansız kuraklığı, biteviyeliği ve nihayetsizliği bedevilerin akıl ve vücutlarıyla yoğrulmuş ve onda tecelli bulmuş gibidir. Bu nedenle olacak, bedevi Arapları
tarım, sanat, zenaat ve diğer mesleklerle uğraşmayı kendilerine yakıştıramıyorlardı[37].Yine
aynı nedenle medeni devletlerle düzenli ve müreffeh şehir hayatını küçümsüyor, çöldeki zor ama hür
yaşamı şehrin düzenli ve sistemli yaşamına tercih ediyorlardı. Bu, bedevilerin en
belirgin ırsî özelliğiydi[38].
Çöl arabı kelimenin tam anlamıyla doğanın çocuğu, hür ve uçsuz bucaksız çölün evladıydı. Onun
yaşadığı ortamda temiz havanın akışını engelleyen ve ufkunu örten hiçbir bina
yoktu; güneş ve
ısısı hiçbir buluta takılmadan direkt ve kesintisiz ulaşmadaydı ona, yağmur veya sele karşı hiçbir sed yapılmış değildi… Her şey tıpkı yaratıldığı gibi el değmemiş, hür ve tamamen doğaldı. Bu nedenle çölün oğlu olan bedevî de bu ortamla yoğrulup bütünleşmiş, onunla özdeşleşmiş olduğundan tıpkı çöl gibi hür ve bağımsızdı; ne tarım ve çiftçilik onun vaktini
alıyor, ne de herhangi bir zenaat ve meslek onun ayağını bağlayıp meşgul edebiliyordu; kalabalıklar arasında onu
yutup yitirecek bir şehir yaşamı da yoktu! Hür ve serbest yaşamaya alıştığı ve bunu huy edindiği için de hürriyeti ve serbestiyi seviyordu,
hiçbir kanun, kural ve sınırlamadan hoşlanmıyor, kendisini bu tür şeyler karşısında sorumlu görmüyordu. Bu nedenle de onu
kısıtlamak ve emrine almak isteyen herkes ve her şeye karşı var gücüyle savaşırdı. Onu sadece iki şey bağlardı: Putperestliğin gerekleri ve kabilesinin örf, töre ve
gelenekleri! Kabilesinin töre ve adetlerine bağlılıkta ise, son derece dürüst ve samimiydi, bu
inancının kökleri derin ve güçlüydü[39].
Belçikalı Ortadoğu uzmanı Lamens şöyle der:
“Araplar demokrasi ve özgürlüğün abidesiydi, ama hiçbir sınır tanımayan aşırı bir demokrasiydi bu. Araplar, kendi
yararları için bile olsa onların bu serbesti ve hürriyetini sınırlamaya çalışan herkese isyan eder, savaşırlardı; arap tarihinin önemli bir bölümünü teşkil eden onca suç ve cinayetin kökeninde işte bu gerçek yatar”[40]
İslam’ın zuhurundan önce Hicaz Arapları
hiçbir devlet ve yönetime tâbi olmamıştı, o güne değin hiçbir siyasî düzen, kural ve teşkilatları bulunmamıştı. Bu nedenle de onların sosyal yaşamı, o dönemin Roma ve İran halklarının yaşamından çok farklıydı. Çünkü Araplara komşu olan bu iki beldede, ülkesinin dört bir
yanını kanunlarla yöneten güçlü birer devlet düzeni vardı. Oysa Hicaz’da ve
genel olarak bütün Arap Yarımadası’nın kuzeyinde ve merkezinde, şehirlerde bile bir devlet veya merkezi bir
yönetim yoktu. Arapların sosyal esası kabileden ibaretti, sosyal ve siyasi
sistemlerinin tamamı kabile sisteminde özetleniyordu ve bu sistem onların
hayatının bütün boyutlarına yansımış durumdaydı. Bu düzende bireyin kimliği, sadece bir kabileye mensup olması halinde
belirlilik kazanıyordu.
Sadece çöl bedevilerinde değil, şehir Araplarında da kabile düzeni yaşamın yegane dokusu olarak göze çarpmadaydı. Bu
bölgede her kabile tıpkı bağımsız bir ülke gibiydi, o dönemin kabileler
arası ilişkilerini
bugünkü devletlerin uluslararası dış ilişkilerine benzetmek mümkündür.
O dönem Arapları için “milliyet” ve “kavmiyet”
kavramlarını din, dil ve tarih birliği gibi faktörler belirlemiyordu. Kabile,
birkaç akraba ailenin toplamından ibaretti ve bireyleri yekdiğerine bağlayan yegane unsur akrabalık bağı ve aynı soydan gelmiş olmalarıydı, zira kabile bireyleri
birbirlerini aynı soydan, aynı kandan bilirdi[41].
Ailenin bir araya gelmesiyle çadır, çadırların
bir araya gelmesiyle de kabile oluşurdu. Hatta Yahudiler gibi büyük kabile
birliklerinin oluşması da
kan bağı ve aynı soydan gelmiş olma -ırk- esasına dayanmaktaydı. Bu büyük
gruplar çadırlarını birbirlerine yakın kurar, böylece nüfusu binlerce kişiye ulaşan kabileler oluşurdu; göç ederken de sürülerinin peşisıra topluca hareket ederlerdi[42].
Kabilenin reisi ve temsilcisine “şeyh” denilirdi[43].
Şeyh genellikle kabilenin en yaşlısıydı; kabile reisliği bireyin büyük ve değerli bir insan olması, tecrübe ve olgunluk,
kabileyi savunmada gösterilen cesaret ve kahramanlık, kimi zamanda çok fazla
servete sahip bulunma gibi kıstaslarla elde edilirdi[44].
Şeyh seçiminde cömertlik, cesaret, sabır, ağırbaşlılık, tevazu ve güzel konuşma gibi
hasletlere itina gösterilip öncelik verilmedeydi[45].
Kabile reisi savaş ve yargı gibi genel konularda müstebit
davranamazdı, karar verilmesi gereken bu gibi konularda aile büyükleri ve
kavmin ileri gelenlerinden oluşan heyetle müşaverede bulunup danışmak zorundaydı. Kabile reisini seçen de bu
heyetti aslında, onlar memnun kaldığı sürece kabile reisi bu makamda kalabiliyordu[46].
Töre gereğince
bütün kabile fertleri reise itaat etmek zorundaydı. Kabile reisi öldüğünde genellikle büyük oğlu onun yerini alır ya da onun özelliklerine
sahip bulunan bir başka yaşlıya bu görev verilir veya özel bir kişilik ve liyakati olan biri reis seçilirdi.
İslam dini kabile düzeniyle mücadele etmiş, bunu ortadan kaldırmıştır. Bu sistemin temelini teşkil eden ırk, soy ve kan gibi bağlara önem vermemiş, henüz gelişmekte olan genç İslamî toplum en güçlü sosyal bağ olan “iman” ve “inanç birliği” esası üzerine kurulmuştur. Böylece “ortak kan bağı” yerine “ortak iman bağı”nı ikame ederek bütün müminleri kardeş olarak tanımlamıştır[47].
Arapların sosyal altyapısını köklü değişimlere uğratabilen gerçek işte budur.
Taassub ve tutuculuk kabilenin ruhu demektir ve
bireyin bütün kabile fertlerine tam bir samimiyetle bağlılığını göstermektedir. Genel bir deyişle çöl bedevilerinin kabile taassubu tıpkı aşırı milliyetçilik gibidir.[48]
Medenî bir insanın vatanı, dini veya ırkı için yapabileceği her şeyi bedevi arap da kabilesi için yapar, bu
yolda her şeyi göze
alır ve canını feda etmekten de hiç çekinmez[49].
Araplar arasında bireyin kabilesindeki kardeşi, amcaoğlu veya diğer akrabalarına karşı davranışı tamamen taassuba dayanıyordu; ister zalim
ister mazlum olsun, haklı veya haksız olsun, kabile bireyi akrabasını her
durumda savunur, hangi taraf ve konumda olduğuna bakmazdı.
Arapların nazarında, kardeşini veya amcaoğlunu destekleyip himaye etmeyenin şerefi lekelenmiş sayılırdı. Ünlü bir arap atasözünde “Zalim de
olsa, mazlum da olsa kardeşini destekle!” deniliyordu. Bir arap şairi bunu şöyle ifade ediyor:
“Kardeşleri bir arabı yardıma çağırdığında o, hiçbir delil istemeden, hiçbir soru
sormadan onların tarafını tutar ve deral yardımlarına koşar!”[50]
Bu prensip gereğince kabileden herhangi birine yapılan bir
hakaret, bütün kabile fertlerine yapılmış sayılır, bu nedenle de bu lekeyi temizlemek
için bütün kabile bireyleri ellerinden gelen çabayı göstermeyi vazife
sayarlardı[51].
Yüce İslam dini böylesine kör taassuba dayalı kabile
tutuculuğunu
reddediyor, bunun cahillik ve mantıksızlık olduğunu vurgulayarak şöyle buyuruyordu:
“Kafirlerin, kalplerinde cahiliyet taassubu taşıdıkları o zamanları hatırlayın…”[52]
Yüce İslam peygamberi de (s.a.a) şöyle buyuracaktı:
“Taassup besleyen veya onun için taassup
beslenen kimse İslamdan
çıkmış demektir”[53].
“İnsanları taassuba davet eden veya taassup
esasınca konuşan ya da
taassup ruhu ve düşüncesiyle
ölen kimse bizden değildir!”[54]
Bir defasında Hz. Resulullah (s.a.a) “Zalim
de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et”buyurdu, “Ya Resulullah, mazluma
yardım etmek gerektiği
ortada, ama zalime nasıl yardımcı olalım diyorsunuz?!diye sorduklarında “Onun
zulmüne engel ol!”buyurdu.[55]
O günün dünyasında Arabistan’da adaleti sağlayacak ve anlaşmazlıkları giderecek bir devlet düzeni veya
yargı mekanizması bulunmadığından, zulme ve haksızlığa uğrayan birinin şahsen intikam alma hakkı vardı. Dahası, eğer zulmeden kimse başka bir kabiledense, mağdur taraf onun kabilesinin diğer fertlerinden de intikamını alabilirdi ve
araplar arasında bu gayet normal karşılanırdı[56],
çünkü bireyin hatasından bütün kabile sorumlu bilinirdi. Akrabalık ve kan bağı nedeniyle kabile fertlerinin tamamı,
haklı-haksız olduğuna
bakmaksızın kendi kabilesinden olanları savunmakla yükümlü olduğundan bu vazifeyi önce en yakın akraba ve aşiret üstlenir, onlar bu intikamı almayı başaramaz veya tehlikeyi gidermeye güçleri
yetmezse kabilenin diğer birey
veya aşiretleri yardıma koşardı.
Birisi öldürülecek olursa onun intikamını alma
vazifesi en yakın akrabasına düşerdi[57].
Öldürülen başka bir
kabiledense yine intikam geleneği yerine getirilir ve katilin kabilesinden olan
herkes bu intikama uğrama ve
öldürülme tehlikesiyle karşı karşıya kalırdı, çünkü çölün kanunu buydu: “kanı
ancak kan temizler!” diye ve intikam dışında yol yoktu, diyet kabul edilemezdi!
Bir araba “Sana haksızlıkta bulunandan intikam
almayıp onu affetmeye razı olur musun?” diye sorulduğunda verdiği cevap şuydu: “İntikam alıp cehenneme gitmeyi yeğlerim!”[58].
Cehalet dönemi Arapları arasında yaygın davranışlardan biri de insanların kabileleriyle
övünmesi ve herkesin kendi kabilesini daha üstün saymasıydı. Araplar o günün
ortamında zaten genellikle hayali ve boş şeyler olan toplumdaki yaygın değerlere sahip olmakla övünür, diğer kabilelere karşı bunu iftihar kaynağı sayarlardı. Savaş meydanında kahramanlık gösterme, affedicilik
ve vefakarlık gibi hasletler[59] bir tarafa dursun; mal mülk, çocuk sayısı ve
güçlü bir kabileye mensup olma gibi şeyler o günün Arapları nezdinde çok önemli değerler sayılıyor, diğer kabilelere karşı bunlarla gurur duyup üstünlük taslıyorlardı.
Kur’an-ı Kerim onların bu sözlerini aktarmakta
ve kınamaktadır:
“Derler ki
“Biz mal-mülk ve evlat bakımından daha çoğunluktayız (ve bu bizim Allah’a daha yakın olduğumuzu gösterir) ve biz azaba uğratılmayacağız… De ki; şüphesiz benim Rabbim rızkı dilediğine genişletip yayar ve kısar da! Ama insanların çoğu bilmez! Bizim katımızda sizi bize yaklaştıracak olan şey ne mallarınız ne de evlatlarınızdır; ancak
iman edip de salih amellerde bulunanlar başka…”[60]
İran padişahı Kesra, Hıyre padişahı Münzir’den “Arap kabileleri arasında
diğerlerinden daha üstün ve daha şerefli olan belli bir kabile var mı?” diye
sorduğunda Münzir “evet” der, Kesra “Onlar nazarında şeref ve üstünlük neyledir?” diye sorunca Münzir
şu cevabı verir: “Atalarından üçü ard arda
kabile reisi olan bir aileden dördüncü biri daha başkanlığa geçerse, kabile başkanlığı artık o ailenin olur…”[61]
Cahiliyet dönemi Arapları kabile fertlerinin
çokluğuyla övünür, bunu bir şeref sayar, rakip kabileyle “münafereye”
girişirdi[62];
yani karşılıklı
münazara edercesine, kendi kabilelerinin neferlerini (bireylerini) sayıp döker,
sayıca kendilerinin daha fazla olduklarını, binaenaleyh daha üstün ve daha şerefli sayılmaları gerektiğini ispatlamaya çalışırlardı.
Bir gün iki kabile arasında böyle bir karşılıklı övünme atışması başladı; her biri kendi kabilesinin övülecek
taraflarını anlattıktan sonra, kabilesinin sayıca daha fazla olduğunu da ispatlayabilmek için kabile fertlerinin
teker teker adlarını söyledi ve sayım yaptı. Sayım sonucu hiçbiri ikna
olmayınca, ölüleri saymaya karar verdiler!Bütün aile fertlerini de yanlarına
alan iki kabile birlikte mezarlığa gidip kendi ölülerinin sayımına başladılar[63]!
Kur’an-ı Kerim akıl ve mantıktan uzak bu tür
rekabet ve övünmeyi reddedip kınayacak ve şöyle buyuracaktı:
“Çoğa düşkünlük -mal mülkle adamlarınızın çokluğu -sizi oyalayıp kendinizden geçirdi- böylece
Allah’ı unuttunuz -O kadar ki, mezarları bile görmeye- ve ölülerinizi saymaya-
gittiniz ve onlarla övündünüz!Hayır, sizin zannettiğiniz gibi değil; çok yakında anlayacaksınız bunu!”[64]
Cahiliyet dönemi Arapları arasındaki en önemli değer ölçülerinden biri de neseb ve soydu;
Arapların değer
ölçülerinin çoğu yine
bu ölçüden -soydan- kaynaklanıyordu[65].
Arap kabileleri arasında soyla boyla övünme
olayı çok ciddi boyutlara ulaşmıştı; bunun en bariz örneği Adnan Arapları (kuzeyliler) ile Kahtan
Arapları (güneyliler) arasındaki soy-boy rekabetidir[66].
Bu önemli nedenlerden dolayıdır ki Araplar
soylarını korumaya ve teferruatıyla bilmeye çok değer verirlerdi. Numan Bin Münzir’in, Kesra’ya
verdiği cevaptaki şu ifadeler dikkat çekicidir:
“…Araplardan başka hiçbir millet atalarını, soyunu ve nesebini
tam olarak bilmez, sayıp sıralamasını istersen bilmediklerini söylerler, ama
her arap dedelerini ve soy kütüğünü çok iyi bilir ve yabancıları asla kendi
kabilesinden saymaz. Aynı şekilde kendisi de başka kabileye girip ona mensup olmaz ve
babasından başkasına
mensup sayılamaz”[67]
Binaenaleyh o günün arap dünyasında sınırlı
bilim dallarından biri olan “soybilimi”nin onca saygı ve değer kazanmasına ve soybilimcilerin özel bir
sosyal prestije sahip olmasına şaşmamak gerekir.
Arapbilim dalında söz sahibi isimlerden biri
olan Âlusi şöyle
yazar:
“Cahiliyet dönemi Arapları kendi soylarını
bilmeye ve korumaya çok önem veriyordu, çünkü bu bilgi o çağda bir ülfet ve yardımlaşma vesilesiydi. Onlar bu bilgiye en fazla
ihtiyacı olan insanlardı, çünkü dağınık kabileler halinde yaşıyorlardı, sürekli birbirleriyle savaş halindeydiler, yağma ve talan iyice yaygınlık kazanmıştı. Kendilerini himayesine alacak bir gücün
minnetinde kalmamak ve onun kulu haline gelmemek için soylarını ve neseblerini
korumak zorundaydılar, çünkü ancak bu durumda düşmanlarını yenme şansı olabilirdi. Zira akrabalar arasındaki
sevgi ve yakınlık bağıyla
yekdiğerini savunma taassubu, birbirlerine yakınlık
duymalarına ve birbirlerine destek olmalarına yarıyor, zillet ve ayrılığa düşmelerini engelliyordu”[68]
Yüce İslam dini her nevi ırk ayrımcılığını reddedip yasakladı. Kur’an-ı Kerim
Araplarla Kureyşliler arasında nazil olmasına rağmen asla sırf Araplar, Kureyşliler veya salt bir başka kavmi muhatap almış değildir; Kur’an bütün insanlığa -nas- hitap etmekte ve bu arada Müslümanlarla
müminlere düşen
vazifeleri de açıklamaktadır. Kur’an ırk ve milliyet farklılıklarını doğal bir farklılık olarak tanımlamakta ve bu
farklılığın
nedeninin “insanların birbirini tanıyıp ülfet kurması” olduğunu hatırlatmakta, ırk ve milliyetle övünmeyi
reddederek yegane değer ve
kıstasın “takvâ”olduğunu
buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanıyabilmeniz
için de sizi ırklar ve kabileler şeklinde kıldık (bunlar ayrıcalık ölçütü değildir), Allah katında en üstün olanınız, en
takvalı olanınızdır, şüphe yok
ki Allah bilendir, haberdar olandır”[69].
Yüce İslam peygamberi (s.a.a) milliyet
ve soy-boyla övünmeyi şiddetle
kınıyor, reddediyordu. Örnekler verelim:
1- Kendilerini en üstün ırk zanneden Kureyşlilerin asıl kalesi olan Mekke fethedildiğinde halka şöyle hitab etti.
“Ey insanlar! Cahiliyet döneminde yaygın olan
atalarla övünme ve başkalarına
soy-boyla üstünlük taslamayı Yüce Rabbim İslam’ın ışığında ortadan kaldırdı. Bilin ki hepiniz Âdem’in
evlatlarısınız ve Adem topraktan yaratılmıştır. Allah kulları arasında en iyi olan,
takvalı olan kuldur. Arapçılık kimsenin babası sayılmaz, bu bir dildir sadece.
Kendi amelleriyle bir yerlere varamayan kimseyi soyu-sopu veya milliyeti de
hiçbir yere vardıramayacaktır!”[70]
2- Veda haccı dönüşünde, son derece önemli konuları içeren ünlü
hutbesinde “Arabın arap olmayana, takvadan başka hiçbir üstünlüğü yoktur!” buyurmuştur.[71]
3- Bir gün, Kureyşlilerin ırkçı ve batıl fikirleri karşısında manevi değerleri savunan Selman’ı destekleyerek şöyle buyurdu: “Ey Kureyşliler! Bir insanın şerefi ve ait olduğu şey -nesebi- onun dinidir; bir insanın mertliği onun huyu ve karakteriyle ölçülür ancak, bir
insanın kökü ve aslı onun akıl, şuur ve anlayışından ibarettir”[72]
Araplar arasında bir cinayet işlenecek olsa bunun sorumluluğu herkesten ziyade katilin en yakın akrabalarına
düşmüş olurdu; katilin akrabaları ve boyu genellikle
onu himaye ettiğinden
bir intikam olayı kolayca kanlı savaşlara dönüşebiliyordu. Genellikle çok basit nedenlerden
kaynaklanan bu savaşların
yıllarca sürdüğü
olurdu. Mesela, her ikisi de Rabia kabilesinden olan Bekiroğullarıyla Tağliboğulları arasında başlayan “Besus” savaşı tam 40 yıl sürmüştür. Bu savaşın nedeniyse, Bekiroğullarından Besus adlı bir kadının devesinin, Tağliboğulları boyunun reisine ait otlağa girmesi ve bu nedenle de öldürülmesiydi![73]
Aynı şekilde epey uzun süren bir başka kanlı savaş da Beni Ebes kabilesinin reisi Kays b.
Züheyr’le, Benî Fezâre kabilesinin reisi Huzeyfe b. Bedir
arasında bir at yarışması
yüzünden kopan “Dâhis” ve “Ğebrâ” savaşı olmuştur.Dahis’le Ğebra; Kays’
Kimi zaman kan parası olarak birkaç deve
verilip maktulün diyetinin ödendiği de oluyordu. Her kabilede bu tür ihtilaflara
çözüm yolu bulmak kabile büyüklerine düşüyordu. Bu çözüm yolları öneriliyor, ama
kimseye zorla kabul ettirilmiyordu; kabileler genellikle uzun savaşlardan yorulup bezgin düştükleri dönemlerde bu tür önerileri
kabulleniyorlardı. Katilin kabilesi, onu maktulun kabilesine teslim edecek olsa
hiçbir savaşın çıkmayacağı ortadaydı, ama bu yöntem mertliğe pek sığmıyordu, bu nedenle de suçluyu bizzat kendileri
cezalandırmayı tercih ediyorlardı. Çöl Arapları için en önemli ahlak ilkesi
haysiyet ve gururdu; bütün davranışlarında bunu ilk prensip olarak uyguluyorlardı.
Çöle egemen olan bu kural ve prensipler Taif,
Mekke ve Medine gibi Hicaz’ın şehirlerinde de az-çok hakimdi. Çünkü şehir halkının sosyal hayatı da çölde yaşayanlarla aşağı yukarı benzeşmedeydi; çöl bedevileri gibi onlar da
tamamen başına
buyruk ve hür yaşıyor,
kimsenin emrini dinlemiyorlardı. Çöl Araplarındaki taassub, gurur ve haysiyete
âdeta tapınma derecesine varan bu aşırı düşkünlük; Kâbe’ye gösterilen saygı ve onun
varlığı nedeniyle şehre canlılık getiren ticaret sebebiyle bir
ölçüde daha ılımlı ve dengeli bir ölçüye inebiliyordu.[75]
Kur’an-ı Kerim bu tür taassup -tarafgirlik- ve
intikamcılığı şiddetle kınayarak himaye ve tarafgirliğin yegane ölçüsünün hak ve adalet olduğunu ilan edecek; Müslümanların kendileri veya
ana-babaları ya da akrabalarının aleyhine bile olsa sadece adaletten yana
olmaları ve adaleti sağlamaları
gerektiğini vurgulayacak ve şöyle buyuracaktı.
“Ey iman edenler! Kendiniz, anne-babanız ve
yakınlarınız aleyhinde bile olsa sadece Allah’ın rızasını gözeterek adaleti sağlayıp yaşatın. Hakkında şahitlikte bulunduklarınız fakir de olsa, zengin
de olsa Yüce Allah onları himaye etmeye daha layıktır. Öyleyse hak ve adaletten
ayrılıp tutkularınıza göre davranmayın! Eğer hakkı tahrif eder veya açıkça söylemezseniz,
-bilin ki- Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”[76]
Çölde yaşayan bedevi Araplar kendi kabileleri dışındaki insanlara karşı pek dostça duygular taşımazdı, bu tür duygular sadece kendi
aileleriyle, aralarında akrabalık bağları bulunan kabilesinin fertleriyle sınırlı kalırdı.
O günün arabının şuur,
bilinç, idrak ve anlayışı sadece
kendi kabilesiyle sınırlıydı. Bedevi Araplar tıpkı günümüzün aşırı ırkçıları gibi sadece kendilerini ve
yakınlarını düşünür,
her şeyi sadece kendisi ve onlar için ister, bütün
duygu ve ilgileri öncelikle kendisi ve akrabalarının çıkarlarına yönelik
olurdu. O kadar ki, bunlardan biri Müslüman olduktan sonra -aklı sıra
peygamberi çok sevdiğinden-
henüz kurtulamadığı
cahiliyet kültürünün etkisiyle, dua ederken şöyle diyecekti: “Ya Rabbim! Beni bağışla! Muhammed’i de bağışla ve ikimizden başkasını bağışlama!”[77]
Çöl hayatının getirdiği yoksulluk ve mahrumiyet onları eşkiyalık ve çapulculuğa itiyordu,
çünkü onların üzerinde yaşadığı topraklar diğer ülkelerin sahip olduğu nimetlerden mahrumdu. Bu doğal yoksunluk ve mahrumiyeti çapulculuk ve
talancılıkla telafi etmeye çalışıyorlardı. Dahası; eşkiyalığı ve kervanlara saldırıp yağmalamayı kötü bir davranış telakki etmedikleri gibi, tıpkı günümüz
dünyasında bir şehir
veya ülkeyi ele geçirmeyi kıvanç bilen zorba egemenler gibi, bunu bir
kahramanlık ve mertlik sayıp gurur duyuyorlardı.[78]
Kabileler arasındaki rekabetler de kimi zaman
savaşa ve çapulculuklara yol açmadaydı. Kabileler
arasındaki anlaşmazlık
ve çekişmeler genellikle mera ve otlak yüzünden
çıkardı, bazen de kabile reisliğini ele geçirebilmek için bizzat aileler
arasında kanlı çatışmalar
olurdu. Mesela kabile reisi olan bir ağabey öldüğünde kardeşleri, yaşlarını öne sürerek bu makama heveslenir, diğer taraftan müteveffanın oğulları da reisliği kendi hakları olarak görürdü; bu nedenle
birbirine yakın mesafelerde yaşayan kabileler veya bir kabiledeki yakın
akrabalar, reisliği ele
geçirebilmek için bazen çok kanlı çatışmalar çıkarırdı. Bu arada şairler aradaki gerginliği iyice artırıp ihtilafları körüklerdi.
Yazdıkları şiirlerle
kendi kabilelerini övüp diğer kabileleri küçültür, geçmişteki olayları deşerek karşıdakini aşağılar, zihinleri ve psikolojileri tahrik ederek
kin ve düşmanlığı iyice bilerlerdi. Şahıslar arasındaki bu çatışmalar genellikle sudan sebeplerle ve yok yere
çıkar, hızla savaşa dönüşür ve iki taraf birbirini amansızca ortadan
kaldırmaya çalışırdı[79].
Bedevilerin çapulculuklarının bir diğer nedeni de medeniyetten çok uzak ve vahşi olmalarıydı. İbni Haldun onların tam bir vahşi olduklarını söyler ve barbarlığın iliklerine işleyecek, huy ve karakterlerini şekillendirecek kadar olağan ve yaygın hale gelmiş olduğuna dikkat çeker. Mesela üzerinde yemek pişirmek için ocağa, ocak kurabilmek için de taşa ihtiyaçları vardı ve sırf ocak kurabilmek
için evleri yıkıp taşlarını
çalıyorlardı! Aynı şekilde,
çadır direği olarak
kullanmak amacıyla sarayları veya benzeri binaları yıkıp onların direklerini yağmalıyorlardı! Bazen de çivi, kazık veya sütun
elde edebilmek için bunu yapıyorlardı! Hırsızlık ve çapulculuk bir huy ve alışkanlık haline gelmişti, kimin elinde bir şey görecek olsalar hemen kapıp alıyor, çalıp
götürüyorlardı! Bedevi arabın geçimi, mızrağının ucundaydı! Başkalarının malını-mülkünü çalıp yağmalarken belli bir miktarla yetindikleri de
yoktu; bilakis gözlerinin takıldığı her şeyi, gördükleri her eşyayı çalıyor, talan ediyorlardı…[80]
Hırsızlık ve yağma, bedevi Arapların geçim yollarından biriydi.
Bir kabileye saldırdıklarında onların develerini yağmalıyor, kadınlarla çocuklarını esir alıp
götürüyorlardı. Bir başka
kabile de bunun aynısını onlara yapıyordu; pusuya yatıp fırsat kolluyor, bulduğu ilk fırsatta o da aynı belayı onların başına getiriyordu. Bir düşman bulamadıklarında da birbirlerine
giriyorlardı; h.1.yy’ın Emevi şairi Kotami bunu bir şiirinde şöyle anlatır:
“Bizim işimiz konu-komşuyu yağmalamak, düşmana ve komşuya saldırmaktır. Kardeşimizden başkasını bulamazsak, kardeşimizi yağmalarız hemen!”[81]
O dönemlerde kısas ve kan davası yüzünden Evs
ve Hazrec kabileleri arasında Medine’de patlak veren savaşlar giderek öylesine alevlenmişti ki insanlar siperlerden ayrılmaya
korkuyorlardı. Bu savaş cinneti
Arapların hayatını felç etmiş, herkesi usandırmıştı. Yüce Allah Kur’an’da onların bu kanlı
durumunu hatırlatarak İslam
sayesinde aralarında oluşan kardeşlik bağını şöyle vurgulamaktadır:
“Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; dağılıp ayrılmayın. Allah’ın sizin üzerinizdeki
nimetini hatırlayın: Hani birbirinize düşmandınız, Allah kalplerinizi birbirine
ısındırıp uzlaştırdı ve
O’nun nimeti sayesinde birbirinizle kardeş oldunuz. Siz tam bir ateş çukurunun kıyısına kadar gelmişken Allah sizi kurtardı. Belki hidayete
erersiniz diye Allah size ayetlerini işte böyle net olarak açıklar”[82]
Araplar arasında kendiliğinden kutsal bir barışın sağlandığı tek dönem, Hz. İbrahim’le İsmail aleyhisselamlardan yadigar kalan[83]
ve onların insanlara öğrettiği inançların mirası olan haram aylardı (Zilkade,
Zilhicce, Muharrem ve Receb). Bu ateşkes dönemi Arapların huzur yüzü görmek, rahatça
ticarette bulunup alış veriş yapabilmek ve Ka’be’yi ziyaret edebilmek için
tek fırsatıydı[84].
Bu aylarda bir savaş başgösterecek olsa onu “harb-ul Feccâr”,
yani “kötü ve günah savaş”olarak adlandırırlardı[85].
Cahiliyet dönemi Araplarının cehalet ve
hurafelerinin en belirgin yanlarından biri kadına bakış açılarıydı. O günün arap dünyasında kadın
insanlık değerinden,
sosyal haklardan ve bağımsız
bir yaşamdan tamamen mahrumdu; topluma hakim olan
inançsızlık ve vahşilik
yüzünden kadın ve kız çocuğu erkeğin yüzkarası ve utancı olarak değerlendirilirdi[86].
Kadınlar miras almaya layık görülmezdi, ancak
kılıç kullanabilen ve kabilesini müdafaa için savaşabilen (erkek)ler miras alabilirlerdi[87].
Bir rivayete göre cahiliyet dönemi Arapları kadını tıpkı bir eşya gibi görüyordu; bu nedenle de erkek çocuk doğurmayan bir kadın, kocası öldüğünde onun eşyaları ve servetiyle birlikte, eşinin diğer hanımlarından doğan erkek çocuğa miras kalırdı![88]
Belgelerin de ortaya koyduğu üzere ölen şahsın büyük oğlu, babasının eşi olan üvey annesini beğenirse başına bir kumaş parçası atmak suretiyle onu miras olarak kabul
etmiş olurdu! Böylece dilerse, hiçbir mehriye
ödemeden, babasından kendisine miras kalmış bir kadın olarak onunla evlenebilirdi. Onu beğenmez ve evlenmek istemezse bir başka erkeğe nikahlar, mehriyesini de kendi alırdı! Ya da
onu başka erkeklerle evlenmekten hepten mahrum
bırakır, öldükten sonra malına ve eşyalarına el koyabilmek için ömür boyu dul
kalmasına karar verirdi![89]
Cahiliyet döneminde bir erkeğin, üvey annesiyle evlenmesi meşru sayılıyordu; Kur’an bu çirkin geleneği yasaklamıştır.[90]
Müfessirler, İslam
döneminde “Ebu Kays b. Eslet” adlı bir şahıs öldüğünde, büyük oğlunun, dul kalan üvey annesiyle evlenmek
istemesi üzerine şu ayetin
indiğini yazarlar:
“…Kadınları miras almak size helal değildir…”[91]
Cahiliyet döneminde birden fazla kadınla
evlilik de çok yaygındı ve bu konuda hiçbir sayı veya sınırlama da yoktu.[92]
Herkesçe bilindiği üzere cahiliyet Araplarının en kötü töresi,
kız çocuğunun
diri diri mezara gömülmesiydi. Sadece kuvvet ve zorbalığın egemen olduğu medeniyet ve kültürden uzak bir toplumda
kızlar, erkek çocukları gibi savaşarak kabilelerini savunamayacaklarından ve daha
da kötüsü, kabile savaşları
sırasında düşmana
esir düşüp onların çocuklarını dünyaya getirerek
kabilenin yüz karası olmaları ihtimali bulunduğundan bu yola başvuruluyordu[93].
Kimi de yoksulluk derdi ve geçim korkusuyla böyle bir cehalete başvurup kız çocuklarını diri diri gömüyordu[94].
Kısacası onların nazarında kız çocuğu uğursuz bir yaratıktı. Kur’an-ı Kerim bu batıl düşünceyi şöyle anlatır:
“Onlardan birine, dünyaya gelen çocuğunun kız olduğu müjdelendiğinde sinirinden suratı morarır ve öfkesini
gizlemeye çalışır. Aldığı bu kötü haber yüzünden evinden barkından
kaçar; zillet ve alçalmayı kabullenerek bu bebeği büyüteceğine mi, yoksa onu toprağa mı gizleyeceğine karar veremez… Bilin ki pek kötü bir
yargıda bulunuyorlar…”[95]
Kadının bu mahrumiyet ve mahkumiyetini o günün
arap dünyasının edebiyat ve benzeri eserlerinde sıkça görmek mümkündür. Nitekim
Araplar arasındaki geleneklere göre, kız çocuğunun babasına şöyle derlerdi: “Tanrı onun yüzkarasından
sizi korusun! Onun masrafını temin etsin! Mezar, zifaf odası olur inşallah!”[96]
Bir arap şair bu konuda şöyle der: Kız çocuğu olan ve onu büyütüp yetiştirmeye niyetlenen bir baba için üç türlü damat
olabilir: Gölgesinde duracağı bir ev, onu koruyabilecek bir koca, ya da onu
bağrına alacak bir mezar! Bunların en iyisi
mezardır!”[97]
Ebu Hamza adlı birinin eşi kız çocuğu doğurunca adamcağız eşine küsmüş, komşuya gitmişti ve evine dönmüyordu. Kadıncağız henüz dünyaya gelen kız bebeğine şöyle ninni söylüyordu:
“Neler oluyor şu Ebu Hamza’ya? Neden bize geleceğine komşunun evine gidiyor? Oğlan doğurmadım diye kızıyor bana… Evet ama, vallahi
bizim elimizde değil ki
bu! Biz -kadınlar-bize verileni teslim alıyoruz sadece!”[98]
Bu dertli ananın yukarıdaki sözleri aslında o
topluma hakim olan bozuk düzene karşı hukuki bir iddianame ve itiraz ve o cahil
halkın nazarında kadının nasıl bir trajedi yaşadığının bâriz bir göstergesidir!
Bu batıl törenin temelini atıp onu ilk
uygulayan, “Temimoğulları” kabilesidir. Bu kabile, Numan bin Münzir’e
vergi ödemeyi reddedince aralarında savaş oldu ve bu savaşta Temimoğullarının kızlarıyla kadınları esir düştü. Temimoğullarının temsilcileri kadın esirleri geri
istemek için Numan’ın sarayına gittiklerinde Numan, Hıyre’de kalmaları
veya kendi kabilelerine dönmeleri konusunda karar hakkını bu kadınlara bıraktı.
Temimoğulları kabilesinin reisi “Kays bin Âsım”ın
kızı da esir düşen
kadınlar arasındaydı ve o sırada saray erkanından biriyle evlenmişti, bu nedenle sarayda kalmayı tercih, ve
kabilesine dönmeyi reddetti. Buna çok içerleyen Kays, o günden sonra doğacak bütün kız çocuklarını öldüreceğine ahdetti ve bu ahdini de gerçekleştirdi[99].
Bu korkunç töre giderek diğer kabileler arasında da yayılmaya başladı. Bu cinayeti işleyen kabilelerin Kays, Esed, Hezil
ve Bekir bin Vail’in kabileleri olduğu söylenir[100].
Bu töreyi reddeden ve uygulamayan akıllı
insanlar ve kabileler de vardı, bu büyük insanlardan biri de Hz. Resulullah’ın (s.a.a)dedesi
Abdulmuttalib’di; o, sözkonusu töreyi daima eleştirir ve bu çirkin uygulamaya hep karşı çıkardı[101].
Ayrıca Zeyd b. Amru b. Nufeyl ve Sasaa
b. Naciye gibi adamlar, fakirlik korkusuyla diri diri toprağa verilmekte olan kız çocuklarını babalarından
alarak bakımını bizzat üstleniyordu[102],
kimi zaman da bu çocukları kurtarmak için karşılığında babalarına deve veriyorlardı[103].
Ne var ki bu kötü törenin çok yaygın olduğuna şehadet eden belgeler vardır:
1- Asr-ı Saadette Sasaa b. Naciye, Hz.
Resulullah’a (s.a.a) kendisinin cahiliyet döneminde tam 280 kız çocuğunu canlı canlı toprağa gömülmekten kurtardığını anlatmıştır[104]
2- Daha önce; doğacak kız çocuklarını öldürmeyi ahdettiğini söylediğimiz Kays bin Âsım bu ahdinden sonra 12 veya 13
kızını diri diri gömmüştür[105].
3- Hz. Resulullah (s.a.a) bir grup Medineliyle
yaptığı ilk Akabe antlaşmasında (Bi’setin 12. yılı), kız çocuklarının
artık diri diri toprağa
gömülmemesi şartını
bu antlaşmanın
maddeleri arasına almıştır[106].
4- Mekke fethinden sonra Allah’ın emriyle Hz. Resul-ü
Ekrem (s.a.a) Mekkeli Müslüman kadınlardan biat alırken bu biatin şartlarından biri de kadınların artık
bebeklerini öldürmemeleriydi[107].
5- Kur’an-ı Mecid birçok ayette bu vahşi töreyi sert bir dille kınamaktadır. Bu da
sözkonusu uygulamanın sosyal bir yaraya dönüştüğünü gösteriyor; Kur’an bu konuda şöyle ihtarda bulunur:
“Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin,
biz onlara da size de rızık vereceğiz. Şüphe yok ki onları öldürmek pek büyük bir
günahtır.”[108]
“Ve müşriklerin çoğunun ortakları (putları) çocuklarını öldürmeyi
onlara güzel gösterdi, böylece onları mahvetmek ve dinlerini şaşırmalarını sağlamak için…”[109]
“Şüphesiz; cehalet ve akılsızlıkları yüzünden
çocuklarını öldürenler zarara uğradılar…”[110]
“Fakirlikten korkarak çocuklarınızı öldürmeyin,
biz sizin ve onların rızkını veririz![111]
“…Diri diri toprağa gömülen kız çocuklarına, hangi suçu yüzünden
öldürüldüğü
sorulduğunda…”[112]
-*-
ARAPLARIN
VASIF VE PSİKOLOJİSİ
Bedevi Araplar vahşi karakterleri, sertlikleri ve
çapulculuklarının yanı sıra cömertlik, bağışlayıcılık, misafirperverlik, mertlik ve cesaret
gibi vasıflara da sahipti, hele, verdikleri sözü mutlaka tutar, anlaşmalarına sadakat gösterip bu uğurda canlarını vermekten çekinmezlerdi ki
bedevilerin en belirgin özelliklerinden biriydi bu. Onların bunca zıt
özellikleri bir arada taşıdığını görmek gerçekten şaşırtıcıdır.
Dünyada benzerî az bulunur sıcaklıkta kurak,
sert ve mahrum çöllerdeki hayatı yaşamasa; yağmacılığa susamış bir savaş delisi olan ve gözlerini intikam hırsı bürüdüğünde en inanılmaz cinayetleri bile gözünü
kırpmadan işleyebilen
bu arabın, çadırında fevkalade misafirperver, sıcak ve samimi bir dost
olabileceğine ve
bu ikisinin aynı insan olduğuna inanmak son derece zordu.Çaresiz biri ona
başvuracak olsa veya zulme uğrayıp mağdur düşen biri ona sığınsa, düşmanı bile olsa ona kucak açar, ailesinin bir
ferdi gibi onu korur, bu uğurda canını ona siper etmekten çekinmeyecek
kadar mertlik gösterirdi[113]
Savaş meydanında cesaret göstermek, alabildiğine korkusuz olmak, israfa varacak derecede
eliaçık ve cömert olmak, kabilesine tutkunca bağlılık, intikam alırken tamamen acımasız
davranmak, kendisine, kabilesine veya akrabalarına saldırganlık gösterenden ne
pahasına olursa olsun intikam almak o günün Arapları için bir erdem ve şerefti[114].
Daha önce de belirttiğimiz gibi otlak ve su anlaşmazlıkları bazen çatışmalara yol açıp kabileleri birbirine düşürüyorduysa da; acımasız ve sert tabiat şartları karşısında insanoğlunun güçsüzlük ve zaafı, bütün çöl
bedevilerinin kutsal bir geleneğe saygı duymasını sağlamıştı: Misafirperverlik!..Hiçbir han veya
kervansarayın bulunmadığı koca
çölün ortasında kapısını misafire açık tutmamak çöl ahlak ve şerefine aykırı sayılıyordu. Çağımızın medyacıları demek olan o günün şairleri, arap ırkının mertlik ve kahramanlık
sıfatlarının başında
gelen erdemlerinden biri olarak misafirperverliği her fırsatta gündemde tutup övmeyi ihmal
etmiyordu[115]
Ancak cesaret, misafirperverlik, cömertlik,
kendilerine sığınanlara
destek verip himaye etmek gibi daha sonra zuhur eden İslam dininin de kültür ve değerleri arasında yer alan bu iyi ve insancıl
davranışlar onlarda insanî ve manevî değerlerden kaynaklanmıyordu, bilakis, kabileler
arasında gurur duyup diğerlerine
üstünlük taslamak gibi cahiliyet kültürü ve sosyal nedenler bu davranışların ana motoruydu. Zira hiçbir sosyal düzen
ve güvenliğin
bulunmadığı o haşin ortamda cesaret ve gözüpeklik zaten yaşamın zarureti gereğince lazımdı. Cahiliyet dönemi Araplarını
cömertliğe,
ahdine vefalı olmaya, kendisine sığınanı himaye etme… vb. insanî hasletler
göstermeye iten sebepler insanlar arasında iyi bir isim olarak şöhret yapma ve kabilenin başına geçme arzusu, şairlerin tenkidinden çekinme, kötü ve cimri
biri olarak tanınma korkusuydu. İnsanların mal ve çocuklarının çokluğuyla övündüğü bir ortamda misafirperverlik ve cömertlik
vasıfları elbette bireyin kıvancı ve gurur vesilesi oluyordu. İslam tarihini mütalaa etmiş olanlar bu gerçeği bilirler[116]
Bütün hayatı genellikle çölde geçen bedevî
Araplar kültür ve medeniyetten tamamen uzaktı, ve nesneler arasındaki ilişkilerin çoğundan habersiz bir fikrî ve aklî dogmatizm
içindeydi. Olayları ve nesneleri mantıklı bir bakışla değerlendiremiyor, nedenlerle sonuçlar arasındaki
ilişkileri fark edemiyordu. Mesela biri hastalanıp
acı çektiğinde
yakınları ona bazı ilaçlar tavsiye ettiğinde hastalıkla tedavî arasında bir ilişki olması gerektiğini fark ediyordu, ama bu idrak mantık ve araştırmaya dayalı ve dakik değildi. O, sadece kabilesinin falan hastalıkta
falan ilacı tedavi için kullandığını biliyordu. Mesela genellikle köpek
ısırmasından onlara geçen kuduz hastalığına, kabile reisinin kanının iyi geleceğine inanırdı! Aynı şekilde, her hastalığın nedeninin, vücuda kötü bir ruhun girmesi
olduğuna inanmaktaydı, bu nedenle de o ruh, hastanın
vücudundan uzaklaştırılmaya
çalışılırdı. Veya birinin delireceğinden korktuklarında, bunu engellemek için onun
boynuna ölülerin kemikleriyle pisliklerini asarlardı. “Dev”in de var
olduğuna inanıyorlardı, devlerin gece vakitleri
ıssız yerlerde ortaya çıkıp insanların yolunu kestiğini, onlara eziyet ettiğini zannediyorlardı.
Sığırları suya götürdüklerinde bir inek su içmeyecek
olsa, bunun nedeni öküzün boynunda bir devin oturmuş olması olarak yorumlanır ve devi kaçırtmak
için zavallı öküzün yüzüne gözüne acımasızca vurulurdu![117]
Bu tür mantıksız ve komik inançlar çok yaygındı.
Kabile tarafından kabul edilip uygulandığı sürece bedevî Araplar bunların hiçbirini abes
görmüyor, doğruluğundan zerrece kuşku duymuyordu! Çünkü şüphe ve inkarın kaynağı bilgi, dikkat ve sağlıklı araştırmalardı; mesela bir hastalığın incelenebilmesi, nedenleri, etkileri ve
tedavisinin anlaşılabilmesi
için öncelikle bunlar gerekliydi, ama o günün arabı tamamen ilkel bir hayat yaşamakta olduğundan bu idrak ve bilince henüz sahip değildi.
Cahiliyet dönemi şiirlerinde veya bazı atasözleri ya da öykülerde
neden -sonuç ilişkileri
arasında bağ
kurabilen nadir durumlar göze çarpsa da bunlar derin düşünce ve sağlıklı bir yorumdan yoksundur. Arapların inandığı hurafe ve batıl inançların asıl nedeni işte bu “olaylar ve nesneler arasındaki ilişkileri kavrayıp yorumlama yetersizliği”dir. İslam ve arap tarihiyle ilgili kitaplarda bu
hurafe ve batıl inançlar tafsilatıyla anlatılmıştır[118]
Bazı bilimadamları bedevî Arapların tıp,
astronomi ve tipoloji gibi bilimlere sahib olduğunu ispatlamaya çalışır[119]
ama bu abartılı bir iddiadır. Arapların bu bilimlerle olan âşinalığı düzenli ve teknik bir bilim sathında değildi; bilakis, kabile büyüklerinden miras kalan
bir takım tahminlerle yaşlı kadınlardan duyulup işitilen kulaktan dolma bilgilerden ibaret sathi
ve dağınık şeylerdi. Bu tür bilgilerin “bilim”
olarak tanımlanamayacağı
ortadadır. Mesela Arapların astronomi ilmi hakkındaki bütün bilgileri
bazı yıldızları tanıyıp onların ne zaman göründüğünü ve kaybolduğunu bilmekten, gece ve gündüz vakitlerini teşhisten ibaretti ki bunları da uçsuz bucaksız
çöllerde yönlerini bulabilmek için öğrenmişlerdi. Tıp konusundaki bilgilerini de İbni Haldun’dan dinleyelim:
“…Genellikle kıt ve dar tecrübelerden ibaretti.
Şunun bunun üzerinde denenerek elde edilen bu
tecrübelerse çoğunlukla
kabile şeyhleri ve kocakarılardan miras kalan, nesilden
nesile ulaşıp gelen
şeylerdi. Bazen bir hastanın iyileştiği de oluyordu, ama bu ne belli bir usule dayanıyor,
ne de hastanın mizacıyla bağdaşıyordu!”[120]
Haris b. Kelde gibi doktorların (!) doktorluğu da işte bu tür bir şeydi aslında…
Hicaz halkı, Kur’an’ın da tabiriyle “Ümmî”
bir halktı; yani tıpkı anadan doğduğu günkü gibi kalmış, okuma yazma bilmeyen, kitap-kalem yüzü
görmeyen tahsilsiz insanlardı. Belâzüri İslam’ın zuhuru sırasında Medine’yle Kureyş’ten sadece 17 kişinin okuma yazma bildiğini, bu rakamın iki büyük kabile olan Evs’le
Hazrec’de sadece 11 kişi olduğunu yazar[121]
Halbuki Mekke’de yaşayan
Kureyşlilerin maddi durumu hayli iyiydi, ticaretle uğraştıkları için de okuma yazma bilmeleri
gerekirdi. Bunca cahil ve bilgisiz bir kavmin sözkonusu bilimlere sahip olduğunu iddia edebilmek elbette ki inandırıcı değildir.
Cahiliyet dönemi Araplarının göze çarpan yegane
büyük özelliği şiir ve hitabe sanatındaki yetenekleriydi;
özellikle şiirde
altın çağlarını
yaşıyorlardı. Şair, yaşadığı toplumun tarihçisi, soybilim uzmanı, hicivcisi,
ahlak öğretmeni, gazetecisi, geleceğe mesaj taşıyıcısı ve savaş ilan edicisiydi[122].
O günlerde büyük arap şairleri
ve edebiyatçıları “Ukaz”, “Zilmecaz” ve “Mecenne” gibi[123]
mevsimlik olarak düzenlenen ve bütün halka açık olan ekonomik ve kültürel
panayırlarda en seçkin edebi eserleriyle şiirlerini halka sunarlardı. Bir şairin yarışmayı kazanması, kendisi ve kabilesi için büyük
bir iftihar ve onur sayılır, verilen değer ve itibarın göstergesi olarak da bu şiir Ka’be duvarına asılırdı. “Muallâkat-ı
Sebe”, 7 büyük arap şairinin yazdığı fevkalade güzel 7 kasideydi; o güne değin Araplar arasında bunlara denk bir şiir yazılmadığı ve benzeri olmadığı için bunlar Ka’be duvarında asılı dururdu[124].
Bunlara “Asılı şiirler” anlamında “Muallâkat” denilmesi de bu
yüzdendi.
Cahiliyet dönemi Arapları kültür, medeniyet ve
fikrî zenginlikten mahrum oldukları için bu şiirler bütün edebî fevkalâdeliklerine rağmen fikir, muhteva ve anlam açısından
gerekli kıvamdan yoksundu. Bu dönemin şiirlerinin teması aşk, şarap, kadın, kahramanlık ve milliyet
eksenliydi ve bütün güzelliği kelimeler, tanımlar ve türlü edebî inceliklerinden
ibaretti.
Cahiliyet dönemi Araplarının bilim ve sanat
açısından tahlilini yaparken şu soru akla gelmektedir: Araplar kendilerine
komşu olan çağın iki büyük medenî devleti İran ve Roma’yla ticaret yapar, bu iki devlet ve
etraftaki diğer
ülkelerle alış verişlerde bulunurken onların kültür ve
medeniyetlerinden yararlanmış mıdır? Bu ilişkiler Arapların yaşamında önemli değişimlere yol açmış mıdır?
Bu soruya verebilecek cevap şudur: Hicaz halkı, yaşadığı bölgenin kendine has coğrafi ve doğal yapısı nedeniyle çağın devlet ve hükümetlerinin siyasi nüfuzundan
uzak olduğu gibi
onların kültürel nüfuz sahasının da dışındaydılar. Arapların komşu medeniyet ve kültürlerden etkilenebilmesi
ancak üç yolla mümkündü:1- Ticaret 2- İran ve Roma’nın uydusu olan küçük devletler (Hıyre
ve Gassan) 3- Kitap ehli (Yahudiler ve hırıstiyanlar)
Ne var ki, bu nüfuz ve etkinin ne kadar olduğuna bakmak gerekir. Bazı tarihçilerin bu
konudaki görüşleri
epey abartmalıdır, örneğin kimi şöyle diyor:
“Arap kabilelerinin İran ve Roma’yla irtibatları bu ülkelerin
medeniyetleriyle tanışmasına
yol açtı. Ticaret amacıyla İran ve Roma’ya yolculuk eden Araplar bu iki
ülkede medeniyetin yansımalarını görüyor, İranlılarla Romalıların, Araplardan ne kadar
farklı bir yaşama
sahip bulunduğunu
anlıyorlardı. Cahiliyet dönemi şiirlerinde de bunun izlerini görmek mümkündür.
Buna ilaveten birçok tüccar ve yolcu İran ve Roma’dan birçok kelime, kavram ve
öyküleri Arabistan’a taşıyor
böylece İran ve
Romalıların bazı fikir ve inançları Araplara intikal etmiş oluyordu”[125]
Yukarıdaki görüşe rağmen; hicazlı tüccarların bu iki ülkeye gidiş gelişlerinin Arapların fikrî ve kültürel sahada gelişmelerini pek etkilemediğini hatırlatmak gerekir. Zira bu medeniyetlerin
huzmeleri çok dar bir kanaldan süzülüyor ve kimi zaman da tahrife uğrayarak karşıya ulaşabiliyordu. Nitekim Süleyman emsâlinden
naklolunan bazı arap emsalinde veya İranlılarla Romalılardan aktarılan bazı
hikayelerde tahrifler göze çarpmaktadır. Esasen o günün arabı bilimi komşularından düzenli olarak alamıyordu, zira buna
engel olan önemli faktörler vardı. Bunlardan birkaçını sıralayalım:
1- Arapların komşularıyla irtibatını zorlaştıran büyük çöller, dağlar ve denizler gibi tabii engeller.
2- Araplarla Roma ve İran arasındaki sosyal yaşamla aklî ve fikrî mesafenin çok fazla oluşu… Nitekim başka milletlerin medeniyetini iktibas edebilmek
için bu mesafenin az olması ve orada kültürel bir yakınlık bulunması icabeder.
3- Araplar arasında okuma yazma oranının çok düşük ve tahsilsizliğin çok yaygın olması nedeniyle; İran ve Romalılarla teması olanların bazı
vecizeleri veya atasözleriyle hikayeleri ya da tarihi olayları anlatırken çok
sadeleştirmesi ve duyanın onu hafızasında tutabileceği şekilde özetlemesi, bedevilerle benzeri cahil
kesimin anlayabileceği bir şekilde ifade etmesi gerekiyordu.
Binaenaleyh bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere Arapların komşu ülkelerle ilişkileri onların sadece maddî ve edebî yaşamlarını etkilemişti[126].
Yahudilerle birlikte olmanın etkileri hakkında
da deniliyor ki: Yahudiler Hz. Musa (a.s) döneminden beri ve ondan sonra da
Romalıların baskı ve saldırıları sonucu, özellikle de Orşelim’in yıkılması üzerine Hicaz’a göçtüler[127].
Yahudilerin Hicaz’a gelmesi bu bölge Araplarının sosyal durumunda önemli
etkiler yarattı ve Tevrat’
O dönemlerde fikrî ve dinî açıdan Yahudilerin
Araplardan çok daha üstün bir konumda olduklarını, hatta İslamdan sonra bile bazı Müslümanların dinî
soruları onlardan sorduklarını gösteren belgeler mevcuttur.[129]
Ancak; Yahudilik de hırıstiyanlık gibi tamamen bozulmuş ve tahrife uğramış olduğundan Arapların Yahudilerden aldıkları fikirler
de bozuk ve kokuşmuş fikirlerdi, binaenaleyh Yahudilerin fikir ve
inançları Arapların hiçbir sorununu halledemediği gibi cehalet ve sapıklıklarının daha da
artmasına sebeb oluyordu.
Daha önce de belirttiğimiz gibi Hicaz halkı dağınık ve kabileler halinde yaşadığından ve çoğunluğu bedevi olduğundan bu halkı teşkilatlandırıp düzene sokacak merkezi bir devlet
yapısı yoktu. Sürekli kabile savaşları ve iç çatışmalar yaşandığından pek zayıf ve perişan bir haldeydiler, bu nedenle de yaşadıkları çağın devlet ve halklarının ilgisine mahzar
olamamışlardır.
Cahiliyet dönemi Araplarının kabile ve aşiret hayatları çadırda sürüp deve çobanlığıyla geçiyor; taassuplar, mahrumiyetler ve
düzensizliklerin kısır döngüsünde Arabistan dışına bakacak, Arap Yarımadası’nın sınırları
ötesinde olup bitenlerle uğraşacak fırsat bulamıyorlardı. Çevrelerindeki
devletleri yenmeyi akıllarından bile geçirmedikleri gibi, o devrin iki güçlü
imparatorluğuna
sahip İran’
Bunun en ilginç belgelerinden birini daha
aktaralım: Bir gün Hz. Resulullah (s.a.a) Mekke’de Arapların büyüklerinden bir
kaçını toplamış yüce İslam dinini tebliğ ediyordu, bu arada fıtrat ve ahlakla ilgili
bazı ayetler okudu. Arap büyükleri bu ayetlerden etkilenmiş ve her biri övgü ve hayranlık dolu sözler
söylemeye başlamıştı. Ama bu grubun büyüğü olan Musannâ bin Hârise şöyle dedi:
“Biz iki su arasında yaşıyoruz; bir tarafımızdan arap suları ve
sahilleri, diğer
tarafımızdan İran
toprakları ve Kesrâ’nın nehirleriyle çevrili durumdayız. Hiçbir olay
çıkarmayacağımız ve
hiçbir suçluya sığınma
vermeyeceğimiz
hususunda Kesra’yla antlaşmamız var. Senin dinini kabul etmemiz bu şahların hoşuna gitmeyebilir. Arap topraklarında bizim bir
hatamız olursa kendimiz görmezden gelebiliriz, ama böyle bir hatayı Kesra
affetmeyebilir…[131]
Tarihçiler, Arapların o sırada ne kadar zayıf
ve zavallılık duygusu içinde olduklarını şöyle yazarlar:
“Bir yıl, Temim kabilesi kıtlığa uğradı; Kesra da onların yemyeşil ve bereketli Irak topraklarından
yararlanmasına izin vermiyordu. Bu kabilenin büyüklerinden Hâcib bin
Zürare, kabilesinin temsilcisi olarak bu konuda Kesra’yı ikna edebilmek
için İran’a gitti. Kesra bu görüşmede “Siz Araplar hainsiniz!” dedi, “Size bu
konuda izin verirsem hemen ortalığı karıştırır, kavga gürültü çıkarır, halkı aleyhime kışkırtırsınız! O zaman beni üzmüş olursunuz!” Hacib, böyle bir şey olmayacağına garanti verebileceğini söyledi, Kesra bu garantinin ne olduğunu sorunca Hacib “Yayımı size rehin bırakırım!”
dedi. Kesra kabul ettiğini
söyleyince de Hacib kendisinin cesaret, mertlik ve kahramanlık onurunun mazharı
olan yayını ona teslim etti. Hacib öldükten sonra oğlu Atarüd, Kesra’ya giderek babasının
yayını geri aldı[132].
Temimoğulları
kabilesi, Kesra’nın onlardan böyle bir rehni kabul etmiş olmasını yıllarca bir iftihar saymış ve bununla övünüp durmuştur[133].
Diğer taraftan Şeybanoğulları kabilesi, Iclilerle Yeşkirilerin de yardımıyla “Ziygar” savaşında Hüsrev Perviz’i yenmişti[134].
Bu zaferle çok büyük bir mutluluk ve gurur duydukları halde böyle bir zafer
kazandıklarına bir türlü inanamıyor ve ne zaman bu savaştan söz açılacak olsa dehşete kapılıyor, bunun, arabın aceme karşı bir zaferi olarak tanımlanmasından
korkuyorlardı. Bunu Arapların büyük bir iftiharı olarak değil tamamen “tesadüfi bir olay” olarak
tanımlıyor; ortada övünülecek bir durum da varsa bunun sadece o savaşa katılan üç kabileye ait olduğunun önemle altını çiziyorlardı. Derken, bu
olay öyle bir boyuta ulaştı ki Şair Ebu Temam[135]
Hacib’in yayının Kesra’da rehin kalmasıyla övünen Temim Kabilesine karşı Ebu Dulef Icli’yi[136]
överken şöyle
dedi:
“Temimoğulları yaylarıyla övünüp onu kendileri için bir şeref ve kıvanç addediyorlarsa; unutmayın ki
sizin kılıçlarınız da Hacib’in yayını rehin almış olanların tahtını Ziygar Savaşı’nda yıkmıştır!”[137]
Bahsimizin buraya kadarki bölümlerinde Arap
Yarımadasının İslam
öncesi dönemlerini “cahiliyet dönemi” ve bu dönemde yaşayan Arapları da “cahiliyet Arapları”
şeklinde tanımladık. “Cahiliyet Dönemi (veya çağı)” deyimi, İslamdan sonra Kur’an’dan ilham alan Müslüman
Arapların bizzat kendilerinin, İslam öncesi hayatları için kullandıkları bir
deyim olarak yayılıp özel bir anlam kazandı[138].
Bazı çağdaş tarihçiler bu zaman diliminin Hz. Muhammed’in (s.a.a)
peygamberliğinden
150-200 yıl kadar öncesini kapsadığı tahmininde bulunmaktadır[139].
“Cahiliyet” terimi “cehl” kökünden türese de
buradaki cehaletin anlamı, “ilim”in karşıtı değil, “akıl” ve “mantık”ın karşıtıdır.[140]
Daha önce de belirttiğimiz
gibi o dönemin Arap Yarımadası’nda yaşayan insanlar tahsili bulunmayan, okuma yazması
olmayan, ilimden mahrum insanlardı; ancak İslam literatüründe onlara “cahil” ve o döneme
“cehalet”dönemi denilmesinin nedeni onların sırf bilgisiz ve tahsilsiz olmaları
değil, daha ziyade akla mantığa sığmayan yanlış ve batıl görüşlerle, sağlıksız bir bakış açısıyla olaylara bakmalarıydı; tamamen
asılsız ve hurafelerden ibaret törelere inanmalarından ve İslam’ın şiddetle mücadele ettiği kindarlık, kendini beğenmişlik, başkalarına karşı övünme, üstünlük taslama ve kör taassuplar
beslemelerinden dolayı İslam
dini “cahil”olarak tanımlıyordu onları[141].
Buradaki “cehalet”in, bir anlamda “anlamsızlık”olduğu da söylenebilir, çünkü bir insanın “anlayış sahibi”olması onun tahsiliyle ölçülemez ve
“anlamazlık” tahsilsizlik demek değildir; bilakis akılsız, düşüncesiz ve ahmakça fikirlere sahip beyinsiz
insanlar için “anlamaz” terimi kullanılmaktadır[142]
Kur’an-ı Kerim’de “cahiliyet” terimi birçok
yerde bu anlamda kullanılmıştır, birkaç örnek aktaralım:
1- İslam peygamberinin (s.a.a) onların istediği yönde karar verip fikir belirtmesini bekleyen
bazı kitap Ehli’nin bu yersiz beklentileri “cahiliyet hükmü”şeklinde adlandırılmaktadır[143].
2- Allah Tealâ, putperest Arapların kör kabile
taassubuna “cahiliyet taassubu” der[144]
3- Peygamberin (s.a.a) eşlerine, daha önceki cahiliyet döneminde olduğu gibi süslenerek dışarı çıkmamaları emredilmektedir[145].
4- İslam ordusunun Uhud savaşında yenilmesi üzerine moralleri bozulup
imanları gevşeyerek
kötümserliğe
kapılan münafıklarla zayıf imanlı kimseleri kınayan Allah Teala; onların Allah
hakkında “cahiliyet dönemindeki”zanlar gibi bir zan beslediklerini
belirtmektedir[146].
5- Allah Teala, Hz. Musa’nın (a.s) kavminin,
bir inek öldürmeleri istendiğinde ona “sen bizimle alay mı ediyorsun?” diye
sorduğunu, Hz. Musa’nın (a.s) ise “cahillerden
olmaktan Rabbime sığınırım!”
dediğini buyurur[147].
6- Emir’el Mü’minin İmam Ali (a.s) putperest Arapların zavallılık ve
perişanlık içinde yaşadığı dönemi tarif ederken onların cahiliyetleri nedeniyle
akılsız olduklarını hatırlatır.[148]
-*-
ARABİSTAN YARIMADASI’YLA ÇEVRESİNDEKİ DİNLER
İslam’ın zuhur döneminde Arapların büyük çoğunluğu putperest olsa da aralarında bazen Yahudi,
hırıstiyan, hanif, mânî ve sâbîi..vb. olana da rastlamak mümkündür.
Arabistan halkının tamamı aynı dîne mensup değildi yani; mevcut dinlerin her biri birçok
belirsizlik ve karanlık noktalarla doluydu. Bu nedenle de halk bu dinlerden
adeta bıkmış, usanmış, ne yapacağını bilemez hale gelmişti. Aşağıda bu dinler hakkında kısaca bilgi vermemizin
faydalı olacağını düşünüyoruz:
“Hanif”ler olarak bilinen[149] tektanrıcılar, müşrik olan çoğunluğun tersine, puta tapmıyor, tek tanrıya ve
ahirete inanıyorlardı. Bu gruptakilerin bir kısmı hırıstiyandı, ama bazı tarihçiler
onları da haniflerden saymaktadır. Varaka b. Nevfel, Ubeydullah b.
Cahş, Osman
bin Huveyres, Zeyd Bin Ömer bin Nufeyl[150],
Nabığa Ce’di
(Kays bin Abdullah), Ümeyye bin Ebu’ssalt, Kays b. Saide İyâdi, Ebu kays Sürme b. Ebu Enes, Züheyr b. Ebu
solma(Sülemi), Ebu Âmir Evs(Abd Amru b. Seyfi, Addas (Utbe b. Rabianın kölesi), Reab
Şeni ve Rahib Behiyra bu hanifler
arasındaydı[151],
bunların bir kısmı ünlü düşünürler ve şairlerdendi.
Bu tektanrıcılık inancını onların aydın görüşlü ve temiz bir fıtrata sahip olmalarının yanı
sıra mevcut dinlerin sönüklüğünde ve toplumdaki dini boşlukta aramak gerekir. Temiz yaradılışlarını koruyabilen bu insanlar kainatın
müdebbir yaratıcısının varlığına inanıyor, akıl ve mantıktan uzak
putperestliğin din
olarak kabul edilemeyeceğini görüyorlardı. Hırıstiyanlıkla Yahudilik de,
aradan geçen asırlar sürecinde tahrife uğrayıp maneviyatını yitirmiş olduğundan aydın görüşlü insanların huzura muhtaç ruhunu doyurmaktan
uzaktı. Bu nedenle Yüce Yaradan’ının arayışı içinde olan niceleri Hakk’ı ve hak dini
bulabilmek için uzun yolculuklara ve meşakkatlere katlanarak hırıstiyan, Yahudi veya diğer dinlerin ünlü isimleriyle görüşüp konuşuyor[152]
ve semavî kitaplarda, geleceği müjdelenen son peygamber Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
zuhur işaretleri hakkında incelemelerde bulunuyor ve
genellikle belli bir sonuca ulaşamadıklarından çareyi, en azından tektanrıcılık
esasını kabulde görüyorlardı. Bu grubun nasıl ibadet ettiği ve ne tür dinî merasimleri olduğu hakkında ise çok net bilgiler bulunmamaktadır.
Burada, bazılarının zannettiği gibi haniflerin içinde yaşadıkları toplumun hidayeti yolunda onları
tevhide davet etmedikleri ve kesinlikle böyle bir hareket içinde olmadıkları
gerçeğini de hemen hatırlatalım. Tarihçilerin de
kaydettiği üzere
hanifler münzevî ve ferdî bir yaşamı seçmişlerdi; düşünüyor, olayları tahlil ediyorlardı ama hiçbir
zaman belli bir grup ve din olarak toplanıp teşkilatlanmamışlardı. Belli hüküm ve ibadetlere sahip bir
dinleri yoktu. Yaşadıkları
bozuk ortamda halkın sıkça bir araya geldiği yerlerden uzak durmaya çalışıyor ve putlara tapınmıyor, bununla
yetiniyorlardı. Görüşlerini
açıklayıp insanları kendi inandıkları doğrulara davet etme gibi şeylerle uğraşmayan hanifler kavimlerinin inançlarını bozuk
ve batıl buluyor, bundan öte hiçbirşey yapmıyorlardı. Bu nedenle de kavimleriyle
ilişkileri gayet normaldi ve toplumla aralarında
hiçbir sürtüşme
olmuyordu[153].
Arabistan’ın bazı noktalarında hırıstiyanlar da
vardı. Hırıstiyanlık güneyden Habeşistan, kuzeyden Suriye (Doğu Roma imparatorluğunun nüfuz alanı) ile Sina Yarımadası’ndan
Arabistan’a nüfuz etmiş, ama
burada önemli bir ilerleme kaydedememişti[154];
Arap Yarımadası’nın kuzeyinde Rabia kabilesine mensup Tagliboğulları’yla Gassan kabilesi ve Gazâeoğulları’ndan[155] birkaç kişi arasında yayılabilmişti ancak[156].
Kass bin Saide, Hanzala Tai ve Ümeyye b. Salt’da
hırıstiyanların büyükleri arasında sayılmıştır. Bunlardan bazısı şehirden uzaklaşıp toplumu terk etmiş, çöllerde küçük manastırlarda inzivaya çekilmişti[157].
Hırıstiyanlık 4. yüzyıldan itibaren Yemen’e
nüfuz etmişti. Bir
hırıstiyan olan Philip Hitti şöyle yazar:
Doğru kaynaklara göre Güney Arabistan’a giden ilk
hırıstiyan heyet, mil, 356’da imparator Konstantios tarafından Teo
Philos Andos Arıos başkanlığında gönderilen heyettir. Bu heyetin
gönderilmesinin asıl nedeni o günkü dünya politikasının gereği olarak Güney Arabistan’daki nüfuz sahaları
üzerinde Roma imparatorluğuyla İran imparatorluğu arasındaki rekabetti. Teo Philos Aden’de
bir, Hemiyriyan’da da 2 kilise yaptırdı. Necran halkı mil 500’de
bu yeni dini kabullendi[158]
İslam zuhur ettiğinde Yemen’de Tayy, Mezhec, Behrâ,
Selih, Tenuc, Gassan ve Lehm kabileleri hırıstiyan
olmuştu[159]
Hırıstiyanlığın Yemen’deki en önemli merkezi Necran’dı. Bu
kalkınmış ve
zengin şehrin halkı geçimini zıraat, ipek kumaşlar örme, deri
ticareti ve silah üretiminden sağlıyordu. Necran şehri, Hıyre’ye kadar uzanan bir ticaret
yolu üzerindeydi[160]
Zunuva, Yemen’i ele geçirinceye kadar hırıstiyanlık
bu ülkede yayılmaya devam etti. Zunuvas hırıstiyanları dinlerinden
vazgeçmeye zorladıysa da onlar direndiler, bunun üzerine büyük çukurlarda ateşler yakarak bütün hırıstiyanları bu çukurlarda
diri diri yaktı[161]
. Derken, Habeşistan’ın
duruma müdahale etmesiyle Zunuvas mil. 525’de yenilgiye uğratıldı ve hırıstiyanlar tekrar iktidar
oldular.[162]
Hırıstiyanlığın nüfuz ettiği bölgelerden biri de Arabistan’ın doğusundaki Hıyre şehriydi. Hırıstiyanlık, Romalı esirler yoluyla
Hıyre’ye sızabilmişti. İran -Pers- imparatorluğu 1. Hürmüz döneminden itibaren bazı
sömürgelerine Romalı esirleri yerleştirmişti, işte bu esirlerin bir kısmı Hıyre’de yaşıyordu. Bazı tarihçilere göre Hıyre’de
hırıstiyanlığın ilk
mümessilleri bu esirlerdi. Kısacası Hıyre’de misyonerlik faaliyetinde
bulunan hırıstiyanlar vardı ve bu şehrin ahalisine hırıstiyanlık propagandasında
bulunuyorlardı. Arap çarşılarında halka konuşmalarda bulunup vazediyor; kıyametten, cennet
ve cehennemden sözediyorlardı. Onların bu yoğun çabaları sonucu bazı Araplar hırıstiyan
oldu, hatta 5. Numan’ın eşi Hind de bunların arasındaydı. Hırıstiyan
olduktan sonra kendi adını verdiği bir manastır yaptırdı, “Deyr-i Hind (Hint
manastırı)”adlı bu bina Taberi’nin dönemine kadar ayakta kalmıştır. Daha önce isimlerini aktardığımız Hanzala Tai, Kass bin Saide’yle
ümeyye bin Salt Hıyreliydi[163].
Hıyre kralı Numan b. Münzir, Adıyy b.
Zeyd’in telkinleriyle hırıstiyanlığı seçti[164].Kur’an’da
hırıstiyanların görüş ve
inançlarından sözeden, bu inançlardaki zaaf ve hataları açıklayan, özellikle
Hz. İsa’yı (a.s) tanrılaştıran batıl inancı kınayan[165] birçok ayet vardır ki bu, İslam’ın zuhur çağında Arap Yarımadasında hırıstiyanların da yaşadığını gösteren en güçlü delildir. İslam tarihinin ünlü olayı olarak bilinen “Mübahale”
de Hz. Resulullah (s.a.a)ın mübahelede bulunduğu hırıstiyanlar Necran’ın büyük papazlarıydı[166].
Daha önce de hatırlattığımız gibi, hırıstiyanlık, zaman aşımına uğrayarak maneviyat ve asaletini yitirmiş, bozulup tahrife uğramıştı. Bu nedenle de o dönemdeki akidevî ve fikri
boşluğu doldurabilecek, insanların fırtınalı
ruhlarını dindirip onlara huzur verebilecek kapasiteden yoksundu artık.
Yahudilik, İslamdan asırlar önce Arabistan’a nüfuz edebilmişti. Bu bölgede belli Yahudi yerleşim merkezleri oluşmuştu ki bunların en çok tanınanı daha sonra
“Medine” adını alacak olan Yesrib’di. Teyma[167]
, Fedek[168]
ve Hayber’de de[169]
Yahudilerin yaşadığı yerler vardı. Yesrib’de üç Yahudi kabilesi
vardı: Neziroğulları,
Kaynukaoğulları ve
Kurayzaoğulları[170]
Yesrib’de bu üç Yahudi kabilesinden başka iki büyük kabile daha vardı: Evs ve Hazrec!
Mil. 3. yüzyıllarda Yemen’den göçeden bu iki kabile, Yahudilerden kısa bir süre
sonra Yesrib’e yerleşmişti. Putperest olan bu iki kabile içinden
bazıları, Yahudilerle birlikte yaşadıklarından onların dinini seçmişti. Yemen’le Yesrib’den kovulan bazı
Yahudilerin de Taif’e yerleştiği ve burada ticaretle uğraştıkları söylenir[171].
Yahudiler Arabistan’da yerleştikleri her yerde, zıraatteki maharetleriyle ün
kazanıyorlardı. Medine’de de zıraat ve çiftçiliğin yanı sıra demircilik, boyacılık ve silah
yapımındaki şöhretleriyle
tanınmışlardı[172].
Hımyer, Kenanoğulları, Haris b. Ka’boğulları, Kindiler[173],
Gassan ve Cezam kabileleri arasında da Yahudi olanlar vardı[174]
Yahudiler yerleştikleri her yerde Tevrat’tan Yahudilik
inançlarının propagandasını yapıyor, Yahudiliği yaymaya çalışıyorlardı. Yemen de bir ara Yahudilerin eline
geçmiştir. Yemen kralı Zunuvas Yahudi olunca
hırıstiyanları ezip sindirmiş ve bu ülkede Yahudiliği resmi din ilan etmiştir.
Bazı tarihçilere göre Zunuvas’ın hırıstiyanlara
karşı takındığı bu acımasız tavrın nedeni dini değil, milli sebepler ve vatan sevgisinden
kaynaklanıyordu aslında. Çünkü Necran hırıstiyanlarının, aynı dinden oldukları
Habeşistan’la çok yakın dostluk ilişkileri vardı, Habeşistan devleti hırıstiyanları destekleme adı
altında aslında Yemen’in içişlerine müdahele ediyor ve kendi milli
çıkarlarını temine çalışarak başka maksatlar güdüyordu. Bu nedenledir ki
Zunuvas’la taraftarları, hırıstiyanları sindirip yok ederek Habeşistan’ı önemli bir üssünden mahrum bırakmak
istemişlerdi. Necran’da hırıstiyanlara uygulanan büyük
katliamlardan sağ olarak
kurtulmayı başaran bir
Necranlı, Habeşistan’a
giderek imparatoru gördü ve ondan yardım istedi. Bu olay iki ülke arasında savaşa yol açacak, 525’te Zunuvas’ın yenilmesiyle
birlikte Necran, İslam’ın
zuhuruna kadar hırıstiyanlığın bölgedeki önemli merkezlerinden biri olarak
kalacaktı[175]
Kimileri bu inancın Tehmures’in iktidarı
döneminde ortaya çıktığına ve
bu dinin kurucusunun Buzasof olduğuna inanır. Ebu Reyhan Biruni (hk.360-440)
bu güruhun nasıl ortaya çıktığını kısa bir tarihçeyle açıkladıktan sonra şöyle yazıyor:
“Bunlar hakkında yegane bildiğimiz tek tanrıya inanmaları ve O’nu kötü
sıfatlardan münezzeh bilmeleridir (Selbiye sıfatları). İnançlarının şu olduğu söylenir: Tanrı sınırlı değildir, görülmezdir ve zulmetmezdir. Kainatın
felek, gökler ve göklerdeki cisimlerce yönetildiğine ve göklerin canlı olduğuna, konuştuğuna, duyduğuna ve gördüğüne inanır, nura ve ışığa taparlar. Sabiler inançları gereği yıldızlar ve onların hareketleriyle
yerkürenin mukadderatı arasında bağ kurduklarından bunların heykel ve şekillerini mabetlerinde bulundururlardı. Nitekim
güneşin heykelini Baalbek’e, ayın heykelini Harran’a,
Venüs’ün heykelini de bir köye dikmişlerdi[176]
Saibilerin merkezi Harran’dı[177];
bu din bir zamanlar Roma, Yunanistan, Babil ve daha birçok ülkeye yayılmıştı[178].
Kur’an-ı Kerim üç yerde onlardan sözeder[179]
Günümüzde artık yokolmaya yüztutan bu dinin çok az sayıdaki mensupları Huzistan’
Zerdüştilik, Manilik ve Mazdekiliğin ana vatanı İran’dı. Ancak bu dinlerin İslamdan önce Hicaz’da yerleşip yerleşmedikleri hakkında ihtilaf vardır. Bazı çağdaş tarihçiler o dönem Arabistan’ında bu dinlerin
bulunduğuna inanıyorsa da mevcut belgeler sadece maniliğin varlığını ispatlamaktadır.
Yakubi şöyle yazar:
“Bazı Araplar Yahudiliği, bazıları hırıstiyanlığı seçti, kimi de zındıklığı seçip seneviyyeyi(iki yaratıcıya inanma-çev-)
kabullendi”[183]
Bugün “zındık” kelimesi Allah’ı inkar
eden, dinsiz anlamında kullanılıyorsa da İslambilimciler
bu kelimenin aslında Manilik dininin kollarından birinin adı olduğunu vurgulamaktadırlar. Zamanla bütün
Manicilere ıtlak olunmuş, sonra
da dinsizlerle kafirler için de aynı kelime kullanılmıştır. Eski metinlerde “zındıklık” denildiğinde “Manicilik (Manişeizm-çev-)kastedilir[184],
bu din hırıstiyanlıkla Mecusiliğin bir senteziydi[185]
Bazı tarihçiler Kureyşliler arasında zındık da olduğunu ve bu dinin Hıyre halkından onlara
ulaştığını yazmaktadır[186].
Bu dinin Hıyre’den Arabistan’a geçmiş olması, bunun ikitanrıcılık olduğunu göstermeye yetmektedir, çünkü Hıyre İran’ın komşusu ve onun himayesi altındaydı ve İran Perslerinin ikitanrıcılığa dayalı dinleri bu ülkeye de nüfuz etmişti.
Cahiliyet devrinde, birçok bölgede olduğu gibi Arap Yarımadası’nda da halkın bir kısmı
aya, güneşe ve
bazı yıldızlara tapıyor ve bunların yerküre ve canlıların kaderini belirleyen
gizemli simgesel güçler taşıdığına inanıyordu. Mesela Huzâe ve Hımyer
kabileleri sabit iki parlak yıldız olan “Şi’ra”ya tapıyordu, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) anne
tarafından gelen büyükbabalarından Ebu Kebeşe de bu yıldıza tapardı[187].
Tayy kabilesinden bazıları da Süreyya
yıldızına tapmadaydı[188].
Yıldızlara ve diğer gök
cisimlerine tapınma olayı Arapların edebiyat, hurafe ve destanlarına yansıyacak
kadar yaygın hale gelmişti[189].
Esasen ayla güneşe tapan
Sabilere ilaveten bütün putperestler de bu ikisini kutsal varlık sayıyordu[190].
Kur’an-ı Mecid, yıldızlar ve diğer göz cisimlerine tapınmayı reddedip kınamakta
ve bunların yüce yaratıcı’nın mahlukatı olduğu, O’nun iradesi karşısında teslimiyet gösterdiği, O’nun karşısında secdeye kapanıp O’na ibadet ettiği gerçeğini hatırlatmaktadır; binaenaleyh insanoğlu onlara tapınmamalı, onlar üzerinde tefekkür
ederek kainatın Yüce Yaratıcısı’nı tanımalıdır, zira bütün bunlar O’nun kudret
ve ilminin nişâneleridir:
“Allah; geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi, yıldızlar da
O’nun emriyle, insanlar için emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk
için ayetler vardır.”[191]
“Gece, gündüz, güneş ve ay O’nun ayetlerindendir. Siz güneşe de, aya da secde etmeyin, Allah’a secde edin
ki bunları kendisi yaratmıştır, eğer O’na ibadet edecekseniz.”[192]
“Şi’ra yıldızının Rabbi’nin O olduğu gerçeği, daha önceki peygamberlerin kitaplarında
insana ulaşmış değil midir?”[193]
Bu ayetler de, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bi’set
döneminde gök cisimlerine tapınmanın halk arasında bir hayli yaygın olduğunu göstermektedir.
Yukarıda sıraladığımız dinlerin yanı sıra Arabistan ahalisinin
bir kısmı da cinlerle meleklere tapınıyordu.
Mekke’nin ileri gelenlerinden Abdullah b.
Zeb’eri “Biz meleklere tapıyoruz, Yahudiler Üzeyir’e, hırıstiyanlar
da İsa’ya! Muhammed’e sorun bakalım, biz
hepimiz bunca tanrıyla birlikte cehenneme mi gideceğiz yani?!” diyordu[194]
Hazae kabilesinin bir kolu olan Benu Melih kabilesi cinlere
tapıyordu.[195]Cinlere
ilk tapanların Yemenli bir grup olduğu, onları Hanifeoğulları kabilesinin izlediği, sonra da tedricen bunun Araplar arasında
yayılmaya başladığı söylenir[196].
Bazı müfessirlere göre kimileri, Allah’ın -haşa- cinlerle evlendiğine ve meleklerin de bu evliliğin semeresi olduğuna inanmaktaydı[197]!
Yüce Allah (c.c) Kur’an-ı Kerim’de, cinlerle meleklere tapınmayı ve onlar
hakkında batıl düşüncelere
kapılmayı kınayarak şöyle buyurur:
“…Allah için cinlerden ortak koştular. Oysa onları da Allah yaratmıştır…”[198]
“Kıyamet günü Rabbin onların hepsini diriltir
ve sonra da meleklere “Bunlar size mi tapınıyordu?” diye sorar. Onlar “Sen eşi ve benzeri olmaktan münezzehsin, bizim
velimiz ancak sensin, onlar değil! Onlar cine tapınıyorlardı ve çoğu onlara inanmaktaydı!” derler”[199]
Ayetteki bu sorunun bir bilinmeyeni bilmek
amacıyla sorulmadığı
ortadadır, zira Allah Teala her şeye âlimdir; amaç gerçeğin bizzat melekler tarafından söylenmesi ve
onlara tapınanların utanmasını sağlamaktır. Diğer taraftan, ayetteki ifadeden, meleklerin
insanların onlara tapınmasına razı olmadıkları ama bazı cinlerin buna razı olduğu anlaşılmaktadır.
Her Hâl-ü kârda bu görünmeyen varlıklara
tapınmak, iki tanrıya inanan seneviyelerin batıl inancına çok benzemekteydi.
Zira onlar cinlerin kötülük ve şer, meleklerinse nur, iyilik, rahmet ve bereket
kaynağı olduğuna inanıyorlardı. Bazı Araplar geceleri ıssız
yerlerden geçerken “buranın delilerinden, onların reislerine ve büyüklerine sağınırım!” derlerdi[200]
böylelikle cinlerin büyüğünün, onları koruyacağına inanırlardı. Yüce Yaratıcı’nın Kur’an’daki şu buyruğu bunu ispatlamaktadır:
“De ki bana bazı insanların bazı cinlere sığındığı ve böylece onların sapıklık ve azgınlığını artırdığı vahyolundu”[201]
Mekke şehrinin ilk ortaya çıkışı, Hz. İbrahim (a.s) dönemine rastlar; Rabbinin emriyle
eşi Hacer ve kundaktaki yavrusu İsmail’i Suriye’den alıp (a.s) o sırada susuz
kurak, ıssız ve tamamen çorak olan bu çöle bırakır[202].
Allah’ın takdiriyle, Hacer’le İsmail’in (a.s) hayatta kalması için yerden
Zemzem suyu kaynayıp çıkar[203]
, bu sırada güneydeki kuraklık ve kıtlık nedeniyle kuzeye göç eden Corhom
kabilesi oradan geçerken onları görür ve Zemzem’in aktığı bu mıntıkaya yerleşir[204].
Hz. İsmail (a.s) büyüdüğünde Corhomlu bir kızla evlenir[205].
Hz. İbrahim (a.s)
orada oğlu İsmail’in -(a.s) yardımıyla Ka’be’yi inşa etmekle görevlendirilir[206].
Ka’be’nin inşasıyla
birlikte Mekke şehrinin
ilk temeli atılmış oldu ve
Hz. İsmail’in (a.s) nesli zamanla çoğalarak Mekke’ye yerleşti.
Mekke Arapları Hz. İsmail’in (a.s) soyundan gelen Adnanoğulları’ndandı ve bu adı, bu boyun büyüğü ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a) 20. göbekten
ceddi olan Adnan’dan alıyorlardı. Hicaz, Necd ve Tehame’de yaşayan Adnanoğulları[207] yıllardır Hz. İbrahim’in (a.s) şeriati üzere yaşamaktaydı, Yakubî şöyle yazar:
“Kureyşliler ve Adnanoğulları boyunun çoğu, Hz. İbrahim’in (a.s) dininin bazı hükümlerine
uymaktaydılar; Ka’be’yi ziyaret ediyor, haccediyorlardı, misafirperver
insanlardı, haram aylara saygı gösteriyor, kötü şeyler yapmıyorlardı, akrabalarıyla bağlarını kesmiyor, zulmetmeyi kötü biliyor ve
kötülükte bulunanları cezalandırıyorlardı[208].
Allah’a inanma, anne ve kızkardeşle evliliği haram sayma, hac ve umre menasıklarıyla,
kurban kesme, cenabet guslü alma[209],
sünnet, ölüleri kefenleyip gömme[210]
gibi Hz. İbrahim’den
(a.s) yadigar kalan dinî hükümler Adnanoğulları arasında geçerliliğini halâ koruyordu ve İslam’ın zuhuruna kadar da bu hükümlere uymuşlardı. Vücut temizliği ve fazla tüylerden arınma gibi on maddelik
temizlik sünnetlerini de yerine getiriyorlardı[211].Yine
Hz. İbrahim’in (a.s) sünnetlerinden olan 4 haram aya
saygı gösteriyor[212]
ve herhangi bir nedenden dolayı bu aylarda bir savaş çıkacak veya kan dökülecek olursa onu
“feccar”, yani “haksız yere çıkmış günah bir olay”olarak adlandırıyorlardı[213].
Binaenaleyh tevhid dini bu bölgenin en eski ve köklü diniydi, putperestlik daha
sonraları Araplar arasına girmiş ve tektanrıcılık inancından sapmalarına yol
açmıştı.
Çeşitli belge ve karineler Araplar arasında
putperestliğin
ortaya çıkışının iki
faktörden kaynaklandığını
göstermektedir:
1-Mekke’nin bir zamanlar en nüfuzlu adamı ve
Ka’be’nin de mütevellisi olan Hazae kabilesinin reisi “Amru bin
Leheyy”[214]Şam’a yaptığı bir yolculukta burada puta tapan bir grup İmalege (Emalika)boyuna[215] mensup adam gördü. Neden bu putlara
tapındıklarını sorunca “bunlar bize yağmur yağdırıyor, yardımcı oluyor” dediler. Onlardan bir
put da kendisine vermelerini istedi, “Hubel” adını verdikleri bir putu
ona verdiler. Amru, Hubel’i Mekke’ye götürüp Ka’be’ye yerleştirdi ve halkı bu puta tapınmaya davet etti[216],
ayrıca “Isaf”[217]
ve “Naile” adlı iki putu daha Ka’be’nin yanına koyup halkı bunlara
tapındırdı[218]
ve böylece Mekke’de putperestliğin temelini atmış oldu. Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyor:
“Amru bin Leheyy, İsmail’in dinini değiştirip putperestliğin temelini atan ilk kişidir, ben onu cehennem ateşinde gördüm”[219]
2-Hz. İsmail’in (a.s) nesli giderek çoğalıp da geçim derdiyle Mekke dışındaki bölgelere gitmek zorunda kalınca Mekke
ve Ka’be’ye besledikleri sevgiden dolayı Mekke’den bir taş parçası alıp yanlarında götürüyor, oturdukları
veya konakladıkları yerlerde bu taşı yere koyup(Ka’be’de tavaf ettikleri gibi)bu
taşın etrafında dönüp âdeta hasret ve saygıyla onu
tavaf ediyorlardı. Giderek bu uygulamanın asıl nedeni unutuldu ve bu taşların her biri puta dönüştü ve herkes beğendiği her taşa tapmaya başladı. Böylece Adnanoğulları boyu asıl dinlerini unutarak İbrahim’le (a.s) İsmail’in (a.s) dinini tahrif edip putperestliğe yöneldiler[220]
Yukarıda saydığımız bu iki faktör, putperestliğin bu bölgede başlama nedenleriydi sadece, ama bunun devamı birçok faktöre daha dayanıyordu aslında:
Cehalet, insanoğlunun
tanrısının bile elle tutulur, gözle görülür olmasını isteyen somuta düşkünlüğü[221],
kabileler arasındaki rekabet ve her kabilenin kendi putuna sahib olmak
istemesi, kabilenin cahil ve bilgisiz kalmasını ve böylece kolayca emir dinlemesini
isteyen kabile şeflerinin
mevki-makam düşkünlüğü ve nihayet geçmiştekilerin her yaptığının hiç sorgulanmadan körü körüne taklidi gibi
faktörler putperestliğin
yayılmasına yardımcı oldu ve giderek putperestliğin çeşitli türleri ve putlara dua ve adakta bulunmak,
onları arabulucu etmek, onlardan yardım istemek gibi merasimler iyice yaygınlık
kazanıp normalleşir oldu[222].
İş öyle bir hal aldı ki putların sayısı hızla
arttı, artık evlerde bile put vardı ve insanlar bir yolculuğa çıkmadan önce ona dokunarak teberrük ediyor,
kendilerine uğur
getirmesini diliyorlardı[223].
Mekke fethedildiği sırada
bu şehirdeki putların sayısı 360’a ulaşmıştı[224].
Putperestler “Allah”ı inkar etmiyor, Kur’an’da
da buyrulduğu gibi
O’nu yerin, göklerin ve bütün varlık aleminin yaratıcısı biliyorlardı[225],
ama kendilerinin sapmasına neden olan iki büyük hata işlemekteydiler:
1- Allah ve sıfatları hakkında batıl inançları
da vardı, O’nunla ilgili müphem ve müşrik bir zihniyete sahiplerdi. Mesela Allah’ın eşi ve çocukları olduğuna inanıyor, melekleri Allah’ın kızları kabul
ediyorlardı!İnsan ve
diğer canlılar gibi Allah’ı da maddi ve fiziki bir
varlık sanıyor, O’nun da üreyerek çoğaldığını düşünüyorlardı. Onların bu batıl inancı Kur’an’da
sert bir dille kınanmakta ve reddedilmektedir:
“Onlar, Rahman Yaratıcı’nın kulları olan
melekleri dişi
sandılar; melekler yaratılırken onlar da mı oradaydılar (da, onların
cinsiyetini bildiklerini iddia ediyorlar?!)Onların bu -batıl-şehadeti -dosyalarına yazılacak ve bundan hesaba
çekileceklerdir”[226]
“Ahirete inanmayanlar melekleri kız isimleriyle
isimlendiriyorlar”[227]
“Ve müşrikler “Rahman Allah kendisine evlat edindi” dediler;
hayır, O evlat edinmekten münezzehtir. Melekler değerli kullardır ancak.”[228]
“Cinleri Allah’a ortak koştular. Oysa onları da O yaratmıştır. Bir de, hiçbir bilgiye dayanmaksızın O’na
oğullar ve kızlar yakıştırıp uydurdular. O ise, nitelendiregeldikleri şeylerden yüce ve uzaktır. Gökleri ve yeri bir
örnek edinmeksizin yaratandır. O’nun nasıl çocuğu olabilir? O’nun bir eşi, zevcesi yoktur. O, her şeyi yaratmıştır; O, her şeyi bilendir”[229]
“Elbette bizim Rabbimizin şanı yücedir; O ne bir eş edinmiştir, ne de çocuk”[230]
Yüce Allah Kur’an’da birçok ayette müşrikleri kınamakta ve onların kötü bildikleri
kız çocuğunu
Allah’a, oğlan çocuğunu ise kendilerine layık gördüklerini
bildirmektedir:
“…kızlar Allah’ındır da, erkek çocuklar sizin
mi?...”[231]
“Şimdi sen onlara sor: Kızlar senin Rabbinin de,
erkek çocuklar onların mı? Yoksa, biz melekleri yaratırken onlar oradamıydılar
ki meleklerin dişi olduğunu söylüyorlar?![232]
“Lat’ı, Uzza’yı ve onların
üçüncüsü olan Menat’ı gördünüz mü? (herhangi bir güçleri var mı?) Erkek
evlat sizin, dişi de
O’nun mu? Eğer
böyleyse, bu çarpık bir paylaşma. Bunlar sizinle atalarınızın onlara
verdikleri isimlerdir sadece!...”[233]
“Yani O, yarattıklarından kızları kendine
edindi ve erkekleri size mi ayırıp bıraktı?”[234]
“Onlar Allah ile cinler arasında bir soy bağı -akrabalık- kurdular, oysa cinler
kendilerinin ilahi mahkemeye çıkarılacaklarını bilirler… Allah, onların
nitelendirmekte olduklarından yüce ve münezzehtir.”[235]
Bir tefsire göre onların cinle Allah arasında
kurdukları hayali akrabalık bağı
evlilikti ve melekler de bu evliliğin semeresiydiler.[236]
2- Putların küçük tanrılar olduğunu, Allah’la kulları arasında aracılık yaptığını söylüyorlardı, böylece onlara tapınmanın
Allah’ı memnun edeceği
zannındaydılar, oysa ibadet Allah’a mahsustu sadece.
Diğer taraftan her ne kadar putları kainatın
yaratıcısı olarak görmeseler de onları bir çeşit ilah ve yaratma gücüne sahip Rabler telakki
ediyor, kainatın idaresinde ve insanoğlunun kaderinde etkileri olduğuna inanıyor, bu nedenle de sıkıntılarının ve
sorunlarının giderilmesi için onlardan yardım taleb ediyorlardı!Oysa İslam inancında Yüce Allah kainatın yegane
yaratıcısı olduğu gibi
onun idare ve yönetimi de tamamen Allah’ın elindedir[237]
ki buna “fiillerinde tevhid” denmektedir; putlar ise iradesiz ve cansız
yaratıklardan başka bir şey değildir. Kur’an, onların bu konudaki batıl
zanlarını reddederek kınamakta ve şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek,
yararı da dokunmayacak şeylere
kulluk ederler ve “bunlar Allah katında şefaatçilerimizdir” derler. De ki “Siz Allah’a
yerlerde ve göklerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk katmakta olduklarınızdan uzak ve yücedir”[238]
“Bilin ki halis -katıksız- olan din yalnızca
Allah’ındır. O’ndan başka
veliler edinenler şöyle
derler: Biz, bunlara bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.”Hiç şüphesiz Allah, kendi aralarında hakkında
ihtilaf ettikleri şeylerden
hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı, kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez!”[239]
“Kendilerine güç -izzet- sağlasınlar diye, Allah’tan başka ilahlar edindiler”[240]
“Yardım görürler umuduyla onlar, Allah’tan başka ilahlar edindiler”[241]
Putperestler ibadet ve kainatın idaresinde
putları Allah’ın ortağı
saydıklarından Kur’an onları “müşrik”olarak tanımlamaktadır.
Kısacası İslam’ın zuhuru sırasında putperestler bir yığın teşrifatlar ve batıl törenler türeterek hanifiliği büsbütün tahrif edip bozmuşlardı, bu nedenle de dinî vaziyetlerine tam bir
kargaşa, düzensizlik ve anarşi hakimdi. Bir taraftan puta tapıyor ve
putperestliğin batıl
tören ve törelerine sıkı sıkıya bağlı kalıyor; bir taraftan da Hz. İbrahim’in -sa- dininden miras kalan hac, umre
ve kurban kesme gibi birkaç ibadeti bile noksan, tahrif edilmiş ve hurafelerle karıştırılmış olarak uyguluyor, hanifliği şirke bulaştırıyorlardı. Hatta Ka’be’ye gösterdikleri
saygıya rağmen onun
yanı sıra başka
mabetler de yaptırmışlardı ve
onları da tıpkı Ka’be gibi tavaf ediyor, onlara hediyeler sunuyor ve onların kenarında
kurban kesiyorlardı.[242]
Kâ’be yanında durup kıldıkları sözde namaz, ıslık çalmak ve alkıştan ibaretti![243]
Kureyş kabilesi hac sırasında ihrama girip telbiye
ederken Allah’ın adıyla birlikte putlarının adlarını da söylüyor, onlara da
“lebbeyk” diyorlardı![244]Tevhidin
en mükemmel tezahürü olan İbrahimî hac, böylelikle tamamen şirke bulaştırılmıştı. İki büyük kabile olan “Evs”le “Hazrec” hac
amellerini tamamladıktan sonra saçlarını Mina’da kesecekleri yerde kendi şehirlerine -Yesrib- dönerken, Yesrib’le Mekke
arasında bir yerde deniz sahilinde bulunan “Menat” putuna[245]
gidip onun ayakları önünde traş oluyorlardı![246]
Müşrikler bazen çırılçıplak olarak Ka’be’yi tavaf
ediyor, kadınlı erkekli onca kalabalık iğrenç bir müptezel sahne oluşturuyordu[247].
Kureyşliler, Ka’be’nin yanına yerleştirdikleri putlarını misk-i anberle
ıtırlandırıp güzel kokmalarını sağlıyor, onların önünde secdeye kapanıyor, sonra
da onların etrafında dönüp lebbeyk diyorlardı![248]
Görünüşte haram aylara büyük saygı duyuyorlardı, ama
yine de işlerine
geldiğinde rahatça savaş başlatıp kan dökebilmek için bu ayların sadece
adını ve yerlerini değiştiriyor, haram ayları istedikleri gibi erteliyorlardı[249].
İslam’ın zuhur edip yayılmasıyla birlikte Hicaz
halkının hayatının bütün boyutlarında köklü ve geniş yelpazeli değişimler gerçekleşmeye başladı; kelimenin tam anlamıyla bir inkılaptı bu.
Giderek bütün Arap Yarımadası’na yayılmakta da gecikmeyecekti…
Yüce İslam peygamberi (s.a.a) kararlı ve azimli bir
mücadeleyle, bu halkın bütün bedbahtlıklarının ana nedeni olan putperestliğin kökünü kazıdı ve onun yerine tek tanrıcılık
nizamını ikame etti. Kabileci ve kavmiyetçi düzene son verip yanlış örf ve töreleri ortadan kaldırdı. Kavmi
taassupları lağvederek
onun yerine hak ve adaletten yana olmayı öğretti. İntikam davalarını, talan ve yağmacılığı, kabileler arasında kardeş kanı dökmeyi barış ve sevgiye dönüştürerek bütün Müslümanları kardeş ilan etti. Kadını esaret ve zavallılıktan
kurtarıp ona büyük bir insanî ve sosyal konum kazandırdı; cahil bir topluluktan
bilinçli bir ümmet yetiştirdi.
Kabile düzeni yerine “ümmet” ve “imamet”
düzenini kurdu, dağınık
arap kabileleri sistemini tek ümmet sistemine dönüştürdü ve Arapları kabile yaşamının dar mahdudiyetinden cihanşumül bir devlete yöneltti. O güne kadar İran ve Roma imparatorlukları karşısında aşağılık duygusuyla yaşayan Araplara İslam ışığında bu iki imparatorluğun temellerini sarsacak bir güç ve azamet bağışladı. Bugün gayrimüslim ama insaf sahibi bilim
adamlarının bile bu apaçık gerçeği itiraf ettiği bilinmektedir. İslamdan yana tavır almaları normalde
beklenmeyen bu bilim adamlarından üçünün görüşlerini örnek olması açısından aktarıyoruz:
Fransız bilim adamı Dr. Gustav Lubon şöyle diyor:
İslam peygamberinin en büyük mucizesi, ölmeden
önce, darmadağınık
olan arap kervanını bir araya getirerek bu perişan ve başıbozuk kervandan tek bir ümmet kurabilmesi olmuştur. Öyle ki, herkesin tek din karşısında saygıyla eğilmesini, tek lidere itaat edip emir almasını
sağladı… Hz. Muhammed (s.a.a) bu zahmetlerinin karşılığında çok büyük kazançlar elde etti, ondan önce,
aralarında hırıstiyanlık ve Yahudilik te bulunmak üzere hiçbir dine nasib
olmayan başarılardır
bunlar!Bu nedenle o değerli
insanın Araplar üzerinde pek büyük bir hakkı vardır… İnsanların değeri, yaptıkları iyi ve güzel işlerle ölçülecekse hiç şüphesiz, Hz. Muhammed (s.a.a)‘i, tarihin en
büyük insanı ilan etmek gerekir… Onun getirdiği ve insanları davet ettiği bu yüce din bizce, bu dine uyanlar için
Allah’ın en büyük nimetlerinden biridir[250]
İngiliz bilim adamı Thomas Karlayl’ı dinleyelim:
Yüce Allah, İslam sayesinde Arapları karanlıklardan aydınlığa çıkardı ve onun ışığında o ölü topraklardaki cansız milleti
diriltip canlandırdı. Halbuki Araplar ezelden beri adı sanı olmayan, çöllerde
göçebe yaşayan bir
avuç yoksul garibandan ibaret bir toplumdu; onlardan ne bir ses yükseliyor, ne
de bir tek hareket görülüyordu… Yüce Allah onları hidayet etmesi için bir
peygamberini vahiy nuruyla göndererek adsız sansızı meşhura, başıboşluk ve şaşkınlığı uyanışa, alçaklığı şerefe, acziyet ve zayıflığı kudrete ve kıvılcımı yalım yalım aleve dönüştürmüş oldu. Onun nuru dört bir yana vurdu, aydınlığı her tarafı sardı ve onun hidayet ışığı doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün dünyayı
birbirine bağladı.
Nitekim İslam’ın
zuhurundan henüz bir asır bile geçmeden genç İslam devletinin bir ayağı Hindistan’a, diğer ayağı Endülüs’e ulaşmıştı![251]
Şimdi de Will Dorant’ın tespitlerini okuyalım:
“…O sıralarda göçebe hayatı yaşayan bu zavallı halkın bir asır sonra Roma
imparatorluğunun
Asya’daki topraklarının yarısını, İran’
Cahiliyet dönemi Arap Yarımadası sakinlerinin
çoğunun çöllerde göçebe hayatı yaşadığını daha önce belirtmiştik. Hicaz’da şehir hayatı pek ilgi görmüyordu. O bölgede
kendilerine şehir adı
verilen nisbi bayındır yerler aslında nüfusu çok az olan küçük kasabalardı.
Bazı çağdaş tarihçiler bu bölgedeki şehir halkının toplam nüfusun 1/6,[253]bazısı
da nüfusun %17’sini teşkil ettiğini[254]
yazar. Bu muhasebenin hangi ölçü ve kaynağa dayandığı belli olmasa da o günlerde şehirli nüfusun, tüm nüfusa oranla çok az bir
yüzde teşkil ettiğinde şüphe yoktur. Bu şehirler arasında en önemli olanı da Hicaz’ın
güneyinde yer alan ve Kızıldeniz’den yaklaşık
Mekke şehri tamamen kurak, suyu çok az ve tepeler
arasında taşlık bir
alanda bulunduğundan
çiftçilik, zıraat veya başka bir üretime elvermiyordu, bu nedenle de
Mekke halkının yegane geçim yolu ticaretti. Ne var ki bu da sadece Mekke ve
yakın çevresiyle sınırlı bir ticaretten öteye geçmiyordu[255].
Arap olmayan tacirler mallarını getirip Mekke’de satıyor, Mekkeli tüccarlar
bunları alarak yine şehir ve
çevre halkına pazarlıyordu[256].Kimi
zaman da Arap Yarımadası’nın çeşitli yerlerinde tertiplenen mevsimlik Pazar ve
panayırlara katılıyorlardı. Derken Hz. Resulullah’ın (s.a.a) ikinci göbekten
ceddi olan Haşim, Roma
imparatorunun Şam’daki
valisiyle bir antlaşma
imzalayarak Mekkeli tüccarların serbestçe bu ülkeye gidip gelmelerini sağladı[257].
Bununla da yetinmeyerek Şam güzergahındaki kabilelerle Mekke ticaret
kervanlarına saldırmamaları yolunda antlaşmalar imzaladı[258]
ve karşılığında da onların ticari mallarını Mekke
kervanlarının ücretsiz olarak güzergah boyunca taşıyacağı taahhüdünde bulundu[259].
Haşim’in kardeşleri Abduşşems, Nevfal ve Muttalib de Habeşistan, İran[260]
ve Yemen[261]
krallarıyla benzeri antlaşmalarda bulundular.
Yolların güvenliği sağlandıktan sonra Haşim, Yemen’le Şam arasında ticaret hattı oluşturdu[262];
bu hat güzergahının tam ortasında bulunan Mekke şehri, önemli bir bağlantı halkasına dönüşmüş oluyordu[263].
Böylece Kureyşliler dış ticarete adım atmış oldular[264].
Bu tarihten itibaren Mekke tüccarları Ukkaz, Zulmecaz ve Mecenne
gibi mevsimlik fuar ve panayırların yanı sıra kışın Yemen’le Habeşistan’a, yazın da Şam’
Bu ticaret yolarının açılması Mekke’yi çok
kârlı bir ticaret merkezine dönüştürdü ve ahalinin durumunda büyük tahavvüller
yarattı. Yüce Allah Kur’an’da; bu ticaret yolculuklarının Kureyşlilerin maddî durum ve refahında çok olumlu
etkileri olduğunu
hatırlatmaktadır:
“Kureyşliler hiç değilse -yaptıkları antlaşmalarla- kendilerini bir araya getirip anlaştırdığı, aralarında dostluk oluşturup onları birbirine yakınlaştırdığı, yaz ve kış yolculuğunda onları güvenliğe kavuşturup birbirleri ve başkalarıyla yakınlık ve ülfetlerini sağladığı için şu evin -Ka’be’nin- Rabbine şükredip kullukta bulunsunlar ki O, kendilerini
açlıktan kurtarıp doyuran ve onları korkudan güvenliğe kavuşturandır”[267]
Mekke’nin genişlemesi ve ekonomik kalkınması yolunda önemli
rol oynayan ikinci etken Ka’be’nin varlığıdır. Çünkü bölgedeki Araplar hac merasimi için
yılda iki kere bu şehre
akın ediyordu Ka’be’yle ilgili çeşitli işleri üstlenmiş olan Kureyşliler bu hacıların suyunu ve yiyeceğini önceden temin edip stoklama gibi hac
hizmetleriyle uğraşıyor, hacıların alışveriş ihtiyaçlarını karşılıyor, hac merasimi boyunca ticaret de yapmış oluyorlardı[268].
Böylece hem ziyaret hem ticaret gerçekleşiyor, bu da şehrin genişleyip kalkınmasını, ekonomik durumun
düzelmesini sağlıyordu.
Harem topraklarının kutsallık ve hürmeti de bu
beldede huzur ve güvenliğin sağlanmasını sağlıyordu, ki bu da Mekke’nin ticaretinin gelişmesinde önemli bir rol oynamaktaydı. Nitekim
Allah Teala şöyle
buyuruyor:
“… Biz onları kendi katımızdan bir rızık olarak
her şeyin ürününün aktarılıp toplandığı güvenli bir haremde yerleşik kılmadık mı? Fakat onların çoğu bilmiyorlar.”[269]
Hz. İbrahim de (s.a.a) eşiyle çocuğunu bugün Ka’be’nin bulunduğu o çorak bölgeye bıraktıktan sonra şöyle buyurmaktadır:
“Rabbimiz, gerçekten ben, çocuklarımdan bir
kısmını Beyt-i Haram yanında çorak bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, dosdoğru namaz kılsınlar diye öyle yaptım, böylelikle
sen, insanların bir kısmının kalplerini onlara yaklaştır ve onları birtakım ürünlerden rızıklandır.
Umulur ki şükrederler”[270]
“Rabbim!Bu şehri bir güvenlik yeri kıl ve halkından Allah’a
ve ahiret gününe inananları ürünlerle rızıklandır…”[271]
Mekke şehrinin merkezileşip gelişmesinde rol oynayan 2 faktör, yani ticaret ve
Ka’be; Kureyşin
Mekke’de güç ve iktidarının artmasını da sağlamıştı, çünkü şimdi hem ekonominin nabzı, hem Ka’be’nin dinî işleri onların elindeydi artık.
1-Kureyşliler giderek tutarı astronomik rakamlara ulaşan servetler yığdılar, Mekke’de artık öyle zenginler vardı ki
servetlerinin gerçek miktarına inanmak bile zordu, mesela bunlardan birinin
sadece bir ticari kafiledeki hissesinin miktarı 30 bin dinara ulaşıyordu[272].
Kureyşin zenginleri pek latif bir havası ve suyu olan
ve bu güzel iklimi nedeniyle “Şam’ın bir parçası”[273]denilen
yaylak Taif bölgesinde yaylalar, bağlar almışlardı[274].
Abbas bin Abdulmuttalib’in Taif’te büyük bir üzüm bağı vardı, bu bağın üzümü Mekke’nin şarabını temin ediyordu.[275]
Abbas, Mekke’nin en büyük tefecilerinden biriydi[276]
Abdulmuttalib öldüğünde naşını bin miskal altın değerinde iki Yemen kumaşıyla sardılar[277]
ki sadece bu bile onun mirasçılarının ne kadar zengin olduğunu anlatmaya yeter. Kızı Hind’in bir günde tam
40 köleyi azad ettiği
söylenir[278].
Velid b. Muğiyre, Mahzumoğulları kabilesinin büyüğüydü;servetiyle evlatlarının çokluğu dillere destan olmuştu[279].
Mağrurluğu ve gözünün yükseklerde olması nedeniyle daha
sonraları Kur’an’ın eleştirisine
muhatap olacaktı[280].
Bütün halka sıkça çektiği
ziyafetlerle dillere destan olan Temimoğullarından Abdullah b. Cud’an’ın serveti astronomik
rakamlara ulaşıyordu[281].
Şairler bir hediye koparabilmek için onu
metheden şiirler
düzerdi[282],
bu şairlerden biri onu Kayser’e benzetmişti[283].
Bir kabile savaşında bin
savaşçıya bin deve vermiş[284] ve 100
savaşçıyı silahlandırmıştı[285].
Köle ticaretiyle uğraşıyordu[286],
altın kapta su içerdi[287]
. Hz. Resulullah (s.a.a) Mekke fethinden sonra Huneyn Savaşı’na giderken Mekke müşriklerinden Safvan Ümeyye’den 100 zırhla
silah ve gerekli birçok teçhizat kiralamıştı[288].
2- Diğer taraftan, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) 4. ceddi
olan Kusayy döneminden itibaren Ka’be’nin anahtarlarını Huzâeoğullarının elinden almış olan Kureyşliler[289]
hacılara su temin etme (sakkalık), onları ağırlama ve yiyeceklerini temin etme(rifade)
Ka’be’nin kapı bekçiliği ve
perdedarlığı
(sedâne) ve Ka’be’nin hizmetleri ve muhafızlığı (imare)gibi hacla ilgili önemli işleri Kureyşin çeşitli boyları arasında bölüştürerek kendisine dinî bir itibar ve destek de
sağlamıştı.
Bütün bunların yanı sıra sancaktarlık, diyet
ödeme, zarar-ziyan ödeme, ihtilafları giderme ve sefaret gibi şehrin sosyal işlerini de yine kendi aralarında paylaşmış, böylece şehrin idaresini de tamamen kendi ellerine
geçirmişlerdi[290].
Bir zamanlar küçük, fakir, namsız ve Güney
Hicaz’ın itibarsız kabilelerinden biri olan Kureyş, elde ettiği ekonomik güç ve dinî itibar sayesinde giderek
bölgenin en güçlü, nüfuzlu ve saygın kabilesi haline gelmiş; şeref, onur ve itibar bakımından kendisini diğer kabilelerden daha üstün olarak tanıtmaya başlamıştı. Çağdaş tarihçilerden birinin tabiriyle o günün Kureyşi Hicaz’daki diğer kabilelere oranla bir hayli önemli ayrıcalık
ve imtiyazlar taşımadaydı;
tıpkı Levililer’in Yahudiler ve rahiplerin hırıstiyanlar arasındaki
ayrıcalıklı konumuna sahiplerdi[291].
Özellikle ünlü Fil Ordusu olayı ve Ebrehe’nin uğradığı ağır hezimetten sonra, Ka’be’nin anahtarlarını taşıyan Kureyş kabilesinin itibarı bölge halkının nezdinde
hayli arttı[292].
Kureyşliler bu olayı ustaca kendi lehlerine kullanmış ve bundan sonra kendilerini “Âl’ullah”,
“Ceyranullah” ve “Sukkan-ı Haremullah”gibi lâkaplarla[293]
takdim etmeye başlamışlardı. Böylece dinî konumlarını daha da
güçlendirmiş, bu
güçlülük duygusuyla fesad ve tekelciliğe eğilimleri artmıştı[294].
Bu gurur ve kibir sonucu kendilerinden bir takım yeni kural ve töreler uydurarak
bunları diğer
kabilelere zorla kabul ettirme yoluna gittiler.
Mesela kendileri diğer kabilelerden kayıtsız şartsız kız alıyor, ama başka kabilelere kız verirken Kureyşin özel dinî bid’atlerine, bilhassa hac ve
tavaf kurallarına uyma şartını
koşuyorlardı![295]
Mekke’ye giren yabancılardan vergi alıyor[296]
adına da “Kureyş hakkı”
diyorlardı![297]Ayrıca
hac merasiminin idaresini de kendi tekellerine almışlardı, hacıları kendi koydukları bazı kurallara
uymaya zorluyorlardı. Mesela hacıların Mina ve şeytan taşlama yerlerinden hareket etmeleri için önce
Kureyşlilerden izin almaları gerekiyordu[298].
Bunlarla da bitmiyordu; Mekkeli olmayan
hacılar, tavaf elbiselerini Mekke’den almak zorundaydılar; aksi takdirde ya
çıplak olarak tavaf etmeleri, ya da tavaftan sonra bu elbiseleri atmaları
gerekirdi[299]
-böylece neticede yine Kureyeş’ten elbise satın almak zorunda kalıyorlardı-
Yine Mekkeli olmayan hacılar, yanlarında getirdikleri azıkları kullanamazlardı,
yiyeceklerini Mekke’den temin etmeleri -böylece Kureyş’in cebine para akıtmaları-gerekirdi![300]
Hz. Resulullah (s.a.a) hicretin 9. yılında, müşriklerden beraat ilanını duyurması için Hz.
Ali’yi (a.s) Mekke’ye gönderdiğinde Hz. Ali’nin (a.s) genel hac merasiminde
bütün halka duyurduğu
bildirinin maddelerinden biri de çıplak halde tavafın yasaklanmasıydı![301]
Kureyşin Mekke’de ne kadar güçlü ve nüfuzlu olduğu üzerinde bunca durmamızın nedeni; Hz. Resul-ü
Ekrem’in (s.a.a) nasıl bir gücün karşısına dikildiğinin ve ne kadar büyük bir düşmanla karşı karşıya geldiğinin anlaşılmasını sağlamaktır. Özellikle Mekke’de tebliğde bulunmak zorunda kaldığı ilk yıllarda hiçbir gücü bulunmaması ve
kendisine inananların sayıca çok az olmasına rağmen Kureyşin tam kalbinde Kureyşe savaş açmış ve onlarla amansız bir mücadeleye girişebilmiş olması fevkalâde zor ve takdire şayandır.
-*-
1.
fasıl: Hz. Muhammed’in (s.a.a) ataları
2.
fasıl: Çocukluğu
3.
fasıl: Gençlik dönemi
-*-
HZ.
MUHAMMED’İN (S.A.A) ATALARI
Hz. Muhammed’in (s.a.a) soyu, 20. atasına kadar
sırasıyla şunlardır:
Abdulmuttalib, Haşim, Abdumenaf, Kusayy, Kilab, Mürre, Ka’b,
Luvayy, Galib, Fiherr, Malik, Nezr, Kinane, Huzeyme, Müdrike, İlyas, Muzer, Nizar, Meedd ve Adnan[302]
…Adnan’dan Hz. İsmail’e (a.s)
kadar uzanan atalarının adları ve sayıları hakkında ise ihtilaf vardır.[303] Nitekim bizzat Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
kendisi de atalarını tam olarak Adnan’a kadar saymış, ondan öncesinde durmayı yeğlemiş[304], başkalarına da bunu tavsiye etmiştir.[305].Adnan’
Bütün Arapların “Adnanoğulları” ve “Kahtanoğulları” kabilelerinden geldiği esasınca[307]
Kureyşliler, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) 20.atası
Adnan’ın soyundan oldukları için Adnanoğulları’ndan sayılmaktadır. Adnan Arapları
arasında soyu Nezr bin Kinane’ye varan bütün boylarla ailelere “Kureyşî” denilirdi, çünkü Nezr’in adı veya lakabının
“Kureyş” olduğu kaydedilmiştir[308]
Kureyş kabilesi[309] çeşitli boylara, oymaklara ayrılır; Mahzumoğulları, Zühreoğulları, Ümeyyeoğulları, Sehmoğulları, Esedoğulları ve Haşimoğulları bunların başlıcasıdır ki Hz. Muhammed (s.a.a) Haşimoğullarındandı[310].
İslam’ın zuhur çağına yakın olduğundan, Hz. Resulullah’ın(s.a.a) dedeleri
arasında en fazla tarihi bilginin bulunduğu isim, o hazretin 1. dedesi -ceddi- olan
Abdulmuttalib’dir.
Abdulmuttalib fevkalâde olumlu bir kişiliğe sahipti; herkesçe sayılıp seviliyordu, Kureyşin rakipsiz büyüğüydü, çok cömert, akıllı, basiretli ve
zayıfların sığınağıydı[311].
Bütün ilahi şahsiyetler
gibi o da çağının
ötesinde bir kişiliğe sahipti, toplumunu aşan bir karakteri vardı. Yaşlı olmasına rağmen Mekke toplumundaki çirkin ve kötü davranışların hiçbirine bulaşmadan yaşamayı başarmıştı. O günlerde Mekke toplumunda ahiret inancı
neredeyse yok denecek kadar az olmasına rağmen Abdulmuttalib sadece miada-öldükten sonra
herkesin diriltileceğine-
inanmakla kalmıyor, kıyamette herkesin hesaba çekileceğini de hatırlatarak “Bu dünyadan sonra herkesin
hesap vereceği bir
dünya vardır, iyiler ödüllendirilecek, kötüler cezalandırılacaktır” diyordu![312]
O günün Arapları arasında acımasız bir kabile
taassubu egemen olduğu ve
daha önce de belirttiğimiz
gibi herhangi bir ihtilaf ve anlaşmazlık durumunda kimin haklı, kimin haksız olduğuna bakılmaksızın herkes ancak kendi kabile,
akraba ve dostundan yana tavır aldığı halde Abdulmuttalib böyle değildi! Mesela Harb bin Ümeyye akrabası ve
dostu olduğu halde,
onun tahrikiyle öldürülen bir yahudinin diyetini -kan parasını- ödemesi için
Harb’i sıkıştırıp
zorlamış ve akrabasından değil, haktan yana tavır almıştı![313]
Evlatlarına zulüm, kötülük ve aşağılık işlerden daima uzak durmalarını öğütler, insanî haslet ve iyi davranışları teşvikte bulunurdu[314].
Abdulmuttalib’in koyduğu kuralların çoğunu İslam onaylamıştır: Şarap yasağı, zina yasağı, zina edene had uygulanması, hırsızın elinin
kesilmesi, kötü kadınların Mekke’den sürülmesi, kız çocuklarının diri diri
gömülmesi, mahremlerle evlenme yasağı, çıplak tavaf yasağı, adağı yerine getirme farzı, haram ayların kutsallığının korunması ve mübahele bunlardan birkaçıdır[315].
Abdulmuttalib’in Allah’ın hücceti ve Ebu Talib’in de onun “vasi”si olduğu rivayet edilmiştir[316].
Hz. Muhammed’in (s.a.a) soyu bir “tevhid”
soyuydu. İmamiye
ulemasının çoğunun
itikadına göre Abdullah’tan Hz. Adem’e (a.s) kadar Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
bütün ecdadı tek tanrı inancı taşımıştır ve aralarında bir tek müşrik yoktur. Bu görüş birçok ayetle hadise dayandırılmaktadır.
Bizzat Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: “Rabbim beni sizin
dünyanıza getirinceye kadar daima temiz erkeklerin sulbünden temiz kadınların
rahmine taşımış ve beni hiçbir zaman şirkin çirkinliklerine bulaştırmamıştır.”[317]
İslam şeriatinde şirkten daha kötü bir çirkinlik olmadığı bilinmektedir; Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
ceddi arasında bir müşrik
bulunsaydı o hazret bütün ceddinin “temiz”olduğunu elbet buyurmazdı.
İmamiye uleması Ebu Talib’in ve Âmene binti
Veheb’in tek tanrıya inandığı görüşündedir[318].
Nitekim İmam Ali
de (a.s) şöyle
buyurmaktadır:
“Allah’a andolsun ki babamla dedem
Abdulmuttalib, Haşim ve
Abdumenaf’tan hiçbiri puta tapmış değildir; onlar Hz. İbrahim’in (a.s) dinindendiler ve Ka’be’ye doğru namaz kılarlardı”[319]
HZ.
MUHAMMED’İN (S.A.A) ÇOCUKLUĞU
Cahiliyet dönemi Araplarının belli ve düzenli
bir tarihleri yoktu. Büyük ve ünlü birinin ölümü veya iki kabile arasındaki
kanlı bir savaş gibi
yerel önemli olaylar tarihin başlangıcı olarak kabul ediliyor ve bu, bir süre
böyle gidiyordu[320].
Hatta bütün kabileler aynı tarihi kullanmıyordu, her kabile kendi açısından
önemli bulduğu bir
olayı, tarihin başlangıcı
olarak almadaydı[321].
Habeşistan kralı Ebrehe komutasındaki Fil
ordusu Ka’be’yi yıkmak için Mekke’ye saldırdığında[322]
gaybî bir müdahele ve Allah’ın aşikar ettiği bir mucizeyle inanılmaz bir bozguna uğrayınca bu büyük olay, kendisinden önceki
olaylardan çok daha önemli olduğundan uzun bir süre “Fil Senesi”adıyla başlangıç tarihi olmuştur(*). Hz. Muhammed (s.a.a) işte bu yılda dünyaya geldi[323].
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) miladi tarihle 622’de
hicret ve 632’de vefat ettiği ve bu sırada 62 veya 63 yaşında olduğu gibi karineler göz önünde bulundurulacak
olursa Fil hadisesinin 569-570’li yıllarda vuku bulmuş olması gerekir[324].
Babası Abdullah -ra- Şam’a yaptığı ticaret yolculuğundan dönerken hastalanıp Medine’de vefat ettiğinde Hz. Muhammed (s.a.a) henüz iki aylık bir
bebekti[325];
henüz minik yaşta yetim
kalmış, sevgili babası Medine’de toprağa verilmişti[326].
Kur’an-ı Kerim onun yetim kalmasını şöyle hatırlatır:
“…Sen bir yetim iken Rabbin seni bulup
barındırmadı mı?Ve seni yol bilmez iken doğru yola yöneltip iletmedi mi?Bir yoksul iken
seni bulup da zengin etmedi mi?”[327]
Amene Hatun minik yavrusuna ilk günlerde bizzat süt vermiş[328], kısa
bir süre de onu, Ebu Leheb’in azadlı cariyesi Süveybe emzirmişti[329].
Bu kısa dönemden sonra o günkü arap gelenekleri gereğince[330]
Hz. Muhammed’i (s.a.a) büyütmesi için bir dadıya verdiler, bu dadı çölde göçebe
hayatı yaşayan Sa’d
b. Bekiroğulları
kabilesinden Halime Sa’diye’ydi[331].
Halime bu kutlu bebeğe 2 yıl süt verdi[332]
ve 5 yaşına kadar bakıp büyüttükten sonra onu ailesine
teslim etti[333].
Arapların, bebeği çölde yaşayan bir dadıya vermelerinin nedeni şehirden uzakta çölün temiz havasında büyümesi
ve Mekke’de sıkça görülen veba hastalığından korunmasını sağlamaktı[334].
Bazı tarihçiler bunun bir başka nedeninin de çocuğun fasih ve düzgün arapça öğrenmesi olduğunu yazarlar[335].
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) şu hadisi de bunu onaylar:
“Benim arapçam hepinizden düzgündür; çünkü hem
Kureyşliyim hem Sa’d bin Bekiroğulları kabilesinde yetiştirildim”[336]
Bazı tarihi kaynaklarda, Halime’nin süt annesi
olarak seçilme nedeni şöyle
açıklanır: Minik Muhammed (s.a.a) yetim olduğu için hiçbir dadı onu kabullenmedi. Çünkü
kadınlar, dadılık karşılığında bebeğin ailesinden maddi bir yardım görmeyi
bekliyorlardı; Halime alacak bebek bulamayınca mecburen yetim Muhammed’i (s.a.a)
almak zorunda kaldı[337].
Ama Hz. Muhammed’in (s.a.a) yetim olduğu için dadılar tarafından tercih edilmediği görüşü pek makul değildir. Zira:
1- Daha önce de belirttiğimiz gibi Abdullah, minik Muhammed’in (s.a.a)
doğumundan birkaç ay sonra vefat etmiştir. Yani bebek dadıya verilirken henüz yetim
kalmamıştı.
2- Abdulmuttalib’in Mekke’deki fevkalade ileri
ve saygın konumu ve çok zengin olmasına binaen dadıların başkalarını tercihi şöyle dursun, onun gibi birinin torununu
büyütmek için yarışa girmiş olması gerekir.
3- Konuyla ilgili bilgilerin yeraldığı çoğu tarihi kaynaklarda dadıların böyle bir
çekimserliğinin
sözü dahi geçmemektedir[338].
Âmene Hatun artık serpilip büyümüş olan çocuğunu Halime’den teslim aldıktan sonra hem eşinin mezarını ziyaret etmek, hem de Muhammed’i (s.a.a)
dayılarına götürmek için, Abdullah’ın cariyesi Ümmü Eymen’i de yanına
alarak bir kervanla Yesrib’e gitti[339].
Yesrib’de 1 ay kaldıktan sonra Mekke’ye dönüşünde “Ebvâ” denilen konaklama yerinde
vefat etti ve naşı orada
toprağa verildi, bu sırada Hz. Muhammed (s.a.a) 6 yaşındaydı[340] Ümmü Eymen Hz. Muhammed’i (s.a.a) kervanla
Mekke’ye ulaştırıp sevgili
dedesi Abdulmuttalib’e teslim etti[341].
Abdulmuttalib torununun bakımını bizzat üstlenerek onu itinayla büyüttü,
hayatta olduğu sürece
ona fevkalâde ilgi ve şefkat
gösterdi, daima “Bu torunum bir gün pek büyük bir makama erecek!” diyordu[342].
Hz. Muhammed (s.a.a) 8 yaşındayken sevgili dedesini de kaybetti.
Abdulmuttalib vefatından önce onu, Abdullah’la anneleri bir olan öz amcası Ebu
Talib’e[343] emanet etmişti. Ebu Talib kalabalık nüfuslu bir ailenin
geçimini sağladığı ve maddi durumu pek iyi olmadığı halde[344] çok cömert ve çalışkandı, halk tarafından pek sevilip sayılıyor[345]
Kureyş arasında sözü geçiyordu[346].
Dahası, Muhammed’e (s.a.a) çok sevgi beslemekteydi, onu kendi çocuklarından
bile fazla seviyordu[347].
Ebu Talib’in eşi Fatıma binti Esed Hatun da Hz.
Muhammed’i (s.a.a) öz evladı gibi bağrına basmış, ona kendi evlatlarından daha fazla yakınlık
göstermiş, onu
gerçek bir anne şefkatiyle
büyütmüştü. Hz. Resulullah’ın (s.a.a) eğitim ve yetiştirilmesinde bu büyük kadının çok önemli rolü
vardır. Hz. Muhammed (s.a.a) onun çektiği zahmet ve verdiği emekleri daima minnetle anmakta ve ondan her
zaman “annem” diye sözetmekteydi[348].
Ebu Talib, Kureyş kervanıyla birlikte ticaret için gittiği bir Şam yolculuğuna, Hz. Muhammed’in (s.a.a) ısrarı üzerine onu
da götürmüştü.
Tarihçiler bu sırada hazretin yaşı konusunda 8,9,12,13 yaşları diyerek 4 rivayet aktarmışlardır. Kervan Büsra’ya varınca bir
manastırın yanında konakladılar[349].
Bu manastırda hırıstiyan aleminin büyük dinadamı rahip “Büheyra”yaşıyordu. Kervandakiler arasında Ebu Talib’in yeğeni bu ünlü rahibin dikkatini çekmişti. Çünkü geleceği vaat edilen son peygamberin birçok özellik ve
işaretlerini onda görebiliyordu!Bir süre Hz.
Muhammed’le (s.a.a) sohbet edip onu sınadıktan sonra müjdelenen peygamberin o
olduğundan emin oldu; meseleyi Ebu Talib’e açarak bu
çocuğa çok iyi bakmasını, özellikle onu Yahudilerin
komplolarından korumasını tembihledi[350].
Bu konuyla ilgili birkaç noktayı hatırlatmakta
yarar var:
1- Bu olay bazı tarih ve hadis kaynaklarında
çok özetle, bazılarında da dallandırılıp budaklandırılarak anlatılır; ancak
meselenin esası üzerinde şüphe bulunmamaktadır. Zira Yüce Allah Kur’an-ı
Kerim’de birçok ayette önceki peygamberlerin Hz. Muhammed’in (s.a.a) geleceğini müjdelediği ve kitap ehli alimlerinin de bundan haberi
olduğu, ilgili işaretler ve özellikleri bildikleri gerçeğini hatırlatmaktadır[351].
Aynı şekilde, kitap ehlinin Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
geleceğiyle ilgili birçok kehanetleri de tarih ve
hadis kitaplarında yer almaktadır[352].
2- Ehl-i Kitab’ın Hz. Muhammed hakkında bildiği nişanelerin bir kısmı onun özel yaşamı ve fizikî özellikleri (çocuklukta yetim
kalması, çehresi, adı…vb) ile, bir kısmı da onun kabile ve ailesiyle ilgili
(arap olması, ünlü ve kişilikli bir kadınla evleneceği) alâmetlerdi. O hazretin fizikî işaretlerinin en önemli ve en bârizi, iki omuzu
arasında yer alan “nübuvvet mührü” veya “peygamberlik beni”ydi[353].
3- Büheyra’nın bu kehaneti sadece kervandakiler
için yeni bir haberdi, zira sadece Ebu Talib değil, Hz.Muhammed’in (s.a.a) diğer yakın akrabaları da onun parlak geleceğinden haberdardı[354].
Bazı oryantalistler Hz. Muhammed’le (s.a.a)
Büheyra’nın görüşmesinde
tarihi saptırma yoluna giderek bu görüşmede Hz. Muhammed’in (s.a.a) ondan İncil ve Tevrat’ı öğrendiği iddiasında bulunmuşlardır[355].
Will Dorant yumuşak bir dille bu asılsız iddiaya şöyle değinir:
“…Amcası Ebu Talib 12 yaşındayken onu Şam’ın şehirlerinden biri olan Büsra’ya götürdü. Bu
yolculukta hırıstiyanlık ve Yahudilik inançlarından bazısıyla tanışmış olması muhtemeldir[356].
Bu boş iddia ve tarihi tahrife verilecek cevap şudur:
1- Bütün tarihçiler Hz. Muhammed’in (s.a.a)
ümmi olduğu ve
okuma yazma bilmediğinde
müttefiktirler.
2- Daha önce de belirtildiği gibi bu sırada çocuktu ve 13 yaşını geçmiyordu.
3- Bu görüşmeyle bi’set arasında çok uzun bir zaman dilimi
vardır.
4- Büheyra’yla görüşmesi çok kısa olmuş ve Büheyra sadece birkaç soru sormuş, o da cevap vermiştir.
Bütün bunlar dikkate alındığında okuma yazması bile olmayan bir çocuğun kısa bir görüşme sırasında İncil’le Tevrat’ı; 40 yıl sonra mükemmel bir şeriat ortaya çıkaracak kadar etraflıca öğrendiğine inanılabilir mi gerçekten?!
5- Eğer Hz. Muhammed (s.a.a) Büheyra’dan bir şeyler öğrenmiş olsaydı inatçı ve bahaneci Kureyşlilerin bunu onun aleyhine bir propaganda aracı
olarak kullanması gerekirdi; oysa İslam tarihinde böyle bir şeye rastlanmamaktadır. Kur’an-ı Kerim’de de
Kureyş’in iftira ve karalamalarına cevap verilirken
böyle bir konuya işaret
yoktur.
6- Böyle bir şey vuku bulmuş olsaydı, kervandakilerin Mekke’ye
gittiklerinde bunu anlatmış olması beklenmez mi?
7- Eğer bu gerçek ise Şam hırıstiyanları neden “Muhammed’in (s.a.a) öğretmeni aslında biziz” şeklinde bir iddiada bulunmamışlardır?
8- Bu iddia doğru ise, İslam inançlarının İncil ve Tevrat’taki inançlarla aynı olması
gerekirdi. Oysa böyle olmadığı gibi, Kur’an hırıstiyanlarla Yahudilerin
birçok inançlarını ve aynı şekilde İncil’le Tevrat’taki birçok inanç ve öğretiyi açıklamakta ve bunları batıl ilan
etmektedir[357].
Bir gün Hattaboğlu Ömer, Yahudilerden duyduğu Hz. Musa’nın (a.s) hadislerini yazmak için
izin istediğinde Hz.
Resulullah (s.a.a) ona şöyle
buyurmaktadır: “Neden? Yahudilerle hırıstiyanlar gibi siz de dininizden emin değil misiniz yoksa?! Ben bu temiz ve nurlu dini
sizler için getirmiş
bulunuyorum, biliniz ki eğer Musa hayatta olsaydı onun da bana
uymaktan başka
seçeceği bir yol yoktu!”[358].
Hz. Resulullah (s.a.a) çok sayıda yahudinin yaşamakta olduğu Medine’de Yahudilerin birçok inanç ve
programına karşı
çıkıyor, onları reddediyordu[359],
o kadar ki, Yahudiler “bu adam bizim yaptığımız her şeye karşı çıkmak istiyor” diyecek noktaya gelmişlerdir[360].
Bu olayı İslam aleyhine bir propaganda aracı olarak
kullanıp zihinleri bulandırmak isteyen hırıstiyanlardan biri olan Konstant
Virjil Geogıo bunu o kadar saptırıp tahrif ederek anlatır ki hiçbir kıstasa
sığdırmak ve hiçbir mantıkla bağdaştırmak mümkün olmadığı gibi, bizzat hırıstiyanların mezkur
iddiasıyla da bağdaşmamaktadır. Bu komplocu hırıstiyan, Büheyra
adını bile “Behire” şeklinde tahrif ederek şöyle diyor:
“Arap ravi İbni Hişam şöyle yazar: Behire, halkın zannettiği gibi, bir hırıstiyan değil, Maneviydi aslında (Manişeizmi kastediyor-çev-); Sasaniler döneminde
peygamberlik iddiasında bulunan Mani’ye inanıyordu. Sasani kral 1. Behram
mil.262’de Huzistan’daki Gendi Şafir’un kapıları önünde bu adamı çarmıha germiştir.
Mani peygamber olduğunu iddia ediyordu, (Behire gibi onu izleyenler
de tanrının sadece bir millete ait olmadığına, bütün milletlerin olduğuna, çünkü herkesin O’ndan olduğuna inanıyor ve tanrının dilediği zaman dilediği milletin arasından, onların dilini konuşan bir peygamber gönderdiğini söylüyorlardı”[361]
Yukarıdaki hırıstiyanın “İbni Hişam”dan maksadı, hk.213’de ölen İslam tarihinin önemli kaynaklarından ünlü “Nebevi
Siyeri”nin yazarı “Abdulmelik b. Hişam”olsa gerek; ancak sadece İbni Hişam’ın Siyer’inde değil, diğer eski İslam tarihi kaynaklarının da hiçbirinde
“Mani”veya “Manişeizm”in
adına dahi rastlamak mümkün değildir! Bilakis, bu şahıstan sözedilen yeni tarihlerde ise ondan bir
hırıstiyan -çok nadir olarak da Yahudi- olarak bahsedilmiştir, zaten bizzat mevzuya bakıldığında da onun hırıstiyan olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Bu durumda Geogio efendinin bu
bilgiyi hangi kaynaktan aktardığını sormak gerekmez mi sahi?!
Bu bir tarafa dursun, esasen Maniliğin Şam’da bir tek izleyicisi bile yoktu; “Arap
Yarımadası”ndaki dinler” konulu bahsimizde de belirttiğimiz gibi Maniliğin merkezi o günkü İran’dı. Bu durumda bir araştırmacının da dediği gibi, Büheyra’nın Mani dinine mensup olduğu iddiası; gerçekte Yüce İslam dininin “tektanrıcı” ve “cihanşumül”lüğünün Manilikten kopyalandığı zihniyetini oluşturmak için tezgahlanmış bir komplo değil midir aslında?! Nitekim hırıstiyanlar yüce İslam dinine karşı benzeri komploları asırlar önce de defalarca
sergilemişlerdi.
En ileri fikirleri, hükmü kalkıp tahrif olmuş dinlere maletmek onlar için hiç önemli değildir, çünkü bu dinlerin böyle şeylerle övünebilecek sayıda önemli bir taraftar
kitlesi bulunmadığını çok
iyi bilmektedirler. Haçlı savaşları üzerinden asırlar geçmesine rağmen hırıstiyan dünyasının halâ ürktüğü tek din İslamdır; bu nedenle de bu yüce dinin cazibesini
lekeleyip onu gözden düşürebilmek
için her yola başvurmakta,
doğrusuna yalanına aldırmadan her vesileyi
kullanmaktadırlar[362].
HZ.
MUHAMMED’İN (s.a.a) GENÇLİĞİ
Kureyşin imzaladığı en değerli antlaşma olarak bilinen[364] Hılf’ul Fuzul antlaşması, Kureyş boylarından birkaçının reisi arasında yapılan
bir antlaşmadır,
bu ilginç antlaşmanın
öyküsü şöyledir: Zübeydoğulları kabilesinden biri Mekke’ye mal getirmiş, bu malı sehmoğulları kabilesinden Âs bin Vâil almıştı. Âs, aldığı malın ücretini ödemedi. Zübeydî arap,
parasını almak için her müracaat edişinde red cevabı alıyordu. Daha önceki
bahislerimizde değindiğimiz gibi o günlerin Arap Yarımadası’nda kabile
taassubu egemendi; her kabile kendi mensuplarının çıkarını gözetir, yabancı
biri burada bir zulüm ve haksızlığa uğrayacak olsa kimseden destek görmezdi. Kureyş büyüklerinin Ka’be etrafında bir arada
oturduklarını gören yabancı adam, Ebu Kubeys tepesine çıkarak pek hazin bir şiir söyleyip Kureyş büyüklerinden adaletli davranmalarını istedi[365].
Bu adamcağızın hüzünlü bir şiirle adalet dilenmesi duyanları pek etkilemişti; Kureyşin halk arasında iyi isim yapan ve en sevilen
boyları olan Haşimoğulları,Abdulmuttaliboğulları, Zühreoğulları, Temimoğulları ve Hârisoğulları kabilelerinin büyükleri, Zübeyr Bin
Abdulmuttalib’in önayak olmasıyla Teymîoğulları boyundan Abdullah b. Cud’an’ın evinde
toplanıp zulme ve haksızlığa uğrayan mazlumların yanında yer alacaklarına dair
yeminleşip bir antlaşma imzaladılar. Bu antlaşma gereğince hangi kabileden ve hangi sınıftan olduğuna bakmaksızın Mekkeli veya yabancı, zengin
veya fakir, zayıf veya güçlü kim olursa olsun, Mekke dahilinde hiç kimseye
haksızlık yapılmasına asla izin vermeyecek ve mağdur düşenlere arka çıkıp hak sahibinin hakkını elde
etmesine yardımcı olacaklardı. Bu yeminden sonra Âs’ın evine gidip Zübeydoğullarından olan yabancının hakkını ondan
aldılar ve kendisine verdiler[366].
Bu sırada Hz. Muhammed (s.a.a) 20 yaşındaydı[367].
Cehalet ve karanlığa gömülmüş olan o günün toplumunda görülmemiş bir mertlik ve bir nevi “insan haklarını
savunma birliği”
sayılan bu gruba onca genç yaşına rağmen Hz. Muhammed’in (s.a.a) de katılmış olması çok şeyler ifade ediyordu aslında. Zira bu sırada
onun yaşıtları gününü gün edip eğlenmekten başka bir şey düşünmüyordu; mazluma destek vermek, temiz bir
toplum yaratmak ve adaleti icra etmek gibi insani değerler onların gözünde hiçbir anlam ifade
etmiyordu. Hz. Muhammed (s.a.a) ise genç yaşta böyle bir antlaşmaya katılıp böyle bir gruba üye olmaktan
mutluluk duyuyordu, peygamber olduktan sonra da bunu belirtecek ve şöyle buyuracaktı:
“Abdullah b. Cud’an’ın evinde öyle bir antlaşmaya katıldım ki onun yerine bana kızıl
tüylüdeveler verilseydi o kadar mutluluk duymazdım, şimdi İslam çağında da beni böyle bir antlaşmaya katılmaya davet edecek olsalar gidip
katılırım!”[368]
Bu antlaşma o güne kadar yapılan antlaşmaların en değerlisi ve en üstünü olarak tanımlandı ve bu
yüzden de adına “Hılf-ul Fuzul (veya fudul)” denildi[369].
Mazlumların, savunmasız zayıfların, fakirlerin ve gariplerin hakkını korumak
için imzalanan bu güzel antlaşma daha sonra birçok mazlum yabancının Mekke zorbalarının
elinden kurtulmasına yaramıştır[370].
Huveyled kızı Hatice Mekke’nin en muteber
tüccarlarından biriydi, zenginliğinin yanı sıra asil ve kişilikli bir kadındı; ticaret için kiraladığı adamlar onun için mal alıp satar, ücretlerini
alırlardı[371]
Hz. Muhammed (s.a.a) 25 yaşına geldiğinde[372]
. Ebu Talib “Oğul” dedi,
“Ben yaşlandım, maddi durumumuz da pek iyi değil; bir Kureyş ticaret kervanı yola çıkmaya hazırlanıyor.Keşke sen de gidip Hatice’yle konuşsaydın, onun ticaret sorumluluğunu da sen alırdın!..”
Ebu Talib bunları söylerken, Hz. Muhammed’in (s.a.a)
dürüstlüğü,
emanete sadakati ve güzel ahlakını epey duymuş olan Hatice de aynı şeyi düşünmüş ve kölesi Meysere’yi Hz. Muhammed’e (s.a.a)
göndererek kendisinin ticaret sorumluluğunu kabul etmesi halinde ona başkalarından daha fazla ücret ödeyeceğini ve kölesi Meysere’yi de yanına vereceğini belirtmişti!! Hz. Muhammed (s.a.a) onun bu teklifini
kabul etti[373]
ve Meysere’yle birlikte Şam kervanına katıldı[374].
Bu defa kazançları daha öncekilerden de fazla olacaktı[375].
Meysere bu yolculuk sırasında Hz. Muhammed’in (s.a.a)
kerametlerini görmüş,
hayrette kalmıştı. Bu
yolculukta Nostur adlı bir rahip, Hz. Muhammed’in (s.a.a) gelecekte
peygamber olacağını
müjdelemişti.
Meysere’nin gördüğü bir başka olay da bir adam, alışveriş sırasında Hz. Muhammed’e (s.a.a) “Lat’
Meysere Mekke’ye döndüğünde şahid olduğu bu kerametleri Hatice’ye anlattı[377]
Hatice çok akıllı, uzak görüşlü ve iffetli bir kadındı, soy ve neseb
bakımından da Kureyş
kadınlarından daha asil ve üstündü[378].
Mümtaz ahlakî meziyetleri ve sosyal prestiji nedeniyle bütün Mekke’de tanınmış, cahiliyet dönemi gibi bir ortamda halk ona
“Tahire”[379]ve
“Kureyş kadınlarının baş tacı ve efendisi” lakâplarını vermişti[380].
Bir rivayete göre Hatice daha önce iki evlilik yaşamış, ama her ikisinde de eşi öldüğünden, dul kalmıştı[381].
Kureyş büyükleri onunla evlenebilmek için çok çaba
gösteriyordu[382],
Ukbe b. Ebu Muit, Ebu Cehil ve Ebu Süfyan gibi çok ünlü adamlar defalarca
Hatice’ye evlenme teklifinde bulunmuş, ama o bütün bu teklifleri nazikçe geri
çevirmişti[383].
Diğer taraftan Hatice Hz. Muhammed’le (s.a.a) akraba
sayılıyordu, ikisinin de soyu “Kusayy”a ulaşıyordu çünkü. Hz. Muhammed’in (s.a.a) parlak
manevi geleceğini
duymuştu;[384]
ve o hazretle (s.a.a) evlenmek istiyordu[385].
Nitekim Hz. Muhammed’e (s.a.a) evlenme teklifinde bulundu; hazret (s.a.a)
amcalarıyla danıştıktan
sonra bu teklifi kabul etti ve aile arasında düzenlenen sade bir törenle
evlendiler[386]
Meşhur kavle göre bu sırada Hz. Hatice (a.s) 40,
Hz. Muhammed de (s.a.a) 25 yaşındaydı[387].
Hz. Hatice (a.s) Hz. Muhammed’in (s.a.a)
evlendiği ilk kadındır[388]
Hz. Muhammed (s.a.a) güzel ahlakı, emanete
sadakati, dürüstlüğü ve doğru sözlülüğüyle Mekke halkının gönlünü fethetmişti, herkes ona “güvenilir” anlamına gelen “emin”
diyordu artık[389].
Mekkeliler ona duydukları sınırsız sevgi ve güvenin yanı sıra onun adaletine de
inandığından Hacer’ül Esved’in yerine konulması
kararını ona bırakacak, o da görülmemiş bir dehayla bu sorunu hallederek Mekkeliler
arasındaki ciddi bir ihtilafı giderecekti[390].
Hz. Muhammed (s.a.a) 35 yaşlarındayken “Mekke dağlarından şehre inen büyük bir sel Ka’be duvarlarını
birkaç yerden tahrib etmişti. O güne kadar Ka’be tavansızdı, duvarları da
pek kısaydı, bu nedenle de içindeki değerli eşyaların korunması zor oluyordu. Bu nedenle
Kureyş ötedenberi Ka’be’ye bir tavan çekmek istiyor,
ama buna bir türlü fırsat bulamıyordu. Şimdi iyi bir fırsat doğmuştu, Ka’be’nin duvarlarını yıkıp yeniden inşa etmeye, bu arada üzerine bir de tavan yapmaya
karar verdiler.
Kâ’be’nin yeniden inşası sırasında, Hacer’ül Esved’in yerine
konulması konusunda Kureyş boyları arasında ciddi bir anlaşmazlık baş gösterdi, kabileler arası rekabet ve
taassuplar yine hortlamıştı! Her kabile, Hacer’ül Esved’i yerine koyma
onurunun kendisine bırakılmasını istiyordu. Bazı kabileler kan dolu bir leğene ellerini daldırıp yemin etmiş, bu onuru başka kabilelere bırakmaktansa ölünceye kadar savaşmaya karar vermişlerdi. İş çığırından çıkıyor, korkunç bir savaşın kıvılcımları çakıyordu…
Anlaşmazlık büyüyünce en yaşlılarının önerisiyle; bugünkü Safa Kapısı olan
Benî Şeybe Kapısı’ndan Harem’e ilk girecek kimsenin
hakemliğini kabullenmeye karar verdiler.
Gözler “Bab-u Beni Şeybe”ye dikildi…
Tam bu sırada Hz. Muhammed (s.a.a) bu kapıdan
Mescid’ul Haram’a girmişti!..
Hepsi birden sevinçle “Aa! Bu, Muhammed!” dediler,
“Muhammed’ül Emîn geldi işte!O ne derse kabulümüzdür!”
Kureyşin “Emin”i (s.a.a) büyük bir kumaşı yere sererek Hacer’ül Esved’i üzerine koydu
ve kabile reislerinin kumaşın bir kenarından tutmasını istedi, duvarın
yanına geldiklerinde Hacer’ül Esved’i bizzat kendisi alıp itinayla yerine yerleştirdi[391].
Bu ince tedbir sayesinde büyük bir anlaşmazlığı tatlıya bağlamış ve kanlı bir savaşı önlemişti!
Ka’be’nin yeniden inşasından birkaç yıl sonra ve Hz. Muhammed’in (s.a.a)
bi’setinden birkaç yıl önce Mekke’de büyük bir kıtlık baş gösterdi. Hz. Muhammed’in (s.a.a) sevgili
amcası Ebu Talib kalabalık bir aileyi geçindirmek zorundaydı, ama fakirdi. Hz.
Muhammed (s.a.a) Haşimoğullarının en zenginlerinden biri olan amcası
Abbas’a giderek “Her birimiz Ebu Talib’in çocuklarından birini yanımıza alıp
büyütelim, böylece onun sıkıntısı biraz azalmış olur” dedi. Abbas bu teklifi kabul edince
birlikte Ebu Talib’e gidip durumu anlattılar. Ebu Talib memnun olmuştu; Abbas, Cafer’i, Hz. Muhammed de (s.a.a)
Ali’yi (a.s) aldı ve böylece Hz. Ali’nin (a.s) eğitim ve terbiyesini bizzat Hz. Resulullah (s.a.a)
üstlenmiş oldu.
Hz. Ali (a.s) çok küçük yaştan itibaren Hz. Resulullah’ın (s.a.a) özel
terbiye ve eğitimiyle
yetişecek, onun elerinde, onun evinde büyüyecek ve
peygamberlikle görevlendirildiğinde de ona ilk iman eden erkek olacaktı[392].
Hz. Ali (a.s) bu sırada 6 yaşındaydı[393],
eğitim, terbiye ve kişiliğin ilk tohumlarının yeşermeye başladığı kritik bir çağdı bu. Hz. Muhammed (s.a.a) amcası Ebu Talib’le
yengesi Fatıma binti Esed’in kendisine verdikleri onca emek ve zahmetlere karşılık teşekkür borcunu yerine getirebilmek için onların
çocuklarından birini bizzat alıp yetiştirmek istemiş ve bu eğitime en uygun çocuğun Hz. Ali (a.s) olduğunu görmüştü. Nitekim Hz. Ali’nin (a.s) veliliğini üstlendikten sonra “Ben, Rabbimin benim
için seçmiş olduğunu seçtim!”buyuracaktı[394].
Hz.Muhammed (s.a.a) Hz. Ali’yi (a.s) çok
seviyor, onu fevkalade bir ilgi ve itinayla tıpkı kendi evladı gibi yetiştiriyordu. Hz. Ali’nin (a.s) amcaoğullarından Fazl bin Abbas şöyle anlatır: Babam Abbas b. Abdulmuttalib’den
“Hz. Resulullah (s.a.a) evlatlarından en çok hangisini severdi?” diye sordum,
babam “Ali’yi” dedi, onun yanlış anladığını sanarak “Ben Resulullah’ın (s.a.a)
evlatlarını kastediyorum” deyince babam “Hz. Resulullah (s.a.a) Ali’yi (a.s)
bütün evlatlarından daha fazla severdi” dedi, “Ona, bütün evlatlarından daha
fazla ilgi gösterirdi. Hatice için çıktığı yolculuktan başka bir defa olsun, onun Ali’yi (a.s) yanından
ayırdığını görmedim. Resulullah’ın (s.a.a) Ali’ye (a.s)
olan düşkünlüğü kadar çocuklarına düşkün bir baba ve Ali’nin (a.s) de ona gösterdiği kadar babasına itaat ve bağlılık gösteren bir çocuk görmedim ben!”[395].
Hz. Resulullah (s.a.a) peygamber olduktan sonra
Hz. Ali’nin (a.s) eğitim ve
terbiyesine o kadar özen gösteriyordu ki, gece vakti kendisine bir vahiy nazil
olacak olsa sabah olmadan; gündüz bir vahiy nazil olsa akşamdan önce onu mutlaka Hz. Ali’ye (a.s) öğretiyordu.”[396]
Hz. Ali’ye (a.s) kendisinin nasıl diğer sahabelerden daha fazla hadis öğrenebildiğini sorduklarında şu cevabı verdi: “Ne zaman Hz. Resulullah’tan (s.a.a)
bir şey soracak olsam cevap verirdi, ne zaman
susacak olsam önce kendisi bana bir hadis söylerdi”[397].
Hz. Ali (a.s) halife olduğu günlerden birinde, kendisinin çocukluktan
beri nasıl yetiştirildiğini şöyle anlatır:
“…Siz sahabeler benim Resulullah’la (s.a.a)
yakınlığımı, yakın akrabalığımı ve onun nezdinde nasıl özel bir yerim olduğunu bilirsiniz… Küçük bir çocukken beni nasıl
bağrına bastığını, kendi yatağında, kendi yanında yatırdığını bilirsiniz. Onun mübarek kokusunu elvan
elvan duyardım, yemeğimi
bizzat yedirir, ağzıma
lokma verirdi.
Annesinin peşi sıra giden bir çocuk gibi, nereye gitse peşi sıra giderdim. Her gün kendi erdem ve
ahlakından birini bana öğretir, ona uymamı buyururdu. Her yıl Hira Dağı’nda ibadete çekilir, benden başka kimse onu göremezdi. Ona vahiy nazil olduğunda şeytanın sesini duydum “Ya Resulullah, bu feryat
nedir?” diye sordum, “Bu şeytanın feryadı, onun iniltisidir”buyurdu.
“Çünkü artık yeryüzünde kendisine itaat edilmesinden ümidini yitirir hale
geldi. Ya Ali! Benim duyduğumu sen de duyuyor, benim gördüğümü sen de görüyorsun; ancak sen peygamber değil, benim hayırlı ve daima iyilik üzere olan
vezirimsin.”[398].
Bu sözlerin Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
peygamberliğinden
sonraki dönemlerinde Hira’daki ibadetiyle ilgili olduğu sanılmamalıdır; zira Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
Hira’da ibadete çekilmesi daha çok bi’setten önceki döneme rastlar, bu nedenle
de sözkonusu ibadete çekilme olayı bi’setten öncesine aittir. Nitekim şeytanın feryadının nedeni de Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bi’seti, yani ilk ayetin nazil oluşundan dolayıdır. Her hal-ü kârda önemli olan şudur: Hz. Ali’nin (a.s) temiz bir ruha sahib
oluşu ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a) onu aralıksız ve
itinayla eğitip yetiştirmesi sonucu o henüz çocukluk çağından itibaren hassas bir kalp, keskin bir görüş ve duyuş gücü, özel bir anlayış ve basiretle donanmış ve diğer insanların göremediği şeyleri görür, onların duyamadığı şeyleri duyar hale gelebilmiştir.
-*-
1- fasıl:
Bi’set ve Davet
2- fasıl:
Alenî davet ve Muhalefetlerin Başlaması
3- fasıl:
Kureyşlilerin Muhalefet ve Girişimlerinin Sonucu
-*-
Bİ’SET VE DAVET
Daha önce de belirtildiği üzere Hz. Muhammed’in (s.a.a) ataları
tektanrıya inanan muvahhidler ve soyu da mutahhar ve temizdi. Tertemiz bir soy
ve muvahhid bir aileden gelmesinin yanı sıra çok yüksek bir ahlâkî seciyeye de
sahipti; çocukluğundan
itibaren putperestliğin
çirkinliğine
zerrece bulaşmamış, Mekke halkının kötü ahlakından zerrece
etkilenmemişti[399].
Dünyaya gelişinden
itibaren Rabbinin özel lütuf ve korumasına mazhar olmuş, O’nun özel eğitimiyle büyümüştü. Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu eğitim ve terbiye dönemini Hz. Ali (a.s) şöyle tanımlıyor:
“…Sütten kesildikten sonra Yüce Allah en güzel
huyları edinmesi ve insanîliğin en mükemmel yollarını öğrenmesi için en büyük meleğini onun hizmetine verdi…”[400]
İmam Bakır (a.s) şöyle buyurur:
“Hz. Muhammed (s.a.a) sütten kesildiğinde Yüce Allah onu iyiliklerle mükemmel ahlaka
yöneltmesi, kötülüklerden ve kötü ahlaktan sakındırması için büyük bir meleği onun hizmetine verdi. Gençlik ve peygamberlik
öncesi yıllarında ona hep seslenen ve “esselamu aleyhe ya Muhammed Resulullah!”
diyen melekti bu… Ancak Hz. Muhammed
(s.a.a) o sıralarda bu sesin taştan veya yerden geldiğini sanıyor, ne kadar dikkat etse de bir şey göremiyordu”[401]
Fikrî ve aklî açıdan artık iyice olgunlaşıp rüşde eren Hz. Muhammed (s.a.a)
peygamberlikle görevlendirileceği bi’set dönemine doğru, kirli ve bozulmuş ortamdan
rahatsızlık duymaya ve insanlardan uzak durmaya başlamıştı[402].
Otuz yaşından itibaren fevkalade manevî ve ruhânî bir
hale girdi; gaybdan kendisine bir pencere açıldığını hissediyordu. Yakın ailesi ve Büheyra’yla
Nostur gibi Ehl-i Kitap’la daha başka nicelerinden defalarca duyduğu şey gerçekleşmek üzereydi. Çünkü özel bir nur görür olmuştu, bazı sır perdeleri kendisine açılıyordu,
sık sık kulağına
gaipten bazı sesler geliyor, ama kimseyi göremiyordu![403]
Bir süre, uykuda bir ses duymuştu, bu ses ona “peygamber” diye hitab
ediyordu…Bir gün Mekke kırsalında birinin kendisine “Resulullah” diye seslendiğini duydu, “sen kimsin?” diye sorduğunda “Ben Cebrail’im” sesini duydu, “Yüce Allah
seni peygamberlikle görevlendirmesi için gönderdi beni!” Hz. Muhammed (s.a.a) eşi Hz. Hatice’ye (a.s) bunu söylediğinde o sevinçle “inşallah öyle olur!” diyecekti[404].
Bu dönemlerde Hz. Muhammed (s.a.a) yılın birkaç
günü Hira Dağı’na[405]
çekilip ibadet ve duayla meşgul oluyordu[406].
Bu şekilde halktan uzaklaşıp Hira’da ibadete çekilme olayı, Allah’a
inanan bazı Kureyşliler
arasında görülen bir şeydi[407].
Bu geleneği Kureyşte ilk başlatan kimse, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) dedesi
Abdulmuttalib olmuştu;
Ramazan ayı girdiğinde
Hira Dağı’na gider, yoksullara yemek verirdi[408].
Kırk yaşına girmiş olan Hz. Muhammed[409]
(s.a.a) birkaç yıldır yaptığı gibi yine Hira Dağı’nda ibadete çekilmişti. İşte bu sırada vahiy meleği inerek Rabbinden getirdiği ilk Kur’an ayetlerini ona okumaya başladı[410]:
“Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla.
Yaratan Rabbinin adıyla oku!
O, insanı kan pıhtısından yarattı
Oku, Rabbin Yüceler Yücesidir, en büyük kerem
sahibidir.
O, kalemle -bilgi- öğretendir.
İnsana bilmediğini öğretti…”[411]
Allah Teala (c.c) Hz. Muhammed’le (s.a.a) vahiy
meleği Cebrail’in (a.s görüşmesini ve ona ilahi mesajın iletilmesini
Kur’an’da iki kez şöyle
tasvir etmektedir:
“Battığı zaman yıldıza andolsun.
Sahibiniz olan -peygamber- ne şaşmış, ne de sapmıştır
O kendi istek ve fikrine göre konuşmaz
Kendisine vahyolunandan başka söz söylemez o.
Ona bu Kur’an’ı, pek güçlü olan -Cebrail- öğretmiştir.
Fevkalade gücü ve egemenliği vardır onun
O melek en yüksek ufuktaydı
Derken Muhammed’e yaklaştıkça yaklaştı.
O kadar ki onunla Muhammed arasında iki yay
kadar veya daha az bir mesafe kaldı.
İşte bu sırada Yüce Allah vahyedilebilecek olanı
kuluna vahyetti.
Muhammed’in kalbi, gördüğünü yalanlamadı.
Muhammed’in gözüyle görmekte olduğu şey hakkında onunla tartışacak mısınız”?[412]
“Geri dönen yıldızlara andolsun -geri döner-
Ve gözlerden kaybolurlar…
Geri dönüp de geçtiği zaman geceye andolsun.
Ağarmaya başladığı zaman sabaha andolsun.
Ki bu Kur’an büyük ve onurlu bir elçinin
-Cebrail- sözleridir.
Arş’a sahib Yüce Allah’ın katında yüce bir makama
sahip güçlü bir elçidir o…
Orada -meleklerin arasında- itaat edilir ona ve
Rabbinin katında da emîn ve kendisine güvenilendir o.
Arkadaşınız -Muhammed- bir deli değildir.
O, Cebrail’i apaçık ufukta görmüştür.
O, gayb ve vahiy yoluyla aldıkları hususunda
cimri değildir
-bunlardan bir şeyi
eksilterek size aktarmaz veya size aktarmamazlık etmez.
Bu Kur’an, taşlanmış şeytanın sözü değildir.
O halde nereye gidiyorsunuz?”[413]
Hz. Muhammed’in (s.a.a) peygamber oluşu ve vahiy alışı konusunda tarihî belgeler ve sahih hadislerle
bağdaşmayan masalımsı ve doğruluktan uzak bir haber ve rivayet bazı tarih
ve hadis kitaplarında yer almaktadır. Bu rivayet meşhur olduğu, hatta bazı Farsça ders kitaplarına bile
alındığından burada üzerinde biraz durulmasında fayda
görüyoruz:
Ayşe şöyle diyor: Resulullah’a (s.a.a) ilk vahyin
inmesi, rüyada olmuştur.
Gördüğü her rüya güpegündüz gerçekleşiyordu. Daha sonra yalnızlığı sever oldu, sık sık Hira Dağı’na çekildi. Orada birkaç gece kalıp ibadet
ediyor, birkaç günde bir şehre inip Hatice’den yiyecek alıp yine Hira’ya
dönüyordu. Hak’la buluşuncaya
kadar böyle sürdü, o mağarada
bulunduğu sırada melek gelip “oku” dedi, Muhammed
(s.a.a)“ben okuma bilmem” deyince meleğin kendisini takati kesilinceye kadar sıktığını ve tekrar okumasını istediğini, onun da okuma bilmediğini tekrarladığını, bunun üzerine meleğin onu yine takati kesilinceye kadar sıkıp
“oku!” dediğini,
onun da yine “ben okuma bilmem” dediğini, üçüncü defasında da bu şekilde sıktıktan sonra onu rahat bıraktığını ve “Yaratan Rabbinin adıyla oku” dediğini (5.ayete kadar)söyler. Ayşe şöyle devam ediyor:
Muhammed (s.a.a) oradan ayrıldı, yüreği -korkudan- titriyordu, Hatice’ye gidip “Beni
örtün! Beni örtün!” dedi. Üzerini örttüler, Resulullah (s.a.a) üzerindeki korku
ve dehşeti atıp da rahatlayınca olanları Hatice’ye
anlatıp “kendim için endişeliyim” dedi, Hatice “Asla!” dedi, “Vallahi
rabbin seni küçük düşürmeyecektir,
zira sen akrabalarına iyilik ediyor, halka bağış ve yardımda bulunuyorsun. Yoksulların elinden
tutuyor, misafire kapını açıyor, haklılara yardımcı oluyorsun.” Hatice bunları
söyledikten sonra onu alıp amcasının oğlu Varaka b. Nevfel’e götürdü. Varaka
amâydı ve hırıstiyan olmuştu, İbranice de biliyordu ve İncil’i İbranice yazmaktaydı.
Hatice “amcaoğlu!” dedi, “bak, kardeşinin oğlu neler söylüyor!” Varaka “Yeğenim, ne görüyorsun?” diye sordu, Resulullah
(s.a.a)gördüklerini anlatınca Varaka “O gördüğün, Musa’ya da inen namus -melek-tir. Keşke şimdi genç olsaydım, keşke kavmin seni kovduğunda hayatta olsam…” Resulullah (s.a.a) “Kavmim
beni kovacak mı diyorsun?” diye sorunca Varaka “Evet” dedi…”[414]
Daha önce de hatırlattığımız gibi bu şekilde bir rivayetin doğru olması mümkün değildir, zira aşağıda sıralanan sebeplerden dolayı hem metnin
içeriği, hem sened ve belgesellik açısından geçersizdir:
1- Bu haberi rivayet eden tek kişi Ayşe’dir ve kendisi bi’setten 4-5 yıl sonra
dünyaya gelmiştir[415]!
Yani anlattığı olaya
bizzat şahid olmamıştır, dahası, bu olayı kimden naklettiğini de söylemediğinden bu rivayet belgesellik -senediyet-
açısından geçersiz, yani “mürsel”dir, mürsel rivayete ise itibar edilmez.
2- Bu rivayette anlatıldığına göre vahiy meleği Hz. Resulullah’tan (s.a.a) birkaç kez
okumasını istemiş, o da
bunu yapamayacağını
tekrarlamış… Eğer bu okumaktan maksat bir levha veya bilinen
anlamda bir yazıyı okumaksa Allah ve O’nun vahiy meleğinin, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) okuma yazma
bilmeyen bir ümmi olduğunu
zaten bilmesi gerekir; buna rağmen ondan defalarca okumasının istenmesi makul
değildir. Eğer “oku” emrinden maksat, vahiy meleğinin söylediği ayetleri tekrarlamaksa, zeka ve dehasıyla
ünlü olan Hz. Muhammed (s.a.a) gibi birinin aklî ve fikrî olgunluğun doruğunda bulunduğu bir yaşta bunu kolayca yapması ve “yapamam” dememesi
gerekirdi.
3- Vahiy meleğinin Hz. Resulullah’ı (s.a.a) sürekli
sıkmasının ne manası vardır? Oysa öğrenmenin zihnî bir mesele olduğunu ve fizikî sıkmanın bunda hiçbir olumlu
etkisinin olamayacağını
herkes bilir. Yok, eğer
“bundan maksat Yüce Allah’ın bir anda Hz. Resulullah’a (s.a.a) okuma yazma öğretmek istemesiydi” denilecekse, bunun için
Yüce Allah’ın sadece irade etmesi yeterliydi ve hazrete onca eziyet ve sıkıntı
verilmesine yine hiç gerek yoktu! Eğer sözkonusu baskı Hz. Muhammed’in (s.a.a)
varlık aleminin kaynağı ve
gayb dünyasıyla irtibatından dolayı ise ve “çünkü Hz. Muhammed (s.a.a) manevi
makamının yanı sıra sonuçta maddî boyutu da olan bir insandı ve topraktan
yaratılan bir varlığın, gayb
alemiyle doğrudan
irtibatı böyle bir baskıyı da beraberinde getirebilir” deniliyorsa yine kabulü
mümkün olmamaktadır. Zira Allah Teala’nın Kur’an’da çok sarih bir dille buyurmuş olduğu gibi peygamberlerin gayb alemiyle irtibatları
ancak şu üç yoldan biriyle mümkündür:
1- Hiçbir vasıta olmadan, Allah’ın mesajını doğrudan almak ve direkt irtibata geçmek
2- Ses sahibini göremeden ses duyma yoluyla
3- Vahiy meleği yoluyla[416]
Hz. Resulullah (s.a.a) sadece vasıtasız olarak
gaybla irtibata geçip hiçbir aracı olmadan doğrudan doğruya bizzat vahiy aldığı zaman zor bir basınca ve sıkılmaya tahammül
ediyor ve bazı rivayetlerde de belirtildiği gibi yüzünün rengi değişiyor, alnı boncuk boncuk terliyordu[417].Ama
vahyi Cebrail vasıtasıyla aldığında hazrette hiçbir değişiklik görülmüyordu. İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmaktadır: “Vahyi Cebrail getirdiğinde Hz. Resulullah (s.a.a) gayet normal bir halde
oluyor ve “bu Cebrail’dir” veya “Cebrail bana şöyle şöyle demekte…” diyordu. Ama vahyi aracısız
olarak direkt aldığı zaman
üzerine bir ağırlık
çöktüğünü hissediyor, baygınlığa benzer bir hale giriyordu[418].
Cebrail vahiy meleği olduğu halde Hz. Muhammed (s.a.a) Cebrail’i görmekle
özel bir duruma girmediği gibi
Cebrail o hazretten izin almadan yanına gelmiyor ve o hazretin huzurunda
fevkalade edep ve saygıyla oturuyordu[419].
Tarihçilerin de ittifakıyla ilk Kur’an
ayetlerini Hira’da Cebrail getirdiğinden Hz. Resulullah (s.a.a) hiçbir baskı ve
sıkıntı duymamıştır.
Tabi bunun sorumluluk duymama ve putperestlerin muhalefetlerinden tedirginlik
hissetmeme anlamına gelmediği de ortadadır.
4- Hz. Muhammed (s.a.a) daha önce gaybî
mesajlar almaya başlamıştı ve bu duruma hazırlıklıydı, binaenaleyh onun
için beklenmedik bir olay değildi bu ve sözkonusu korku ve dehşete kapılmasının da hiçbir anlamı olamazdı.
Dahası, bazı kaynaklarda Cebrail’in Hira’da önce Cumartesi akşamı, ardından da Pazar akşamı Hz. Resulullah’a (s.a.a) geldiği ve üçüncü gelişinde, yani Pazartesi akşamı ona peygamberlik görevini resmen iblağ ettiği kayıtlıdır[420].
Yani bu Hz. resulullah’ın (s.a.a) Cabrail’i ilk görüşü değildi, ondan önce de iki kez Cebrail’i görmüştü ve bu durumda onun korku ve dehşete kapıldığı iddiası hiçbir akla ve karineye uymamaktadır.
Kaldı ki Allah’ın elçiliği gibi önemli bir göreve önceden hazırlığı olmayan birine Yüce Allah’ın ansızın böyle
bir görevi bırakmayacağı
bilinmektedir.
5- Alelade bir insan olan Hatice’nin yüce İslam peygamberinden daha bilgili olduğu ve onun dehşete kapıldığını görerek kendisini yatıştırdığını kabul etmek mümkün müdür?
6- Bütün bunlardan daha da kötüsü; insanların
hidayeti için peygamberlikle görevlendirilmiş olan Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bizzat
kendisinin başına
gelen olayın ne olduğunu
bilmediğinin, kendisine vahiy getiren elçiyi tanımadığının ve onun getirdiği mesajı doğru dürüst teşhis bile edemediğinin, ancak Varaka gibi kör bir hırıstiyanın
onaylamasıyla Hz. Resulullah’ın (s.a.a) kendi peygamberliğinden emin olup içinin rahatladığının kabul edilmesi ve böylesine asılsız bir
iddianın doğru
olabileceğine başkalarının inandırılmak istenmesidir!Bu iddianın
mantıksızlığı,
hiçbir delil göstermeye gerek kalmayacak kadar net ve ortadadır aslında.
7- İslam kaynaklarında hiçbir peygamberin
peygamberliği için
bunca küçültücü ve masalımsı bir sahneden sözedilmediği de dikkatten kaçmamalıdır. Hz. Musa (a.s) gibi
bazılarının içinde bulunduğu zaman ve mekan şartlarının her ne kadar böyle bir şeye elverişli olduğu zannedilse de o peygamberler için dahi böyle
bir iddia (kendi peygamberliğinden şüphelenmek)kesinlikle geçerli değildir.
8- Bu haberde Hz. Muhammed’e (s.a.a) yamanmaya
çalışılan şüphe ve tereddüt “Muhammed’in kalbi, gördüğü şeyi yalanlamadı” ayetiyle[421]
asla bağdaşmamaktadır.
Ünlü şia müfessiri ve alimi Tebersi şöyle der:
“Allah Teala bir peygamberine vahyini kesin
delillerle apaçık hale getirmeden vahyetmez, böylece her peygamber kendisine
ulaşanın vahiy olduğundan ve Rabbi tarafından geldiğinden kesinlikle emin olarak vahiy alır; bu
konuda başka bir şeye ihtiyaç duymaz ve asla tereddüde ve korkuya
kapılmaz”[422]
İmam Sadık (a.s) kendisine “Hz. Resulullah’a
(s.a.a) vahiy geldiğinde
neden bunun şeytanın
vesvesesi de olabileceği şüphesine hiç kapılmadı?” diye soran birine şu cevabı vermiştir: “”Yüce Allah bir kulunu elçilikle
görevlendirdiğinde ona
gönül huzuru ve güven duygusu verir, o kadar ki, Rabbinden ona ne ulaşacak olsa onu gözüyle görmüşçesine inanır”[423]
Ayşe’nin bu rivayetinin nakledildiği Sahih-i Buhari’yle Sahih-i Müslim’in şerhedicileri seçkin birer alim oldukları halde,
bu rivayetin aslını doğru kabul
etmiş olduklarından onu nasıl tefsir edip
açıklayacaklarını bilememiş, şaşırtıcı derecede asılsız ve tutarsız ifadelerle
işin içinden sıyrılma yolunu seçmişlerdir[424].
Abdullah bin Şeddad, Ubeyd bin Umeyr ve Abdullah bin Abbas’
Bu uyduruk hadis ve rivayetler bazı hırıstiyan
kitaplarına da geçmiş,
böylece onlara yüce İslam
peygamberinin aleyhine zehirli propagandalar yayıp zihinleri bulandırma imkanı
kazandırmıştır[426].
Bu eleştiri; işte bu ecnebi yalanlarının temelindeki asılsızlığı ispatlamayı ve Müslümanları da hadis ve
rivayetlerin sahih olup olmadığı konusunda dikkatli davranmaya çağırmayı amaçlamaktadır.
Hz. Muhammed (s.a.a) ilk üç yıl boyunca gizli
davette bulundu[427],
zira Mekke’de ortam, henüz İslam’ı açıkça anlatmaya müsait değildi. Bu üç yıl boyunca, hakkı kabule hazır
gördüğü insanlarla gizlice görüşüp onları eşi ve ortağı olmayan tek Allah’a iman etmeye, O’na
ibadette bulunmaya ve kendisinin peygamberliğine inanmaya davet ediyordu. Bu müddet zarfında
Kureyşliler onun peygamberlik iddiasında bulunduğundan haberdardılar, nitekim yolda Hz.
Resulullah’ı (s.a.a) gördüklerinde birbirlerine “Abdulmuttaliboğullarının şu genci, göklerden sözediyormuş!” diyorlardı[428],
ama Hz. Muhammed (s.a.a) davetini herkese açmadığından onun bu davetinin ne olduğunu ve insanlara neler anlattığını bilmiyor, bu nedenle de hiçbir tepki
göstermiyorlardı.
Bu dönemde bazıları Müslüman oldu. Bu ilk Müslümanlardan
biri olan Erkam, Safa Tepesi’nin eteğinde olan evini Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
hizmetine verdi. Böylece Hz. Resulullah (s.a.a) İslam’ı açıkça tebliğe başlayıncaya kadar bu ev İslam’ın gizli tebliğ ve eğitim merkezi olarak kullanıldı; ilk Müslümanlar
burada toplanıyor, namazlarını burada kılıyorlardı[429].
İslam Tarihçilerinin ittifakıyla ilk Müslüman
kadın Hz. Hatice’dir, erkekler arasında da Hz. Muhammed’e (s.a.a) ilk iman eden
Hz. Ali’dir[430] ve[431]
. Şunu da belirtelim ki Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
peygamberlikle görevlendirildiği gün Hira’dan indiğinde bunu herkesten önce sevgili eşi Hatice’yle, o evde yetişip büyüyen ve Hz. Resulullah (s.a.a) tarafından
özel olarak eğitilmiş bulunan Hz. Ali’ye (a.s) açması gayet doğaldı. Zira onlar Hz. Muhammed’in (s.a.a)
sadakat, dürüstlük ve doğru sözlülüğünün yanı sıra onun peygamberlik alâmetlerine
sahib bulunduğunu da
herkesten daha iyi bilen ve ona en çok bağlı olan insanlardı, bu nedenle de onu hemen
tasdik etmiş, iman
getirmişlerdir. Bugün eldeki onca tarihi belge ve hadis
bulunmamış olsaydı
bile,bunun anlaşılması
gayet kolaydı. Her hal-ü kârda, bununla ilgili sayısız hadis, rivayet ve tarihi
belgelerden sadece birkaçını aktarmamızın yeterli olacağı inancındayız:
1- Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali’nin (a.s) İslam dinine giren ilk erkek olduğunu vurgulamakta ve bir grup sahabeye şöyle buyurmaktadır: “Kıyamet günü aranızdan
benimle Kevser Havuzu’nda ilk buluşacak olanınız, İslam’a ilk gireniniz olan Ali b. Ebu Talib’dir”[432]
2- Büyük hadisçiler ve ulema şöyle nakleder: Hz. Muhammed (s.a.a) Pazartesi
günü peygamberlikle görevlendirilmiş ve Ali (a.s) ertesi gün (Salı günü) onunla
namaz kılmıştır”[433]
3- Bizzat
Hz. Ali’nin (a.s) kendisi şöyle buyurur:
“…O günlerde İslam Hz. Resulullah’la (s.a.a) Hatice’den başkasının evine girmemişti henüz, ben de onların üçüncüsüydüm. Vahiy ve
risalet nurunu görüyor, peygamberliğin ıtrını alıyordum o evde…”[434]
4- Hz. Ali (a.s) bir başka yerde de kendisinin ilk Müslüman oluşunu şöyle anlatır:
“…Ya Rabbi! Sana ilk dönen, mesajını alıp
peygamberinin davetine ilk olumlu cevabı veren kimse benim! Benden önce namaz
kılmış olan yegane kişi Resulullah’tır (s.a.a) sadece!”[435]
5- Bir başka yerde şöyle der:
“…Ben Allah’ın kulu, Resulünün kardeşi ve Sıddık-ı Ekber’im. Benden başkası bunu söyleyecek olursa yalancı ve
iftiracıdır. Ben bütün Müslümanlardan 7 yıl önce Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
ardında namaz kılmışımdır!..”[436]
6- Ufif b. Kays Kindi şöyle anlatır: Ben, cahiliyet döneminde ıtır
tüccarıydım. Ticari yolculuklarımdan birinde Mekke’ye gitmiş, Hz. Peygamber’in (s.a.a) amcası ve Mekke’nin
büyük tüccarlarından olan Abbas’a misafir olmuştum. Bir gün Mescid’ul Haram’da Abbas’la
birlikte oturmuştuk.
Güneş iyice yükselmişti. Bu sırada geç bir adam Mescid’ul Haram’a
girdi, yüzü ayın ondördü gibi parlıyordu. Gökyüzüne şöyle bir baktıktan sonra Ka’be’ye doğru namaza durdu. Çok geçmeden güzel yüzlü
gencecik bir çocuk da gelip sağında durdu ve ona katıldı. Bu sırada tesettürlü
bir hanım gelip bu ikisinin arkasında durdu. Üçü birlikte namaz kılıyor, birlikte
rükuya ve secdeye varıyorlardı.
(Putperestliğin tam göbeğinde, üç kişinin putperestlikten başka bir dini seçmiş olmasından) hayrete düşen ben, Abbas’a dönerek “Bu, büyük bir olay!”
dedim, Abbas da benim sözümü tekrarlayarak “Şu üçünü tanıyor musun?” diye sordu; tanımadığımı söyleyince “İçeriye ilk girip namaza duranı, kardeşimin oğlu Muhammed b. Abdullah, ikincisi de yine benim
yeğenim Ali b. Ebu Talib, o kadın da, yeğinim Muhammed’in eşidir!” dedi “Muhammed, kendisinin getirdiği bu dinin Allah tarafından gönderilmiş olduğunu iddia ediyor. Şimdilik yeryüzünde şu üçünden başka bu dine giren yok!”[437]
Bu belgesel, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) davetine
ilk uyanların sadece Hz. Hatice’yle (a.s) Hz. Ali (a.s) olduğunu vurgulamaktadır.
Herkesten önce İslam’a girip yüce dinde öncü olmak Kur’an’da da
altı önemle çizilen bir değerdir, nitekim Kur’an şöyle buyuruyor:
“Müslümanlığı kabul etmede öncü olanlar Allah katında yüce
bir değere sahiptirler ve onların önce gelenleri
Allah’a yakınlaştırılmış -mukarrebdir-ler”[438]
Başkalarından önce İslam’ı kabul etmek, Kur’an’da pek övülen bir
makamdır. Nitekim Mekke’nin fethinden önce iman edip Allah yolunda mallarından
ve canlarından vazgeçenler, Mekke fethinden sonra Müslüman olup cihadlara
katılanlardan daha üstün sayılmaktadırlar:
“…İçinizden, Mekke’nin fethinden önce infak eden
ve savaşanlar, başkasıyla bir olmaz. İşte onlar derece olarak, Mekke fethinden sonra Müslüman
olup infak eden ve savaşanlardan
daha üstündürler. Allah her ikisine de güzel bir vaadde bulunmuştur”[439].
Mekke fethinden önce (h.8.yıl)iman eden Müslümanların
bu üstünlüğünün
nedeni, İslam
dininin Arap Yarımadası’nda henüz hiçbir güce sahip bulunmadığı ve putperest müşriklerin üssü konumundaki Mekke’nin yenilmez
bir kale konumunu koruduğu ve dört bir yandan çeşitli tehlikelerin Müslümanların canlarını ve
mallarını tehdit ettiği bir
zamanda onların İslam’ı
kabul etmiş
olmasıydı. Evet, hicretten sonra Medine’deki iki büyük kabile Evs’le Hazrec’in Müslümanlığı kabul etmiş ve Medine çevresindeki birçok kabilenin de onlara
katılmış olması nedeniyle Müslümanlar nisbî bir
güvenlik ve ilerleme sağlamış, birçok savaş ve çarpışmada askerî zaferler kazanmışlardı, ama tehlike halâ tamamen bitmiş değildi. Binaenaleyh bu şartlar altında Müslümanlığı kabul edip bu uğurda canından ve malından geçmenin özel bir
anlamı ve değeri olduğuna göre; ortada Kureyşin gücünden başka bir güç ve putperestlerin egemenliğinden başka hiçbir egemenlik ve iktidarın bulunmadığı “ilk tebliğ döneminde” Müslüman olmanın çok daha anlamlı
ve değerli bir amel sayılacağında şüphe yoktur. Bu nedenledir ki Resulullah’ın
(s.a.a) sahabesi arasında daha önce İslam’ı kabul etmiş olanlar bununla kıvanç duyuyorlardı; Hz.
Ali’nin (a.s) ilk Müslüman olması işte bu bağlamda özel bir önem kazanıyordu.
O günün toplumundaki sosyal kesimler arasında
iki sınıf İslam’ı
kabulde öncü olmuştur:
İlk Müslümanlar ve bu dönemle ilgili diğer belgeler incelendiğinde, İslam’ı ilk kabul edenlerin çoğunlukla gençler olduğu görülecektir. Büyükler ve yaşlılar muhafazakardı; putperestlik kültürü
onların ruhuna işlemiş düşüncelerinde kök salmıştı. Ama gençler mizaçları gereği yeni fikirlerle doğru inançlara açıktı; fikrî ve dinî inkılaplarda
belli oranda geçerli bir durumdu.
Tarihî bir rapora göre İslam peygamberinin (s.a.a) gizlice davette
bulunduğu dönemde ona inananların çoğu gençlerle mustazaflar olmuştur[440]
Yüce İslam peygamberi (s.a.a) açık davete başlayıp da Müslümanların sayısı artmaya yüz
tutunca Kureyşin ileri
gelenleri ondan şikayette
bulunmak için defalarca amcası Ebu Talib’e gittiler, son şikayetlerinde şöyle diyeceklerdi: “Yeğenin hakkında defalarca gelip seninle konuştuk; bizim atalarımızı ve tanrılarımızı kötü
tanıtmasın; evlatlarımızı, gençlerimizi, kölelerimizi ve cariyelerimizi yoldan
çıkarmasın dedik…”[441]
Hz. Muhammed’in (s.a.a) tebliğ amacıyla Taif’e yaptığı bir yolculuk sırasında şehrin eşraf takımı, gençlerin o hazrete inanacağı korkusuyla ona oldukça eziyette bulundular[442].Müslümanların
Habeşistan’a hicretinden sonra onları geri çevirmek
için kral Necaşi’yle
görüşen Kureyş temsilcileri, Mekkeli gençlerin İslam’a güçlü bir eğilim göstermesinden yakınmışlardı[443]
“Huzeyl” kabilesinden biri Mekke’ye gelmiş, Hz. Resulullah (s.a.a) onunla görüşerek kendisini İslam’a davet etmişti. Ebu Cehil onu bulup “Sakın Muhammed’in
(s.a.a) söylediklerini kabul etme!” dedi, “Çünkü o bizim akılsız, ölüp giden
atalarımızın da cehennemlik olduğunu söylüyor ve bunun gibi birçok tuhaf şeyler anlatıyor!”
Huzeylî adam “Onu neden şehrinizden kovmuyorsunuz?” diye sorunca Ebu
Cehil “Onu şehirden
çıkarırsak gençler onun sözlerini işitecek, tatlı dilini görecek ve ona
uyacaklardır; o zaman onları da arkasına alarak bize saldırabilir!”[444]dedi.
Kureyş eşrafından Utbe de, Yesrib’de Hazrec
kabilesinin eşrafından
Es’ed bin Zürare’yle konuşurken gençlerin Hz. Muhammed’e (s.a.a) gösterdiği eğilimden yakınmıştır[445].
İlk Müslümanların listesine bakılacak olursa çoğunun 30 yaşın altında olduğu görülecektir. Mesela Sa’d b. Vakkas on
yedi[446]
veya on dokuz yaşında[447]
, Zübeyr b. Avam onbeş[448] veya on
altı yaşında[449] ve Abdurrahman bin Avf otuz yaşında (çünkü fil senesinden on yıl sonra dünyaya
gelmişti)Müslüman olmuşlardır[450].
Mus’ab bin Umeyr de Müslüman olduğunda 25 yaşlarındaydı; hicretin 3. yılında vuku bulan Uhud
savaşı sırasında yaklaşık 40 yaşındayken şehid düşmüştür[451].
Evini Hz. Resulullah’ın (s.a.a) emrine veren Erkam da 20 veya 30 yaşında Müslüman olmuştur; çünkü hicri 55’te vefat ettiğinde 80 küsür yaşındaydı[452].
İslam kaynaklarında “toplumun zayıf kesimi” veya
“mustaz’aflar” adıyla tanımlanmış olan bu kesimden maksat köleler veya “azadlı”
kölelerdi; “azadlılar” aslında artık serbest bırakılmış olduğu halde o günkü arap gelenekleri gereğince yine eski sahiplerine bir nevi bağlı ve bağımlı sayılıyor ve kendilerine azad edilmiş, hür bırakılmışlar anlamında “mevâli” deniliyordu (tekili:
Mevlâ -çev-)
Mekke’nin diğer zayıf ve mağdur kesimi, başka yerlerden gelip bu şehre yerleşen yabancılardı. Bu insanların yanlarında
kabileleri olmadığından,
mallarını ve canlarını koruyabilmek için güçlü bir kabileye sığınmak ve o kabilenin gölgesinde yaşamak zorundaydılar. Ama yine de Kureyşlilerle eşit haklara sahip olamıyor, daima ikinci sınıf
vatandaş muamelesi görüyorlardı.
Mekke’de kabilesi veya boyu olmayan ve bu
nedenle de hiçbir sosyal güç ve prestije sahib bulunamayan bu mağdur kesim de[453]
ilk Müslüman olanlar arasındaydı. Bunların Müslüman olması müşriklere çok ağır geliyor, olayı bir türlü
hazmedemediklerinden bunu Müslümanları tahkir amacıyla bir silah gibi
kullanmıyorlardı. Rivayete göre Hz. Resulullah (s.a.a) Mescid’ul Haram’da
Ammar Yasir, Hebbab bin’el Erett, Süheyb bin Sinan,
Bilal bin Ribah, Ebu Fukeyhe, Amir bin Fuheyre gibi
yoksul ve mustaz’af Müslümanlarla bir arada oturduğunda Kureyşliler onlarla alay ediyor ve birbirlerine
“Bakın, kimlerle oturuyor!Allah, aramızdan sadece bunlara lütfetmiş(Müslüman edip hidayete erdirmiş)demek ki!” diyorlardı[454].
Bir gün Hz. Resulullah (s.a.a) Süheyb, Hebbab,
Bilal ve Ammar gibi mustaz’af insanlarla oturmuş konuşurken, yanlarından geçen Kureyş büyükleri “Ya Muhammed!” dediler, “Kavminin
arasından bula bula bunları mı buldun?! Şimdi biz de kalkıp bunlara mı uyalım yani?
Allah sadece bunlara mı lütufta bulunmuş da hidayete erdirmiş? Bunları uzaklaştır kendinden, belki o zaman biz uyarız sana!” İşte bu sırada En’am Suresi’nin 52 ve 53.
ayetleri nazil oldu[455]:
“Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyip hoşnutluğunu umarak O’na dua edenleri yanından kovma.
Onların hesabından senin üzerinde, senin hesabından da onların üzerinde bir şey -yükümlülük- yoktur ki onları kovasın; bu
durumda zalimlerden olursun! Böylece “Allah içimizden bunlara mı lütufta
bulundu?” demeleri için onlardan bazısını -güçlüleri- bazısıyla -güçsüzlerle-
denedik. Allah şükredenleri
daha iyi bilmez mi?”[456]
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) peygamberliğinin ilk yıllarında Kureyşliler o hazret hakkında tahkikte bulunması için
bazı temsilcilerini Medine Yahudilerine gönderdiler, bu temsilciler, Yahudilere
“Şehrimizde vuku bulan bir olay için size geldik”
dediler, “Hakir bir yetim gencimiz, çok büyük laflar ediyor! Kendisinin
“Rahman” tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu zannediyor. Biz ize “Yemame” de yaşayan Rahman’dan başka bir Rahman tanımıyoruz!” Yahudi büyükleri
Kureyşlileri dinledikten sonra Hz. Muhammed’in
(s.a.a) özellikleri hakkında onlardan bazı sorular sordular ve “ona kimler uyuyor?”
dediler. Kureyşli
temsilciler “bizim aşağılık kesimimiz!” diye cevap verince Yahudilerin
büyük dinadamı gülerek “O, işaretleri ve özellikleri bizim kitabımızda
belirtilmiş olan
peygamberdir işte!” dedi,
“Kendi kavmi, onun en azılı düşmanı olacaktır!”[457]
Mağdur ve mustaz’af kesimin hızla Müslüman
olmasının nedeni herhangi bir maslahat gereği veya sınıf ve kavim çıkarları gibi menfaatler
değildi asla; bu eğilimin ana sebebi beşerî egemenlikleri reddedip sadece Allah’ın
hakimiyetini kabullenmekti, ki bu da her şeyden ziyade zorbalarla müstekbirlerin sosyal
gücüne yönelik bir tehdit sayıldığından onların muhalefetine neden oluyordu. Daha
önceki peygamberlerin döneminde de aynı durum yaşanmıştır:
“Nuh’un kavminin eşrafından olan inkarcılar “biz seni, bizim gibi
bir beşerden başkası görmüyoruz; sana, sığ görüşlü olan en aşağılıklarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz ve sizin bize bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine, biz sizi
yalancılar sanıyoruz” dedi.”[458]
“Salihin kavminin müstekbir -büyüklük taslayan-
eşrafı, içlerinden iman edip de, onlar tarafından
zayıf bırakılanlara (mustaz’af müminlere)dediler ki: Siz, Salih’in gerçekten
Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?”Onlar, “Biz, gerçekten
onun görevlendirildiği şeye inanıyoruz!” dediler. Müstekbirler
-büyüklük taslayanlar- “Ama biz de, gerçekten sizin inandığınızı tanımayanlarız!” dediler.[459]
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) peygamberliğinin 3. yılında vahiy meleği gelerek Allah Teala’nın o hazretten (s.a.a)
yakın akrabalarını İslam’a
davet etmesini istediğini
bildirdi:
“-Öncelikle- en yakın hısımlarını uyarıp
korkut. Ve müminlerden sana tâbi olanlara yumuşak davranıp sevgiyle kanat ger. Eğer sana isyan edecek olurlarsa, de ki “ben
sizin yapmakta olduklarınızdan uzağım!”[460]
Bu ayetler üzerine Hz. Resulullah (s.a.a)
Allah’ın emrini kendilerine tebliğ edebilmek için Hz. Ali’ye (a.s) yemek
hazırlamasını ve Abdulmuttaliboğullarını yemeğe çağırmasını söyledi. Hz. Ali (a.s) Hz.
Resulullah’ın (s.a.a) emrini yerine getirmiş, yemeğe yaklaşık 40 kişi katılmıştı. Gelenler arasında Ebu Talib, Hamza
ve Ebu Leheb de vardı. Yemek çok az olduğu ve onca insana yetmesi mümkün olmadığı halde herkes doyasıya yemiş, ama yemek azalmamıştı. Bunun üzerine Ebu Leheb “Bu adam sizi
büyülemiş!” dedi.
Ebu Leheb’in bu uygunsuz lafı, ortamı kirletmiş, tebliğ zeminesini bozmuştu. Hz. Resulullah (s.a.a) konuyu açmaktan
vazgeçti ve bu toplantı hiçbir sonuç alınamadan sona erdi.
Bir başka gün Hz. Ali (a.s) Resulullah’ın (s.a.a) emriyle
aynı daveti tekrarlayıp yemek hazırladı ve Hz. Resulullah (s.a.a) yemekten
sonra şöyle buyurdu:
“Araplar arasında kavmine, benim size getirmiş olduğumdan daha iyi bir şey getireni tanımıyorum. Ben sizin için dünya
ve ahiret hayrını getirdim. Rabbim, sizi O’na davet etmemi emretti! Şimdi aranızdan kim bana yardım edecek olursa o
aranızda benim kardeşim,
vasim ve vezirim olacaktır!”
Herkes susmuştu. Kimse cevap vermiyordu. Hz. Ali (a.s) yavaşça hepsinden küçük olduğu halde “Ey Allah’ın elçisi!Ben sana yardımcı
olacağım!” dedi. Bunun üzerine Hz. Resulullah (s.a.a)
“Bilin ki bu Ali, aranızda artık benim kardeşim, vasim ve vezirimdir, onun sözünü dinleyin
ve emrine itaat edin!”[461]
Bu olay “nübuvvet”le “imamet”in iç içe ve
birbirinden koparılamaz iki önemli esas olduğunu göstermektedir. Zira Hz. Resulullah (s.a.a)
risaletinin ilk yıllarında, peygamberliğini açıkça halka ilan ettiği gün Müslümanların kendisinden sonraki rehber
ve imamının kim olacağını da
açıklayıp belirlemektedir.
Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali’nin (a.s)
imametini sadece Veda Haccı dönüşü Gadir-i Hum’da ve bir tek defaya mahsus olmak
üzere açıklamış değildir; yukarıda anlattığımız “yakın akrabalara İslam’ın tebliği” “Menzilet hadisi”…vb. çeşitli münasebetlerde bu konuyu Müslümanlara
açıklayıp Hz. Ali’nin (a.s) kendisinden sonra rehberlik, liderlik ve imametini
vurgulamıştır.
Gadir’in özelliği çok
tafsilatlı ve görgü şahidlerinin
de çok daha fazla olmasıdır.
Surelerin nüzul tertibinden, Hz. Resulullah’ın
(s.a.a) halka karşı aleni
tebliğinden çok kısa bir süre önce akrabalarına tebliğde bulunduğu anlaşılmaktadır.[462]
ALENÎ
DAVET VE MUHALEFETLERİN BAŞLAMASI
Yüce İslam peygamberi (s.a.a) halkı bir süre İslam’a gizlice davet ettikten sonra, Allah’ın
emriyle bu daveti alenî ve açık şekilde yapmakla görevlendirildi ve müşriklerden çekinmemesi buyruldu:
“Görevlendirilmiş olduğun şeyi açıkça söyle ve -artık- müşriklere aldırış etme, biz alay edenlerin şerrinden seni koruruz”[463]
Hz. Resulullah (s.a.a) bu emir üzerine bir gün
Ebteh’de[464]
durarak halka şöyle
seslendi:
“Ben Allah’ın elçisiyim. Sizi Allah’a tapınmaya
ve size ne bir yararı, ne bir zararı dokunabilen, ne yaratabilen, ne rızık
veren, ne diriltebilen, ne öldürebilen putlardan vazgeçmeye davet ediyorum!”[465]
O günden itibaren Hz. Resulullah’ın (s.a.a) çağrısı yeni bir merhaleye girmiş oldu; artık toplu yerlerde, hac mevsiminde,
Mina’da ve Mekke’nin etrafındaki kabilelerde insanlara açıkça tebliğde bulunuyor, onları İslam’a davet ediyordu.
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) alenî davetinin ilk
günlerinde Kureyşliler
pek fazla tepki göstermediler; ama Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) onların
putlarını açık ve kesin bir dille reddedip, bu putların, ellerinden hiçbir şey gelmeyen bilinçten yoksun taş parçaları olduğunu söyleyince pek öfkelendiler ve o günden
sonra Hz. Muhammed’e (s.a.a) karşı cephe alarak ona muhalefet göstermeye başladılar[466].
Ancak, Mekke’ye egemen olan kabile düzeninde Hz. Muhammed (s.a.a) gibi birine
saldırmak, bütün Haşimoğullarının hışmına ve intikam saldırılarına uğrama tehlikesi taşıdığından, Kureyşliler konu üzerinde gerekli değerlendirmelerde bulunduktan sonra Hz.
Muhammed’i (s.a.a) davetinden vazgeçirmenin yegane yolunun, onun pek sevip
saydığı ve sözünü dinlediği sevgili amcası Ebu Talib’e gitmek olduğuna karar verdiler. Ebu Talib’den, Hz. Muhammed
(s.a.a) üzerindeki nüfuzunu kullanmasını ve onu bu yaptıklarından
vazgeçirmesini isteyeceklerdi. Bu amaçla birkaç kez Ebu Talib’le görüştüler; yaş, soy ve şeref açısından kendisinin seçkin bir sosyal
konumu olduğunu
hatırlatarak yeğenini
onların tanrılarının aleyhine konuşmaktan, dinlerini çirkin göstermekten,
kendilerini akılsız ve atalarını da sapmış kimseler olarak tanımlamaktan vazgeçirmesini
istediler. Bu görüşmelerde
bazen tehdit yoluna başvuruyor,
bazen de mal, servet ve makam vaad ediyorlardı. Bunlardan bir sonuç alamayınca
Ebu Talib’e onu Kureyş’in ünlü
yakışıklı, güçlü ve genç şairi Umare bin Velid b. Muğiyre’yle değiş tokuş etmesi teklifinde bulundular, ama Ebu Talib bu
çirkin teklifi reddedip derhal geri çevirdi. Bir defasında hem Ebu Talib’i hem
Hz. Muhammed’i (s.a.a) ciddi şekilde ölüm ve savaşla tehdid ettiklerinde Hz. Muhammed (s.a.a) şöyle buyurdu:
“Sağ elime güneşi, sol elime ayı verecek olsanız; Rabbim bu
davayı zaferle sonuçlandırıncaya veya bu uğurda canımı verinceye kadar bu işten vazgeçmeyeceğimi bilin!”[467]
Kureyşin terör ve savaş tehdidi üzerine Ebu Talib akrabalık bağını öne sürerek Hz. Muhammed’in (s.a.a) kendi
himayesinde olduğunu
açıkça ilan edip Müslüman veya müşrik, bütün Haşimoğullarını bu doğrultuda seferber etti. Ardından Kureyşlilere ciddi bir uyarıda bulunarak kardeşinin oğlunun kılına dokunmaları halinde Haşimoğulları kabilesinin intikamına maruz
kalacaklarını duyurdu[468].
Kabile savaşları çok
tehlikeliydi ve sonunun nerelere varacağını kimse kestiremezdi; Kureyş büyükleri böyle bir tehlikeyi kabule
hazırlıklı olmadıklarından Ebu Talib’in ciddi uyarısı üzerine geri adım atarak
tehditlerini uygulamaya koymaktan vazgeçmek zorunda kaldılar.
Haşimoğulları’ndan sadece Ebu Leheb bu olayda Hz.
Muhammed’i (s.a.a) desteklememiş ve düşman saflarında yer almıştı.
Burada akla şu soru gelmektedir: Henüz İslam hükümleri ve Kur’an ayetlerinden çok azı
nazil olduğu halde
Kureyşliler Hz. Resulullah’ın (s.a.a) açık davete başlamasıyla birlikte neden derhal ona karşı cephe alıp muhalefete girişmişlerdir? Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a)
risaletinin ilk yıllarında inen ayetlerde, Kureyşlileri bunca korkutan ne vardı sahi? Bu karşı tavırlarının nedeni gerçekten puta ve
putperestliğe bağlılıklarından mı kaynaklanıyordu, yoksa bunun
ardında gizlenen başka
sebepler mi vardı? Bu hassasiyeti Kureyşin eşraf ve ileri gelenlerinin göstermesi ilginçtir.
Çünkü avam kesimi kabile başkanlarıyla aşiret reislerine uyar, onların izinden giderdi,
bu nedenle de avam kesimin istenilen yönde şartlandırılıp yeni dinin aleyhine tahrik
edilmesi Kureyşliler
için işten bile değildi. Çünkü bu kesim kendi örf ve törelerine
körü körüne bir taassupla bağlıydı ve çıkacak her yeni inanç ve dine mutlaka
tepki gösterirdi[469].
Kureyş eşrafının Mekke’deki güç, otorite ve sosyal
nüfuzu dikkate alınacak olursa İslam’a gösterdikleri sert tepkinin nedeni
kolayca anlaşılacaktır.
Kureyşin Ka’be’nin anahtarlarını taşıdığı ve ticaretin nabzını ellerinde tuttuğunu daha önce belirtmiştik; Mekke’nin sosyal ve ekonomik gücü Kureyş kabilesinin tekelindeydi ve hiçbir rakibe
tahammülleri yoktu. Başkalarının
bu kabileye danışmadan ve
onun müsaadesi dışında
Mekke’de herhangi bir harekette bulunma hakkı yoktu. Kureyşliler diğer kabilelerden açıkça haraç alıyor, onlara
ayırımcı davranıyor, Allah’ın evini ziyarete gelen hacıları kendi
belirledikleri kurallara uymaya zorluyorlardı.
Binaenaleyh bu şartlar altında Kureyş eşrafının Hz. Muhammed’in (s.a.a) dinine karşı çıkması aslında gayet doğaldı. Çünkü onun ilk adımdaki genel
sözlerinden, getirdiği yeni
dinin, onların halka kabul ettirdiği dine muhalif olduğunu anlamışlardı. Dahası, sonuçta bazıları onun dinine
uyacak ve Muhammed (s.a.a) halk arasında şöhret kazanacak, insanlar ona yöneleceklerdi ki
bu da mağrur
Kureyşlilerin kabul edebileceği bir şey değildi.
İlk Mekkî surelerle ayetler ve diğer belgeler incelendiğinde Kureyşlilerin davetin daha ilk yıllarında Hz.
Resulullah’a (s.a.a) neden onca karşı çıktıkları kolayca anlaşılabilmektedir, bu neden ve faktörlerin en
önemlileri şunlardı:
Mekk’ye egemen olan sosyal düzenin tam bir
kabile düzeni olması ve Kureyşlilerin çok önemli mevki ve imtiyazları
ellerinde bulundurması Mekke’de bir nevi “Kureyş eşrafının iktidarı”nı egemen kılmıştı. Kureyşin önde gelen zenginleri bu ayrıcalık ve refaha
alışmıştı, bu nedenle de mevcut statükonun bozulmasını
kesinlikle istemiyorlardı. Oysa Hz. Muhammed’e (s.a.a) ilk iman edenler hep
gençler, zayıflar, yoksullar ve kölelerdi. Onun kendisi de eşraftan veya soylular takımından değildi; bilakis, çocukluğundan beri yetim kalmış, gençliği de yoksullukla geçmişti; kabile içindeki statüsü Haşimoğullarının 2. dereceden bir üyeliğiydi, amcası Ebu Talib olanca soyluluk ve şerefliliğine rağmen fakirdi. Bütün bunlar Muhammed’in (s.a.a)
dininin Kureyşlilerin
sosyal düzeni için bir tehdit olduğunu gösteren uyarı işaretleriydi. Nitekim daha ilk günlerden
gençlerin, yoksulların ve kölelerin İslam’a eğilim göstermesinden yakınmaya başlamışlardı. Muhacirleri geri çevirmek için Habeşistan’a giden Kureyş temsilcileri, Necaşi’nin sarayında kendilerini “Mekke eşrafının elçileri” olarak tanıtmadaydı![470]
Kureyşliler tamamen aristokratik ve eşrafçı bir zihniyetle neden Mekke veya Taif eşrafından birinin peygamber olmadığını sormaktadır; Kur’an buna da değiniyor:
“Ve dediler ki “Neden bu Kur’an, şu iki şehir (Mekke ve Taif)deki büyük -ve zengin-bir
adama inmedi?”[471]
Bir tefsire göre bu ayetteki büyük adamdan
maksat Mekke’de Mahzumoğulları
boyunun reisi Velid bin Muğiyre ve Taif’te de şehrin ünlü zengini Urve bin Mesud Sakafi’ydi[472].
Bu ayetin iniş sebebi
hakkında şöyle
yazmışlardır: Velid bir gün “Kur’an nasıl olur da
bana ineceği yerde
Muhammed’e iner?! Ben Kureyşin büyüğü ve reisi değil miyim?”[473]
deyince bu ayet indi.
Binaenaleyh Kureyşliler Hz. Muhammed’e (s.a.a) onların dini
yerine yeni bir din getirdiği için değil, öncelikle onların sosyal düzenini tehdit
eden bir tehlike olduğu için
karşı çıkmışlardı.
Bazı çağdaş araştırmacılar Kureyşlilerin gösterdiği muhalefetlerin bir nedeninin de ekonomik
faktörler olduğunu
söylemektedir. Zira Mekke’de nazil olan bazı ayetler servet biriktirmeyi ve mal
üstüne mal yığmayı şiddetle kınıyordu. Kureyşlilerin Ka’be’nin anahtarlarını taşıdığı ve bu şehrin ekonomik boğazlarını elinde tuttuğunu belirttiğimiz önceki bahislerimizde bazı Kureyş eşrafının astronomik rakamlara varan
servetlerinden örnekler aktarmıştık; bu zengin Kureyşliler sözkonusu ayetlerden dehşete kapılmış ve Muhammed’in (s.a.a) dininin gelişip yayılması halinde maddi çıkarlarının
tehlikeye düşeceği huzursuzluğuna kapılmışlardı. Bu ayetlerden birkaçında şöyle buyruluyordu:
“Kendisini yapayalnız olarak yarattığım o adamı bana bırak.
Hani şu; kendisine bol servet verdiğim adam…
Ve daima yanında, hizmetinde olan evlatlar…
Ve rahat yaşaması için gerekli bütün imkanları önüne
serdim,
Yine de malını, servetini ve evlatlarını
artırmam için hırslanıyor…
Asla! Çünkü o, bizim ayetlerimize düşmanlık etmektedir!”[474]
-*-
“Pek
yakında “sakar”a -cehenneme-atacağım onu.
“Sakar”nedir,
sen bilir misin?
Öyle bir
ateştir ki ne bir şeyi bırakır, ne de ondan bir şey geri kalır
Vücudun
derisini hepten değiştiriverir…”[475]
-*-
“Ebu
Leheb’in eli kurusun!Ve bizzat kendisi kahrolsun!
Malı ve
elde ettiği şey ona hiçbir yarar sağlayamadı.
Çok
yakında alev alev bir ateşe girecek”[476]
-*-
“Arkadan
çekiştirip duran, kaş-göz hareketleriyle aley eden her kişinin vay haline!
Ki o,
mal biriktiren ve malını saydıkça sayandır.
Gerçekten
malının kendisini ebedi kılacağını sanmaktadır.
Hayır,
sandığı gibi değil.
O
Hutame’ye (kırıp döken ateşe)atılacaktır.
Hutame’nin ne
olduğunu sen ne bilirsin?..
Allah’ın
tutuşturulmuş bir ateşidir
Yüreklerden
alevlenen bir ateş…”[477]
-*-
“…Ama
kim Allah yolunda malını bağışlar, Allah’tan korkar ve Allah’ın iyi ödül
verdiğini tasdiklerse
Biz onu
kolay bir yöne yöneltiriz.
Ama
cimrilikte bulunup da kendini müstağni gören.
Ve
Allah’ın iyi ödülünü inkar eden yok mu,
O
kimseyi pek yakında zor bir yöne yönelteceğiz.
Cehenneme
yuvarlandığında
malının ona hiçbir faydası dokunmayacaktır!”[478]
-*-
Bu
ayetlerin metni ve iniş
sebepleri incelendiğinde,
Kureyşlilerin muhalefetlerini dile getirmelerinden
sonra inmiş
oldukları tahmin edilebilir(yani onların ilk adımda muhalefetine yol açan ayetler
bunlar değildir).Ancak,
bu ayetler onların muhalefet ve düşmanlıklarını arttırmış, muhaliflerin çoğalmasını sağlamış olabilir.
Kısacası
Mekke’nin büyük tüccarları ve zenginleri Hz. Muhammed’e (s.a.a) muhalefette
bulunanların başını
çekmedeydi. Tarihi bir belgeyi okuyalım:
“Hz.
Resulullah (s.a.a) kavmini doğru yola ve kendisine inmiş olan nura davet ettiğinde önce ondan kaçmadılar; neredeyse onun
sözlerini kabul edeceklerdi. Ama hazret (s.a.a) onların tağutlarını kötüleyince iş değişti. Taif’ten gelen bir grup zengin Kureyşli[479] onun sözlerini reddederek eleştirdiler, onunla sert bir mücadeleye giriştiler, adamlarını ona karşı şartlandırıp tahrik ettiler, işte o zaman halk ondan uzak durup onu terk
etti…”[480]
Kur’an; Kureyşlilerin Müslümanlığı kabul etmeleri halinde komşu devletlerin hışmına uğrayıp onların saldırılarına maruz kalacakları
korkusundan sözetmekte ve bunun yersiz bir endişe olduğunu belirtmektedir:
“…Ve dediler ki eğer biz de seninle birlikte olur ve doğru yola girersek topraklarımızdan sürülüp
çıkarılırız. Oysa biz onları kendi katımızdan bir rızık olarak her deniz ve her
şehrin ürününün aktarılıp toplandığı güvenli bir Harem’de yerleşik kılmadık mı? Bütün bunlar bizim tarafımızdan
onlara ulaşan
rızıklardır, ama çoğu bunu
bilmez…”[481]
Bir gün Haris bin Nevfel bin Abdumenaf,
Hz. Resulullah’a (s.a.a) “Biz, senin söylediklerinin doğru olduğunu biliyoruz” dedi, “Ama sana inanacak ve sana
katılacak olursak arap kavminin bizi topraklarımızdan çıkarmasından korkuyoruz,
bizim koca arap milletiyle savaşacak gücümüz yoktur”[482]
Bu konuşmalar yer yer İran ve Roma imparatorlarının duyduğu tedirginliği de[483]
dile getiriyordu (bu da o günkü Arapların komşu devletlerden ne kadar korktuklarını
gösteriyor). Nitekim bir gün Hz. Resulullah (s.a.a) arap büyüklerinden
birkaçını İslam’a
davet edip fıtrat ve ahlakla ilgili bazı ayetler okuduğunda hepsi duydukları ayetlerden hayli
etkilenmiş ve bu
ayetleri takdirle karşılamıştı, ama büyükleri olan Musanni b. Harise
“Biz” dedi, “İki su
arasında yaşıyoruz.
Bir tarafımızda arap denizleri ve sahilleri, diğer tarafımızda İran toprakları ve Kesra’nın nehirleri var.
Hiçbir hadise çıkarmayacağımız ve hiçbir suçluya yataklıkta bulunmayacağımıza dair Kesra’yla antlaşmamız var. Senin dinini kabul etmemiz şahların hoşuna gitmeyebilir. Arap topraklarında bizlerden
biri bir hata yapacak olursa bu görmezden gelinebilir; ama böyle bir hata İran tarafından bağışlanmaz!”[484]
O günün dünyasında kabileler arasında pek
yaygın ve kökleşmiş olan kabile düzeninin çok kötü
hastalıklarından biri de değerler konusunda yersiz övünme ve rekabetlerdi.
Hz. Resulullah (s.a.a) Haşimoğulları boyuna mensup olduğundan, diğer kabilelerin reisleri sırf kabile taassubu ve
rekabeti yüzünden kıskançlık gösteriyor ve Haşimoğullarının övünüp onur bulmasına meydan
bırakmamak için Hz. Muhammed’e (s.a.a) uymayı kabul etmiyorlardı! Kureyşin en nüfuzlu ve en zengin boylarından “Mahzumoğulları”na mensup bulunan Ebu Cehil bir konuşmasında bunu açık bir dille beyan edip şöyle diyecekti:
“…Biz Abdumenafoğullarıyla ötedenberi onur ve şeref yarışındayızdır!..Onlar halka yiyecek verdi, biz de
verdik; binek verdiler, biz de verdik; para verdiler, biz de verdik! Böylece
tıpkı yarış atları
gibi diz dize berabere kalmış olduk. Ama onlar bir gün kalkıp “bizden bir
peygamber çıktı, gökten vahiy alıyor!” dediler… Şimdi biz bu konuda nasıl yetişiriz onlara? Yemin ederim ki biz ona asla iman
etmeyecek, asla onun doğru
söylediğini kabul etmeyeceğiz!”[485]
Daha önce hanif dinine mensup bulunan Taif’in
ünlü eşraf ve şairlerinden Ümeyye bin Ebu’sselt[486]
de aynı nedenden dolayı Müslüman olmamıştır. Bu adam ahir zaman peygamberinin geleceğini biliyor, yıllardır bu olayı bekliyordu;
ancak bu göreve kendisinin seçileceğini ummaktaydı. Hz. Muhammed’in (s.a.a)
peygamberlikle görevlendirildiğini duyunca ona uymaya yanaşmadı. Bunun nedenini soranlara da “Sakiyf
kadınlarından utanıyorum” diyor ve şöyle ekliyordu: “Niceden beridir onlara, bir
peygamber gelecek, o ben olacağım, diyordum. Şimdi onların beni Abdumenafoğullarından bir gencin peşinden giderken görmesine nasıl tahammül
ederim?!”[487]
-*-
KUREYŞİN MUHALEFET VE GİRİŞİMLERİNİN SONUÇLARI
Müslümanların sayısı giderek artıyordu. Kureyşliler Ebu Talib’le yaptıkları görüşmelerden bir sonuç alamamış, Haşimoğulları kabilesi Hz. Muhammed’i himaye ettiğini duyurmuştu. Hz. Muhammed’e (s.a.a) hiçbir şey yapamayacaklarını anlayan Kureyşliler, yeni Müslüman olan diğer fertlere baskı ve işkencede bulunarak onları İslamdan vazgeçirmeye karar verdiler[488]
Ancak, ilk Müslümanların hepsi bir kabileden değildi, bu da Kureyşlilerin işini zorlaştıracaktı, her kabileden Müslüman olan birkaç
kişi vardı!Müşriklerin baskı ve eziyetleri sonucu Mekke’yi
terkedip Habeşistan’a
hicrette bulunmak zorunda kalan Müslümanların listesine bakıldığında aralarında Abduşşemsoğulları,Esedoğulları, Abduddaroğulları, Zühreoğulları, Mahzumoğulları, Cumehoğulları, Adıyyoğulları, Harisoğulları, Âmiroğulları ve Ümeyyeoğulları gibi çeşitli kabilelerden birçok kadınla erkeğin bulunduğu görülür. Bu nedenle Kureyşliler herkesin kendi kabilesinin Müslümanlarına
baskı ve işkencede
bulunmasına karar verdiler, böylece başkalarının müdahelesi sözkonusu edilemeyecek ve
kabile taassupları tahrik edilmemiş olacaktı!
Baskı ve işkenceye tabi tutulanlar genellikle kabile desteği ve arkası olmayan mustaz’af Müslümanlardı;
Kureyşliler bu kimsesiz, yoksul ve şehirde yabancı sayılan garip Müslümanlara diş geçirebilmişti ancak[489]:
Erkeklerden Yasir’le oğlu Ammar, Bilal b. Rebek, Hebbab b. Erett,
Ebu Fukeyhe, Âmir b. Fuheyre, Süheyb b. Sinan; kadınlarla
cariyelerden de Sümeyye, Ümmü Ubeys (ve Ümmü Oniys), Zinneyre, Lebibe
(veya Lübeyne) ve Nehdiye; durum ve konumlarına göre açlık, susuzluk,
hapis, dayak, şiddetli
öğle sıcağında Mekke’nin kızgın kumlarına yatırma, o
sıcakta demir zırh giydirme, boynuna ip geçirip çocukların eline bırakma gibi
yöntemlerle baskı ve işkenceye
uğradılar.[490]
Hz. Resulullah (s.a.a) Ebu Talib’le Haşimoğullarının himayesinde bulunduğundan Kureyşliler ona bir şey yapamıyor, ama onun Müslüman kardeşlerine olmadık eziyet ve işkencelerde bulunuyorlardı. Bunu gören peygamber
(s.a.a) geçici bir süre için Habeşistan’a göçmelerini tavsiye ederek “oranın
kralı âdildir ve orası doğruluk ülkesidir”buyurdu[491].
O sırada Müslümanların hicretine en uygun ülke Habeşistandı. İran’
Böylece Hz. Resulullah’ın (s.a.a) tavsiyesiyle
bi’setin 5. yılında[494]
savunmasız Müslümanlardan 15 kişilik bir grup[495]
Mekke’yi gizlice terk ederek Şueybe limanından gemiye binip Kızıldeniz’i
enlemesine aştıktan
sonra Habeşistan’a
vardı. Bu grup Habeşistan’da
2-3 ay kaldıktan sonra Kureyşlilerin Müslüman olduğu ve Müslümanlara artık kötü davranılmadığı söylentileri üzerine Mekke’ye dönecekti[496]
Ancak, baskı ve işkenceler halâ devam ettiğinden bir grup Müslüman daha, aynı yoldan
tekrar Habeşistan’a
hicret etti, bu defa kadınlı-erkekli, hicret eden Müslümanların sayısı 101 kişiydi[497]
ve Cafer bin Ebu Talib onlara başkanlık ediyordu. Bir süre sonra Müslümanların Habeşistan’da yerleşip rahat ve güvenli bir yaşama kavuştuğunu gören Kureyşliler bunu kendi güvenlikleri için bir tehlike
telakki edip kral Necaşi’nin
sarayına temsilci gönderdiler ve Müslümanların kendilerine geri verilmesini
istediler. Bu komplo Ebu Talib’in kulağına gitmiş, o da hemen Necaşi’ye bir mektup yazarak kendisinden oradaki Müslümanları
himaye etmesini beklediklerini bildirmişti[498].
Kureyş temsilcileri Necaşi’nin sarayında Müslümanlar aleyhine
iddialarını öne sürdükten sonra Cafer b. Ebu Talib çok akıllı ve ortam için
uygun bir konuşma
yaparak Necaşi’nin
desteğini almayı başardı. Böylece Necaşi, Kureyşlilerin isteğini geri çevirerek muhacirleri iade etmeyeceğini ve onları kendi himayesine aldığını açıkladı[499].
Hicret edenlerin hepsi işkenceye uğrayan kimseler değildi, aralarında Kureyşlilerin dokunmaya cesaret edemeyeceği güçlü kabilelere mensup olanlar da vardı, ama
Mekke, sonuçta bütün Müslümanlar için bir baskı ve hafakan ortamıydı. Hz.
Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) amacı Müslümanları baskı ve işkence ortamından uzaklaştırmanın yanı sıra muhtemelen Habeşistan’da İslam’ın bir üs edinmesini de sağlamak ve İslam düşmanlarına karşı bir üs oluşturmak da olabilirdi. Nitekim Müslümanlar Habeşistan’da tebliğde de bulunmuş ve kral Necaşi Müslüman olmuştu; onun yüce İslam peygamberiyle (s.a.a) sık sık bağlantılar kurduğu bilinmektedir[500]
Kureyşlilerin buraya temsilci göndermeleri de, bundan
duydukları tedirginliğin bir
sonucu olsa gerektir.
Belge ve karineler, Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
muhacirlerin durumlarını yakından izlediğini gösteriyor, mesela bu muhacirlerden biri
olan Ubeydullah b. Cahş’ın
dinden döndüğü ve
sonra da öldüğü haberi
o hazrete ulaşmıştır[501]
Hicret eden Müslümanların bu defa Habeşistan’daki ikametleri uzun sürdü; bunlardan
11’i Habeşistan’dayken
ölmüş, 39’u Hz. Resulullah’ın (s.a.a) hicretinden
önce Mekke’ye dönmüş,
kadınlı erkekli 26 kişilik bir
grup da hicretten sonra ve Bedir Savaşı’nın ardından Medine’ye avdet etmiştir. Son grup Cafer b. Ebu Talib başkanlığında hicri 7. yılda döndü ve Hayber Savaşı bittikten sonra bu bölgede Hz. Resulullah’ın
(s.a.a) huzuruna çıktı[502]
Şia tarihçileri arasındaki meşhur kavle göre Hz. Fatıma (a.s) bi’setin 5.
yılında Mekke’de dünyaya gelmiştir.[503]
Hz. Fatıma (a.s) Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Hz. Hatice’den (a.s) dünyaya gelen
en küçük evladıdır; hicretten sonra Medine’de Hz. Ali’yle (a.s) evlendi. Fatıma
(a.s) daha küçük yaştan
itibaren babasının çektiği zorluklar ve müşriklere karşı verdiği çetin mücadelelere bizzat şahid olacak, o dönemle ilgili hatıralarını asla
unutmayacaktı.
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Allah’ın izniyle bir
gece vakti Mekke’den Beyt’ul Mukaddes’e yolculuğu olan olağanüstü “İsra” olayı ve Beyt’ul Mukaddes’ten göklere
yükselmesi olan “Mirac”vakası Mekke’de vuku bulan iki mucizedir. Her iki hadise
de Mekkî ayetlerde geçer, ancak vuku bulduğu yıl konusunda ihtilaflar vardır.
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu iki yolculuğunun amacı göklerde ve çeşitli gezegenlerle galaksilerde Yüce Allah’ın azametinin nişanelerine şahid olması, melekler ve geçmiş peygamberlerin ruhlarıyla görüşmesi, cennet ve cehennem sahnelerini görüp
buradakilerin durum ve derecelerini müşahede etmesi gibi olağanüstü hakikatlerle tanışmaydı. “İsra” olayını Allah Teala Kur’an’da şöyle anlatır:
“Bu kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için
kulunu bir gecede Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren O Allah yücedir;
gerçekten O, işitendir,
görendir.”[504]
Mirac konusunda da Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu
ilahi yolculukta katettiği merhalelerin beyanından sonra şöyle buyrulmaktadır:
“…O -Peygamber- rabbinin büyük ayetleri ve işaretlerinin bir kısmını bizzat görmüş oldu…[505]
Ehl-i Beyt’in (a.s) 7. imamına (a.s) “Allah’ın
mekanı olmadığına göre
neden Peygamberini göklere götürdü?”şeklinde sorulması üzerine şu cevabı vermiştir: “Yüce Allah zaman ve mekandan münezzehtir.
Onun göklere götürülmesi, meleklerle göklerdeki diğer varlıkların o büyük hazretle görüşmesini sağlayarak onlara lütufta bulunma hikmetini taşır. Ayrıca, Yüce Allah,yere indiğinde gördüklerini insanlara anlatıp onları da
haberdan etmesi için varlık dünyasının uçsuz bucaksızlığı ve acaip mahluklarını peygamberine göstermiş, azametinin çarpıcı ve şaşırtıcı boyutlarının bir kısmını onun da
görmesini irade buyurmuştur.
Olay asla müşebbihenin
(tanrıyı insana benzeten batıl mezhep -çev-)söylediği gibi değildir; Yüce Allah cisim, madde ve mekana sahip
bulunmaktan münezzehtir”[506]
Hz. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) göklere
yolculuğu hakkında birçok rivayet nakledilmiştir; ünlü müfessir Tebersi bunları dört kısma
ayırır:
1- Mütevatir olduğu için kesin ve sahih sayılan rivayetler
(miracın esasen doğru olduğunu gösteren rivayetlerdir)
2- Hz. Resulullah’ın (s.a.a) göklerde gezmesi
ve peygamberleri, cenneti, cehennemi…vb. görmesi gibi akla aykırı olmayan ve
kesin doğrularla
çelişir bir yanı bulunmayan olaylarla ilgili
rivayetler.
3- Zahiri -dış görünümü- ayet ve rivayetlerdeki kesin doğrularla çelişiyormuş gibi görünen, ama aslında makul açıklamaları
-tevili-olan hadisler. Bu tür hadis ve rivayetleri İslam inancına uygun şekilde ve kesin delillerle tevil etmek gerekir.
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) cennetlikleri cennette ve cehennemlikleri de
cehennemde görmesi gibi rivayetler bu türdendir. Bunun tevili Resulullah’a
(s.a.a) gösterilen sahne, gerçek cennetle cehennemin bir nevi timsalidir ve
bunlar o hazretin gözünde aslının canlandırılmasıdır”şeklindedir.
4- Zahiri itibarıyle kabulü mümkün olmayan,
hiçbir tevil ve açıklamaya da yer bırakmayan şeyler, örneğin “Resulullah’ın (s.a.a) bu yolculukta Allah’ı
zahir gözüyle görmesi, O’nunla sohbet etmesi ve tahtında, O’nun yanına
oturması…”gibi şeyler
bâtıl ve asılsızdır[507].
İmamiye ulemasına göre Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
miracı fizikî ve cismanidir, yani hem ruhu hem cismiyle bu yolculuğa çıkmıştır[508]
Sahih rivayetlere göre 5 vakit yevmiye
namazları miracda farz olmuştur[509].
Hz. Resulullah’la (s.a.a) Hz. Ali (a.s) ve Hz. Hatice’nin (a.s) miracdan önce
kıldıkları namaz farz namaz değildi, bir başka yoruma göre de yevmiye namazlarından farklı
ve daha kısıtlı bir namazdı[510]
Kureyş’in ileri gelenleri Ebu Talib’e yaptıkları
baskılardan bir sonuç alamayınca ve Habeşistan’a hicret eden Müslümanları da geri
çeviremeyince çıkmaza girmişlerdi. Diğer taraftan önemli ve saygın kişiler de Müslüman olmaya, çeşitli kabilelerden türlü insanlar da onlara
katılmaya başlamıştı. Müslümanlar günbegün çoğalıyordu! Haşimoğullarıyla Muttaliboğullarını Hz. Muhammed’i (s.a.a) korumaktan
vazgeçirip onu kendilerine teslime zorlamak amacıyla bu kabileye yeni ve daha
geniş çaplı bir baskı uygulamayı düşündüler: Ekonomik ambargo ve sosyal boykot! Bu
kararı hemen fiile geçirerek aralarında bir antlaşma metni imzaladılar, bu ahitnameye göre Haşimoğullarına kız vermeyecek, onlardan kız
almayacak,o nlara hiçbir şey satmayacak ve onların sattığı hiçbir şeyi de almayacaklardı![511]
Mekke halkının tek geçim yolunun ticaret olduğunu söylemiştik; bu ticaret ise tamamen Kureyşlilerin tekelindeydi. Bu da, onların ambargo
uyguladığı her
fert veya grubun mahvolması anlamına geliyordu!Bu nedenle Kureyşliler bu kez kazanacaklarından tamamen emindiler;
Haşimoğulları çok geçmeden mutlaka dize gelecekti!
Bazı kaynaklarda Kureyşlilerin imzaladığı ahitnamenin şartlarından olduğu yazılan[512]
Haşimoğullarıyla evlilik ve muaşeret yasağı ise daha ziyade sosyal amaçlı bir ambargoydu;
Haşimoğullarını sosyal alanda da yanlızlığa itmek ve sürekli bir baskı altında tutmak
istiyorlardı.
Kureyşlilerin bu ahitnameyi imzalaması üzerine Ebu
Talib’in önerisiyle[513]
Ebu Leheb dışındaki
bütün Haşimoğulları kafiri ve Müslümanıyla[514] “Ebu Talib Vadisi”nde[515]
toplanıp buraya yerleştiler[516]
ve üç yıl süren amansız ambargo boyunca burada yaşadılar[517]
Kureyşin imzaladığı ahitname sadece sosyal ve ekonomik boyutlar
taşısa da bu inatçı kafir güruhun Hz. Peygamber
(s.a.a)le Haşimoğullarına duyduğu öfke ve kin doruğa ulaşmıştı, “bizimle Haşimoğulları arasındaki bir savaş, ancak Muhammed’in (s.a.a) öldürülmesiyle son
bulacak” diyorlardı. Ebu Talib onların bu sözlerini duyduğunda, çok sevdiği Hz. Resulullah’ın (s.a.a) ve diğer Haşimoğullarının canını koruyabilmek için onları bu
vadide toplamayı uygun bulmuştu, böylece güvenliğin sağlanması daha kolaydı. Kaynaklarda sayıları 40
kişi olarak geçen[518] Haşimoğulları erkeklerini silahlandırarak bu vadinin
etrafında nöbet tutturdu. Her gece Hz. Resulullah’ı (s.a.a) uyandırıp onun
yerini değiştiriyor, fark edilmemesi için de bizzat kendi oğlu Hz. Ali’yi (a.s) görülmemiş bir fedakârlıkla o hazretin yatağında yatırıyor[519],
böylece Kureyşlilerin
muhtemel bir terör veya gece baskınına karşı o hazretin (s.a.a) can güvenliğini sağlıyordu.
Bu süre zarfında Kureyşliler Ebu Talib Mahallesi’ne gıda maddesi girişini yasakladı, kimse Haşimoğullarına mal satmıyordu, çok zor bir durumdu
bu… Sadece haram aylarda, yani hac ve umre mevsiminde Haşimiler yiyecek maddelerinin temini için şehre giriyordu.[520]
Ama bu sefer de Kureyşliler
Mekke’ye mal getiren kervanları önceden uyararak Haşimilere mal satmaları halinde bütün mallarının
yağmalanacağı tehdidinde bulunuyorlardı![521]
Haşimoğulları onlardan bir mal almak istediğinde de fiatı çok yükselterek o malı almalarını
engelliyorlardı!..[522]
Ebu’l Âs bin Rebiy’le[523]
Hekim bin Hezam[524]
Kureyşlilere fark ettirmeden bazen Ebu Talib
Mahallesi’ne yiyecek maddesi sokuyordu. Haşimoğullarından da Hz. Ali (a.s) bazı geceler
gizlice şehre
girip yiyecek ve gıda malzemeleri getiriyordu[525].
Bu müddet zarfında hem Hz. Muhammed’in (s.a.a)
hem de Hz. Hatice’yle (a.s) Ebu Talib’in bütün parası ve malı mülkü bitmiş, çok büyük bir yoksulluğa düşmüşlerdi[526].
Hz. Hatice (a.s) bütün servetini burada Hz. Resulullah (s.a.a) için harcamıştı[527]…
Bu amansız ambargonun üzerinden tam üç yıl
geçmişti. Bir gün Hz. Resulullah (s.a.a) amcası Ebu
Talib’i Kureyşlilere
göndererek, onların imzaladığı ahitnameyi güvelerin yediğini haber verdi.[528]
Diğer taraftan Kureyşin en saygın boyu olan Haşimoğullarının perişan ve içler acısı hali, ahitnameyi
imzalayanlardan çoğunun
utanıp pişmanlık
duymasına neden olmuştu[529],
bu grubun önayak olmasıyla menfur antlaşma iptal edildi[530]
ve Haşimoğulları evlerine döndüler[531]
İmam Ali (a.s) Muaviye’ye yazdığı bir mektupta bu çile dolu çetin dönemi şöyle tarif eder:
“…Kabilemiz (Kureyş) peygamberimizi öldürmek ve bizim (Haşimoğullarının)kökümüzü kazımak istemişti… Ne dertlere, ne elemlere boğdular bizi… Başımıza neler getirdiler… Rahat yaşamayı haram ettiler bize, sürekli bir
tedirginlik ve korkuda bıraktılar… Zor şartlarda sarp bir dağa sığınmak zorunda bıraktılar bizi… Bize karşı savaş alevini tutuşturdular. Ama Yüce Rabbim O’nun şeraitini bizim korumamızı, şeraitinin hürmetinin bizim elimizle muhafaza
edilmesini mukadder kıldı. Mümin olanlarımız bu yolda Allah’ın rızasını ummada,
O’nun sevabını dileyerek direnmedeydi; kafir olanlarımızsa soylarını boylarını
koruma gayretkeşliğindeydi…
Ama Kureyşten biri Müslüman olacak olsa, bize ettikleri
eziyetleri ona etmiyorlardı; ya onları koruyacak bir müttefikleri oluyordu ya
da akraba ve hısımları onun yardımına koşuyor, böylece canını kurtarmış oluyordu!..”[532]
Bi’setin 10. yılı, Haşimoğullarının Ebu talib Vadisi’nden kurtuluşundan kısa bir süre sonra önce Hz. Hatice (a.s)
ardından da Ebu Talib vefat etti[533]
Çok sevdiği bu iki büyük insanın vefatı Hz. Resulullah’ı
(s.a.a) hüzne boğmuştu[534].
Bu samimi ve vefakâr hâmilerinin ölümüyle birlikte çok zor ve acı olaylar ard
arda gelecek[535]
Hz. Muhammed (s.a.a) için çok zor ve sıkıntılı bir dönem daha başlayacaktı…
Bu iki büyük insanın yokluğunun Hz. Resulullah’a (s.a.a) çok ağır gelmesi doğaldı. Zira Hz. Hatice her ne kadar Ebu Talib
gibi bütün şehirde
Resulullah’ı (s.a.a) koruma ve savunma konusunda etkin olamasa da; ev ortamında
o hazretin dertlerini paylaşan sevgi ve şefkat dolu bir eş, vefakar bir dostuydu, buna ilaveten İslam dini için de fevkalade samimi ve fedakar
bir hâmiydi, sorunlar ve zorluklar karşısında Hz. Resulullah’a (s.a.a) daima destek
oluyordu; o hazretin (s.a.a) biricik yâri, huzur kaynağıydı[536].
Hz. Resulullah (s.a.a) ömrünün son demlerine kadar bu eşsiz kadını hep sevgi ve saygıyla anmış[537] onun Müslümanlıktaki
öncülüğünü ve bu uğurda katlandığı eziyet ve cefayı hep övmüş, asla unutmamıştır. Bir gün Ayşe’ye şöyle buyuracaktı:
“Rabbim, Hatice’den daha iyi bir eş nasib etmiş değildir bana… Herkes kafirken o iman etti bana,
halk beni yalanlarken o tasdikledi beni, başkaları beni mahrumiyet ve yoksullukta
bırakırken o bütün mal varlığını benim için harcadı ve Rabbim ondan doğan nice evlatlarla rızıklandırdı beni…”[538]
Daha önce de belirtildiği gibi Ebu Talib Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
sadece çocukluk ve gençlik yıllarındaki velisi olup onu öz evladı gibi
yüyütmekle kalmamış;
peygamberlik döneminde de o hazretin en büyük hamisi olup onu bütün gücüyle
desteklemiş, müşriklerin komplo ve düşmanlıklarına karşı göğsünü siper etmekten bir an geri durmamıştır. Ebu Talib hayatta olduğu sürece Kureyşliler Hz. Muhammed’e (s.a.a) dokunamamış buna cesaret edememişlerdir. Bir gün Kureyş büyükleri bir adamı kışkırtarak, Mescid’ül Haram’da namaz kılmakta
olan Hz. Muhammed’in (s.a.a) üzerine bir devenin işkembesini boşalttırdılar! Hz. Ebu Talib olayı duyar duymaz
kılıcını çekip Hz. Hamza’yı da yanına alarak bu çirkinliğe sebep olan Kureyş büyüklerinin üzerine yürüdü ve aynı işkembeyi teker teker onların yüzüne gözüne
buladı![539]
Hz. Ebu Talib vefat ettikten sonra Kureyşliler Hz. Muhammed’e (s.a.a) karşı çok küstahlaşmış, o hazretin üzerine toprak serpecek kadar
azgınlaşmışlardı[540]
Hz. Resulullah (s.a.a) bir gün bunu anlatırken şöyle diyecekti:
“Ebu Talib hayatta olduğu sürece Kureyşliler bana dokunamamıştı…”[541]
İmamiye ulemasının çoğunluğu Ebu talib’in Müslüman olduğunu, ama Hz. Resulullah’ı (s.a.a)
destekleyebilmek için bunu gizlediğini belirtmektedir[542];
cahiliyet toplumunda akrabalık taassubu egemen olduğundan bunu ustaca kullanıyor ve Hz. Muhammed’i
(s.a.a) bütün varlığıyla
koruyup himaye ederken, müşriklere karşı onların saygı duyduğu bu “kan bağı”nı öne sürüyordu![543]
Nitekim Hz. İmam
Sadık (a.s) bunu onaylar ve şöyle anlatır:
“…Hz. Ebu Talib, tıpkı Ashab-ı Kehf gibi
imanını gizliyor, müşrikmiş gibi görünüyordu; bu nedenle de Yüce Allah
onlara iki kat sevap vermiştir…”[544]
Bazı ehl-i sünnet tarihçileri Hz. Ebu Talib’in Müslüman
olmadığını iddia edip onun kafir olarak öldüğünü belirtse de; Hz. Ebu Talib’in bütün
kalbiyle İslam’a
inandığını ve Hz. Muhammed’in (s.a.a) peygamberliğine iman edip bu davaya gönül verdiğini gösteren birçok delil ve karine bu iddiayı
çürütmektedir. Bu belgelerden ikisini özetle aktaralım:
Mevcut
tarihi belgeler arasında Ebu Talib’in Hz. Muhammed’den (s.a.a) açıkça
hak peygamber olarak sözettiğini gösteren birçok şiir ve konuşması vardır[545].
Onun İslam’a gönülden iman ettiğini net olarak gösteren şiirlerinden birkaç örnek verelim:
“Ey Habeş kralı! Bil ki Muhammed de tıpkı Musa’yla İsa gibi hak peygamberidir! Bu ikisinin getirdiği hidayet nurunu o da getirmiştir! Elbet bütün peygamberler Allah’ın emriyle
insanları hidayet eder ve günahtan alıkoyarlar!”[546]
“Muhammed’in de Musa gibi peygamber olduğunu, onun adının ve özelliklerinin daha önceki
semavi kitaplarda da geçtiğini bilmez misiniz?”[547]
“Muhammed’in dininin en mükemmel din olduğuna kesinlikle inanmışımdır ben!”[548]
Ebu Talib’in 7 yıl boyunca Hz. Resulullah’a
(s.a.a) yılmadan destek verip onu canı pahasına himaye etmesi, bu uğurda bütün Kureyşlilerin karşısına dikilip olmadık zulüm ve baskılara yiğitçe direnmesi onun İslam’a gönül vermiş bir mümin olduğunun en güzel delilidir. Bu muhteşem imanı göremeyip inkara kalkışanlar, bunca fedakarlık ve direnişi akrabalık bağlarıyla açıklamaya çalışırlar. Halbuki bir insanın sırf akrabalık
nedeniyle bunca fedakarlık ve özveride bulunması, tahammül sınırlarını aşan onca tahkir, zulüm ve baskıya göğüs gerip türlü tehlikelere karşı canını, malını ve evladını siper etmesi
mümkün değildir.
Bu tür cansiperâne fedakarlıklar ancak iman eden ve davasına gönül veren
insanlara mahsustur.
Eğer Ebu Talib sırf akrabalık bağı nedeniyle bunları yaptıysa, Hz. Resulullah’ın
(s.a.a) Abbas ve Ebu Leheb gibi diğer amcaları neden aynı şeyi yapmadı sahi?![549]
Birçok araştırmacı, Hz. Ebu Talib’in kafir olduğu iddiasını ispatlama gayretlerinin altında, o
dönemle ilgili bazı kavmî taassup ve siyasi nedenlerin yattığına inanır. Çünkü Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
daha sonra birbiriyle siyasi rakiplere dönüşen büyük sahabelerinin çoğunun geçmişinde putperestlik vardı. Aralarında puta hiç
tapmamış ve çok küçük yaştan itibaren Hz. Resulullah’ın (s.a.a) elinde
büyüyüp onun özel terbiyesiyle eğitilmiş olanları sadece Hz. Ali’ydi (a.s) Hz. Ali’nin
(a.s) üstün meziyet ve makamını küçülterek onu kendi seviyelerinde biri gibi
göstermek isteyenler, kavmî taassuplara sığınarak babasının kafir olduğunu iddia edecek ve böylece “Ali de bizim gibi
bir putperestzâdedir nihayet!” diyebileceklerdi!..Gerçekte, Hz. Ebu Talib’in
tek suçu, Hz. Ali’nin (a.s) babası olmasıydı! Onun Ali (a.s) gibi bir oğlu olmasaydı, şüphesiz bu iftiraya maruz kalmayacaktı!..
Bu çirkin haksızlıkta Emevilerle Abbasilerin de
büyük payı olduğu
bilinmektedir. Zira hiçbiri soy ve ced bakımından Hz. Ali’yle (a.s) aynı
konumda değildi ve
hem ilk Müslümanlık, hem İslam’a hizmet bakımından onun kadar parlak bir
geçmişleri yoktu. Bu nedenle de babasıyla uğraşma yolunu seçtiler; babasının Müslüman olmadığını söyleyerek Hz. Ali’nin (a.s) mertebesini
küçültmeye çalıştılar.
Oysa Hz. Ebu Talib’e yakılan bu iftira, Hz.
Resulullah’la (s.a.a) Hz. Ali’nin (a.s) amcası ve Abbasi hanedanının ceddi olan
Abbas b. Abdulmuttalib’in durumuyla daha fazla bağdaşmaktadır aslında. Çünkü Abbas, Mekke’nin
fethedildiği hicri
8. yıla kadar Mekke’de kalmış ve Bedir savaşında kafirlerin ordusuna katılmış, bu savaşta Müslümanlara esir düşüp fidyeyle serbest bırakılmıştır. Mekke fethi olayında da, Müslümanların
Mekke’yi kesinlikle ele geçireceğini görünce alelacele yola çıkıp İslam ordusuyla karşılaşmış, onlara katılıp Mekke’ye dönmüş ve müşrik ordusunun komutanı olan Ebu Süfyan’ı
kurtarabilmek için Peygamber’e (s.a.a) gidip aracı olmuş, epey uğraştıktan sonra da bunu başarmıştır!
Bütün bunlara rağmen, kimse kalkıp da “Abbas kafirdi!” dememiştir!
Gerçek buyken, bu iki isim hakkında bunca
farklı yargılarda bulunulmuş olmasını doğal karşılamak ve Hz. Ebu Talibe atılan bu çamurun siyasi çıkarlardan kaynaklandığını görmemek mümkünmüdür?
Bu nedenledir ki araştırmacılar, Hz. Ebu Talib’in küfrünün iddia
edildiği hadislerin uyduruk olduğunun altını çizmektedirler[550]
Hz. Hatice hayatta olduğu sürece Hz. Resulullah (s.a.a) başka kadınla evlenmedi.[551]
Onun vefatından sonra evlendiği kadınların Ayşe’den başka hepsi duldu. Bunların ilki olan Sevda’nın
kocası Sekran bin Amru Habeşistan’a hicret eden muhacirler arasındaydı,
Sekran orada vefat edince Sevda kimsesiz kalmıştı.
Bazı şarkiyatçılar Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
evlilikleri konusunda son derece çirkin töhmetlerde bulunmuş ve bunları şehvet düşkünlüğüyle yorumlama yoluna gitmişlerdir[552].
Oysa yapılacak insaflı bir araştırma; bu evliliklerin hiçbirinin alelade ve
rastgele gerçekleşmemiş olduğunu, tamamında
sosyal ve siyasi etkenlerin rol aldığını ve İslam’ın maslahatları cihetinde gerçekleştiğini gözler önüne sermektedir. Bu kadınlardan
kimi dul kalınca kimsesiz duruma düşmüş, Hz. Resulullah (s.a.a) onları nikahlayarak
himayesine alıp geçimlerini sağlamıştır. Kimi, büyük aileler ve güçlü kabilelere
mensup olduğundan
Hz. Peygamber (s.a.a) onlarla evlenmek suretiyle bu kabile ve ailelerin desteğini kazanmıştır. Bu evliliklerden bazısı ise toplumdaki
batıl gelenekler ve cahiliyet törelerini yıkmayı amaçlıyordu. Bunları gözler
önüne seren delil ve karinelerden birkaçını açıklamamızın yararlı olacağın sanıyoruz:
1- Hz. Resulullah (s.a.a) ilk evliliğini, gençliğinin baharını yaşaması gereken 25 yaşında yapmış ve bütün gençliğini daha önceki evlilik hayatında yitirmiş olan ve kendisiyle bir hayli yaş farklılığı bulunan Hz. Hatice’yle evlenmiş ve 25 yıl onunla yaşamıştır.
2- O günkü toplum geleneklerinde birkaç kadınla
evlenmek gayet yaygın olup normal karşılandığı halde, Hz. Hatice hayatta olduğu sürece ondan başkasıyla evlenmemiştir.
3- Bazısı hicretten çok az önce ve çoğu hicretten sonraya rastlayan bu evlilikleri
ise, onun 50 yaşından
sonra yapmış olduğu evliliklerdir. Bu ise her şeyden önce artık yaşlanmış olduğu bir çağdır; dahası Hz. Resulullah’ın (s.a.a) türlü
siyasi, sosyal ve askeri sorunlarla uğraştığı, hayatının en çetrefilli müşkülatlarıyla dolu bir dönemdir. Bu durumdaki
birinin keyfini düşünebilmesi
mümkün müdür gerçekten? Esasen Hz. Peygamber’in (s.a.a) Medine’de bu tür işlerle uğraşacak zamanı var mıydı?
4- Çeşitli huylara, farklı karakter ve farklı
zevklere sahip olan ve bazıları kadınca kıskançlık ve huysuzluklarıyla Hz.
Peygamber’i (s.a.a) defaatle incitip huzurunu bozan kadınlarla[553]
yaşamanın “zevk-ü sefaya düşkünlük”olduğunu kim iddia edebilir?
5- Resulullah’ın (s.a.a) eşlerinin farklı kabilelere mensup olması ve
hiçbiri arasında kabile ve akrabalık bağı bulunmaması bir tesadüf müdür?
6- Yesrib’e hicret ettikten sonra İslam yayılmaya ve Resulullah’ın (s.a.a)
gönüllerdeki manevi nüfuzu artmaya başlamış, buna ilaveten sosyal ve siyasi konumu da
hayli güçlenmişti, bu
nedenle de kabile reisleri kızlarını o hazretle evlendirebilmek için can
atıyorlardı. Buna rağmen
hazretin (s.a.a) evlendiği hanımlar genellikle yaşlı, dul ve kimsesiz kadınlardı ve kendisi
erkeklerin bakire kızlarla evlenmesini tavsiye ediyordu. Burada Hz.
Resulullah’ın eşlerinden
birkaçını örnek olarak aktarmamız yararlı olacaktır:
İslam’ın azılı düşmanı Ebu Süfyan’ın kızıydı ve
Resulullah’ın (s.a.a) halasının oğlu olan Ubeydullah b. Cahş’la evliydi. Ubeydullah, hicret ettikleri Habeşistan’da İslamdan çıkarak hırıstiyan olmuş, çok geçmeden de içkiye aşırı düşkünlüğü yüzünden canından olup kafir olarak ölmüştü[554]
Hz. Resulullah (s.a.a) bu olayı öğrenince hicretin 6. yılında[555] Amru b. Ümeyye Zem’eri’yi Habeşistan’a göndererek Necaşi’den Ümmü Habibe’yi kendisine nikahlamasını
istedi ve Necaşi onunla Hz. Peygamber’in (s.a.a) nikahını
kıydı. Ümmü Habibe bir yıl daha Habeşistan’da kaldıktan sonra hicretin 7. yılında
son muhacir grupla birlikte Medine’ye döndü[556]
bu sırada 30-40 yaşlarındaydı[557].
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu Müslüman kadınla
evliliğinin, onun gönlünü almak ve himaye etmekten başka amaç taşımadığı apaçık ortadadır. Çünkü bu kadıncağız sırf Müslüman olduğu için putperest babasıyla akrabalarının hışmına uğrayıp onlardan kopmuş, Müslüman eşiyle birlikte Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalmış, bu gurbet diyarında da yegane munisi olan
kocasını kaybetmişti. Bu
durumda Hz. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) eşi olmaktan daha kıvanç ve teselli verici ne
olabilirdi?
Hırıstiyan şarkiyatçıların dediği faraziyeyi kabul edecek olursak, öyle birinin
başka ülkede yaşayan ve dönüp dönmeyeceği bile belli olmayan bir kadını nikahlaması
neyle açıklanabilir?
Asıl adı Hind olan Ümmü Seleme; Ebu
Ümeyye Mahzumi’nin kızıydı. İlk kocası Mahzumoğulları’ndan Ebu Seleme(Abdullah)[558]
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) halasının oğluydu[559]
Bu Müslüman çiftin dört çocuğu vardı ve aralarından birinin adı “Seleme”olduğundan kendileri “Ümmü Seleme” ve “Ebu
Seleme künyeleriyle tanınıyordu[560]
Ebu Seleme Uhud savaşı’nda aldığı bir yara nedeniyle hicretin 3. yılı
Cemadi’ussâni’sinde şehid
oldu.[561]
Bu sırada muhtemelen Ümmü Seleme’yle kocasının kabilesi olan Mahzumoğulları’ndan Medine’de kimse yoktu, çünkü
kendisi “Ebu Seleme öldüğünde” diyor “Çok üzülmüş, kederlenmiştim. Kendi kendime “işte gurbet içinde gurbet!” diyordum; şimdi öyle ağla, öyle gözyaşları dök ki dillere destan olsun!”[562]
Hz. Resulullah (s.a.a) hicretin 4. yılında onu
nikahladı[563],
bu sırada Ümmü Seleme artık iyice yaşlanmıştı[564]
Görüldüğü gibi Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu evliliği de yaşlı bir dul kadınla yetim çocuklarının bakımını
üstlenebilmek için gerçekleşmiştir. Yaşlı bir dulla evlenip onun dört yetim yavrusuna
kucak açmak bizzat bir çile ve riyaset değil midir?
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) eşleri arasında takva, dindarlık ve maneviyat
bakımından Hz. Hatice’den sonra en efdal olanı Ümmü Seleme hazretleriydi[565].
Bü büyük kadın imamet ailesine gönülden bağlılık duymadaydı; nitekim Hz. Resulullah’ın
(s.a.a) Ehl-i Beyt’i (a.s) tarafından defalarca velayetin ilim ve sırlarına
ehil görülmüş,
bunları sadakatle muhafaza etmişti.[566]
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) halasının kızıydı.
Daha önce Hz. Resulullah’ın (s.a.a) evlatlığı olan Zeyd b. Harise’yle evlenmiş[567] , ondan
ayrıldıktan sonra Hz. Peygamber’le (s.a.a) nikahlanmıştır.
Zeyd, Hz. Hatice’nin kölesiydi; Hz.
Hatice Hz. Resulullah’la (s.a.a) evlendiğinde Zeyd’i ona hediye etmiş, hazret de (s.a.a) bi’setten önce Zeyd’i azad
edip kendisine evlatlık olarak kabullenmişti. Bu nedenle o günden sonra Zeyd’e
“Muhammed’in oğlu” denilmeye
başlanmıştı[568]
Bi’setten sonra Yüce Allah cahiliyet dönemi
kurallarına dayalı evlatlık töresini batıl ilan ederek şöyle buyurmuştur:
“Yüce Allah evlatlıklarınızı sizin gerçek oğullarınız saymamıştır; bu söz sadece sizin ağzınızdan çıkan -batıl- bir sözdür, Allah ise
hakkı söyleyendir ve doğru yola
hidayet edicidir.
Evlatlıklarınızı kendi babalarının adıyla çağırın, Allah katında bu daha âdilcedir. Eğer babalarını tanımıyorsanız o zaman da sizin
din kardeşleriniz
ve azadlınız sayılırlar. Hata yaptığınız (bilmeden ve farkında olmadan onları başkalarının adıyla çağırdığınız)için size bir korku yoktur -bu yüzden
kınanmazsınız- ama bilerek ve kasten söylediğiniz şey için hesaba çekileceksiniz, şüphesiz, Allah affedici ve bağışlayıcıdır”[569]
Bu ayetler indikten sonra Hz. Resulullah
(s.a.a) Zeyd’e “Sen Harise’nin oğlusun”buyurdu ve o günden sonra onu
“Resulullah’ın (s.a.a) azadlısı”olarak çağırdılar[570]
Hz. Resulullah (s.a.a) Zeyneb’i Zeyd’e istedi.
Zeyneb önce bunu kabule yanaşmadı. Çünkü o, ünlü Kureyş kabilesine mensuptu ve Abdulmuttalib’in
torunuydu; Zeyd ise Kureyşten olmadığı gibi, azad edilmiş bir köleydi de!.. Ancak, Resulullah’ın (s.a.a)
bu evliliğe çok
temayül göstermesi üzerine nihayet kabul edecek ve Zeyd’le evlenecekti. Bu
evlilik İslam’ın
ırk ve sınıf ayrıcalıklarını tanımadığının ve bunu ortadan kaldırdığının bir göstergisi olmuş, bunun fiili örneği sayılmıştı, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) ısrarındaki
hikmet de zaten buydu!
Ne var ki çiftler anlaşmıyor, aralarında huzursuzluk eksik olmuyordu,
çok geçmeden iş boşanma noktasına varmıştı. Zeyd birkaç defa Zeyneb’i boşamak istediyse de Hz. Resulullah (s.a.a) “eşinden ayrılma!”buyurarak evliliğini hoşlukla korumasını tavsiye etmedeydi[571].
Ancak bu evlilik yürümedi ve sonunda Zeyd eşinden ayrıldı. Bu boşanmadan sonra Allah Teala, araplar arasında
evlatlığın eşiyle evliliği yasaklayan cahiliyetin batıl töresini ortadan
kaldırmak ve bu evliliği Müslümanlara
kolaylaştırmak için Hz. Resulullah’a (s.a.a) Zeyneb’le
evlenmesini emretti. Cahiliyet dönemi arapları, erkek evlatlığı her açıdan öz evlat sayıyor, bu nedenle de
onun dul eşiyle
evliliği caiz bulmuyorlardı. Kur’an-ı Kerim bu evliliğin gayesini şöyle açıklar:
“Hani sen, Allah’ın kendisine nimet verdiği ve senin de kendisine nimet verdiğin kişiye (Zeyd) “eşini yanında tut ve Allah’tan sakın” diyordun. İnsanlardan da çekinerek Allah’ın açığa vuracağı şeyi kendi nefsinde saklı tutuyordun[572];oysa
Allah kendisinden çekinmene çok daha layıktı. Artık Zeyd ondan ilişkisini kesince biz onu seninle evlendirmiş olduk; ki böylelikle evlatlıklarının
kendilerinden ilişkilerini
kestikleri (kadınları boşadıkları)zaman, onlarla evlenme konusunda
müminler üzerine bir güçlük olmasın, Allah’ın emri uygulanabilirdir(bu tür
evlilik yasağı
kaldırılmalıdır)”[573]
Münafıklar bu evliliği yeni iftiralara vesile ederek “Muhammed
(s.a.a) oğlunun boşadığı eşiyle nikahlandı” dediler[574].
Yüce Allah, bunlara cevap olarak şöyle buyurdu:
“Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin
babası olmamıştır -ve
değildir- ancak o, Allah’ın elçisi ve
peygamberlerin sonuncusudur ve Yüce Allah her şeyi bilendir![575]
Bazı hırıstiyan şarkiyatçılar bu evliliği dallandırıp budaklandırmış ve adeta bir aşk hikayesine çevirmiştir[576],
ancak bu iddia, peygamberlerin nübuvvet ve ismetiyle asla bağdaşmaz. Kaldı ki yukarıda belgeleri açıklandığı üzere bu olayın aslı tamamen başkadır ve tarihî belgelerden kayıtlı olduğu gibi Kur’an’da da apaçık anlatılmaktadır.
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) birden fazla evlilikte
bulunmuş olmasının nedenleri, bazı eşlerinin kısa biyografileri hakkında aktardığımız bu birkaç örnekten sonra yeterince anlaşılmış olduğundan bu kadarla yetiniyor ve aşağı yukarı aynı nedenlerle benzerlik taşıyan diğer evliliklerini teker teker sıralamaya gerek
kalmadığını sanıyoruz.
Taif Mekke’nin yaklaşık
Hz. Hatice’yle Ebu Talib’in vefatlarından sonra
Kureyşlilerin Hz. Muhammed’e (s.a.a) uyguladığı baskı ve eziyetler pek artmış, Mekke’de tebliğde bulunmak iyice zorlaşmıştı. Ama insanların İslam’a davet edilmesi gerekiyordu ve bu ilahi
vazife terk edilemezdi. Bu nedenle Hz. Muhammed (s.a.a) Taif’e gitmeye ve
buranın halkını İslam’a
davet etmeye karar verdi, Taif’te kendisini destekleyecek insanlar
bulunabilirdi. Zeyd bin Harise’yle[578]
Hz. Ali’yi (a.s) de bu yolculukta yanına almıştı[579]
Taif’te, Sakif’in eşrafından olan üç kardeşle görüştü, bunlardan biri Kureyşin Cumeyh boyundan evliydi.[580]
Hz. Resulullah (s.a.a) onları İslam’a davet edip kendilerinden yardım istedi,
ama kabul etmedikleri gibi çok kaba da davrandılar. Bu haber Mekke’ye ulaşacak ve Kureyş’in kulağına varacak olursa onların küstahlık ve
saldırganlığını
artırabilirdi. Bu nedenle Hz. Resulullah (s.a.a) bu olayı kapatmalarını ve
mümkünse bu görüşmeden
kimseye sözetmemelerini rica etti ama hazreti dinlemediler.
Resulullah (s.a.a) Taif’in diğer büyüklerine gitti, onlar da kabul etmediler,
diğer taraftan gençlerin onun dinine girmesinden
endişelenmeye başlamışlardı[581]
Bu nedenle şehrin
serserileriyle kölelerini Hz. Resulullah’ın (s.a.a) peşine takıp yüksek sesle hazreti yuhalattılar, taş yağmuruna tuttular, bu çirkin saldırılar sırasında
Hz. Resulullah (s.a.a) ayağından, onu korumaya çalışan Zeyd de başından yaralanmıştı.
Hz. Resulullah (s.a.a) Kureyş zenginlerinden Utbe’yle Şeybe’ye ait bir üzüm bağına varmıştı; güç bela bir asmanın gölgesine çekilip oturdu
ve Rabbine yakarıp dua etmeye başladı.
Taifli serserilerin hazretin peşine takılarak ona nasıl eziyetlerde bulunduğuna şahid olan Utbe’yle Şeybe bu manzaraya dayanamayıp Addas adlı
Neynevalı hırıstiyan hizmetçileriyle hazrete biraz üzüm gönderdiler. Hz.
Resulullah (s.a.a)ın “Bismillah” diyerek üzüm yemesi Addas’ın dikkatini
çekmişti, merakla bunun nedenini sorunca hazret
kendisinin peygamber olduğunu söyleyip ona kısaca İslam’ı anlattı. Addas bunları duyunca kendisini
hazretin ayaklarına atıp onun yaralı ayağını öptü, ellerine kapanıp hazreti buselere boğdu[582]
ve orada Müslüman oldu[583]
Hz. Resulullah (s.a.a) Taif’te on gün kaldıktan
sonra[584] Sakiflerin İslam’a inanıp kendisine yardımcı olmasından
ümidini kesip Mekke’ye döndü.
Bazıları Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Taif dönüşünde Mekke’ye girebilmek için Mut’
1- On yıl davet ve tebliğde bulunup putperestlerle mücadele eden Resulullah’ın (s.a.a) bir
putpereste sığınma
zilletine katlandığı kabul
edilebilir mi? Oysa Resulullah’ın (s.a.a) bütün hayatı boyunca kimsenin minneti
altında yaşamamış olduğu bilinmektedir.
2- O sırada Ebu talib dünyadan göçmüş olsa da Haşimoğulları var güçleriyle henüz meydandaydı ve
aralarında Hamza gibi cesur yiğitler vardı ki Kureyşliler onların intikam girişiminden daima çekinmekteydi. Nitekim hicret
gecesi Hz. Resulullah’ı (s.a.a) terör etmek istediklerinde Haşimoğullarının intikam gücünden korktukları için
birçok kabileyle işbirliği yapmak zorunda kalmışlardır.
3- Bazı tarihi kaynaklarda Zeyd’in ve Hz.
Ali’nin (a.s) de hazretle birlikte olduğu geçmektedir (ki böyle bir yolculukta Hz.
Ali’nin (a.s) Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yanında olmama ihtimali akla gelmiyor
zaten). Yani Resulullah (s.a.a) yanına iki kişi daha almıştı, bu üç kişi kendilerini kolaylıkla koruyabilirdi ve
herhangi bir korumaya ihtiyaçları yoktu.
4- Hz. Resulullah (s.a.a) Arapların o güne dek
gördüğü en cesur insanlardan biriydi ve onun gibi
birine saldırma cesareti göstermek her yiğitin kârı değildi. Nitekim Hz. Ali (a.s) gibi bir kahraman,
o hazretin savaş
meydanlarındaki cesaretinden sözederken şöyle der;
“… Savaş tandırı iyice kızıştığında hepimiz Resulullah’a (s.a.a) sığınırdık, o sırada hiçbirimiz onun kadar düşmanın yakınında olmazdık…”[585]
5- Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) o günlerde
toplumun çoğu müşkülatının kökü olan kabile düzeniyle mücadele
ediyordu; bu bozuk düzenin bir parçası olan sığınma töresine bizzat kendisinin başvurup bu batıl töreyi bilfiil onaylaması mümkün
müydü?
6- Belazüri’yle[586]
İbni Sa’d’in[587]
haberinde Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Taif yolculuğunun Şevval’ın son günlerine denk geldiği geçer. Bu haber doğru kabul edilecek olursa Hz. Resulullah’ın
(s.a.a) Taif’te bulunduğu ve
Mekke’ye döndüğü günlerin
tamamı haram aylarla örtüşüyor demektir. O günkü yaygın töreler gereğince haram aylarda savaşılmaz, kan dökülmezdi. Binaenaleyh Hz.
Resulullah’ın (s.a.a) bir sığınmaya ihtiyaç duymasını gerektirecek hiçbir
tehlike yoktu zaten.
Bu karineler dikkate alınarak şu sonuca varılabilir: Hazret (s.a.a) bir gece Nehle’de
mola verdiği[588]
ve bazı cinlerin Kur’an ayetlerini burada duyduğunun söylendiği[589]
Taif dönüşünde,
Mekke’ye Nehle Vadisi’nden girmiştir[590]
Hz. Peygamber efendimiz (s.a.a) insanları İslam’a davet ederken, kendisinden çok az konuşurdu; onun davetinin en güzel aracı, araplar
üzerinde inanılmaz bir cazibesi olan Kur’an ayetleriydi. Kur’an, bilindiği gibi Hz. Resulullah’ın (s.a.a) en büyük
mucizesidir; gerçek anlamda bir fesahat ve belagât mucizesi!..Kur’an
ayetlerinin kendine has bir güzelliği olan kelime ve terimleri, cümle yapıları,
deyim ve kavram seçimleri, inanılmaz uyum ve ahengi muhatabını büyüleyecek bir
cazibe ve çekiciliğe sahip
olup emsalini ve benzerini ortaya koyabilmek insanoğlunun gücünü aşmaktadır. Nitekim Kur’an’ı Kerim ona inanmayıp
inkar edenlere meydan okumakta ve “eğer şüpheniz varsa, Kur’an’daki surelerden birine
benzer bir sure getirin!” demektedir.[591]
Şiiri pek seven ve şiirden çok iyi anlayan Hicaz Arapları
Kur’an-ı Kerim ayetlerinin fesahat ve güzelliği karşısında hayran kalıyorlardı. Vahiy
sözleri onların adeta ruhunu okşuyor, en tatlı nağmelerden daha hoş geliyordu kulaklarına… Kur’an ayetlerinin,
ruhlarının derinliklerinde bıraktığı etkiyle bazen oldukları yerde bir süre
hareketsiz kalıyor, ayetlerdeki ahengin cazibesinde garkoluyorlardı!
Bir gece, aralarında Ebu Süfyan’
Hac mevsimi Hz. Resulullah’ın (s.a.a) İslam’ı tebliğ etmesi için çok uygun bir fırsattı, çünkü çeşitli kabileler hac merasimine katılmak için
Mekke’ye akın ediyordu. Hac günlerinde Hz. Muhammed (s.a.a) tevhid nidasını
bütün Arap Yarımadası’na duyurabilirdi. Bu tehlikenin farkında olan Kureyşliler hac mevsimi geldiğinde korku ve talaşa kapılıyorlardı. Bir hac mevsimi arefesinde
Kureyş büyükleri, Mahzumoğulları kabilesinin yaşlı reisi Velid bin Mugiyre’nin evinde
toplandılar. Velid:
-Hac mevsimi başlıyor!dedi. Millet dört bir yandan bu şehre akın ediyor!Muhammed’in (s.a.a) olayını
herkes duymuş… Onun
hakkında ağız birliği etmeli, hepiniz aynı şeyi söylemelisiniz; birinizin dediği diğerlerininkiyle çelişmemeli!
Hepsi Velid’i tasdiklemişti:
-Sen ne dersen, biz de onu söyleriz!
-Siz söyleyin önce bakalım; ben dinliyorum.
-Onun kâhin olduğunu söylesek?!.
-Hayır, bu olmaz!Vallahi kâhin değil o!Biz çok kâhin gördük; kahinler gibi ne
mırıldanıyor ne de kafiyeli konuşuyor!
-O zaman, deli olduğunu söyleyelim!
-Olmaz! Deli de değil!.. Hepiniz deli görmüşüzdür, deliliğin nasıl olduğunu herkes bilir!Ne vücudunda gayri ihtiyari
titreme var, ne de onu vesveselendiren bir cin!
-Şair olduğunu söyleyelim!
-Ama Şair değil ki! Şiirin her türlüsünü bilen insanlarız biz!Onun
söyledikleri şiir değil!
-O halde sihir yaptığını büyücü olduğunu söyleriz!
-Olmaz! Büyücü diyemeyiz ona!Büyücülerin iplere
nasıl düğüm atıp
üflediğini herkes bilir; o bunları yapmıyor ki!..
-Peki, ne diyelim o zaman?!
-Vallahi onun söyledikleri pek tatlı şeyler… İnsanın ruhunu okşuyor… Kökü şirin ve capcanlı, dalları meyve dolu sözler… Bu
söylediklerinizin hangisini onun hakkında iddia edecek olsanız, yalanınız hemen
belli olur!Bunlardan en iyisi, onun sihir yaptığını söylemek!Çünkü büyülü sözleriyle babayla oğulu, kardeşle kardeşi, karıyla kocayı birbirinden ayırıyor; bir
kabilenin fertleri arasında ayrılık yaratabiliyor!
Kureyş büyükleri bu kararda anlaşmış, toplantı bitmişti. O günden itibaren hacıların yoluna dikilip
Hz. Muhammed’in (s.a.a) sihir yaptığını söylemeye ve hacıları ondan uzak durmaları
için uyarmaya başladılar[593]
Kureyşlilerin kurultaylarında “sihir” olarak
tanımladıkları şey,
Kur’an’ın fevkalade akıcı ve çekici ayetleriydi; bu ayetleri dinleyen araplar
cazibesine kapılmaktan kendilerini alamıyor, hayranlıklarını gizleyemiyorlardı.
Kur’an ayetlerini dinleme yasağı öyle bir raddeye vardı ki, Kureyş büyükleri, Medine’den gelen Es’ed bin Zürara
gibi ünlü birine Muhammed’in (s.a.a) büyüsüne kapılmamak için tavaf sırasında
kulağına pamuk tıkamasını tavsiye ettiler![594]
Hz. Resulullah (s.a.a) sadece Mekke’de değil, Mekke dışındaki arap kabilelerini de İslam’a davet ediyordu. Kinde, Kelb,
Hanifeoğulları, Âmir
bin Sâsaaoğulları gibi
kabilelerin yaşadıkları
yerlere giderek onlara İslam’ı
anlattı. Ebu Leheb de onun peşinden gidiyor ve halkın hazreti
(s.a.a)dinlemesine, ona uymasına engel oluyordu[595]
Hz. Resulullah (s.a.a) Âmiroğulları kabilesiyle görüşüp onlara İslam’ı anlatırken kabile büyüklerinden Behiyre
b. Firas “Eğer” dedi,
“Biz senin bu davetini kabul eder de sana biat edecek olursak; Rabbinin seni düşmanlarına karşı galip kılması halinde bizi kendi halefin
olarak kabul edeceğini ve
halifeliğinin
bizim olacağına söz
verir misin?”
Hazret (s.a.a) “Bu, Allah’ın bileceği bir iştir”buyurdu. “Onu dilediğine verir!”[596]
Resulullah’ın (s.a.a) bu cevabına çok şaşıran adam, hayretle “Yani” dedi, “Biz senin
dinin için arap kabilelerini karşımıza alıp onlarla mücadele edeceğiz ve Allah seni muzaffer kıldığında iş başkasının eline geçecek, öyle mi?!Bizim bu dine
ihtiyacımız yok!”[597]
Kinde kabilesiyle de böyle bir görüşme yapıldığı, onların da aynı teklifte bulunduğu ve Resulullah’ın (s.a.a) onlara da aynı
cevabı verdiği,
tarihte kayıtlıdır[598]
Resulullah’ın (s.a.a) böyle bir teklife bu
cevabı vermesi, iki açıdan çok önemli ve dikkat çekicidir:
1- Resulullah (s.a.a) halefinin -kendisinden
sonra halifesinin- kim olacağının ancak Allah Teala tarafından belirleneceğini buyurmakta, bu da peygamberin halifeliğinin ilahi bir atama ve tayin prensibine dayalı
olduğunu göstermektedir. Yani halifenin kim olacağına karar verecek olan makam insanlar değil, Allah Teala’dır.
2- Dikkate değer bir başka nokta da Hz. Resulullah’ın (s.a.a) “amaca ulaşmak için her yol mübahtır”mantığından hareket ederek gayesi yolunda her
vesileye başvurup
her yolu meşru sayan
beşerî liderlerin aksine, islâmî tebliğ ve davet konusunda ahlâk prensiplerini çiğnememesi ve her yöntemi meşru saymamasıdır. O şartlar altında büyük bir kabilenin Müslüman
olması çok önemli ve çok büyük bir başarı olacağı halde, karar yetkisi kendisinde olmayan bir
konuda vaadde bulunmamış ve
tutamayacağı bir
sözü vermemiştir!
Haram aylar hürmetine güvenliğin sağlandığı ve insanların dört bir yandan Mekke, Mina
veya Ukaz, Mecenne ve Zilmecaz gibi Mekke çevresindeki mevsimlik panayır ve
Pazar yerlerine akın ettiği hac ve umre mevsiminde[599]
Hz. Resulullah (s.a.a) tebliğ faaliyetlerini yoğunlaştırıyor, özellikle kabile büyükleriyle görüşüyordu. Mekke’ye gelen hacılarla diğer yolcular Müslümanlığı kabul etmese bile, onun bi’set haberini ve
ilahi mesajını kendi diyarlarına götürmüş ve insanlara duyurmuş oluyordu ki tek başına bu bile zafere doğru bir adım sayılırdı.
-*-
1. fasıl:
Yesrib’e Hicret
2. fasıl:
Resulullah’ın (s.a.a) Medine’deki Köklü Girişimleri
3. fasıl:
Yahudilerin Komploları
4. fasıl: İslam Savaş Birlikleri Kuruluyor.
-*-
YESRİB’E HİCRET
Kurâ Vadisi, Yemen’den Şam’a giden ticaret yolunda, Mekke yakınından
geçtikten sonra bu güzergah üzerinde yer alan uzun bir derenin adıdır. Kuzeyden
güneye doğru
uzanan bu dere boyunca tarıma elverişli yeşil ve sulak vahalar vardı[600],
bu güzergahı kullanan kervanlar bu vahalara uğruyorlardı. Mekke’nin kuzeyinde bu şehre
Ticaretle uğraşan Mekkelilerin aksine, bu şehrin halkı, geçimini çiftçilik ve ziraattan sağlıyordu. Yesrib’in nüfus karışımıyla sosyal durumu da Mekke’den epey
farklıydı, üç büyük Yahudi kabilesi Neziroğulları, Kaynukaoğulları ve Kurayzaoğulları bu şehirde yaşıyordu. Yemen asıllı ve Kahtanlardan olan
Evs’le Hazrec kabileleri de Mârib Seddi yıkıldıktan sonra[601]
güneyden göçederek bu şehre
yerleşip Yahudilerle birlikte yaşamaya başlamıştı.
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Mekke’de tebliğ ve davetle uğraştığı yıllarda Yesrib’de Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
bu şehre hicretine zemin hazırlayan ve giderek bu şehri İslam’ın davet ve yayılma üssüne dönüştürecek olan önemli gelişmeler oluyordu:
1- Yahudiler şehrin etrafında tarıma en elverişli arazileri kendilerine ayırmış, buralarda geniş hurma bahçeleri geliştirmişlerdi, bu nedenle de onların maddi durumu daha
iyiydi.[602]
Bazen Evs ve Hazrec kabilesiyle aralarında bir tartışma çıktığında Yahudiler “Çok yakında bir peygamber
gelecek ve biz ona uyacağız, onun yardımıyla tıpkı Âd ve İrem kavimleri gibi sizi yok edeceğiz!” diyorlardı[603].
Yahudiler daha seviyeli ve kültürlü olduğundan cahil putperestler onlara büyük insanlar
gözüyle bakıyor, ister istemez saygı duyuyor ve onların bu konudaki sözlerine
ciddiyetle inanıyorlardı. Onların inandığını ve bu nedenle de kendilerinden çekinerek
saygılı davrandığını
gören Yahudiler bu tehdidi birkaç kez tekrarlayıp ciddi şekilde gündeme getirmişi, bu da Evs ve Hazrec kabilesinin bir
peygamberin zuhurunu beklemesine yol açmıştı. İşte bu nedenle Yesrib’de Hz. Resulullah’ın
(s.a.a) zuhuruna zemin hazırlayan olumlu bir zihniyet kendiliğinden gelişme halindeydi.
2- Yıllar öncesinden başlayarak Evs’le Hazrec kabileleri arasında çok
kanlı savaşlar yaşanmıştı, bunların sonuncusu Boas savaşıydı. Bu çatışmalar her iki tarafa da ağır kayıp ve zayiatlar verdiğinden ikisini de bıktırmış, bir çözüm ve barış yolu arar hale gelmişlerdi. Ancak, onları barıştırabilecek tarafsız ve güvenilir biri yoktu
aralarında. Hazrec kabilesinin büyüklerinden olan Abdullah b. Ubey Boas
savaşına katılmayarak tarafsızlığını göstermişti, şimdi tarafları barıştırıp her iki kabilenin de reisliğine soyunacaktı. Bunun için ortam hazırdı artık[604].
Ne var ki Evs’le Hazrec’in Mekke’de Hz. Resulullah’la (s.a.a) yaptığı görüşme olayların seyrini değiştirecek, Abdullah b. Ubey de bu konumunu
kaybedecekti.
Yesrib halkı, Mekke’ye gidip gelen kervanlar
vasıtasıyla Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bi’setinden, aleni tebliğin ilk günlerinden itibaren haberdar olmuştu. Bunlardan bazısı Mekke’de Hz. Resulullah’la
(s.a.a) görüşerek
Müslüman olmuş, ama
çok geçmeden ölmüş veya
öldürülmüş olduğundan[605]
Yesrib’de başkalarının
Müslümanlığına
vesile olamamışlardı.
Bi’setin 11. yılında Hz. Peygamber (s.a.a)
Hazrec büyüklerinden altısını hac mevsiminde Mina’da görecek ve onları İslam’a
davet edecekti. Hazrecliler bunu duyunca kendi aralarında görüşüp “Yahudilerin
yakında zuhur edecek diyerek bizi korkuttuğu peygamber işte bu olsa gerek! Biz
Yahudilerden daha önce davranıp ona biat edelim!” dediler ve Müslüman oldular.
İslam’ı kabul ettikten sonra Peygamber’e (s.a.a) “Bizim kavmimiz arasında şu
anda çok kötü bir düşmanlık var” dediler, “Sürekli birbirimizle çekişip
durmaktayız; umarız Yüce Allah senin elinle onlar arasında sevgi bağı
oluşturur. Bizler şimdi Yesrib’e dönüp halkımızı İslam’a davet edeceğiz; onlar
da bize katılırsa artık bizim büyüğümüz sen olursun!”
Bu grup Yesrib’e döndükten sonra halkı İslam’a
davet etti; çok geçmeden İslam dini bütün Yesrib’de konuşulmaya başlamış, günün
konusu olmuştu. Artık Hz. Muhammed’le (s.a.a) onun dininin konuşulmadığı bir
tek ev yoktu bu şehirde[606]
Bi’setin 12. yılında Yesrib’den gelen 12 kişi
Mina’nın akabesinde[607]
Hz. Resulullah’a (s.a.a)biat ettiler[608].
Bu grubun onu Hazreç’ten ikisi de Evs’tendi ve bu da artık aralarındaki düşmanlığa son verdiklerini ve İslam sancağı altında omuz omuza verip birleşeceklerini gösteriyordu.
Artık Allah’a şirk koşmayacaklarına, hırsızlık
yapmayacaklarına, zina etmeyeceklerine, evlatlarını öldürmeyeceklerine,
birbirlerine iftira -zina iftirası-atmayacaklarına ve iyi işlerde Resulullah’ın
(s.a.a) emrinden çıkmayacaklarına dair biatleştiler.[609]
Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu biatlerine
sadık kalmaları halinde onların ödüllendirileceğini buyurarak cennetle
müjdeledi[610].
Hac mevsiminden sonra Yesrib’e dönen bu
grup, Hz. Muhammed’den (s.a.a) Yesrib halkına Kur’an’ı ve İslam’ı öğretecek birini göndermesini istedi. Hazret bu
rica üzerine onlara Mus’ab b. Umeyr’i gönderdi[611].
Mus’ab’ın etkili çalışmaları
sonucu Yesrib’deki Müslümanların sayısı hızla artmaya başlayacaktı.
Mekke’de ileri gelenlerle eşraf İslam dinine
karşı çıkmış, gençlerle fakir kesim bu dine daha fazla rağbet göstermişken
Yesrib’de bunun tam tersi oldu ve önce toplumun ileri gelenleri Müslümanlığı
kabul etti, doğal olarak halk da onlara uymuş ve böylece bu şehirde İslam hızla
yayılabilmiştir.
Bi’setin 13. yılında onbiri Evs’den, gerisi
Hazrec’den ve ikisi de kadın olan 75 Yesribli[612]
hac mevsiminde Mekke’ye geldi ve Zilhicce’nin 12’sinde Mina akabesinin
eteklerinde gece vakti gizlice Hz. Resulullah’la (s.a.a) buluşarak ikinci Akabe biatinde bulundular. Bu antlaşma gereğince; Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
Yesrib’e hicret etmesi halinde onu tıpkı ailelerinin bir ferdi gibi himayet
edip koruyacaklarına ve onunla savaşanlarla savaşacaklarına söz vermişlerdi. Bu
askeri niteliği nedeniyle ikinci Akabe antlaşmasına “biat’ul harb” de denilmiştir.
Bu antlaşmadan sonra, Hz. Resulullah (s.a.a)
hicret edinceye kadar Yesrib’in idaresiyle ilgilenmeleri için Hz. Peygamber’in
(s.a.a) emriyle aralarından oniki temsilci -nakib- belirlediler[613],
bu bir nevi şehri
yönetecek olan merkezî şurâydı. Bu
tedbir ve uygulama Hz. Resulullah’ın (s.a.a) fevkalade düzenli, disiplinli ve
teşkilatlı bir çalışma yaptığını ve elindeki güçleri azami teşkilatlandırdığını
göstermesi bakımından ilginçtir.
Hz. Resulullah’la (s.a.a) Yesriblilerin bütün
tedbirlerine rağmen Kureyşliler bu antlaşmayı öğrenmişti; bu nedenle de o
hazretle biatleşenleri yakalamak için harekete geçtiler. Ancak Yesribliler daha
önce davranarak süratle Mekke’yi terk etmiş, antlaşmayı imzalayanlardan sadece
bir kişiyi yakalayabilmişlerdi.
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) kendisine yeni
taraftarlar ve Yesrib’de güçlü bir üs kazanmış olduğunu anlayan Kureyşliler,
Yesrib grubu Mekke’den ayrıldıktan sonra Müslümanlara uyguladıkları baskıları
artırdılar, Müslümanlara sürekli kötü sözler söyleyip küfrediyor, ellerinden
geldiğince eziyette bulunuyorlardı. Mekke’de durum bir kez daha, Habeşistan
hicretinden önceki dayanılmaz hale dönmüştü.[614]
Bu nedenle Hz. Resulullah (s.a.a) Müslümanların
Yesrib’e hicret etmesine izin vererek “Yesrib’e gidin, Rabbim orada size
kardeşler hazırlamış, orayı sizin için güvenli kılmıştır” buyurdu[615].
Müslümanlar Zilhicce’nin ortalarından Sefer ayının sonlarına kadarki 2,5aylık
süre zarfında Kureyşlilerin
çıkardığı bütün engellere rağmen tedricen Yesrib’e göçtüler[616],
böylece Mekke’de Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali (a.s), Ebubekir ve birkaç kişiden başka Müslüman kalmadı. Mekke’den Yesrib’e hicret
eden Müslümanlar “muhacir”, Hz. Peygamber’e (s.a.a) yardımcı olan Müslümanlar
da “ensar” olarak İslam tarihine
geçmiş oldu.
Mekke’deki Müslümanların burayı terkederek
Yesrib’e yerleştiğini gören Kureyşliler bu şehrin Hz. Peygamber’le (s.a.a)
yarenleri için sağlam bir üsse dönüştüğünü ve Yesriblilerin İslam düşmanlarıyla
savaşmaya hazır olduğunu anladılar. Bu durumda Hz. Muhammed’in (s.a.a) hicret
edip onlara katılması kendileri için çok tehlikeli olabilirdi, akla ilk gelen
tehlikeler şunlardı:
1- Müslümanlar artık onların etki alanının
dışına çıkmış olacaktı, çünkü Yesrib kendi başına bağımsız bir şehirdi ve
Kureyşlilerin orada hiçbir yaptırım gücü yoktu. Bu yeni vaziyet, Kureyş’in
olayları önceden tahmin etme ve gerekli müdahalelerde bulunma şansını elinden
almış oluyordu.
2- Yesribliler Peygamber’le (s.a.a) savaş
antlaşması imzaladıklarından Resulullah (s.a.a) intikam için onların yardımıyla
Mekke’ye saldırabilirdi[617].
3- Savaş ihtimali sıfırlansa bile yine büyük
bir tehlike vardı: Yesrib, Kureyşli tüccarlar için çok kârlı bir pazardı, bu
pazarın kaybedilmesi Kureyşliler için çok büyük bir ekonomik kayıp olacaktı.
4- Yesrib; Mekke-Şam ticaret yolu üzerinde yer
alıyordu, Müslümanlar kolaylıkla bu yolun güvenliğini bozup Kureyşlilerin
ticaretini engelleyebilirdi.
Bütün bu ihtimaller Kureyşlileri şiddetle
tedirgin etmedeydi, bu nedenle Kusayy’den yadigar kalan Kureyş’in müşavere
merkezi “Dâr’unnedve” de toplanan Kureyş büyükleri bu duruma etkili bir çözüm
yolu aramaya başladılar.
Bazıları Hz. Muhammed’in (s.a.a) ya sürgüne
gönderilmesini ya da hapsedilmesini önerdiler; ama öne sürülen delillerle bu iki
öneri reddedildi. Sonunda, Hz. Peygamber’i (s.a.a) öldürmeye karar verdiler;
ama onu ödürmek kolay bir iş değildi, Haşimoğulları onun öldürülmesine sessiz
kalmaz, kan davasına girişirdi. Bu nedenle her kabileden bir genci
silahlandırıp bir gece yarısı hep birlikte Hz. Muhammed’i (s.a.a) öldürme
konusunda anlaştılar, böylece Haşimoğulları da kan davasına girişmezdi. Çünkü
katil bir kişi değil, bütün kabilelerden seçilen birçok kişi olacaktı.
Haşimoğulları onca kabileyle savaşacak güce sahip olmadığına göre kan parası
-diyet- almayı kabul etmek zorunda kalacak, böylece mesele kapanmış olacaktı.
Bu plan, tam Kureyş’in istediği gibiydi, terör planını uygulamak için Rebi’ül
evvel ayının ilk gecesini seçtiler…Kur’an, bu terör komplosunu şöyle anlatır:
“Hatırla; hani kafirler seni hapse atmak ya da
öldürmek veya Mekke’den sürmek için plan yapıyorlardı; onlar bu planı yaparken
Allah da bir plan yapmadaydı, Allah plân kurucuların en hayırlısıdır.”[618]
Hz. Resulullah (s.a.a) Dar’unnedve kompmlosundan
vahiy yoluyla haberdar edildi ve Yüce Allah ona Mekke’den ayrılmasını emretti.
Hz. Resulullah (s.a.a) konuyu Hz. Ali’ye (a.s) açarak “Bu gece benim yatağımda
yat ve yeşil renkli Yemen örtümü üzerine çek!” buyurdu. Hz. Ali (a.s) hiç
tereddüt etmeden bu görevi kabullendi.
Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) aynı gece Ebubekir’le
birlikte, Yesrib yolunun tersi istikametinde, Mekke’nin güneyinde bulunan Sur
Mağarası’na doğru yola çıktı. Kureyşin kendilerini bulmaktan ümidi kesip geri
dönmesi ve yolun güvenli olması için üç gün bu mağarada bekledi. Kur’an’da o
sırada Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yardımcısız ve yalnız kaldığı, yanında bir
kişiden başka kimsenin olmadığı, onun da korkuya kapılmış olduğu ama
Kureyşliler bütün güçlerini seferber ettiği halde Allah’ın izniyle Peygamber’i
(s.a.a) ele giçiremediği anlatılır ve şöyle buyrulur:
“Siz ona yardım etmezseniz, Allah ona yardım
etmiştir. Hani kafirler ikiden biri olarak -yanında birisiyle- onu Mekke’den
çıkarmışlardı. İkisi mağarada iken o, arkadaşına “Hüzne kapılma, elbette Allah
bizimle beraberdir” diyordu; Allah ona -peygambere- güvenlik ve huzur duygusu
vermişti, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, kafirlerin sözünü
-peygamberi öldürecekleri yolundaki konuşmalarını- alçaltmıştı (yenilgiyle
sonuçlandırmıştı), Allah’ın sözü -peygamberi destekleyeceği yolundaki sözü- ise
üstün ve yüce olandır ve Allah hüküm ve hikmet sahibidir.”[619]
O gece Hz. Ali (a.s) Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
yatağında yattı. Kureyşin silahlı katilleri Hz. Muhammed’in (s.a.a) evini
sarmıştı. Tan yeri ağarırken yalın kılıç evi bastıklarında Hz. Ali (a.s) ok
gibi yatağından kalkıp karşılarına dikildi! O lâhzaya kadar plânlarının çok iyi
yürüdüğünü zanneden Kureyşliler karşılarında Ali’yi (a.s) görünce ne
yapacaklarını şaşırdılar, kendilerini toparlar toparlamaz öfkeyle Hz. Ali’ye
(a.s) saldırdılar, ama o da kılıcını çekince onunla vuruşmayı göze alamadılar.
Hz. Ali (a.s) Kureyşlilerin bütün baskılarına rağmen Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
yerini söylemedi[620]
O gece Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yatağında
yatan kimsenin hayatta kalma ihtimali sıfırdı. Ama daha önce Ebu Talib
Vadisi’nde defalarca bunu yapmış olan Hz. Ali (a.s), çok sevdiği Hz.
Resulullah’ın (s.a.a) kurtulması için yine onun yerinde yatmakta zerrece
tereddüt etmemiş, o hazretin uğruna gözünü kırpmadan ölüme atılmıştı. Allah
Teala onun bu fedakarlığını Kur’an’da şöyle anlatır:
“- Resulullah’ın (s.a.a) kurtulması için onun
yatağında yatıp ölümü göze alan Ali (a.s) gibi -bazı insanlar Allah’ın rızasını
kazanabilmek için canlarını satarlar; Allah, kullarına karşı pek şefkatli olandır![621]
Müfessirlerle muhaddisler bu ayetin, “Leyle’t-il
Mebit” gecesi Hz. Ali’nin (a.s) gösterdiği büyük fedakarlık münasebetiyle
nazil olduğunu yazmışlardır[622]
Hz. Ali (a.s) Kureyşin komplosunu anlattığı bir
konuşmasında kendisinin o geceki tehlikeli durumunu şöyle tarif eder:
“Peygamber-i Ekrem (s.a.a) o gece yatağına
benim yatmamı ve canımı ona siper etmemi istedi, hiç tereddüt etmeden bu görevi
kabullendim, onun uğrunda öldürülmek benim için mutluluktu! Peygamber (s.a.a)
yola çıktı, ben de onun yerine geçip yatağına yattım. Kureyş silahşörleri Hz. Muhammed’i
(s.a.a) öldüreceklerinden emin bir şekilde içeriye hücum ettiler, onlar içeri
girer girmez elimde kılıçla yerimden fırlayıp karşılarına dikildim, kendimi
savundum; Rabbim bilir ya, insanlar da sonradan öğrenip haberdar oldu bundan…”[623]
Hz. Resulullah (s.a.a) Mekke’den hicret etmeden
önce insanların yanına bırakmış olduğu emanetleri Hz. Ali’ye (a.s) verip
bunları sahiplerine teslim etmesini istemiş[624], bu işleri bitirdikten sonra, kızı Hz. Fatımâ (a.s)
ve Haşimoğullarından o güne kadar Yesrib’e hicret imkanı
bulamayan birkaç kadınla erkeği Yesrib’e ulaştırmasını tembihlemişti[625]
Hz. Muhammed (s.a.a) bi’setin 14. yılı Rebi’ülevvel’inin
4. günü Sevr Mağarası’ndan Yesrib’e doğru hareket etti[626]
ve 8 gün sonra, aynı ayın 12. günü Yesrib yakınlarında Amr bin Avfoğulları’nın
yerleşim bölgesi olan “Kuba” mıntıkasına ulaştı[627].
Hz. Ali’yle (a.s) beraberindekilerin gelmesini beklerken[628]
bu birkaç gün zarfında burada bir cami inşa etti[629].
Hz. Ali (a.s) Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
hicretinden sonra Mekke’de 3 gün kalarak kendisine verilen görevleri yerine
getirdi[630]
ve aralarından, annesi Fatıma binti Esed, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) kızı
Fatıma (a.s), Zübeyir bin Abdulmuttalib’in kızı Fatıma’yı
beraberindeki iki kişiyle birlikte yanına alarak Yesrib’e doğru yola çıktı ve
Kuba’da Hz. Muhammed’e (s.a.a) kavuştu[631]
Hz. Ali (a.s) Kuba’ya varınca Hz. Resulullah
(s.a.a) Abdulmuttalib’in anne akrabaları olan Neccaroğulları’ndan bir grupla
birlikte Yesrib’e doğru yola çıktı, ilk Cuma namazını bu güzergah üzerinde Salim
bin Avfoğulları kabilesinin mahallesinde kıldı. Şehre girdiğinde Yesrib
halkı çok büyük bir coşku ve sevinçle karşıladı Peygamber’i (s.a.a) Kabile
reisleri ve şehrin büyükleri devesinin yularına asılmış, onu misafir edebilmek
için adeta yarışıyorlardı. Hz. Muhammed (s.a.a) “deveyi kendi haline bırakın, o
görevlendirilmiştir!” buyurdu, “o nerede durursa orada ineceğim!”
Böylece Hz. Resulullah (s.a.a) tıpkı
Hacerü’l-Esved’i yerine yerleştirirken gösterdiği tedbire başvurmuş, daha sonra
bazı sorunlara sebep olmaması için belli bir kabile veya aileyi tercih etmekten
özellikle kaçınmıştır.
Sonunda Resulullah’ın (s.a.a) devesi,
Neccaroğulları Mahallesinde Ebu Eyyub Ensari (Hâlid bin Zeyd-i Hazreci)nin evi
yakınında iki yetime ait bir arazide yere çöktü; daha sonra bu arazi,
yetimlerden satın alınarak buraya Mescid-i Nebi inşa edilecekti). Etrafını
saran kalabalık, hazreti misafir etmek için yarışırken Ebu Eyyub hemen Hz.
Resulullah’ın (s.a.a) eşyalarını alıp kendi evine taşıdı. Mescid-i Nebi ve onun
bitişiğinde hazret için bir oda inşa edilinceye kadar Resulullah (s.a.a) Ebu
Eyyub’un evinde kaldı[632]
İslam’ın ilerleyip yayılmasında hicret, çok
önemli bir dönüm noktası ve köklü değişimlerin kaynağı olmuştur. Çünkü bu
sayede Müslümanlar baskı ve hafakan ortamından kurtulup hür bir atmosfere
kavuşmuş, belli bir yerde hür bir şekilde bir araya gelebilmişlerdi. O şartlar
altında çok büyük bir başarıydı bu. Hicret gerçekleşmeseydi İslam Mekke’de
boğulup kalacak, asla gelişip yayılma imkanı bulamayacaktı. Hicretten sonra
Müslümanlar siyasi ve askeri bir teşkilata sahip olmuş, böylece yüce İslam dini
Arap Yarımadasına yayılabilmiştir.
Bu esasa binaen “hicret” İslam’ın ve
Müslümanların tarih başlangıcı ve takvimi oldu.
Hicreti İslam takviminin başlangıcı yapan ve bu
takvimin temelini ilk atan kimdi? Bu tarih, ne zamandan itibaren resmiyet bulup
yaygınlık kazandı? İslam tarihçileri arasındaki yaygın görüşe göre bunu ilk
başlatanın Hattaboğlu Ömer olduğu ve Resulullah’ın (s.a.a) sahabelerine
danışarak bu kararı verdiği söylenir[633]
Ancak, İslam tarihi üzerinde etraflıca incelmemelerde
bulunan araştırmacıların
çalışmaları bu tarihin temelini, bizzat Hz. Resulullah’ın (s.a.a) atmış
olduğunu göstermektedir. Büyük İslam tarihçileri, Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
Rebiulevvel ayında Yesrib’e hicret ettikten sonra bu aydan itibaren tarih
düşmelerini ve takvim başlatmalarını emrettiğini yazarlar[634].
Bunun en önemli şahidi
tarihi kaynaklarda kayıtlı bulunan belgeler, Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
mektupları, yazışmaları
ve senetlerdir; bu belgelerin yazılış tarihleri, hicretin başlangıcına göre atılmıştır. İki örnek verelim:
1- Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Mogna Yahudileriyle
imzaladığı ahitnamenin sonunda şu ibare kayıtlıdır: “…bu ahitnameyi Ebu
Taliboğlu Ali 9. yılda yazdı…[635]
2- Necran Hıristiyanlarıyla imzalanan
antlaşmada şu ibare yer alır: “…Ali’ye bu ahitnameyi şöyle yazmasını emretti:
“Bu antlaşma, hicretin 5. yılı yazılmıştır”[636]
Bazı karineler, hicretin 5. yılına kadar
olayların hicret esas alınarak ay hesabıyla kaydedildiğini göstermektedir.
Mesela:
1- Ebu Said Hudri der ki: “…Ramazan
orucu, kıblenin değişmesinden bir ay sonra, hicretin 18. ayında farz edildi”[637]
2- Süfyan bin Halid’le savaşmaya
gönderilen ordunun komutanı Abdullah bin Uneys şöyle der: “… Hicretin
50. ayında, 5 Muharrem Pazartesi günü Medine’den yola çıktım…”[638]
3- Muhammed bin Mesleme, Kurta
kabilesiyle yapılan[639]
savaş hakkında şöyle der: “…Muharrem’in onunda Medine’den
çıktım; 19 gün ayrılıktan sonra, hicretin 55. yılında, Muharrem’in son
gecesinde Medine’ye döndüm…”[640]
Bütün bu belgelerden de kolayca anlaşılacağı
üzere hicri takvimin temelini atan kimse bizzat Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
kendisidir[641].
Ömer’in halifeliği
sırasında bazı olayların vuku zamanıyla bazı dökümanlar ve alacak senetlerinin
tarihi konusunda birkaç kez ihtilaf yaşandığından[642],
hicretin 16. yılında bunu yazılı olarak resmileştirmiş ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Medine’ye giriş
tarihi olan Rebiülevvel ayı yerine Muharrem ayını hicri yılın sayımında
başlangıç almıştır[643]
-*-
RESULULLAH’IN
(s.a.a) MEDİNE’DEKİ KÖKLÜ GİRİŞİMLERİ
Hz. Resulullah (s.a.a) Yesrib’e yerleştikten
sonra[644]
Müslümanların eğitim ve
öğretim merkezi olarak kullanılmak, Cuma ve
cemaat namazlarını eda edebilmek amacıyla burada bir cami yapılmasına karar
verdi. Bu amaçla, Yesrib’e girdiğinde devesinin ilk çöktüğü yer olan ve iki
yetimin mülkünde bulunan arsayı onların vekilinden satın alarak Müslüman
cemaatin yardımıyla burada bir cami inşa etti[645].
Bu cami hâlâ Resulullah’ın (s.a.a) mübarek adını taşımakta ve buraya “Mescid’ünnebi”
denilmektedir. Hz. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) hicretten sonra yaptığı ilk
sosyal girişimdi bu… Caminin inşası tamamlandıktan sonra bitişiğinde, Hz.
Resulullah’la (s.a.a) eşlerinin kalması için de iki küçük oda yapıldı[646]
ve hazret, Ebu Eyyub’un evinden buraya taşınarak ömrünün sonuna kadar bu
odacıkta yaşamını sürdürdü[647].
Mekke Müslümanları Yesrib’e hicret
ettikten sonra ensar, muhacir Müslümanlara kendi evlerinde yer vermiş,
ellerinden geldiğince onların geçimlerine yardımcı olmuşlardı[648].
Her bakımdan mahrumiyet içinde olan kimsesiz ve
pek fakir Müslümanların geçici olarak yerleşmesi için de caminin arka duvarına
bitişik çardak gibi bir sofa yapılmış, bu yüzden de buradaki Müslümanlara sofa
ehli anlamında “Ashab-ı Suffe” denilmişti.
Hz. Resulullah (s.a.a) onların durumuyla
yakından ilgileniyor, gücü yettiğince yiyecek gönderiyor, ensarın zenginlerini
de buna teşvik ediyordu. Serdengeçti, imanlı ve pek faziletli olan bu
Müslümanlar İslam tarihine “Ashab-ı Suffe” adıyla geçmiştir[649]
Medine’ye gelen bir yabancının burada tanıdığı
biri ve kalacak yeri yoksa onlara katılırdı.
Bu grubun sayısı sabit değildi; kendisine
kalacak bir yer bulup bir mekân edinebilenler gidiyor, kimi zaman da yenileri
gelip onlara katılıyordu[650]
.
Hz. Resulullah (s.a.a) Medine’ye yerleştikten
sonra halkın sosyal durumuna bir çeki düzen verilmesi gerektiğini gördü. Uzun
vadeli hedeflerin gerçekleştirilebilmesi için şehrin huzur ve asayiş içinde
olması gerekiyordu, hâlbuki o günün Medine’sinin nüfus yapısı çok uyumsuz ve
karmaydı. Şehirdeki Araplar iki büyük kabile olan Evs’le Hazrec’den birine
bağlıydı, ama şehirde ve çevresinde yaşayan ve Araplarla sürekli ilişkileri
olan Yahudiler de vardı. Şimdi Mekke Müslümanları da bu karma nüfusa
eklenmişti… Bu durum ileride bazı sorunlara yol açabilirdi. Bu nedenle Hz.
Resulullah (s.a.a)’ın önerisiyle İslam tarihine “ilk anayasa” ya da “İslam
tarihinin en büyük sözleşmesi” olarak geçecek olan bir ahitname yazıldı. Bu
sözleşme, Yesrib’de yaşayan çeşitli grupların haklarını belirliyor,
hepsinin bir arada barış ve güvenlik içinde yaşamasını, asayişi, düzeni ve
adaleti sağlıyor; her nevi anarşi ve kargaşayı engelliyordu. Medine
sözleşmesinin önemli bazı maddeleri şunlardı:
1- Müslümanlarla Yahudiler[651] tek ümmet sayılır.
2- Müslümanlarla Yahudiler kendi dinlerine göre
yaşamakta serbesttirler.
3- Kureyşli Müslümanların İslam’dan önceki
diyet ödeme geleneği geçerlidir; onlardan biri esir düşecek veya birini
öldürecek olursa âdil bir şekilde ve müminler arasındaki örfe uygun olarak
birbiriyle yardımlaşıp esirin fidyesini ödeyerek onu serbest bırakacak veya maktulün
kan parasını temin edeceklerdir.
4- Ensar kabilelerinden Amr bin
Avfoğullarıyla diğer boylar için de aynı fidye ve diyet usulü geçerlidir.
5- Kimsenin izni dışında onun kölesine,
evladına veya diğer aile fertlerine sığınma verilemez.
6- Bu sözleşmeyi imzalayanlar Medine’nin
savunmasında işbirliği yapacaktır.
7- Medine kutsal bir şehirdir, bu şehirde kan
dökmek haramdır.
8- Bu işbirliğini imzalayanlar arasında çıkacak
her nevi anlaşmazlığın giderilmesi için başvurulacak merci Muhammed’dir
(s.a.a)[652]
Olayların akışı, Hz. Peygamber’in (s.a.a)
Medine’ye girdiği ilk aylarda imzalanmış olan bu sözleşmenin[653]
şehrin asayişini sağlamada etkili olduğunu göstermektedir. Nitekim hicretin 2. yılına,
yani Bedir Savaşından
sonra Kaynukaoğulları
kabilesinin fitneye sebep olması sonucu bu kabileyle yapılan savaşa kadar
tarihi kaynaklar Medine’de hiçbir kargaşa ve ciddi bir anlaşmazlık kaydetmiş
değildir.
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) hicretin ilk yılında
yaptığı bir başka önemli sosyal girişim de[654]
muhacirlerle ensar arasında kardeşlik akdini sağlamasıydı. Bu iki Müslüman grup arasında ırk ve
meslek farklılıkları nedeniyle geçmişte yaşanan bir rekabet vardı. Çünkü ensar, Yemen’den
gelen güney göçmenleriydi ve Kahtani ırkındandı, muhacirlerse kuzey
Araplarıydı ve Adnan soyundan geliyordu; cahiliyet döneminde Kahtan Araplarıyla
Adnan Arapları arasında çok ciddi bir soy-sop rekabeti vardı.
Diğer taraftan ensar tarım ve çiftçilikle
uğraşıyordu, Mekke Arapları ise tüccardı ve çiftçiliği ikinci sınıf bir meslek
olarak görüp çiftçileri aşağılıyorlardı. Dahası bu iki grup çok farklı iki
iklimin insanlarıydı; şimdi İslam sancağı altında bir araya gelip din kardeşi
olmuş[655] ve
birlikte aynı ortamda -Medine’de yaşamaya başlamışlardı. Geçmişteki kültür ve inanç
artıklarının, taraflardan birinde kıvılcım bulması ve eski düşmanlıkların
tekrar alevlenmesi mümkündü. Bu nedenle Hz. Resulullah (s.a.a) muhacirlerden
her birini, ensardan biriyle kardeş ilan etti[656]
kendisi de Hz. Ali’yle (a.s) kardeş oldu[657]
Ensarla muhacir arasındaki bu kardeşlikte, her
ikisinin de iman ve fazilette birbirine yakın olması esas alınıyordu[658]nitekim
ikisi de muhacir olduğu halde
Hz. Resulullah’la (s.a.a) Hz. Ali’nin (a.s) kardeş olması da bu esasa dayanmaktaydı.
Bu sözleşme muhacirle ensar arasındaki
dayanışmayı arttırdı, ensar şimdi muhacirlere eskisinden çok daha fazla maddi
destekte bulunuyordu. Nitekim Neziroğulları’yla yapılan savaşta ensar,
ganimetten kendi paylarına düşeni muhacirlere vermiştir[659].
Ensar’ın samimi yardımları ve onları dostça ağırlaması Hz. Resulullah’ın
(s.a.a) huzurunda muhacirlerin takdir ve teşekkür duygularını dile getirmesine
yol açacaktır[660]Allah
Teala Ensar’ın bu samimi fedakârlığını şöyle över:
“…Bu ganimetler hicret eden fakirleredir ki,
onlar Allah’tan bir fazl -lütuf ve ihsan- arayıp Allah’a ve O’nun Resulüne
yardım ederlerken yurtlarından ve mülklerinden sürülüp çıkarılmışlardır. İşte
bunlar, sadık olanlar bunlardır. Kendilerinden önce o yurdu -Medine’yi-
hazırlayıp imanı gönüllerine yerleştirenler ise, kendilerine hicret edenleri
severler ve onlara verilen şeylerden dolayı da içlerinde bir ihtiyaç arzusu
duymazlar. Kendilerinin ihtiyacı olsa bile kardeşlerini kendi nefislerine
tercih ederler. Kim nefsinin cimri ve bencil tutkularından korunmuşsa, işte
onlar, kurtuluşu bulanlardır”[661]
Çölde yaşayan bedevilerin çok belirgin iki
özelliği vardı: Bunlardan biri, kabileleri içindeki akrabalarını ve yakınlarını
kollayıp gözetmek, onları desteklemekti. Hz. Resulullah (s.a.a) onların bu vasıf
ve huylarını İslam vahdeti ve Müslümanlar arasında dayanışma yolunda
yönlendirdi; ensarın muhacirlerle samimi dayanışması ve onları kendilerine
tercih edecek kadar fedakârlık göstermesi bunun bariz bir örneğidir. Bir diğer
özellikleriyse yabancılara sert davranmaları ve savaşmalarıydı; Hz. Peygamber
(s.a.a) bu psikolojik yapıyı da İslam düşmanlarıyla savaşma ve onların
saldırılarına karşı koyma cihetinde yönlendirdi[662]
Hz. Resulullah (s.a.a) Evs’le Hazrec
kabilesine ilaveten bu kabileden olan Yahudilerin de katıldığı genel Medine
sözleşmesinden başka; bu şehirdeki üç Yahudi kabilesi Kaynukaoğulları, Neziroğulları
ve Kurayzaoğullarıyla da ayrı ayrı bir saldırmazlık antlaşması
imzaladı. Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi bu üç kabile Medine ve
çevresinde yaşamaktaydı[663]
Sözkonusu antlaşmalarda
Yahudiler şu taahhütlerde
bulundular:
1- Müslümanların düşmanlarıyla işbirliğinde
bulunmayacak, onlara silah, savaş teçhizatı ve binek vermeyeceklerdi.
2- Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar aleyhine
hiçbir girişimde bulunmayacak, gizli veya aşikâr, dilleri veya elleriyle onlara
zarar vermeyeceklerdi.
3- Bu antlaşmaya aykırı davranmaları halinde
Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) onları dilediği gibi cezalandırma hakkına
sahipti: Hepsini öldürebilir, kadınlarını ve çocuklarını esir edebilir,
mallarına mülklerine el koyabilirdi. Bu antlaşmayı sırasıyla her üç Yahudi
kabilesinin reisleri Muhayrik, Huyyay bin Ahtab ve Ka’b
bin Esed imzaladı[664].
Muhtemelen o günlerde Yahudiler Müslümanlardan yana bir tehlike duymadıkları
veya tarafsızlığın kendi yararlarına olacağını düşünüp Müslümanların hezimete
uğraması için diğer düşmanlarının yeterli olacağını sanarak böyle bir
antlaşmaya bizzat önayak olmuşlardı[665].
Evet, bu antlaşma ve yeni düzenlemeler sayesinde
Medine’yle etrafında asayiş ve güvenlik sağlanmış, Resulullah’ın (s.a.a) gönlü
muhtemel bir kargaşa ve anarşiden yana rahatlamıştı. Şimdi sıra, Kureyş
tehlikesine karşı gerekli tedbirlerin alınmasına ve yeni bir toplum yaratma
yolunda gerekli hazırlıkları başlatmaya gelmişti.
Medine’de önceden var olan Yahudilerden başka,
Resulullah’ın (s.a.a) hicretinden sonra oluşan yeni bir grup türemişti:
Münafıklar!
Bunlar, Kur’an’ın onlara verdiği addı…
Bunlar, Müslüman olmuş gibi görünen ama gerçekte
kimi halâ putperest[666]
kimi de Yahudi olanlardı[667]
Bu güruh, İslam’ın günden güne güçlendiğini
görmüş, onunla açıkça savaşabilecek güçleri olmadığından İslam’ı kabullenmiş
gibi görünerek Müslümanların arasına sızmıştı. Münafıklar Yahudilerle gizlice
elele verip Müslümanların aleyhine oyunlar tertipliyorlardı.
Münafıklar güruhunun başında Abdullah b. Ubeyy
vardı… Daha önceki bahislerimizde hatırlattığımız üzere bu adam Yesrib’in
yönetimini ele geçirmeye hazırlanıyordu, bunun için gerekli ortam da oluşmuştu;
ama Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Yesrib’de siyasi otoriteyi ele geçirmesiyle
birlikte bütün plânları suya düşen Abdullah b. Ubeyy, Hz. Resulullah’a (s.a.a)
içinden büyük bir kin besleyerek düşman olmuştur[668]
Münafıkların çok yıkıcı bir rolü vardı. O kadar
ki, Kur’an’da Bakara, Âl-i İmran, Tevbe, Nisa, Maide,
Enfal, Ankebut, Ahzab, Fetih, Hadid,
Münafıkun, Haşr ve Tahrim gibi birçok surede bu güruhtan
sözedilmektedir. Resulullah’ın (s.a.a) bunlarla mücadelesi, Yahudilerle
müşriklere karşı verdiği mücadeleden daha zordu, çünkü halka kendilerini Müslüman gösteriyor,
İslam’ın zahir hükmü gereğince de Hz. Peygamber (s.a.a) onlarla savaşamıyordu.
Hicretin 9. yılında Abdullah b. Ubeyy’in ölümüne kadar bu güruhun İslam
aleyhine başlattığı teşkilatlı ve hizipçi faaliyetler sürmüş[669], onun
ölümünden sonra gücünü kaybederek ancak bireysel bazlarda devam etmiştir.
-*-
Tıpkı Hıristiyanlar gibi Yahudiler de, ahir
zaman peygamberinin çok yakında zuhur edeceğini biliyorlardı. Kur’an’ın
tabiriyle Kitap Ehli Hz. Resulullah’ı (s.a.a) kendi çocuklarını tanıdıkları
gibi tanıyor[670],
Tevrat’la İncil’de okumuş oldukları bütün özellik ve işaretlerin
onda olduğunu görüyorlardı.[671]
Binaenaleyh onların Evs’le Hazrec’den çok daha önce İslam’ı kabul etmesi
bekleniyordu. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi, Evs ve Hazrec’in Müslüman
olmalarının bir nedeni de bizzat Yahudilerin “ahir zaman peygamberinin çok
yakında zuhur edeceği” yolundaki tehditvâri kehanetleriydi. Ama İslam
peygamberi (s.a.a) zuhur ettiğinde Yahudilerden sadece birkaç kişi ona iman
etmişti. Yahudiler hicretin başlarında dinlerini korumuş, ama Müslümanlarla da
normal bir ilişki sürdürmüşlerdir; bunun en bariz delili Hz. Peygamber’le
(s.a.a) imzaladıkları saldırmazlık antlaşmasıydı. Ancak ahitlerini çiğneyip bu
davranışlarını değiştirmeleri uzun sürmedi. Hz. Resulullah (s.a.a) hakkında
kendi kitaplarında geçen nişâne ve vasıfları inkar etmeye veya değiştirmeye
başlayarak “Muhammed’in (s.a.a) vasıflarını kendi kitaplarımızda bulamadık,
geleceğini söylediğimiz peygamberin vasıfları bu değil!” dediler.[672]
Bunun üzerine ayet nazil olacak ve Kur’an onların bu davranışını şöyle eleştirecekti:
“Allah katından yanlarında olanı
(Tevrat’ı)doğrulayıcı bir kitap geldiği zaman -ki bundan önce, küfredenlere
karşı fetih istiyorlardı- işte, bilip tanıdıkları, -Hz. Muhammed (s.a.a)
gelince onu inkâr ettiler. Artık Allah’ın laneti kâfirlerin üzerinedir”[673]
Yahudiler çeşitli yollarla Hz. Muhammed’in
(s.a.a) çalışmalarını baltalayıp engellemekteydi, bunlardan birkaçını
sıralayalım:
1- Mantıksız isteklerde bulunuyor, mesela
“gökten bizim için yazılı bir mektup veya kitap insin!” diyorlardı[674]
2- Müslümanların zihnini bulandırmak için
karmaşık ve çelişkili dini sorular soruyor, her defasında Hz. Resulullah’tan
(s.a.a) net ve doğru cevaplar aldıkları halde bu taktiği tekrarlıyorlardı[675].
3- Müslümanların imanını zayıflatmak ve onları
şüpheye düşürmek için aralarında anlaşıp birbirlerine şöyle diyorlardı: “Gidin,
Müslümanlara inen şeye gündüz inanmış gibi görünün ama aynı gün akşama doğru
artık inanmadığınızı söyleyerek kâfir olup geri dönün! Böylece, dinlerinden
dönerler belki![676]
4- Müslümanlar arasında ihtilaf yaratmaya
çalışıyorlardı. Mesela Şa’s b. Kays adlı bir Yahudi, Evs’le Hazrec arasındaki
küllenmiş ihtilafları körüklüyor, bu iki kabileyi tekrar birbirine düşürebilmek
için tahrikte bulunuyordu, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) tam zamanında duruma
müdahale etmesiyle bu komplo etkisiz hale getirildi.[677]
Yahudiler fevkalade çıkar düşkünü, hırslı[678],
inatçı ve bahaneci bir kavimdi. Kur’an-ı Kerim Yahudilerle müşrikleri İslam’a en fazla kin duyan ve en çok düşmanlık besleyenler olarak tanıtır[679].
Çünkü bu iki grup asla akla ve mantığa uygun davranmıyor, tamamen kinci bir tavırla
ellerinden gelen kötülüğü esirgemiyorlardı. Yahudilerin İslam’a bunca düşman
olmasının başlıca nedenleri şunlardı:
1- Yahudiler aşırı ırkçı bir kavimdi, bu
nedenle Hz. Muhammed’e (s.a.a) haset ediyor, ahir zaman peygamberinin Yahudi
ırkından olmamasını hazmedemiyorlardı[680].
2- Yesrib’e İslam girmeden önce Yahudiler bu
şehirde ekonomik ve sosyal açıdan çok iyi bir konumdaydılar; zanaat, tarım[681]
ve faizcilik[682]
yoluyla şehrin
ekonomisini tamamen ele geçirmişlerdi. Diğer taraftan Evs’le Hazrec kabileleri arasındaki
ihtilafları kullanarak onları zayıflatıyor; Kaynukaoğulları Hazrec’i;
Neziroğullarıyla Kurayzaoğulları da Evs’i savunuyor gibi görünerek bu iki
kabile arasındaki savaşları sürekli kızıştırıyorlardı[683].
Hicretten sonra Evs’le Hazrec kabilesinin İslam sancağı altında bir araya gelip
birleştiğini ve İslam’ın gücünün günbegün arttığını görünce yakın bir gelecekte
Müslümanların bölgenin kontrolünü ele geçirecek güce ulaşacağını, kendi güç ve
konumlarını yitireceklerini anlamışlardı; bu ise Yahudiler için kabul edilemez
bir şeydi.
3- Yahudi din adamları kendi kavimleri arasında
çok yüksek bir prestije sahipti; avam kesimi onların her sözüne kayıtsız
şartsız itaat ediyor, hatta onların kendi kitaplarına aykırı sözlerini bile
körü körüne kabulleniyorlardı[684]
Bu hahamların bütün geliri, Yahudi halkın
onlara “Tevrat’ın bekçileri” oldukları için verdikleri yüklü hediyelerle
bağışlardan ibaretti. Yahudilerin Müslüman olması halinde bu değirmenin suyu
kesilmiş olacaktı[685].
4- Yahudiler, Hz. Peygamber’e (s.a.a) vahiy
getiren Cebrail’e düşmandılar[686]
ve bunu bahane ederek Hz. Muhammed’e (s.a.a) muhalefette bulunuyorlardı.
5- Kur’an-ı Kerim Yahudilerin birçok inanç ve
ameliyle, Tevrattaki bazı hükümleri batıl ve geçersiz ilan etmede[687],
Yahudilerin birçok ibadet ve dini uygulama tarzlarını eleştirmedeydi[688].
Ancak bu konunun uzun bir geçmişi vardı, İslam’dan önce Kitap Ehli olanlar, kültür
bakımından putperestlerden daha üstündü ve putperestler onlara büyük ve
ayrıcalıklı insanlar gözüyle bakmada, saygı duymadaydı[689].
Binaenaleyh bu zihniyet ve bakış açısı, İslam’ın zuhurundan sonra da bir süre
devam etti. Bu nedenle Medine Müslümanları bazen onlardan dinî konularda
sorular soruyor, Yahudiler de Tevrat’ı Arapçaya çevirerek yorumlayıp onlara
cevap veriyorlardı. Oysa onların dinî bilgileri genellikle eksik, yanlış ve
tahrif edilmiş bilgilerdi. Bu nedenle de Hz. Peygamber (s.a.a) Müslümanlara,
Kitap Ehli’nin sözlerini tasdiklememeleri tavsiyesinde bulunuyordu[690].
Nitekim bir gün Hattaboğlu
Ömer’e “Canımı elinde tutan Rabbime yemin ederim ki, bizzat Musa da hayatta
olsaydı, bana itaat ederdi şimdi!” buyurmuştur[691].
Bu tür meseleler Yahudileri çok öfkelendiriyor, düşmanlıklarını artırıyor ve “Bu adam -Hz.
Muhammed (s.a.a) bizim her şeyimize karşı çıkmak niyetinde!” diyorlardı[692]
Hz. Resulullah (s.a.a) Mekke’de bulunduğu
süreyle hicretten bir müddet sonrasına kadar Allah’ın emriyle
“Beytu’l-Mukaddes”e doğru namaz kıldı. Yahudiler İslam’a karşı açıktan açığa
düşmanlığa başladıktan sonra bunu aleyhte kullanmaya ve Hz. Resulullah (s.a.a)
aleyhine propaganda aracına dönüştürerek” onun dini bağımsız değil, bizim
kıblemize doğru namaz kılıyor” demeye başladılar. Yahudiler bu konuyu giderek
büyütmede, sürekli tekrarlamadalardı. Resulullah (s.a.a) rahatsız olmuş,
onların elinden canı pek sıkılmıştı, geceleri gökyüzüne bakarak bir vahiy
inmesini bekliyor, Yahudilerin zehirli propagandalarının kesilmesini istiyordu.
Hicretten 17 ay sonra[693]
Hz. Resulullah (s.a.a) cemaatle birlikte öğle namazının ilk iki rekatini
Beytu’l-Mukaddes’e doğru
kılmışken vahiy meleği inerek Rabbinin kıble konusundaki yeni emrini iblağ edip
hazreti (s.a.a) Ka’beye doğru çevirdi ve Resulullah (s.a.a) son iki rekatı
Ka’be’ye doğru kıldırmış oldu[694].
Allah’ın emri şöyleydi:
“Biz senin yüzünü çok defa göğe doğru çevirip
durduğunu görüyoruz. Şimdi elbette seni, hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz.
Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Her nerede bulunursanız yüzünüzü onun
yönüne çevirin. Şüphesiz, kendilerine Kitap verilenler -Yahudiler- bunun
Rablerinin katından inen hak bir emir olduğunu bilirler (İslam peygamberinin
iki kıbleye namaz kılacağını kendi kitaplarında görüp okumuşlardır.) Allah
onların yapmakta olduklarından gafil değildir”[695]
Müslümanların bu açıdan bağımsızlığını sağlayan
kıble değişimi Yahudilere çok ağır gelmişti. Bu defa da “Müslümanlar yıllardır
yöneldikleri kıblelerini neden değiştirdiler?” demeye başladılar. Allah Teala
kıbleyi değiştirmeden önce, Yahudilerin böyle bir tavır takınacağını
peygamberine haber vermiş ve bunun cevabının “doğudan batıya bütün yeryüzünün
Allah’a ait olduğu, O’nun emrettiği yön neresi olursa oraya doğru namaz
kılınacağı ve hiçbir mekânın kendiliğinden özel bir kutsallığı bulunmadığı”
olduğunu bildirmişti:
“İnsanlardan birtakım beyinsizler” onları daha
önce üzerinde bulundukları kıblelerinden çeviren şey nedir?” diyecekler. De ki:
Doğu da Allah’ındır batı da. Dilediğini dosdoğru yola yöneltip iletir”[696].
Bu cevaptan sonra Yahudilerin artık zehirli
propaganda yapabilecek malzemesi kalmamıştı. Kıblenin değişmesiyle birlikte
eski dinle yeni dinin mensupları arasındaki müşterek bağ ortadan kalkmış, bu
iki grup birbirinden tamamen ayrılmış, aralarındaki ilişki gerginleşmişti:
“Andolsun, kendilerine kitap verilenlerden bu
gruba -Yahudilere- her ayeti delil getirsen, yine de onlar senin kıblene uymaz,
sen de onların kıblelerine uyacak değilsin, hatta onlar birbirlerinin kıblesine
de uymazlar. Andolsun, sana gelen bunca ilimden sonra onların isteklerine
uyacak olursan, kuşkusuz, o zaman zalimlerden olursun.”[697]
Kur’an ayetleri, kıble değişiminin Yahudilerin
bahanelerine son vermekten başka, müminlerin iman ve ihlâslarını ölçüp Allah’ın
emirleri karşısında nereye kadar teslimiyet gösterebileceklerini ölçmeyi de
amaçladığını göstermektedir:
“Kâ’be’yi kıble yapmamız peygambere uyanları,
-cahiliyet dönemine- gerisin geriye dönenlerden ayırt etmek içindir. Doğrusu
bu, Allah’ın hidayete ulaştırdıkları dışında kalanlar için zor bir olaydı.
Allah imanınızı boşa çıkaracak değildir(daha önceki kıbleye doğru kıldığınız
namazlar sahihtir)zira Allah, insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir”[698].
Bazı rivayetlerde bu ilahi imtihan şöyle tefsir
edilmektedir: Mekkeliler Ka’be’yi seviyordu. Allah Teala bu sevgilerine rağmen
Allah’a ve Resulü’ne (s.a.a) itaati tercih edenlerle, itaatsiz ve başına buyruk
olanların birbirinden ayrılması için Mekke’de iken Beytu’l-Mukaddes’e doğru
namaz kılınmasını emredip orayı kıble kılmış; halkın Ka’be’den ziyade
Beytu’l-Mukaddes taraftarı olduğu Medine döneminde ise yine inanıp itaat
edenle, etmeyenin birbirinden ayrılıp belli olması için Ka’be’yi kıble ilan
edip oraya doğru namaz kılınmasını emretmiştir.[699]
-*-
İSLAM
SAVAŞ BİRLİKLERİ KURULUYOR
Hz. Resulullah (s.a.a) Mekke’de bulunduğu ilk
tebliğ ve davet döneminde fiili olarak sadece ilahi bir liderdi ve
faaliyetleri, insanları irşad ve hidayet edip müşrikler ve putperestlerle
akidevî ve fikrî biri mücadeleyle sınırlıydı. Ama Yesrib’e yerleştikten sonra
dinî vazifesini iblağ ve dinî liderliği sürdürmenin yanısıra, Müslümanların
siyasi liderliğini de üstlenmesi gerekiyordu. Çünkü Medine’de yeni bir durum
oluşmuştu, bu nedenle İslam öğretilerine dayalı yeni bir toplumun temellerini
kurma yolunda ilk adımları başlattı. Bu doğrultuda muhtemel tehlike ve
sorunları öngörüyor ve bilinçli, liyakatli ve basiretli bir lider olarak
bunlara çözüm buluyordu. İki Müslüman grup arasında kardeşlik akdinin
gerçekleştirilmesi, Medine sözleşmesinin düzenlenip imzalanması ve Yahudilerle
saldırmazlık antlaşması imzalanması bu engelleyici girişimlere birer örnekti. Siyasi
ve sosyal hükümler konusunda Medine’de nazil olan ayetler, Hz. Resulullah’ın
(s.a.a) bu siyasi girişimlerindeki en büyük yardımcıydı. Mesela Allah Teala
Müslümanlara kendilerini savunma ve cihad izni vermişti artık[700].
Hz. Peygamber (s.a.a) bunun üzerine bir savunma gücü oluşturmaya karar verdi.
Bu gücün bir an önce oluşturulması çok önemliydi. Çünkü Mekke’de Müslümanlara
istedikleri eziyet ve işkenceleri yapabilen müşriklerin eli Medine’ye
uzanamıyordu şimdi, bu nedenle de İslam’ın merkezine dönüşmüş olan Medine’ye
saldırabilirlerdi. Bunu dikkate alan Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) hicri 1.yılın
sonlarında İslam ordusunun çekirdeğini oluşturmaya başladı. Bu ordu başlangıçta
hem nefer sayısı hem silah ve teçhizat bakımından çok sınırlıydı, ama hızla
gelişip güçlendi. Nitekim askeri operasyonlara gönderilen veya devriye gezen
birliklerin sayısı ilk başlarda 60 kişiyi aşmıyordu ve azami sayının 200’e
ulaştığı durumlar çok nadirdi[701]
Hicretin 2. yılında, Bedir Savaşı’nda sayıları 300’den biraz fazlaydı, ama
hicretin 8. yılında gerçekleşen Mekke’nin fethi sırasında İslam ordusundaki
asker sayısı 10 bine ulaşmıştı, silah ve askeri teçhizat bakımından da çok
ileri bir durumdaydı.
Kısacası, olayların seyri Hz. Resulullah’ın
(s.a.a) tahminlerinin doğru olduğunu gösterecek ve hicri 2. yıldan itibaren
taraflar arasında defalarca savaş ve çatışma yaşanacaktı. Müslümanlar önceden
hazırlıklı olmasa ve savunma birlikleri oluşturulmasaydı, müşriklerle girdikleri
bu savaşlarda kesinlikle hezimete uğrayacaklardı[702]
Hz. Resulullah (s.a.a) bu küçük birliklerle
birçok askeri operasyon gerçekleştirmiştir. Tam anlamıyla bir savaş olarak
tanımlanması mümkün olmayan bu operasyonların hiçbirinde düşmanla herhangi bir
sıcak çatışma vuku bulmuş değildir. Mesela hicretin 8. ayında Hz. Hamza b.
Abdulmuttalib’in otuz kişilik süvari birliğinin -seriye- gerçekleştirdiği bir
operasyonda Mekke’ye dönmekte olan bir Kureyş kervanı takib edildi, yine 8.
ayda Ubeyde b. Haris komutasındaki 60 kişiyle gerçekleştirilen operasyonda
Ebu Süfyan’ın grubu takib edildi, hicretin 9. ayında 20 kişilik Sa’d bin
Ebu Vakkas seriyesi Kureyş kervanını izledi, ama ona ulaşamadı[703].
Hicretin 11. ayında bizzat Hz. Resulullah (s.a.a) komutasındaki birlik “Ebva”
denilen yere kadar bir Kureyş kervanını izlediyse de aralarında çatışma
çıkmadı, Hz. Peygamber (s.a.a) bu olay sırasında Zemreoğulları kabilesiyle
bir antlaşma imzaladı, bu antlaşma gereğince Zemreoğulları Müslümanların
düşmanlarıyla işbirliği yapmamayı ve tarafsız kalmayı taahhüt etmiştir. Hicretin
12. ayı olan Rabiü’l-Evvel’de Hz. Resulullah (s.a.a) Medine’nin
sürülerini yağmalayan Kuzez bin Cabir Fihri’yi Bedir bölgesine kadar
kovaladı, ama onu ele geçiremedi. Cemadiu’l-Ahir’de 150(veya 200)kişilik
bir süvari birliğiyle, Mekke’den Şam’a giden Ebu Süfyan başkanlığındaki
Kureyş ticaret kervanının peşine düştü, Zâtu’l-Uşeyre denilen bu gazvede
de kervana ulaşılamadı ve Mudlecoğulları kabilesiyle antlaşma
imzalanarak Medine’ye dönüldü[704].
Bütün bu operasyonlar aslında savaş değil, bir nevi askerî tatbikat ve güç
gösterisiydi.
Karineler Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu küçük
operasyonlar ve gazvelerde amacının düşmanla savaşmak veya düşmanın malını
yağmalamak olmadığını gösteriyor. Nitekim yukarıda da açıkladığımız gibi İslam
güçleri sayıca çok az ve askerî etkinlikten de yoksunken düşmanın sayısı
onlardan kat kat fazlaydı. Diğer taraftan bu seriyelerden bazısında ensar da
vardı, oysa ensar Hz. Resulullah’la (s.a.a) imzaladığı 2. Akabe antlaşmasında
Hz. Peygamber’i (s.a.a) Medine’de düşmanlarının saldırılarına karşı korumayı
taahhüt etmişti, ama bu taahhütte Medine dışında da düşmanlarla savaşma şartı
yoktu.
Bütün bunlar bir tarafa Medineliler ziraat ve
çiftçilikle uğraşan insanlardı; çöl bedevileri gibi hırçın, saldırgan ve
yağmacı bir karakterleri yoktu. Daha önce Evs’le Hazrec arasında baş
gösteren kavga ve savaşlar hep yerel anlaşmazlıklardı ve hepsi de Yahudilerin
tahrikleriyle patlak vermişti. Hayatlarında hiçbir kervana baskın düzenlememiş,
kendi muhitleri dışında bir kabilenin malını yağmalamamışlardı. Dahası,
Müslümanlar düşmanla karşılaşınca savaşmaya pek temayül göstermiyorlardı,
mesela bir defasında Hz. Hamza tarafsız birinin aracılığı üzerine
savaşmaktan vazgeçmişti[705].
Bu karineler sözkonusu operasyon ve tatbikatları düzenleyen Hz. Resulullah’ın
(s.a.a)başka amaçlar hedeflediğini göstermektedir, birkaçını sıralayalım:
1- Kureyşlilerin Şam ticaret hattını tehdit
altında tutmak. Mekke kervanları Medine’ye yakın bir güzergahta, bu şehirle Kızıldeniz
sahili arasında hareket etmek mecburiyetindeydi ve Medine’den en fazla
Burada, Müslümanların, Mekke müşriklerinin
kervan ve mallarına el koymaya yerden göğe hakları bulunduğunu da hemen
belirtelim. Çünkü onlar Müslümanları yerlerinden yurtlarından etmiş, bütün mal
varlıklarına el koymuşlardı[708].
Ama olay bireysel hesaplaşma ve intikam konusunun çok ötesindeydi; iki
büyük güç ve iki blokun çarpışması sözkonusuydu, taraflar birbirinin gücünü
tezyife çalışmadaydı.
Göründüğü kadarıyla düşmanın ekonomik prestijini
sarsmak ve düşman safları arasında korku ve tedirginlik yaratmak, onların
kervanlarını basıp mallarına el koymaktan çok daha önemliydi Müslümanlar için…
Nitekim Abdullah bin Cahş seriyesi ve Bedir Savaşına kadar
müşriklerin malı Müslümanların eline geçmiş değildir.
2- Bu hareketler aslında Müslümanların askeri
bir güç gösterisiydi; Mekke müşriklerini Medine’ye karşı askeri bir saldırı
fikrinden caydırmayı amaçlıyor, Müslümanların artık kendilerini savunacak ve
onların saldırılarını püskürtebilecek güce sahip olduklarının anlaşılması
isteniyordu. Kureyşin İslam’a neden karşı çıktığını incelediğimiz bölümlerde de
belirttiğimiz gibi Müslümanlar henüz Mekke’deyken ve sayıca çok azken bile
Kureyş eşrafı ekonomik çöküşlerinin yakın olduğu dehşetine kapılmışlardı.
Medine şehrinin onca imkân ve gücüyle Müslümanların üssüne dönüştüğü bu durumda
Mekke’nin paraya tapan zenginleri kendilerini nasıl güvende hissedebilirdi
şimdi? Bu nedenle Müslümanlar erken davranmış ve müşriklerin Medine’ye göz
dikmemesi için bu girişimlere başvurmuşlardı.
3- Bu askeri hareketler muhtemelen Yahudiler
için de bir uyarı amacı taşımadaydı. Düşmanlıklarını artık açığa vurmuş olan
Yahudilere komplodan vazgeçmeleri ve askeri bir girişimde bulunmamaları için
bir gözdağı veriliyor, aksi takdirde Müslümanların her nevi kargaşa ve oyunun
üstesinden gelebilecek güç ve azme sahip olduğu mesajı gönderiliyordu[709].
Hicretin 2. yılı Receb ayında Hz.
Resulullah (s.a.a) halasının oğlu Abdullah b. Cahş komutasındaki
muhacirlerden müteşekkil 8 kişilik bir Müfrezeyi keşif ve istihbarat amacıyla
görevlendirerek Abdullah’a kapalı bir mektup verip hemen yola çıkmasını ve iki
gün sonra bu mektubu açıp yazılı emre göre davranmasını, adamlarının hiçbirini
de bu emre itaate mecbur etmemesini tembihledi. Abdullah iki gün sonra mektubu
açtı, emir şöyleydi: “Bu mektubu okuduktan sonra Mekke’yle Taif arasındaki “Nehle”
denilen yere git, orada pusuya yatıp Kureyşlileri bekle ve bizi onların
durumundan haberdar et!” Abdullah, adamlarına kendisinin bu emre itaat
edeceğini, şehadete hazır olanın onunla kalmasını, dileyenin de geri
dönebileceğini söyledi. Adamlarının hepsi şehadete hazır olduklarını söyleyince
Nehle’de pusuya yattılar. Amr bin el-Hazremi başkanlığındaki bir Kureyş
kervanı Taif’ten Mekke’ye dönüyordu. Abdullah adamlarıyla kervanı basmak
istedi, ama Receb ayının son günüydü, aralarında meşveret edip “bu kervan Harem
bölgesine girerse Harem’in hürmetini çiğnemiş, şimdi burada onlarla savaşırsak
haram ayın hürmetini hiçe saymış olacağız!” dediler.
Sonunda kervana saldırdılar, Amr bin
el-Hazremi’yi öldürüp iki kişiyi esir aldılar ve esirlerle ganimetleri
Medine’ye götürdüler. Hz. Peygamber(s.a.a) onların bu başına buyruk
davranışından fevkalade rahatsız oldu, esirlerle ganimetlerin humsunu almayı
reddederek “Ben size haram aylarda savaşmamanız gerektiğini söylemiştim!”
buyurdu.
Bu olayın yankıları çok geniş olmuştu. Bir
taraftan bu grubun haram aylarda kan dökmesi Müslümanlara pek ağır gelmiş,
Abdullah’ı suçlamaya başlamışlardı, diğer taraftan Kureyşliler aleyhte
propaganda için malzeme bulmuş “Muhammed (s.a.a) haram ayların hürmetini
çiğneyip kan döktü!” demişlerdi. Yahudiler de zehirli propaganda yapıyor “Bu
olay Müslümanlara çok pahalıya mal olacak” diyorlardı. Bu sırada vahiy meleği
inerek Allah’ın buyruğunu açıkladı:
“Sana haram ayda savaşmayı soruyorlar. De ki:
Onda savaşmak büyük bir günahtır, ama Allah’ın yolundan alıkoymak, O’nu inkâr
etmek, Mescid-i Haram’ın hürmetini çiğnemek ve orada yaşayanları oradan
sürmek Allah katında daha büyük bir günahtır. Fitne çıkarmaksa (Allah’ın yolunu
engellemek, küfre girmek ve müminleri yurtlarından sürmekse) haram ayda adam
öldürmekten beterdir. Müşrikler sizi dininizden döndürebilmek için
sürekli sizinle savaşırlar…”[710]
Abdullah’ı temize çıkarmakla kalmayıp bu
fitnenin nedeni olarak Kureyş’i gösteren ve onların işlediği günahın haram ayda
cinayet işlemekten daha beter olduğunu açıklayan bu ayetin inmesiyle
Müslümanlar aleyhine oluşturulan zehirli atmosfer giderilmiş oldu. Hz. Peygamber-i
Ekrem (s.a.a) Kureyşin isteği üzerine esirleri serbest bıraktı, bunlardan biri
Müslüman olmuş ve Medine’de kalmayı yeğlemişti[711].
Bu tür olaylar bazen iyi niyetli ama basiretsiz
ve tedbirsiz birey veya grupların iyi niyetlerle bazı şeyler yaptığını, ama
topluma çok zarar verdiğini ve onların iyi niyetinin bu zarar ve tehlikeyi
gidermeye yetmediğini göstermektedir. Abdullah b. Cahş’la adamlarının girişimi
bu tür bir olaydı.
Bu savaş Hz. Peygamber’in (s.a.a) düzenlediği
askeri tatbikatlar ve operasyonlarla Kureyşin Şam ticaret yolunu tehdit etmesi
sonucu baş gösterdi. Müslümanlarla müşrikler arasında yaşanan ilk “tam savaş”
budur. Daha önce Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Cemadiu’l-Ahir ayında Ebu
Süfyan başkanlığında Şam’a giden bir Kureyş kervanının Zatu’l-Uşiyre
denilen yere kadar izini sürdüğünü ama kervanı ele geçiremediğini yazmıştık. Bu
nedenle Şam bölgesine istihbarat memurları göndererek bu kervanın ne zaman
döneceğini öğrendi[712].
Bu çok büyük bir kervandı ve çok değerli mallar taşıyordu. Bine yakın devenin
taşıdığı ve bütün Kureyşlilerin ortak olduğu bu kervanın mallarının değeri 50
bin dinarı buluyordu[713].
Kervanın doğal olarak izlemesi gereken yol Bedir
mıntıkasından geçmedeydi.[714]Hz.
Resulullah (s.a.a) bu kervanı ele geçirmek için[715]
313 kişilik bir birlik[716] ve en asgari imkânlarla[717]
Bedir’e doğru
hareket etti. Ebu Süfyan Şam dönüşü sırasında Hz. Peygamber’in (s.a.a)
bu kararından haberdar olmuştu. Hemen hızlı bir ulakla Mekke’ye haber salıp
Kureyşlilerden yardım istedi[718]
bu arada kervanın yönünü sağa doğru kaydırıp Kızıldeniz sahiline hareket ederek
tehlikeli bölgeden süratle uzaklaşmış oldu[719].
Ebu Süfyan’ın isteği
üzerine Mekke’den yola çıkan 950 savaşçıdan müteşekkil bir ordu[720]
kervanı kurtarabilmek için hızla Medine’ye doğru hareket etti. Müşrikler yolun
yarısındayken kervanın kurtulduğunu öğrendilerse de Ebu Cehil’in inadı
onları savaşa sürükledi. Müslümanlar henüz kervanı aramakla meşgulken Hz.
Resulullah (s.a.a) Kureyş ordusunun Bedir bölgesine yaklaşmakta olduğunu
öğrendi. Çok zor bir kararın eşiğine gelinmişti. Çünkü Müslümanlar az sayıda
bir birlikle kervan basmak için yola çıkmıştı, kendilerinin üç katına varan ve
tepeden tırnağa silahlı olan bir orduyla savaşmak için değil!.. Diğer yandan,
geriye çekilecek olsalar o güne kadar gerçekleştirdikleri askeri operasyon ve
tatbikatların düşmanda yarattığı psikolojik ve propaganda etkileri tamamen
silinecek ve muhtemelen bu defa düşman onları takibe başlayıp Medine’ye
saldıracaktı. Hz. Resulullah (s.a.a) askeri bir şûra kurup Müslümanlarla meşverette
bulundu, özellikle ensarın görüşünü aldı; muhacirlerden Mikdad’ın,
ensardan da Sa’d bin Ubâde’nin yaptığı heyecanlı konuşmalardan sonra
düşmanla savaşa girme kararı alındı[721]
Ramazan’ın 17. günü sabahı savaş başladı[722].
Önce teke tek savaşta Hz. Hamza
Ubeyde’yi, Hz. Ali de (a.s) Şeybe, Utbe ve Velid bin
Utbe’yi öldürdü[723].
İki tarafın kahramanlarının çarpışması olan bu olay, Kureyş büyüklerinin moraline ağır bir darbe indirmişti[724].
İki ordu birbirine girdi, İslam ordusu çok kısa sürede savaşı kazanmıştı, nitekim öğle vakti düşman geri çekilmiş,
Müslümanlar kesin bir zafer kazanmıştı.[725]
Müşrikler 70 ölü[726]ve
70 esir[727]
vermiş, Müslümanlardan sadece 14 kişi şehid düşmüştü[728]
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) muvafakatiyle esirler
fidye karşılığı serbest bırakıldı, fidye ödeyecek gücü olmayan ama okuma yazma
bilenlerden her biri ensarın gençlerinden 10 kişiye okuma yazma öğrettikten
sonra serbest bırakılmak şartıyla alıkonuldu[729]
diğer esirler de Hz. Resulullah’ın (s.a.a) lütuf
ve keremine sığınarak
kurtulup serbest bırakıldı.[730]
İlk askeri karşılaşmada Müslümanların bunca
kısa sürede böyle bir zafer kazanarak onları hezimete uğratması Kureyşin bütün
prestij ve özgüvenini sıfırlamış, hepsini şaşkına uğratmıştı. Kureyş ordusunun
hezimete uğraması o kadar umulmadık bir olaydı ki Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
zafer müjdesini önceden şehre ulaştırması için gönderdiği haberciye Medine’de
kimse inanmamış, onun savaştan kaçtığını ve yalan söylediğini sanmışlardı[731].
Ama çok geçmeden esirler Medine’ye
getirildiğinde bunun gerçek olduğu anlaşılacaktı. Bu büyük zaferin haberi
Habeşistan’a ulaşmakta gecikmedi, Necaşi buradaki muhacirleri sarayına
çağırarak bu kutlu zaferin müjdesini onlara da ulaştırdı[732]
Hz. Muhammed (s.a.a) “Bedir savaşı Allah Teala’nın
İslam’ı aziz ve üstün, şirki zelil ve mağlup kıldığı ilk savaştı” buyurdular.[733]Ve:
“Bedir savaşı günü şeytan öylesine küçük düşüp
zillete uğradı ki (büyük günahların affedildiği ve Allah’ın rahmetinin indiğine
şahid olduğu Arafat günü dışında) hiçbir zaman bunca zillete düşmüş değildir.[734]
Bu şaşırtıcı zaferin gerçekleşmesine neden olan
faktörler şöyle özetlenebilir:
1- Hz. Resulullah’ın (s.a.a) fevkalade komuta
yeteneği[735]
ve inanılmaz derecede korkusuz ve cesur oluşu. Hz. Ali (a.s) Bedir savaşını anlatırken şöyle der: Savaş tandırı iyice
kızıştığında biz Hz. Resulullah’a (s.a.a) sığınırdık, o esnada hiçbirimiz onun
kadar düşmanın yakınında değildik”[736].
2- Hz. Ali’nin (a.s) görülmemiş cesaret ve
yiğitliği… Bedir savaşında öldürülen müşriklerin yarısını tek başına o öldürmüştür.[737]
Şeyh Müfid, bunlardan otuz beşinin adını kaydettikten sonra şöyle yazar:
“Ehl-i Sünnet ve şia ravileri bunların tamamını
Hz. Ali’nin (a.s) tek başına öldürdüğünde müttefiktir. Bunlara ilaveten bir de
kim tarafından öldürüldüğünde ihtilaf olan veya öldürülmesinde Hz. Ali’nin de
(a.s) yardımı olduğu birçok isim daha vardır[738].
3- Bazı Müslümanlar Medine’den yola çıkarken
açıkça gönülsüz davranmış, savaşa pek rağbet göstermemiş[739] ve
muhacirlerin ileri gelenlerinden bazıları askerî şûrâda zaaf göstererek ümitsizce sözler
sarfetmiş idiyse de[740]
Müslümanların büyük bir çoğunluğu çok yüksek bir moral ve iman gücüyle savaşmış, müşriklerin bile takdirini kazanacak cesaretler
göstermişti.
4- Çeşitli şekillerde kendisini gösteren
Allah’ın gaybî yardımları[741]:
a- Savaş gecesi yağmur yağması hem
Müslümanların su ihtiyacını gidermelerini hem de zemini sertleştirerek hareket
rahatlığı sağlamıştı[742]
b- Müslümanların kısa, fakat derin ve huzurlu
bir uyku çekmesi[743].
O gece sadece Hz. Resulullah (s.a.a) uyanık kalmış ve Müslümanların zaferi için
sabaha kadar dua etmiştir[744]
c- Meleklerin Müslümanlara yardım için inmesi
ve savaş meydanında bulunması[745]
d- Müşriklerin yüreğine korku düşmesi[746]
İslam ordusunun bu savaşta kazandığı zafer
birtakım sonuçlar getirmiştir, bunlardan birkaçını özetle aktaralım:
1- Allah Teala daha önce Müslümanların Kureyş
kervanına veya Mekke ordusuna galip geleceği vaadinde bulunmuş[747] Hz.
Resulullah (s.a.a) askerî şûrânın sonunda bu vaadi Müslümanlara resmen
bildirmişti[748].
Zaferin kesin olduğunu
anlamaları Müslümanların Allah’ın yardımından emin olarak kendilerine
güvenmelerini sağlamış, bu da onların iman ve moral gücünü fevkalade
yükseltmişti.
2- Medine’deki münafıklarla Yahudiler bu
zaferden dolayı çok rahatsız olmuş ve aşağılık duygusuna kapılmışlardı. Nitekim
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) habercisi zafer haberini Medine’ye ulaştırdığında
münafıklar söylenti yayacak ve “Muhammed (s.a.a) öldürülmüş, Müslümanlar da
yenilip dağılmışlar” diyeceklerdi[749].
Yahudiler de bu olayda kinlerini açıkça
kustular[750],
Yahudi büyüklerinden Ka’bu’l-Eşref halka şöyle dedi:
“Bunlar, savaşta öldürülenlerin hep eşraf
kesimiyle Arabın ünlü isimleri olduğunu söylüyorlar. Eğer bu haber doğruysa
toprağın altında yatmak, şu yeryüzünde yaşamaktan iyidir artık!”[751]
3- Medine etrafındaki kabileler bu zaferi
İslam’ın hakkaniyeti ve Allah’ın yardımı olarak yorumlayıp Müslüman olmaya
başladılar. Yakubi şöyle yazar:
“Allah Teala Bedir savaşında peygamberine
yardımcı olup onu muzaffer kılarak Kureyşlilerin bir kısmını öldürünce Arap
kabileleri İslam’a eğilim duymuş ve Hz. Resulullah’a (s.a.a) birçok heyetler
göndermişlerdir(…) Bedir savaşından 4-5 ay sonra Rabia kabilesi Zi-Kar
bölgesinde Kesra’yla savaştı, aralarında “savaş meydanında bu Tehaminin
-Hz. Muhammed- sloganını atın” diye kararlaştırdılar. Böylece “Ya Muhammed!”
diyerek savaştılar ve savaşı kazandılar”[752]
4- Kureyşliler Hz. Muhammed’in (s.a.a) gücü ve
Müslümanların etkinliği hakkındaki değerlendirmelerinde hataya düşmüş
olduklarını anladılar. Bir avuç firarinin, bir grup çiftçi -çubukçunun
yardımıyla kendilerini böylesine ağır bir yenilgiye uğratabileceklerini o güne
değin akıllarının ucundan bile geçirmemişlerdi. Kureyşliler ticaret
imkânlarının artık tehlikeye düştüğü sonucuna varmışlardı; Bedir’den geçen Şam
ticaret yoluna artık bel bağlayamazlardı. Safvan bin Ümeyye, Kureyş
büyüklerinin katıldığı büyük toplantıda şöyle diyecekti:
“Muhammed’le (s.a.a) adamları ticaretimizi
tehlikeye düşürmüş durumdadır, onlara ne yapabileceğimizi bilemiyoruz…Sahili
ellerinden bırakmaya niyetleri yok; sahil boyundaki bütün kabilelerle antlaşma
imzalayıp onlarla birlik olmuşlar!Nereye gideceğiz biz şimdi?! Biz bu şehirde
geçimimizi yazın Şam’a, kışın Habeşistan’a yaptığımız ticaret yolculuklarıyla
temin etmekteyiz; bu şehirde kalırsak bu gidişle sermayemizi harcayarak
geçinecek ve sonunda her şeyimizi kaybedip perişan olacağız!”
Sonunda bu toplantıda Irak yolundan Şam’a
gitmeye karar verdiler. Safvan başkanlığında bir kervan hazırlanıp Irak
üzerinden Şam’a doğru yola koyuldu; bu kervanda sırf Safvan’ın hissesi 300 bin
dirhemi buluyordu! Bu kervanın haberini alan Hz. Resulullah (s.a.a) hicretin 3.
yılı Cemadi’ül ahirinde Zeyd b. Hârise komutasındaki 100 kişilik bir
askeri birliği, bu kervanı ele geçirmekle görevlendirdi. Bu birliği gören
kervanın adamları kaçmış, Müslümanlar kervanın tamamını ele geçirip 1 (veya 2)
esirle birlikte Medine’ye dönmüşlerdi[753].
Bu askerî operasyon İslam tarihinde “Seriyyetu’l-Karede” (Karede
seriyesi) adıyla[754]
geçer[755].
Kaynukaoğulları, Müslümanlarla yaptığı dostluk
ve saldırmazlık antlaşmasını bozan ilk Yahudi kabilesi oldu. Daha önce de
belirttiğimiz gibi Müslümanların Bedir’de kazandığı büyük zafer, Yahudilerle
münafıklara çok ağır gelmiş, bundan pek rahatsız olmuşlardı. Bu nedenle
Kaynukaoğulları kabilesi, Bedir savaşından sonra düşmanca girişimlerde
bulunmaya başladı. Bunun üzerine Hz. Resulullah (s.a.a) onları uyarıp “Kureyşin
başına gelenden ibret alın, Müslüman olun, çünkü kendi kitabınızda benim
hakkımdaki vasıfları ve işaretleri okumuşsunuz, benim peygamber olduğumu çok
iyi biliyorsunuz!” buyurdu[756].
Ancak Yahudiler küstahça “Kureyşlileri yenmen
seni mağrurlaştırdı” dediler, “Kureyşliler tüccardır, savaşmasını bilmezler;
savaşçı görmek istiyorsan bizimle savaş bakalım!”
Küstah Yahudiler, bu mağrur edalarını
sürdürerek Hz. Resulullah’ın (s.a.a) uyarısını ciddiye almamayı ve ortalığı
bulandırmayı sürdürdüler. Bir gün Kaynukaoğlu Yahudilerinden biri, kendilerine
ait olan Medine çevresindeki bir pazar yerinde ensardan Müslüman bir kadına
sarkıntılıkta bulundu. Kadının şahsından çok Müslümanları hedef alan ve çok
küstahça bir davranış olan bu kompleks, ortalığı bir anda karıştırmıştı. Ne
yapacağını bilemeyen kadıncağız feryat edip Müslümanlardan yardım isteyince,
bir Müslüman imdadına yetişip kadını kurtardı ve o Yahudi’yi öldürdü. Pazardaki
Yahudiler de hep birden Müslüman’ın üzerine çullanıp onu öldürdüler. Bu
gerginlik sırasında iki kişi ölmüştü, ama Yahudiler gerçekten iyi niyetli
davransalardı ortalığı yatıştırmak ve gerekli tedbirleri alarak benzeri
vukuatın tekrarlanmasını önlemek pekalâ mümkündü. Ne var ki Yahudiler hemen
kalelerine çekilerek savaş durumuna geçtiler. Hz. Resulullah (s.a.a) kalenin
kuşatılmasını emretti. On beş gün süren kuşatmadan sonra, daha önce onlarla
müttefik olan Abdullah bin Ubey’in aracı olup ısrarla ricada bulunması
üzerine Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu Yahudilerin silahlarını teslim
etmeleri şartıyla Medine’den gitmelerine müsaade etti. Kaynukaoğulları buradan
ayrılıp Şam’ın Ezriat bölgesine yerleştiler. Bu olay hicretin 2. yılı Şevval’ında
vuku bulmuştur.[757]
Kaynukaoğulları,
Yahudilerin en cesur bölüğüydü[758]
ve küstahça sözlerinden de anlaşılacağı gibi güç ve imkanlarına fazlasıyla
güveniyorlardı. Muhtemelen Hazreç’le Avfoğulları arasındaki
dostlarının da[759]
kendilerini destekleyeceğini düşünmedeydiler, ama Hazreçliler onların cezasını
hafifletip canlarını kurtarmaktan öte bir etkinlik gösteremedi[760].
Avfoğullarının lideri Ubâde bin Sâmit de
onlardan uzak durmayı yeğledi[761].
Diğer iki yahudi kabilesi Kurayzaoğullarıyla Neziroğulları da Evs kabilesinin eski
müttefikleri olduklarından; Kaynukaoğullarının yardımına koşmamışlardı(onların
bu krize müdahele etmemesinde, muhtemelen Evs kabilesinin reisi Sa’d bin
Muaz’ın da rolü olmuştur). Sonuç itibarıyla bu kabilenin Medine’den
sürülmesi hem üç Yahudi kabilesinin gücünün parçalanması, hem de diğer iki
Yahudi kabilenin benzeri bir hatada bulunmama yolunda uyarılması açısından
müsmanlar için faydalı olmuştur.
Müslümanlar için büyük bir kıvanç ve onur
vesilesi olan Bedir zaferinden sonra bir başka sevindirici olay da Hz.
Resulullah’ın (s.a.a) evinde gerçekleşecek ve Peygamber’in (s.a.a) biricik kızı
Hz. Fatıma’yla (a.s) Hz. Ali (a.s) evlenecekti[762].
Hz. Fatıma’nın (a.s) hem babası Hz.
Resulullah’ın (s.a.a) Müslümanlar nezdindeki kutsal konumuyla saygınlığı, hem
kendi mümtaz kişilik ve faziletleri nedeniyle pek çok isteyeni vardı. Hz.
Resulullah’ın (s.a.a) önde gelen ve kimi epeyce zengin olan büyük sahabelerinden
bazısı ona elçi gitmiş, ama Hz. Resulullah (s.a.a) kabul etmeyerek[763] “Rabbimin takdiratını bekliyorum” buyurmuştu[764]
Bu sahabeler o sırada pek fakir olan Hz. Ali’ye (a.s) Fatıma’ya (a.s) onun da
elçi gitmesini teklif ettiler. Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Fatıma’nın da (a.s)
görüşünü aldıktan sonra Hz. Ali’nin (a.s) evlilik teklifiyle muvafakatte
bulunup[765]
Hz. Fatıma’ya (a.s) “Seni öyle birine veriyorum ki” buyurdu, “Ahlâkta herkesten
üstün, Müslümanlıkta herkesten ileri ve öndedir!”[766]
Sonra da Hz. Ali’ye (a.s) şöyle buyurdu: “Nice
Kureyş erkekleri, kızımı onlara vermediğim için bana darıldı… Onlara bu işin,
Allah’ın iradesiyle gerçekleştiğini söyledim ve “Ali’den başka Fâtıma’ya lâyık
eş yoktur” dedim!”[767]
Çok sade ama samimi bir tören ve çok az bir
mehriye[768]
ve çeyizle[769]
gerçekleşen bu
mübarek evlilik, İslam’da
evlilik bağının oluşmasında manevi değerlerin ne kadar önemli rol oynadığının en bariz örneğidir.
Bedir savaşındaki yenilginin acısını çıkarıp
Müslümanlardan intikam almak isteyen Kureyşliler, Mekke’ye sağ salim ulaşan ilk
ticaret kervanından sağladıkları gelirle hemen bir ordu hazırlayıp Medine’ye
saldırı tedarikine giriştiler[770];
bazı kabileleri de kendileriyle işbirliğine ikna ederek çok büyük imkanlarla
Medine’ye doğru harekete geçtiler[771].
Savaş meydanında askerleri teşvikte bulunup coşturmaları için yanlarına bir grup kadın da almışlardı[772].
Hz. Resulullah (s.a.a) amcası Abbas’ın
Mekke’den gönderdiği gizli bir raporla durumdan haberdar oldu[773]
ve askerî bir şura
kurarak düşmana
nasıl karşı
durulması gerektiği
konusunda Müslümanların görüşlerini aldı. Abdullah b. Ubey’le ensar ve
muhacirinin bazı ileri gelenleri şehirde kalıp müdafaa savaşında bulunmaktan yanaydılar (bk: Vakidi, aynı ,
s:210 ve İbn Hişam c:3 s:67 ve Biharu’l-Envar c:20 s:48); ama Bedir savaşında
bulunma feyzinden mahrum olan bazı gençlerle ensar ve muhacirlerden Hz. Hamza
gibi kimi tanınmış isimler düşmanla şehir dışında çarpışmanın daha doğru olacağını,
savunuyor şehirde oturup kalmanın düşmanın cüretini artıracağını, Müslümanları
aciz ve zayıf göstereceğini, bunun da Müslümanların Bedir’de gösterdiği güçle
bağdaşmayacağını söylüyorlardı[774].
Sonunda Hz. Resulullah (s.a.a) bu cesur ve
coşkulu grubun önerisini kabul ederek bin kişilik bir orduyla[775]
Uhud Dağı’na doğru hareket etti[776].
Yolun yarısında Abdullah bin Ubey, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) onun görüşlerine değer vermeyip gençlere uyduğu[777]
ve aslında savaş
çıkmayacağı gibi
bahanelerle[778] yanındaki 300 adamını da alarak geri döndü!
Peygamber (s.a.a) sayıları 700’e inen
askerlerini[779] Uhud eteklerine yerleştirdi; Müslümanlar şimdi Uhud’u arkalarına almışlardı, karşılarında Medine, sollarında da Ayneyn Dağı vardı[780].
İslam ordusu batıya, müşrikler doğuya doğru durmuş durumdaydı[781].
Hz. Resulullah (s.a.a) bölgeyi askerî açıdan
incelerken Ayneyn Dağı’nın konumu dikkatini çekti, savaş esnasında
düşman bu dağı dolanıp Müslümanları arkadan vurabilirdi! Bu nedenle Abdullah
bin Cübeyr adlı bir subayı 50 kişilik bir okçu birliğinin başında bu tepeye dikerek
orayı korumakla görevlendirdi[782]
ve “Biz yensek de yenilsek de siz sakın burayı terk etmeyin! Bizi sırtımızdan
vurmaya kalkışacak düşman süvarileri olursa onları ok yağmuruna tutarak buradan sızmalarını engelleyin!”
buyurdu[783].
Bu arada Ebu Süfyan da şirk ordusuna
çeki düzen verip sancaktarlarını seçmedeydi. O günlerde savaş meydanlarında
sancak çok önemli bir rol oynuyordu, bu nedenle de sancağı en korkusuz ve en
mahir savaşçılara verirlerdi. Sancağı taşıyan savaşçının yiğitlik ve cesareti
orduya moral verir, sancağın dalgalanışını ve ilerleyişini görmek askerlerin
özgüvenini artırırdı. Sancaktarın öldürülmesi ve sancağın yere düşmesi ordunun
moralini çökerten ve askerler üzerinde çok olumsuz etkiler bırakan bir olaydı.
Ebu Süfyan sancaktarları gözüpeklik ve cesaretiyle ünlü olan Abduddaroğulları
arasından seçerek şöyle dedi:
“Siz Abduddaroğullarının sancağı taşımaya
bizden daha layık olduğunuzu biliyoruz. Sancağı iyi koruyun ve ondan yana
içimizin rahat olmasını sağlayın. Sancağı yere düşen bir ordu, savaşı
sürdüremez artık.”[784]
Hicretin
3. yılı Şevvalının 15. günü[785] savaş başladı ve
çok geçmeden Müslümanlar üstünlüğü ele
geçirerek müşrikleri
bozguna uğrattılar.
Müşriklerin
bu yenilgisinin nedeni çok sayıda kayıp vermeleri değildi. Çünkü kayıtlardaki
azamî rakama göre savaşın sonuna kadar verdikleri ölü sayısı elliyi geçmemiştir[786]. Bu ise, şirk ordusunun asker sayısı karşısında
önemli bir rakam sayılmıyordu. Yenilmelerinin nedeni sancaktarlarının
öldürülmesiydi. Sancaktarlarından tam dokuzu Hz. Ali’nin (a.s) yenilmez gücü
karşısında yere serilmiş,[787] sancağın ard arda yere düşmesi ve
her kalkışında
yeni sancaktarın da kanlar içinde yere serilmesi şirk
ordusunun moralini bozarak bozguna uğramasına yol açmıştı, geriye dönmüş, can
havliyle kaçmaya başlamışlardı.[788]
Hz. Ali
(a.s) gün gelecek, sahabeye bu gerçeği hatırlatmak zorunda kalacaktı… Ömer’in
öldürülmesi üzerine halifeyi belirlemek için oluşturulan 6 kişilik şûrâda Hz.
Ali (a.s) bunu kendi biyografisinin altın sayfalarından biri olarak vurgulamış,
şûradaki sahabeler de bunu onaylamıştır.[789]
Sancaktarların
ard arda öldürülmesi üzerine şirk ordusunun safları dağılmış, müşrikler kaçmaya
başlamıştı. Müslümanlar bir yandan kaçan düşmanı kovalarken bir yandan da
ganimet toplamadaydı. Bu sahneyi gören tepedeki okçular savaşın bittiğini
zannederek ganimet toplayanlardan geri kalmama hırsıyla siperlerini terk
ettiler. Komutanları Abdullah b. Cübeyr her ne kadar Hz. Resulullah’ın
(s.a.a) kesin emrini hatırlatarak siperlerinden ayrılmamaları için ısrar
ettiyse de onu dinleyen olmadı.[790]
Okçuların
verilen emri çiğnemesi savaşın akışını birdenbire değiştirdi. Çünkü bu fırsatı
bekleyen Halid b. Velid 200 atlıyla tepeye saldırıp Abdullah’la onu terk
etmeyen on Müslüman’ı şehid ettikten sonra tepeyi dolanarak Müslümanlara arka
cepheden saldırıya geçti.
Diğer
taraftan Algeme’nin kızı Emre’yle savaş meydanındaki bir başka
Kureyşli kadın yere düşen sancağı kaldırarak dalgalandırmaya başlamıştı.[791] Halid’in saldırışını ve
sancağın
dalgalandığını
gören Kureyşliler bu
moralle kendilerini toparlayıp yeniden saldırıya geçtiler[792]. Bu sırada safları dağılmış ve
komutanların birlikleriyle irtibatı tamamen kesilmiş olduğundan
Müslümanlar bu saldırı karşısında
direnemeyip ağır bir yenilgiye uğradılar. Bu yenilginin, daha başka yan nedenleri
de vardı:
1- Hz.
Peygamber’in(s.a.a) öldürüldüğü söylentisinin yayılması.[793]
2- O
dönemlerde, savaşan taraflardan hiçbirinin belli bir savaş giysisi veya
üniforması olmadığından, birbirlerini attıkları sloganlarla tanıyorlardı.
Kureyşliler yeniden saldırıya geçtiğinde Müslümanların safları daha da karıştı,
kendi adamlarını düşmandan ayıramayıp birbirlerine kılıç çektiler[794] ve bu hengâmede Huzeyfe bin Yeman’ın
babası Huseyl bin Cabir’i düşman zannedip öldürdüler[795] Ancak, kendilerini toparlayıp slogan atmaya başladıklarında
bu durum değişmekte gecikmedi[796].
3-
Rüzgar yön değiştirdi; o esnaya kadar doğudan esiyorken şimdi batıdan esmeye
başlamış, bu da Müslümanların savaşmasını zorlaştırmıştı.[797]
Kısacası
Müslümanların safları tamamen dağıldı, çoğu kaçmakta, dağın yüksek yerlerine
tırmanmaktaydı. Oysa Hz. Peygamber (s.a.a) halâ meydanda direniyor, kaçanları
savaşmaya ve direnmeye çağırıyordu[798]. Savaş meydanında Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yanında
Hz. Ali’yle (a.s) birkaç Müslümandan başka kimse kalmamıştı.[799] Hz. Ali (a.s) Resulullah’ın yanıbaşında
kıyasıya savaşıyordu,
birkaç kez düşman
grupların Hz. Peygamber’e (s.a.a) saldırılarını tek başına
püskürtmüştü.[800] Onun tek başına
gösterdiği bu
azimli ve imanlı emsalsiz, direniş Uhud semalarında gaybî bir nidanın
yükselmesine yol açacak ve “Ali gibi er, Zülfikar gibi kılıç yoktur!”
nidası duyulacaktı.[801]
Derken,
Müslümanlardan biri Hz. Resulullah’ı (s.a.a) tanıdı ve o yakınlarda bulunan
veya kaçıp da sonra geri dönen birkaç Müslüman kıyasıya çarpışarak Hz.
Resulullah’a (s.a.a) ulaşmayı başardı ve çok sert çarpışmalardan sonra hazreti
(s.a.a) Uhud eteklerine ulaştırdılar[802], bu sırada savaş da
bitmiş,
ortalık durulmuştu.
Bu
esnada Ebu Süfyan Müslümanların moralini bozmak için propaganda hücumu başlatıp
psikolojik savaşa başvurdu ve “Yaşasın Hubel! Yaşasın Hubel!” diye haykırmaya
başladı. Hz. Resulullah (s.a.a) Müslümanların ona “Allah daha üstün ve daha
yücedir!” sloganıyla karşılık vermesini buyurdu. Bunu duyan Ebu Süfyan “Bizim Uzza
gibi putumuz var, sizin Uzza’nız yok!” diye bağırınca Hz. Peygamber’in (s.a.a)
emriyle Müslümanlardan biri şöyle haykırdı: “Allah bizim mevlamızdır, sizinse
mevlanız yok!”[803]
Meşhur
rivayete göre bu savaşta Müslümanlardan 70 kişi şehit düştü[804],şehidler
arasında Hz. Peygamber’in (s.a.a) amcası Hz. Hamza’yla Mus’ab b. Umeyr
de vardı.
Uhud’da
Müslümanlar yenildiği ve Kureyş ordusu pek zayiat vermeden kaldığı ve görünüşe
göre bu durumda Medine’ye saldırmaları halinde büyük bir ihtimalle zafer
kazanabilecekleri halde Kureyş ileri gelenleri böyle bir girişimden korkup
ürkmüş[805] ve tekrar savaşmaktan vazgeçerek Mekke’ye
dönmüştür!
Kureyşliler
Bedir’de verdikleri kayıp sayısınca Müslüman öldürüp Bedir’in intikamını
alabildiklerini söyleyerek seviniyorlardı, oysa henüz ne Medine’ye bir şey
yapabilmiş, ne de Şam ticaret yolunun serbest olmasını sağlayabilmişlerdi!..
Müslümanların
işinin bittiğini sanıp müşriklerin Medine’ye saldırmaya yeltenmemesi için Hz.
Resulullah (s.a.a) çoğu yaralı olan İslam ordusunu toparlayarak hemen ertesi
gün yola çıktı ve Hamru’l-Esed denilen mıntıkaya kadar şirk ordusunu
takip etti; ancak onların böyle bir saldırıya niyetli olmadıklarından emin
olduktan sonra Medine’ye geri döndü.[806]
Müslümanların
Uhud savaşında yenilgiye uğramasının getirdiği bazı sonuçlar şunlardır:
1-
Müslümanlar bu savaşta askeri açıdan yenilgiye uğradıysa da, Hz. Resulullah’ın
(s.a.a) emrinden asla çıkmamaları gerektiğini öğrenmiş oldular. Nitekim daha
sonraki savaşlarda bir daha böyle bir itaatsizlikte bulunmamışlardır.
2-
Münafıklar fitneye başlayarak Müslümanların bu yenilgisinden duydukları sevinci
açığa vurup onları kınamaya başladılar.[807]
3-
Yahudiler de kinlerini açığa vurarak “Muhammed padişahlık peşindedir
aslında, yoksa hiçbir peygamber böyle yenilmiş değildir!” dediler.[808]
4-
Medine çevresindeki İslam düşmanları küstahlaşarak komplo ve fitneye
başladılar.
Esedoğulları
kabilesinin Medine’ye saldırmak için gösterdiği
başarısız girişimler, Reciy hadisesi ve Bi’r-i Mâune olayı bunun örnekleridir.
5-
Müslümanlar Medine’ye döndükten sonra bütün şehir adeta yasa boğulmuş gibiydi,
Müslümanlar büyük bir ümitsizliğe kapılmıştı. Ebu Süfyan’ın Uhud’da başlattığı
psikolojik savaşı Medine’de sürdüren münafıklarla Yahudilerin vesveseleri de bu
durumu körüklüyordu. Allah Teala Âl-i İmran Suresi’nin bazı ayetleriyle bu
olumsuz etkileri silip Müslümanların moralini yükseltti. İbn İshak, bu surenin
60. ayetinin Uhud savaşı hakkında indiğini yazar[809]. Allah Teala bu ayetlerde Müslümanların
yenilmelerinin nedenlerini açıklamakta ve askeri yenilgiye uğradıklarını, ama
psikolojik yenilgiye uğramamaları ve ümitsizliğe kapılmamaları gerektiği
uyarısında bulunmaktaydı. Ayrıca bu yenilginin sırrını da hatırlatarak
Müslümanların askerî disipline uymadıkları ve dünya malına tamahlandıkları için
yenildiklerini belirtmekteydi. Bedir’de Allah’ın yardımıyla zafer
kazanmalarının sebebi, orada sadece Allah’ın rızasını umarak savaşmış
olmalarıydı, ama bu savaşta ganimet peşine takılmış ve yenilmişlerdi!.. Âl-i
İmran Suresi’nin konuyla ilgili bazı ayetlerinde şöyle buyrulur:
“Andolsun
siz güçsüz iken Allah size Bedir’de yardımıyla zafer verdi. Şu halde Allah’tan
korkup sakının ki O’na şükredebilesiniz.”
“Allah’a
ve Resulü’ne itaat edin ki merhamet olunasınız.”
“Gevşemeyin,
üzülmeyin, eğer gerçekten iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz”
“Eğer
-Uhud meydanında- bir yara aldıysanız, o kavme -kafirlere- de benzeri bir yara
değmiştir. Bu zafer ve yenilgi günlerini insanlar arasında devrettirip dururuz.
Bu, Allah’ın iman edenleri belirtip ayırması ve sizden şahidler edinmesi
içindir. Allah, zulmedenleri sevmez.”
“Yoksa
siz, Allah, içinizden cihad edenleri belirtip ayırt etmeden ve sabredenleri de
belirtip ayırt etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Andolsun, siz Allah
yolunda ölüm -şehadet-le karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz, şimdi -Uhud
savaşında- onu gördünüz işte, ama -sadece- bakıp durdunuz.”
“Andolsun,
Allah -düşmanı yeneceğinize dair -size verdiği sözde sadık kaldı, siz O’nun
izniyle -savaşın başında- onları kırıp geçiriyordunuz, ama sonra gevşediniz ve
-Uhud’da siperlerinizi bırakıp bırakmama konusunda- aldığınız emir hakkında
birbirinizle çekişip tartıştınız, sevdiğiniz şeyi -zaferi- size gösterdikten
sonra emre itaatsizlik ettiniz! Sizden kiminiz dünyayı istiyordu, kiminiz de
ahireti. Derken Allah sizi sınamak için -yenilgi ve bozgunla- onlardan yüz
çevirtti ve sizi bağışladı. Allah, müminlere karşı fazl ve ihsan sahibidir.”
“Bedir
savaşında -Düşmana iki mislini indirdiğiniz bir darbeyi- bu savaşta -kendiniz
alınca “bu yenilgi nereden?”mi diyorsunuz? De ki bu yenilgi size bizzat
kendinizden geldi -çünkü Peygamber’in emrini dinlemeyip siperlerinizi terk
ettiniz- Allah her şeye güç yetirendir.”[810]
Uhud
yenilgisi Müslümanların askeri prestijine leke düşürmüş, Medine çevresindeki
İslam düşmanlarının bir takım komplolara girişme cüretinde bulunmasına yol
açmıştı. Medine’ye saldırı planının bu zaman diliminde düşünülmüş olmasının
yegane nedeni, Müslümanların askeri zaafa uğradığının sanılmasıdır[811]. Bu komplo ve planlardan bazısı şunlardı:
Hz. Resulullah (s.a.a) Esedoğulları
kabilesinin Medine’ye saldırmaya niyetlendiğini öğrenmişti. Ebu Seleme
komutasında 150 kişilik bir müfrezeyi Esedoğulları kabilesinin bulunduğu
bölgeye göndererek düşmana fırsat vermeden saldırılmasını emretti. Müslümanlar
sapa yoldan süratle hareket ederek düşmanın bulunduğu bölgeye ulaştılar. Gafil
avlanan Esedoğulları kabilesi çareyi kaçmakta buldu. Ebu Seleme ganimet ve esirlerle
Medine’ye döndü[812].
Bu zafer
Müslümanların askeri prestijini bir ölçüde artırmış, münafıklarla Yahudiler ve
Medine çevresindeki kabilelerin, Müslümanların halâ güçlü olduğunu anlamasına
yetmişti.
Hicretin
4. yılı Sefer ayında Lihyanoğulları kabilesinin tahrikiyle Ezelvegâre
kabilesine mensup birkaç kişi Medine’ye giderek Müslüman olduklarını
söyleyip “kabilemizden bazıları Müslüman oldu, bize Kur’an’ı ve İslam
hükümlerini öğretmesi için birkaç kişi gönder” dediler. Hz. Resulullah (s.a.a)
Müslümanlardan 10 kişiyi onlarla gönderdi[813]. Huzeyl kabilesine ait “Reciy”
denilen bir suya vardıklarında Ezelvegâre kabilesinin adamları,
Lihyanoğullarının da işbirliğiyle bu Müslümanlara saldırdılar. İslam
tebliğcileri kendilerini savundularsa da sayıları çok fazla olan düşmana
yenildiler, 8’i şehid düştü, ikisi esir oldu. Müşrikler bu iki esiri Mekke’ye
götürüp, Bedir’de ölenlerin yakınlarına sattılar, Mekke müşrikleri bu iki esir
Müslümanı çok feci şekilde şehid ettiler[814].
Bu iki
kabilenin Mekke müşrikleriyle gizlice bağlantılı oldukları ve mevcut ortamdan
yararlanarak bu ihanette bulundukları anlaşılmaktadır.
Yine
hicretin 4. yılı Sefer ayında vuku bulan bu olay Reciy vakasından çok daha
feciydi. Âmiroğulları kabilesinin büyüğü Ebu Berâ, Medine’ye
gelip Hz. Resulullah’la (s.a.a) görüştü ve kendisinin Müslüman olduğu veya
İslam’a meyli olmadığı gibi şeyler söylemeksizin hazretin Necd halkını
İslam’a davet etmek için bazı sahabelerini oraya göndermesini teklif etti. Hz.
Resulullah (s.a.a) “Necd halkının Müslümanlara bir şey yapmasından korkarım”
buyurunca Ebu Berâ “Onlar benim güvencem altındadır, merak etmeyin!”
dedi. Hz. Resulullah (s.a.a) Kur’an kârisi olan en iyi sahabelerinden 70 güzide
Müslüman’ı seçip[815] Necd halkına gönderdi. Bu grup Bi’r-i Maune
denilen bölgeye varınca Hz. Resulullah’ın (s.a.a) mektubunu aralarından
biriyle, Âmir b. Tufeyl’e gönderdiler, Âmir mektubu okumadı ve getireni de öldürdü,
sonra da Âmiroğulları kabilesini bu Müslümanları öldürmeye davet etti. Amiroğulları,
Ebu Bera’nın verdiği güvenceye binaen bu ihanete yanaşmadılar. Bunun
üzerine Âmir bin Tufeyl, Süleymanoğulları kabilesinden bazı boyların yardımıyla
Müslüman tebliğ grubuna saldırdı, bu alçakça saldırıda Ka’b b. Zeyd’le Amr
b. Ümeyye Zemri’den başka kurtulan olmadı, diğer Müslümanlar mazlumiyet
içinde vuruşup şehid düştüler.[816]
Düşman
tarafından esir edildikten sonra serbest bırakılan Amr b. Ümeyye, Medine
dönüşünde Amiroğullarından iki kişiyi öldürdü, ama bunların Hz. Resulullah’la
(s.a.a) müttefik olduğunu bilmiyordu.[817]
Hz.
Resulullah’la (s.a.a) saldırmazlık antlaşması olan bu iki Amiroğulları
mensubunun Amr b. Ümeyye tarafından öldürülmesi Peygamber-i Ekrem’i (s.a.a) pek
rahatsız etmiş, bu nedenle teessüfünü bildirerek “onların diyet bedelini
ödememiz gerekir” buyurmuştu[819]. Diğer taraftan çok geçmeden “Âmiroğulları
da Hz. Peygamber’e (s.a.a) bir mektup yazarak diyet ödenmesini istemişlerdi[820].
Amiroğulları,
Neziroğulları kabilesiyle müttefik olduğundan Hz. Resulullah (s.a.a) diyet
konusunda onlardan yardım alabilmek için ensar ve muhacirinden birkaç sahabeyle
birlikte Neziroğullarının Medine yakınındaki kalelerine gidip onlarla görüştü.
Neziroğulları olumlu cevap verdiler, ama bu arada gizlice bir Yahudi’yi
görevlendirerek Hz. Resulullah’ın (s.a.a) kenarında oturduğu duvarın üzerinden
o hazretin başına bir taş yuvarlayarak öldürmesini istediler. Hz. Resulullah
(s.a.a) gaybdan ulaşan bir haberle bunu öğrendi[821] ve hemen yerinden kalkıp o kaleyi terk ederek
Medine’ye döndü ve Neziroğulları
Yahudilerine Medine’yi terk etmeleri ihtarında bulunup taşınabilir mallarını da
götürmelerine izin verdi. Yahudiler dehşete kapılarak göçmeye hazırlanırken Abdullah
b. Ubey onları direnmeye davet etti ve savaş çıkması halinde adamlarını
silahlandırarak onların yardımına koşacağı vaadinde bulundu, “Sizi Medine’den
sürerlerse ben de sizinle birlikte şehri terk ederim!” dedi.[822]
Bazı
tarihi belgeler bu olaydan önce Kureyşlilerin, onları Müslümanlara karşı komplo
tertipleyip savaşmaları yolunda tahrik ettiğini ve bu olayda sözkonusu tahrikin
de payı bulunduğunu göstermektedir[823]. Abdullah’ın yalan vaadlerine kanan
Neziroğulları kabilesi kaleyi terk etmekten vazgeçince Hz. Peygamber’in (s.a.a)
emriyle İslam ordusu bu kaleyi 15 gün kuşattı, bu süre zarfında Yahudilerin
geleceğini umduğu yardımlar gelmemişti! Artık kaleyi terk etmekten başka çare
kalmadığını görünce Hz. Resulullah’ın (s.a.a) izniyle silahlarını teslim edip
eşyalarını bineklere yüklediler ve topluca kaleden çıktılar; kimi Şam’ın Azraat
bölgesine, kimi de reisleri Hoyyiy b. Ahtan’la birlikte Hayber’e
göçtü. Hayberliler onları pek sıcak karşılamış ve Hoyyiy b. Ahtan’ın
emrine girmişlerdi.[824]
Neziroğulları
savaşmadan teslim oldukları için onların gayrimenkulleri “hâlise” olarak[825] Hz. Resulullah’ın (s.a.a) eline geçmişti, hazret
(s.a.a) muhacirlerle ensar arasındaki kardeşlik akdini dikkate alarak, ensarın
da onayıyla bu mülkü muhacirler arasında paylaştırdı.[826]
Allah
Teala Neziroğullarının ihanetini ve uğradığı akibeti Kur’an’da şöyle anlatır:
“Kitap
ehlinden küfredenleri ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O’dur. Onların
çıkacaklarını siz sanmamıştınız, onlar da kalelerinin kendilerini Allah’tan
koruyacağını sanmışlardı. Böylece Allah’ın azabı da onlara hesaba katmadıkları
bir yönden geldi, yüreklerine korku salıverdi, öyle ki evlerini kendi elleriyle
ve müminlerin elleriyle tahrib ediyorlardı. Artık ey basiret sahipleri, ibret
alın! Eğer Allah onlara sürgünü yazmamış olsaydı, muhakkak onları bu dünyada
azablandırırdı, ahirette ise onlar için ateş azabı vardır. Bu, onların Allah’a
ve O’nun Resulüne karşı başkaldırıp ayrılık çıkarmaları dolaysıyladır. Kim
Allah’a karşı başkaldırıp ayrılık çıkarırsa, muhakkak Allah, cezası pek
şiddetli olandır”[827]
Hicretin 5. yılı Şevval ayında vuku bulan[828] bu savaş, Hoyyiy b. Ahtab’
Bu
görüşmede Kureyşliler onlara “Bizim dinimiz mi daha iyidir, Muhammed’in (s.a.a)
dini mi?” diye sordular. Yahudiler Ehl-i Kitap oldukları ve putperestliği doğal
olarak reddetmeleri gerektiği halde fitne ve nifaka başvurup “Sizin dininiz
“Muhammed’in(s.a.a) dininden iyidir, siz hakka ondan daha yakınsınız” diye
cevap verdiler.
Onların
bu cevabı Kureyşlileri ikna edip savaşa razı olmalarına yol açtı. Allah Teala
Yahudilerin bu düşmanca yargısını şiddetle kınamakta ve şöyle buyurmaktadır:
“Kendilerine
kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi? Onlar tağuta ve Cibte inanıyorlar ve
diğer küfredenler için: “bunlar, iman edenlerden daha doğru bir yoldadır”
diyorlar! İşte bunlar, Allah’ın lanetledikleridir! Allah’ın kendisini
lanetlediğine hiçbir yardımcı bulamazsın.[829]
Yahudi
liderlerin bu kindar yargı tavrı o kadar insafsız ve mantıksızdı ki, bugün
bizzat Yahudi olan bazı yazarlar bile bu tavrı kınamaktan kendilerini
alamamaktadır. Yahudi yazar Dr. İsrail Wolfonson “Arap Topraklarında
Yahudi Tarihi”adlı kitabında şöyle yazar:
“Onlar
bunca fahiş bir hataya düşmemeliydi… Kureyşliler onların teklifini geri çevirse
bile Kureyş büyüklerinin önünde, putlara tapmayı, İslam’ın getirdiği tevhid
inancından daha üstünmüş gibi göstermeye çalışmamaları gerekirdi. Zira
İsrailoğulları asırlarca putperest kavimler arasında tevhid bayrağını taşımıştır…”[830]
Yahudiler
Kureyşlileri ikna ettikten sonra Katfanoğulları kabilesine giderek
onları da Müslümanlara karşı savaşa kışkırttılar[831]. Bu kabileden Fizare, Mürre ve Eşce boyları
işbirliğinde bulunmayı kabullendiler[832]; bunlardan sonra Süleym ve Esedoğulları
kabilelerine gidip onları da kandırdılar.[833] Bu
arada Kureyşliler de
Sakif’le Kenaneoğulları gibi bazı müttefiklerinin onayını almayı başarmıştı[834]. Böylece çok güçlü ve büyük bir askerî pakt
oluşturulmuş, Ebu Süfyan komutasında 10.000 kişilik bir ordu[835]
Medine’ye doğru
harekete geçmişti!..
Medine
yolunda Hoyyiy b. Ahtab, 750 kişilik Kurayzaoğulları
savaşçılarının da Ahzab ordusuna katılmasını sağlayacağına dair Ebu
Süfyan’a vaadlerde bulunuyordu…[836]
Yapılan
onca masraf ve hazırlanan bu büyük orduyla Kureyş ve Yahudiler, bu savaşın
Müslümanların sonu olacağından ve, Müslümanları kesinlikle yok edeceklerinden
emindiler artık!..
Hz.
Resulullah (s.a.a) Müslümanların dostu olan Huzâe kabilesinin gönderdiği
gizli bir raporla, Ahzab ordusunun harekete geçtiğini öğrenmişti…[837] Hz.
Peygamber’in (s.a.a) emriyle oluşturulan
askeri şûrâda
yapılan görüşmelerde,
biraz da Uhud savaşının
etkisiyle, bu defa hiç kimse Medine dışında savaşmayı önermedi, herkes şehirde
kalmanın daha uygun olduğunda hemfikirdi[838].
Medine’nin
etrafı evlerle hurmalıklar gibi doğal manialarla çevriliydi, düşmanın
buralardan şehre sızması kolay değildi.[839] Ancak, şehrin açık olan bir kısmı vardı, Selman buraya
hendek kazılmasını önerdi, böylece düşmanın burada da önü kesilmiş olacaktı[840]. Hz. Resulullah’ın (s.a.a) önderliği ve
bilfiil katılımıyla Müslümanlar büyük bir azim gösterip yılmadan çalışarak
kısa sürede, aşılması
imkânsız bir hendek kazdılar.[841] Hz. Resulullah (s.a.a) kadınlar, çocuklar ve
savaşacak durumda olmayan sivilleri şehirdeki kalelerle sığınaklara yerleştirdi[842].Yine o hazretin (s.a.a) emriyle, kayıtlarda
sayısı 3 bin kişi olarak
geçen İslam ordusu[843] “Sel”
Dağı’yla hendek arasında, sırtı dağa dönük olarak konuşlandı.[844]
Uhud
savaşında olduğu gibi, şehrin dışında Müslümanlarla karşılaşacaklarını zanneden
Ahzab ordusunun komutanları, şehrin önüne kadar ilerleyip de karşılarında bu
büyük hendeği bulunca ne yapacaklarını şaşırdılar. Araplar, ilk kez böyle bir
savaş hilesine şahid oluyorlardı çünkü!..[845] Bu
nedenle, ne yapacaklarını bilememenin şaşkınlığı içinde
hendeğin
ötesinde çakılıp kaldılar.
Kalabalık
şirk ordusu, Medine’yi kuşatmaya almıştı şimdi.
Kuşatma
20 gün sürdü. Bu müddet zarfında taraflar hendeğin iki tarafından birbirlerine
ok yağdırmaktan başka bir şey yapmamıştı. Kureyşli süvariler Müslümanlar
arasında korku yaratabilmek için hendeğin etrafında at koşturup çılgınca
naralar atıyor, askerî gösteriler yapıyor, Müslümanları ok yağmuruna tutuyordu[846].Düşmanın kuşatması uzun sürmüş,
Müslümanlar sıkışmaya başlamıştı, şehrin
içinde de durum giderek zorlaşıyor,
kriz büyüyordu. Kur’an-ı Kerim bu durumu şöyle tavsif eder:
“-Ey
iman edenler, hatırlayın-, Hani -düşman, şehrinizin- altından ve üstünden (dört
bir yandan) üzerinize gelmişti (ve Medine’yi kuşatmıştı), gözler de kaymış,
yürekler hançereye gelip dayanmıştı ve siz Allah hakkında birtakım haksız
zanlarda bulunuyordunuz. İşte orada iman edenler denemeden geçirilmiş ve
şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardı…”[847]
Bu
sırada Müslümanların durumunu daha da zorlaştıran bir başka gelişme yaşandı;
Kurayzaoğulları Müslümanlarla yaptıkları saldırmazlık antlaşmasını tek taraflı
olarak bozmuş ve Ahzab ordusunu desteklediklerini ilan etmişlerdi!..
Kurayzaoğullarının bu iğrenç ihanetinin ardında Hoyyiy b. Ahtab’ın
kışkırtmaları ve fitneci komploları vardı…[848] Bu komplonun açığa
çıkması birçok Müslüman’ın moralini bozmuştu; Hz. Resulullah (s.a.a) bunun bıraktığı kötü
izleri silmeye çalışıyordu.
Daha da
kötüsü, Kurayzaoğulları sadece antlaşmayı çiğnemekle kalmayacak, iki
iğrenç ihanette daha bulunacaktı. Bunlardan biri, azık sıkıntısına düşen
hendeğin ötesindeki şirk ordusuna yiyecek yetiştirmek oldu. Bir defasında
Kureyş ordusuna hurma, arpa ve hayvan yemi taşıyan bir kervan, Kûba
mıntıkasında Müslümanların eline geçti ve bu kervana el koyuldu[849].
Yahudilerin
diğer iğrenç ihaneti de şehirde terör havası estirip yalnız kalan savunmasız
sivillerle kadınları dehşete düşürme girişimleriydi. Bir gün savunmasız
sivillerin sığındığı şehir içindeki kaleye sızmayı başaran bir Yahudi, Hz.
Resulullah’ın (s.a.a) halası Safiye Hatun tarafından öldürüldü[850].
Bir
başka gece Kurayza Yahudileri, savunmasız kalan Medine içine baskın
düzenlemeye karar verdiler; Hoyyib b. Ahtab’ı Kureyş ordusuna göndererek
bu saldırıda kendilerine yardımcı olmak üzere Kureyş ve Katfanoğullar’ından
kendilerine 1000’er savaşçı verilmesini istediler. Bu komplonun haberi Hz.
Peygamber’e (s.a.a) ulaştığında şehre şiddetli bir korku ve dehşet hakim
olmuştu. Hz. Resulullah (s.a.a) 500 savaşçıyı şehirde güvenliği sağlamakla
görevlendirdi. Bu birlikler geceleri sabaha kadar şehirde tekbirler getirerek
devriye geziyor, sivillerin sığındığı bölgeyi titizlikle koruyorlardı.[851]
Bütün bu
zorluklara rağmen, hendek ve diğer bazı faktörler durumun Müslümanlar lehine
değişmesini sağlamış ve onca gücüne rağmen Ahzab ordusunun emeline ulaşmasını
engellemişti. Bu faktörleri özetle aktaralım:
Katfanoğulları
kabilesinden Nueym bin Mesud yeni Müslüman olmuştu. Nueym, Hz.
Peygamber’den (s.a.a) izin alarak[852] Kurayzaoğullarına gidip onlarla görüştü ve
kendisine güvenmelerini sağladı.
Eski bir dost olarak onlara fikir verip, Müslümanlarla yaptıkları antlaşmayı
çiğnemenin çok tehlikeli bir hata olduğunu izahla şöyle dedi: “…Sizin durumunuz
Kureyş ordusundan çok farklıdır, bu savaş bir sonuca varmazsa Kureyşliler geri
dönüp kendi vatanlarına gidecek, ama sizin gidecek bir yeriniz yok ki!.. O
zaman Kureyşliler gidince Müslümanlar hepinizi öldürecektir! Binaenaleyh, bu
savaşın süreceğinden emin olmak ve Kureyşin desteğini sizden çekmeyeceğinin
garantisi olarak rehine şeklinde alıkoymak için bir yolunu bulup, Ahzab ordusunun
komutanlarından birkaçını ele geçirin ve savaş bitinceye kadar onları
bırakmayın!”
Nueym,
Yahudileri ikna ettikten sonra bu haberi askerî bir sır ve Kurayzaoğullarının
aldığı bir karar olarak Kureyş liderleriyle kendi kabilesinin büyüklerine
sızdırdı ve “Kurayzaoğulları aslında bu komutanları böyle bir bahaneyle sizden
alıp, kendilerini affettirebilmek ve sadakatlerini ispatlamak için Muhammed’e
teslim etmeyi düşünüyorlar!” dedi ve Kurayzaoğulları böyle bir teklifte
bulunacak olursa sakın kabul etmemelerini sıkı sıkıya tembihledi!
Bu plan
tutmuş, iki grup arasında güvensizlik ve ihtilaf baş göstermişti. Ahzab ordusu
içeriden sarsılmaya başlamıştı artık…[853]
Kureyşlilerin
canı iyice sıkılmaya başlamıştı, üç nedenden dolayı bu savaşın bir an önce
bitmesi gerekiyordu: Evvela kuşatma uzadığı için azıkları bitmiş, yiyecek
sıkıntısı başlamıştı. İkincisi, havanın giderek soğumasıydı, karargah
çadırlarında üşüyorlardı. Bunlardan daha önemli olanı, haram ay olan Zilkade’nin
yaklaşmakta oluşuydu, Şevval ayında bu savaşı bitiremezlerse tam üç ay
savaşa ara vermek zorunda kalacaklardı![854]
Bu
nedenle, çıkmaza giren savaşın seyrini değiştirmeye karar verdiler. On bin
kişilik Ahzab ordusunun en yaman 5 kahramanı, hendeğin dar bir noktasını keşfedip
atlarıyla karşıya geçmeyi başardılar[855] ve kendileriyle savaşmaya
cüreti olan er istediler!Bunlardan biri, bütün Arap dünyasının en namlı
kahramanı meşhur savaşçı Abdu
Veddoğlu Amr’dı. Bu ünlü silahşor “Kureyşin emsalsiz atlısı” ve “Yelil’in
rakipsiz savaşçısı” olarak bilinirdi.[856]
Amr
hendeği aştıktan sonra kendisiyle savaşacak yiğit istedi ama Müslümanlardan hiç
kimse onunla teke tek vuruşmayı göze alamıyordu…[857] Bu olay birkaç kez tekrarlandığı halde
Hz. Ali’den (a.s) başka hiç
kimse öne çıkmadı. Sonunda Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali’ye (a.s) izin vererek
onu Amr’ın karşısına gönderdi ve “Şimdi bütün bir İslam’la bütün bir küfür ve
şirk karşı karşıya!” buyurdu[858].
Hz. Ali
(a.s) Amr’la göğüs göğüse kahramanca çarpışarak onu öldürdü; onun
öldürüldüğünü gören diğer 4 savaşçı dehşete kapılarak kaçmış, bu arada
içlerinden biri atıyla hendeğe düşerek Müslümanlar tarafından öldürülmüştü[859].
Hz.
Resul-ü Ekrem (s.a.a) Hz. Ali’nin (a.s) gösterdiği bu cesaret ve yiğitliği
överek şöyle buyurdu:
“Senin
bugün yaptığın bu iş, ümmetimin tamamının amellerinden üstündür! Zira Amr’ın
öldürülmesiyle, bütün müşriklerin evine zillet ve aşağılık duygusu girmiş oldu
ve bilakis izzetin girmediği bir tek Müslüman evi kalmadı!”[860].
Büyük
Ehl-i Sünnet muhaddisi Hakim Nişaburî bu olay üzerine Hz. Resulullah’ın
(s.a.a) şöyle buyurduğunu yazar “Hendek günü Ali bin Ebu Talib’in Amr b.
Abduvedd’le savaşı, ümmetimin kıyamete kadar işleyeceği iyi amellerin
tamamından üstündür!.[861]
Amr’ın
öldürülmesiyle Ahzab ordusunun psikolojisi çökmüş, yenilginin acısı bütün şirk
saflarında kendisini göstermişti. Bu olaydan sonra şirk ordusuna katılan
kabileler ordudan ayrılıp kendi yurtlarına dönmeye karar vermiştir[862].
Şirk
ordusuna son darbeyi Yüce Allah, gaybî yardım şeklinde indirdi ve bir gece çok
sert ve soğuk bir fırtına estirdi. Güçlü rüzgar Ahzab ordusunun karargahını alt
üst etmiş, orada ikameti sürdürmek artık imkansız olmuştu. Ebu Süfyan aynı gün
Mekke’ye dönüş emrini vermek zorunda kaldı.[863]
Allah
Teala Kur’an’da kendisinin bu ilahî yardımını şöyle hatırlatır:
“Ey iman
edenler, Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın, hani size ordular
gelmişti; böylece biz de onların üzerine bir rüzgar ve sizin görmediğiniz
ordular göndermiştik, Allah yapmakta olduklarınızı görendir.”
“Allah, kafirleri
kin ve öfkeleriyle geri çevirdi, onlar hiçbir hayra varamadılar. Savaşta Allah
-yardımcı ve zafer verici olarak- müminlere yetti. Allah çok güçlüdür, üstün,
yenilmez ve galip olandır”[864]
Ahzab liderlerinin bu savaşa harcadığı onca masraf
ve toplayıp getirdiği onca büyük orduya rağmen aldığı sonuç çok acı ve
yıkıcıydı. Çünkü bütün bunlardan sonra ne Medine’ye bir şey yapabilmiş, ne de
Şam ticaret yolunun serbest kalmasını sağlamışlardı. Bu nedenle Ebu Süfyan’ın
komuta ve liderlik karizması çizilmiş ve Kureyşin prestiji adamakıllı
sarsılmıştı. Nitekim bu savaştan sonra Müslümanlar artık savunma konumundan
saldırı konumuna geçmiş oldular, Hz. Resulullah (s.a.a) “Bundan sonra hep biz
saldıracağız, onlar bize saldıramayacak artık!” buyurdu[865] ve gerçekten de öyle oldu!
Bu
savaşta Müslümanlar 6 şehid vermiş[866], düşmandan da 3 kişi ölmüştür[867].
Ahzab
ordusu geri çekildikten sonra Hz. Resulullah (s.a.a) derhal Kurayzaoğulları
yahudilerinin üzerine yürüyüp onları yok etmekle görevlendirildi. Hazret
(s.a.a) bu emri Müslümanlara iblağ etti ve İslam ordusu aynı günün akşamı
Kurayzaoğullarının kalesini sardı. Kurayza Yahudileri kalelerine
çekilmiş Müslümanları ok yağmuruna tutuyor, Hz. Resulullah’a (s.a.a) çirkin
küfürler savuruyorlardı.
25
günlük kuşatmadan sonra Kurayzaoğulları teslim olmaya razı oldular. Daha önce
Kurayza Yahudilerinin müttefiki olan Evs kabilesi, Hz. Resulullah’tan
(s.a.a) onlara da Hazrec’in eski müttefiki olan Kaynukaoğullarına
davrandığı gibi davranmasını istediler. Hazret “Sizin büyüğünüz olan Sa’d bin
Muaz bu konuda hakem olsun!” buyurdu, Evslilerle Kurayzaoğulları Sa’d’ın
kararını kabul edeceklerini söylediler, çünkü bu görevi üstlenen Sa’d’in,
cahiliyet ve kabile töreleri gereğince hüküm vermesi halinde Kurayzaoğulları
lehine karar vermesi gerekiyordu. Ama o, kabilesinin bireylerinin etkisinde
kalmadı ve hiçbir kınayanın kınamasından çekinmeden karar vereceğini açıkladı.
Taraflar yine onun kararını kabul edeceklerini belirtince (Tıpkı
Kurayzaoğullarının Hz.Resulullah’la (s.a.a) imzaladığı antlaşmaya göre
hükmederek -çev-) onların erkeklerinin esir edilmesi ve mallarının ganimet
alınması hükmünü verdi ve bu hüküm icra edildi. Kurayza Yahudilerinin
Müslümanlarla yaptıkları antlaşmayı çiğnemelerinde önemli rol oynayan Nezir Yahudilerinin
reisi Hoyyiy bin Ahtab da öldürülenler arasındaydı. Çünkü daima
Kurayzaoğullarının yanında olacağına ve yenilmeleri halinde onlarla aynı kaderi
paylaşmaya razı olacağına söz vermişti. Yaptığı onca ihanet ve sebep olduğu
onca fitneden dolayı son demlerinde kınandığı ve hesaba çekildiği zaman
hatasını kabullenip pişmanlık duyduğunu söyleyeceği yerde, kendisinin ve
Kurayzaoğullarının uğradığı bu acı sonu Allah’ın değişmez takdiri ve kader
olarak tanımladı ve Hz. Resulullah’a (s.a.a) “Sana yaptığım düşmanlıktan dolayı
pişman değilim!” dedi, “Ama Allah birini zelil ederse o artık zelil olur!”,
sonra da halka hitaben “Allah’ın iradesinden korkulmaz” dedi, “Bu yenilgi ve
zillet, Allah’ın İsrailoğulları için belirlemiş olduğu alınyazısıdır!”[868]
Hz.
Resulullah (s.a.a) esirlerden bir kısmını bir Müslüman’
Kur’an-ı
Kerim Yahudilerin ihanetlerinin bedeli olan bu acı sonu şöyle beyan eder:
“Allah,
Kitap ehlinden -Yahudilerden- onlara
-müşriklere- arka çıkanları da kalelerinden indirdi ve onların
kalplerine korku düşürdü. Siz onlardan bir kısmını öldürüyordunuz, bir kısmını
ise esir alıyordunuz. Ve sizi onların topraklarına, yurtlarına, mallarına ve
daha ayak basmadığınız bir yere mirasçı kıldı. Allah her şeye güç yetirendir.”[870]
Kurayzaoğullarının savaşçı erkeklerinin tam sayısı veya idam
emrini kimlerin uyguladığı gibi teferruatlar hakkında tarihçiler arasında bazı
ihtilaflar varsa da konunun esasında ötedenberi tarihçiler arasında kesin bilgi
ve ittifak vardır. Bahsimizin bu noktasında sözkonusu hükümle ilgili iki görüşü
biraz etraflıca ele almakta yarar var:
1- Bazı
Avrupalı yazarlar Kurayza Yahudilerinin böylece cezalandırılmasını
vahşice ve insanlık dışı bir uygulama olarak tanımlar[871]. Ne var ki, Kurayza Yahudilerinin işlediği onca
caniliğe
bakıldığında bu
suçlamayı kabul etmek mümkün değildir.
Çünkü onlar sadece antlaşmayı çiğneyip
Müslümanlara karşı açıkça
savaş
ilanında bulunmakla yetinmemiş; bilakis,
daha önce de belirttiğimiz gibi Medine içinde terör havası estirip Ahzab
ordusunun azık ve yem ihtiyacını da temin ederek onların lojistik hizmetlerini
bizzat üstlenmek suretiyle Müslümanlarla bilfiil savaşa iştirak etmişlerdir.
Savaş sırasında böyle girişimlerde bulunmanın hiçbir millet için affedilir yanı
olmadığı ve bu tür ihanetlerin en sert şekilde cezalandırıldığı herkesçe
bilinmektedir.
Dahası,
İslam peygamberi (s.a.a) onlarla yaptığı antlaşma gereği de onları cezalandırma
hakkına sahip olduğu halde bu yola başvurmamış ve Evslilerin ricası üzerine
müsamaha göstererek Sa’d’in hakemliğini önermiş, bu öneri de hem Evs,
hem Kurayzaoğulları tarafından kabul edilmiştir. Bu durumda konunun itiraz
edilebilecek bir tarafı kalmamaktadır.
Bu bir
tarafa, burada her şeyden önce “kime ve nereye kadar müsamaha gösterilip
affedilebileceği?” sorusuna cevap verilmelidir aslında… Dış görünümünden başka
insana benzer yanı bulunmayan ve bütün insani değerleri rahatça ayaklarının
altına alabilen, yaptığı antlaşma ve verdiği taahhütlere hiçbir sadakat
göstermeyip bütün varlığı düşmanlık, kin, nefret ve inatla yoğrulmuş olanlara
müsamaha gösterip bağışlamak doğru mudur?[872] Hoyyiy b. Ahtab’ın başkanlık ettiği
Neziroğulları Yahudilerine müsamaha gösterilip affedildikleri halde
komplolarından vazgeçmeyip yine Müslümanlara karşı savaşa girişmemişler miydi?
Hoyyiy b. Ahtab’
Medine’nin
muhasara edildiği günlerde Ebu Süfyan Hz. Resulullah’a (s.a.a) yazdığı
bir tehdit mektubunda şöyle diyordu: “Lat’
Sahi,
böyle bir durum tekrarlanmış olsaydı Kurayzaoğulları Ahzab ordusuyla yine
işbirliği yapar mıydı?
Bütün
bunlar bir tarafa, Sa’d’in verdiği hüküm tıpatıp Tevrat hükümleriyle
bağdaşmaktadır ve Yahudilerle yakın ilişkileri ve onlarla uzun süre müttefik
olması nedeniyle galiba onların cezai kanunlarından da haberdardı, nitekim
Tevrat’ta şöyle geçmektedir:
“Savaşmak
için bir şehrin üzerine yürüdüğün zaman önce barış önerisinde bulun. Eğer bu
çağrına olumlu cevap verir ve şehrin kapılarını sana açarlarsa o şehirdeki
herkes sana cizye ödemeli ve kulun-kölen olmalıdır. Seninle barışmaz ve savaşa
girişirlerse onları kuşatmaya al ve Rabbin onu senin ellerine bıraktığında
bütün erkeklerini kılıçtan geçir; kadınlarla çocukları, hayvanları ve kısaca o şehirde
mal-mülk adına ne varsa hepsini ganimet sayıp yağmala ve talan et, böylece
Rabbinin sana vermiş olduğu düşman ganimetlerini afiyetle ye!”[874]
2-
Çağdaş araştırmacılardan biri Kurayzaoğullarının cezalandırıldığı gerçeğini
inkâr etmekte ve bazı deliller öne sürerek Hz. Peygamber’den (s.a.a) böylesine
sert bir cezalandırmanın beklenemeyeceğini iddia etmektedir[875]. Bu iddia, bazı Avrupalı yazarların eleştirileri
veya Siyonistlerin propaganda saldırıları karşısında
bir nevi “savunma iddiası” olarak telakki edilebilir, ama bu görüşü eleştiren
bazı araştırmacıların da altını çizdiği gibi[876] sözkonusu deliller pek çiğ
görünmektedir; en önemlisi de, bu iddiada, olayın esasının anlatıldığı Ahzab
Suresi’nin 26. ayeti adeta görmezden gelinmiştir. Bu bir yana, sözkonusu vakadan
sonra tarihte Kurayzaoğullarının adına ve izine rastlanmamaktadır artık. Oysa
böyle bir vaka gerçekleşmiş olmasaydı doğal olarak tarihin herhangi bir
sayfasında Kurayzaoğullarının hali ve durumuyla ilgili bir kayda rastlanması
gerekirdi.
Hicretin
6. yılı Şaban ayında[877] Hz. Resulullah’a (s.a.a) Huzâe kabilesinin boylarından biri olan Mustalakoğullarının
reisi Haris b. Ebu Zırar’ın, kendi boyuyla o mıntıkadaki diğer arap
boylarını Medine’ye saldırmaya hazırladığı haberi ulaştı. Hz. Resulullah
(s.a.a) İslam ordusunu seferber edip Kızıldeniz sahillerindeki Müreysiy
kuyusuna kadar ilerledi[878] ve burada savaş başladı.
Müslümanlar, Mustalakoğullarını
çok kısa bir çarpışmayla
yendiler, bu savaşta
Müslümanların eline epey ganimetle çok sayıda esir düşmüştür[879].
Haris’in
kızı Cüveyriye de bu esirlerin arasındaydı. Haris, kızının serbest
bırakılması için Medine’de Hz. Resulullah’ın (s.a.a) huzuruna çıktı. Hazret
(s.a.a) kızının serbest bırakılması için getirdiği develerden ikisini yolda
gizlediğine dair gaibden aldığı haberi ona söyleyince Haris Müslüman
oldu. Hz. Resulullah (s.a.a) Cüveyriye’yi serbest bıraktıktan sonra
onunla evlendi.[880]
Mustalakoğulları şimdi Peygamber’le (s.a.a) akraba olmuştu,
Müslümanlar bunun hürmetine, bu boydan olan, ellerindeki esirleri serbest
bıraktılar ve bu güzel olaya sebeb olduğu için de Cüveyriye’ye o günden sonra
“akrabaları için en bereketli kadın” denildi[881].
Bu
evlilik Hz. Resulullah’ın (s.a.a) sosyal kazanımlar getiren ve kişisel eğilim
ve boyutları aşan evliliklerine de bir örnek teşkil etmesi bakımından
önemlidir.
Hicretin
6. yılında Hz. Resulullah (s.a.a) umre yapmak için Mekke’ye gitmeye karar
verdi. Müslümanlar, hicretten bu yana hac veya umre yapamamışlardı. Bu dini
yolculuğun manevi faydaları yanında “dînî bir boy gösterme” boyutu da vardı ve
bir nevi tebliğ etkileri olacaktı. Çünkü hem Mekke’deki hacılarla şehir
halkının dikkatini çekecek, hem de Resulullah’ın (s.a.a) adamlarının
çoğaldığını göstermiş olacaktı. Aynı zamanda müşrikler için çok büyük ve kutsal
bir tören olan hac ve umrenin Hz. Muhammed’in (s.a.a) dininde de pek kutsal bir
ibadet olarak kabul edildiği anlaşılacak, bu da duyguları ve gönülleri
fethetmede önemli bir rol oynayacaktı. Kureyşliler onların umre yapmasını
engelleyecek olursa bundan da kamuoyu nezdinde yine kendileri zararlı
çıkacaktı. Çünkü Ka’be’nin anahtarlarını taşıyan, insanları her zaman hacca
teşvik eden, hacıları ağırlayıp misafir eden ve bunu kendileri için büyük bir
iftihar kaynağı sayan Kureyşliler, şimdi Müslümanların Mekke’ye girmesini
engelleyecek olursa kamuoyunun nefretini kazanacak ve bunun yegane nedeninin
Müslümanlarla inatlaşma olduğunu herkes anlayacaktı[882].
Hz.
Resulullah (s.a.a) Zilkade ayında 1800 kişilik bir Müslüman kafileyle
Mekke’ye doğru yola çıktı[883]. Bu yolculukta Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
emriyle Müslümanlar yanlarına kılıçtan başka silah almamıştı(ki bu da o günkü gelenekler
çerçevesinde her yolcuda bulunmaktaydı)aynı şekilde, kurbanlık develerini de
Medine’den getirmiş, böylece Kureyşlilerle savaşmaya gelmediklerini
göstermişlerdi.
Hz.
Resulullah’ın (s.a.a) yola çıktığını öğrenen Kureyşliler Müslümanları Mekke’ye
sokmama kararı aldılar ve bu amaçla askeri bir birliği yola çıkardılar.
Hz.
Resulullah (s.a.a) bu olay üzerine Hudeybiye’de durmak zorunda kaldı.
Kureyşliler defalarca temsilcilerini gönderip neden geldiklerini sormuş, Hz.
Resulullah (s.a.a) da her defasında “biz savaşmaya gelmedik, sadece umre yapmak
istiyoruz” cevabını vermişti. Buna rağmen Kureyşliler onların Mekke’ye
girmesine şiddetle engel olmadaydı.
Durum
çıkmaza girmişti…
Sonunda
Hz. Resulullah(s.a.a) geliş nedenlerini anlatıp Kureyşi ikna etmesi için Osman
bin Affan’ı gönderdi, Osman’ın dönüşü gecikince onun öldürüldüğü söylentisi
yayılmaya başladı![884] Bunun üzerine Hz. Resulullah (s.a.a)
sahabesini toplayarak bir ağacın altında onlardan “gerekirse (ölünceye kadar
-çev-)direnecekleri” yolunda biat aldı[885]. Bu biat tamamlandıktan bir süre sonra,
Osman’ın öldürüldüğü
haberinin doğru
olmadığı anlaşılmıştı. Bu
biat bir ağacın
altında yapıldığı ve Allah Teala bu biate katılanlardan razı olduğunu
belirttiği için[886] “Rıdvan biatı” ve “Şecere
biatı” olarak da bilinir.
Osman hiçbir netice alamadan dönmüş, çok geçmeden
Kureyşlilerin temsilcisi olarak gelen Süheyl b. Amru, Hz. Resulullah’la
(s.a.a) müzakereye oturmuştu. Ancak, müşriklerin her şeyden önce “Müslümanların
o yıl umreden vazgeçmesi gerektiği önşartı”nda ısrarlı olduklarını söylüyordu…[887] Bu müzakere tarihe, ünlü “Hudeybiye barışı”adıyla
geçecek bir antlaşmayla sonuçlandı, antlaşmanın maddeleri şunlardı:
1- On
yıl boyunca taraflar arasında savaş olmayacak, insanların güvenliği sağlanacak
ve taraflar birbirine saldırmayacaktı.
2- Hz.
Muhammed (s.a.a) ve Müslümanlar o yıl Mekke’ye girmeyecek, ama ertesi yıl aynı
dönemde, Kureyşliler üç günlüğüne Mekke dışına çıkacak, Müslümanlar şehre girip
umre yapabilecekti. Ancak Müslümanların yanlarında, her yolcunun taşıdığı
silahtan -kılıç- başka silah bulunmayacaktı.[888]
3-
Kureyşlilerden biri, velisinin rızası olmadan Hz. Muhammed’e (s.a.a) katılacak
olursa Müslümanlar onu Kureyşlilere geri verecek, ama Müslümanlardan biri
Kureyşlilere katılırsa geri iade edilmeyecekti.
4-
Kabileler Hz. Muhammed’in (s.a.a) veya Kureyşin müttefiki olmakta serbestti (bu
olayda Huzâe kabilesi Müslümanlarla, Bekiroğulları da
Kureşlilerle müttefik olduklarını duyurdular).
5-
Taraflar birbirlerine ihanet etmeyecek, birbirinin düşmanıyla işbirliği
yapmayacak ve birbirlerini düşman olarak adlandırmayacaktı.[889]
6- Mekke’de
Müslümanlık serbest olacak, hiç kimse dininden dolayı eziyet görüp
kınanmayacaktı.[890]
7- Hz.
Muhammed’in (s.a.a) ashabından olup hac, umre veya ticaret için Mekke’ye
gidenlerin canına ve malına dokunulmayacak, buna karşılık Mısır veya Şam’a
gitmek için Medine’den geçen Kureyşlilerin de canı ve malı güvencede
sayılacaktı.[891]
Hudeybiye barışının esasları üzerinde anlaşmaya
varıldıktan sonra Hz. Resulullah (s.a.a) antlaşma metnini Hz. Ali’ye
(a.s) yazdırırken Kureyşin temsilcisi, metnin başına Besmele yazılmasına ve Hz.
Muhammed’in (s.a.a) isminin önüne “Resulullah” ibaresinin
konulmasına karşı çıktı ve bu konuda tartışma uzamaya başladı. Ancak, bu anlaşmanın
önemine binaen Hz. Resulullah (s.a.a) Kureyşin şartını kabul etmek zorunda
kalmıştı; bu arada “Resulullah”ibaresini silmek istemeyen Hz. Ali’ye (a.s) “Bir
gün senin de başına böyle bir olay gelecek ve sen de benim gibi kabullenmek
zorunda kalacaksın!” buyurdu[892]. Sıffiyn savaşındaki Hakemlik olayında
Hz. Ali’nin (a.s) isminin sonunda yazılan “müminlerin emiri” ibaresi Muaviye’nin
ısrarıyla silinince Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yıllar önce haber vermiş olduğu
bu olay gerçekleşecekti.[893]
Müslümanlar
bu antlaşmanın gelecekte yol açacağı parlak sonuçları bilemediklerinden çoğu
bunu bir yenilgi olarak görmedeydi[894], hatta bazıları Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bunu
imzalamasını engellemek için ayak diriyor, ısrarla karşı
çıkıyordu[895]. Ama Hz. Resulullah’ın (s.a.a) da belirtmiş olduğu gibi bu
antlaşma sosyal ve siyasi açıdan birçok hayırlı sonuçlar taşımadaydı, bunlardan
bir kısmını aktaralım:
1- Ortak
bir antlaşmaya imza atılması suretiyle müşrikler Müslümanları resmen tanımış
oldular; halbuki müşrikler o güne değin Müslümanların varlığını tanımıyor,
onlara hiçbir değer vermiyor ve onları yok etmekten başka şey düşünmüyorlardı.
2-
Müşriklerle Müslümanlar arasındaki demir duvarlar yıkılmış oldu. Mekke’yle
Medine arasında serbestçe gidilip gelinmesi ve iki tarafın adamları arasında
serbestçe görüşmeler yapılıp irtibat kurulabilmesi sonucu Müslümanların
sözlerini duyup onların mantığını gören çoğu müşrik, Müslüman oldu. Nitekim bu
antlaşmadan Mekke’nin fethine kadar geçen (iki yıllık -çev-)süre zarfında
Müslüman olanların sayısı, o güne kadar Müslüman olanların sayısınca, hatta
daha fazlaydı[896].Bunun en açık delili Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
o sırada Hudeybiye’ye geldiğinde
yanındaki Müslümanların sayısı 1800 kişiyi geçmezken, iki yıl sonra, Mekke’nin fethi
sırasında İslam ordusundaki asker sayısının onbini aşmasıdır. İmam Sadık (a.s)
durumun bunca gözalıcı bir şekilde İslam’ın lehine gelişmesini tavsif ederken
şöyle der: “Barışın üzerinden henüz iki yıl bile geçmeden, İslam’ın Mekke’nin
tamamına yayılmasına ramak kalmıştı”[897]
3-
Kureyşlilerin düşmanlıkları, İslam’ı baltalama girişimleri ve askeri
saldırıları Hz. Resulullah’a (s.a.a) Arap Yarımadası ve yarımada dışında geniş
tebliğlerde bulunabilme fırsatı vermiyordu. Ama bu antlaşma imzalandıktan sonra
Hz. Peygamber (s.a.a) Medine çevresindeki düşmanları temizlemiş ve çeşitli
bölgelere tebliğ heyetleri gönderme fırsatı bulmuştur. Daha sonra da
değineceğimiz üzere o sırada dünyanın büyük devletlerinin İslam’a davet
edilmesi Hudeybiye’den sonra gerçekleşmiştir.
4- Bu
antlaşma, aslında Mekke’nin bir anlamda fethine zemin hazırlamış oldu; çünkü
antlaşmanın 4. maddesi esasınca kabileler Müslümanlara veya Kureyşe katılma
konusunda serbest bırakılmış, hemen akabinde Huzâe kabilesi Müslümanlarla
müttefik olduğunu ilan etmişti! Daha sonra Kureyşliler bu kabileye saldırarak
antlaşmayı bozacak ve bunun üzerine Hz. Resulullah (s.a.a) Mekke’nin üzerine
yürüyecekti.
Parlak
etki ve sonuçlarına binaen bu antlaşma Müslümanlar için büyük bir zaferdi
aslında. Nitekim Fetih suresi de Hudeybiye dönüşünde nazil olacak[898] ve Allah Teala bu barışı “apaçık bir fetih”
olarak tanımlayacaktı.[899]
1.
Fasıl: Cihanşumül Davet
2.
Fasıl: İslam’ın Yayılması
3.
Fasıl: Veda Haccı ve Hz. Peygamber’in (s.a.a)
Vefatı
-*-
İslam
Peygamberinin Cihanşumül Risaleti
İslam
dini her ne kadar Arap Yarımadası’nda ve arap kavmi arasında zuhur etmiş
olup Hz. Resulullah (s.a.a) bizzat bir arap idiyse de yüce İslam dini belli bir
yöre veya kavme mahsus bir din değildir asla. Nitekim Kur’an’ın muhatabı
Kureyşliler veya Araplar değildir, Kur’an’da genel hitab “nâs”a, yani
bütün insanlaradır; sadece Müslümanlara mahsus konularda ve onlara ait
vazifeler beyan edilerken “müminler”muhatap alınmaktadır. Hz. Peygamber de
(s.a.a) davetinin ilk yıllarından başlayarak Mekke dönemini de içermek üzere
daima getirdiği dini “cihanşumül”olarak tanımladı. Kur’an’da apaçık şekilde
bütün insanlığa hitab eden ve cihanşumül mesajlar taşıyan birçok ayet vardır,
bunlardan birkaçını örnek olması açısından aktarmakta yarar ver:
1- De
ki: Ey insanlar! Ben Allah’ın hepinize gönderdiği elçisiyim…[900]
2- Biz
seni bütün insanlık için sadece müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik[901]
3- Oysa
bu -Kur’an- bütün insanlık için bir uyarı ve öğütten başka bir şey değildir[902]
4- Bu -Kitap-
diri olan insanları uyarıp korkutmak için inen bir öğüt ve apaçık Kur’an’dan
başka bir şey değildir[903]
5-
İslam’ı bütün dinlere üstün ve muzaffer kılması için peygamberini hidayet ve
hak dinle gönderen O’dur[904]
6- Biz
seni bütün cihan için bir rahmet olarak gönderdik sadece[905]
Yukarıdaki
ayetlerin hepsi Mekke’de nazil olmuştur, bu da Hz. Resulullah’ın (s.a.a) ilk
günlerden itibaren davetinin cihanşumül olduğunu göstermektedir. Ancak bunca
net ve açık delillere rağmen Goldzıehr gibi bazı Avrupalılar Hz. Muhammed’in
(s.a.a) dininin daha sonra kapsamlı ve cihanşumül bir hal aldığını, ilk
getirdiği hükümlerin, ancak o günkü Arapların ihtiyacını karşılamaya yeterli
olduğunu iddia etmektedir[906], yukarıdaki açıklamaların bu iddianın ne kadar
asılsız olduğunu
göstermek için yeterli olduğu kanısındayız.
Hz.
Resulullah’ın (s.a.a) Mekke’deki davet yıllarıyla hicretin ilk yıllarında
İslam’ın Arap Yarımadası dışına da yayılması için hiçbir adım atamamış
olmasının nedeni Mekke müşrikleriyle Yahudilerin İslam’ı baltalama
girişimleriyle komploları ve diğer İslam düşmanlarının engelleyici
faaliyetleriydi. Ama Hudeybiye barışından sonra Kureyşlilerin saldırı
tehlikesinden yana biraz rahatlayan Hz. Resulullah (s.a.a) Medine’de huzur ve
güvenliği nispeten sağladıktan sonra hicretin 6. yılı Zilhiccesi veya 7. yılı Muharrem’inde
çağın büyük devletlerinin başındakilere birer mektup yazarak onları İslam’a
davet etti. Bir günde 6 adamıyla, dünyanın 6 büyük devlet başkanına mektup gönderdi,
bu mektupların muhatabı şunlardı:
1- Habeşistan
kralı Necaşi
2- Roma
imparatoru Kayzer
3- İran
şahı Hüsrev Perviz
4- Mısır
kralı Mukavlus
5- Şam
kralı Hâris b. Ebu Şimr Gassâni
6- Yemame
kralı Hevze b. Ali[907]
Bu 6
mektup, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) cihanşumül davetinin ilk mektuplarıydı; büyük
devlet başkanlarına yazdığı davet mektupları bunlarla sınırlı değildir,
bunlardan sonra da tedrici olarak vefatına kadar dünyanın dört bir yanındaki
yöneticilere bu tür davet mektupları yazmayı sürdürmüştür[908].
Mazmunları
aşağı yukarı birbirinin benzeri metinler olan bu mektuplar gayet sade, öz,sarih
ve kararlı bir üslupla yazılmıştı.
Devlet
başkanlarının bu davet mektubuna gösterdikleri tepki farklı olmuştur.
Hayber, Yahudilerin yaşadığı birkaç kalenin
külliyesiydi, burada yaşayanlar geçimlerini çiftçilik ve hayvancılıkla
sağlıyordu. Tarıma elverişli olduğu için halk arasında bu bölgeye “Hicaz’ın
tahıl ambarı” denilmedeydi.[909]
Hayberlilerin maddi durumu epeyce iyiydi. Kaleler Müslümanların eline geçtikten
sonra tıklım tıklım dolu bulunan tahıl ve yiyecek ambarlarıyla silah ve cephane
depoları bunun en açık belgesidir. Kaleler çok sağlam yapılara sahipti, güçlü
askeri istihkamlarla donanmıştı ve kalede eli silah tutanların sayısı on bini aşıyordu[910].
Bu nedenle de Müslümanların onlarla savaşmaya cüret edemeyeceğinden kesinlikle
emindiler[911]
Neziroğulları ve Hendek savaşıyla ilgili
bahislerimizde de değindiğimiz gibi Hayber Yahudileri henüz oluşma aşamasında
bulunan genç İslam devletini ortadan kaldırabilmek için her fırsattan
yararlanıyordu; Hayber Müslümanlar aleyhine tezgâhlanan fitne ve komploların
merkezi durumundaydı. Neziroğulları da Medine’de yenilgiye uğradıktan sonra
Hayberlilere katılmış, onlarla işbirliğine girmişti.
Hicretin 6. yılında, Hayber
Yahudilerinin başkanlığını ele geçirmiş bulunan Neziroğulları Yahudilerinin
önde gelen isimlerinden Selam bin Ebi’l-Hukeyk, başta Katfanoğulları
gelmek üzere bütün müşrik kabileleri Müslümanlara karşı teşkilatlandırıp
ayaklandırarak İslam’ı yok etmek amacıyla çok büyük bir güç oluşturdu. Bu
fitnelerin sonucunda Müslümanlar tarafından öldürülmesiyle onun yerine geçen Useyr
b. Zarim de[912]
müşrik kabileleri Müslümanlarla savaşmaları için kışkırtmayı sürdürdü[913].
Hz. Resulullah (s.a.a) geçmişe bir sünger çekip
husumet ve düşmanlıkları gidermek amacıyla öncülükte bulundu ve Abdullah b.
Revahe başkanlığında bir heyet gönderip onu barışçı bir tutuma ikna etmeye
çalıştı. Resulullah’la (s.a.a) görüşmek üzere bir grup Yahudi’yle Medine’ye
gitmeyi kabul eden Selam, yolun yarısında bu kararından vazgeçerek
Abdullah’la yanındaki Müslümanları öldürmeye kalkıştı, ama çıkan çarpışmada
Müslümanlar üstün gelerek onunla adamlarını öldürdüler[914],
böylece Hz. Resulullah’ın (s.a.a) barış çabaları sonuçsuz kalmış oldu.
Bu komplo ve fitnelere ilave olarak, çağdaş bir
tarihçinin de belirttiği gibi Hayber Yahudilerinin Müslümanlarla ötedenberi
düşman olması ve Kaynuka, Nezir ve Kurayza Yahudilerinin
uğradığı yenilginin acısını çıkarmak amacıyla Roma veya İran imparatorlarıyla
işbirliğine girip Müslümanlara karşı büyük bir saldırıya geçmesi de her an
mümkündü…[915]
Bu nedenle, Hudeybiye barışından sonra güneyden
gelecek tehlikeye karşı İslam’ı emniyete almayı başaran Hz. Resulullah (s.a.a)
hicretin 7. yılının başlarında 1400 savaşçıyla[916]
Hayber Yahudilerini silahsızlandırmak için kuzeye yürüdü. Bu arada Hayber
Yahudilerinin müttefikleri olan güçlü Katfanoğulları kabilesiyle Hayberlilerin
irtibatını kesip yardımlaşmalarını önlemek için bu ikisinin arasında yeralan
özel bir güzergâhı seçmeyi de ihmal etmedi[917].
Düşmanı gafil avlama stratejisiyle hareket eden
Hz. Peygamber (s.a.a) Hayber kalesini gece karanlığında kuşatmaya almış,
Yahudiler ancak hava ağarmaya başladığında bu kuşatmanın farkına varabilmişti!
Müslümanlarla Hayber Yahudileri arasında
eşitsiz bir savaş başlamıştı. Zira Yahudiler sağlam kale burçlarının ardında
sipere çekilip kapıları kapatmış, kalelerin yüksek burçlarına nöbetçiler
dikmiş, üzerlerine taşlar yuvarlayıp ok yağmuruna tuttukları Müslümanları kale
duvarlarına bile yaklaştırmıyorlardı… Sayıları 1400’ü aşmayan Müslümanlar
sadece bir saldırıda 50 yaralı vermişti..[918]
Diğer taraftan, kaleye kapanan Yahudilerin uzun
süre direnebilecek kadar bol yiyecekleri varken, kuşatmanın uzamasıyla Müslümanlar
azık sıkıntısına düşmüştü.
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) mükemmel komutası sonucu
hayli zor ve çetin çarpışmalardan sonra Yahudilerin kaleleri ard arda düşmeye
başladı. Ne var ki, kahramanlığı dillere destan olan ünlü Yahudi savaşçı Merhab’ın
komutasındaki Kemus kalesi halâ direniyor, Müslümanlar bu kaleyi bir
türlü fethedemiyordu…
Hz. Resulullah (s.a.a) sancağı bir gün
Ebubekir’e, ertesi gün de Ömer’e vermiş, ama her ikisi de emrindeki birliklere
rağmen hiçbir şey yapamayıp gerisin geriye karargâha dönmüştü[919].
Bu durum üzerine Hz. Resulullah (s.a.a) askerleri toplayıp şöyle buyurdu:
“Yarın sancağı öyle birine vereceğim ki Yüce
Rabbim bu kaleyi onun eliyle bizlere açacaktır!.. O, Allah’ı ve Resulünü sever;
Allah ve Resulü de onu!.. Savaştan asla kaçmayacak biridir o!..”
Resulullah’ın (s.a.a) sahabesi o gece, sancağın
kendisine verilmesi arzusuyla uyudu. Gün ışıyınca Hz. Resulullah (s.a.a) “Ali
nerede?” diye sordu, şiddetli bir göz ağrısına yakalandığını ve yattığını
söylediler, “Onu bana getirin!” buyurdu. Hz. Ali (a.s) getirilince Hz.
Resulullah (s.a.a) keramet göstererek onun şifa bulmasını sağladı ve göz ağrısı
tamamen iyileşti. Hazret (s.a.a) sancağı İmam Ali’ye (a.s) verip “Onların
üzerine yürü!” buyurdu “kalelerine varınca önce onları İslam’a davet edip Yüce
Allah’a karşı vazifeleri olan şeyleri (hak dine uymalarını) kendilerine hatırlat.
Rabbime yemin ederim ki senin elinle bir tek kişiyi hidayete kavuşturması,
kızıl tüylü develere[920]
sahib olmandan yeğdir
sana!”[921]
Hz. Ali (a.s) kendisine verilen görevi
başarıyla yerine getirecek, kahramanca bir vuruşmada Merhab’ı öldürecek
ve inanılmaz bir güç ve cesaret göstererek, ele geçirilmesi imkânsız zannedilen
bu kaleyi kısa sürede Allah’ın izniyle fethedecekti.
Görüldüğü gibi Hayber’in fethi ve bu büyük
komplo ve fitne üssünün ele geçirilmesinde ana rolü oynayan faktörler Hz.
Resulullah’ın (s.a.a) mükemmel komutası; düşmanı gafil avlama, düşman
ordugâhının içinden doğru bilgi toplayıp istihbarat sağlama gibi askerî
taktikleri ve nihayet Hz. Ali’nin (a.s) yenilmez gücü ve emsalsiz cesareti olmuştur.
Bu çetin savaşta Hz. Ali’nin (a.s) gösterdiği
fedakârlık ve kahramanlıklar ve bu münasebetle Hz. Resulullah’ın (s.a.a) onun
hakkında buyurduğu övgüler dillere destan olacak, uzun yıllar Müslümanların
dilinden düşmeyecek ve o dönemin tarihine damgasını vuracaktı. Nitekim yıllar
sonra; Hz. Ali’ye (a.s) küfretme gibi iğrenç bir bid’at başlatan Muaviye,
çeşitli komplolarla iktidarı ele geçirdiği günlerde Sad’-ı Vakkas’a “Sen
Ebu Turab’a -Hz. Ali’ye- neden küfretmiyorsun?” diye sorduğunda Sa’d’ın
verdiği şu cevap çok ilginçtir:
“Ben Ali’ye asla küfretmem… Çünkü Hz.
Peygamber’in (s.a.a) ondaki üç fazileti nasıl övdüğünü iyi bilirim… Ben,
hayatım boyunca bu faziletlerden sadece birine sahib olmayı pek isterdim
doğrusu:
1- Bir savaşta (Tebük) Peygamber (s.a.a)
onu kendi yerine vekil olarak şehirde bıraktığında Ali “Beni kadınlarla çocukların
yanında mı bırakıyorsunuz?” diye sorunca Hz. Peygamber (s.a.a) “Ya Ali!”
buyurdu, “Harun Musa için neyse, sen de benim için öyle -vekil- olmak istemez
misin? Sadece şu farkla ki, benden sonra peygamber yoktur!”
2- Hayber savaşında bir gün “Sancağı öyle
birine vereceğim ki buyurdu, “O, Allah ve Resulü’nü sever, Allah’
3- Hz. Peygamber efendimiz (s.a.a) Necran
Hıristiyanlarının dinî liderleriyle mübaheleye hazırlandığı sırada “Gelin, oğullarımızı
ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi
çağıralım…” ayeti[922]
nazil olunca hazret (s.a.a) Ali’yle Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i
yanına alıp “Ya Rabbim! Benim ailem bunlardır!” buyurdu.[923]
Müslümanlar için kader belirleyici bir savaş
olan Hayber’i bizzat Hz. Ali’nin (a.s) kendisinden dinleyelim:
“…Karşımızda tepeden tırnağa silahlı
savaşçılarla silah ve cephaneden oluşan bir dağ bulduk… Kaleleri fethedilmezdi,
sayıları çok fazlaydı. Her gün savaşçıları kaleden çıkıp çarpışacak er istiyor,
bizimkilerden kim karşılarına çıkacak olsa onlara yenik düşüp öldürülüyordu!
Savaş tandırı kızışıp da düşman yine vuruşmaya cesareti olan er isteyince korku
ve dehşete kapılmış olan bizimkiler acziyet içinde medet umarcasına birbirlerine
bakıyor, hepsi benim öne çıkmamı istiyordu. Resulullah (s.a.a) benden o kaleye
saldırmamı istedi, hemen harekete geçtim. Düşmanın karşıma çıkardığı bütün
kahramanlarını öldürdüm, hangi savaşçıları direnmeye kalkıştıysa onu bir
çırpıda yerlere serdim, sonunda hepsini geri çekilmeye mecbur bıraktım. Geri
dönüp kaçmaya başlayınca, avını süren arslan gibi takib ettim onları, bunu
görünce kendilerini güç bela kalenin içine atıp kapıları kapattılar. Ama ben
hiç zaman kaybetmeden kalenin bir kapısını yerinden söküp kalkan gibi
kullanarak tek başıma kaleden içeri daldım. Bu arada Yüce Allah’tan başka
hiçbir yardımcım yoktu…”[924]
Son kalenin de düşmesiyle Hayber Yahudileri
teslim olmuş, savaş bitmişti. Bu savaşta Hayberlilerin 93 ölü[925]
Müslümanların da 28 şehid
verdiği kayıtlıdır[926]
Hayber Yahudileri teslim olduktan sonra
kendilerinin zıraat ve çiftçilikte mahir olduklarını bahane ederek Hz.
Resulullah’tan (s.a.a) af dileyip kendi topraklarında kalmalarına ve
çiftçilikle meşgul olmalarına müsaade etmesini istediler. Hazret (s.a.a) her
yıl mahsullerinin yarısını İslam devletine vermeleri[927]
ve istediği zaman
onları bu topraklardan sürme hakkına sahib bulunduğunu kabullenmeleri şartıyla onlara istedikleri af ve izni verdi[928].
Bu sözleşme
Ömer’in halifelik dönemine kadar sürdü, ama Yahudiler tekrar Müslümanlar
aleyhine komplolara başlayınca Ömer onları Şam’a sürmüştür[929].
Hayber Yahudilerinin yenilmesi üzerine Fedek
Yahudileri hiç savaşmadan teslim olup Hz. Resulullah’la (s.a.a)
Hayberlilerinkinin benzeri bir antlaşma imzaladılar. Fedek savaşılmadan
fethedildiği için gelirinin yarısı Resulullah’ın (s.a.a) “halise”si -kendi malı
gibi kullanma yetkisine sahib olduğu mülk-oldu[930].
-*-
Daha önceki bahislerimizde Hz. Resulullah’ın
(s.a.a) Hudeybiye barışından sonra cihanşümul davete başladığını ve
dünyanın büyük devletlerinin başkanlarını İslam’a çağırdığını belirtmiştik.
O dönemin süper güçleri İran ve Roma
imparatorluğuydu. Roma imparatoru Hz. Muhammed (s.a.a) hakkında bazı bilgileri
edindikten sonra onun peygamber olduğunu anladı ve onun getirdiği İslam dinine
girmeye karar verdi. Ancak bu kararını açıkladığında çevresindeki
Hıristiyanlardan, özellikle ordudan çok sert tepki görünce bu kararından
vazgeçti[931].
Bu olay Romalı yönetim kadrosu ve Rum eşrafının İslam karşısında hasmane
bir tavır aldığını belgelemektedir; olaya bu açıdan bakıldığında Mute savaşının
neden çıktığı kolayca anlaşılır.
Hz. Resulullah (s.a.a) davetini Arap
Yarımadası dışında yaymaya başlamasının ardından hicretin 8. yılı Cemadiü’l-Evvelinde
Haris b. Ümeyr Ezdi’yi bir mektupla Borsa (Şam) kralına
gönderdi[932].
Roma imparatoru tarafından Şam yönetiminin
başına getirilmiş olan Şurehbil b. Amr Gassani[933]
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) elçisini tutukladı, sorgulayıp görevini öğrendikten
sonra Mute adlı köyde onu şehid etti. Bu olay Hz. Resulullah’ı (s.a.a) şiddetle
sarsmış, onu pek rahatsız etmişti[934].
Her ne kadar bir kişinin ölümü normalde büyük
bir savaşa yol açmazsa da Haris herhangi biri değil, İslam peygamberinin
elçisiydi. Bir elçinin öldürülmesi ahlak prensiplerine aykırı olup elçiye zeval
bulunmadığı güvencesini açıkça çiğnemek olduğu gibi; Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
barışçı bir yolla yaptığı dinî davete Şam kralının askeri tehdit ve güç mesajı
gönderme yoluyla karşılık vermesi anlamına geliyordu. Bu nedenle Hz. Muhammed
(s.a.a) bu bölgeye bir ordu göndermeye karar verdi. Bu hareket İslam
peygamberinin, kendilerinin askeri misillemede bulunma gücüne sahib oldukları
şeklindeki onurlu bir mesajı olarak da değerlendirilebilir.
Böylece Hz. Resulullah (s.a.a) Mute bölgesine
doğru 3 bin kişilik bir ordu çıkardı, bu ordunun komuta kademesi sırasıyla
Cafer b. Ebu Talib[935],
Zeyd b. Harise ve Abdullah b. Revahe’de olacak, biri şehid düşerse bu sıraya göre diğeri onun yerine komutayı alacaktı[936]
İslam ordusu Mute köyü civarında 100 bin
kişilik Roma ordusuyla savaşa girdi; her üç komutan sancağı taşıyarak en ön
safta savaşıp birbiri ardınca şehid düştü, bunun üzerine Müslümanlar Halid
b. Velid’i komutan seçtiler. Halid bazı taktiklerle düşmanı korkuttuktan
sonra geri çekilme emri verdi ve orduyla Medine’ye geri döndü[937].
Vakidî bu savaşta şehid düşen Müslümanların sekiz[938],
İbn Hışam ise on iki[939]
kişi olduğunu yazar, bazı çağdaş kaynaklarda da 17 kişinin adı geçmektedir.[940]
Bugün bu şehitlerin
türbesi Mute şehri civarındadır[941],
her üç komutanın türbesi üzerinde kubbe vardır ve Cafer’in türbesinin
yanında güzel bir cami inşa edilmiştir.[942]
Maddelerinden biri de Müslümanlarla müşrikler
arasında 10 yıllık ateşkes olan Hudeybiye barış antlaşmasından sonra Kureyşin
baltalama girişimleriyle düşmanlıklarının son bulması ve askeri saldırılarını
durdurması sonucu oluşan huzur ve asayiş ortamında Hz. Resulullah (s.a.a) büyük
adımlar attı; çeşitli bölgelere çok sayıda tebliğ heyetleri gönderdi,
cihanşümul risaletini uygulamaya koydu, Medine etrafındaki çoğu düşman
kabileleri silahsızlandırdı veya onlarla barış imzaladı ve sürekli tehlikeli
bir komplo ve fitne merkezine dönüşmüş olan Hayber’i fethetti.
Hudeybiye barışı iki yıl sonra Kureyşliler tarafından
çiğnendi. Bu antlaşmanın 4. maddesi gereğince kabileler Kureyşle veya Hz.
Muhammed’le (s.a.a) müttefik olmakta serbestti, bu antlaşmanın hemen ardından Huzâe
kabilesi Müslümanlarla, Kenanoğularından Bekir kabilesi de
Kureyşle ittifaka girmişti[943].
Hicretin 8. yılında Bekiroğulları bir gece
yarısı Huzaeoğullarına saldırdı, bu saldırıda Kureyşliler de Bekiroğullarına
silah ve savaşçı vererek yardımcı olup Huzae kabilesinden birkaç kişiyi
öldürdüler.
Bu saldırıyla Hudeybiye barış antlaşması
bozulmuş oldu[944].
Huzae kabilesinin reisinin yardım isteğinde bulunması üzerine Hz. Resulullah (s.a.a)
genel seferberlik ilan etti[945]
ve Mekke’ye saldırmak üzere ordu hazırlığına başladı. Kureyşlilerin durumdan haberdar olmaması, düşmanın
gafil avlanması ve böylece Mekke’nin kan dökülmeden fethedilebilmesi için
nereye saldırılacağını gizli tuttu[946];
ama Mekke yolunun kontrol altında tutulması için de gereken direktifleri hemen
verdi[947]
. Yüce Allah’a, Kureyşlileri
bu saldırıdan haberdar etmemesi için dua etmişti[948].
Hz. Resulullah (s.a.a) hazırlıklarını
tamamladıktan sonra 10 bin kişilik bir orduyla Mekke’ye doğru yürüdü[949].
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) aldığı tedbirler olumlu sonuç vermiş, duası kabul edilmiş ve İslam ordusu Mekke önlerinde (Merrezzehran)
karargah kuruncaya kadar Kureyş casusları olaydan haberdar olmamıştı!
Peygamber’in (s.a.a) o güne değin Mekke’de
ikamet etmekte olan amcası Abbas bu sırada Medine’ye doğru yola çıkmış, Cuhfe
denilen konaklama yerinde Hz. Resulullah’a (s.a.a) katılarak onunla Mekke’ye
dönmüştü. İslam ordusunun Mekke çevresinde karargâh kurduğu son gece şehir
dışında Ebu Süfyan’la karşılaşan Abbas, onu Peygamber’in (s.a.a)
huzuruna götürdü[950].
Tepeden tırnağa
donanımlı olan muazzam İslam
ordusu Ebu Süfyan’ı dehşete düşürmüştü.
Onu affeden Hz. Resulullah (s.a.a) amcası Abbas’ın önerisi üzerine “Mescid’ul
Harama sığınan, kendi evinde oturup dışarıya çıkmayan ve Ebu Süfyan’ın evine
sığınanlar amandadır!” buyurdu.
İslam ordusu Mekke’ye girmeden önce Ebu Süfyan
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) aman haberini halka duyurdu. Bu tedbir, önemli bir
direnişle karşılaşmadan ve kan dökülmeden bütün şehrin teslim olmasını sağladı,
sadece birkaç inatçı Kureyşli bir mahallede Müslümanlarla savaşmış ve birkaç
kişi ölmüştür.[951]
Hz. Resulullah (s.a.a) Mekke’ye girdikten sonra
devesinin üzerinde Ka’be’yi tavaf etti ve bu tavaf sırasında, dibine
kalay dökülerek Ka’be’nin etrafına yerleştirilmiş putları elindeki asayla birer
birer devirerek “Hak geldi, batıl yok oldu, evet, bâtıl daima yok olucudur”[952]buyurdu.
Tarihçilerle hadisçiler arasındaki meşhur
habere göre Resulullah’ın (s.a.a) emriyle Hz. Ali (a.s) Hz. Resulullah’ın
(s.a.a) omuzlarına basarak Ka’be’nin damına yerleştirilen büyük putu yere
yuvarlayıp kırdı[953].
İmam Sadık’tan (a.s) ulaşan bir rivayette Hz. Ali’nin
(a.s) kırdığı büyük putun “Hubel”olduğu ve Resulullah’ın (s.a.a) emriyle
bugün Mescid’ul Haram’ın giriş kapılarından biri olan Benî Şeybe
kapısının önünde (Mescide girenlerin ayağı altında ezip geçmesi için) toprağa
gömüldüğü kayıtlıdır. Bu nedenle o günden itibaren Mescid’ül Haram’a bu kapıdan
girmek müstehab olmuştur[954].
İslam’ın zuhurundan o güne kadar Mekke
müşrikleriyle Kureyşliler Müslümanlara ellerinden gelen her kötülük, baskı,
işkence, düşmanlık ve cinayette bulundukları ve Hz. Resulullah da (s.a.a) artık
istediği gibi intikam alma gücüne sahib olduğu halde büyük canilikler işleyen
birkaç kişi dışında[955]
Hz. Peygamber (s.a.a) bütün düşmanlarını bağışlayarak genel af ilan etti ve
şöyle buyurdu:
“Ben, kardeşim Yusuf’un söylediklerini
söylüyorum size: Bugün size kınama yoktur, Allah sizi bağışlar, O
merhametlilerin en merhametlisidir![956]Gidin,
hepiniz serbestsiniz artık!”[957].
Aşağılık ve zelil bir halde teslim olan ve Hz.
Resulullah’ın (s.a.a) kendilerinden çok sert şekilde intikam almasını bekleyen
Kureyşliler, hazretin bu büyüklüğü karşısında fevkalade mahcup olup
etkilendiler.
Hz. Resulullah (s.a.a) Kâ’be’nin kenarında
halka hitaben şöyle buyurdu:
“Yüce Allah, yaratılışın başlangıcından
itibaren Kâ’be’yi mukaddes ve saygın kılmıştır. Bu şehir kıyamete kadar harem
bölgesi ve kutsal diyardır ve hiçbir Müslüman’ın bu diyarda kan dökmeye veya
bir ağacı kesmeye hakkı yoktur! Bu şehrin hürmeti benden önce hiç kimseye helal
edilmemiştir ve benden sonra da kimseye helal olmayacaktır. Ancak Benim için
sadece şu saatte (şehir halkının o hazrete, Müslümanlara ve İslam’a ettiği
zulümlerden dolayı)helal edildi ve sonra tekrar eski durumuna dönmüş oldu…
Duyanlar, duymayanlara duyursun bunu!”[958]
Mekke fethinden sonra Hz. Resulullah (s.a.a) bu
şehrin Müslüman kadınlarından da şu taahhüdü aldı:
“Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız,
hırsızlık ve zina yapmayacaksınız, çocuklarınızı öldürmeyeceksiniz, haramzade
çocuklarınız olursa onları iftira -ve hile- ile kocanıza nispet etmeyeceksiniz
ve iyi işlerde benim emrimi çiğnemeyeceksiniz”[959].
Mekke fethedilinceye kadar İslam’ı kabul
etmeyen ve ancak Mekke’nin fethedilmesi üzerine Müslümanlığı kabullenip daha
sonra şöhrete kavuşan tanınmış isimler arasında Ebu Süfyan’la[960]
oğlu Muaviye de vardır.[961]
Mekke fethinden önceki zor şartlar ve fetihten
sonra bu şartların yumuşayıp Müslümanların nisbeten rahatlığa kavuşması
nedeniyle Allah Teala fetihten önceki Müslümanların manevi derecelerinin daha
üstün olduğunu buyuracaktı:
“Size ne oluyor ki Allah yolunda infak
etmiyorsunuz? Oysa göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. İçinizden, fetihten
önce infak eden ve savaşanlar -başkasıyla- bir olmaz. İşte onlar, derece
olarak, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Allah, her birine en
güzel olanı vaat etmiştir. Allah, yapmakta olduklarınızı bilendir”[962]
Mekke, müşrik cephenin asıl üssü ve en sağlam
kalesiydi, İslam’a düşman olan bütün güçlerin destek görüp teşkilatlandığı yer
burasıydı ve İslam’a karşı olan muhalifler Mekke’ye güvenmedeydi. Bu nedenle
Mekke’nin düşmesi İslam tarihinde çok önemli bir değişimin başlangıcıdır. Bu
olayla birlikte putperestlik devrinin sona erdiği kesinlik kazanmış oluyordu
artık.
Çeşitli Arap kabileleri Mekke’nin fethini ve
büyük Kureyş kabilesinin Müslüman olmasını bekliyordu, nitekim Mekke fethedilip
Kureyşliler Müslüman olduktan sonra diğer kabilelerin temsilcileri dört bir
yandan Resulullah’a (s.a.a) akın edecek ve Müslüman olduklarını bildireceklerdi[963].
Hevazin ve Sakif dışında bütün Arap kabileleri İslam karşısında
eğilip itaat etmişti[964].
Bu cümleden olmak üzere Kuşeyr b. Kâ’b[965],
Bahle[966],
Sa’lebiyye[967],
Sodâe[968],
Esedoğulları[969], Beliyy[970],
Uzre[971],
Sumale[972]
ve Hodan[973]
kabileleri Resulullah’a (s.a.a) giderek itaatlerini bildirdiler. Mekke fethinin
akabinde vuku bulan Taif savaşı ve Hevazinle yapılan Huneyn savaşından
sonra, iktidar ve konum açısından Kureyşlilerin Mekke’deki konumuna benzer bir
durumu olan Taif’in güçlü kabilesi Sakiyf de Hz. Resulullah’ın (s.a.a) huzuruna
çıkarak bazı şartlarla Müslüman olmak istediklerini bildirdiler, ama Hz.
Peygamber (s.a.a) bu şartlardan hiçbirini kabul etmeyince onlar da kayıtsız
şartsız Müslüman oldular[974].
Bütün bunlar İslam’ın
yayılması yolunda büyük başarı ve önemli gelişmelerdi.
Hz. Resulullah (s.a.a) Ramazan ayının 20’sinde
gerçekleşen Mekke fethinden sonra[976] iki hafta bu şehirde kaldı[977],
şehre çeki düzen verip evinde put saklayanların
putlarını kırmasını duyurdu[978].
Bu arada bir grup Müslüman’ı da Mekke çevresindeki puthaneleri yıkıp buralardaki
putları kırmaları için görevlendirdi.[979]
Bu sırada Hz. Resulullah’a (s.a.a) Hevazin kabilesinin Sakıyf, Nesr,
Coşem, Sa’d b. Bekir ve Benî Hilal kabileleriyle
birleşerek Malik b. Avf Nesrî komutasında Mekke’ye saldırmaya
hazırlandığını haber verdiler.[980]
Bu rapor doğruydu;
sözkonusu kabilelerden oluşan büyük bir ordu, Mekke’ye saldırmak için Evtas
denilen yerde karargâh kurmuştu. Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) durumu
yakından izleyip bilgi toplaması için gizli bir memur gönderdi, gelen bilgiler
Hevazin ordusunun hedefinin Mekke olduğunu doğruluyordu[981].
Hz. Peygamber (s.a.a) her zamanki savaş
taktiğini uygulayarak düşmana saldırı önceliği avantajını vermeyip onu gafil
avlamaya karar verdi. Attab b. Useyd’i Mekke’nin başında bırakarak[982]
onbini Medine’den kendisiyle gelen, ikibini de fetihden sonra Müslüman
olanlardan müteşekkil 12 bin kişilik bir orduyla[983]
düşmanın üzerine yürüdü; Süleymoğulları
kabilesini İslam ordusunun en ön saflarına koymuştu.[984]Yolda,
bazı Müslümanlar sayılarının çokluğu nedeniyle gurura kapılmış ve “sayımız az
değil, kesinlikle yenilmeyiz!” demişti.[985]Ama
pratikte tam tersi oldu ve Kur’an’da da buyrulduğu gibi[986]
bu savaşta, asker sayısının çokluğunun Müslümanlara hiçbir yararı olmadı.
İslam ordusu sabahın alaca karanlığında Huneyn
Vadisi’ne girdi, ama daha önce bu mıntıkadaki yarıklarla kayalıklarda siper
almış bulunan Hevazin savaşçıları saklandıkları siperlerden fırlayarak
Müslümanlara saldırdılar[987],
ansızın düşmanın
saldırısına uğrayan
Müslümanlar neye uğradıklarını şaşırmış, dehşete kapılmışlardı. Önce, ordunun
en ön saflarında bulunan Süleymoğulları geri çekilip kaçtı[988],
ardından, onların kaçtığını gören diğer gruplar da kaçmaya başladılar. İş öyle
bir noktaya vardı ki kısa bir süre sonra Resulullah’ın (s.a.a) etrafında Hz.
Ali’yle (s.a.a) birkaç yakın adamlarından başka kimse kalmadı! Bir kez daha
aynı şey tekrarlanmış, savaş meydanında Hz. Ali’yle (a.s) onun yanındaki birkaç
kişiden başka Resulullah’ı (s.a.a) savunan kalmamıştı![989]
Şeyh Müfid’in kayıtlarına göre Hz.
Resulullah’ın (s.a.a) yanındaki bu Müslümanların hepsi Haşimoğullarındandı ve
Hz. Ali’yle (a.s) birlikte sayıları sadece 9 kişiydi!Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
amcası Abbas b. Abdulmuttalib o hazretin sağında, Abbas’ın oğlu Fazl solunda
durmuştu, Hz. Ali de (a.s) öndeydi ve aralıksız kılıç sallıyordu.[990]
Müslümanlar için daima sabır ve direncin
sembolü, cesaret ve yiğitliğin timsali olan Hz. Peygamber (s.a.a) Müslümanların
kaçmasından zerrece etkilenmemişti, olduğu yerde direniyor ve kaçan
Müslümanlara “Nereye gidiyorsunuz? Geri dönün. Ben Allah’ın Resulü, Abdullah’ın
oğlu Muhammed’im!” diyordu. Bu sırada yanındaki Haşimoğullarından gür sese
sahib amcası Abbas’a “Şu insanlara seslen ve benimle yaptıkları ahdi ve bana
verdikleri sözü kendilerine hatırlat” buyurdu. Abbas gür sesiyle “Ey
Şecere(Rıdvan) biati ehli!” diye haykırdı, “Ey Bakara Suresi
ashabı!Nereye kaçıyorsunuz?!Peygamberle yaptığınız ahdi, ona verdiğiniz sözü
hatırlayın!”[991]
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) güçlü direnişi ve
kaçan Müslümanların geriye dönüp direnmeye davet edilmesi beklenen sonucu
vermekte gecikmedi, Müslümanlar yavaş yavaş geriye dönüp Hz. Resulullah’ı
(s.a.a) korumaya, düşmana karşı direnmeye başladılar. Çok geçmeden düşman
sancaktarı Hz. Ali (a.s) tarafından öldürüldü[992]
ve Yüce Allah gaybi yardımlarını da göndererek.[993]
Hevazin ordusunu çok ağır bir
yenilgiye uğrattı,
Müslümanlar çok miktarda ganimetle 4 bin esir ve 12 bin deve ele geçirmişti[994].
Savaş bittikten sonra Hz. Resulullah (s.a.a) yenilen
kabilelerin Müslüman olan başkan ve ileri gelenlerinin ricası üzerine esirleri
serbest bıraktı.[995]
Bu savaşta Müslümanların sadece 4 şehid verdiği kayıtlıdır[996].
Allah Teala Müslümanların önce yenilmesini, ama
O’nun gönderdiği gaybî yardımlar sonunda bu savaşı nasıl kazandıklarını şöyle anlatır:
“Andolsun Allah birkaç yerlerde ve Huneyn
gününde size yardım etti. Hani, çok sayıda oluşunuz sizi böbürlendirip
gururlandırmıştı, fakat size bir yararı da olmamıştı ve yer bütün genişliğine
rağmen size dar gelmişti, sonra düşmana sırt çevirip gerisin geriye
dönmüştünüz. Bu sırada Allah, Resulüne ve müminlerin üzerine güven duygusu ve
huzur indirdi, sizin görmediğiniz orduları da indirdi ve küfre sapmış olanları
azaplandırdı, kâfirlerin cezası budur işte”[997].
Mute savaşının köklerini incelediğimiz
bahsimizde Roma imparatorluğunun genç İslam devletine karşı hasmâne tavrından
sözettik ve Romalıların yerel yönetiminin ordusuyla İslam ordusunun ilk
karşılaştığı savaşta Müslümanların yenildiğini açıkladık. O dönemin iki süper
gücü olan İran’
Bu rapor havaların çok sıcak olduğu[1003]
ve mahsulün devşirilmesi
gerektiği bir dönemde gelmişti, halk da kıtlıktan dolayı biraz sıkıntı
içindeydi, dolaysıyla bu şartlar altında evlerini barklarını terk etmeleri çok
zordu[1004].Hz.
Resulullah (s.a.a) genel seferberlik ilan ederek Mekke’yle bedevi Arap
kabilelerden de yardım istedi ve Müslümanların, bu savaş için gerekli harcama ve savaş malzemelerinin
temininde yardımcı olmasını duyurdu[1005].
Hz. Resulullah (s.a.a) yolun uzak ve yolculuğun zor olduğunun dikkate alınarak Müslümanların kendilerini
bu zor yolculuğa
hazırlayabilmesi için, her zaman yaptığı gibi askerî nedenlerden dolayı hedefin neresi
olduğunu bu defa gizlememiş ve Tebük’e gidileceğini açıklamıştı[1006].
Şartların olanca elverişsizliğine rağmen
Müslümanlar büyük bir ihlas ve samimiyetle dayanışma içine girdiler[1007],kısa
zamanda otuz bin asker[1008],
on bin at[1009]
ve on iki bin deve temin edildi[1010].Bu
arada münafıklar hiçbir özürleri olmadığı halde cepheye gitmeye yanaşmadıkları gibi[1011]
sıcakları bahane ederek başkalarının da gitmesini engellemeye çalışıyorlardı[1012],bu
çirkin davranışları
nedeniyle onları kınayan bir ayet nazil oldu[1013],
bazı Müslümanlar da hiçbir özürleri olmadığı halde hata edip gitmemiş, bunlar
hakkında da ayet nazil olup “geride, yerinde kalanlar” tanımıyla kınanmışlardı.[1014]
Birkaç mümin de, cihada katılmayı çok istedikleri halde onlar için gerekli
binek ve savaş
teçhizatı bulunmadığından cepheye gitmekten mahrum kalacaktı[1015].
O günlerde Medine’nin durumu çok kritikti.
Müslümanlar çok uzak bir yolculuğa çıkıyordu, ama kendilerini Müslüman gibi
gösteren münafıklar Hz. Resulullah’ın (s.a.a)sarih emrine rağmen ona itaat
etmemiş, Medine’de kalmışlardı ve başkanları olan Abdullah b. Ubey sessizce çok
sayıda adam toplamıştı etrafına…[1016]
Münafıklara ilaveten bir de Mekke’yle
çevresinde ve bedeviler arasında İslam karşısında yenildikleri için bu dine kin
besleyen düşmanlar da vardı ve bunların fırsattan istifadeyle her komploya
başvurması mümkündü. Bu nedenle Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yokluğunda; henüz
yeni kurulmuş olan genç İslam devletinin başkentini yönetip her nevi komployla
baş edebilecek güçlü ve muktedir birinin Medine’yi idare etmesi gerekiyordu,
aksi takdirde hiç beklenmedik acı hadiseler vuku bulabilirdi. Bütün bunları
dikkate alan Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) “Ya Ali! İkimizden birinin Medine’de
kalması gerekiyor!” buyurarak Hz. Ali’yi (a.s) Medine’de kendi yerine halife ve
vekil olarak bıraktı.[1017]
Mesudi şöyle yazar:
“Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Medine’de Hz. Ali
(a.s) gibi birini kendi yerine halife olarak bırakmasının nedeni, meşhur görüşe
göre, daha önce de belirttiğimiz gibi Tebük yolculuğuna katılmayı reddedenleri
(münafıkları) kontrol altında tutması içindir”[1018]
Hz. Ali (a.s) bunun dışındaki bütün gazvelerde
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yanında olmuş[1019] ve o
hazretin sancaktarlığını
yapmıştı[1020].
Onun Medine’de kalmasını istemeyen münafıklar, “Ali (a.s) artık Resulullah’ın
(s.a.a) gözünden düştüğü için Peygamber onu kendisiyle götürmedi” şeklinde bir
söylenti yaydılar. Bundan pek rahatsız olan Hz. Ali (a.s) silahını kuşanarak
hemen yola çıktı, Curf denilen yerde[1021]
orduya ulaşıp Hz.
Resulullah’la (s.a.a) görüştü ve münafıkların dedikodusunu aktararak
rahatsızlığını dile getirdi.
Hz. Resulullah (s.a.a) “Yalan söylüyorlar!”
buyurdu, “Ben seni kendi yerime vekilim ve halifem olarak bıraktım, Medine’ye
dön ve benim ailemle kendi ailende benim vekilim ve halefim ol! Ya Ali! Harun
Musa için neyse, sen de benim için o konumdasın, sadece şu farkla ki,
benden sonra peygamberlik yoktur!”[1022]
Şeyh Müfid’in nakliyse şöyledir: “…Kardeşim, yerine dön.
Çünkü Medine ben veya sen olmadan gereğince yönetilemez! Sen benim ailem,
hicret ettiğim şehir ve kavmim içinde halifem ve vekilimsin; Harun Musa’ya ne
menziledeyse -konumdaysa- sen de bana o menzilede olmaya razı değil misin? Şu
farkla ki, benden sonra peygamber yok!”[1023]
Ehl-i Sünnetin h.5. yy. alimlerinden İbni
Abd’ul Birr Kurtubâ şöyle yazar: “Tebük savaşında Hz. Resulullah (s.a.a)
Hz. Ali’yi (a.s) Medine’de ve ailesi arasında kendisinin halefi olarak bırakıp
ona şöyle buyurdu: Harun Musa için neyse, sen de benim için osun…”[1024]
Buhari’yle Müslim’in rivayetlerine göre Hz.
Resulullah (s.a.a) Hz. Ali’ye (a.s) verdiği cevapta onu Hz. Musa’nın (a.s
kardeşi Hz. Harun’a (a.s teşbih etmiş ve yukarıda aktardığımız cümleyi buyurmuştur[1025].
İslam hadis tarihinde “Menzilet Hadisi” adıyla
ünlü olan bu hadis, Hz. Ali’nin (a.s) halifelik ve imametinin en bariz
belgelerinden biri sayılmaktadır. Zira bu hadis belli bir zamanda ve Tebük
yolculuğunda söylenmişse de Hz. Resulullah’ın (s.a.a) “Peygamberlikten başka…”
şeklinde bir istisna kullanması Hz. Ali’nin (a.s) bunun dışında bütün konularda
ve bu cümleden olmak üzere peygamber’in (s.a.a) halifeliği konusunda Hz.
Musa’nın (a.s kardeşi Hz. Harun’la (a.s) aynı konumlara sahib olduğunu
göstermektedir[1026].
İslam ordusu bütün sıkıntılara rağmen
Medine’den hareket etti. Ancak kısmen tahmin edildiği gibi yolun uzak olması,
binek azlığı (üç kişiye bir at),sıcak hava, özellikle su sıkıntısı ve susuzluk
gibi nedenlerden dolayı Müslümanlar Tebük yolculuğunda çok büyük zorluklarla
meşakkatlere katlanmak durumunda kalmıştı, bu nedenle Tebük savaşı İslam
tarihinde “zorluklarla savaş” anlamında “Gazve’t-ul Usra”[1027]
ve “Ceyş’ul Usra”gibi adlarla da geçer[1028].
Bütün zorluklara rağmen uzun bir yolculuktan
sonra İslam ordusu Tebük’e vardı, ama düşman kuvvetlerinden ortada hiçbir eser
yoktu! Roma ordusunun hareket ettiği haberinin doğru olmadığı anlaşılmış[1029], İslam cephesinde korku ve tedirginlik yaratmak
amacıyla bu söylenti uydurulmuştu[1030].
Hz. Resulullah (s.a.a) Tebük’te 20 gün kaldı[1031]
ve bu süre zarfında Eyle, Cerba ve Azruh halkını cizyeye
bağlayıp onlarla barış antlaşması imzaladı, keza askeri bir çarpışmadan sonra Dumetu’l-Cendel’in
güçlü kralını bozguna uğrattı, bu adam çok miktarda mal-mülk vererek teslim
oldu ve onunla da barış imzalandı[1032].
Tebük Gazvesi, hicretin 9. yılı Receb ayında
vuku buldu[1033],
bu savaşla ilgili zorluklar, sıkıntılar, bazı
Müslümanların seferberlik sırasında gevşeklik ve sorumsuzluk gösterip kaytarması,
münafıkların yaptığı
baltalama girişimleri ve
ihanetler gibi çeşitli boyutlar Tevbe Suresi’nde anlatılmaktadır. Tebük
Gazvesi’yle aynı zamana rastlayan ünlü “Mescid-i Dırar”olayı da yine
Tevbe Suresi’nin 107. ayetinde geçer.
Çok zor ve meşakkat dolu bu yolculukta savaş
baş göstermediyse de önemli sonuçların alındığı bir gerçektir, bunlardan
bazılarını aktarıyoruz:
1- Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) bu yolculuk
sırasında Hicaz-Şam sınır bölgesindeki kabile ve emirliklerle barış
antlaşmaları imzalayarak bu bölgenin güvenliğini sağlamış ve onların Roma’yla
işbirliğinde bulunmayacağından emin olmuştur.
2- Bu askeri hareket sonucu İslam ordusunun
komutanları bölgenin yapı ve sorunlarıyla aşina olmuş, o günün süper
devletlerine karşı ordu çıkarmanın yol ve yöntemlerini öğrenmişlerdi. Hz.
Resulullah’ın (s.a.a) rıhletinden sonra Müslümanların ilk fethettiği bölgenin
Şam olması tesadüfî bir olay değildir.
3- Bu genel seferberlikte müminlerle münafıklar
birbirlerini tanımış oldu ve Müslümanların saflarında bir nevi tasfiye ve
temizlik harekâtı gerçekleşti[1034].
4- Müslümanların askeri itibarı arttı, birçok
Arap kabilesi İslam’a eğilim duydu ve bu kabilelerin temsilcileri itaatlerini
bildirmek üzere Hz. Resulullah’la (s.a.a) görüştü. Bütün bunlar Tebük
yolculuğunun getirdiği önemli sonuçlardı; burada bazı noktaların tafsilatına
girmekte yarar olacağını düşünüyoruz:
Tebük yolculuğu da önemli bir dönüm noktası
olan Mekke’nin fethi gibi, İslam’ın Arap Yarımadası’na yayılıp güçlenmesinde
önemli rol oynamıştır. Zira gerçekte büyük bir tatbikat olan bu hareket
sayesinde Müslümanların askerî itibarı artmış, prestiji fevkalade yükselmiştir.
Nitekim herkes, İslam’ın çok uzak bölgelere bile ordu çıkararak dünyanın en
güçlü devletiyle savaşabilecek güce kavuştuğunu bu yolculuk sırasında bizzat
görmüş oldu. Bu tatbikatın askeri ve siyasi etkileri o kadar güçlüydü ki; o
güne kadar, İslam’ı kabul etmemiş olan birçok kabile, Hz. Resulullah (s.a.a)
Medine’ye döndükten sonra şirk ve putperestlik döneminin artık kapandığı
inancıyla Medine’ye temsilcilerini gönderip hazrete itaatlerini bildirdiler. O
yıl bu amaçla Medine’ye gelip Resulullah’la (s.a.a) görüşen temsilci heyetlerin
sayısı çok fazla olduğundan hicretin 9. yılına “Çeşitli kabilelerin temsilci
heyetlerinin Hz. Resulullah’la (s.a.a) görüşmek için Medine’ye geldiği yıl”
anlamında “Senetu’l-Vufud” denir[1035].
Mekke’nin fethinden sonra tevhidin yayılması ve
putperestlikle, ondan kaynaklanan batıl fikir ve hurafelerin kökünün kazınması
için elverişli bir ortam oluştu ve şehirlerle çöllerde yaşayanların çoğu
putperestliği bırakarak İslam’a yöneldi; ne var ki bir grup cahil ve tutucu,
cehalet döneminin batıl kültürünü bırakmak istemiyor, Hz. Muhammed’in (s.a.a)
getirdiği yeni dini kabullenmeyi bir türlü sindiremiyordu.
Diğer taraftan, Hz. Resulullah(s.a.a) her ne
kadar o güne değin birkaç kez umre yapmışsa da putperestlik döneminde hacca
karıştırılan hurafelerden arınmış bir haccı henüz yerine getirmiş değildi ve
müşrikler haccı halâ eksik ve hurafelerle karışmış haliyle yerine
getirmedelerdi. Bir diğer nokta da, Mekke fethinden sonra müşriklerle
Resulullah (s.a.a) arasında iki türlü antlaşma imzalanmış olmasıydı:
1- Genel antlaşma: Buna göre herkesin
haccetmesi serbestti ve kimsenin haccı engellenmeyecekti, ayrıca, haram aylarda
güvenlik ve asayiş sağlanacak, hiç kimse saldırıya uğramayacaktı.
2- Bazı Arap kabileleriyle yapılan ve belirli
bir süreyle sınırlandırılan barış antlaşmaları[1036]
vardı:
Tebük gazvesinden sonra Beraet Suresi’nin
(Tevbe -çev-)ayetleri nazil oldu ve Hz. Resulullah (s.a.a) müşriklerden beri
durup onlardan teberride bulunarak bu antlaşmalara bir son verdiğini açıklamak
ve bu ayetlerde belirtilen diğer bazı emirleri uygulamaya koymakla
görevlendirildi. Beraet Suresi’nin ilk ayetlerinin mazmunu şöyledir:
“Bu -ayetler- müşriklerden kendileriyle
antlaşma imzaladıklarınıza -bu antlaşmaların artık sona erdiği ve- Allah’
Bu ayetlerin nüzulünden sonra Hz. Resulullah
(s.a.a) Beraet Suresi’nin ilk ayetlerinden bir kısmını Ebubekir’e öğretip onu,
Kurban bayramında hacılar arasında bu ayetleri okuyup hacılara duyurmakla görevlendirdi.
Ebubekir Mekke’ye doğru yola çıktı. Ancak, bu
sırada Hz. Resulullah’a (s.a.a) vahiy gelerek bu mesajı hacılara ya bizzat
kendisinin, ya da kendisinden olan birinin okuması gerektiği emredildi.[1038]
Bu emir üzerine Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali’ye (a.s) derhal yola çıkıp
ayetleri Ebubekir’den teslim alarak hacıların toplandığı yerde müşriklere iblağ
etmesini buyurdu. Hz. Ali (a.s) Hz. Resulullah’ın (s.a.a) devesine binerek
Mekke yoluna koyuldu ve yolda Ebubekir’e ulaşıp Hz. Peygamber’in (s.a.a) emrini
iblağ ederek ayetleri ondan alıp Mekke’ye yöneldi. Ebubekir rahatsız bir halde
Medine’ye dönüp Hz. Resulullah’ın (s.a.a) huzuruna çıkarak “Önce beni bu işe
layık buldunuz, ama çok geçmeden beni azledip bu görevden aldınız, bu hususta
Allah’tan bir emir mi geldi?” diye sordu. Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) “Evet”
buyurdu Vahiy meleği gelip bu görevi alma salahiyetine sadece benim veya bizzat
benden olan kimsenin layık olduğunu iblağ etti”
Hz. Ali (a.s) Mekke’ye ulaştı; Zilhicce’nin 10.
günü Berâet -Tevbe- Suresi’nin ilk ayetlerini hacıların toplandığı yerde halka
okuyup[1039]
Hz. Peygamber’in (s.a.a) ihtariyesini bütün hacılara iblağ etti, bu ihtar mektubunda şu uyarılar yer alıyordu:
1- Allah ve Resulü müşriklerden beridir(onlara
karşı artık hiçbir sorumluluk kabul etmemekte, onları sevmediklerini açıkça
duyurmaktadır).
2- Gelecek yıldan itibaren hiçbir müşrik
haccetme hakkına sahip değildir.
3- Hiç kimse çıplak olarak Ka’be’yi tavaf
edemez.[1040]
4- Müşriklere kendi vatanlarına dönmeleri veya
istedikleri yere gitmeleri için bugünden itibaren 4 ay süre tanınmıştır, bu
süre bittikten sonra hiçbir müşrikle antlaşma yapılmayacak, hiçbir müşrik
âmânda olmayacaktır artık. Ancak, Hz. Resulullah’la (s.a.a) antlaşması olan
müşrikler, antlaşma süreleri bitinceye kadar bu kaidenin dışındadır.
5- Hiçbir kâfir cennete girmeyecektir[1041]
Bu beraet ilanı ve ihtar uyarısından sonra
kendi yurtlarına dönen müşrikler birbirlerini kınayıp “Kureyşliler bile
Müslüman oldu artık, biz neden olmayalım?” diyerek Müslüman oldular.[1042]
O yıldan itibaren hiçbir müşrik haccetmedi ve
hiç kimse çıplak olarak tavafta bulunmadı.[1043]
Hz. Resulullah (s.a.a) dünyanın çeşitli
devletlerinin başkanlarına yazdığı gibi bir mektup da Necran piskoposuna
yazdı. Bu mektupta Hz. İbrahim, İsmail, İshak ve Yakub
aleyhisselamların Rabbini hamd-ü senayla övdükten sonra onu ve diğer
Hıristiyanları kula kul olmayı bırakıp Yüce Allah’a tapınmaya ve insanlara
kulluktan vazgeçip Yüce Allah’ın emrinde olmaya davet etti; bunu kabul
etmemeleri halinde ise ya cizye ödemeleri, ya da savaşı beklemeleri gerektiğini
hatırlattı.[1045]
Bazı rivayetlerde Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu
mektubunda Âl-i İmran Suresi’nin 64. ayetini de[1046]
yazdığı geçer.[1047]
Necran piskoposu Hz. Peygamber’in (s.a.a)
mektubunu alınca, meseleyi görüşmek üzere Necran’ın önde gelenleriyle büyük din
adamlarını toplantıya çağırdı. Hıristiyan uleması Hz. Peygamber’in (s.a.a)
yakında zuhur edeceği ve kendisiyle ilgili vasıf ve işaretlere dair bilgilere
sahib olduklarından, Hz. Muhammed’le (s.a.a) yakından görüşüp peygamberlik
delillerini bizzat kendisinden dinlemek üzere Medine’ye bir heyet
gönderilmesini önerdi.
Aralarında üç büyük Hıristiyan alimin de
bulunduğu ve bizzat piskoposun başkanlık ettiği Necran Hıristiyanlarının
temsilci heyeti Medine’ye vardığında Hz. Resulullah (s.a.a) kendileriyle
görüşüp konuşarak onları İslam dinini kabul etmeye çağırdı ve kendilerine
Kur’an’dan bazı ayetler okudu. Hıristiyanlar “Biz senden önce Müslüman’dık!”
deyince hazret (s.a.a) “Yalan söylemektesiniz!” buyurdu, “Üç şey, Müslüman
olmanızı engelliyor (bu üçü nedeniyle, size Müslüman denilemez): Haça
tapıyorsunuz, domuz eti yiyorsunuz ve Allah’ın çocuğu olduğunu sanıyorsunuz
(Hz. İsa’yı (a.s Allah’ın oğlu sanıyorsunuz).”
Resulullah’ın (s.a.a) bu sözü üzerine Hz.
İsa’nın (a.s bir kul mu, yoksa tanrı mı olduğu tartışması başladı.
Hıristiyanlar ölüyü dirilttiği, gaipten haber verdiği, hastaları iyileştirdiği
ve özellikle bir baba olmaksızın Hz. Meryem’den (a.s dünyaya gelmiş olması gibi
mucizeleri nedeniyle Hz. İsa’nın (a.s tanrı olduğunu iddia ediyor, Hz. Peygamber-i
Ekrem (s.a.a) ise Hz. İsa’nın (a.s sadece bir kul ve insan olduğunu
vurguluyordu; tartışma uzadı ve Hıristiyanlar Hz. İsa’nın (a.s ilah
değil, bir insan olduğunu kabule yanaşmadılar. Bu sırada vahiy nazil oldu, Allah
Teala şöyle buyuruyordu:
“Meryemoğlu İsa’nın tanrı olduğunu
söyleyenler kâfir olmuştur.”[1048]Gerçekte
Allah katında İsa’nın
durumu, Adem’in durumu gibidir, onu topraktan yarattı, sonra da ona “ol”
demesiyle o hemen oluverdi.[1049]
(Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelmesi, onun tanrının oğlu olarak tanımlanmasını gerektirirse, ondan
ziyade Hz. Adem’in böyle tanımlanması gerekir, çünkü Hz. Adem hem
annesi, hem babası olmadan var olmuştur!)
(İsa hakkında sana söylenen şey)haktır ve Yüce
rabbinin katındandır; öyleyse kuşkuya kapılanlardan olma.[1050]
Binaenaleyh İsa hakkında
sana ulaşan bunca ilimden sonra yine onun hakkında seninle çekişip tartışmaya
giren olursa de ki: Gelin; biz oğullarımızı getirelim siz de oğullarınızı
getirin, biz kadınlarımızı getirelim siz de kadınlarınızı getirin, biz
kendimizi getirelim, siz de kendinizi getirin, sonra karşılıklı mübahelede
bulunalım(lanetleşelim)ve Allah’ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne kılalım”[1051]
Bu ayetlerin inmesi üzerine Hz. Peygamber-i
Ekrem (s.a.a) onlara “Rabbim, Müslüman olmazsanız sizinle mübahelede bulunmamı
buyurdu” dedi.[1052]
Hıristiyanlar “bu konuda biraz düşünelim”
diyerek oradan ayrılıp kendi aralarında danışmaya başladılar. Heyet reisi olan
piskopos “Muhammed (s.a.a) peygamberdir” dedi, “Onunla mübaheleye kalkışırsanız
Allah’ın azabına uğrar, helak olursunuz!”Ama diğer Hıristiyanlar onun sözünü
kabul etmeyerek mübahelede direndiler. Mübahele, ertesi gün yapılacaktı,
piskopos “Mübahelede ısrarlıysanız, Muhammed’in (s.a.a) yarın kimlerle
geleceğine bakıp ona göre davranın” dedi, “Eğer evlatları ve en yakın ailesiyle
gelirse mübaheleden vazgeçin! (Zira bu, onun sözlerinin doğruluğuna kendisinin
inanıp güvendiğini ve bu yolda sadece kendi canını değil, en sevdiği aile fertlerini
de feda etmeye hazır olduğunu gösterir) Ama eğer ashabı ve ona inanan başka
Müslümanlarla gelirse onunla mübaheleye girin, çünkü bu durumda onun
iddialarının aslı yok demektir (ve yanında getireceği adamlarla sadece görünüşte
güçlü olduğunu göstermek isteyecektir).[1053]
Ertesi gün Hz. Resulullah (s.a.a) mübahele için
kararlaştırılan yere gitti, yanında Hz. Ali (a.s) Hz. Fatıma (a.s) Hz. Hasan
(a.s) ve Hz. Hüseyin (a.s) vardı.[1054]
Piskopos, “Muhammed’in (s.a.a) yanındakiler kim?” diye sorunca “Şu,
amcasının oğlu, o kadın kızı, bu çocuklar da onun evlatlarıdır” dediler.[1055]
Bunun üzerine piskopos, yanındaki Hıristiyanlara “Karşımızda öyle yüzler görüyorum ki, Allah’tan dağı yerinden sökmesini isteyecek olsalar
kesinlikle dağ
yerinden sökülür!” dedi. “Bunlarla sakın mübaheleye girmeyin, aksi takdirde hem
siz yok olursunuz hem yeryüzünde bir tek Hıristiyan kalmaz! “Piskoposun bu
ciddi uyarısı üzerine heyet yetkilileri mübaheleden vazgeçtiler[1056]
ve yapılan bir antlaşmayla
cizye ödemeyi kabullendiler; bu olayla ilgili bilgiler tarih ve tefsir
kaynaklarında tafsilatıyla geçmektedir[1057].
Hadis ve tefsir ulemasının büyükleri, mübahele
ayeti nazil olduktan sonra Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu dört kişiyle mübaheleye
gitmesini, onlar için çok büyük bir fazilet saymaktadır. Çünkü mübahele ayeti
ve olayı, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) torunları ve Hz. Ali’yi de (a.s) o hazretin
nefsi ve canı mesabesinde tanımlamakta, bu olaydaki tek kadın olan Hz.
Fatıma’nın da (a.s)ayetteki “nisa”yı karşılayan kimse olduğunu
belgelemektedir.
Ayşe’den ulaşan rivayette Hz. Resulullah’ın (s.a.a)
bu dört mümtaz insanı siyah renkli ve çizgili abasının (kesa -çev-)altına
alarak şu ayeti okuduğu geçer:”Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah sizden kiri(günah
ve çirkinliği)gidermeyi ve sizi tertemiz kılmayı irade etmiştir”[1058]
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) mübaheleye bu dört
kişiyle gittiği konusunda şia ve Sünni uleması görüş birliği içindedir,
araştırmacıların çok önemli bir fazilet olarak vurguladığı bu vaka çok sayıda
tarih, hadis ve tefsir kaynaklarında kayıtlıdır.[1059]
Büyük Ehl-i Sünnet muhaddisi Müslim, Sa’d
Vakkas’tan şu hadisi aktarır: “Gelin, biz oğullarımızı getirelim, siz de
oğullarınızı getirin…”ayeti nazil olduğunda Hz. Resulullah (s.a.a) Ali, Fatıma,
Hasan ve Hüseyn’i (a.s) çağırıp “Ya Rabbim” Benim ailem bunlardır!” buyurdu”[1060]
Zemahşeri de mübahele olayıyla Ayşe’nin rivayetini
naklettikten sonra şöyle yazar: “Bu olay Ashab-ı Kesa’nın (Peygamber’in (s.a.a)
abasının altına girenler -çev-) faziletinin en güçlü delili ve İslam peygamberinin
(s.a.a) hakkaniyetinin en bâriz belgesidir!”[1061]
Kadı Beyzavi de mübahele olayını anlatırken şöyle der: Bu
olay Hz. Peygamberin (s.a.a) nübuvvetinin hakkaniyetine ve yanında götürdüğü
Ehl-i Beyt’inin efdalliğine delil teşkil etmektedir”[1062]
Seyyid b. Tavus, “Sa’d-ussuud” adlı eserinde şöyle
yazar: Muhammed bin’el Abbas bin Mervan “Ma’enzel min’el Kur’an
fi’nnebi ve Ehl-i Beytî”adlı kitabında mübahele hadisini sahabe ve
sahabe dışında 51 kişiden aktarmıştır.[1063]
Bu arada mübahele olayının gerçekleştiği yıl,
ay ve gün konusunda ihtilaf olduğunu da belirtelim[1064],
burada bunun teferruatına yer ayıramayacağımızdan biz de siyer yazarlarının yolunu
izleyerek bu olayı hicretin 10. yılı vakaları arasına aldık.
VEDA
HACCI VE İSLAM PEYGAMBERİNİN (S.A.A) VEFATI
Hacc, İslam’ın en önemli siyasî-ibadî programı
olup, temeli Hz. İbrahim (a.s tarafından atılmıştır. Elinizdeki kitabın 1.
bölümünün 2. faslında Arap Yarımadası’ndaki dinî durumun karmaşık haliyle
Kureyşin güç ve nüfuzundan bahsetmiş, İslam’ın zuhur ettiği yıllarda da
Kureyşle diğer müşriklerin genellikle umre ve haccı yerine getirdiğini, ama
bunu doğru haliyle yapmadıklarını, İbrahimî haccı bozduklarını, eksik ve
hurafelerle karıştırılmış bir hacc yaptıklarını açıklamıştık.
Burada şunu da ekleyelim: Kureyşliler
kendilerini “Harem’de yaşayanlar” (Sukkân-ı Haremullah)olarak tanımlıyor[1065],
Arafat bölgesi Harem’in dışında kaldığından Kureyşliler hac mevsiminde diğer müşriklerin tersine Arafat’a gitmeyip
Müzdelife’de (Meş’ar’da)vukuf ediyor[1066]
ve buradan Mina’ya gidiyorlardı. Yesrib halkı ise Mekke’yle Yesrib
arasında, deniz kenarındaki bir yerde bulunan Menat putunun yanında[1067]
ihrama giriyor ve burada ihrama bürünenler, 7 defa sa’yedilmesi gereken
Safa’yla Merve arasındaki Sa’yi (gidip gelmeyi -çev-) yerine getirmiyordu![1068]
Ayrıca müşrikler İbrahimî haccın tersine, hac yaparken gün
batımından önce Arafat’tan Müzdelife’ye(Meş’ar)göçüyorlardı[1069].
Bütün bunlar İbrahimî
haccın gerçek halini kaybedip bu büyük tevhidî ibadetin şirk ve hurafeye bulaşmasına yol açmıştı.
Haccın farz olduğunu bildiren ayet nazil olunca[1070]
Hz. Resulullah (s.a.a) önceden duyuruda bulunup Medine halkıyla çöl
bedevilerinden müteşekkil
çok kalabalık bir kitleyle hacca gitti[1071]
ve bu hacda, gerçek İbrahimi
haccın nasıl yapılması gerektiğini Müslümanlara bilfiil öğretti. Bu arada
Müslümanlara, hac amellerini kendisinden dikkatle öğrenmelerini tavsiye edip,
gelecek yıl hacca gelmenin kendisine nasib olamayabileceğini buyurdu[1072].
Müslümanlara sık sık “haccın vukuflarına ve meşairine dikkat edin, zira bunlar Hz. İbrahim’in
(a.s) mirasıdır” diye hatırlatıyordu[1073].
Bu hacda Hz. Resulullah (s.a.a) müşriklerin,
özellikle de Kureyşin hacla ilgili bid’atlerini ortadan kaldırdı; bu cümleden
olmak üzere, kendisi de Kureyşli olduğu halde Arafat’ta vukuf edip oradan Müzdelife’ye
gitti[1074],
zira Allah Teala “Sonra, insanların topluca akın ettiği yerden siz de akın edin” buyurmuştu[1075],
ayrıca hazret (s.a.a) bu örnek hacda Arafat’tan gün batımından sonra
ayrıldı[1076].
Çeşitli münasebetleri içermesi açısından bu
hacca “Veda haccı”, “İslam haccı” ve “Belâğ haccı” adları
verilmiştir.[1077]
Hz. Resulullah (s.a.a) Veda haccında gerekli
hac işlemlerini bilfiil uygulayarak Müslümanlara doğru haccı gösterirken, Arefe
günü Arafat çölünde hayli kalabalık olan hacılara yaptığı tarihi konuşmada
önemli konulara değinecek ve bunlarla ilgili ciddi tavsiyelerde bulunacaktı. Bu
cümleden olmak üzere o ay (Zilhicce)ve o günün (Arefe) kutsallığının hürmeti
hakkında hacılardan ikrar aldıktan sonra şöyle buyurdu:
“Ey insanlar! Rabbinizin huzuruna çıkıncaya
kadar bu ay ve bu günün kutsallığını çiğnemek size nasıl haramsa, birbirinizin
kanı, ırzı, namusu ve malı da size öylece haramdır!”
“Cahiliye döneminde dökülen kanların hesabı,
İslam döneminde sorulamaz (o defter kapanmıştır artık). Faiz de haramdır.”
Bu hutbede Hz. Peygamber (s.a.a) haram ayların
değiştirilip ertelenmesini küfürde aşırılık olarak tanımlayıp bunu da yasaklamıştır[1078].
Kadınlar ve kadın hakları konusunu da önemle
vurgulayarak “Kadınlara iyilikte bulunun, onlara iyi davranın” buyurdu, “Zira
onlar size Allah’ın emanetidir ve Allah’ın hüküm ve kanunlarıyla size helal olmuşlardır”
“Burada bulunanlar, bulunmayana söylesin;
benden sonra peygamber yoktur artık ve siz Müslümanlardan sonra da başka bir ümmet
olmayacaktır!”
Resulullah (s.a.a) bu hutbesinde cahiliye
inançlarıyla töre ve merasimlerini batıl ilan edip kaldırmıştır[1079].
Veda haccı dönüşünde Zilhicce’nin 18. günü, Cuhfe’ye
3 millik mesafede bulunan “Gadir-i Hum” denilen yerde[1080]”Ey
peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bu görevini yapmayacak olursan O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfir olan bir topluluğu hidayete eriştirmez”[1081]ayeti
nazil olunca Hz. Resulullah (s.a.a) ot yeşermeyen bu çorak bölgede o sıcağın altında 100 bin kişilik hacı kervanını durdurup öğle namazını
kıldırdıktan sonra yüksekçe bir yere çıkarak bir hutbe okudu. Bu hutbede önce
ömrünün sonuna yaklaştığını haber verdi, sonra da peygamberlik ve davet
görevini nasıl yerine getirdiği konusunda Müslümanların fikrini sordu, herkes
“sen hidayet ve irşad görevini en mükemmel haliyle yerine getirdin!” diyerek o
hazreti (s.a.a) onayladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Kur’an’
“Rabbim benim mevlam -efendim- ve ben de
müminlerin mevlasıyım ve onlara kendi nefislerinden daha evla, daha layığım.
Bilin ki, ben kimin mevlası isem şu Ali de onun mevlasıdır! Ya Rabbi! Ali’yi
seveni sev!Ona düşmanlık edene düşman ol!Allah’ım!Ali’nin dostlarına yardımcı
ol, onun düşmanlarını alçaltıp zillete düşür!Ya Rabbi!Ali’yi hakkın mihveri
kıl!”
Bu sırada şu ayet nazil oldu: “Bugün küfre
sapanlar sizin dininizi yıkmaktan umut kesmiştir artık, onlardan korkmayın,
benden korkun! Bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım
ve size din olarak İslam’ı seçip beğendim…”[1082]
Böylece Allah Teala Hz. Resulullah’tan (s.a.a) sonra ümmetin liderliği ve onun halifeliğine Hz. Ali’yi (a.s) tayin
etmek suretiyle dinini kemale erdirip hidayet nimetini insanlara tamamlamış
olduğunu ilan ediyordu. Bunun üzerine sahabeler koşup Hz. Ali’yi (a.s) tebrik
ettiler.[1083]
Önemli bir olay olan Gadir-i Hum özetle bundan
ibarettir; tevatürü ve yeterince meşhur olması nedeniyle hakkında tafsilatlara
girmeyi gerekli bulmuyoruz. Çünkü büyük İslam uleması ve araştırmacılar bu
önemli hadisenin çeşitli boyutlarını tafsilatlı şekilde açıklamış
bulunmaktadır. Özellikle Allâme Emînî, İslamî kaynaklar arasında önemli
bir yeri olan ünlü “el-Gadir” adlı eserinde bu hadiseyi hem senet, hem delalet
açısından ele alıp bu önemli olayı çeşitli boyutlarıyla incelemiştir. Bu
nedenle biz burada sadece zaruri bazı noktalara değinmek ve önemli birkaç
soruyu cevaplamakla yetiniyoruz:
1- Gadir-i Hum olayı Hz. Ali b. Ebu
Talib’in (a.s) velayetiyle ilgili belgelerin en önemlisi ve zaman
sıralamasında en sonuncusudur, ancak bu velayet mevzuuyla ilgili yegane senet
de değildir. Nitekim daha önceki bahislerimizde de görüldüğü üzere ümmetin
kaderinin belirlenmesinde liderlik ve yöneticiliğin taşıdığı öneme binaen Hz.
Resulullah (s.a.a) bi’setinin ilk yıllarından itibaren (akrabalarını ve
yakınlarını uyarıp korkutmak için onları davet ettiği günden başlayarak) “velayet”
meselesini kendi risaletine paralel olarak onunla birlikte daima gündeme
getirmiş ve daha sonraları da -Tebük Gazvesinde olduğu gibi- çeşitli
münasebetlerle bu konuyu hep hatırlatmıştır.
Peygamber’in (s.a.a) halefinin ilahi bir
tayinle belirlendiği konusunda da; alenî davetin başladığı ilk yıllarda
kabilelere İslam’ı anlatırken Amir b. Sa’saaoğulları kabile başkanının
teklifine Hz. Peygamber’in (s.a.a) verdiği cevaba değinmiş ve “Benim halifemin
kim olacağı ancak Allah’ın belirleyeceği bir iştir, onu dilediğine verir” buyurduğunu
yazmıştık.[1084]
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) kendisinden sonra
halefinin kim olduğu konusunda yıllar boyu takındığı tavır ve belli bir isim
üzerinde sürekli vurguda bulunmuş olduğu gerçeği insafla incelenecek ve
Resulullah’ın (s.a.a) sahabesi parlak geçmiş, ilmî ve askerî karizma, yiğitlik,
fedakarlık, cesaret, beceri ve liyakat açısından genel bir değerlendirmeye tabi
tutulup halifelik konusunda bu hasletler ölçü ve kıstas kabul edilecek olursa
sahabe içinde Hz. Ali’nin (a.s) bütün bu vasıflarda rakipsiz olduğu
görülecektir. Nitekim Hz. Resulullah (s.a.a) açıkça onu vurgulamakta, her
münasebet ve her fırsatta onun efdallik ve önceliklerini sahabeye
hatırlatmaktaydı. Sözkonusu kıstas ve değerler konusunda sahabe arasında Hz.
Ali’ye (a.s)denk bir isim yoktu.
2- Daha önce de değindiğimiz gibi Gadir
Hadisinin ünü, hatta tevatürü konusunda şüphe bulunmamakta, birçok Ehl-i Sünnet
alimi de bunu vurgulamaktadır.[1085]
Allame Emini’nin “el-Gadir” adlı ünlü eserinde
de belgelendiği üzere bu önemli tarihi olayı tam 110 sahabeyle 84 tabiin
rivayet etmiş ve Ehl-i Sünnet ulemasıyla muhaddislerinden 360 kişi bu hadisi
kitaplarında aktarmış ve bunlardan önemli bir bölümü bu hadisin senedinin
doğruluğunu kabul etmiştir.[1086]
İslam tarihinde vuku bulan önemli olaylar
arasında bunca meşhur ve
senet açısından bunca muteber hadise pek azdır.
Gadir olayını genellikle muhaddislerin yazmış
olması ve işin uzmanlarınca malum -siyasi- nedenlerden dolayı bu gerçeğin
tarihçiler tarafından sansüre uğramış bulunması da bir hayli düşündürücüdür.
Tarihçiler arasında Yakubi bu olayı Veda Haccı vakasının ardından çok
özet bir şekilde aktarmıştır[1087].
Olayları genellikle açıklayıp şerheden Taberi Tarihinde, beklenenin tersine bu
olaydan hiç sözedilmemişse de Taberi,
Gadir olayını ispatlayan başlıbaşına müstakil bir kitap yazmış, “Kitab’ul
Velayet” adlı[1088]
bu kitap h. 8. yüzyıla kadar varlığını korumuş ve Necâşi’yle -öl: hk.545-[1089]
Şeyh Tusi -hk.385-460-[1090]bu
kitaptan sözetmiş ve
bununla ilgili vasıtalarını kaydetmişlerdir.
İbn Kesir de Veda haccının ardından Gadir-i Hum olayına
değinerek şöyle diyor: “Tefsir ve tarih yazarı Ebu Cafer Muhammed b. Cerir
Taberi bu hadise çok önem vermiş ve bununla ilgili vasıta ve söylenenleri
iki ciltlik bir eserde toplamıştır”[1091]
İbni Kesir bunu belirttikten sonra Taberi’nin Gadir
hakkındaki rivayetlerinden bir kısmını aktarmaktadır. Bir başka yerde İbni
Kesir şöyle diyor: “Taberi’ye ait kalınca iki ciltlik bir kitap gördüm.
Gadir’le ilgili hadisleri bu iki ciltte toplamıştı”[1092]
İbni Şehrâşub (öl: hk.588) şöyle yazar: Taberi Gadir-i
Hum’un kitabını yazdı ve bu kitapta Gadir olayını iyice açıklayıp şerhetti
ve bu kitaba “el -Velayet” adını verdi”[1093].
İbn Tavus da, Gadir olayının ravilerini saydıktan sonra
şöyle diyor:”Gadir hadisini, tarihçi Muhammed b. Cerir de 75 vasıtadan
aktarmış ve bu konuda “Velayet Hadisi”adlı bir kitap yazmıştır”[1094].
“İbni Betriyg”adıyla ünlü Yahya b.
Hasan (hk.523-600) şöyle yazar: Tarih yazarı Muhammed b. Cerir Taberi,
Gadir günüyle ilgili rivayeti 75 yoldan nakletmiş, bu konuda bir de
“el-Velayet” adlı bir kitap yazmıştır”[1095].
Yukarıda adı geçen tarihçilerle araştırmacılar
Taberi’nin “El-Velayet” (Velâye) adlı kitabının ana konusu hakkında sadece özet
bir bilgi vermekte ve İbni Kesir gibi bazıları da bu kitaptan sadece bazı
rivayetler aktarmakla yetinmektedir.
Kadı Numan Mağribi Mısrî (Ebu Hanife
Numan b. Muhammed Temimi öl: hk 363) “Şerhu’l-Ahbar Fi
Fadaili’l-Eimmeti’l-Athâr” adlı eserinde Taberi’nin Hz. Ali’nin (a.s)
faziletleri hakkındaki rivayetlerinden 75’ten fazlasını iktibasla aktarıp,
böylece Taberi’nin bu konudaki yazılarını gelecek nesillere aktaran tek kişidir…..[1096]
Kadı Numan “Bu kitap çok çekici bir eser olup Taberi Hz. Ali’nin (a.s)
faziletlerini bu kitapta toplamıştır” diyor.[1097]
Kadı Numan, Taberi’nin bu kitabı neden
yazdığını açıkladıktan sonra[1098]
şöyle diyor:
“Taberi bu kitabının bir babını bütünüyle Hz.
Ali’nin (a.s) velayetine ayırmış ve burada Hz. Resulullah’tan (s.a.a) çok
sayıda sahih hadisler aktararak o hazretin (s.a.a) hem Veda haccından önce, hem
sonra şöyle buyurduğunu yazmıştır:
“Ben kimin mevlası -efendisi-isem Ali de onun
mevlasıdır!Allah’ım;onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol, ona yardım
edene yardım et, onu küçük düşüreni küçük düşür!”
“Ali müminlerin emiridir, Ali benim
kardeşimdir, Ali benim vezirimdir, Ali benim vasimdir, Ali benden sonra
ümmetimin üzerindeki halifemdir, Ali benden sonra insanlar üzerinde, onların en
evlâsıdır”
Kadı Numan bu hadisleri aktardıktan sonra diyor
ki: “Bütün bunlar Hz. Ali’nin (a.s) Hz. Resulullah’ın (s.a.a) halifesi olduğunu
ispatlamakta ve ümmetin liderliği ona bırakması gerektiğini, kimsenin ondan öne
geçmemesi ve ona hükumet etmemesi lazım geldiğini göstermektedir.[1099]
3- Bu konuda ortaya sürülen şüphe sadece Fahr-i
Razi ve Kadı Ezd-i İyci gibi Ehl-i Sünnet alimlerinin hadis metninde
öne sürdüğü iddiadır. Mezkur isimler bu hadisin bütününü ve Gadir olayını
onaylamakta, ama Gadir günü Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Hz. Ali (a.s) için
kullandığı ilahi velayet ve imamet anlamındaki “Mevlâ” kelimesini “dost”
ve “yardımcı” gibi manalara yorarak Gadir olayının Hz. Ali’nin (a.s)
velayetine delil olmadığını, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu hutbede “Hz. Ali’nin
(a.s) dostu olunup onun sevilmesi gerektiğini” duyurduğu iddiasını öne
sürmektedirler. Burada bir kelime oyununa başvurularak “mef’el”in
(Mevla), lügatte “ef’el” (evlâ) anlamına gelmediğini, bu nedenle de Hz. Resulullah’ın
(s.a.a) “Mevla” derken “dostluk” ve “sevgi”yi kastettiği söylenmektedir.[1100]
Merhum Allame Eminî bu meseleyi çok
titiz ve teknik bir çalışmayla ilmî bir incelemeye tabi tutup Kur’an’dan,
hadisten ve lügat ilminden sayısız örnekler sıralamakta ve ünlü Arapça dilbilim
uzmanlarından belgeler göstererek bu iddianın ilmî dayanaktan yoksun ve tamamen
geçersiz olduğunu gözler önüne sermekte ve her üç sahada da -Kur’an,
hadis ve edebiyat- “Mevla”nın yaygın anlamının “evlâ” olduğunu ve her
yerde bu anlamda kullanıldığını ispatlamaktadır. Meselâ aşağıdaki ayetlerde
Arapça metinde geçen “Mevlâ” kelimesinin hem ayetin gelişi, hem diğer
birçok ilmî nedenlerden dolayı “veli”, “bir işin mütevellisi” ve “yetki
sahibi” gibi anlamlar dışında yorumlanabilmesi ve “dost” kelimesiyle
karşılanabilmesi mümkün değildir:
“Artık bugün sizden herhangi bir fidye alınmaz
ve küfretmekte olanlardan da. Barınma yeriniz ateştir, sizin veliniz odur, o ne
kötü bir gidiş yeridir”[1101].
“…Allah’a sarılın, sizin mevlanız odur, işte ne
güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcı”[1102].
“…Allah, iman etmekte olanların velisidir,
kafirlerin ise, onların velisi yoktur”[1103].
“Hayır, sizin mevlanız Allah’tır. O, yardım
edenlerin en hayırlısıdır”[1104].
“De ki: Allah’ın bizim için yazdıkları dışında,
bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O, bizim velimizdir…”[1105]
“Zararı yararından daha yakın olana tapar, ne
kötü veli ve ne kötü yoldaştır”[1106].
Bütün bu ayetlerde geçen “Mevlâ” kelimesi
müfessirler tarafından veli, sorumlu ve yetkili anlamında tefsir edilmiştir.
Aynı şekilde “Mevlalarının izni olmadan evlenen
kadınların nikahı batıldır” hadisinde geçen[1107]
“Mevlâ” kelimesi de hadisçilerle fakihler tarafından “kadının velisi ve
sorumlusu” şeklinde
tefsir edilmiştir.
Allame Eminî “Mevla” kelimesinin 27 anlamı olduğunu
yazmakta ve bunlardan bazısının Hz. Resulullah’ın (s.a.a) hutbesindeki
“Mevla”nın yerine konulması -ıtlakı- halinde yalanı, birisinin ıtlakının küfrü,
bazılarının imkansız, bazılarının geçersiz ve yararsız veya kof ve boş olmayı
gerektirdiğini ve bu hutbede “Mevla” kelimesini doğru karşılayabilen tek
mananın “bir şeyden evla”, “bir şeyden daha üstün olma” olduğunu
ispatlamaktadır.[1108].
Allame Emini Gadir hutbesindeki “Mevla”
kelimesinin “bir şeyden evlâ olma” manasına geldiğini belgelerle ispatlayan
büyük Ehl-i Sünnet ulema ve muhaddislerinden 14’ünün bu konudaki çalışma ve
görüşlerini kaydetmektedir, bu büyük Ehl-i Sünnet alimlerinden “Şemseddin
Ebu’l-Muzaffer Sıbt b. el-Cevzî Hanefi (hk. 511-654)şöyle diyor:
“Siyer yazarları Gadir olayının Hz.
Resulullah’ın (s.a.a) Zilhicce’nin 18’inde Veda Haccı dönüşünde 120 000
sahabenin huzurunda gerçekleştiği ve burada Hz. Peygamber’in (s.a.a) “ben kimin
mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır” buyurduğu konusunda görüş birliği
içindedir.”
Bu büyük alim, “Mevla”kelimesinin 10 anlama
gelebileceğini belirterek bunlardan 9’unun bu hutbedeki maksatla örtüşmediğini,
sadece birinin örtüştüğünü, onun da “bir şeyden evlâ ve üstünlük hali” olduğunu
vurgulamakta, buna belge olarak da Hadid Suresi’nin 15. ayetini
göstererek hutbedeki “Mevlâ” kelimesinin, Hz. Ali’nin (a.s) imametini ve ona
itaat edilmesi gerektiğini ispatlayan sarih ve net bir nass olduğunu
söylemektedir[1109].
Ardından, o dönemin ünlü şairlerinden olup Gadir’de hazır bulunan Hıssân
bin Sabit gibi büyük edebiyatçı ve şairlerin şiirlerinden örnekler vererek
bunların mevzuyla ilgili yazdığı şiirlerde “Mevla” kelimesini açıkça “imam”
olarak algılayıp bunu şiirlerine de yansıttıklarını hatırlatmaktadır.
Bazı muttasıl ve munfasıl belgelerle
karineler de, hutbede “Mevla” kelimesinden bu anlamın kastedildiğini
göstermekte ve meselenin sırf Hz. Ali’nin (a.s) dostluğunu ilan etmenin
ötesinde bir olay olduğunu gözler önüne sermektedir:
a- Sırf Hz. Ali’nin (a.s) sevilmesi gerektiğini
ilan etmek için o sıcak havada 100 bin kişilik bir sahabe kervanını durdurup
bekletmenin makul bir davranış olduğu söylenemez. Çünkü orada bulunan Müslümanlar(ki
bunlar aynı zamanda sahabeydi de-çev-)zaten birbirleriyle iman kardeşi
olduklarını ve birbirlerini; hele Hz. Ali (a.s) gibi seçkin bir kardeşlerini
sevmeleri gerektiğini bilmiyor değillerdi… Binaenaleyh herkesin zaten bildiği
ve kavramış olduğu böyle bir şey için 100 bin kişilik bir kervanı durdurup o
sıcağın altında onca bekletmenin bir anlamı olmadığı gibi bunca sarih bir
gerçeğin Resulullah (s.a.a) tarafından ilanını gerektirecek bir lüzum da yoktu.
b- Hz. Resulullah’ın (s.a.a) hutbesinin
başında, ölümünün yaklaşmış olduğunu haber vermesi ve ardından “Mevla” tabirini
kullanması; Hz. Ali’nin (a.s) dostluğunu değil, kendisinden sonra halefinin kim
olduğunu ilan etmesiyle örtüşmektedir.
c- Hz. Resulullah (s.a.a) bu hutbede kendi
nefsinin Müslümanların nefsinden daha evlâ olduğunu söyledikten sonra Hz.
Ali’yi (a.s) evlâ olarak tanımlamaktadır ki bu örtüşme, hazretin (s.a.a)
kendisinin sahib olduğu bir makam ve mevkiden (Müslümanların velisi, yöneticisi
olmaktan) sözettiğini açıkça göstermektedir[1110].
d- Hz. Resulullah’ın (s.a.a) hutbesinden sonra
sahabenin Hz. Ali’yi (a.s) “müminlerin mevlası” olarak tebrik etmesi sadece
velayet anlamıyla örtüşüp bağdaşmaktadır.
e- Allah Teala’nın “dinin böylece kemale
erdiğini” ve “nimetini tamamlamış olduğunu” ilan etmesi sırf “dostluk”
meselesiyle kesinlikle bağdaşmamaktadır.
f- O dönemin en büyük şair ve
edebiyatçılarından olan ve Resulullah’ın (s.a.a) şairi olarak tanınan Hıssan
bin Sabit, Gadir günü oradaydı; Hz. Resulullah’ın (s.a.a) söylediğini
şiirle beyan etmek için hazretten (s.a.a) izin almış ve hazretin huzurunda
söylediği şiirde, hadisteki “Mevla”yı “imam” ve “hâdi” olarak kullanıp şöyle
demiştir:
“Dedi ki: Kalk ayağa ya Ali!
Benden sonra senin imam ve hâdi olmana razı
oldum”
Emirulmüminin Hz. Ali de (a.s) Muaviye’ye
gönderdiği bir şiirinde[1111]
şöyle der:
“Resulullah (s.a.a) Gadir-i Hum günü onun
-Ali’nin- velayetini hepimize farz kıldı”
4- İbni Kesir, Gadir olayını Hz. Ali’nin Veda
haccından önce yapmış olduğu Yemen yolculuğuyla irtibatlandırıp; bu yolculukta
Hz. Ali’nin (a.s) Resulullah’a (s.a.a) teslim edilmeden önce savaş
ganimetlerini kanunsuzca tasarrufa kalkışanlara karşı geldiğini, onların da Hz.
Ali’nin (a.s) bu adaletinden rahatsız olduklarını[1112]
bu nedenle Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Gadir’de Hz. Ali’nin (a.s) fazilet, imamet
ve adaletini gündeme getirmek suretiyle onun kendisine ne kadar yakın ve önemli
bir konumda olduğunu
sahabeye hatırlatıp birçoklarının ona karşı beslediği haset ve kötü duyguları
ortadan kaldırdığını iddia eder[1113].
Bu açıklama doğru değildir. Çünkü Hz.
Resulullah (s.a.a) Hz. Ali’den (a.s) rahatsız olanların cevabını onlarla hemen
ilk karşılaşmasında, yani Mekke’de ve hac merasiminden önce vermiş, “Ey cemaat!
Ali’den (a.s) şikayet etmeyin!Rabbime yemin ederim ki Ali (a.s) Allah’ın emrini
uygulama konusunda kimseden çekinmez ve asla taviz vermez!” buyurmuştur.[1114]
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu net ve tavizsiz
sözleri üzerine, onun emrine itaat edenler için konu kapanmıştı. Binaenaleyh üç
yüz kişinin[1115]
haksız şikâyetinden kaynaklanan ve tamamen kapanmış olan bir konuyu Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yüz
bin kişinin huzurunda yineleyip tekrar gündeme
getirmesinin hiçbir anlamı yoktu.
5- Bu konudaki bir başka şüphede de deniliyor
ki: Eğer Hz. Resulullah (s.a.a) Gadir-i Hum’da Hz. Ali’yi (a.s) imamete atamış
olsaydı, vefatından sonra ashabı buna karşı çıkmaz ve onun böylesine sarih ve
net sözlerini görmezden gelmezdi.Zira sahabe salih ve imanlı insanlardı, İslam
uğrunda malları ve canlarıyla fedakârlıkta bulunmuş, iyi bir sınav vermişlerdi.
Binaenaleyh böyle bir hadise vuku bulmuş
olsaydı sahabenin ona karşı çıkacaklarını düşünmek pek mümkün görünmemektedir.
Hele hazretin (s.a.a) Gadir olayından çok az bir süre(yaklaşık 70 gün)sonra
vefat ettiği hesaba katılacak olursa, bu hadisenin hafızalardan henüz
silinmemiş olması ve kolayca hatırlanması gerekirdi.
Bu şüphenin cevabının aydınlığa kavuşması için
şu noktaya dikkat etmek gerekir. Hz. Resulullah (s.a.a) döneminin olayları
dikkatle incelendiğinde sahabenin genel anlamda sahib olduğu manevi mertebelere
rağmen Hz. Resulullah’ın (s.a.a) emirleri karşısında her zaman tam bir itaat
sergilemediği görülmektedir.O dönem Müslümanlarından kiminde halâ bir takım
ihlassızlıklar vardı, bu nedenle de Allah ve Resulünün (s.a.a) emirlerine her
zaman teslimiyet ve itaat göstermiyorlardı; Resulullah’ın (s.a.a)emri onların
kişisel eğilimlerine ters düştüğünde veya kabile yapıları ya da siyasi
fikirleriyle örtüşmediğinde bir tür kendi başlarına buyrukluk sergileyip makul
olmayan içtihadlarda bulunarak Hz. Peygamberi (s.a.a) kararından vazgeçirmeye
çalışıyor veya o hazretin (s.a.a) emrini yerine getirme konusunda kusur ve gevşeklik
gösteriyor, hatta bazen o hazrete açıkça karşı çıkıyorlardı!.. Sahabenin bu tür
tepkilerinin örneklerini Hudeybiye barışının imzalanması olayında, Veda
haccında bazılarının ihramdan çıkmasında, Usame ordusunun yola
çıkarılmamasında ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a)son nefeslerinde istediği kalemle
divit hadisesinde görmek mümkündür, ki bütün bunlar merhum Allame Seyyid
Şerefuddin’in değerli kaynak eseri “Nass ve İçtihad”da kayıtlı olup
bir araya getirilmiştir.
Bunlara ilaveten Kur’an’da birçok ayet,
Resulullah’ın (s.a.a) emirlerine itaatin farz olduğunu vurguluyor, bunun imanın
şartı olduğunu hatırlatıyor ve peygamberin (s.a.a) emirlerinden çıkmamaları,
ondan öne geçmemeleri hususunda Müslümanları uyarıyor, peygamber’den (s.a.a)
kendilerine itaat etmesini beklememeleri ikazında bulunuyordu!.. Bazı
örneklerini aşağıda aktardığımız ayetler, sahabe arasında Resulullah’a
(s.a.a)karşı bu tür muhalefetlerin baş göstermiş olduğunu belgelemektedir:
“…O halde O’nun -Allah’ın- emirlerine muhalefet
edenler, başlarına bir bela gelmesinden veya acıklı bir azaba uğramaktan korksunlar!..[1116]
“…Ey iman edenler, Allah ve Resulü karşısında
-hiçbir konuda- öne geçmeyin ve Allah’tan korkun, O işitendir ve bilendir.”[1117]
“…Ve bilin ki Allah’ın Resulü sizin
aranızdadır; birçok konuda, sizin isteklerinize göre davranacak olması halinde
kesinlikle kendiniz sıkıntıya düşersiniz…”[1118]
“Allah ve Resulü bir konuda emrettiği zaman
-onları emri karşısında- hiçbir erkek ve kadın müminin kendi bildiğince
davranmaya hakkı yoktur, kim Allah ve Resulünün emrine aykırı davranacak olursa
açıkça sapmış demektir”[1119]
“Biz hiçbir peygamberi, Allah’ın emriyle, ona
itaat edilmesinden başka bir şey için göndermedik. Rabbine andolsun ki, onlar
aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem edinmedikçe, sonra da senin verdiğin
hüküm ve karardan dolayı kalplerinde hiçbir rahatsızlık duymaksızın gönülden
razı olmadıkça ve tam anlamıyla sana teslimiyet göstermedikçe mümin
sayılmayacaklardır”[1120]
“Ey iman edenler, Allah’a ve Resulüne itaat
edin ve onun sözünü duyduğunuz halde emrine itaatsizlik göstermeyin”[1121]
Bütün bunlar bir tarafa, her ne kadar Hz.
Resulullah (s.a.a) cahiliye döneminin birçok felaket ve sorunlarının kaynağı
olan kabile taassubu, başkalarından gere kalmama hırsı ve kabile rekabetleri
gibi ırkçılık esasına dayalı kabile düzeniyle bunun yan etkilerini çok büyük
zahmetlerle ortadan kaldırdıysa da hiç şüphesiz, bu kabilecilik kültürünün
kalıntıları tıpkı küllenmiş ateş gibi birçok Müslüman’ın zihninde varlığını
halâ korumada ve yer yer kendisini göstermedeydi. Nitekim Hz. Resulullah’ın
(s.a.a) vefatından hemen sonra Hazreçlilerle Evsliler bu kabilecilik
eğilimlerini Sakiyfe’de hortlatmakta gecikmeyecek “Biz devlet başkanı olalım,
siz vezir olun; veya her birimiz birer devlet başkanı belirleyip iktidarı
ortaklaşa götürelim” diyeceklerdi![1122]Oysa
İslam hükümleri gereğince kabileciliğe dayalı “ben” ve “biz” sınırları kaldırılmış,
onun yerine bütün Müslümanlar bir tek “biz” olmuş ve “bütün müminler
kardeştir”esası gereğince herkes birbirinin kardeşi sayılmıştı…
Bu nedenle en iyimser ihtimalle, tıpkı Mekke
döneminde olduğu gibi bazı Kureyşli siyasilerin Haşimoğullarıyla rekabet
duygusuna kapılıp bu tür değer yargılarıyla hareket ederek bir Haşiminin halife
olmasını içine sindirememesi gayet doğaldı!
6- Maide Suresi’nin 3. ve 67. ayetlerinin nüzul
sebepleri hakkında bazı tefsir ve hadis kitaplarında başka kavil ve ihtimallere
yer verilmişse de, her iki ayetin de Gadir’i Hum’da nazil olduğunu gösteren çok
sayıda güçlü belgeler bulunmaktadır[1123].
Bu iki ayetin muhtevası da Hz. Peygamber’den
(s.a.a) sonra ümmetin liderliği gibi önemli bir konu için indiğini ve
bazılarının belirttiği başka olaylarla örtüşen hiçbir noktası bulunmadığını
göstermektedir. Mesela 3. ayette, imametten başka hiçbir amaçla bağdaşmayan
dört mesele üzerinde durulmaktadır:
1- İslam’ın Hz. Resulullah’ın (s.a.a) şahsının
varlığına bağlı olduğunu ve onun vefatıyla bu dinin de ortadan kalkacağını
zanneden kafirlerin, İslam’ın yenilgiye uğrayacağından artık tamamen ümitlerini
kesmeleri… Hz. Ali (a.s) gibi güçlü, âdil ve seçkin bir insanın Hz.
Resulullah’ın (s.a.a) halefi ilan edilmesiyle İslam’ın varlığını koruyacağı
anlaşılmış, bu nedenle de kafirler bütün ümitlerini yitirmişlerdir.
2- İslam’ın nihai tekamüle ermesi: Zira Hz.
Resulullah’ın (s.a.a) halefi tayin edilmeden, yani ümmetin yönetim ve
liderliğinin devamı sağlanmadan bu yüce dinin nihâi tekamüle ulaşabilmesi
mümkün değildi.
3- Ümmetin liderliğinin devamı sayesinde
hidayet nimetinin tamamlanması.
4- İslam’ın bütün hüküm ve programlarının
tamamlanmasıyla, Yüce Allah tarafından en mükemmel ve nihai din olarak
beğenilip kabul edilmesinin ilanı[1124]
Daha önceki bahislerimizde hicretin 8. yılında
vuku bulan Mute savaşından sözetmiş ve komutanlarından birinin Zeyd b.
Hârise olduğu İslam ordusunun bu savaşta Romalılara yenildiğini ve üç komutanın
yanı sıra başka bazı Müslümanların da şehid düştüğünü belirtmiştik.
Hicretin 9. yılında Hz. Resulullah’ın
(s.a.a)komutasında İslam ordusu tekrar Romalılarla savaşmak için Tebük’e kadar
ilerlemiş, ama savaş vuku bulmamış ve bu hareket Müslümanların güçlü bir askerî
tatbikatına dönüşmüştü.
Geçmişteki bu olaylara binaen Roma
imparatorunun hasmane tavrı ve askeri gücü Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Roma’ya
karşı daima tetikte durmasına neden olmuş ve sürekli bu güçle karşılaşmaya
hazırlıklı olunması gerektiğini düşünmüştür. Bu nedenle hazret (s.a.a) Veda
haccından sonra Medine’ye döner dönmez Zeyd bin Hâris’in oğlu Usame komutasında
bir ordu kurarak ona, babasının şehid düştüğü Ubna’ya kadar ilerlemesini[1125]
ve orada Romalılarla savaşmasını emretti. Sancağı Usame’ye bizzat verip onu komutan
tayin ederek[1126]
gerekli askerî direktifler ve tavsiyelerde bulundu. Usame, Medine yakınında “Corf”
denilen yerde[1127]
karargah kurup orduya katılacak askerlerin gelmesini bekledi[1128].
Bu orduda Ebubekir, Ömer, Ebu Ubeyde Cerrah, Sa’d bin
Ebu Vakkas[1129],
Abdurrahman b. Avf, Talha, Zübeyr, Useyd b.
Huzeyr, Beşir b. Sa’d -Ebu’l-Uvr-[1130],
Sa’d b. Zeyd[1131],
Katade b. Numan ve Seleme b. Elsem[1132]
gibi ensarla muhacirinin önde gelenleri vardı.
Ordunun hareket emrini verirken Hz.
Resulullah’ın (s.a.a) hiçbir rahatsızlığı yoktu, ama ertesi gün ateşler içinde
yatağa düşüp hastalandı ve bu hastalık, hazretin (s.a.a) vefatıyla sonuçlandı.
Hastalığı sırasında, bazı sahabelerin Usame’nin genç ve toy olduğunu bahane
ederek onun komutanlığına karşı çıktıklarını ve bu nedenle de ordunun halâ
Medine’den hareket etmediği haberini aldı! Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) çok hasta
olmasına rağmen güçlükle yataktan kalkıp camiye gitti, bir konuşma yaparak
Müslümanlardan Usame’nin ordusuyla işbirliği yapmalarını ve bu orduya katılıp
hemen hareket etmelerini istedi ve şöyle buyurdu:
“Ey cemaat!Usame’nin komutanlığı hakkında
bazılarınızdan duyduğum şu sözler nedir?! Bugün onun komutanlığını eleştiren
sizler, dün de babasının komutanlığını eleştiriyordunuz!..Rabbime andolsun ki Zeyd
komutanlığa layıktı, ondan sonra oğlu da bu göreve layıktır!..”[1133]
Hz. Resulullah (s.a.a)ömrünün son günlerine
yaşamaktaydı, durumu çok ağırdı. Sık sık komaya giriyordu, bir defasında
kendisine geldiğinde Usame’nin ordusunu sordu, hareket etmeye hazırlandığını
söylediler. Hazret (s.a.a) “Usame’nin ordusu hemen hareket etsin!” buyurdu,
“Gitmelerini söylediğim halde gitmeyip -bu orduya katılmayanlara- Allah lanet
etsin!”[1134]
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) net emri ve bunca
ısrarına rağmen hastalığının sürdüğü 14 gün boyunca[1135]
sahabeden bazılarının türlü bahaneler öne sürmesi ve Usame’nin vakit öldürmesi
sonucu bu ordu hareket etmedi ve Hz. Resulullah (s.a.a) vefat etti…
Daha önce Gadir-i Hum olayında da
açıkladığımız gibi bu hadise bazı Müslümanların -sahabe -çev-) Hz.
Resulullah’ın (s.a.a) net ve ısrarlı emirlerine rağmen o hazreti (s.a.a)
dinlememiş ve emrine itaat etmemiş olmalarına verilebilecek en açık örneklerden
biridir.
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Usame’nin ordusu
konusunda gösterdiği bu çaba ve ısrarda son derece dikkat çekici noktalar
vardır, önemine binaen bunlara kısaca değinmenin faydalı olacağı kanaatindeyiz:
1- Bütün Müslümanların seferber edildiği bu
büyük ordunun komutası, yaşı yirmiyi geçmeyen genç bir Müslüman’a verilmiş ve
bu ordu en güçlü düşmanla savaşmak ve İslam devletinin başkentinden çok uzak ve
hassas bir noktaya saldırmakla görevlendirilmiştir.
2- Nice ileri gelen yaşlı isimler bu orduda
genç Usame’nin komutası altına sokulmuştu; bunlardan bazısı Resulullah’ın
(s.a.a) sahabesinin ünlülerinden olup nice savaşlarda komutanlık yapmış kabile
reisleriydi ve bu nedenle de kendilerini daha üstün görüyor, hatta bu genç
komutanın mevkisinden daha üstün mevkiler elde etmeye hazırlanıyorlardı.
3- Hz. Resulullah (s.a.a) Gadir hutbesinde de
hatırlatmış olduğu gibi; ömrünün sonuna yaklaştığını ve İslam ümmetinin
üzerinde karanlık fitne bulutlarının dolaşıp korkunç olayların gölge saldığını
bildiği halde İslam ordusunu çok uzak bir bölgeye göndermekte ve ensarla
muhacirinin büyüklerine de bu orduya katılmalarını emretmektedir. Yüce İslam
peygamberinin (s.a.a) ilahi siyaseti, uzakgörüşlülüğü ve tedbiri dikkate
alındığında, bunca büyük bir girişimin çok önemli bir amaca yönelik olduğunda
şüphe kalmamaktadır; onca zorluk ve tehlikeyi kolay kılacak kadar önemli bir amaçtır
bu…
Bu noktalar dikkatle incelenecek olursa Hz.
Resulullah’ın (s.a.a) Romalılarla askeri bir karşılaşma ve bu tehlikeyi giderme
yolunda askeri bir girişimde bulunmanın yanı sıra, iki önemli amacı daha
hedeflemiş olduğu kolaylıkla anlaşılacaktır:
a- Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Usame’yi
komutanlığa atamasının nedeni, Müslümanlara bir görev ve mevkiyi üstlenmede
önemli olanın liyakat olduğu ve gençliğin bireylerin liyakatini azaltmayacağı
gibi, yaşlılığın da liyakate gerekçe gösterilemeyeceği gerçeğini bilfiil
öğretmekti. Bu nedenledir ki Hz. Resulullah (s.a.a) Usame’ye karşı çıkanlara
cevap verirken “Zeyd komutanlığa layıktı, ondan sonra oğlu da layıktır buna!”
buyurmuştur.
Yüce İslam’ın büyük peygamberi bu kesin ve net
açıklamasıyla Usame’nin liyakatini hatırlatmakta ve böyle bir makama gelebilmek
için yaş veya ırkın etkili olacağını zanneden bazılarının bu bâtıl görüşlerine
karşı çıkmaktadır. Usame’nin komutanlığı konusunda Hz. Peygamber’in (s.a.a)
bunca ısrar göstermesinin nedeni Hz. Ali’nin (a.s) halifeliği için ortamı
bilfiil hazırlamak ve Hz. Ali’nin (a.s) kendilerinden yaşça daha genç olmasını,
onun halife olamayacağına gerekçe göstermeye çalışan bazılarının, kolayca
tahmin edilebilecek bu bahanelerini bertaraf etmek değil midir?
b- Hz. Ali’nin (a.s)bazı siyasi rakiplerinin de
hilafette gözü vardı, bu nedenle Hz. Resulullah (s.a.a) vefatı sırasında onları
Medine’den uzak tutmak istemiş, aynı sebeple muhacirinle ensarın önde
gelenlerinin Usame’nin ordusuna katılıp hemen hareket etmelerini ısrarla emretmişti.
Böylece onların yokluğunda Hz. Ali’nin (a.s) halifeliğe getirilmesi daha kolay
olacak, muhalifleri Medine’ye döndüklerinde bir oldu bittiyle karşılaşacak bu
sırada halifenin konumu da sağlamlaşmış olacaktı artık.[1136]
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) oncak ısrarına rağmen
belli bir grubun Usame’nin ordusuna katılmamakta direnmesi ve türlü bahanelerle
ordunun Medine’den ayrılmasını hep erteleyip Resulullah’ın (s.a.a) ölümünü
beklemesinin nedeni, bu gerçekler ışığında kolayca anlaşılabilmektedir.
Hz. Resulullah (s.a.a) hicretten sonra
Medine’ye yerleşerek buradaki hür ve müsait ortamda İslam toplumunun
temellerini tedricen oluşturmaya başladı, zamanla çeşitli engelleri ortadan
kaldırarak bu topluma İslamî bir ümmet için gerekli bağımsız bir dini ve siyasi
kimlik kazandırdı. Görevli olduğu ilahi mesajı insanlara tamamen aktarıp iblağ
etmiş oldu; vefat ettiği sırada ilahi görevini başarıyla tamamlamış ve oldukça
parlak başarılar elde etmişti. Ancak o günün toplumunda dikkate değer bazı
cereyanlar ve meseleler de vardı, önemine binaen bunlardan bazısını incelemekte
yarar buluyoruz:
1- Daha önce de belirtildiği üzere Hz.
Resulullah (s.a.a) sürekli birbiriyle savaş halinde olan çeşitli dağınık
kabileleri İslam öğretileri ışığında “iman”, “akide” ve “din kardeşliği”ne
dayalı müşterek bağlarla birleştirmeyi başarıp düne kadar dağınık halde yaşayan
bu birey ve kavimlerden bir tek ümmet yarattı ve bu insanların yardımıyla,
liderliğini bizzat yaptığı ve başkenti Medine olan ilahi bir devlet kurdu. Bu
devlet yönetiminde; hakkında özel bir nassın bulunmadığı konularla örf ve
adetlere bağlı meseleler Müslümanların meşveret ve görüşü alınarak
hallediliyordu; eleştiri serbestti ve herkes kendi görüşünü rahatça ifade edebiliyordu.
Arap halkı İslam sayesinde ilk kez böyle bir vahdet -birlik- güç ve maneviyatı tatmadaydı. Ne var
ki bu başarının devamı, Hz. Resulullah’tan (s.a.a) sonra da gerekli beceri ve
vasıflara sahip güçlü ve liyakatli bir liderle mümkündü ancak; bu lider “ümmet”
ve “imamet” esası çerçevesinde Hz. Resulullah’tan (s.a.a) sonra İslam toplumunu
tıpkı onun gibi hem siyasi hem manevi açıdan yönetebilecek biri olmalıydı.
2- Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) vefat ettiğinde
Arap Yarımadası’nda putperestlik hemen hemen ortadan kalkmıştı artık. Arap
Yarımadası’nın ötesinde hiçbir fetih gerçekleşmemiş olduğu halde hazretin
(s.a.a) cihanşümul davetleri sayesinde İslam’ın sesi o günün devlet
başkanlarıyla yöneticilerinin kulağına kadar varabilmişti. Ne var ki Arap Yarımadası
halkı arasında Hz. Resulullah’ın (s.a.a) ömrünün sonlarına doğru (özellikle
Mekke fethi ve Tebük savaşından sonra)Müslüman olanların çoğu sadece sözle ve
İslam devleti karşısında teslim olduklarını ilan edecek kadar Müslüman olmuş ve
iman nuru henüz bunlardan çoğunun kalbine işlememişti. Hz. Resulullah da
(s.a.a) bunlara dinlerini öğretecek mübelliğler gönderip onlara yönelik
kültürel çalışmalar gerçekleştirme fırsatını bulamadan bekâ alemine göçmüştü.
Bunların çoğu Resulullah’ı (s.a.a) bir kez bile görebilmiş değildi, sadece
başkanları ve yöneticileri o hazretle (s.a.a) görüşmelerde bulunmuştu. Bu
nedenle, İslam’ın gücünü kaybettiğini düşünmeleri halinde mürted olup tekrar
cahiliyete dönmeleri ihtimali vardı. İslam toplumunda liderliğin devamını
zaruri kılan bir gerçek de buydu işte; Hz. Resulullah’ın (s.a.a) başlattığı
kültürel çalışma ancak bu yolla sürdürülebilir, İslam hükümleri insanlara
anlatılıp izah edilebilir, gerekli kültür ve tebliğ çalışmalarıyla bu
insanların manevi rüşde erip hidayet bulmaları sağlanabilirdi.
3- Her ne kadar münafıkların lideri Abdullah
bin. Ubey’in hicretin 9. yılında ölmesiyle bu hain ve tehlikeli grup eski
bütünlük ve teşkilatlılığını kaybetmiş idiyse de adamları hala Medine’yle
çevresinde varlığını sürdürmede; Müslümanlara ve İslam’a darbe vurabilmek için
fırsat kollamadaydı. Dahilî düşmanlar olarak tanımlanabilecek olan bu
münafıklardan başka, bir de Roma ve İran imparatorlukları gibi genç İslam
devletini tehdit eden iki büyük dış tehlike daha vardı ve mevcut karineler bu
ikisinin İslam ve Müslümanlara karşı olumsuz ve hasmane tavrını açıkça gözler
önüne sermedeydi. Bu tehlikeli üçgen, Hz. Resulullah’ı (s.a.a) tedirgin
etmeyecek ve bunlardan gelebilecek komploları etkisiz hale getirebilmek için
onu gerekli tedbirleri almaya sevketmeyecek şeyler değildi elbet.
Bu mesele de durumun vehametini gösteriyor ve
Müslümanların güçlü bir liderliğin sancağı altında birleşmesinin zaruretini
ortaya koyuyordu.
4- Daha önce değindiğimiz gibi İslam’dan önce
Arap Yarımadası’na kabile düzeni egemendi; kabile düzenine dayalı sosyal hayat
ise ırk ve akrabalık bağları üzerine kuruluydu. Bu bozuk düzenin kör kabile
taassupları, kabileler arası övünme ve üstünlük taslama, intikam ve savaş gibi
olumsuz sosyal boyutları, Arapları büyük sorunlarla karşı karşıya bırakmıştı.
Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) fevkalade emekler
sarfedip mücahedelerde bulunarak İslam’ın vahdet bahşedici öğretileri ışığında
tevhid kelimesi ve sözbirliği gücünü sağlayarak bu bozuk düzeni yıktı ve “kan
birliği” ve “ırk ortaklığı” gibi değerler yerine “iman birliği” ve “inanç
kardeşliği”ni ikame etmek suretiyle kabile düzeninin olumsuz etkilerini önemli
ölçüde ortadan kaldırmayı başardı. İslam’ın, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in
(s.a.a) risaletinin çok önemli başarılarından biriydi bu.
Ne var ki, tarihî belgelerin de ortaya koymuş
olduğu gibi bu cahili düzenin(kökleşmiş olması nedeniyle)kültürel kalıntıları
bazı bireylerin zihninde halâ varlığını korumadaydı ve bir hadisenin rüzgarıyla
küller savrulduğunda kabile inançları ortaya çıkıyordu. Ama Hz. Resulullah
(s.a.a) büyük bir dikkat ve titizlikle bunun önünü alıyor ve bir krize
dönüşmesine meydan vermiyordu. Bu gerçek, o günkü durumun ne kadar kritik
olduğunu göstermekteydi ve çok ağır bedeller ödenerek elde edilmiş olan
Müslümanların birliğinin kırılmaya ne kadar müsait bir yapı arzettiğini
sergiliyordu. Hz. Resulullah’ın (s.a.a) vefatının hemen ardından ünlü iki
Müslüman kabile arasında Sakife’de kendisini açığa vuran kabilecilik eğilimleri
bunun en bariz örneğidir.
Bu tehlike Müslümanların önde gelen etkili
müminlerinin o günlerde omuzlanmış olduğu vazifenin ağırlığını kat kat
artırmada ve Müslümanların vahdet ve birliğini koruma uğruna kimlerin
fedakârlık ve özveride bulunmaya hazır olduğunu, kimlerin cahiliye kültüründe
ayak dirediğini gösteren önemli bir sınav niteliği taşımadaydı.
5- Hz. Peygamber efendimiz (s.a.a) Medine’ye
hicret ettikten sonra Müslümanların hem dini, hem siyasi liderliğini üstlendi
ve bu ikisini birlikte yürüttü. Müslümanlar onun konuşmasını şevkle dinliyor, dudakları
orasından dökülen vahiyleri can kulağıyla işitiyor, onun imametinde cemaat
namazı kılıyorlardı; manevî açıdan onun cazibesine öylesine kapılmış, ona
öylesine tutkun hale gelmişlerdi ki aldığı abdestin suyunu teberrük
ediyorlardı; aynı Müslümanlar yine onun emriyle savaş cephelerine koşuyor,
ölüyor, öldürüyorlardı; onun hükmüyle şehirlere vali tayin ediliyor, onun
temsilcileri sıfatıyla siyasi muhaliflerle görüşmelere katılıyorlardı.
Binaenaleyh Hz. Resulullah’tan (s.a.a) sonra yerine geçecek halefinin sadece
toplumun siyasi liderliğini üstlenmesi yeterli değildi; bilakis siyasi
liderliğin yanında halkın dinî mercii olma sorumluluğunu da üstlenmesi ve
İslâmî ilimlerle maarif sahalarındaki derin bilgisiyle de Hz. Resulullah’ın
(s.a.a) yerini dolduracak biri olmalıydı.
Hz. Resulullah (s.a.a) vefatından 4 gün
öncesine rastlayan Perşembe günü, hasta yatağında “Benden sonra sapmamanız için
size bir şey yazmak istiyorum, bana kalemle kağıt getirin” buyurdu. Odada
bulunanlardan biri “Sayıklıyor!” dedi, “hastalığın acısından ne söylediğini
bilmiyor(!) bizim elimizde Kur’an var, o yeter bize!”İçeride bulunan sahabe
arasında ihtilaf başladı, kimi o sahabeyi destekliyor, kimi de Hz. Peygamber’in
(s.a.a) isteğinin yerine getirilmesi gerektiğini söylüyordu. Yüksek sesle
tartışıyor, gürültü yapıyorlardı, bu sırada Hz. Peygamber’e (s.a.a) “isteğini
yerine getirelim mi?” diye sordular, hazret “bu yaptığınızdan sonra mı?!”
buyurdu, “Beni kendi halime bırakın!İçinde bulunduğum şu -hasta-halim, sizin
-sayıkladığımı-iddia etmenizden iyidir, çıkın, gidin yanımdan!”
Yukarıda özetini aktardığımız bu olayı
muhaddislerle siyer yazarları Hz. Resulullah’ın (s.a.a) ömrünün son günleriyle
ilgili bölümlerde kaydetmişlerdir[1137].
Bu olay bazı kaynaklarda sansüre uğramış, bazı
kaynaklarda çıkarılmış veya tahrif edilmiş, bazısında Hz. Resulullah’a (s.a.a)
karşı hakaretli ifade kullanan kimsenin adı verilmemiş ve üçüncü tekil şahıs
zamiriyle geçiştirilmiş, hatta bazıları onu savunma ve bu çirkin ifadesine bir
kılıf uydurma yoluna gitmiştir; ama sonuçta bütün belgeler Hz. Resulullah’ın
(s.a.a) bu girişiminin Hz. Ali’yi (a.s) kendi halefi olarak tanıtma
girişimlerinin bir devamı ve vefatından sonra halifenin kim olacağı konusunda
ümmetin bir belirsizlikle karşılaşmasını önleme çabası olduğunu göstermektedir.
Nitekim orada bulunan bazılarının bu vasiyetnamenin yazılmasını engelleme
çabaları, Resulullah’ın (s.a.a) ne yazmak istediğini anlamalarından
kaynaklanmıştır.
Abdullah b. Abbas bu noktaya dikkat çekmekte ve
o gün yaşananları anlatırken teessüfle şöyle demektedir: Perşembe günü çok acı
bir gündü, Hz. Resulullah (s.a.a) “Bana bir kağıtla divit getirin, size bir şey
yazayım da ondan sonra sapmayın” buyurdu, ama dinlemediler…”[1138]
Bu hadise İslam tarihinin çok ünlü ve kesin olaylarından
biri olduğu ve hem eskiler hem günümüzdekiler tarafından yeterince yazılıp
anlatıldığı için bu kadarla yetiniyor ve konuyla ilgili rivayet, eleştiri ve
incelemelerle, öne sürülen bazı geçersiz özür ve bahaneler, soru ve şüphelerin
cevapları hakkında tafsilatlı bilgi edinmek isteyenlerin dipnotta belirtilen
kaynaklara başvurmasını tavsiye ediyoruz[1139].
Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) büyük risaleti
uğrunda çok büyük zahmet ve meşakkatlere katlanıp türlü sorunların uhdesinden
gelerek 23 yıl boyunca Rabbinin mesajını insanlara iblağ edip onları İslam’a
davet yolunda nice mücahedeleri geride bıraktıktan sonra hicretin 11. yılı Sefer
ayının 28’ine rastlayan Perşembe günü[1140]
on dört gün süren hastalığının ardından[1141]
bekâ alemine göçtü ve mübarek naşı, kendi elleriyle inşa ettiği
Mescid’unnebi’nin bitişiğindeki evi olan küçük ve sade odasında toprağa
verildi. Daha sonra Mescid-i Nebi’nin bazı halifeler tarafından
genişletilmesiyle bu mübarek türbe, caminin içinde (doğu kısmında) kalmıştır.
Hicretten birkaç yıl sonra bütün Müslümanların
ve bizzat kendisinin (s.a.a) maddi durumu düzeldiği ve “hâlise”yle
benzeri başka gelirler de elinde olduğu, zahiri gücü ve manevi nüfuzu da
fevkalade arttığı halde Hz. Resulullah’ın (s.a.a) özel yaşamında hiçbir
değişiklik olmamış, caminin bitişiğindeki küçük ve sade odasında çok mütevazi
bir yaşam sürdürmüştür. Ne servet toplamış, ne de herkesin sahib olduğu gibi
bir ev edinmişti… İçi hurma lifiyle doldurulmuş kaba deriden bir yatakta
yatardı[1142]…Alelade
bir hasırın üzerinde namazını kılar, aynı hasırın üzerinde uzanıp dinlenir,
hasırın sert izleri mübarek vücudunda belli olurdu[1143]…
Ömrünün son günlerinde, eşlerinden birinde kalan beytülmale ait birkaç
dinarın yoksullara paylaştırılmasını emretti[1144]…Çok
mütevazi ve sade bir şekilde
yaşadı ve o sade ve mütevazi odasında dünyadan
göçtü… Ama vefat ettiğinde
insanlığa büyük bir din, eşsiz bir semavi kitap ve Rabbinin rızasını
arayan dindar bir ümmet bıraktı ve tarihte yepyeni bir medeniyetin temellerini
atmış oldu.
-*-
Allah’ın salat-u selamı ona ve temiz soyuna
olsun. -çev-
-*-
[1]- Hüseyin Karaçanlu, Haremeyn-i Şerifeyn, Tahran, Emir Kebir yay. 1. bas. hş.1362, s.9
[2]- Bu miktar bütün Avrupa’nın yüzölçümünün üçte biri, Fransa’nın 6, Doğu ve Batı Almanya’nın 9, İtalya’nın 10, İsviçrenin 80, İran’ın 2 katıdır.
[3]- Giytaşinasi Müessesesi, Ülkeler Coğrafyası, Tah. Giytaşinası yay. 4. bas. hş.1365, s.205.
[4]- Philip Halil Hitti, Arap Tarihi, tercüme: Ebu’l-Kasım Payende, Tah. Agâh yay. 2. bas, hş.1366, s.21.
[5]- Ali Ekber Feyyaz, İslam Tarihi, Tah. Ün. Yay. 3. bas. hş. 1367, s.2 ve Albert Male-Jul İzak, Yüzyıl savaşlarına kadar Ortaçağ Tarihi, tercüme: Mirza Abdulhüseyin Hejir, Tah. Dünyay-ı Kitab yay. hş 1362, s.95.
[6]- Philip Hitti, ae. s.24.
[7]- Makdisi (4. yy. Müslüman bilim adamlarından) Arap Yarımadasını Hicaz, Yemen, Umman ve Hıcr olarak 4 bölgeye ayırır, bk. Ahsenu’l-Tekasim Fi Marifeti’l-Akâlim, çev: Ali Naki Münzevi, Tah. İran Yazar ve Mütercimler şrkt. 1. bas, hş 1361, s.102. Ama diğer bilim adamları 5 bölgeye ayırır: Tehame, Hicaz, Necd, Yemen, Aruz. Bk. Ebu’l Feda, Takvimu’l-Boldan, çev: Abdul Muhammed Ayetî, Tah. Bünyad-ı Ferheng-i İran yay. hş. 1349, s.109 ve Yakut Himevî, Mü’cemu’l-Boldan, Muhammed Emin el-Hanci el-Ketbi, Kahire, Matbaat’u’s-Saade, 1. bas., hk.1324, s.101 ve 219 ve Şükri Alusi Bağdadi, Büluğu’l-Ereb Fi Marifeti’l-Ahvali’l-Arab, Kahire, Darü’l-Kutubi’l-Hadise, 2. bas. c.1, s.187 ve Cevad Ali, el-Mufassal Fi Tarihi’l-Arab Gable’l-İslam, Beyrut, Daru’l-İlim Li’l-Melayiyn, 1. bas., 1968, c.1, s.167.
Bunlardan başka tanzimler de var. Ancak çağımız itibariyle pek önemli olmadığından aktarmıyoruz, tafsilat için bk. Gustav Lubon, İslam ve Arap Medeniyeti, çev: Seyyid Haşim Hüseyni, Tah., İslamiye yay., s.31.
[8]- Ahmed Emin, Fecru’l-İslam, Kahire, 2. bas., 1964, s.1-3 ve Nuri, İslam ve Beşeri İnanç ve görüşler (Cahiliyet ve İslam) Tah. Ferehani bas., hş. 1346, s.231-234.
[9]- Seyyid Cafer Şehidi, İslam’ın Tahlili Tarihi, Tah., Merkez-i Neşr-i Daneşgahi, 6. bas., hş.1365, s.3.
[10]- Ahmed Hüseyin Şerefuddin, El-Yemen İberu’t-Tarih, Kahire, Matbaa’tu’s- Sunneti’l-Muhammediye, 2. bas., hk.1384, s.53.
[11]- Gustav Lubon, İslam ve Arab Tarihi, çev:, s.H. Hüseyni, Tah, İslamiye yay;, s.92.
[12]- Seyyid Mahmud Şükri Âlusi Bağdadi, Büluğu’l-Ereb fi Marifetu’l-Ahvali’l-Arab, Kahire, Daru’l-Kutubi’l-Hadise, 2. bas, c.1, s.204.
[13]- Corci Zeydan, İslam Medeniyet Tarihi, çev: Ali Cevahir Kelam, Tah., Emir Kebir yay. , hş.1333, c.1, s.13.
[14]- Mesudi, Murucu’z-Zeheb ve Meadinu’l-Cevher, inceleme: Muhammed Muhyiddin Abdul Hamid, Daru’l-Ricau’t-Tam. Ve’n-Neşr, c.2, s.89, İbn-i Reste, el-Elaiku’n-Nefise, çev: Ve Talikat H. Karaçanlu, Tah. Emir Kebir yay. 1. bas. hş.1365, s.132.
[15]- Bu sed bugünkü Yemen’in başkenti Sena’nın
[16]- Bu seddin diğer özellikleri ve inşasıyla ilgili ilmi ve proje bilgileri için bk. Ferheng-i Kısas-ı Kur’an (Kısas-ı Kur’an ekiyle) ve Sadr Belaği, Tah., Emir Kebir yay. 3. bas., s.82 ve 99, Ahmed Hüseyin Şerefuddin, el-Yemen İberu’t- Tarih, s.122-132.
[17]- Corci Zeydan, ae. c.1, s.11.
[18]- Will Dorant, Medeniyet Tarihi, çev: Ahmed Aram, Tah., Sazman-i İntişarat ve Amuzeş-i İnkılab-ı İslami, 2. bas., hş. 1367, c.1, s.341.
[19]- Philip Hitti, Arap Tarihi, çev: Ebu’l-Kasım Payende, Tah., Müessese-i İntişarat-ı Agah, 2. bas., hş. 1366, s.64-65 ve bk. Gustav Lubon, ae. s.94 ve Ahmed Hüseyin Şerefuddin, ae. s.105 ve Âlusi, ae. , c.1, s.203.
[20]- Hasan İbrahim Hasan, İslam’ın siyasi Tarihi, çev: Ebu’l-Kasım Payende, Tah., Sazman-i İntişarat-ı Cavidan, 5. bas., hş.1362, c.1, s.32.
[21]- Neml, 22-23.
[22]- Seba, 15-19.
[23]- Hamza İsfahani, Peygamberler ve Şahların Tarihi, çev: Cafer Şiar, Tah., Emir Kebir yay., 2. bas, hş. 1367, s.120 ve 132.
[24]- Asaru’l-Bakiye, çev: Ekber Dânâ Sereşt, Tah., Emir Kebir yay., 1. bas, hş. 1363, s.181.
[25]- Mu’cemu’l-Boldan, Tashih: Muhammed Emin el-Hanci el-Ketbi, Kahire, aynı basım, 1. bas., hk. 1324, c.7, s.355.
[26]- Philip Halil Hitti, ae. s.82.
[27]- Tebabe’nin çoğulu olan “Tebbe”, Yemen Hımyer padişahlarının lakabıdır. Bu padişahlar iki hanedandan gelir. Bunlardan biri olan Seba ve Reydan, M.Ö. 115 yıllarıyla M.S.275 yılları arasında egemen olmuş; ikinci hanedan Saba ve Reydan ve Hazramut ve Şehr ise 275-533 yılları arasında hüküm sürmüşlerdir, bk. Ahmed Hüseyin Şerefuddin, ae. s.90-97.
[28]- Duhan, 37.
[29]- Yemame’de yaşayan bir kavim.
[30]- Hz. Şueyb’in (as) kavmi.
[31]- Kaf, 12-14.
[32]- Hamza İsfahani, ae. s.99 ve 119, bk., Hasan İbrahim Hasan, ae. s.44 ve Ebu Reyhan Biyruni, el-Asaru’l-Bakiye, s.181 ve 183.
[33]- Karl Br., İslam Milletleri ve Devletleri tarihi, çev: Hâdi Cezayiri, Tah., Bongah-ı Tercüme ve Neşr-i Kitap, hş. 1346, s.5.
[34]- C. Zeydan, ae. çev: Ali Cevahir Kelam, Tah., E. K. Yay., hş:1333, c.1, s.15.
[35]- Gustav Lubon, ae. c.1, s.88.
[36]- P. Hitti, ae. s. 14.
[37]- ae. 2. bas., hş. 1366, s.33-35.
[38]- G. Lubon, ae. c.1, s.64 ve W. Dorant, ae. (İman çağı) c.4, böl.1, çev: Ebu Talib Saremi, Tah., Sazman-i İntişarat ve Amuzeş-i İnkılab-ı İslami, 2. bas. Hş. 1368, s.201.
[39]- Ahmed Emin, Fecru’l-İslam, Kahire, Mektebetu’n-Nehzeti’l-Misriyye., 9. bas, 1964, s.46.
[40]- ae. s.33-34, Nu’man bin Münzir (Hıyre padişahı) İran padişahı Kisra’nın “Neden Araplar bir devlet düzeni altında yaşamıyorlar?” sorusuna şu cevabı vermiştir: “Diğer kavimler zayıflık duygusuna kapılıp düşman saldırısından korktukları için kendi yönetimlerini belli bir hanedanın eline bırakırlar ama Araplar kendi kendilerinin kralı olmak isterler, başkasına vergi ve haraç vermekten nefret ederler.” bk. Âlusi, Büluğu’l-Ereb, c.1, s.150.
[41]- Ahmed Emin, Fecru’l-İslam, s.225 ve Abdulmenam Macit, Arap Devletleri siyasi tarihi, Kahire, 7. bas., 1982, s.48.
[42]- Karl B. ae. s.5-6.
[43]- Kabile Şeyhine reis, emir, Seyyid de denirdi. Bk. Abdulmenam, ae. s.49
[44]- ae.
[45]- Âlusi, ae. Tashih: Muhammed Behçet E., Kahire, Daru’l-Kutubi’l-Hadise, 3. bas, c.2, s.187.
[46]- P. Hitti, ae. s.39..
[47]- Hucurat, 10.
[48]- P. Hitti, ae. s.38.
[49]- W. Dorant, ae. (İman çağı) c.4, s.200.
[50]- Ahmed Emin, ae. s.10.
[51]- Hasan İbrahim Hasan, ae. çev. Aynı, Tahran, Cavidan yay., 5. bas., hş.1362, c.1, s.37-38 ve Abdulmenam Mecit, ae. s.50-51.
[52]- Fetih, 26.
[53]- Saduk, Tah., Mektebu’s-Saduk, s.263 ve Kuleyni el-Usul-u Mine’l-Kafi, Tah. Mektebu’s-Saduk, 2. bas., hk.1381, c.2, s.308.
[54]- Beyrut, Daru’l-Fikir, c.4, Kitabu’l-Edep, “Fi’l-Asabiye” babı, s.332, hadis.5121.
[55]- Sahih-i Buhari (Sindi Haşiyesi), Beyrut, Daru’l-Marife, c.2, Kitabu’l-Mezalim, s.66 ve Müsned-i Ahmed, c.3, s.201.
[56]- H.İbrahim Hasan, ae. s.39.
[57]- Brukelmann, ae. s.6-7.
[58]- Nuveyri, Nehayetü’l-Arap Fi Fununi’l-Edep, Mısır İrşad Bakanlığı, c.6, s.67.
[59]- Âlusi, ae. c.1, s.280.
[60]- Sebe, 35-37.
[61]- Âlusi, ae. c.1, s.281.
[62]- Münafere, neferin türevidir, her kabile kendi adamlarının sayısıyla övünüyordu. Bk. Âlusi, ae. s.288. İslam’dan önce Arap tarihinde bu tür övünme olaylarıyla ilgili birçok hadise ve hikâye nakledilir.
[63]- Seyyid Muhammed Hüseyin Tabatabai, el-Mizan tefsiri, c.20, s.353 ve Âlusi, ae. c.1, s.279.
[64]- Tekasür, 1-3.
[65]- Mesela o dönemin kültüründe birinin babası Arap, annesi acem olursa ona, aşağılamak için “Hecin” denirdi ve bu da onun aşağılık ve belirsiz bir soydan geldiği manasını taşırdı, babası acem annesi Arap olana “Muzarra” denirdi. “Hecin” mirastan mahrum edilirdi. (İbn Abdurrabbih Endülisi, Akdu’l-Ferid, Beyrut, Daru’l-Kitabu’l-Arabi, hk. 1403, c.6, s.129) “Hecin” bir erkek kendisi gibi “Hecin” bir kadınla evlenmek zorundaydı. (bk. Muhammed bin Habib, el-Mahber, Beyrut, Daru’l-Afaku’l-Cedide, s.310 ve Şehristani, el-Milel Ve’n-Nihel, Kum, Menşurati Raziyy, 2. bas., s.254) İslam asrında Hz. Peygamber’den (s.a.a) “Hecin”in diyeti sorulduğunda “Müslüman olan herkesin kanı aynı değeri taşır” buyurdu, bk. İbn-i Şehraşub, Menâkıb, Kum, ilmiye basımevi, c.1, s.113.
[66]- Cevad Ali, ae. Beyrut, Daru’l-İlm… 1948, c.1, s.493’ten sonra ve Şuki Zayf, Tarihu’l-Edebu’l-Arabi, el-Asru’l-Cahili, s.55.
[67]- Âlusi, ae. c.1, s.149, İslam çağında Hattaboğlu Ömer bu kültürün etkisiyle, kendilerini tanıtırken sadece nereli olduklarını söyleyen Irak’ın Nebtiyan Araplarının kendilerini bu şekilde tanıtmasından rahatsız olur ve şöyle derdi: “Soyunuzu, sopunuzu öğrenin ve soyu sopu sorulduğunda sadece nereli olduklarını söylemekle yetinen Neptiyan Iraklı’ları gibi olmayın!” bk. İbn Haldun, Mukaddime, inceleme: Halil Şehade ve Suheyl Zukar, 9. fasıl, s.162 ve İbn Abdurrabbih Endülisi, ae. c.3, s.312.
[68]- Büluğu’l-Ereb, c.3, s.182, bk. el-Mufassal Fi Tarihi’l-Arap Kable’l-İslam, c.1, s.466-467.
[69]- Hucurat, 13; İmam Sadık (a.s)‘tan ulaşan bir rivayet ve bazı tefsirler de bu ayette geçen “kabileler” teriminin bilinen anlamda küçük kabile birimleri olduğu, “şu’ub” terimininse Arap olmayan diğer millet birimleri için kullanıldığı geçer, bk. Tabersi, Mecmau’l-Beyan, Hucurat suresinin tefsiri, 13. ayet.
[70]- Kuleyni, er-Revza Mine’l-Kafi, Tahran, Daru’l-Kutubi’l-İslamiyye, 2. basım, s.246 ve Meclisi, Biharu’l-Envar, Tahran, aynı basımevi c.21, s.137-138 ve biraz farklı ifadelerle: İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.4, s.54
[71]- H. Bin Ali bin Şu’be, Tuhefu’l-Ukul, Neşr-i İslami Müessesesi, 2. bas., hş. 1363, s.34.
[72]- Kuleyni, ae. s.181.
[73]- Muhammed Ahmed Cadul Mevla Bek, Ali Muhammed el-Becavi ve Muhammed Ebu Fazıl İbrahim, Eyyamu’l-Arap Fi cahiliyye, Beyrut, Dar-u İhya-ı Turas-ı Arabi, s.142-168 ve bk. İbn Esir, el-Kamil Fi’t-Tarih, Beyrut, Dar-u Sadır, hk. 1399, c.1, s.523-539.
[74]- Abdulmelik b. Hişam, Siretu’n-Nebi, inceleme: Mustafa es-Sıka (ve diğerleri) Kahire, Mustafa el-Bâb-i’l-Halebi, hk.1355 c.1, s.307 ve Yakut Hamevî, Mü’cemu’l-Buldan, Kahire, Saadet mat. 1. bas. hk.1323 c.1, s.268, “Sâd” harfi; ve İbn Esir’le Câdu’l-Mevla Bek bu atın Kays’a ait olduğunu yazmıştır; el-Kamil Fi Tarih c.1, s.566-582 ve Eyyamu’l-Arap, s.246-277.
[75]- Brukelman ae. s.8.
[76]- Nisa, 135.
[77]- Sahih-i Buhari, Şerh ve tahkik: Şeyh Kasım Rufai, Beyrut, Daru’l-Kalem, c.8, Kutabu’l-Edeb, Bab:549, hadis.893, s.327-328 ve biraz farklılıkla: Süneni Ebu Davud, Beyrut, Daru’l-Fikir, c.4, Kitabu’l-Edep, “Men Leyset Leh Gıybe” babı, s.271.
[78]- G. Lubon, ae. s.63.
[79]- H. İbrahim Hasan, ae. c.1, s.38.
[80]- Mukaddeme, çev: Muhammed Pervin Gonabadi, Tah., Merkez-i İntişarati İlmi ve Ferhengi, 4. bas., hş. 1362, c.1, s.285-286.
[81]- Ahmed Emin, ae. s.9, P. Hitti, ae. s.35, Himase-i Ebu Tamam, Habib-i Evs-i Ta-i, Kalküta, leysi basımı, 1895, s.32.
[82]- Âl-i İmran, 103.
[83]- Seyyid M. H. Tabatabai, el-Mizan tefsiri, Beyrut, Müessesetu’l-A’lemil Matbuat, 2. bas., hk. 1391, c.9, s.172.
[84]- Araplar haram ayların adını ve bazen de yerini değiştirerek bu sınırlamayı kaldırıyor ve yine savaşıp kan dökebiliyorlardı. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim Tövbe suresinin 37. ayetinde şöyle buyurmaktadır: “Haram ayları ertelemek ancak müşriklerin küfrünü artırır. Bununla kafirler şaşırtılıp saptırılır. Allah’ın haram kıldığına sayı bakımından uymak için onu bir yıl helal, bir yıl haram kılıyorlar. Böylelikle Allah’ın haram kıldığını helal kılmış oluyorlar…”
[85]- İbn Vazih, Yakubi tarihi, Necef, Mektebetu’l-Haydariye, hk. 1384, c.2, s.12 ve Şehristani, el-Milel ve’n-Nihel, Kum Menşurat-ı Raziyy, 2. bas., c.2, s.255.
[86]- Seyyid M.H. Tabatabai, el-Mizan Tefsiri, Kum, İsmailiyan mat., 3.bas., hk. 1393, c.2, s.267.
[87]- Ebu Abbas el-Mübred, el-Kamil Fi’l-Lügat ve Edeb (haşiyeli: Naim Zerzur ve Tağarit Beyzun, Beyrut, Daru’l-Kitabu’l-İlmiyye, hk. 1407, c.1, s.393 ve Muhammed bin Habib, el-Mahber, Beyrut, Daru’l-Afak-ı Cedide, s.324.
[88]- Kuleyni, el-Furu Mine’l-Kafi, Tah. Daru’l-Kutubu’l-İslamiye, 2. bas., hş.1362, c.6, s.406.
[89]- Tabatabai, ae. c.4, s.254-258 ve Siyuti ed-Durru’l-Mensur Fi Tefsir Bi’l-Ma’sur, Kum, Ayetullah Maraşi Necefi bas., hk. 1404, c.2, Nisa Suresi, 22. ayetin tefsirinde, s.131-132 ve Şehristani, el-Milel-u Ve’n-Nihel, Kum, Menşurat-ı Reziyy, 2. bas., c.2, s.254 ve Hasan Hasan, İslam ve Avrupa’da kadın hakları, 7.bak., hş. 1357, s.34, Araplar babası öldükten sonra onun eşi olan üvey annesi ile evlenenlere, “ziyzen” derdi. Bk. Muhammed bin Habib, el-Mahber, s.325, İbn Kutaybe D., eşi öldükten sonra üveyoğullarıyla evlenen bu kadınlardan bir kısmının adını kaydetmiştir, bk. el-Mearif, inceleme:servet Akaşe, Kum, Menşurat-ı Reziyy, s.112.
[90]- Nisa, 22.
[91]- Tabatabai, ae. c.4, s.258 ve Taberi Camiu’l-Beyan Fi Tefsiri’l-Kur’an, Beyrut, Daru’l-Marife, 2. bas., hk.1392, c.4, s.207, Nisa, 19’un tefsirinde.
[92]- Tabatabai, ae. c.2, s.267.
[93]- Şeyh Abbas Kummi, Sefinetu’l-Bihar, Tah., Senai Kütüphanesi, c.1, s.197, Cehl kelimesi ve İbn Ebi’l-Hadid, Nehcu’l-Belağa şerhi, inceleme, Muhammed Ebu-l Fazıl İbrahim, Kahire, Dar-u İhyai’l-Kutubi’l-Arabiyye, 1961, c.13, s.174 ve Kuleyni, Usul-i Kafi, Tahran, D. İslamiyye, c.2, “Birr-i Bi’l-Valideyn” babı hadis 18, s.163 ve Kurtubi Tefsiri, Beyrut, Daru’l-Fikir, c.19, s.232.
[94]- Enam, 151; İsra, 31; Kurtubi, ae. s.232.
[95]- Nahl, 58-59.
[96]- Cümlenin Arapçasında aynı ifade vardır.
[97]- Arapçasında aynı ifade vardır, bk. Ayşe Abdurrahman Bintu’ş-Şâti, Mevsuat’u Âl-i’n-Nebi, Beyrut, Daru’l-Kutabi’l-Arabiye hk. 1387, s.435.
[98]- Câhiz, el-Beyan Ve’t-Tabyin, Beyrut, Dar-u İhyau’t-Terasi’l-Arabi, 1968, c.1, s.127-128 ve Ayşe Bintu’ş-Şâti, ae. s.433-434 ve Âlusi, Buluğu’l-İreb, c.3, s.51.
[99]- Ebu’l-Abbas el-M. Ae. c.1, s.392 ve İbn Ebi’l-Hadid, ae. c.13, s.179.
[100]- İbn Ebi’l-Hadid, ae. c.13, s.174.
[101]- Âlusi, ae. c.1, s.324 ve Yakubi Tarihi, Beyrut, Dar-ı Sadır c.2, s.10.
[102]- Âlusi, ae. c.3, s.45 ve İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, Mustafa ‘es Sıka incelemesi, Tah. Mektebutu’s-Sadr ofseti c.1, s.240.
[103]- M. Ebulfazl İbrahim -ve katılımcılar- Kısasu’l-Arab, Beyrut, Dar-u İhya-ı Turas A. 4. bas. c.2, s.31 ve Ebu’l-Abbas M. ae. s.394 Sa’saa, İslam çağının şairi Farazdak’ın ceddidir, Farazdak ceddinin bu yaptığıyla övünürdü, bk. Kurtubi Tefsiri c.19, s.232.
[104]- Ebu’l-Abbas M. ae. c.1, s.394.
[105]- İbn Esir, Usdu’l-Gâbe, Tah. Mekteb-i İslamiye, 1336 hş. c.4, s.220’de Kays b. Âsım’ın biyografisinde şöyle geçer: Kays Resulullah (s.a.a) döneminde Müslüman olup hazretin (s.a.a) huzuruna çıktı ve “Cahiliyet döneminde 8 kızımı çocukken diri diri toprağa gömdüm, şimdi bu hatamı telafi için ne yapmalıyım?” diye sordu. Hazret (s.a.a) her biri için bir köle azad etmesini söyledi, Kays “Benim çok sayıda devem var” deyince hazret (s.a.a) “O zaman istersen her biri için birer deve kurban kes!” buyurdu, bk. Kurtubi Tefsiri c.19, s.233.
[106]- İbn Hişam, ae. c.2, s.75.
[107]- Mümtehine, 12.
[108]- İsra, 31.
[109]- En’am, 137.
[110]- En’am, 140.
[111]- En’am, 151.
[112]- Tekvir, 8-9.
[113]- Dr. G. Lubon, İslam ve Arap Medeniyeti, çev:, s.H. Hüseyni, s.63-65 ve W. Dorant bu konuda şöyle yazar: “Bedeviler hem şefkatli hem kan dökücüydü, hem haindi, hem ihtiyatlıydı hem cesur; fakir olduğu halde gönlü zengindi.” Medeniyet Tarihi, çev: E. Saremi, Tah., Sazman-ı İntişarat ve A.İ., 2. bas., c.4, s.201.
[114]- Ahmet Emin, Fecru’l-İslam, Kahire, Mektebetu’n-.M., 9. bas., 1964, s.76
[115]- P. Hitti, Arap Tarihi, çev: e. Payende, Tah., Agah bas., 2. bas.,1366, s.33-35.
[116]- Cafer Murteza Âmuli, el-Sahih Min Siyret’in Nebiyyi’l-A’zam, Kum hk.1402,c.1, s.50-52.
[117]- M.Ş. Alusi, Büluğu’l-Ereb, tashih: M.Behçet E., Kahire, Daru’l-Kitabi’l-Ladise 3.bas.,c.2, s.303.
[118]- Cahiliye dönemi Araplarının hurafe inançları konusunda ayrıntılı bilgi için bakınız: Büluğu’l-Ereb, c.2, s.303-367 ve İbn Ebi Hadid, Nehcu’l-Belağa Şerhi, Kahire, Dar-u İhya K.A.,c.19, s.382-429.
[119]- Âlusi, ae. c.3, s.182,223,261 ve 327.
[120]- Mukaddeme, çev: M.P.Gonabadi, Tah., Merkezi İntişarat-ı İ.F., 1362, 4. bas.,c.2, s.1034.
[121]- Futuhu’l-Boldan, Kum, Menşurat-ı M.A., hk.. 1404, s.457-459.
[122]- W. Dorant, Medeniyet Tarihi, c.4, iman çağı, 1. Böl., çev: E.Saremi, Tah., Sazman-ı İntişarat ve A.İn.İs., 2. bas., s.202.
[123]- Bu Pazar ve panayır yerleri için bakınız: Büluğu’l-Ereb, c.2, s.264-270.
[124]- Muallakat-ı Seb, çev: Abdul Muhammed Ayeti, Tah., Sazman-ı İnt. Eşrefi, 2. bas.1357.
[125]- H.İ.Hasan, İslam’ın Siyasi Tarihi, çev: E. Payende, Tah., Sazman-ı int. Cavidan, 5.bas., 1362, c.1, s.34.
[126]- Fecru’l-İslam, s.29.
[127]- Yahudiler genellikle Yesrib, Hayber, Fedek ve Tima’da yaşıyordu. Çok az bir kısmı da Taif’deydi, ama hiçbir kaynakda Mekke’de Yahudilerin varlığına dair herhangi bir iz yoktur.
[128]- C.Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi, çev: A.C.Kelam, Tahran, Emir Kebir, 1333, c.1, s.16’da kısaltılarak.
[129]- Sahih-i Buhari, Dar-u Metabiu’ş-Şuab, c.9, s.136, Kitabu’l-İ’tisam Bil Kitab ve’s-Sünne.
[130]- Taberi Tefsiri, Beyrut, Daru’l-Marife, 2. bas. hk.1392, c.4, s.25’te “…Yine siz tam ateş çukurunun kıyısındayken oradan sizi kurtardı.” (Âl-i İmran, 103) ve Zahiyyet-u Kaddure, Beyrut, Daru’l-Kitabu’l-Lübnani, 1.bas., 1972, s.34, Ahmet Emin, Zehiyyu’l-İslam, Kahire, Mektebetü’n-Nehze, 7. bas. c.1, s.18.
[131]- M.E.İbrahim, Kısasu’l-Arap, Beyrut, Dar-u İhya T.A.hk. 1382, c.2, s.358 ve İbn Kesir, el-Bidaye Ve’n-Nihaye, Beyrut, Mektebetu’l-Mearif, 2.bas.1977, c.3, s.144.
[132]- Âlusi, Buluğu’l-İreb, c.1, s.311-313 ve Muhammed bin A. Ikdu’l-Ferid, Beyrut, Daru’l-Kitabu’l-Arabi, hk.1403, c.2, s.20 ve İbn Kutaybe, el-Maarif, İnceleme: Servet Akaşe, Kum, M.R.basımı, s.608.
[133]- Ahmed Emin, Zehiyyu’l-İslam, c.1, s.19.
[134]- Bu savaşın sebebi İran imparatoru Hüsrev Perviz’i Hire’deki piyon valisi Numan bin Munzir’in kızıyla evlenmek istemesidir. Numan buna karşı çıktığı için Kisra tarafından İran’a çağrılıp hapsedildi ve hapiste öldü. Ardından Hüsrev Perviz, Hâni bin Mesud Şeybani’den Numan’ın onun yanında bulunan malvarlığını kendisine göndermesini istedi, ama Hâni bunu kabul etmeyince Kisra Bekir bin Vailoğulları boyundan olan Şeybanoğulları kabilesinin üzerine bir ordu gönderdi, İran ordusu bu savaşta yenildi. bk. İbn Esir tarihi, Beyrut, Dar-ı Sadır, hk.1399, c.1, s.485-489 ve Mukaddesi, el-Beda ve’t-Tarih, Paris, 1903, c.3, s.26.
[135]- Ebu Temam Habib bin Evs-i Tai.
[136]- E.D.K.B.İsa İcli.
[137]- Şiirin Arapçası metne uygundur, bk. Ahmet Emin, Zehiyyu’l-İslam, c.1, s.19 ve Mesudi, Et-Tenbih ve’l-Eşraf, Tashih: Abdullah İsmail es-Savi, Kum, Müessese-i Neşr-i Menabi-i Sakafiyet el-İslamiye, s.209 ve Celaleddin Hemai, Şe’ubiye, İsfehan, Saib kitabevi, 1363, s.11-12.
[138]- Cevad Ali, ae. c.1, s.41-42.
[139]- Ömer Farruh, Sadr-ı İslam Tarihi ve Emevi Devleti, Beyrut, Darul İlim…, 3.bas., 1976, s.39.
[140]- Ömer Farrih Sadr-ı İslam Tarihi eserinde bu anlamı vurgular bk., s.40.
[141]- Tabatabai, el-Mizan Tefsiri, c.4, s.151-155 ve Ahmed Emin, Fecru’l-İslam, s.74-78 ve Âlusi, Büluğu’l-Ereb, c.1, s.15-18 ve Şevki Zeyf, Tarihu’l-Edebi’l-Arabi, c.1, Cahili Asrı Bölümü, Kahire, Daru’l-Maarif, 7. bas., s.39 ve nitekim birçok hadiste de cehalet aklın zıddı olarak tanıtılır, mesela Usul-i Kafide, akıl ve cehalet faslında c.1, s. 11’den sonra bu tür hadisler vardır.
[142]- Cevad Ali şöyle der: “Bence cahiliyet aptallık, akılsızlık, gurur, zeka özürlü olma, ahmaklık, öfke ve ilahi emir karşısında teslimiyetsizlikten kaynaklanmaktadır; İslam’ın kınadığı cehalet sıfatları budur. Binaenaleyh bu cehalet tıpkı çirkin sözler söyleyen zeka özürlü birine edep ve terbiyeye uymadığı için “git oradan aptal insan!” demeye benzer. Bu cümlede maksat o kişinin okuma yazma cahili olduğunu kasdetmek değildir. Bk. Ae. c.1, s.40.
[143]- Maide, 50.
[144]- Fetih, 26.
[145]- Ahzab, 33.
[146]- Ali-İmran, 154.
[147]- Bakara, 67.
[148]- Sübhi Salih, Nehcu’l-Belağa, 95. hutbe.
[149]- Çoğulu “Hunefa” olan Hanif kelimesi Hz. İbrahim’in (a.s) dininden olanlar için kullanılırdı. bk. Tabersi, Mecmau’l-Beyan, Maarif şirketi, c.1, s.216.
[150]- Muhammed bin Habib, El-Muhabber, Beyrut, Daru’l-Afak-ı Cedide, s.171.
[151]- Mesudi, Murucu’z-Zeheb, çev: E. Palende, Tah. Bongah-ı Tercüme ve Neşr-i Kitap, 2. bas. hş. 1356, c.1, s.60-68 ve İbn-i Hişam Sireti, Mustafa El-Babi el-Halebi basımevi, hk. 1355, c.1, s.237 ve İbn Kesir Sireti, inceleme: Mustafa Abdulvahid, Kahire, İsa el-Babi el-Halebi basımevi, hk. 1384, c.1, s.122-165 ve Muhammed bin İshak, Meğazi Siyer’i, inceleme: D. Suheyh Zekar, Beyrut, Daru’l-Fikir, 2. bas, hk. 1410, s.115-116 ve Muhammed bin Habib Bağdadi, el-Munemmak Fi Ahbar-ı Kureyş, inceleme: Hurşit Ahmet Faruk, Beyrut, Âlemi’l-Kutub, 1. bas., hk. 1405, s.152-153 ve M.İ. Ayeti, İslam peygamberinin hayatı Tah. Ün. Yay., 2. bas. hş. 1361, s.13-19.
[152]- İbn Kesir, ae. s.156 ve Muhammed E. İbrahim, Kısasu’l-Arap, Kahire, Dar-u İhyai’l-Kutubi’l-Arabiye, 5. bas., Kum, Menşurat-ı Reziyy Ofseti, hş. 1364, c.1, s.72.
[153]- Cevad Ali, ae. aynı baskı, 1968, c.6, s.449, H. Tabatabai, Tarih Raporunda İhanet, Tah, çap pehş yay. hş.1366, c.1, s.120 ve İbn Hişam Siret’i, c.1, s.237.
[154]- H.İ. Hasan, Siyasi İslam Tarihi, çev: E. Payende, Tah., Sazmani İnt. Cavidan, 5. bas, hş.1362, c.1, s.64.
[155]- ae. s.64 ve Şahabeddin el-Ebşehi, el-Mustatraf Fi Külli Fenni Mustazraf, Beyrut, Dar-u İhya, T.A. c.2, s.88 ve İbn Kutaybe, el-Maarif, Servet Akaş incelemesi, Daru’l-Kutub, 1960, s.621 ve el-Emir Ebu Said el-Himyeri, “el-Hevru’l-Ayn” Kemal Mustafa incelemesi, Tah. 1972, s.136.
[156]- Osman bin Hüveyreş ve Varaka bin Nevfel (Kureyş kollarından Esedoğulları boyundan) Hunefa olduğu halde İmriu’l-Kays’ın oğulları (Temimoğulları boyundan) kimilerince Hırıstiyan kabul edilir, bk, Yakubi Tarihi, c.1, s.225.
[157]- Ahmed Emin, Fecru’l-İslam, Kahire bas., 1964, s.27.
[158]- Arap Tarihi, çev: E. Payende, Tah. Agâh yayınevi, 2. bas. hş. 1366, s.78, bazı tarihçiler Yemen’de Hırıstiyanlığın yayılışını Feyemyun adlı Şamlı bir rahibin bu bölgeye gelip faaliyet göstermesine bağlar. bk. İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.32-35 ve Yakut Hamevi, Mucemu’l-Buldan, Beyrut, Dar-ı İhya, T.A., c.5, s.266’da Necran kelimesi. Ancak bu aktarımda daha çok hikaye ve destan havası vardır ve Hitti’nin anlattığıyla hiç bağdaşmamaktadır.
[159]- Yakubi Tarihi, Necef, Haydariye Mektebi, hk.1384, c.1, s.224.
[160]- Ahmed Emin, ae. s.26.
[161]- Bazı müfessirler der ki Buruc Suresinin 4-9. ayetleri Hırıstiyanların toplu katliama uğraması hakkında nazil olmuştur. Veya bu olay sözkonusu ayetin misdaklarından biridir. bk. el-Mizan Tefsiri, c.20, s.251-257. Bu ayetlerde Allah Teala şöyle buyuruyor: “Kahrolsun Ashab-ı Uhdud! Tutuşturucu yakıt dolu o ateş… Hani kendileri ateş hendeğinin çevresinde oturmuşlardı. Ve müminlere yaptıklarını seyrediyorlardı. Sırf üstün ve güçlü olan ve övülen Allah’a iman ettiklerinden dolayı onlardan intikam alıyorlardı. Ki O -Allah- göklerin ve yerin mülkü O’nundur, Allah her şeyin üzerinde şahid olandır.”
[162]- Ahmet Emin, ae. s.27.
[163]- ae. s.18-25-26-28.
[164]- M.E. İbrahim, Kısasu’l-Arab, c.1, s.73 ve Ahmed Emin, ae. s.27.
[165]- Maide, 18,72 ve 73, Nisa 171, Tevbe 30 Kur’an-ı Kerim Yahudileri İslam’ın en büyük düşmanı olarak tanıtırken onlara karşılık, Hırıstiyanların Müslümanların en yakın dostu olduğunu buyurur, bk:Maide, 82.
[166]-, s.M.H. Tabatabai, el-Mizan Tefsiri, Kum, İsmailiyan basımevi, 3. bas. hk. 1393, c.3, s.228-233.
[167]- Yakut Hamevi; “Tima”, Şam’
[168]- Fedek, Medine’ye 2 veya 3 günlük uzaklıkta bulunan bir kasabaydı. Mucemu’l-Buldan, c.4, s.238.
[169]- Hayber Kuzeyden Medine’ye 96 mil (
[170]- H.İ.Hasan, ae. s.64.
[171]- Belazuri, Futuhu’l-Buldan, Beyrut, Kutubu’l-İlmiye bas. hk. 1398, s.67.
[172]- Ahmed Emin, Fecru’l-İslam, s.24.
[173]- İbn Kutaybe, el-Maarif, Servet Akaşe incelemesi, Kum, Menşuratu’r -Raziyy, 1.bas. hk. 1415, s.621 ve el-Emir, Ebu Said bin Neşvaru’l-Himyeri, el-Huru’l-Ayn, Kemal Mustafa incelemesi, Tah. 1972, s.136, ayrıca el-Mustedref’de (c.2, s.88) Himyer kabilesinin adı “Numeyr” olarak geçer, ki bu baskı hatası olsa gerektir.
[174]- Yakubi Tarihi, c.1, s.257.
[175]- Ahmed Emin, ae. s.23, 24,27 ve İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.37 ve Yakut Hamevi Mucemu’l-Buldan, c.5, s.266.
[176]- el-Asaru’l-Bakiye, çev: Ekber D. Tah. 3. bas. hş. 1363, s.294-295.
[177]- Harran, Dicle ile Fırat arasında büyük bir şehrin adıydı. (yaklaşık bugünkü Irak sınırlarına dayanıyordu) ancak şimdi yıkılmış ve harabe bir şehre dönüşmüştür. İslam’ın ilk çağlarında burası mâmur bir şehirdi ve buradan önemli alimler yetişmiştir. Bk. Mucemu’l-Buldan, c.2, s.235-236 ve Takvimu’l-Boldan, s.303, 307,309 ve Muhammed Muin, Farsça sözlük, Tah. E.K.yay. c.5, s.457.
[178]- Tabatabai, el-Mizan Tefsiri, c.10, s.279.
[179]- Bakara, 62, Maide, 69, Hacc, 17.
[180]- Karun nehri kıyısında Ahvaz, Hürremşehir, Abadan, Şadgan, ve Mişan ovası bu bölgedeydi.
[181]- Dicle ile Fırat etrafında, Bağdad, Hille, Nasıriye, İmare, Kut, Diyali, Kerkük, Musul, Remadi, Süleymaniye ve Kerbela şehirleri.
[182]- “Sabi” kelimesinin kökü ve bu terimin Arapça mı yoksa İbranice mi olduğu, hangi anlama geldiği, Sabilerin inançları ve hangi peygamberin izleyicisi oldukları konusunda bk. Âlusi, Buluğu’l-İreb, c.2, s.223-228 ve Yahya Nuri İslam ve Beşeri inançlar, Tah. Müessesei Matbuat-i Ferehani, 2.bas. hş.1346, s.431-432 ve Şehristani el-Milel Ve’n-Nihel, M.S. Keylani incelemesi, Beyrut, Daru’l-Maarife, c.1, s.230 ve c.2, s.5.
[183]- Yakubi Tarihi, c.1, s.226.
[184]- A. Emin, Fecru’l-İslam, s.108 ve Davud İlhami, İran ve İslam, Kum, Neşr-i Hadid yay., s.392, Biruni Mazdekilerin Zend-i izledikleri için (Evesta tefsiri) Zındık olarak adlandırıldığını yazıp şöyle der: Manuyanları da mecazi olarak Zındık tanımlar ve batınî fırkasını da İslam’da böyle bilirler. Çünkü bu iki grup Allah’ın sıfatları konusunda ve zahirin tevilinde Mazdekilere benzer. bk. el-Asaru’l-Bakiye, çev: Ekber D., s.312 Abdul Hüseyin Zerrinkub bu konuda şöyle yazar: Pehlevicede Zendik denilen Zındık kelimesi bugün yerleşik bilinen bir terimdir. İslam çağında Maniler dışında inançsız, mülhid ve şüpheye düşen kimseler için de kullanılırdı. Ne doğu, ne batı, sadece insanca, s.110.
[185]- Şehristani, ae. s.244. Bir doğu bilimci şöyle der: Maniliği Zerdüştlükle Hirıstiyanlığın karışımı olarak tanımlamak; onu Zerdüştlükle karışık bir Hirıstiyanlık olarak tanımlamaktan daha doğrudur. Ahmed Emin, Fecru’l-İslam, s.104. Mani ve onun dini hakkında: bk. A.Zerrinkub, ne doğu, ne batı, sadece insanca, s.72-76.
[186]- İbn Kutaybe, el-Maarif, Kum. Aynı baskı, hk. 1415, s.621 ve el-Ebşehi, ae. c.2, s.88 ve İbn Reste, el-A’laku’n-Nefise, çev: H.Karaçanlu, aynı baskı hş. 1365, s.264 ve Ahmed Emin, Fecru’l-İslam, s.108. Muhammed bin Habib Bağdadi’ye göre Kureyş’den Sahr bin Harb (Malum Ebu Süfyan) Akabe bin Ebu Muiyt, Ubey Bin Half, Ebu İzzet (Ömer bin Abdullah Cumhi), Nezr bin Haris, Nubeyh ve Münebbih (Haccac bin Amir Sahmi’nin oğulları), Âs bin Vail Sehmi ve Velid bin Muğiyre Mahzumi bu gruptandır. el-Munammak Fi Ahbar-ı Kureyşi, s.288-289, el-Muhbir, s.161. Ne var ki bunların İslam’a karşı söz ve tavırlarında bu anlamı teyid eden bir işarete rastlanmaz; bilakis karineler bunların putperest olduklarını gösteriyor. Abdulhüseyin Zerrinkub Zındıklar konusunda şöyle yazar: “Sa’leb’den aktarıldığı kadarıyla Zındık terimi Dehriye’ler içinde kullanılırdı. Bütün kainatı bağımsız tek yaratıcının yarattığına, ama bunda ikilem olduğuna inananlara Dehriyeler denirdi. Kureyş’in Zındıkları da (Ebu Süfyan, Akabe bin Ebu Muiyt, Nezr bin Haris, Âs bin Vail ve Velid bin Muğiyre) bunlardandı ve bu tür bir tek tanrıda toplanan çoktanrıcı bir inanç taşıyorlardı. Kureyş’in eski büyükleriyle ilgili rivayet ve şiirlerden anlaşıldığı kadarıyla onlardaki zındıklar yaratıcılığı reddeden ahireti ve kıyameti tanımayan kimselerdi, bk.. Ne doğu, ne batı, sadece insanca, s.107.
[187]- Tabatabai, el-Mizan Tefsiri, c.19, s.49.
[188]- Âlusi, Büluğu’l-Ereb, c.2, s.240.
[189]- ae. s.215, 220, 230, 237, 239, 240, ve İslam ve Beşeri inançlar., s.295-297.
[190]- Tabatabai, ae. c.17, s.393.
[191]- Nahl, 12.
[192]- Fussilet, 37.
[193]- Necm, 49.
[194]- İbn Hişam Sireti, aynı baskı, hk.1355, c.1, s.385.
[195]- Hişam bin Muhammed Kelbi, Kitabu’l-Esnam, çev:, s.M.Rıza Celali Naini, Tah., hş. 1348, s.42.
[196]- Tabatabai, ae. c.2, s.42.
[197]- Tabersi, Mecmau’l-Beyan, aynı baskı, hk. 1379, c.8, s.46.
[198]- Enam, 100.
[199]- Sebe, 40,41.
[200]- Âlusi, ae. c.2, s.232.
[201]- Cin, 6.
[202]- İbrahim, 37.
[203]- İbn Hişam Sireti, aynı bas., hk. 1355, c.1, s.55 ve 116 ve Ezreki, Mekke Tarihi, R. el-Salih Mülhis incelemesi, Kum, Menşurat R. hş. 1369 c.1, s.55 ve Yakubi Tarihi, Necef, M.Haydariyye basımı, hk.1348, c.1, s.18 ve İbn Raste el-A’laku’n-Nefise, çev: H.Karaçanlu, aynı bas., hş.1365, s.51.
[204]- Ezreki, ae. s.57 ve Mesudi, Murucu’z-Zeheb, Beyrut, Endülüs basımevi, 1. bas. 1965, c.2, s.20.
[205]- Yakubi Tarihi, c.1, s.19 ve 193 ve Ezreki, ae. s.57.
[206]- Bakara, 127.
[207]- Bir tefsire göre Hac Suresinin 78. ayetinde geçen “Atanız İbrahim” tabirinde bu mana yatmaktadır, bk.Tabersi, Mecmau’lüBeyan, c.7, s.97.
[208]- Yakubi Tarihi, c.1, s.224.
[209]- Meclisi, Biharu’l-Envar, Tah. Daru’l-Kitabi’l-İslamiye, c.15, s.170 ve Hişam Kelbi, el-Esnam, s.6.
[210]- Şeyh Hürr-i Amuli, Vesailu’ş-Şia, Beyrut Dar-u İhyai’t-Turas el-Arabi, 4. bas., c.1, Kitabu’t-Tahare, cenabet babları, hadis 14, s.465 ve Tabersi, İhticac, Necef, Murtezaviye basımevi, hk.1350, s.189.
[211]- Şehristani el-Milel-u ve’n-Nihel, Kum, M.R.basımı, c.2, s.257.
[212]- Tabatabai, el-Mizan, Beyrut basımı, c.9, s.272.
[213]- Şehristani, ae. s.255 ve Yakubi Tarihi, c.2, s.12.
[214]- Ezreki ae. c.1, s.88, 100, 101 ve M. Âlusi, Büluğu’l-Ereb, Kahire bas. 3.bas. c.2, s.200 ve Ali bin B.H., Siretu’l-Halebiyye, Beyrut bas. c.1, s.16.
[215]- Amalike, Hz. Nuh’un (a.s) oğullarından bir soy olup ataları Almak dolayısıyla bu adı almışlardır. bk. İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.8ve 79; İbn Kesir, el-Bidayet-u ve’n-Nihaye, c.2, s.188 Ali bin B.H. Siretu’l-Halebi, c.1, s.17.
[216]- Âlusi, ae. c.2, s.201 ve Şehristani, ae. s.243 ve Ali bin B.H. ae. s.17
ve Yakubi Tarihi, c.2, s.224 ve Şehabuddin el-Ebşehi, el-Mustatraf, Beyrut,
aynı bas., c.2, s.88 ve Mesudi, Murucu’z-Zeheb, Beyrut, Endülüs yay. 1. bas., c.2,
s.29 ve Hişam Kelbi, el-Esnam, çev:, s.M. Rıza Celali Naini, hş.1348, s.6 ve
M.B. Habib, ae. H.A.Faruk incelemesi, Beyrut, Âlemu’l-Kutub yay., 1. bas.,
hk.1405, s.328.Bazı kaynaklarda onun Hubel’i Irak’tan getirdiği kayıtlıdır. bk.
Ezreki, Ahbar-ı Mekke, c.1, s.117 ve İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.79
ve İbn Kesir el-Bidaye ve’n-Nihaye, c.2, s.188. Ancak bir rivayete göre Hubel
putunun taşı Arafat’
[217]- İsaf kelimesi hem -Esaf şeklinde- hemze fethası ve hem -İsaf şeklinde- kesresiyle kaydedilmiştir. bk. İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.84 dipnotunda.
[218]- Ezreki, ae. c.1, s.88 ve Şehristani, ae. c.2, s.243 ve 247.
[219]- İbn Hişam ae. s.79 ve Ali bin B. ae. s.17 ve İbn Abdulbirr, el-İstiy’ab (el-İsabe’nin haşiyesinde) c.1, s.120 Eksem bin Cevn-i Huzai’nin biyografisi ve İbn Esir, Usdu’l-Gabe, aynı bas. Tah. C.4, s.390 ve Şeyh M.T. Tusteri, el-Evail, 1.bas., s.217 ve Ebu’l-Feda İ.B. Kesir, Siretu’n-Nebeviyye, Kahire, aynı baskı, hk. 1384 c.1, s.65 ve Ezreki ae. s.116.
[220]- Âlusi, ae. c.2, s.200 ve el-Mustatraf, c.2, s.88 ve Ebu’l-Feda İ.B. Kesir, Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.62 ve El-Bidaye ve’n-Nihaye, Beyrut bas. c.2, s.188 ve İbn Hişam, ae. c.1, s.79 ve Tabatabai, el-Mizan, c.10, s.286.
[221]- Tabatabai, ae. c.1, s.282.
[222]- En’am, 136, 138, 139 ve Maide, 3, 90,103 ve Hişam Kelbi el-Esnam, s.28
[223]- Kelbi, ae. s.32.
[224]- Şeyh Tusi, el-Emali, Kum, Daru’s-Sakafe, 1. bas., hk. 1414, s.336 ve Âlusi, Büluğu’l-Ereb, c.2, s.211 ve Ezreki ae. c.1, s.121 ve Siretu’l-Halebiyye, c.3, s.30 ve el-Mizan c.26, s.271’de İmam Rıza (a.s)’dan nakledilen bir rivayet esasınca.
[225]- “Eğer onlardan gökleri ve yeri kimin yarattığını sorarsan, kesinlikle Allah diyeceklerdir.” Lokman, 25; Zümer, 38; Zûhrûh, 9 ve “Eğer onlardan kendilerini kimin yarattağını soracak olursan Allah diyeceklerdir.” Zûhrûh, 87 ve “Deki gökten ve yerden size rızık veren kimdir? Veya kulakları ve gözleri yaratan ve onların sahibi olan kimdir? Ölüyü diriden, diriyi de ölüden çıkaran kimdir? Alemlerin işlerini düzüp koşan kimdir? Hemen Allah diyeceklerdir.” Yunus, 31.
[226]- Zuhrif, 19.
[227]- Necm, 27.
[228]- Enbiya, 26.
[229]- En’am, 100, 101.
[230]- Cin, 3.
[231]- Tur, 39.
[232]- Saffat, 149, 150.
[233]- Necm, 19 ve 23 -Lat, Uzza ve Menat Arapların melek zannettikleri üç putun adıdır. Çünkü bu isimlerin üçü de müennes (dişi adı)dır. bk.Numune Tefsiri, c.22, s.518.
[234]- Zuhruf, 16.
[235]- Saffat, 158-159.
[236]- Siyuti, Ed’Durru’l-Mensur, c.7, s.133 ve İbn Kesir Tefsiri c.4, s.23 ve Tabersi Mecmau’l-Beyan, c.8, s.460.
[237]- İsra, 111 ve Âl-i İmran, 26.
[238]- Yunus, 18.
[239]- Zümer, 3.
[240]- Meryem, 3.
[241]- Yâsin, 74.
[242]- Ebu’l-Feda, İ.B.Kesir, Siretu’n-Nebeviyye, Kahire, aynı bas. hk. 1384, c.1, s.7 e İbn Hişam, es-Siretu’n-Nebeviyye, aynı bas. Kahire, hk. 1355, c.1, s.85.
[243]- Enfal, 35.
[244]- İbn Hişam, ae. s.80 ve İbn Kesir ae. s.63 ve Şehristani el-Milel ve’n-Nihel c.2, s.247 ve İbn İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, c.2, s.88.
[245]- Hişam Kelbi, el-Esnam, çev:, s.M.R.C. Naini, hş.1348, s.13 ve İbn Hişam, es-Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.88 ve Âlusi, Büluğu’l-Ereb, c.2, s.202.
[246]- Hişam Kelbi, ae. s.14.
[247]- Ezreki, Ahbar-u Mekke, c.1, s.178 ve 182 ve Âlusi ae. c.1, s.244 ve Sahih-i Müslim, Nevevi Şerhi, c.18, Tefsir kitabı, s.162.
[248]- Tabatabai; el-Mizan, c.14, s.414.
[249]- Tevbe, 37 ve Ezreki ae. c.1, s.183 ve İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.1 , s.45.
[250]- İslam ve Arap Medeniyeti, çev: Seyyid Haşim Resuli, Tah. İslamiye Kitabevi, s.128, 130.
[251]- el-Ebtal, çev: es-Sebai, Kahire, 3.bas. hk.1349, s.9.
[252]- W. Dorant, Medeniyet Tarihi, c.4, İmam çağı, 1. bölüm çev: Ebu Talib Saremi, Tah. Sazman-ı İnt. ve Amuzeş-i İnkılab-ı İslami, 2. bas., hş.1368, s.197.
[253]- W. Dorant, ae. s.200.
[254]- P. Hitti, Arap Tarihi, çev: E. Payende, hş. 1344, c.1, s.125.
[255]- İbn-i Vazih, Yakubi Tarihi, Necef, aynı bas., hk. 1384, c.1, s.215.
[256]- M.H.Bağdadi, el-Munammak, çev: Hurşit Faruk, Beyrut, 1. bas., hk. 1405, s.42.
[257]- İbn Vazih, ae. c.1, s.214.
[258]- ae. s.213.
[259]- İbn Said, el-Tabakatu’l-Kübra, Beyrut, c.1, s.78.
[260]- İbn Vazih, ae. c.1, s.215.
[261]- M.C. Taberi Tarihi, Beyrut basımı, c.2, s.180 ve İbn Esir Tarihi, Beyrut bas. c.2, s.16.
[262]- Taberi, ae. s.180 ve İbn Hişam, Siretu’l-Halebiyye, Kahire bas. hk. 1355, c.1, s.143.
[263]- Ahmed Emin, Fecru’l-İslam, Kahire bas. 9. bas. 1964, s.12-14 ve Dr. Şevki Zeyf, Tarihu’l-Edebu’l-Arabi, Cahiliye asrı, c.1, s.49.
[264]- Taberi, ae. c.2, s.180 ve İbn Esir, ae. s.16.
[265]- Ahmed Emin, ae. s.12 ve A. Macid Arap Devletleri siyasi tarihi, Kahire bas., s.79.
[266]- H.İ. Hasan, Siyasi İslam Tarihi, çev: E. Payende, Tahran bas. c.4, hş.1360, s.56.
[267]- Kureyş, 1-4.
[268]- Abbas Zeryab, Resulullah Siyeri, Tah. Bas. 1.bas. hş. 1370, s.66-67.
[269]- Kasas, 57.
[270]- İbrahim, 37.
[271]- Bakara, 126.
[272]- Cevad Ali, el-Mufassal Fi Tarih-i Arap, Beyrut, 1. bas., 1968, c.1, s.114 Said bin Âs (Ebu Uheyhe) kasdediliyor olsa gerek. Nitekim Vakidi, el-Meğazi c.1, s.27’de onun Bedir savaşına neden olan Şam’dan dönen Kureyş kervanının en büyük hissesinin ona ait olduğu kayıtlıdır. Ama Vakidi bu konuda çok net bilgi vermiyor.
[273]- P. Hitti, ae. s.130.
[274]- Taberi, ae. c.2, s.221 ve Belazurî, Futuhu’l-Buldan, Beyrut Daru’l-Kitabi’l-İlmiye, hk. 1398, s.68.
[275]- Belazuri, ae. s.68.
[276]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.4, s.251.
[277]- İbn-i Vazih, ae. c.1, s.10.
[278]- Şevki Zeyf, ae. s.51 ve Cahız el-Mehasin ve Ezdad, Beyrut bas., s.62 Mehasin-i Seha fazlı.
[279]- Bir tefsire göre Zûhrûf, 31’deki, “Ve dediler ki: “Bu Kur’an, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi” ayetinde geçen iki kişinin Mekke’de Velid bin Muğiyre ve Taif’te Urve bin Mesud Sakafi olduğu belirtilir. Müşrikler, bu iki kişi çok zengin olduğu için peygamberliğin onlara verilmesi gerektiğine inanıyorlardı.
[280]- Tabatabai, el-Mizan, c.2, s.93 ve İbn Kesir Tefsiri, c.4, s.442’de Müdessir Suresinin tefsiri.
[281]- İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Beyrut, 2. bas. 1977, c.2, s.229 ve Âlusi, ae. c.1, s.89 ve M.A Cadu’l-Mevla Bek, Eyyamu’l-Arab Fi Cahiliyye, Beyrut bas., s.248.
[282]- Âlusi, ae. s.87 ve İbn Kesir, ae. s.229.
[283]- Y.B. Cud’an…, Bekri, Mu’cem Ma İste’cem, Alemu’l-Kutub, 3. bas. hk. 1403, c.2, s.444, hezure kelimesi ve Şevki Zeyf, ae. s.51.
[284]- M.A. Cadu’l-Mevla Bek, ae. s.334.
[285]- ae. s.329.
[286]- İbn Kutaybe, el-Maarif, Servet Akaşe incelemesi, Kum bas. 1. bas. hk. 1415, s.576 ve Mesudi, Murucu’z-Zeheb, Beyrut, 1. bas., c.2, s.287 ve Cevad Ali, ae. s.96.
[287]- Âlusi, ae. s.87.
[288]- İbn Hişam, ae. c.4, s.83 ve Vakidi, el-Meğazi, Marsden Jons incelemesi, c.3, s.890 ve İbn Sa’d, el-Tabakatu’l-Kübra Beyrut bas. c.2, s.150, Siretu’l-Halebiyye, Beyrut bas. c.3., s.63, Hz. Resulullah (s.a.a) amcasoğulu Nevfel bin Haris bin Abdulmuttalib’den 3000 mızrak kiralamıştır (Halebi ae.) bütün bunlar, onların ne kadar güçlü olduklarını göstermektedir.
[289]- Ezreki, Ahbar-ı Mekke, Rüşdü Salih Mülhes incelemesi, Kum. M.R. bas. 1. bas. hk. 1411, c.1, s.107 ve İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.130.
[290]- İbn-i Abdurrabbih, Ikdu’l-Ferid, Beyrut bas. hk. 1403, c.3, s.314 ve Ahmed Emin, ae. s.227 ve Âlusi, ae. c.1, s.145-150. Bodrum Corci Zeydan ve La’mons gibi bazı Hirıstiyan tarihçilerin zannettiği gibi bugünkü anlamda bir devlet ve teşkilat yapısına sahip değildi; ilkel ve kabile imkanları dahilinde idi.
[291]- P. Hitti, ae. s.17.
[292]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.59 ve Ezreki, ae. c.1, s.176.
[293]- İbn Abdurrabbih, ae. c.3, s.313 ve Ezreki, ae. s.176.
[294]- Ezreki, ae. s.176.
[295]- ae. s.179 ve Âlusi, ae. c.1, s.243.
[296]- İbn-i Sa’d, ae. c.1, s.70.
[297]- Cevad Ali, ae. c.4, s.21.
[298]- İbn-i Sa’d, ae. s.69 ve İbn Hişam ae. s.125 ve 130 ve İbn Esir, el-Kamil Fi’t-Tarih, Beyrut bas. c.2, s.20 ve Ezreki ae. s.189.
[299]- İbn-i Sa’d, ae. s.72 ve Ezreki, ae. s.174, 178,182. Kureyşlilerin bu tekelci baskıları sonucu insanlar bazen çıplak tavaf etmek zorunda kalıyor ve Kabe utandırıcı olaylara sahne oluyordu. Çıplak halle tavaf etmek zorunda kalan yoksul bir kadının bu sırada okuduğu bir şiir kaynaklarda kayıtlıdır. bk. Ezreki, ae. c.1, s.178 ve 182 ve İbn Hişam, ae. c.4, s.190 ve Âlusi ae. c.1, s.244 ve Nevevi’nin Sahih-i Müslim Şerhi, c.18, s.162’de tefsir kitabı.
[300]- Ezreki, ae. s.177.
[301]- İbn Hişam, ae. c.4, s.190.
[302]- Taberi Tarihi, Beyrut, Daru’l-Gamus, el-Hadis, c.2, s.191 ve İbn Esir, Usdu’l-Gabe, Tah. Mekteb-i İslamiye bas. c.1, s.13 ve Tabersi, A’lamu’l-Verâ, Tah. bas. 3. bas., s.5-6.
[303]- İbn Esir, ae. s.13 ve Ebubekir A.H. Beyhaki, Delailu’n-Nübuvve, çev. M.M. Damğani, Tah. bas.1361, s.118 ve Mesudi, et-Tenbih ve’l- İşraf, Kahire, Dar-u’s-Savi bas., s.195,196 ve İbn Esir Tarihi, Beyrut bas. c.2, s.33 ve Cemaluddin Ahmed bin Anbe, Umdetu’t-Talib Fi Ensab-ı Âl-i Ebi Talib, Kum, M.R.bas. 2. bas., s.28.
[304]- İbn Sa’d, et-Tabakat-ı Kübra, Beyrut bas. c.1, s.56 ve Hişam bin M. Kelbi Cemhertu’n-Neseb, Naci Hasan incelemesi, Beyrut, Alemu’l-Kutub bas. 1. bas., s.17
[305]- İbn Şehraşub, Menakıb-ı Âli Ebi Talib, Kum, Matbaaatu’l-İlmiye bas. c.1, s.155, Tabersi, ae. s.6 ve Meclisi, Biharu’l-Envar, Tah. Daru’l-Kitabu’l-İslamiye bas. c.15, s.105.
[306]- Kelbi, ae. s.17 ve İbn Sa’d, ae. s.56 ve İbn Şehraşub, ae. 155 ve İbn Anbe ae. s.28.
[307]- Birinci gruba Yemani ve İkinci gruba Muzeri veya Nezari veya Kaysi de denmiştir.
[308]- İbn Şehraşub, ae. s.154, İbn Anbe, ae. s.26 ve Tabersi ae. s.6 ve İbn Kutaybe, el-Maarif Servet Akaşe incelemesi, Kum, M.R. bas. hk. 1415, s.67 ve Tabersi, Mecmau’l-Beyan, Tah. Maarif-i İslamiye şrk. C.10, s.548 ve İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, Kahire M. el-Babi, Halebi bas. hk. 1355, c.1, s.96 ve İbn Abdurrabih, Ikdu’l-Ferid, Daru’l-Kitabi’l-Arabi bas. hk. 1403 c.3, s.312 ve İbn Kesir, Siretu’n-Nebeviyye, Kahire bas. c.1, s.84 ve Muhammed E. Bağdadi Süveydi, Sebaiku’z-Zeheb Fi Marifet-i Kabaili’l-Arab, Beyrut, Se’b bas., s.62 ve İbn Vazih, Yakubi Tarihi, Necef, Haydariye Mektebi bas. hk.1383, c.1, s.204.
Bazı soybilimciler, Fahr bin Malik bin Nezr’in evlatlarını Kureyşli saymıştır. bk. Kelbi, ae. s.21 ve İbn-i Sa’d ae. s.55 ve İbn Anbe, ae. s.26 ve İbn Hişam, ae. s.96 ve M.E. Bağdadi, ae. s.62 ve İbn Vazih, ae. s.204 ve İbn Hazm Cemheret-u Ensabi’l-Arab, Beyrut, Kutubu’l-İlmiye bas. 1. bas. hk. 1403, s.12 ve es-Siretu’l-Halebiyye, İnsanu’l-Uyun, Beyrut, Daru’l-Marife bas. c.1, s.25 ve 26. Bu konuda diğer kaviller için bk. es-Siretu’l-Halebiyye c.1, s.27.
[309]- Arap kabile ve grupları büyüklük, küçüklük ve kollarına göre kendi aralarında hiyerarşik şekilde şöyle adlandırılırlar: Şe’b, kabile, imare, batn, fehez ve fesile. Mesela Huzeyme Şe’b, Kenane kabile, Kureyş imare, Kusayy batn, Haşim fehez ve Abbas fesiledir. Bk. İbn Hazm, Ikdu’l-Ferid c.3, s.330 ve dr. H. Munis, Kureyş Tarihi, Suudiye bas. c.1 hk. 1408, s.215. Bu esasa göre bazı bilim adamları Kureyşi kabile, bazısı da “imare” sayar. Ama bu sınıflandırmanın tartışılır olduğu bilinmelidir; bazı bilim adamları bu sınıflandırmayı reddetmektedir, bk. Kureyş Tarihi, s.215-216. Biz elinizdeki kitapta okuyucu için kolaylık olması açısından Kureyşe kabile dedik.
[310]- Mesudi, Kureyş kabilesinin 25 boyu olduğunu yazar ve bunları tek tek sıralar, bk. Murucu’z-Zeheb, Beyrut, Endülüs yay. 1. bas. 1965 c.2, s.269.
[311]- Halebi, ae. s.6.
[312]- ae. ve Şükrü Âlusi, Büluğu’l-Ereb, M.Behcet tashihi, Kahire, Daru’l-Kutubi’l-Hadise bas. 2. bas. c.1, s.324.
[313]- Halebi ae. s.6, Âlusi ae. s.323, İbn Esir Tarihi c.2, s.15, Belazuri, Ensâbu’l-Eşraf, M. Hamidullah tashihi, Kahire, Maarif bas. c.1, s.73.
[314]- Halebi ae. s.7, Mesudi, Murucu’z-Zeheb, c.2, s.109.
[315]- Âlusi, ae. s.324, İbn Vazih, Yakubi Tarihi c.2, s.7 bk. es-Siretu’l-Halebiyye c.1, s.7, el-Hisâl, Saduk, hamse babı c.2, s.312-313.
[316]- Saduk, İtikadat, çev. Seyyid M.A.S.M. Hasani, Tah. Şems kitabevi 3. bas. hk. 1379, s.135, Meclisi, Biharu’l-Envar c.15, s.117, Usul-i Kafi c.1, s.445.
Abdulmuttalib konusunda tartışılan bir konu da, onun oğullarından birini Allah yolunda kurban kesme şeklindeki adağıdır. Bu adak olanca şöhretine rağmen geçtiği tarih kaynaklarında senet ve muhteva açısından tartışmalı olup daha fazla incelemeyi gerektiren hususlardandır, bk. Ali Devani, Başlangıçtan Hicrete İslam tarihi, s.54-59 ve Men Lâ Yehzeruhu’l-Fakih, A.E. Gaffari incelemesi, c.3, s.89 “Kur’a Hükmü” Babı’nda Gaffari’nin dipnottaki talikatı. Okuyucuyu yormamak için biz de bu konuyu özetlemekle yetindik.
[317]- Saduk, ae. s.135, Meclisi, ae. s.117, Müfid, Evailu’l-Makalât, Kum, Mek. Daveri bas., s.12, Tabersi, Mecmau’l-Beyan c.4, s.322, En’am Suresi 74. ayetin tefsiri. Bazı çağdaş araştırmacılar bu hadisi helalzade olmayla, yani gayrimeşru değil, meşru ilişki olan evlenmeyle dünyaya gelmeye bağlamaktadırlar, bu yorumu kabul edecek olursak mezkur hadis bizim bahsimize delil niteliği taşımayacaktır. Bk. Sey. H. R. Mehellati, İslam’ın Yorumsal Tarihinden Dersler, Pasdar-ı İslam Aylık Yayını hş. 1367 c.1, s.64.
[318]- Müfid, ae. s.12, Saduk, ae. Fahr-i Razi ve Siyuti gibi önde gelen bazı Ehl-i Sünnet alimleri de bu konuda İmamiye’yle aynı görüştedir. Bk. Biharu’l-Envar, c.15, s.118-122 dipnot.
[319]- Saduk, Kemalu’d-Din ve Tamamu’n-Ni’me, tas. A.E. Gaffari, Kum, Neşr-i İslami Mües. Hş. 1363 c.1, s.175 ve el-Gadir c.7, s.387.
[320]- Daha ayrıntılı bilgi için bk. Mesudi, el-Tenbih ve’l-Eşraf, s.172-181, Dr. M.İ. Âyeti, İslam Peygamberinin Tarihi 3. bas. Tah. Ün. Yay. hş.1361, s.26-27.
[321]- Mesudi, ae. s.27.
[322]- Şeyh Tusi, el-Emalî, Kum, Daru’s-Sekafe 1. bas. hk. 1414, s.80-82,
Beyhaki, ae. s.94-97, İbn Hişam, ae. s.44-55, Belazurî, ae. s.67-
Kureyşliler, Fil ordusu olayından önce, Kureyşi ilk kez iktidar ve güce kavuşturan tanınmış büyükleri Kusayy’ın ölümünü takvimin başlangıcı saymışlardı, bk. İbn Vâzih, Yakubi Tar. c.2, s.4.
[323]- Kuleyni, Usul-i Kâfi, Tah. İslamiye Kitapları bas. hk. 1381 c.1, s.439, İbn Vazih, Yakubi Tar. c.2, s.4, Mesudi, Murucu’z-Zeheb, c.2, s.274, Meclisi, Biharu’l-Envar c.15, s.250-252, Halebi, ae. s.95, Beyhaki, ae. s.72-73 İbn Kesir, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.201, M. bin Sa’d, Tabakaatu’l-Kübra c.1, s.101, İbn Esir, Usdu’l-Gâbe c.1, s.14, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.167, Şeyh. A. Bedran, Tehzib-u Tarih-i Dimaşk, Beyrut Dâr-ı İ.T.a. 3. bas. hk. 1407 c.1, s.282, İbn İshak, es-Siyer-u ve’l-Meğazi, Süheyl Zekar inc. Beyrut, Daru’l-Fikir 1. bas., hk. 1398, s.61.
[324]- A.E. Feyyaz, İslam Tarihi, Tah. Ün. Yay. 3. bas. hş. 1367, s.62, A. Zeryab, Resulullah Siyeri, 1. böl. Başlangıçtan Hicrete, Tah. Suruş yay. 1. bas. hş. 1370, s.86-87, s.C. Şehidi, İncelemeli İslam Tarihi, Tah. Neşr-i Danişgah-ı yay. 10. bas. hş. 1369, s.37.
Hz. Peygamber (s.a.a)’in Fil yılında ondan önce veya sonra, yada Fil yılının Miladi Takvimle tatbiki konusunda çeşitli görüşler vardır; bahsin genişlememesi için bunlara yer vermiyoruz ancak daha başka bilgi edinmek isteyenler, bk. Son Peygamber Muhammed (s.a.a) c.1, s.176-177, s.C. Şehidi’nin makalesi, Resul Mehallati, İncelemeli İslam Tarihi’nden dersler, Kum, aylık Pasdar-ı İslam yay. hk. 1405 c.1, s.107’den sonra, İbn Kesir, Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.203, Tehzib-i Tarih-i Dimaşk, c.1, s.281, 282, s.H. Takizade, Perviz’den Cengiz’e, Tah. Furuği Kitabevi, hş. 1349, s.153, H. Munis Kureyş Tarihi, Daru’l-Suudiyye, 1. bas. hk. 1408, s.153,159.
Bazı Avrupalı tarihçiler Ebrehe’nin Mekke’ye yürümesinin toprak genişletme ve Kuzey Arabistan üzerinden İran’a saldırma amacına yönelik olup Roma İmparatorunun kışkırtmasından kaynaklandığını yazarlar. Oysa İslam kaynaklarında Ebrehe’nin dini amaçlarla hareket ettiği ve bunun Yemen’deki Kilis kilisesinin Hicaz’daki Kâbe’ye karşı bir rekabet girişimi olduğu geçer. Bk. Feyyaz, ae. s.62, E. Payende, Kur’an-ı Mecid’in Farsça Tercümesinin önsözü (Bu da tartışmaya değer bir başka konudur.)
[325]- Kuleyni, ae. s.439, İbn Vazih, ae. s.6, Ebu Feth M.A.El Keraceki, Kenzu’l-Fevaid, Kum, Zehair mat. 1. bas. hk. 1410, c.2, s.167. Babası öldüğünde Hz. Muhammed (s.a.a)’in yedi ay 28 günlük olduğu da kaydedilmiştir. M. Sa’d, Tabakaat, Beyrut, Sâdır yay. c.1, s.100, Bazı tarihçilerde Abdullah’ın hazretin (s.a.a) doğumundan önce öldüğünü yazar. Bk. İbn Sa’d, ae. s.99 ve 100, İbn Esir, Usdu’l-Gabe, c.1, s.13, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.167, Şeyh Abdulkadir Bedran, Teh. Tar. Dimaşk., İbn Asakir telifi Beyrut, İhya-ı Turasu’l-Arabi bas. 3. bas. hk. 1404, c.1, s.284. Ancak bazı kaynaklar birinci rivayeti onaylıyor. Meselâ Abdul Muttalib Hz. Muhammed (s.a.a)’in kefaletini Ebu Talib’e bırakırken söylediği güzel bir şiirde buna değinmektedir.
Yakubi Tarihi c.2, s.10, İbn Şehraşub, Menakıb-ı Âl-i Ebu Talib, Kum, İlmiye mat. Bas. c.1, s.36.
[326]- Tehzib-i Tarih-i Dimaşk, c.17, s.282 İbn Sa’d, ae. c.1, s.99, Mesudi, Et-Tenbih ve’l-Eşraf, s.196, M.C. Taberi Tarihi, Beyrut, Kamusu’l-Hadis bas. c.2, s.176, İbn Esir, el-Kamil-u Fi’t-Tarih, Beyrut, Sadır bas., c.2, s.10.
[327]- Duha, 6-8.
[328]- Yakubi Tarihi, c.2, s.6, Halebi, ae. c.1, s.143.
[329]- Yakubi Tar. c.2, s.6, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.6, Beyhaki, ae. s.110 İbn Esir, Usdu’l-Gabe c.1, s.15, Meclisî, Biharu’l-Envar c.15, s.384.
[330]- Halebi, ae. c.1, s.146.
[331]- Yakubi Tar. c.2, s.7, İbn Hişam ae. c.1, s.171, M. Sa’d ae. s.110, Mesudi, et-Tembih ve’l-Eşraf, s.196, Murucu’z-Zeheb, c.2, s.274, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.6, Beyhaki, ae. s.101-102, İbn Kesir, Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.225, İbn İshak Siyeri, s. Zakir inc. 1. bas. hk. 1398, s.49.
[332]- Belazurî, Ensabu’l-Eşraf, M. Hamidullah inc. Kahire, Maarif bas. c.1, s.94, Makdisi el-Bede-u ve’t-Tarih, Paris bas. 1903 c.4, s.131, Meclisi, Bih. En. c.15, s.401, İbn Sa’d, ae. c.1, s.112.
[333]- Yakubi Tar. c.2 , s.7, İbn Şehraşub ae. c.1, s.33, Belazuri, ae. s.94, Mesudi, Murucu’z-Zeheb, c.2, s.275.
[334]- İbn Ebi’l-Hadid, Nehcu’l-Bel. Şerhi, M.E. İb. İnc. Kahire, İh. Kut. Ar. Bas. 1961 c.13, s.203, Meclisî ae. s.401.
[335]- Cafer Sübhani, Furuğ-i Ebediyet, Merkez-i İnt. Def. Teb. İs. Kum İlmiye Medresesi 5. bas. 1368 hş. c.1, s.159, Sey. C. Mur. Amuli, es-Sahih Min Siyreti’n-Nebiyyi’l-A’zam, Kum, hk. 1400 c.1, s.81.
[336]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.176, İbn Sa’d, ae. s.113, Halebi ae. s.146, Ebu, s.V. Herguşi, Şerefu’n-Nebi, çev, N.M. Ravendi, Tah. Babek yay. hş. 1361, s.196.
[337]- İbn Hişam, ae. c.1, s.171 ve 172, Belazuri, ae. s.93, İbn Sa’d, ae. s.110,111.
[338]- Bu olayı aktaran büyük muhaddislerden biri de İbn Şehraşub’dur. Ancak Hz. Muhammed’in (s.a.a) yetimliği ile ilgili anlattıklarımıza değinmiyor, bk. Menakıb-ı Âl-i Ebi Talib, c.1, s.33.
[339]- Abdulmuttalib’in annesi Selma, Yesrib’li ve Neccaroğlu kabilesindendi, bk. Beyhaki, ae. c.1, s.121.
[340]- İbn İshak ae. s.65, Belazurî ae. s.94, İbn Sa’d ae. 116, İbn Hişam ae. s.177, Beyhaki ae. s.121, Tabersi, ae. s.9, Saduk, Kemalu’d-Din ve Tamamu’n-Ni’me, A.E Gaf. Tas. Kum. Neşr-i İsl. Mües. Bas. hş. 1363 c.1, s.172, Yakubi Tar. c.2, s.7, Ş.A. Bedran, Teh. Tar. Dimaşk c.1, s.283.
[341]- Halebi ae. c.1, s.172 Hz. Resulullah (s.a.a)’in Halime’nin yanında bulunduğu yıllarda “Şakkı Sadr” olayının vuku bulduğu söylenirse de İslam tarihçileri ve araştırmacılar bunun uyduruk olduğunu yazmışlardır, bk. Sey. C.M. Âmuli es-Sahih Min. Siy. Neb. A c.1, s.82, Sey. H.R. Mehellati, İncelemeli İslam Tar.’den Dersler c.1, s.189-202, Şeyh Muh. Ebu Reyye, Ezvâu’n Ale’s-Sünnet’i’l-Muhammediyye, Sevru’l-Hadise bas. 2. bas. c.1, s.175-177.
[342]- İbn Hişam ae. c.1, s.178, Saduk ae. c.1, s.171, Meclisi ae. s.406, Yakubi Tar. c.2, s.9.
[343]- İbn Hişam ae. s.189, Meclisi ae. s.406, Taberi ae. c.2, s.194.
[344]- Yakubi Tar. c.2, s.11, İbn Sa’d ae. c.1, s.119, Meclisi ae. s.407, Süheyli, er-Revzetu’l-Enf. Kahire, Muhtar Mües. Bas. c.1, s.193.
[345]- Yakubi Tar. c.2, s.11, Cevad Ali, el-Muf. Fi. Tarih…, Beyrut bas. 1. bas 1968, c.4, s.82.
[346]- İbn Ebi’l-Hadid, Nehc. Bel. Şerhi, M.E.İbrahim inc. Kahire bas. 1962 c.15, s.219.
[347]- İbn Sa’d, ae. c.1, s.119, İbn Şehraşub ae. c.1, s.36, Meclisi ae. s.407, Şeyh A. Bedran, Tehzib-i Tar. Dimaşk, c.1, s.285.
[348]- Yakubi Tar. c.2, s.11, İbn Ebi’l-Hadid ae. c.1, s.14, Usul-i Kafi Mukad. c.1, s.453.
[349]- Dimaşk sınırlarında Havran adlı bölgedeki bir kasabada bk. Yakut Hamevi, Mu’cemu’l-Buldan, Beyrut, ih. Ter. Ar. Bas. hk. 1399, s.441.
[350]- İslam tarihçileriyle muhaddisler bu olayı aşağıdaki kaynaklarda kaydetmiştir:
İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.191-
[351]- Bakara, 41, 42, 89, 146 ve A’raf, 157, En’am 20, Saf 6.
[352]- Cafer Sübhani, Raz-ı Bozorg-i Risalet, Tah. Tah. Mer. Cami Kütp. Hş. 1358, s.262-278. İslam Peygamberinin zuhuruyla ilgili diğer peygamberlerin verdiği haberler hakkında çok sayıda kitap yazılmıştır, bunlardan üçünü örnek olarak aktarıyoruz:
Tevrat ve İncil’de Muhammed (s.a.a), Prf. Abdulahad Davud, farsç. Çev. Fazl Nik Ayin ve Medrese-i Seyyar, Şeyh M.C. Belaği, çev. A. ve Enisu’l-E’lam, Fahru’l-İslam.
[353]- İbn Hişam ae. c.1, s.193, Beyhaki ae. 195, Sünen-i Tirmizi, İbrahim A.A inc. Beyrut Dâr-u İh. Ter. Ar. yay. c.5, el-Menakıb 3.b., s.590 had: 2620, Şeyh Abdulkadir Bedran, Tehzib-u Tar. Dimaşk, c.1, s.278, İbn Kesir, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.245, Sahih-i Buhari, Şeyh K.Ş. Rufai incelemesi, c.5 , s.28 bab: 33 hadis.71.
[354]- Yakubi Tar. c.2, s.11, Belazurî, Ensabu’l-Eşraf c.1, s.81, Usul-i Kafi c.1, s.447.
[355]- Gustav L. İslam ve Arap med. Çev: Sey. H. Hüs., s.101, lcnas Goldz Schier, İslam İnanç ve Şeriatı, Arapça terc. Kahire, Kit. Hadise bas. 2. bas., s.25, Muh. Gazâli, Siyonist Goldz Schier’in Mahkemesi, çev:, s. Belaği, Tah. Hüseyniye-i İrşad hş. 1363, s.47, Karl Br. Tarihu’l-Şuubi’l-İslamiyye, Arapça çev. N.E. Fars ve M. Baalbeki, Beyrut, D. İlm. Li’l-Melain 1. bas. 1988, s.34, Tarih Raporunda İhanet c.1, s.220-225.
[356]- Medeniyet Tarihi -İman çağı, 1. böl. çev: E.T. Saremi grubu, Tah. Sazm. İnt. ve A. İnk. İsl. 2. bas hş. 1368, s.207.
[357]- Nisa, 47, 51, 171, Maide, 72, 73, Tevbe, 30.
[358]- Şeyh A. Kummi, Sef. Bihar c.2, s.727, “Hevk” kelimesi, Mec. İ. Esir, en-Nihayet-u Fi Garibu’l-Hadis ve’l-Eser c.5, s.282, aynı terim (biraz farklılıkla).
[359]- Murtaza Âmuli, es-Sahih-u Min. Siyreti’n-Nebiyyi’l-A’zam, Kum hk. 1403, s.106.
[360]- Halebi ae. c.2, s.332.
[361]- Yeniden Tanınması Gereken Peygamber: Muhammed, çev: Zeb. Mensuri, s.5, bu kitap ilmi değerini düşüren fahiş hatalar ve tahriflerle doludur, çevirenin yöntemi de müellife benziyor bk. Mecelle-i Neşr-i Daniş 8. yıl, say. 2 sy: 52’de “Zebiyhullah Mensuri Denilen Fenomen” başlıklı makale, yaz: Kerim İmami.
[362]- Son peygamber Muhammed (s.a.a) c.1, s.188, Sey. C. Şehidi’nin makalesi. Bazı çağdaş İranlı araştırmacılar Hz. Muhammed’in (s.a.a) Buheyra’yla görüşmesi olayında bir takım şüpheler öne sürerek böyle bir olayın vuku bile bulmadığını yazmaktadır; bunlar tartışılabilir. A) Bk. Nebevi Siyeri üzerine inceleme -makaleler- ün. İnc. böl., s.378 ve Ramazan Muhammedî, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Şam yolculuğu üzerine bir inceleme, s.321-330 Ancak, bu kabul edilse bile, Hz. Muhammed’in (s.a.a) büyüklüğünü azaltacak değildir. Çünkü ahir zaman peygamberinin zuhuruyla ilgili kehanetler bundan ibaret değildi. Ancak, şarkiyatçılar İslami metinlerde geçen bu olayı İslam tarihini saptırma amacıyla kullandığı için biz bu kadarını aktarıp onlara eleştiri yöneltmekle yetindik.
[363]- Hz. Muhammed’in (s.a.a) gençliğinde katıldığı bir olayın da Ficar savaşı olduğu söylenir; bu olay “Halfu’l-Fudul”dan önce ve hazretin 14-20 yaşları arasında bulunduğu yıllara rastlar. Ancak, hazretin bu savaşa katıldığı şüpheli olup aksini gösteren belgeler de bulunduğundan bunu aktarmadık, bk. es-Sahih-u Min Sireti’i-Nebiyyi’l-A’zam c.1, s.95-97 ve İncelemeli İslam Tar. Ders. c.1, s.95-97 ve İncelemeli İslam Tar. Ders. c.1, s.303-503.
[364]- İbn Sa’d Tabakaatı, Beyrut, Sadır bas. c.1, s.128, M.b. Habib, el-Munammak Fi Ahbar-ı Kureyş, H.A. Faruk inc. Beyrut, Al. Kut. Bas. 1. bas. hk.1405, s.52.
[365]- Arapça metin kitabın Farsça basımının dipnotundadır -çev-.
[366]- M.b. Habib, ae. s.52-53, İbn Sa’d, ae. s.128, Yakubi Tar. c.2, s.13, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.142, Belazurî, Ensabu’l-Eşraf, Şeyh M.B.M. inc. Beyrut. Mües. İ.m. bas. 1.bas. hk.1394 c.2, s.12.
[367]- M.b. Sa’d ae. Hz. Muhammed’in (s.a.a) yaşının bu sırada daha büyük olduğunu yazanlar da vardır, Yakubi Tar. c.2, s.13, el-Munammak, s.53, İbn Ebi’l-Hadid, Nehc. Bel. Şerhi, Kahire, İhya-u Kut. Ar. Bas. 1962 c.15, s.225.
[368]- İbn Hişam ae. s.142, Yakubi ae. s.13, Belazuri ae. s.16, M.b. Hab. Ae. s.188.
[369]- M.b. Habib ae. s.54-55.
[370]- Ae. Belazuri c.2, s.13.
Bu antlaşmanın hatırası İslam çağında da halâ zihinlerde yaşıyordu. Nitekim İmam Hüseyin (a.s) Muaviye’nin yeğeni ve Medine valisi olan Velid b. Utbe b. Ebu Süfyan’la bir tarla anlaşmazlığı yaşayınca Velid’in zorbalığa devam etmesi halinde elini kılıcının kabzasına atıp Mescid-i Nebi’de Kureyşlileri böyle bir antlaşmaya davet etmekle tehdit etmiştir onu. İmam’ın bu sözünü duyan birçok Kureyşli onun yanında olduklarını ilan edince Velid geri adım atmak zorunda kaldı! Bk. İbn Hişam ae. c.1, s.42, Belazuri, ae. c.2, s.14, Halebi, ae. c.1, s.215, İbn Ebi’l-Hadid ae. c.15, s.226, İbn Esir Tar. Beyrut, Sadır yay. bas. c.2, s.42.
[371]- İbn Hişam, ae. c.1, s.199, İbn İshak, es-Siyer-u ve’l-Meğazi, s. Zekar inc. Beyrut, Daru’l-Fikir 1. bas. 1398 hk., s.81, Sıbt İbn’i Cevzi, Tezkiretu’l-Havass, s.301’de der ki: Hatice onları kendilerinin de sermayesiyle kâra ortak ediyordu (müzarebe usulü) İbn Esir Usdu’l-Gabe c.1, s.16’da şöyle der: Ya kiralar, ya da müzarebe usulü işe alırdı.
[372]- İbn Sa’d, ae. c.1, s.129.
[373]- Hz. Muhammed’in (s.a.a) maaş ve ücretle değil, muzarebe usulü çalıştığını gösteren karineler mevcuttur. Bk. Es-Sahih-u Min. Siyreti’n-Nebiyyi’l-A’zam c.1, s.112.
[374]- İbn Hişam ae. s.199, İbn İshak ae. s.81.
[375]- İbn Sa’d ae. , s.130.
[376]- ae.
[377]- İbn İshak ae. s.82, İbn Sa’d ae. s.131, İbn esir Tar. Beyrut, Sadır yay bas. c.2, s.39, Taberi Tar. Beyrut Kamusu’l-Hadis bas. c.2, s.196, Beyhaki, Delailu’n-Nübuvve, çev: M.M. Damğani, Tah. Mer. İnt. İlm. Ferhengi 1361 hş. c.1, s.215, İbn Esir, Usdu’l-Gabe, Tah. Mekt. İslm. Bas. c.5, s.435, Ebi Buşr M. İbn A.R. Dulabi, ez-Zürriyetu’t-Tahire, Sey. M.C. H. Celali inc. Beyrut, M.A. Mat. Bas. 2. bas. hk. 1408, s.45-46.
[378]- İbn Hişam ae. c.1, s.200-201, İbn Sa’d ae. c.1, s.131, Beyhaki ae. c.1, s.215, Razi Dulabi ae. s.46, İbn Esir Tar. c.2, s.39.
[379]- İbn Esir, Usdu’l-Gabe c.5, s.434, Halebi ae. c.1, s.224, Askalani, el-İsabe Fi Temyizi’s-Sahabe, Beyrut D. İh. Ter. Ar. Bas. c.4, s.281, İbn Abdulbirr, el-İstiy’ab Fi Marifeti’l-Ashab, (el-İsabe’nin haşiyesinde) c.4, s.279.
[380]- Halebi ae. c.1, s.224.
[381]- Daha önce evlendiği eşleri Utayk b. Aiz (Abid H L.) ile Ebu Hale Hind b. Nebbaş’tır; bk. İbn Esir, Usdu’l-Gabe c.5, s.434, İbn Hacer ae. s.281, İbn Abdulbirr ae. s.280, Halebi ae. c.1, s.229, Ebu Said Herguşi, Şerefu’n-Nebi, çev: N.M. Ravendi, Tah. Babek yay. hş. 1361, s.201, Şeyh A. Bedran, Tehzib-i Tar. Dimaşk. Beyrut, Dar-u İhya-ı T. Ar. 3. bas. hk. 1407 c.1, s.302. Bazı kaynaklarda ise Hz. Hatice’nin dul olmadığı ve ilk evliliğini Hz. Muhammed’le (s.a.a) yaptığı yolunda belgeler vardır, bazı çağdaş araştırmacılar bunu doğru bulmaktadır bk. Cafer Murtaza Amuli ae. c.1, s.121.
[382]- İbn Sa’d ae. Beyhaki ae. s.215, Taberi ae. c.2, s.197, Halebi ae. İbn Esir el-Kamil F. Tar. c.2, s.40.
[383]- Meclisi, Biharu’l-Envar, Tah. Daru’l-Kit. İsl. c.16, s.22.
[384]- Meclisi ae. s.20-21, İbn Hişam ce c.1, s.203, İbn Şehraşub, Menakıb-ı Âl-i Ebu Talib, Kum. İlmiye matb. c.1, s.41.
[385]- Meclisi ae. s.21-23.
[386]- İbn İshak ae. s.82, Belazuri, Ensabu’l-Eşraf, M. Hamidullah, Kahire, Maarif bas. c.1, s.98, Yakubi Tar. c.2, s.16, İbn Esir, el-Kamil Fi T. c.2, s.40, Razi D. ae. s.46, Halebi ae. s.227, İbn Şehraşub ae. c.1, s.42, Meclisi ae. c.16, s.19.
[387]- Belazuri ae. s.98, İbn Sa’d ae. c.1, s.132, Taberi ae. c.2, s.196, Halebi ae. s.228, İbn Abdulbirr, el-İstiy’ab c.4, s.280, İbn Esir, Usdu’l-Gabe c.5, s.435, el-Kamil fi. Tar. c.2, s.39 Hz. Hatice’nin evlendiği sırada kaç yaşında olduğuna dair başka kaviller de vardır bk. Emir Muheyye’l-Hayyami, Zevcatu’n-Nebi ve Evladih, Beyrut, Mües. İzzuddin 1. bas. hk. 1411, s.53-54.
[388]- İbn Hişam ae. c.1, s.201, Razi D. ae. s.49, Yakubi ae. c.1, s.216, Ebu Said Her. Ae. s.201, Ş. A. Bedran, Teh. Tar. Dimaşk c.1, s.302, İbn Esir, Usdu’l-Gabe c.5, s.434.
[389]- İbn Sa’d ae. c.1, s.121, İbn Hişam ae. c.1, s.210, Beyhaki ae. c.1, s.211, Meclisi, ae. c.15, s.369.
[390]- Ka’be’nin en kutsal parçası olan bu taş rivayetlerde gökten inen cennet taşı olarak geçer, Hz. İbrahim (a.s) Allah’ın emriyle onu Ka’be’nin duvarına yerleştirmiştir, bk. Meclisi ae. c.12, s.84, 99, Ezreki, Mekke Tar, Rüşdü, s. Mül. İnc. Beyrut, Daru’l-Endülüs, 3. bas. hk. 1403 c.1, s.62-63. Bugün Ka’be’nin doğu köşesinde, yerden 1,5 mt. yüksekte olan Haceru’l-Esved elips şeklinde koyu kırmızıya çalan siyah bir taştır.
[391]- İbn Sa’d ae. c.1, s.145-146, Yakubi Tar. c.2, s.14-15, Meclisi ae. c.15, s.337-338, Belazurî, ae. c.1, s.99-100, Mes’udi, Muruce’z-Zeheb, Beyrut, Endülüs yay. 1. bas. 1965 c.2, s.271-272. Bazı tarihçiler Ka’be’nin yıkılma ve onarım nedeninin başka bir olay olduğunu yazarlar, ama hepsi, Hz. Muhammed’in (s.a.a) bu hakemliğini aktarmaktadır, bk. İbn İshak, es-Siyer-u ve’l-Meğazî, s.103, İbn Hişam ae. c.1, s.205, Yakubi, Delailu’n-Nübuvve, çev. M.M. Damğani c.1, s.210.
[392]- İbn Hişam Siyeri, Kahire, Mus. Elb. Halebi bas. hk. 1351 c.1, s.262, Taberi Tar. Beyrut. Kamus-u Hadis bas. c.2, s.213, İbn Esir, el-Kamil-u F. Tar. Beyrut, Sadır yay. hk. 1399 c.2, s.58. Belazuri, Ensabu’l-Eşraf, Ş.M.B Mahmudi inc. Meyrut. Mües. A’lemi li’l-Mat. 1. bas. hk. 1394 c.2, s.90, İbn Ebi’l-Hadid, Nehcu’l-Bel. Şerhi, Kahire, D. İhy. K. Ar. 1962 c.13, s.119 c.1, s.15.
[393]- İbn Ebi’l-Hadid, ae. c.1, s.15, İbn Şehraşub Menakıb-ı Âl-i Ebi Talib, Kum, İlmiye mat. bas. c.2, s.180.
[394]- Ebu’l-Ferec-i İsfahani Mekatilu’t-Talibin Necef-i Eşref, M. Haydariye bas., s.15.
[395]- İbn Ebi’l-Hadid, ae. c.13, s.200.
[396]- Şeyh Tusi, el-Emali, Kum, Daru’s-Sakafe bas. 1. bas. hk. 1414, s.624.
[397]- Siyuti, Tarihu’l-Hulefa, Kahire, 3. bas. hk. 1383, s.170.
[398]- Nehcu’l-Belağa Subhi Salih, Hutbe 192.
[399]- A.B. es-Siretu’l-Halebiyye, İnsanu’l-Uyun, Beyrut Daru’l-Marife bas. c.1, s.199-204. Ebu-l Fida İ. Kesir, es-Siretu’n-Nebeviyye, Mustafa Abdulvahid inc. Kahire İsa Hald-i bas. c.1, s.250.
[400]- Nechu’l-Belağa, Hutbe 192.
[401]- İbn Ebi’l-Hadid, Nehcu’l-Belağa Şerhi, M.E. İbrahim, Kahire, İ.K. Arabı’a bas. 1961, c.13, s.207.
[402]- İbn-i Kesir, ae. c.1, s.389.
[403]- Halebi, ae. c.1, s.380-381, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye M. Sıka inc. Kahire M. B. Halebi bas. , hk. 1355, c.1, s.250 Taberi Tarihi, Beyrut, Kamusu’l-Hadis bas. c.2, s.203, 204, İbn Şehraşub, ae. Kum, İlmiye mat. bas. c.1, s.43, Meclisi, Biharu’l-Envar Tah. K. İslamiye bas. c.18, s.184 ve 193, Yakubi Tarihi, Necef, Mekteb-i Haydariye bas. hk. 1384, c.2, s.17.
[404]- İbn Şehraşub, ae. c.1, s.44, Meclisi, ae. c.18, s.194, Tabersi A’lamu’l-Vera Tah. D.K. İslamiye bas. 3. bas. s.36, Bu belgelere istinaden merhum Kuleyni’nin de rivayetine göre Hz. Muhammed bu sırada “Nebi” idi, ama henüz risalet rütbesine ulaşmamıştı. Usul-i Kafi, Tah. Mekteb-i Saduk bas. hk. 1381 c.1, s.176.
[405]- Hira dağı Mekke’nin kuzeydoğusunda yer alır. Güneşin doğduğu ve vahyin nazil olduğu yer olduğu için “Cebelu’n-Nur” (Nur Dağı) olarak adlandırılır. Birkaç yıl öncesine kadar bu dağ Mekke’den uzaktı fakat bugün, şehir genişlemiş ve bu dağın eteklerine kadar ev yapılmıştır. Bir sıradağın en yüksek tepesi olan Nur dağı heybetiyle hemen diğer tepelerden ayrılmaktadır. Hira mağarası olarak bilinen yer bu dağın tepesinde olup aslında bir mağara değil, iki kaya üzerine yuvarlanan büyük bir kayanın oluşturduğu küçük bir boşluk olup bir buçuk metre enindedir. Bu mağaranın ağzı açık olup normal bir insanın girip çıkabileceği şekildedir ama, ikinci yarısı dar ve tavanı basıktır. Gün ışığı mağaranın ancak yarısına kadar sızabilmektedir.
[406]- Nehcu’l-Belağa- Subhi Salih, hutbe 192 (Kasie) İbn Hişam, ae. c.1, s.251.
[407]- İbn Hişama, ae. Taberi, ae. c.2, s.206. İbn Kesir, ae. c.1, s.390, Belazur-i Ensabu’l-Eşraf, M. Hamidullah inc. Kahire, Maarif bas., 3. bas. c.1, s.105.
[408]- Halebi, ae. s.382.
[409]- İbn Hişam, ae. s.249, Taberi, ae. s.209, Belazuri, ae. s.114-115, İbn Sa’d Tabakatı, Beyrut, Sadır yay. c.1, s.190. Mesudi, et-Tenbih ve’l-Eşraf, Kahire, Daru’s-Savi yay., s.198, Halebi, ae. s.363, Meclisi, ae. s.204.
[410]- Tabersi, Mecmau’l-Beyan, Tah. İslami Maarif şerh. Bas. hk. 1379, c.10, s.514, Mesudi, Murucu’z-Zeheb, Beyrut, Endülüs yay. 1. bas. 1965, c.2, s.276.
[411]- Alâk, 1-5.
[412]- Necm, 1-12, İslam alimleri bu ayetlerin Hz. Peygamberin (s.a.a) bi’setiyle ilgili olduğunu söylemiştir. Bunu onaylayan karineler de vardır, bk. Meclisi Biharu’l-Envar. c.18, s.247, M.H. Marifet et-Temhid-u Fi Ulumi’l-Kur’an, c.1, s.35. A.B.M. Kastalani el-Mevahibu’l-Ludeniyye Bi’l-Menhi’l-Muhammediyye, S.A. Şami inc. Beyrut, Mekteb-i İslami, 1. bas. hk. 1412, c.3, s.88-89. Ama başka bir tefsire göre bu ayetler mirac’la ilgilidir.
[413]- Tekvir, 15-26.
[414]- Sahih-i Buhari, Şeyh K. Rufai şerhi, Beyrut, Daru’l-Kalem yay. 1. bas. hk. 1407 c.1, s.59-60 Bedu’l-Vahy kit. Ve Sahih-i Müslim, İmam Nevevi Şerhi. Beyrut, Fikir yay. hk. 1403 c.2, s.197-204, Bedu’l-Vahy-i Resulullah (s.a.a) babı, Taberi ae. c.2, s.205-206.
[415]- Askalani, el-İsabe Fi Temyizu’s-Sahabe, Beyrut, İh. Ter. Ar. 1. bas. hk. 1328 c.4, s.359.
[416]- Şura, 51, daha fazla bilgi için bk. Bihar E. c.18, s.246, 254, 257.
[417]- İbn Sa’d ae. c.1, s.197, İbn Şehraşub ae. c.1, s.43, Meclisi ae. c.18, s.271.
[418]- Meclisi ae. s.268, 271, Saduk, el-Tevhid, Tah. Mektebu’s-Saduk yay. s.115, Mehr-i Taban, Ayet. Sey. Muh. Hüs. Hüseyni Tahrani’nin merhum Ayet. Allame, s. M. H. Tabatabai ile sohbetleri, s.207-211.
[419]- Saduk, Kemalu’d-Din… Kum, Neşr-i İsl. Mües. Yay. hk. 1405 c.1, s.85, İle’lu-ş-Şerâyi, Necef, Hayd. Mek. Bas. hk. 1385 bab: 7, s.7.
[420]- Taberi ae. c.2, s.207, Belazuri ae. c.1, s.105, Mesudi, Murucu’z-Zeheb, c.2, s.276, Yakubi Tar. c.2, s.17.
[421]- Necm, 11.
[422]- Mecmau’l-Beyan c.10, s.384 “Ya eyyuhe’l-müddessir…” ayetinin tefsiri
[423]- Meclisi, Biharu’l-Envar c.18, s.262, M.H. Marifet, et-Temhid-u Fi Ulumi’l-Kur’an, Kum İlmiye med. Merk. Müdürlüğü c.1, s.49.
[424]- Göründüğü kadarıyla bu rivayetin zayıf ve itibarsız olduğunu ilk fark eden Cebel-i Âmul’daki büyük Şia alimlerinden merhum Sey. Abdulhüseyin Şerefuddin Musevi (hk. 1290-1377) olmuş, “İle’l-Mecmau’l-İlmii’l-Arabi bi-Dimaşk” Risalesi ve (Nass ve İctihad) adlı kitabının 319-322 sayfalarında bunu incelemiştir. Keza değerli araştırmacılarımızdan Ali Devani Bey “Şua-ı Vahy Ber Feraz-ı Kuh-i Hira” adlı kitabında bu konuyu etraflıca ele alıp gerekli bütün açıklamalarda bulunduğu için biz de kitabımızda bundan yararlandık (ae. s.70-108) İslam Tarihi: Ve başlangıçtan hicrete, s.98-110, Dinin İhyasında İmamların Rolü, c.4, s. 6-44, es-Sahih-u Min Siyreti’n-Nebiyyi’l-Azam, c.1, s.216-232, Tarih Raporunda İhanet, c.2, s.13-23, et-Temhid, c.1, s.52, 56, İncelemeli İslam Tarihinden dersler, c.2 , s.196-236.
[425]- Seyyid Murtaza Askeri, Dinin İhyasında İmamların Rolü, Mecmau’l-İlmi-i İslami yay. c.4, s.12.
[426]- Dairetu’l-Maarifi’l-İslamiye, Arapça çev. M.S. el-Findi, c.3, s.398 (Büheyra kelimesi), Montogomeri Wat, Edinburg Ün. Arp. Böl. başk. Bu konuda olumsuz propagandalarda bulunarak şöyle diyor:
“Miladi 7. yüzyılda Mekke gibi ıssız ve uzak bir şehirde dünyaya gelen birisinin böylesine imanlı olup Allah tarafından peygamber seçilmesi oldukça şaşırtıcıdır. O halde Muhammed’in korku ve şüpheye kapıldığını duymamız hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Bu hususta Kur’an ve hadislerde onun hayatıyla ilgili belgelerin yer aldığı söylenmektedir. Tabi, Tanrısının onu unutmadığından ne zaman emin olduğu da belli değildir(!). Onun bir başka konusu da cinnet geçirmekti, çünkü o günün Arapları bu tür şahısların, ruhlarla cinlerin eline düştüğüne inanıyordu. Bazı Mekkeliler Muhammed (s.a.a)’in ilhamlarını böyle yorumluyordu. Ve onun kendisi de bazen aynı şüphelere kapılıyordu(!) bk. Peygamber ve politikacı Muhammed, çev. İ. Valizade, Tah. İslamiye Kitabevi, hş. 1344, s.26-27.
[427]- İbn Hişam, ae. c.1, s.280, Taberi, ae. c.2, s.216, Mesudi, Murucu’z-Zeheb, c.2, s.275-276, Belazuri, ae. c.1, s.116 Yakubi Tarihi, c.2, s.19, Halebi, ae. c.1, s.456, Tusi, el-Gaybe, Tah., Mekteb-i Neyneva, el-Hadise yay., s.202. A) Saduk, Kemalu’d-Din ve Tamamu’n-Ni’me, Kum, el-Neşr. İsl. Mües. 1363 hş, 2/344’da 29. hadis.
[428]- Yakubi Tarihi, c.2, s.19, İbn Sa’d, Tabakaat c.1, s.199, Belazuri, ae. c.1, s.115.
[429]- Halebi, ae. c.1, s.456, 457.
[430]- İbn Hişam ilk Müslüman olan sekiz kişiyi önceliğe koymadan şöyle sıralar: Ali, Zeyd bin Harise, Ebubekir, Osman bin Affan, Zübeyr bin Avam, Abdurrahman bin Avf, Sa’d bin Vakkas, Talha bin Ubeydullah, bk. Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.262-369.
[431]- Daha önce de söylediğimiz gibi Hz. Ali çocukluğundan beri puta tapmamış ve tek tanrı inancıyla (muvahhid) büyümüş olduğundan, onun Müslüman olması demek zaten taşımadığı put inancını bıraktığı anlamına gelmiyordu; oysa Resulullah (s.a.a)’ın diğer sahabeleri için durum böyle değildi. Hz. Ali (a.s) İslam’ı tek tanrıcı ve semavi bir din olduğu için kabul etmiştir. Zeyni Dehlan şöyle yazar: “Hz. Ali (a.s) çocukluğunda bile asla şirke bulaşmamıştır; çünkü çok küçük yaştan itibaren Hz. Resulullah (s.a.a) onu tıpkı kendi çocuğu gibi kendi ellerinde ve kendi evinde büyütmüştür ve Hz. Ali (a.s) de fevkalade bir itaatle ona uymuştur. Bir hadiste üç kişinin asla küfre düşmemiş olduğu geçer: “Âl-i Yasin’in mümini, Ali bin Ebu Talib ve Âsiye (Firavun’un eşi)” bk. Siyretu’n-Nebeviyye, c.1, s.92, İbn Sa’d Hz. Ali hakkında “O, çocukluğundan beri asla putlara ibadet etmedi” şeklinde rivayet eder. Bk. Tabakat-ı Kübra, c.3, s.21. İbn Hacer Haysemi Mekki (öl. hk. 974) İbn Sa’d’den bunu aktardıktan sonra “Bu nedenle bütün sahabeden farklı olarak sadece Hz. Ali (a.s) için “Kerremallah-u veche” tabiri kullanılır” der. bk. el-Babu’t-Tasi’, s.120, Hz. Ali (a.s)’nin kaç yaşında Müslüman olduğu konusunda bk. Nehcu’l-Belağa şerhi, İbn Ebi’l-Hadid, Mısır bas. c.13, s.234-235.
[432]- Metnin Arapçası. İbn Abdulbirr, el-İstiab, el-İsabe haşiyesinde, Beyrut, Dar-u İhya-i Turasi’l-Arabi, 1. bas. hk. 1328 c.3, s.28, İbn Ebi’l-Hadid, ae. c.13, s.229 bk. Hakim-i Nişaburi, el-Müstedrek, Abdurrahman Maraşi inc. Beyrut, Daru’l-Marife, 1.bas. hk. 1406 c.3, s.17, Hatib-i Bağdadi Tarihi, Beyrut, Daru’l-Kutubi’l-Arabi, c.2, s.81, Halebi, ae. c.1s.432.
[433]- İbn Abdulbirr, ae. s.32, İbn Esir, el-Kamil-u Fi’t-Tarih, Beyrut, Sadır bas. hş. 1399, c.2, s.57 Hakim-i Nişaburi bu hadisi iki yolla “Nubbiu Resulullah…” ve “Vuhiye Resulullah Yevmel İsneyn…” şeklinde aktarmıştır. ae. c.3, s.112. Farklı rivayetler için bk. İbn Ebi’l-Hadid ae. s.229, Cüveyni Horasani Feraidu’s-Sımteyn, Beyrut, M.M.L.N. 1. bas. c.1, s.244, Hz. Ali (a.s) de aynı noktayı vurgular, bk. Siyuti, Tarih-i Hulefa, Kahire, el-Mektebetu’t-T.K. 3. bas. hk. 1383, s.166, Ş.M. Saban İs’afu’r-Rağibin, Nuru’l-Ebsar haşiyesinde, s.148, Ahmed bin Hicri’l-Heytemi el-Mekki, Sevaiku’l-Muhrika, Kahire, 2. bas. hk. 1385, s.120.
[434]- Nehcu’l-Belağa, Subhi Salih, hutbe 192 (Kâsıa).
[435]- ae. hutbe 131.
[436]- Taberi, ae. c.2, s.212, İbn Esir el-Kamil… c.2, s.57, aynı mazmunla el-Müstedrek-u Ale’s-Sahiheyn’de c.3, s.112, İbn Ebi’l-Hadid, Nehcu’l-Belağa Şerhi, c.13, s.200 ve 228 ve Meakıb-ı Ali bin Ebu Talib, Ebubekir A.B.M. Merduveyh-i İsfehani derlemesi ve Abdurrezzak Muhammed H.H. önsözüyle, Kum, Daru’l-Hadis 1. bas., hk. 1422, s.47 ve 48.
[437]- Taberi, ae. c.2, s.212, İbn Ebi’l-Hadid, ae. c.13, s.226 İbn Ebi’l-Hadid bunu Abdullah bin Mesud’dan da aktarır ve onun da Mekke yolculuğunda böyle bir sahneye şahid olduğunu yazar. Bk. es-Siretu’l-Halebiyye, c.1, s.436, İbn Abdulbirr, el-İstiab (el-İsabe haşiyesinde) c.3, s.165. Afif bin Kays-i Kindi’nin biyografisi, s.33 Şerh-i Hali Ali (a.s)’de biraz farklılıkla ve Muhammed bin İshak, es-Siyer-u ve’l-Meğazi, S. Zekar inc. Beyrut, Daru’l-Marife 1. bas. hk.1398, s.137 ve 138 ve Ebu’l-Fereci Keraceki, Kenzu’l-Fevaid, Kum, Daru’l-Zehair, 1. bas. hk. 1410, c.1, s.262, Hz. Ali’nin (a.s) ilk Müslüman oluşu hakkında daha fazla bilgi için bk. el-Gadir, c.2, s.314 ve c.3, s.220-224.
[438]- Vakia, 10-11.
[439]- Hadid, 10.
[440]- İbn Sa’d, Tabakaat, Beyrut Sadır bas. c.1, s.199.
[441]- Belazuri, Ensabu’l-Eşraf, M. Hamidullah inc. Kahire Daru’l-Maarif 3. bas. c.1, s.229 bk. Biharu’l-Envar, c.18, s.185.
[442]- İbn Sa’d, ae. s.212.
[443]- İbn Hişam ae. c.1, s.358, Tabersi, A’lamu’l-Vera, Tah. Dar. Kut. İslamiye 3. bas., s.44, Sıbt İbn Cevzi, Tezkeretu’l-Havass, Necef, Mek. Haydariye bas. hk. 1383, s.186.
[444]- Belazurî ve, s.128.
[445]- Tabersi, ae. s.56.
[446]- İbn Sa’d, ae. c.3, s.139.
[447]- Halebî Siyeri, Beyrut, Daru’l-Marife bas c.1, s.446.
[448]- es-Siretu’l-Halebiyye c.1, s.434.
[449]- İbn Sa’d ae. c.3, s.102.
[450]- ae. s.124.
[451]- ae. s.222.
[452]- ae. s.244. Abdulmuteal Saidi Mısrî “Şebab-ı Kureyş Fi Bedei’l-İslam” adlı kitabında İslam’ı ilk kabul edenlerden 40 Kureyşli gencin adını yaş sıralamasıyla yazmış, bu listenin başında Hz. Ali’nin (a.s) adını kaydetmiştir. s.33-34.
[453]- Belazurî ae. c.1, s.156 ve 181, Tabakaat-ı Kübra c.3, s.248.
[454]- ae.
[455]- Tabersi, Mecmau’l-Beyan, c.2, s.305.
[456]- En’am, 52-53.
[457]- İbn Sa’d ae. c.1, s.165, Halebi, ae. c.1, s.499.
[458]- Hud, 27.
[459]- A’raf, 75-76.
[460]- Şuara, 214-216.
[461]- Müslüman bilim adamları arasında “Bedeu’d-Davet”, “Yevmu’d-Dar”, “Yevmu’l-İnzar” adlarıyla bilinen bu ünlü olayı çok sayıda tarihçi, hadisçi ve tefsirci önemsiz bazı cümle farklılıklarıyla aktarmıştır, bu kaynaklardan önemli olan bazılarını sıralayalım: M.C. Taberi Tarihi c.2, s.217, İbn Esir, el-Kamil F.T. c.2, s.63, İbn Ebi’l-Hadid, Nehcu’l-Bel. Şerhi, c.13, s.211, Beyhaki, Delailu’n-Nübuvve, M.M. Damğani c.1, s.278, Tabersi, Mecmau’l-Beyan, c.7, s.206, Şeyh Müfid, İrşad, s.29, A.b. M.b. Tavus, el-Teraif Fi Marifet-i M.T c.1, s.20, es-Siretu’l-Halebiyye, İnsanu’l-Uyun c.1, s.461, Meclisi, Biharu’l-Envar c.18, s.178, 181,191, 214, Allame Emini, el-Gadir c.2, s.278-289, Sey. Mur. Askeri, Dinin İhyasında İmamların rolü c.2, s.86 ve c.6, s.17-18, Müsned-i Ahmed Hanbel, c.1, s.159. Allame Emini’nin de değindiği gibi tarihçiler arasında Taberi bu olayı yukarıdaki gibi anlattığı halde Camiu’l-Beyan adlı tefsirinde (c.19, s.75) Hz. Resulullah’ın (s.a.a) iki yerde “benim helefim ve vasim..” dediğini görmezden gelerek hadisi tahrif edip bu sözler yerine “vs.. vs..” tabirini kullanmıştır!! İsmail b. Kesir Şami de üç kitabında (Tefsir c.3, s.351, el-Bidayet-u ve’n-Nihaye, c.3, s.40 ve Siyretu’n-Nebeviye c.1, s.459) onun bu uygunsuz yöntemini izlemiştir! Bu ikisinin özel düşünce tarzı ve siyasi görüşleri dikkate alındığında bu tavırları şaşırtıcı değildir.
[462]- İnzar ayetlerinin bulunduğu Şuara Suresi, Vâkıa Suresi’nden sonra inmiş, bunu sırasıyla Neml, Kasas, İsra, Yunus, Hud,Yusuf, ardından da aleni davet emrinin olduğu Hicr Suresi nazil olmuştur, bk. M. Hâdi Marifet, et-Temhid Fi Ulumi’l-Kur’an c.1, s.105.
[463]- Hicr, 95.
[464]- Ebteh, Mina yakınındaki bir vadinin adıdır, bk. Yakut Hamevi, Mu’camu’l-Buldan c.1, s.74, bu olay hac mevsiminde, hacıların Mina’da toplandığı sırada vuku bulmuş olsa gerek.
[465]- Yakubi Tar. c.1, s.19, Hz. Peygamber (s.a.a)’in ilk daveti başka şekillerde de rivayet edilmiştir. Muhtemelen hazret kısa aralıklarla putperestleri benzeri beyanatla İslam’a davet etmedeydi. bk. Yakubi, ae. c.1, s.279, Tabersi, A’lamu’l-Vera, Tah. D.K. İslamiye, 3. bas., s.39, Meclisi, Biharu’l-Envar, c.18, s.185, Halebi, ae. c.1, s.461.
[466]- Taberi, ae. c.2, s.218, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, Kahire, M. M. B. Halebi bas. hk. 1355, c.1, s.282 İbn Sa’d, Tabakaat, c.1, s.199, İbn Esir, el-Kamil Fi’t-Tarih, c.2, s.63.
[467]- Taberi, ae. c.2, s.218-220, İbn Hişam, ae. c.1, s.282-287 ve 313, 316, Beyhaki, ae. c.1, s.282, İbn Sa’d, ae. c.1, s.202 ve 203, Belazuri, ae. c.1, s.231, 232, İbn Esir ae. c.2, s.63-65, Halebi ae. c.1, s.462-463, İbn Kesir, Siretu’n-Nebeviyye, Kahire, M.İ.B. Halebi, hk. 1383, c.1, s.474. Bu nakle göre Kureyşin tehdidi karşısında Hz. Resulullah’ın (s.a.a) verdiği “güneş ve ay” benzetmeli cevapta, görünüşte tenasüb bulunmamaktadır. Ancak, bazı kaynaklardaki rivayette geçen cevap, Kureyşin tehdidiyle uyumludur, bu rivayete göre Hz. Resulullah (s.a.a) Kureyşin tehdidi karşısında güneşe bakarak “Benim peygamberliğimden vazgeçmem, sizin şu güneşe elinizi atıp ondan bir ateş parçası almanız kadar imkansızdır” demiştir. Bunun üzerine amcası Ebu Talib, Kureyşlilere “Vallahi kardeşimin oğlu bugüne değin yalan söylemiş değildir, dönün gidin!” karşılığını vermiştir, bk. Hafız Nuruddin Heysemi, Mecmeu’z-Zevaid, Bey. Dar. kit. 6/15. Mu’cem-i Avsat ve Keb. Taberani’den naklen ve Müsned-i Ebu Ye’la (Heysemi, Ebu Ye’la’nın rivayetinin senedini sahih kabul eder.) ve Fıkhu’s-Siret, Muhammed Gazali, Alemu’l-Marife, s.114-115.
[468]- İbn Hişam, ae. s.287, Taberi, ae. s.220, İbn Şehraşub Menakıb-ı Âl-i Ebutalib, Kum İlmiye mat. c.1, s.59, İbn Esir, ae. s.65, İbn Kesir, ae. s.477, Halebi, ae. s.463.
[469]- Kur’an-ı Kerim birçok yerde onların eski inanç, din ve geleneklerinde kör taassup gösterdiklerini belirterek bunu kınar. bk. Bakara, 170, Maide, 104, Yunus 78, Lokman 21, Zuhruf, 22,23.
[470]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.358.
[471]- Zuhruf, 32.
[472]- Tabersi Mecmau’l-Beyan, c.9, s.46.
[473]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.1, s.387, İbn Şehraşub, ae. c.1, s.50.
[474]- Müddessir, 11-16.
[475]- Müddessir, 26-29. Bu sureyi iniş sırasına göre 4. sure sayarlar. bk. et-Temhid, c.1, s.104.
[476]- Mesed, 1-4, Bu sure de iniş sırasına göre altıncı suredir. bk. ae.
[477]- Hümeze, 1-7.
[478]- Leyl, 5-11, nüzul sırasına göre, bu sure 9. suredir. ae.
[479]- Göründüğü kadarıyla bu zenginler Mekke’nin yanı sıra Taif’de de büyük Ticari yatırımlarda bulunmuşlardı.
[480]- Taberi Tarihi, Beyrut, Kamusu’l-Hadis bas. c.2, s.221, İnsan ve toplumun hayatına sadece maddi açıdan bakanlar Kureyşlilerin İslam’a muhalefet göstermesinde ekonomik faktörlere haddinden fazla önem verir ve gerçekte olayın sadece bir boyutunu görürler. Ünlü İslam ve İran uzmanı meşhur Leningrad Şarkiyat Fakültesi öğretim görevlisi Rus bilim adamı Petroşefski bu tür düşünce ve bakış açısına verilebilecek ilginç bir örnektir. Bu materyalist Rus diyor ki: “Mekke’nin önde gelenleri birçok köleye sahip, tefeci ve tüccar kesimiydi, Muhammed (s.a.a)’in tebliğine karşı açıkça düşmanlık gösteriyordu. Bu düşmanlığın dini taassuplar olduğu söylenemez, bilakis Muhammed (s.a.a)’in yaptığı propaganda putperestliğe karşıydı ve Mekke’nin ticari ve siyasi çıkarlarını tehdit ediyordu. Çünkü onun çağrısı Kâbe(!) ve putlara tapınmaya bir son verebilirdi. Bu da hacıların Mekke’ye akınını durdurup piyasanın durgunlaşmasına ve bu şehrin diğer şehirlerle olan ticari ilişkilerinin zayıflamasına yol açacaktı. Bu ise Mekke’nin siyasi nüfuzunun sonu demekti. Bu nedenledir ki, Mekke müşriklerinin büyükleri Muhammed (s.a.a)’in çağrısını kendi çıkarları açısından çok tehlikeli bulmuş ve ondan nefret etmişlerdir. bk. İran’da İslam, çev: Kerim Keşaverz, 7. bas., Tah. Peyam yay. hş. 1363, s.26, Metinde verdiğimiz açıklamalardan sonra bu Rus araştırmacının görüşlerinin asılsızlığı yeterince anlaşılmış olsa gerek.
[481]- Kasas, 57.
[482]- Tabersi, Mecmau’l-Beyan c.7, s.260; İbn Şehraşub, Menakıb, Kum, İlmiye mat. c.1, s.59.
[483]- Menakıb c.1, s.59.
[484]- M. E. İbrahim, Kısasu’l-Arab, Beyrut, Dar. İh. Tev. Arabi yay. hk. 1382 c.2, s.258, İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Beyrut, maarif mek. Yay. 2. bas. 1977 c.3, s.144.
[485]- İbn Hişam ae. c.1, s.337, İbn Şehraşub c.1, s.50, İbn Kesir, Siretu’n-Nebeviyye, Mus. A. inc. Kahire hk. 1384 c.1, s.506-507.
[486]- ae. Arap Yar.’da dinler -Hunefa-.
[487]- İbn Kesir, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.130.
[488]- Taberi Tar. Beyrut, Kamusu’l-Had. bas. c.2, s.221.
[489]- Belazuri, Ensabu’l-Eşraf, Dr. M. Hamidullah inc. Kahire, Maarif mat. 3. bas. c.1, s.197, İbn Esir, el-Kamil F.T. Beyrut, Sadır yay c.2, s.66.
[490]- Belazuri ae. c.1, s.156-196, İbn Esir ae. c.2, s.66-70.
[491]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.344, Taberi Tar. c.2, s.222, İbn Esir ae. c.2, s.76.
[492]- Taberi ae. s.221.
[493]- Ömer Ferruh, Sadru’l-İslam Tar. Beyrut, Dar. İlm. 3. bas. 1976, s.54, Dr. A. Zeryab, Sire-i Resulullah (s.a.a) Tah. Suruş yay. 1. bas. 1370 hş., s.169.
[494]- İbn Sa’d Tabakaatı c.1, s.204, Belazuri, Ensabu’l-Eşraf c.1, s.228, İbn Esir ae. s.77.
[495]- İbn Sa’d ae. s.204, İbn Hişam ae. s.344, Taberi ae. s.221-222.
[496]- Belazuri ae. s.227.
[497]- İbn Sa’d ae. s.207. Muhacirlerin sayısını daha az yazanlar da vardır, ama tarihte kayıtlı muhacir isimleri, ilk rakamı doğrulamaktadır. Bk. İbn Hişam ae. s.346-353, Dr. M. İb. Ayeti, İslam Peygamberinin Tar. Tah. Ün. Yay. c.2, s.1361, s.122-132.
[498]- İbn Hişam ae. c.1, s.357, Meclisi, Biharu’l-Envar c.18, s.418, Tabersi, Ebu Talib’in yazdığı şiiri aktarmaktadır bk. A’lamu’l-Vera, s.45.
[499]- Tabersi ae. s.43-44, İbn Hişam ae. s.356-360, İbn Esir ae. c.2, s.79-81.
[500]- Bazı kaynaklara göre Cafer b. Ebu Talib Habeşe’den dönerken bu ülkeden 70 kişiyi de getirip Resulullah’la (s.a.a) görüştürmüş, bu görüşmeden sonra Müslüman olmuşlardır, bk. Mecmau’l-Beyan, c.3, s.234.
[501]- İbn Sa’d ae. s.208.
[502]- ae. c.8, s.97, İbn Hişam ae. s.238, İbn Kesir, el-Bidaye, Beyrut, Maarif Mek. 1. bas. 1966 c.4, s.143, Ayeti ae. s.132.
[503]- Meclisi, Bihar c.43, s.7 ve sonrası. Ehl-i Sünnet uleması Hz. Fatıma’nın (a.s) bi’setten 5 yıl önce doğduğunu yazarlar. bk. Sey. c. Şehidi, Fatıma Zehra’nın (a.s) Hayatı, Tah. Def. Neşr-i Fer. İslami hş. 1365 7. bas. , s.24-32.
[504]- İsra, 1.
[505]- Necm, 18.
[506]- Behrani, Burhan Tefsiri, Kum, Dar. Kit. İlm. Hk. 1393 c.2, s.400.
[507]- Mecmau’l-Beyan, Tah. Maar. Şerh. c.6, s.395, İsra Suresi 1. ayetin tefsiri
[508]- Meclisi ae. c.18, s.290, Numune Tefsiri c.12, s.17 sonrası. Bugünkü bilim kuralları çerçevesinde mirac imkanı için bk. Numune Tef. C.12, s.17-20, Furuğ-u Ebediyet c.2, s.393.
[509]- Kuleyni, el-Furu Mine’l-Kafi, Tah. Dar. Kit. İslamiye bas. 2. bas. hş.1362 c.3, s.482-487, İbn Sa’d Tabakaatı c.1, s.213, Sahih-i Buhari, Ş.K.Ş. Rıfai, Beyrut, Dar. Kalem 1. bas. hk. 1407 c.5, Menakıbu’l-Ensar, bab:102, s.132-134, Ş.M.b. H. Hürr-i Âmuli, Vesailu’ş-Şia, Beyrut, D. İh. Tev. Ar. 4. bas. c.3, Kitabu’s-Salat, s.7 hadis.5 ve, s.35 hadis.14, s.60, Meclisi ae. c.18, s.348, Sey. Haş. Behrani ae. c.2, s.933.
[510]- Allame Emini, el-Gadir c.3, s. 242.
[511]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.375, Taberi ae. c.2, s.225, Blazuri, Ensabu’l-Eşraf, M. Ham. İnc. Kahire Dar. Maar. 3. bas. c.1, s.234.
[512]- Belazurî ae. c.1, s.234, İbn Sa’d Tabakaatı c.1, s.209, İbn Ebi’l-Hadid, Nehc. Bel. Şerhi. c.14, s.58.
[513]- Belazuri ae. s.230, İbn Şehraşub ae. c.1, s.63, İbn İshak, es-Siyer-u ve’l-Meğazî M., Süh. Zokar inc. Beyrut. Dar. Fik. 1. bas. hk. 1398, s.159, Meclisi, Biharu’l-En. c.19, s.18.
[514]- İbn Ebi’l-Hadid, Nehcu’l-Bel. Şer, M. E. F. İbrahim inc. Dâr-ı İh. Kut. Ar. Bas. 1961 c.14, s.64, Fetal Nişaburi, Ravzatu’l-Vaizin, Bey. Mües. İlm. Mat. 1. bas. hk.1406, s.63.
[515]- Doğru teleffuzu “Şib”dir, iki tepe arasındaki dere ve yar demektir. Daha sonra “Şi’b-i Ebu Yusuf”olarak tanınan bu yer Abdulmuttalib’e aitti, gözlerinin feri azalınca burayı evlatları arasında bölüştürdü, babası Abdullah’ın payını da Hz. Peygamber’e (s.a.a) verdi. Haşimoğullarının bu derede evi vardı (Yakut Hamevi, Mu’cemu’l-Buldan c.3, s.347) Yapılan incelemelere göre Ebu Talib vadisi bugün Mekkeliler tarafından “Cennetu’l-Mualla” ve İranlılar arasında “Ebu Talib kabristanlığı” olarak bilinen Hecun’da değildi; Mescidu’l-Haram yakınında, Safa Dağı yanında, Ebu Kubays Dağının kuzey ucunda yer alıyordu. Hz. Peygamber’in (s.a.a) doğduğu ve Hz. Hatice’yle yaşadığı ev buradaydı, Hz. Resulullah (s.a.a) hicrete kadar burada yaşadı. Hazretin (s.a.a) Medine’ye hicretinden sonra Akil b. Ebu Talib burayı tasarruf etti. Ondan sonra Akil b. Ebu Talib burayı tasarruf etti. Ondan sonra Haccac’ın kardeşi Muhammed bin Yusuf Sakafi burayı Akil’in evlatlarından satın alarak kendi evine kattı, bundan sonradır ki “Şi’b-i Ebu Yusuf” adını almış, bu nedenle de bazı eski tarihçiler burayı bu adla kaydetmişlerdir.
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) doğduğu ev burada belli bir yerdeydi. Suudi kralı Abdulaziz döneminde Mekke belediye başkanı burayı kütüphaneye çevirttirdi ve hk. 1399’da Gazze Caddesi’nin genişletileceği bahanesiyle yıkılarak böylesine nadide bir yadigar yok edilmiş oldu! (bk. Mikat-ı Hac fasılnamesi, 3. sayı, hş. 1372 baharı, Seyyid Ali Gazi Asker’in “Şi’b-i Ebu Talib Hakkında Bir İnceleme” başlıklı makalesi, s.149-171).
[516]- Bi’set’in 7. yılı Muharrem ayının ilk günü, İbn Sa’d Tabakaatı, c.1, s.209.
[517]- İbn Sa’d ae. Belazuri ae. s.233-234, İ. V., Yakubi Tar. c.2, s.25, İbn esir, el-Kamil Fi Tarih, Beyrut, Sadır yay. c.2, s.2, s.87, F. Nişaburi ae. s.63-64.
[518]- İbn Şehraşub ae. c.1, s.63, Tabersi, A’lamu’l-Vera, Tah. İsl. Kit. Yay. 3. bas., s.49.
[519]- F. Nişaburi, Ravzatu’l-Vaizin, Beyrut. M.İ. M. 1. bas. hk. 1406, s.64, İbn Şehraşub ae. s.64, Tabersi ae. s.50, İbn Ebi’l-Hadid ae. c.14, s.64 bk. İbn İshak ae. s.160.
[520]- İbn Şehraşub ae. s.65, İbn Sa’d ae. s.209, Belazuri ae. s.234, İbn İshak ae. s.159.
[521]- Tabersi ae. s.50.
[522]- Meclisi ae. c.19, s.19, İbn İshak ae. s.159.
[523]- İbn Şehraşub ae. s.65, Tabersi ae. s.51.
[524]- İbn İshak ae. s.161, İbn Hişam ae. c.1, s.379, Belazuri ae. s.235, Meclisi ae. s.19.
[525]- İbn Ebil Hadil, Nehc. Bel. Şerhi c.13, s.254.
[526]- İ.V. Yakubi Tar. c.2, s.25, Tabersi A’lamu’l-Vera, s.50.
[527]- Tabersi ae. İbn Şehraşub ae. c.1, s.64.
[528]- İbn İshak ae. s.161, Belazurî ae. c.1, s.234, İbn Sa’d ae. c.1, s.210, İbn Şehraşub ae. c.1, s.65.
[529]- İbn İshak ae. s.162, 165,166, Belazuri ae. s.236, İbn Eb. Hadid ae. c.14, s.59, İbn Esir, el-Kam. Fi. Tar.c.2, s.88, Meclisi Bih. Envar c.19, s.19.
[530]- Bi’setin 10. yılı, İbn Sa’d ae. c.1, s.210, Belazurî ae. c.1, s.236.
[531]- Tabersi ae. s.51-52.
[532]- Nehcu’l-Bel. Subhi Salih 9. mektup.
[533]- Belazuri ae. c.1, s.236, İbn Ebir ae. c.2, s.90.
[534]- İbn Vazih, Yakubi Tarihi c.2, s.29, Hz. Resulullah (s.a.a) bu yılı “Hüzün Yılı” olarak adlandırdı, bk. Meclisi, Biharu’l-Envar c.19, s.25.
[535]- İbn İshak ae. s.243, İbn Hişam ae. c.2, s.57, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.53.
[536]- İbn İshak ae. İbn Hişam ae.
[537]- Emir M. Hayyami, Nebi’nin Eşleri ve Evlatları, Beyrut, İzzuddin mües. 1. bas. hk. 1411, s.62-63, Ebi B. Dulabi, Zürriyet-i Tahire , Beyrut, Mües. İlm. Mat. 2. bas. s.63-64.
[538]- İbn Abdulbirr, el-İstiy’ab, el-İsabe haşiyesinde c.4, s.287, Dulabi ae. s.51.
[539]- Kuleyni, Usul-i Kafi, Tah. Dar. Kit. İsl. Bas. 1381 hk. c.1, s.449, Allame Eminî, el-Gadir c.7, s.393, Meclisi, Biharu’l-Envar c.18, s.187 bk. el-Gadir c.7, s.359, 388, 393, Yakubi Tar. c.2, s.20.
[540]- İbn Sa’d Tabakaatı c.1, s.211, Taberi Tar. c.2, s.229, Beyhaki, Delailu’l-Nübuvve, çev. M.M. Damğani, Mer. İnt. İlm. Fer. Hş. 1361 c.2, s.80, İbn Esir ae. c.2, s.91.
[541]- İbn İshak Siyeri, s.239, İbn Hişam ae. c.2, s.58, Taberi ae. s.229, İbn Şehraşub Menakıbı c.1, s.67, İbn Esir ae. s.91, Beyhaki ae. s.80, s. b. Cevzi, Tez. Hevas, Mek. Haydariye bas. hk. 1383, s.9.
[542]- Şeyh Müfid, Evailu’l-Makalaat, Kum. Mek. Daveri, s.13, fet. Nişaburi ae. s.155, İbn Ebi’l-Hadid, Nehcu’l-Bel. Şerhi, c.14, s.65, Tabersi, Mecmau’l-Beyan c.3, s.287, En’am Suresi 26. ay. Tef. Ve Ali b. Tavus, et-Teraif Fi Marifet-i M. Tev. Kum, Hayam bas. hk.1400., s.298.
[543]- Teberi ae. c.7, s.260, Kasas Suresi 56. ayetin tefisri.
[544]- Kuleyni ae. c.1, s.448, Saduk, el-Emâli, Kum. Matm. Hik., s.366 meclis.
[545]- Ebu Talib güçlü bir şairdi ve bir divanı vardı, Ebu Nuaym Ali b. Hamza Basrî Temimî Lügavi’nin (öl: hk.375 sicilya) derlediği bu şiir divanının bir nüshasını Şeyh Ağa Bozorg-i Tehrani Bağdad, Âl-i Seyyid isa Kütüphanesi’nde gördüğünü yazar; bk. ez-Zeria c.9 1. böl., s.42-43. Aynı şekilde Besra’da yaşayan ünlü Şia şair ve edebiyatçı Mihzemoğullarından Ebu Hiffan Abdullah b. Ah. Abdi “Ebu Talib b. Abdulmuttalib’in şiirleri ve hakkındaki rivayetler” adlı bir kitabı vardır, bk. Rical-ı Necaşi, Muh. cev. Naini inc. Beyrut 1. bas. hk.1408 c.2, s.16 568. sayı. Merhum Şeyh Ağa Boz. Tehr. bu eserin bir nüshasını Bağdat Âl-i Sey. Attar Kütüphanesi’nde gördüğünü, şiirlerin 500 beyitten fazla olduğunu, 1356’da Necef’te basıldığını yazar, bk. ez-Zeria c.14, s.195. Müminlerin emiri İmam Ali (a.s) sevgili babası Ebu Talib’in şiirlerinin söylenip yazılmasını ve derlenmesini tavsiye ediyor ve “Bu şiirleri öğrenin ve çocuklarınıza öğretin, Ebu Talib Allah’ın dinine tabiydi ve şiirleri bilgi doludur” buyuruyordu. bk. el-Gadir c.7, s.393.
[546]- Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.45, Mecmau’l-Beyan c.4, s.288, Allame Emini, el-Gadir c.7, s.331.
[547]- Kuleyni ae. c.1, s.449, Tabersi, Mecmau’l-Beyan c.4, s.287, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.1 , s.377, İbn E. Hadid ae. c.14, s.72, Şeyh E.F. Keraceki, Kenzu’l-Fevaid, Ş.A. Ni’me inc. Kum, O. Zehair 1. bas. hk. 1410 c.1, s.181, Allame Emini, el-Gadir c.7, s.332.
[548]- İ.E. Hadid ae. s.55, Emini ae. s.334, Askalani, el-İsabe F.T. Sah. Beyrut, Dar-ı İh. Ter. Ar. C.4, s.116, İbn Kesir, el-Bidaye… Beyrut, Mek. M. 2. bas. 1977 c.3, s.42.
[549]- Hz. Ebu Talib’in Müslüman olduğu hakkında birçok kitap yazılmış, Şeyh Ağa Bozorg-i Tahrani bunların bir kısmının adını “ez-Zeria” adlı eserinde kaydetmiştir bk. c.2, s.510-514. Merhum Al. Emini de el-Gadir c.7, s.330-403’te bu konuya tafsilatıyla değinerek Hz. Ebu Talib’in Müslüman olduğu ve mümin olarak vefat ettiğini ispatlayan büyük İslam alimlerinin kaleme aldığı 19 kitabın adını vermekte ve onun imanını ispatlayan 40 hadis aktarmaktadır; aynı eserinin 8. cildinde de muhaliflerin bu konudaki şüphe ve iddialarını cevaplamaktadır.
[550]- Dr. Ab. Zeryab, Siyre-i Resulullah (s.a.a) Tah. Suruş yay. 1. bas. hş.1370, s.178-179.
[551]- İb. Abdulbirr, el-İstiab, el-İsabe’nin haşiyesinde, c.4, s.282, Sahih-i Müslim, İmam Nevevi şerhi, Beyrut, Dar. Fik. Bas. c.15, s.201.
[552]- M. H. Heykel, Muhammed’in (s.a.a) Hayatı, Kahire, Mek. Neh. Mıs. 8. bas. 1963, s.315,316,325.
[553]- Daha fazla bilgi için bk. Tahrim Suresi 1-5 ayetlerinin tefsiri.
[554]- M.B. Sa’d Tabakaatı, Beyrut, Sadır yay. c.7, s.97, Şeyh Ab. Kummi, Sefine’t-il Bihar c.1 “hubb”terimi, s.204
[555]- İbn Esir, Usdu’l-Gabe c.5, s.458, Mesudi, Murucu’z-Zeheb, Beyrut, Daru’l-End. c.2, s.289, Hamd, Mustevfi, Seçkin Tarih, Abdulhüseyin Nevai’nin katkılarıyla, Tah. Emir keb. yay. hş..1362, s.161.
[556]- İbn Kesir, el-Bidaye… c.4, s.144, Ham. Must. Ae. s.161.
[557]- İbn Sa’d ae. s.99, Şeyh Ab. Kummi ae. s.204.
[558]- Askalâni, el-İsabe F.T. Sah. c.4, s.458, İbn Esir Usdu’l-G. c.5, s.588
[559]- İbn Esir ae. s.218.
[560]- ae. s.588, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye c.4, s.294, İbn Sa’d ae. c.8, s.87
[561]- İ. Abdulbirr, el-İstiab c.4, s.82.
[562]- E. M. Hayyami, Peygamber’in (s.a.a) Eşleri ve Çocukları, Beyrut, Mües. İz. 1. bas hk. 1411, s.199.
[563]- İbn Hacer ae. s.458, İbn Sa’d ae. c.8, s.87.
[564]- İbn Sa’d ae. s.90-91, Muhammed b. Habib, el-Muhber, Bey. Dar Af. Ced. Bas., s.84.
[565]- Mamagani, Tenkihu’l-Makaal, c.3, Fasl-ı Nisa, s.72. İbn Hacer ae. s.458, İbn Sa’d ae. s.91.
[566]- Mamagani ae. Ş.M.T Tusteri, Kamus-u Rical, Tah. Mer. Neşr. Kit. Hk. 1389 c.10, s.396.
[567]- İbn Sa’d ae. c.8, s.101, İbn Esir, Usdu’l-G. c.2, s.226, İbn Hacer, el-İsabe c.4, s.564.
[568]- İbn Sa’d ae. İbn Esir ae. c.2, s.224, İbn Hacer ae. s.563.
[569]- Ahzab 4, 5.
[570]- Âlusi, Tefsir-u Ruhi’l-Meâni, Beyrut, Dar. İh. Ter. Ar. c.21, s.147.
[571]- İbn Sa’d ae. c.8, s.103.
[572]- Müfessirlere göre Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yüreğinde sakladığı şey Zeyd’in Zeynep’ten boşanacağı ve Hz. Peygamber’in (s.a.a) onunla evleneceği yolunda Rabbinden aldığı haberdi, böylece Araplar arasındaki bu batıl gelenek yıkılmış olacaktı. Hz. Resulullah (s.a.a) insanların bu konuda tavır ve sözlerinin ne olacağını bildiği için bu bilgisini açıklamaktan çekinmiştir. (Ehl-i Beyt’in 4. imamı (a.s) bunu aktarmaktadır) Alusi, ae. c.22, s.24, Tabersi, Mecmau’l-Beyan c.8, s.360.
[573]- Ahzab, 37.
[574]- İbn Esir ae. c.7, s.494, Tabersi, Mec. Bey. C.8, s.337, Kastalani, el-Mev. Led. B. M. Muh. Salih Ah. Şami inc. Beyrut Mek. İsl. bas. 1. bas. hk. 1412 c.2, s.87.
[575]- Ahzab, 40.
[576]- Dairetu’l-Maarifi’l-İslamiye, çev. Ah. Ş. ve grubu c.11, s.29’da “Zeyneb” terimi, M. H. Heykel, ae. s.316-323. Olayı saptıran doğubilimcilere göre güya Hz. Resulullah (s.a.a) bir gün Zeyd’in evine gitmiş, tesadüfen Zeyneb’i orada görür görmez güzelliğine kapılıp ona aşık olmuş. Zeyd de bunu anlayınca Zeyneb’i boşamış!!! Bu iftiranın ilkelliği güldürücüdür, çünkü Zeyneb Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yakın akrabası olduğu gibi, o sırada kadınların örtünmesi de pek yaygın bir gelenek olmadığından o hazretin (s.a.a) görmediği, tanımadığı biri değildi. Böyle bir ortamda yakın akrabaların birbirlerinin güzel mi yoksa çirkin mi olduğunu bilmediği düşünülebilir mi sahi?! Hiçbir aslı olmayan bu rivayet maalesef bazı tarih kitaplarında da yer aldığından (bk: Taberi Tar. c.3, s.42, Tabakaat-ı Kübra c.8, s.101) kimi yazarlar tarafından, aslı olup olmadığına bakılmaksızın aktarılmış ve İslam düşmanı bazı şarkiyatçılar, birçok uyduruk rivayet gibi buna da dört elle sarılmış, böylece onlara malzeme kazandırılmıştır. Oysa metinde de açıkladığımız gibi bu olayın aslı bambaşka olup çok açık ve net şekilde Kur’an’da da geçmekte ve İslam uleması bu rivayetin sahih olmadığının altını çizmektedir. Mesela ünlü Şia alimi Alemu’l-Hüda (öl: hk. 436) bu rivayetin “habise” olduğunu yazar (bk. Tenzihu’l-Enbiye, s.114) ve Âlusi Bağdadi, bunu masalcıların uydurduğu yakışıksız bir rivayetten münezzeh bilmek gerekir” dediğini yazmaktadır; bk: Ruhu’l-Meâni c.22, s.24-25.
[577]- Yakut Hamevî, Mu’cemu’l-Buldan c.4, s.9.
[578]- Taberi Tar. Beyrut, Kam. Had. yay. c.2, s.230, Belazurî, Ensabu’l-Eşraf, M. Ham. İnc. Kahire, D. Maar. Bas. c.1, s.237.
[579]- İbn Ebi’l-Hadid, Nehc. Bel. Şerhi M. E. K. İbrahim inc. Kahire, D.K. İh. Ar. 1961 c.14, s.97, c.4, s.127-128 de Medaini’den naklen.
[580]- Taberi ae. s.230. İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.2, s.60.
[581]- İbn Sa’d ae. s.212.
[582]- Taberi ae. c.2, s.230, İbn Hişam ae. c.2, s.62.
[583]- İbn V. Yakubi Tar. c.2, s.30.
[584]- İbn Sa’d ae. İbn Ebi’l-Had. ae. c.14, s.91, Meclisi, Bihar En. c.19, s.22 Resulullah’ın (s.a.a) Taif’te daha fazla kaldığını yazanlar da vardır.
[585]- Nehc. Bel. Subni Salih, s.530, 9 no’lu vecize.
[586]- Ensabu’l-Eş. c.1, s.237.
[587]- Tabakaat c.1, s.210.
[588]- Meke’yle Taif arasında bir gecelik uzaklıkta bir yerin adı; bk. Siretu’n- Nebeviyye, c.2, s.63 dipnottu.
[589]- Taberi ae. s.231, İbn Hişam ae. s.63
[590]- es-Sahih M. Siy. Neb. Â’zam c.2, s.167-168.
[591]- Bakara, 23.
[592]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye c.1, s.337.
[593]- ae. s.288-289.
[594]- Tabersi, A’lamu’l-V. s.56.
[595]- İbn Hişam ae. c.2, s.65-66, Taberi Tar. Beyrut, Kam. Had. bas. c.2, s.232-233, Belazuri, Ensabu’l-Eş. c.1, s.237-238, İbn İshak, es-Sirer-u ve’l-Meğazî, M. inc. Süh. Z. s.232 ayrıca, Fezareoğulları, Gassan, Mürre, Süleym, Abs, Hâris, Uzre, Hızareme, Nezr ve Bekaoğulları kabilelerini de birer birer İslam’a davet etmiş, ama hiçbiri kabul etmemiştir; bk. İbn Sa’d, Tabakaatı, Beyrut, sadır yay. c.1, s.216-217.
[596]- Hadisin Arapçası orijinal metindedir -çev-.
[597]- İbn Hişam, ae. c.2, s.66, es-Siretu’l-Halebiyye, Beyrut, Marifet yay. c.2, s.154, Zeyni Dehlan Siyeri, Beyrut, Mar. yay. 2. bas. c.1, s.147, Sey. C. Mur. Âmuli, es-Sahih M. Siy. Nebi c.2, s.175-176.
[598]- İbn Kesir, el-Bidaye, Beyrut. Mek. Maarif 1. bas. 1966 c.3, s.140.
[599]- İbn Sa’d ae. c.1, s.216.
[600]- Yakut Hamevî Mu’cemu’l-Buldan, Dar. İh. Ter. Ar. bas. hk. 1399 c.4, s.338.
[601]- ae. c.5, s.36 Maarib seddinin tarihi geçmişini 1. bölümde açıkladık.
[602]- Montegomeri Watt “Muhammed Fi Medine” çev. Şaban Ber. Beyrut, Men. Mek. Asr., s.294. Yesrib’de Arapların 13 kale ve yerleşim merkezi vardı, buna karşılık, Evs’le Hazrec buraya gelmeden önce Yahudilerin buradaki kale ve yerleşim merkezlerinin sayısı 59’du! bk: ae. s.293, Vefau’l-V. c.1, s.165, bu miktar, sözkonusu iki grup arasındaki yaşam standartlarının ne kadar farklı olduğunu göstermeye yetmektedir!
[603]- İbn Hişam ae. c.2, s.70, Taberi ae. c.2, s.234, Beyhaki, Del. Nüb. Çev. Mah. Meh. Damğani, tah. Mer. İnt. İlm. Fer. 1361 hş. c.2, s.128 bk. İbn Şehraşub Menakıbı, c.1, s.51, Tabersi, A’lamu’l-Verâ, s.56. İslam peygamberinin zuhur edeceğini bu şekilde önceden bildiren Yahudiler zuhurundan sonra o hazrete düşman olmuşlardır!! Bu nedenle Kur’an onlara şöyle itiraz eder: “Allah katından, yanlarında olan Tevrat’ı doğrulayıcı bir kitap geldiği zaman -Yahudiler- bundan önce onun yardımıyla kafirlere karşı galip geleceklerini birbirlerine müjdeledikleri halde, bu kitap ve daha önceden tanımış oldukları peygamber (Hz. Muhammed (s.a.a))onların yanına gittiğinde inkar edip ona kafir oldular, Allah’ın laneti kafirlerin üzerine olsun!” Bakara, 89.
[604]- Tabersi ae. s.57.
[605]- İbn Hişam ae. c.2, s.67-70, Taberi ae. c.2, s.233, Belazuri, Ensabu’l-Eşraf c.1, s.238, Beyhaki ae. c.2, s.118.
[606]- İbn Hişam ae. s.70-73, Taberi ae. s.234-235, Beyhaki ae. 2/128, Meclisi Bihar. En. 19/25.
[607]- “Akabe” burada “sarp geçit ve yamaç” anlamında olup Mina’nın bittiği yerde, Mekke’nin sağında yer alan bir geçit kastedilmektedir.
[608]- Bunlardan beşi, bir yıl önce biat edenlerdendi.
[609]- Bu antlaşmada savaş ve cihaddan sözedilmediğinden “biatu’n-nisa” adı verilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.a) daha sonra Mekke fethinde de bu şehrin Müslüman kadınlarından aynı mazmunu içeren bir biat almıştır, bu biat Mümtehine Suresinin 12. ayetinde şöyle geçer: “Ey Peygamber, mümin kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, gayri meşru olan bir çocuğu kocalarına ait gibi göstermemek maruf -iyi, güzel ve yararlı işler- konusunda sana isyan etmemek amacıyla geldikleri zaman, onların biatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret iste, şüphesiz, Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.”
[610]- ae. İbn Sa’d Tabakaatı c.1, s.220.
[611]- Mus’ab, Kureyşin Abduddar boyundan zengin ve eşraf aileden gelen bir gençti. Anne babası onu çok sevdikleri halde, Müslüman olduğu için onu dışlayıp miraslarından mahrum etmişlerdi. Şevk ve heyecan dolu bir Müslümandı, iki kere Habeşistan’a hicret etmişti; bk. İbn Esir, Usdu’l-Gabe c.4, s.368-370.
[612]- Bu biat ve antlaşmaya katılan bütün isimler, tafsilatlı İslam tarihi kaynaklarında kayıtlıdır.
[613]- Beyhaki ae. s.132-140, İbn Hişam, ae. s.81-90, Belazuri ae. s.240-254, İbn Sa’d ae. s.221-223, Taberi ae. s.237, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.59-60, Meclisi ae. c.19, s.25-26.
[614]- Belazuri ae. c.1, s.257, Taberi ae. c.2, s.240-241, İbn Sa’d ae. c.1, s.226, Meclisi ae. s.26.
[615]- İbn Hiş. ae. c.2, s.111, İbn Şehraşub, Menakıb c.1, s.182, İbn Kesir, el-Bidaye… c.3, s.169.
[616]- es-Siretu’l-Halebiyye, İnsanu’l-Uyun, Beyrut, Marifet yay c.2 , s.189.
[617]- ae.
[618]- Enfal, 30.
[619]- Tevbe, 40.
[620]- Daru’n-Nedve ve Leyletu’l-Mebit hadisesinin tafsili için bk. Tarihu’l-Ümem ve’l-Muluk c.2, s.242-245, Siretu’n-Nebeviye, c.2, s.124-128, Tabakaat-ı K. c.1, s.227-228, Delailu’n-Nübuvve c.2, s.147-149, Ensabu’l-Eşraf c.1, s.259-260, el-Kamil Fi Tar. c.2, s.101,Yakubi Tar. c.2, s.32, A’lamu’l-Vera, s.61, Şeyh Tusi, s.445-447 ve 463-471, İbn Şehraşub Men. C.1, s.182-183, Menakıb. Harezmi, s.83, Kenzu’l-Fevaid, Keraceki c.2, s.55, İbn Kesir, el-Bidaye Ve’n… c.3, s.175-180, Siretu’n-Nebeviye, c.2, s.189-206, Bağdadi Tar. c.13, s.191-192, Bihar. En. c.19, s.47, s.47-65.
[621]- Bakara, 207.
[622]- Fi-Nişaburi, Ravza’tu’l-Vaizin, Bey. Mües. İlm. Mat. 1. bas. hk.1406, s.117, İbn esir, Usdu’l-Gabe c.4, s.25, Mümin Şeblenci, Nuru’l-Ebsar, Kahire, Mek. Meş. Hüs., s.86, Tabersi, Mecmau’l-Beyan c.1, s.301, İbn Ebi’l-Hadid, Nehc. Bel. Şerhi, M. E. İbrahim inc., Kahire. Dar. Kit. Ar. bas. 1961 c.13, s.262, Sıbt b. Cevzi, Tezkeretu’l-Hevass, Necef, Mek. Hayd. bas. hk. 1383, s.35, Takıyuddin Ebubekir Hamevî, Semeratu’l-Evrak, el-Mustatraf haşiyesinde, s.20, Abdul Hüs. Emini, el-Gadir c.2, s.48’de çeşitli kaynaklardan naklen, Şeyh. M. H. Muzaffer, Delailu’s-Sıdk, Kum. Basireti Mek. Bas. c.2, s.80. Merhum Muzaffer, ünlü Ehl-i Sünnet ulema ve müfessirlerinden Sa’lebi, Kunduzi, Hakim Nişaburi, İmam Hanbel, Ebu’s-Saadet, Gazali, Fahr-i Razi ve Zehebi gibi isimlerden aktararak hepsinin, bu ayetin Hz. İmam Ali (a.s) hakkında indiğini kaydettiklerini yazar.
[623]- Saduk, el-Hisal, Kum, Men. Cam. Müd. bas. c.2, s.367 es-Seb’a babı, Müfid, el-İhtisas, Kum. Men. Cem. Müd. bas., s.165.
[624]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, c.2, s.129, Taberi ae. c.2, s.247, Belazurî, Ensabu’l-Eşraf c.1, s.261, İbn Şehraşub Menakıbı c.1, s.183.
[625]- Şeyh Tusi, el-Emali, Kum. Dar. Sak. 1. bas. hk.1414., s.468 bk. Müfid, ae. s.147, Tarihu’l-Hulefa, s.166. Meclisi, Bihar 19/62.
[626]- M.b. Sa’d Tabakaatı, c.1, s.232, Meclisi, Bihar. En. c.19, s.87.
[627]- İbn Hişam ae. s.137, Taberi ae. s.248, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.64, Belazurî ae. s.263, Beyhaki, Del. Nübuvve, çev. M.M. Damğani, Tah. Mer. İnt. İlm. Ferh. Hş. 1361, c.2, s.172.
[628]- Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Kuba’da ne kadar kaldığı hakkında çeşitli rivayetler vardır.
[629]- İbn Şehraşub ae. c.1, s.185, Beyhaki ae. s.166-172, Taberi ae. c.2, s.249.
[630]- İbn Hişam, ae. s.138, Taberi ae. s.249.
[631]- İbn Şehraşub, ae. s.183 bk. A’lamu’l-Vera, s.66, Yakubi Tar. c.2, s.34.
[632]- ae.
[633]- İbn Vazih, Yakubi Tar. Necef, Mek. Hayd. bas. hk. 1384, c.2, s.35, Mesudi, et-Tenbih ve’l-Eşraf, Kahire Dar., s. T. Neşr, s.252, İbn Esir, el-Kamil F. Tar. Bey. Dar. Sad. c.1, s.10, Ş.A. Bedran, Tehş. Tar. Dimaşk, Hafız b. Asakir tel. Bey. Dar. İh. Ter. Ar. 3. bas. hk.1407. c.1, s.23-24.
[634]- Taberi Tar. Bey. Dar. Kam. Had bas. c.2, s.252, Nuruddin Semhudi, Vefau’l-Vefa Bey. Dar. İh. Tar. Ar. 3. bas. hk. 1401 c.1, s.248, Meclisi, Bihar c.40, s.218, İbn Şehraşub’dan naklen.
[635]- Belazurî, Fut. Buldan, Bey. Dar. Kut. İlm. Hk. 1398, s.71-72, Bu metnin orjinalinde Ali b. Ebu Talib adı kayıtlıdır; bunun nedeni tarih kitaplarında belirtilmiştir; bk. es-Sahih M. Siy. Neb. A’zam c.3, s.46-48.
[636]- Ş. Abdulhayy-ı Kettani, et-Teratibu’l-Edariyye, Beyr, Dar. İhy. Ter. Ar. c.1, s.181.
[637]- Ş.H. Diyarbekri, Tarihu’l-Hamis, Bey. Mües. Şaban c.1, s.368.
[638]- Vakidî, el-Meğazî, inc. Marsden Johannas, Bey. Mües. Al. Mat bas. c.2, s.531.
[639]- Bekiroğulları boyundan.
[640]- Vakidî, ae. s.534.
[641]- Sey. Cafer Mur. Amuli, es-Sahih Min. Siy. Neb. A’zam. c.3, s.55.
[642]- Taberi ae. s.252, İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Bey. Mek. Maar. c.2 hk. 1394 c.7, s.73-74, İbn Ebi’l-Hadid, Nehc. Bel. Şerh, M. E. İbr. İnc. Kahire, Dar. İh. Kut. Ar. c.12, s.74, İbn Esir Tar. c.1, s.10-11.
[643]- İbn Şehraşub Menakıbı c.1, s.175, es-Sahih M. Siy. Neb. A’zam c.3, s.35, daha fazla bilgi için bk ae. s.32-56.
[644]- Yakut Hamevî, Mu’cemu’l-Buldan, Bey. Dar. İhy. Ter. Ar. hk.1399 c.5, s.430 “Yesrib” kelimesi.
[645]- Muh. B. Sa’d, et-Tabakatu’l-Kübra, Bey. Dar. Sad. Bas. c.1, s.239, Taberi Tarihi, Bey. Dar. Kam. Hadis bas. c.2, s.256, Beyhaki, Delailu’l-Nüb. Çev. M.M. Damğani, Tah. Mer. İnt. İlm. Fer. hş.1361, c.2, s.187, İbn Şehraşub Menakıbı, Kum Mat. İlm. bas c.1, s.185, İbn Kesir, el-Bidaye, Bey. Mek. Maar. 2. bas. 1977, c.3, s.215, es-Siretu’l-Halebiyye, İnsanu’l-Uyun, Beyrut, Dar. Mar. bas. c.2, s.252, Meclisi, Bihar, Tah. Dar. Kut. İsl. c.19, s.124.
[646]- Sevda ve Ayşe için de birer oda yapıldı, M. İ. Sa’d, ae. s.240, Halebi ae. s.273.
[647]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, Kahire, Mat. Mus. B. Halebi bas. 1355 hk. c.2, s.143, İbn Şehraşub, ae. s.186.
[648]- İ. Vazih, Yakubi Tar. Necef. Mek. Hay. Bas. 1384 hk. c.2, s.34.
[649]- İbn Sa’d ae. s.255, Nur. Semhudi, Vefau’l-Vefa… Beyr. Dar. İhy. Ter. Ar. 3. bas. 1401 hk. c.2, s.453-458, Meclisi, Bihar. En. c.17, s.81 c.22, s.66, 118,310, c.70, s.128-129, c.72, s.38, bk. Mecmau’l-Beyan c.2, s.386, Bakara-273. ayetin tefsiri, Abd. Hayyu’l-Kettani, et-Teratub… c.1, s.473-480.
[650]- Ebu Nuaym İsfahani, Hilyetu’l-Evliya, Bey. Dar. Kit. Ar. 2. bas. 1387 hk. c.1, s.339-340. Ebu Nuaym, Suffe Ashabı hakkında tafsilatlı bilgi verir, bk. Ae. c.1, s.347-385’de tamamı 51 kişi olan Ashab-ı Suffe’nin adlarını sayar (bunların arasında kadın ismi yoktur) Ebu Naim bunların hepsinin Suffada yaşayan ashab olmadığını da ekler, ona göre ashab-ı Suffa şunlardır: Bilal, Berra b. Malik, Cünde b. Cunade, Huzeyfe b.Yeman, Heban b. Eret, Zu’l-Behadeyn -Abdullah- Selman, Said b. Ebu Vakkas, Sa’d b. Malik (Ebu Said Hudri), Salim (Ebu Huzeyfe’nin sahibi) ve Abdullah b. Mesud .
[651]- Bu Yahudilerden maksat, Amr b. Avfoğullarıyla Medine’de yaşayan diğer Yahudilerdir; Kaynuka, Nezir ve Kurayzaoğulları ise, Hz. Peygamber’le (s.a.a) ayrı bir antlaşma imzalamıştır, ileride buna da değineceğiz.
[652]- İbn Hişam ae. c.2, s.147-150. Bu antlaşmanın maddeleri için bk. Furuğ-u Ebediyet c.1, s.462-465.
[653]- İslam tarihçileri bu muahedenin Hz. Peygamber’in (s.a.a) Medine’deki ilk hutbesinden sonra imzalandığını yazarlar, binaenaleyh o hazretin (s.a.a) Medine’deki ilk uygulamalarından biridir.
[654]- Hicretten 5 veya 8 yıl sonra, bk. Semhudi ae. c.1, s.267, Meclisi, Bihar c.19, s.130, dipnot, Mukrizi’den naklen.
[655]- Hucurat, 10.
[656]- İbn Hişam ae. c.2, s.150, İbn Sa’d, ae. c.1, s.238, Halebi, ae. c.2, s.292, Meclisi, ae. c.19, s.130. Bu kardeşlik din kardeşliğidir ve rivayette de vurgulanır, bk. Tusi, el-Emali, Kum, Dar. Sekafe 1414 hk. s.587.
[657]- İbn Hişam, ae. Askalani, el-İsabe, Beyr. Dar. İhy. Ter. Ar. 1. bas.1328 hk. c.2, s.507, Şeyh. Süleyman el-Kunduzi Hanefi, Yenabiu’l-Mevedde, Bey. Mües. İlm. Mat. c.1 bab:9, s.55, Sıbt b. Cevzi, Tezkeretu’l-Havass, Necef, mat. Hayd. bas. 1383 hk., s.20,22,23, Ahmed b. Hanbel’den naklen el-Fezail kit. da, İbn Abdulbirr, el-İstiy’ab, el-İsabe’nin haşiyesinde, c.3, s.35, Halebi, ae. c.2, s.292, Semhudi, ae. c.1, s.268, Muzaffer, Del. Sıdk, Kum, Meh. Basireti bas. c.2, s.268-271.
[658]- Şeyh Sül. Kunduzi, ae. c.1 bab. 9, s.85, İmam Hanbel’den nakille, Emini, el-Gadir c.3, s.112, Murtaza Âmuli, es-Sahih Min. Siy. Neb. A’zam 1403 hk. c.3, s.60, Tusi, el-Emali, s.587. Bu antlaşmada Hz. Peygamber’in (s.a.a) Hz. Ali’yle (a.s) kardeşliği konusundaki hadisler, hadis bilimi açısından tamamen sahih ve sağlamdır, bu nedenle İbn Teymiye’yle İbn Kesir’in kendilerine has görüş ve kişiliklerinden kaynaklanan bu konudaki sözleri ilmi itibardan yoksundur. bk. El-Gadir c.3, s.112-125, 174,227,c.7, s.336.
[659]- Vakidî, el-Meğazî, Marsden johans inc. Beyrut, Mües. İlm. mat. c.1, s.379, İbn Ş. Medine-i Münevvere Tarihi, Fehim Muh. Şeltut inc. Kum. Dar. Fik. 1410 hk. c.2, s.289.
[660]- Müsned-i Ahmed c.3, s.204, Halebi, ae. c.2, s.292, İbn Kesir, ae. c.3, s.228, İbn Ş. ae. s.490.
[661]- Haşr, 8, 9.
[662]- Fetih, 29.
[663]- Bu üç Yahudi kabilesinin gerçek vatanlarının neresi olduğu hakkında tarihçiler arasında görüş farklılıkları olup ilgili tarihi belgeler arasında hayli çelişki ve düzensizlik bulunduğundan bu konuda gerçeği teşhis edebilmek çok zordur. Yaygın kanaate göre Yahudiler Romalıların Şam’da kendilerine uyguladıkları yoğun baskılar sonucu, Arap Yarımadasına ve bu cümleden olmak üzere Yesrib’e göçüp buraya yerleşmiştir; bk: Mu’cemu’l-Buldan c.5, s.84 “Medine” kelimesi, Vefau’l-Vefa c.1, s.160. Onlardan sonra, Mâ’rib Seddinin yıkılması üzerine Kahtanlılar (Evs ve Hazrec) Yesrib’e göçüp onlarla birlikte yaşamıştır; bk: Mu’cemu’l-Buldan c.1, s.36, İbn esir Tar. Beyrut, Dar. Sad. c.1, s.656. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu Araplarla Yahudiler arasında ötedenberi çekişme ve anlaşmazlıklar olmuştur. Ama bazı tarihçilere göre onlar Arap Yarımadasının yerlileriydi ve Yahudilerin tebliği sonucu onların dinini seçmişlerdi, bk: Ahmed Sevse, Mefsalu’l-Arab ve’l-Yahud Fi’t-Tarih, Vez. Sak. ve’l- A’lamu’l-Arabiyye, 5. bas. 1981, s.627-629. Kimileri de Yahudilerin Yesrib’e yerleşmesini Hz. Musa (a.s) dönemine kadar götürür ki bu epey masalımsı ve destana benzemektedir; bk. Mu’cemu’l-Buldan, c.5, s.84, Vefau’l-Vefa c.1, s.157. Bazı tarihi belgelerle rivayetlerde, Yahudilerin ahir zaman peygamberi olan Hz. Resulullah (s.a.a) hakkında birçok iz ve bilgiye sahip bulundukları, onun hicret edeceği yeri bulabilmek amacıyla Fedek, Hayber, Tima ve Yesrib’e gidip oralara yerleştikleri geçer, bk. Mu’cemu’l-Buldan c.5, s.84, Vefau’l-Vefa c.1, s.160, Kuleyni, er-Ravza-u Mine’l-Kafi, s.309, Meclisi, Bih. Envar c.15, s.226. Bu durum, ilk görüşteki gerçeklerle bağdaşmaktadır, çünkü Romalıların baskıları sonucu Şam’dan ayrılmak zorunda kalınca, son peygamberin zuhurunun yakın ve alâmetlerinin de ne olduğunu bildiklerinden büyük bir ihtimalle Yesrib bölgesini seçtiler, bunu onaylayan rivayetler de az değildir, bk: Ab. Bedran, Tehzib-u Tarih-i Dimaşk, İbn Asakir telifi, Beyr. Dar. İhy. Ter. Ar. 3. bas. 1407 hk. c.1, s.351, Vefau’l-Vefa c.1, s.160. Bu üç Yahudi kabilenin İsrailoğulları ırkından mı, yoksa Arap ırkından mı oldukları konusunda ihtilaf vardır; bazıları 2. görüşü savunur, bk. Ahmet Sevse ae. s.627, Yakubi de Nezir ve Kurayzaoğullarını Arap bilir; bk. Yakubi Tar. c.2, s.40-42, Vefau’l-Vefa c.1, s.162. Kur’an’da genellikle Arap Yarımadasındaki Yahudileri muhatap alan “İsrailoğulları” ifadesi ve Yahudilerin, İsrailoğulları ırkından olmadığı için Hz. Peygamber’e (s.a.a) muhalefet sergilemeleri, diğer taraftan Arap kabilelerinin soylarının ve boylarının kimliklerini koruma konusunda çok titiz davranan Arap soybilimcilerin bu Yahudi kabilelerinin soylarına hiç değinmemiş olması gibi faktörler dikkate alındığında ilk görüşün gerçeğe çok yakın olduğu anlaşılmaktadır. Meselenin tafsilatı bu kitabın konusu dışında kaldığından bu kadarlık açıklamanın yeterli olacağını sanıyoruz.
[664]- Tabersi, A’lamu’l-Vera, Tah. Dar. Kit. İslamiye 3. bas., s.69, Meclisi, Bih. Envar c.19, s.110-111, bk. Vakidî, Meğazî c.1, s.176,365,367 ve c.2, s.454, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye c.3, s.231, Yakubi Tar. c.2, s.43. Bu üç kabile, yaptıkları antlaşmayı defalarca çiğnediği için Hz. Resulullah (s.a.a) tarafından cezalandırılmışlardır.
[665]- Meclisi, ae. s.69,110.
[666]- İbn Hişam ae. c.2, s.160-166, Nüveyri, Nihayetu’l-Ereb, çev. M.M. Damğani, tah. Emir Keb. yay. 1. bas. 1364 hş. c.1, s.332.
[667]- es-Siretu’l-Halebiyye, İnsanu’l-Uyun, Beyr. Dar. Mar. c.1, s.337, Nüveyri ae. s.339, İbn Hişam ae. 174.
[668]- İbn Hişam ae. c.2, s.237-238, Beyhaki ae. c.2, s.165, Nüveyri, ae. c.1, s.338, İbn Şebeh, Medine-i Münevvere Tar. Feh. Muh. Şeltut inc. Kum. Dar. Fik. bas. 1410 hk. c.1, s.357, Ah. Ley. Dehlan, Siyretu’n-Nebeviyye ve’l-Âsaru’l-Muhammediye, Beyr. Dar. Mar. 2. bas. c.1, s.184 .
[669]- Mesudi, el-Tenbih ve’l-Eşraf, Kahire, Dar. Sav. bas. yay. s.237.
[670]- Bakara, 146, En’am,20.
[671]- A’raf, 157, Bakara, 76,89,101, Âl-i İmran 81,187, En’am 114, Kasas, 52.
[672]- Halebi ae. c.1, s.320, Beyhaki ae. c.2, s.186, İbn Şehraşub Menakıbı, Kum, İlm. Mat. 1/51, Vakidî, el-Meğazî, 1/367.
[673]- Bakara, 89.
[674]- Nisa, 153, Âl-i İmran 183.
[675]- İbn Hişam ae. 2/160, İbn Şehraşub ae. 1/54, Halebi ae. 1/321-322, Zeyni Dehlan Siretu’n-Nebeviyye ve’l-Asaru’l-Muhammediyye, Beyr. Dar. Mar bas. 1/178-180.
[676]- Âl-i İmran 72.
[677]- İbn Hişam ae. 2/204-205, Halebi ae. 2/319-320.
[678]- Bakara, 96.
[679]- Maide 82.
[680]- Bakara 90,109, Nisa 54, İbn Hişam ae. 2/160, Zeyni Dehlan ae. 1/176, Vakidî, Meğazî, 1/365.
[681]- Kaynuka Yahudileri kuyumculukla uğraşıyordu; bk. Montegomeri W. Muh. Fi. Medine, Ş. Bekekat, Bey. Mek. Asr. bas. Medine’de onların adını taşıyan bir de çarşıları vardı, bk. İbn Şebeh ae. Feh. M. Şeltut inc. Kum, Dar, Fik 1/306, Yakut Hamevî, Mu’cemu’l-Buldan 4/424. Nezir ve Kurayza Yahudilerinin Medine çevresinde kaleleri ve yerleşim bölgeleri vardı, tarım ve çiftçilik yapıyorlardı; bk. Yakut Hamevî ae. c.1 “Neziroğulları” ve “Bethan” terimleri, Nuruddin Semhudi, Vefau’l-Vefa, Bey. Dar. İh. Ter. Ar. 3. bas. 1401 hk. 1/161.
[682]- Nisa 161.
[683]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, Kahire, mat. Mus. B. Hal. bas. 1355 hk. 2/188.
[684]- Tevbe, 31.
[685]- Bakara 79, Âl-i İmran 187, Tevbe 34, Beyhaki, Delailu’n-Nüb. Çev. M.M. Damğani, Tah. mer. İnt. ilm. Fer. 1361 hş. 2/186-187.
[686]- Bakara 97, 98, İbn Sa’d Tabakaatı, Beyrut, Sadır yay. 1/175, es-Siretu’l-Halebiyye, İnsanu’l-Uyun, Bey. Dar. Mar. 1/329.
[687]- Nisa 46, 155, 158, Tevbe 30.
[688]- Mur. Âmuli, es-Sahih M.S. Neb. A’zam 1403 hk. 3/106, Sahih-i Buhari, Ş.K.Ş Rufai inc. Beyr. Dar. Kalem yay. 1. bas. 1407 hk.7/486 hadis. 1188, Sahih-i Müslim, Nevevi Şerhi 14/80.
[689]- Murtaza Âmuli ae. 1/175-176.
[690]- Sah. Buhari ae. c.9 bab: 1190, s.772.
[691]- Halebi ae. 1/372 bk. İbn Şehraşub Menakıbı 1/52.
[692]- Halebi ae. 2/332.
[693]- İ.V. Yakubi Tar. Necef, Mek. Hayd. bas. 1384 hk. 2/34, M.S. ae. 1/242, Şeyh Hürr-i Âmuli, Vesailu’ş-Şia 4. bas. 1391 hk. c.3 Salat kit. kıble babları bab:2 had:3, s.216, Tabatabai, el-Mizan, Bey. Mües. İlm. mat. 3. bas. 1393 hk. 1/331. Kıblenin değişme tarihi hicretten 7 veya 18 ay sonra olarak kayıtlıdır; bk. Vefau’l-V. 1/361-364, Bihar. En. 19/113 dipnotta, Allame Tabatabai 17 ayı kabul eder bk ae.
[694]- Bazı tarihçilere göre kıblenin değiştiği yer Selimeoğulları’nın camisiydi, daha sonra “Mescid-i Kıbleteyn” adıyla ün kazandı; bk. İbn Vazih ae. 1/34, M.S. ae. 1/242, Semhudi, Vefa. V.1/361-362, Zemahşeri, Keşaf Tefsiri, Bey. Dar. Mar. 1/101. Kimine göre de burası Hz. Peygamber’in (s.a.a) ilk Cuma namazını kıldığı Salim b. Avfoğulları kabilesinin camisiydi; bk. Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.81, Meclisi, Bih. Envar 19/124 Ali b. İbrahim’den nakille. Bazı tarihi belgeler de bu olayın bizzat Mescid-i Nebi’de vuku bulduğunu göstermektedir, bk. İbn Sa’d ae. 1/241, Semhudi ae. 1/360, Meclisi ae. 19/200-201. Bugün restore edilen ve Medine’nin kuzeyinde yer alan “İki kıble Camii”, Selimeoğullarının o günkü camiinin konumuyla daha fazla örtüşmektedir. Çünkü Selimoğulları Medine’nin güneyinde oturuyordu. Kısacası bu ihtilaflar, sözkonusu camiinin tarihi önemini azaltmaz.
[695]- Bakara 144.
[696]- Bakara 142.
[697]- Bakara 145.
[698]- Bakara 143.
[699]- Tabatabai, el-Mizan, Beyr. Mü. İlm. Mat. 3. bas.1393 hk. 1/333. Bazı tarihi belge ve rivayetlere bakılırsa Hz. Peygamber (s.a.a) Mekke’de olduğu zaman da Ka’be’ye sırtını dönecek şekilde namaz kılmıyordu; (bk. Vesail’u Şia 3/216, salat kit. kıble babları hadis.4) Beytu’l-Mukaddes’i kıble edinirken, Ka’be’yi de önüne alacak şekilde durarak namazda her ikisini de kıble edinmiş oluyordu; bk. es-Siretu’l-Halebiyye 2/357.
[700]- Hac 39,40, ayrıca bk. el-Mizan 14/383, Yakubi Tar. 2/36.
[701]- İbn Esir, el-Kamil Fi’t-Tarih, Beyr., s. yay. 2/112.
[702]- Hz. Peygamber’in (s.a.a) toplam 26 gazve ve 36 seriyyeye katıldığı yazılmıştır, bk. İbn Şehraşub Menakıbı 1/186, Tabersi, A’lam. V., s.72, seriyelerin daha fazla olduğu da söylenir, bk: Mesudi, Murucu’z-Zeheb, 2/282, Buhari bu sayının 19 olduğunu aktarır: 6/327.
[703]- Vakidî, Meğ. M. Johan. 1/9-
[704]- Vakidî ae. s.11,13, Taberi ae. s.259, 261.
[705]- Vakidî ae. s.9.
[706]- Montegomeri, Muhammed F.M. çev. Ş. Ber. Beyr. Mek. Asr. bas., s.5.
[707]- Daha sonra bu tehdit gerçekleşmiş ve ileride de değineceğimiz üzere Kureyşliler Şam ticaret yolunun kesilmesinden fevkalade tedirgin olup başka bir yol aramak zorunda kalmışlardır.
[708]- Hz. Peygamber (s.a.a) hicret ettikten sonra Akil, hazretin (s.a.a) Mekke’de Ebu Talib Vadisi’ndeki eviyle Haşimoğullarından diğer muhacirlerin evlerine el koyarak sahiplendi! Mekke fethi sırasında Hz. Peygamber (s.a.a) şehir dışında bulunan Hecun’da çadır kurunca sahabe “neden kendi evinizde kalmıyorsunuz?” diye sordu, hazret (s.a.a) “Akil bize ev bıraktı mı ki?!” buyurdular! bk. Vakidî, Meğazî, 3/828, İbn Sa’d Tabakaatı, Beyr. Sadır yay. 2/136, Kastalani, Mev. L. M. Muhammediye, Beyr, Dar. Kit. İlm. 1. bas. 1316 hk. 1/318. Daha sonra Akil’in varisleri bu evi Haccac b. Yusuf’un kardeşine 100 bin dinara satacaktır! Bk. es-Siretu’l-Halebiyye 1/101-102. Aynı şekilde Cahş b. Rıaboğullarının hicretinden sonra onların da Mekke’deki evleri sahipsiz kalmıştı. Ebu Süfyan da Akil gibi davranarak kızının onlardan biriyle evli olduğu bahanesiyle onların evlerine el koyup sahiplenmiştir! Bk. İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 2/145. Keza, Süheyb Medine’ye hicret ettiğinde Mekke müşrikleri onu takip edip yakalamış, parasını ve eşyalarını almış, Süheyb böylece canını kurtarabilmiştir! bk. ae. 2/121.
[709]- M. H. Heykel, Muhammed’in (s.a.a) Hayatı, Kahire, Mek. Neh. Mısriye 8. bas. 1963, s.24-248.
[710]- Bakara, 217.
[711]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, mat. Mustafa B. Halebi bas. 1355 hk. 2/252-255, Belazurî, Ensabu’l-Eşraf, M. Ham. İnc. Kahire Dar. Maar. 3. bas. 1/371-381, Vakidî ae. 1/13-19, Taberi Tar. Bey. Dar. Kam. Had. bas. 2/262-264, İbn Şebeh ae. inc. F. Muh. Şeltut 1. bas. 2/472-477.
[712]- Vakidî ae. 1/20.
[713]- ae. s.27, Meclisi, Bihar, Tah. Tar. Kit. İslamiye bas. 1385 hk. 19/245-247.
[714]- Bedir, Medine’nin güneybatısındadır, bugün şehir haline gelmiş, aynı adla bir yerleşim bölgesi olmuştur. Medine’den Cidde ve Mekke’ye giden asfalt yol buradan geçer, Medine’ye 153, Mekke’ye 343km. mesafededir, bk. Muh. Ab. Yemani, Bedru’l-Kübra, Cidde, Dar. Kıble, S.İsl. 1. bas. 1415 hk., s.25 Medine -Mekke otoyolu yapıldıktan sonra hacıların hac mevsimindeki güzergahı artık buradan geçmemektedir.
[715]- İbn Hişam ae. 2/258.
[716]- M. b. Sa’d Tabakaatı, Bey. Sadır yay. 2/20, Taberi ae. 2/272
[717]- Müslümanların 70 devesi vardı, birkaç kişi bir deveye biniyordu (Vakidî ae. s.26, İbn Hişam ae. Ş. Müfid İrşadı, s.73, İbn Şehraşub Menakıbı 1/187, Meclisi, Bih. En. 19/323, Müsned-i Ahmed 1/125) bir rivayete göre de 2 atları vardı (bk. Vakidî ae. s.26, İbn Sa’d ae. s.12-24, Yakubi Tar. 2/37) 6 zırh, 8 kılıçları vardı! (bk. İbn Şehraşub, ae. s.187, Meclisi ae. 19/323).
[718]- İbn Hişam ae. 2/258, Vakidî ae. 1/28.
[719]- İbn Hişam ae. s.270, Vakidî ae. s.41.
[720]- İbn H. ae. 2/269, İbn Sa’d ae. 2/15, İbn Şehraşub ae. 1/187, Meclisi ae. 19/219.
[721]- İbn Hişam ae. s.266-268, Vakidî ae. s.48-49, İbn Sa’d ae. s.14.
[722]- İbn H. ae. s.278, İbn, s. ae. s.15,19,20.
[723]- İbn H. ae. s.277, İbn, s. ae. s.17,23,24 Meclisi ae. 19/279, İbn Esir Tar. Bey. Dar. Sadır yay 2/125
[724]- Şeyh Müfid, İrşad, Kum M.A.F. Şeyh Müf. bas. 1. bas. 1413 hk. s.69.
[725]- Vakidî ae. s.112 Hz. Peygamber (s.a.a) ilkindi namazını savaştan sonra Medine’ye dönerken yolda kılmıştır, bk. Vakidî ae. s.112-114.
[726]- İbn Sa’d ae. s.18, Taberi ae. 2/294 Yakubi Tar. 2/37.
[727]- İ. Sa’d ae. , s.18-22, Vakidî ae. s.116, Taberi ae. s.294, Yakubi Tar. 2/37 İbn Şehraşub Menakıbı 1/189, Meclisi ae. 19/291.
[728]- İbn Sa’d ae. s.17, Yakubi Tar. 1/37, İbn Şehraşub ae. s.189.
[729]- Zeyd b. Sabit okuma yazmayı bu yolla öğrendi bk. İbn Sa’d ae. 22/26.
[730]- İbn Sa’d ae. s.18.
[731]- Vakidî ae. 1/115.
[732]- ae. s.121.
[733]- ae. s.21.
[734]- ae. s.78.
[735]- Hz. Resulullah (s.a.a) bi’setten önce hiçbir askeri işle uğraşmadığı ve sadece gençliğinde Ficar savaşına katıldığı söylendiği -ki bu da kuşkuludur- halde çok tecrübeli bir asker gibi, savaşta mükemmel bir komuta örneği sergiliyordu. Müslümanlar onun komutası nedeniyle bir tek yenilgi dahi almış değildir.
[736]- İbn Sa’d ae. 2/23, Müsned-i Ahmed b. Hanbel 1/126, İbn Ebi’l-Hadid, Nehc. Bel. Şerhi, M.E. İbr. İnc. Kahire, Dar. Kit. Ul. Ar. 1961 13/279.
[737]- İbn Ebi’l-Hadid ae. c.1, mukaddime, s.24, Şeyh Müfid, İrşad, Kum, el-Mu’temiru’l-Al. El. Şeyh Müfid 1. bas. 1413 hk., s.72.
[738]- Şeyh Müf. ae. s.70-72, Belazurî’yle Vakidî bu grubun 18 kişi olduğunu yazar bk. Ensabu’l-Eşraf 1/297-301, Meğazî 1/152, Bihar. En. 19/293. Bedir’den 3 yıl sonra baş gösteren Hendek savaşında Arapların ünlü kahramanı Amr b. Abduvvedd karşısında Hz. Ali’yi (a.s) bulunca “Baban Ebu Talib arkadaşımdı, seni öldürmek istemem, git buradan!” demiştir.
Nehcu’l-Belağa’ya Şerh yazan ünlü mutezile İbn Ebi’l-Hadid, Hz. Ali’yle (a.s) Amr arasındaki konuşmayı aktardıktan sonra şöyle yazar:
“Hocamız Ebu’l-Hayr Masdak b. Şebib Nehvi bu kısmı derste anlatırken “Amr yalan söylüyordu” derdi, “Çünkü Bedir’le Uhud’da Hz. Ali’nin (a.s) nasıl savaştığını görmüştü, dolayısıyla onunla savaşması halinde yenileceğini biliyordu ve bu nedenle de Hz. Ali’yle (a.s) savaşmaktan kurtulabilmek için bu yola başvuruyordu! bk. Nehcu’l-Bel. Şerh.19/64.
[739]- Enfal, 5, 6.
[740]- Vakidî ae. c.1, s.4, es-Siretu’l-Halebiyye, İnsanu’l-Uyun, Bey. Dar. Mar. bas. 2/385-386, Meclisi, Bih. Envar 19/247.
[741]- Âl-i İmran 123.
[742]- Enfal 11, Vakidî ae. s.54 İbn Sa’d ae. 2/15-25.
[743]- Enfal 11, V. ae. Halebi ae. s.392, Kureyşlilerse korku ve tedirginlikten sabaha kadar uyuyamamış, bu sıkıntı yüzünden yemek bile yiyememişlerdir! Bk. Vak. Ae. s.54.
[744]- Şeyh Müf. ae. s.73, Müsned-i Ahmet 1/125, Meclisi, Bih. Envar 19/279.
[745]- Enfal, 9, Vak. ae. s.76-79, İbn Hişam ae. 2/286.
[746]- Enfal, 12.
[747]- Enfal 7.
[748]- Vak ae. s.49.
[749]- ae. s.115, Belazuri, Ens. Eşraf, M. Ham inc. Kahire Dar. Mar. 3. bas. 1/294.
[750]- Taberi ae. 2/297.
[751]- Vak. ae. 1/121, İbn Hişam ae. 3/55 Beyhaki 2/341.
[752]- Yakubi Tar. Necef, Mek. Hayd. bas. 1384 hk. 2/38.
[753]- Vakidî ae. 1/197-198.
[754]- Karda seriyesi de kayıtlıdır, bk. Bihar. En. 20/4 dipnotu, Taberi ae. 3/5.
[755]- İbn Hişam ae. 3/53-54, Meclisi, Bih. En. 20/4-5.
[756]- Âl-i İmran 12,13.
[757]- Vak. ae. 1/176, İbn Hişam ae. 3/50-52, Belazuri ae. 1/308-309, Taberi ae. 2/297-298.
[758]- Vak ae. s.178.
[759]- ae. İbn Hişam ae. 3/50.
[760]- Hz. Peygamber (s.a.a) Abdullah b. Ubey Müslüman göründüğü ve Müslümanların birliği için çaba gösteriyormuşçasına bir tavra girdiği için onun arabuluculuğunu kabullenmiş olsa gerektir.
[761]- Vak. ae. s.179.
[762]- Meclisi, Bihar. En. 43/97.
[763]- ae. s.108, İ.V. Yakubi Tar. 2/34.
[764]- İbn Sa’d Tabakaatı, Bey. Sadır yay. 8/19.
[765]- Meclisi ae. s.93.
[766]- Emini, el-Gadir 3/20.
[767]- Meclisi ae. s.92.
[768]- ae. s.112.
[769]- Daha fazla bilgi için bk. Dr. Sey. C. Şeyh. Hz. Fatıma Zehra’nın (a.s) Hayatı, Def. Neş. Fer. İsl. bas. 1365 hş., s.44-76, E. M. H: Hz. Peygamber’in (s.a.a) Eşleri ve Çocukları, Beyr, Mües. İz. 1.bas 1411 hk., s.322-328.
[770]- Vak ae. 1/200, İbn Hiş. ae. 3/64, İbn Sa’d Tabakaatı 2/37.
[771]- Müşrik ordusu 3 bin kişiydi, 700’ü zırhlıydı, 200 at, 1000 develeri vardı, bk. Vakidî ae. s.203, M. Sa’d Tabakaatı, s.37, İbn Ebi’l-Hadid, Nehc. Bel. Şerhi, Kahire, Dar. İh. Kut. Ar.1962, 14/217.
[772]- Vakidî ae. 202-203, İbn Sa’d ae. s.37, İbn Hişam ae. 3/66.
[773]- Vak. ae. s.204, 206, İbn Ebi’l-Had. ae. 14/27. Bir rivayete göre Hz. Resulullah’ın (s.a.a)dostu olan ve Müslümanları seven Huzae kabilesi bu olayı hazrete (s.a.a) bildirmiştir, bk. İbn Ebi’l-Had ae. s.218, her iki yolla da peygamberle (s.a.a) bu haber ulaşmış olabilir.
[774]- Vakidî ae. s.210,212, 213, İbn Hiş. ae. 3/67, İbn Sa’d ae. s.38.
[775]- İbn Şehraşub Menakıb, Kum. Mat. İlm. 1/191, Meclisi ae. 20/117.
[776]- Uhud Dağı Medine’nin kuzeyindedir. Güneydeki doğal manialar nedeniyle düşmanın buradan Medine’ye girebilmesi mümkün değildi, şehri arkadan dolanıp kuzeyden saldırmak zorundaydı; bk. M. Hamidullah: Resul-ü Ekrem (s.a.a) Savaş Meydanında, çev. Sey. G. Saidi, Tah. Kan. İnt. Muh. 1363 hş., s.79-85.
[777]- Vak. ae. 1/219, İbn Sa’d ae. 2/39, İbn Hişam ae. 3/68.
[778]- Âl-i İmran, 167, Vakidî ae. s.219, Tabersi, Mecmau’l-Beyan, Şrk. Mar. İsl.1379 hk. 2/533.
[779]- Tabersi, A’lamu’l-Vera, Tah. Dar. Kit. İsl. 3. bas. s.80, Ebu, s.V. Herguşi, Şerefu’n-Nebi, çev. Nec. Muh. Ravendi, Tah. Babek yay. 1361 hş. s.345, es-Siretu’l-Halebiyye, İnsanu’l-Uyun, Bey. Dar. Mar. bas. 2/494, İbn Hişam ae. s.70.
[780]- Vakidî ae. s.220, İbn Sa’d, ae. s.39, Nur. Semhudi, Vefau’l-Vefa, Bey. Dar. İh. Ter. Ar. 3.bas 1401 hk. 1/284 .
[781]- Vak. ae. s.220.
[782]- Meclisi ae. 20/25, 49, bk. İbn Hişam ae. 3/70, İbn Sa’d ae. 2/39-40, Semhudi ae. 1/285, M.C. Taberi Tar. Bey. Dar. Kam. Had yay. 3/14.
[783]- Tarih kaynakları Müslüman okçuların konuşlandığı yeri dağ veya bir derenin ağzı olarak tanımlıyor. Muhtemelen burası Uhud Dağı’ndaki bir yar veya yamaçtı, Halid b. Velid’in Müslümanlara buradan saldırdığı söylenir. Ama hocasının, Hz. Peygamber’in (s.a.a) savaşları ve özellikle coğrafya konusundaki bilgileri daha sağlam olan Vakidî’nin kâtibi Muhammed b. Sa’d (bk. Meğazî, Mar. Johans inc. giriş, s.6) bu noktadan “Aynenyn” olarak söz eder (Tabakaat-ı Kübra 2/39 ki bu da, İslam ordusunun solunda yeraldığını belirttiğimiz dağla bağdaşıyor; yanında iki pınar olduğu için (bk. ae) bu adla anılıyordu, çünkü “ayn”ın bir anlamı da “pınar”dır. Geçmişteki Müslüman coğrafyacılar bu bölgeden sözeder, mesela Yakut Hamevî der ki: Ayneyn, Uhud sıradağlarından bir dağın adıdır, burada bir vadi vardır (bk. Mu’cemu’l-Bekri Endülüsi de şöyle der: Ayneyn Dağı Uhud’dadır ve Hz. Peygamber (s.a.a) Uhud savaşında okçuları bu dağın tepesinde konuşlandırmıştır (bk. Mu’cem-u Mâ İs’te’ceme Min Semai’l-Bilad Ve’l-Mevazi 3/978’de “ayn” terimi).
Mevcut karineleri ve bugünkü Uhud’un coğrafi konumuna bakılarak “ayneyn” den maksadın, Uhud Dağı karşısında, Medine tarafındaki toprak tepe olduğu ve savaşın bu tepeyle Uhud Dağı arasında yapılmış olduğu söylenebilir. Nitekim savaş meydanında defnedilen Uhud şehidlerinin mezarı da bu ikisinin arasındadır. Binaenaleyh okçular Uhud Dağında konuşlanmamıştır, nitekim burayı bizzat yakından gidip gördüm; Uhud Dağında 200 atlının geçebileceği böyle bir yer bulunmamaktadır. 1932-1945-1947-1963 yıllarında bu savaş bölgesini dikkatle inceleyen prf. Muhammed Hamidullah’ın da bu konuda önemli bir eseri vardır, bk. Resul-i Ekrem (s.a.a) Savaş Meydanında, çev. Sey. Gul. R. Saidi, s.92-95.
[784]- Vakidî ae. 1/221, İbn Hişam ae. 3/106.
[785]- Meclisi, Bihar, En. 20/18, Askalani, el-İsabe, Dar. İh.Ter. Ar. bas. 1. bas. 1328 hk. 1/354, Şevval’ın 3, 7, 8, 9, 11. günleri de denilmiştir, bk. Tar. Umem ve’l Muluk 3/14, Vefa. V. 1/281.
[786]- es-Siretu’l-Halebiyye 2/547, müşriklerin ölü sayısı 23 ve 28 olarak da geçer, bk. İbn Ebi’l-Hadid, Nehc. Bel. Şerhi 15/54, İbn Sa’d Tabakaatı 2/43, Belazurî, Ensabu’l-Eş. 1/328.
[787]- Şeyh Müfid, İrşad, Kum. El. M. A. El. Ş. Müfid bas. 1. bas hk. 1413, s.88, Meclisi ae. 20/51, Tabersi, Mec. Bey. Şrk. M. İsl. 2/496.
[788]- Taberi ae. 3/17, İbn Sa’d ae. 2/41, Semhudi, Vefau’l-V. 1/288, Meclisi ae. 20/26.
[789]- Saduk, el-Hisal, Kum, Men. Cam. Müd. F. Harz. İlm. 1403 hk., s.560.
[790]- Âl-i İmran, s.152.
[791]- İbn Hişam ae. 3/83, Taberi ae. 3/17, Meclisi ae. 20/51, Tabersi, Mec. Bey 2/496, Hass. b. Sabit (Hz. Peygamberin (s.a.a) şairi) bir şiirle Kureyşi hicvederek “O gün Emre olmasaydı, esirler pazarında satılmış olacaktınız!” demiştir. bk. İbn Hişam ae. 3/84, İbn Ebil Had. 14/217.
[792]- İbn Sa’d ae. 2/41-42, İbn Hişam ae. 3/82, Taberi ae. 3/17, Meclisi ve 20/26-49.
[793]- İbn Hişam ae. 3/82, Taberi 3/17, Meclisi ae. 20/67-27.
[794]- İbn Sa’d ae. 2/42, Vefau’l-Vefa 1/286.
[795]- İ. Sa’d ae. 2/43-45, İbn Hişam ae. 3/93, Semhudi ae. 1/288, Sey. Alihan Medeni, Derecat-ı Refiye, Kum, Men. Mek. Basir. 1397 hk. s.283.
[796]- Belazuri, Ensabu’l-Eşraf, Muh. Ham. İnc. Kahire, Dar. Mar. 3.bas., s.322.
[797]- İbn Sa’d ae. 2/42.
[798]- Âl-i İmran 153-154, Belazuri ae. s.318, Taberi ae. 3/20, Taberi ae. 2/47 İbn Ebi’l-Hadid ae. 15/23-25.
[799]- İbn Sa’d ae. 2/47, İbn Ebi’l-H. ae. 15/21,29.
[800]- Ş. Müfid. İrşad, Kum, Mut. Al. F.Ş. Müfid 1413 hk., s.89, Taberi ae. 3/17, İbn Esir Tar. Bey. Sad. yay. 2/154, İbn Eb. Had. ae. 14/250, Hafız b. Asakir, Medine -Dimaşk Tar. Muh. Bak. Mahmudi inc. Beyr. Dar. Maar. Mat. 1.bas. 1395 hk. 1/150, Meclisi ae. /20-88.
[801]- Taberi ae. 3/17, İbn Ebi’l-Had ae. 14/251, Şeyh Müf. ae. s.87, Meclisi ae. 20/54, 103, 105, 107.
[802]- Taberi ae. 3/19, İbn Hiş. ae. 3/88-89, Meclisi ae. 20/54.
[803]- İbn Sa’d ae. 2/47-48, Belazuri ae. 1/327, Taberi ae. 3/24, İ. Ebi’l-Had ae. 15/30-31, Ebu Said V. Herg. Şerefu’n-Nebi, çev. Necm Ravendi, Tah. Babek yay. 1361 hş. Halebi ae. 2/531, Meclisi ae. 20/32-45.
[804]- Belazuri ae. 1/328, Tabersi, A’lamu’l-Vera, tah. Dar. Kit. İsl. 3.bas. s.82, Ebu, s.V.Herg. ae. s.346, Semhudi ae. 1/291-292, Meclisi ae. 20/18, Halebi ae. 2/547.
[805]- İbn Hişam ae. 3/110, Halebi ae. 2/550.
[806]- İbn Hişam ae. 3/107,110, İbn E. Hadid ae. 15/31,33, Halebi ae. 2/550, Meclisi ae. 20/40, 41, 99.
[807]- Vakidî ae. 1/317,318.
[808]- ae. Halebi ae. 2/549.
[809]- İbn Hişam ae. 3/112.
[810]- Âl-i İmran 123, 132, 139, 140, 142, 143, 152, 165.
[811]- Vakidî ae. 1/342.
[812]- ae. s.340-
[813]- Bazılarına göre de 6 veya 7 kişi, bk. İbn Hiş. ae. 3/178, İbn Şehraşub ae. 1/194, Vakidî ae. 1/355.
[814]- Vakidî ae. 1/354-362, İbn Sa’d ae. 2/55-56, İbn Hişam ae. 3/178-192, İ. Şehraşub ae. s.94-195, Meclisi ae. 20/151-152.
[815]- Bir rivayete göre de 40 kişi, bk. Taberi tar. 3/34, İbn Hiş. Siyeri 3/194, Vakidî, Meğazî 1/347.
[816]- Taberi ae. 3/33-34, Tabersi, Mec. Beyan. Şrk. Mar. İslm. Bas. 2/533, İbn Şehraşub Men. Kum. Mat. M. bas. 1/195-196, Meclisi, ae. 20/147-148, Vakidî ae. s.346-348, İbn Hiş. ae. 3/193, İbn Sa’d Tabakaatı 2/51-53.
[817]- Taberi ae. s.34, İbn Hiş. ae. 3/195, İbn Sa’d ae. s.53.
[818]- Bazı siyer ve tarih yazarları, meşhurun aksine bu olayın Uhud’dan önce ve başka bir nedenle vuku bulduğunu söyler. Üstad Al. Sey. C.M. Âmuli bu kavli tercih etmektedir, bk. es-Sahih Min. Siy. Neb. A’zam 6/32-44.
[819]- İbn Sa’d, Tabakaat 2/53, İbn Hişam ae. 3/195, Taberi Tar. 3/35, Vakidî ae. 1/352.
[820]- Vak. ae. s.352,364.
[821]- Beyhaki ae. 2/335, Vakidî ae. 1/365-366, Tabersi, A’lamu’l-Vera, Tah. Tar. Kit. İsl., s.88.
[822]- Haşr, 11, Tabersi, Mec. Beyan, Şrh. M. İslamiye bas. 1379 hk. 10/264, Meclisi, Bihar. En. 20/165, 169.
[823]- Semhudi ae. 1/298.
[824]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 3/199-203, Taberi ae. 3/36-39, Vakidî, Meğazî, 1/363-380, Belazuri, Ens. Eşraf, M. Ham. İnc. Kahire Dar. mar.bas., s.339, bk. Semhudi, Vefau’l-V. 1/297-298.
[825]- İbn Hişam ae. s.201, Semhudi ae. , s.298, Meclisi Bihar. En. 20/166,173.
[826]- Semhudi ae. s.299, İbn Hişam ae. s.201, Vakidî ae. 1/377, Meclisi ae. s.171-172.
[827]- Haşr 2-4, İbn Abbas bu sureye “Neziroğulları Suresi” derdi, bk. Tabersi, Mecmau’l-Bey. 10/258.
[828]- Belazuri ae. 1/343, İbn, s. ae. 2/65, İbn Hiş. ae. 3/224.
[829]- Nisa 51-52.
[830]- M. H. Heykel, Muhammed’in (s.a.a) Hayatı Kahire. Mek. Neh. Mısr. 8. bas. 1963, s.329.
[831]- Onlar bu işbirliği karşısında Katfan’a Hayber’in 1 yıllık hurma mahsulünü kendilerine vermeyi vaat ettiler. Belazuri ae. 1/343, Vakidî ae. 2/44.
[832]- Taberi ae. 3/44, İbn Hiş. ae. 3/225.
[833]- M.B. Sa’d ae. 2/66, Vak. ae. 2/443, İbn Şehraşub Menakıbı, Kum, mat. İlm. 1/197, Meclisi, Biharu’l-en. 20/197.
[834]- Belazurî ae. 1/343.
[835]- İbn Sa’d ae. 2/66, Taberi ae. 3/46, İbn Hişam ae. 3/230, Semhudi ae. 1/301, Meclisi ae. 20/200.
[836]- Vakidî ae. 2/454.
[837]- Halebi, İnsanu’l-Uy. Hal. Siyeri, Beyrut, Dar. Mar. 2/631.
[838]- Ş. Müfid, İrşad,Kum, mat.Al. El. Ş. Müfid bas. 1.bas. 1413 hk., s.96, İbn Şehraşub ae. 1/197.
[839]- Halebi ae. 2/636, Vakidî ae. 2/66.
[840]- Belazuri ae. s.343, İbn Sa’d ae. 2/66, Taberi ae. 3/44, İbn Şehraşub ae. 1/198, Tabersi, A’lamu’l-Verâ, s.90, Meclisi, Bih. Envar 20/218.
[841]- İbn Sa’d’e göre Hendeğin kazımı 6 günde tamamlandı, bk. Tabakaat-ı
Kübra 2/67, Prf. M. Hamidullah çağdaş Müslüman bilim adamlarından biri olarak
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) İslam düşmanlarıyla savaştığı meydanların yer ve
konumunu defalarca incelemiş, hendeğin N şeklinde ve
[842]- İbn Sa’d ae. 2/67, Taberi ae. 3/46, Halebi ae. 2/636.
[843]- İbn Sa’d, ae. 2/66, Taberi, ae. 3/46, İbn Hişam ae. 3/231, Meclisi ae. 20/200, Semhudi ae. 1/301.
[844]- Belazuri ae. s.343, M.b. Sa’d, ae. 2/66, İbn Hişam ae. 3/231, Taberi ae. 3/46, Semhudi ae.
[845]- Belazuri ae. Taberi ae. s.48, İbn Vaz. Yakubi Tar. Necef, mek. Hayd. 1384 hk. 2/41, Halebi ae. 2/636-657.
[846]- İbn Sa’d ae. 2/67, Halebi ae. 2/636-637.
[847]- Ahzab 10, 11.
[848]- İbn Sa’d ae. s.67, İbn Hişam ae. 3/231, Taberi ae. 3/46-47, Semhudi ae. s.303, Meclisi ae. 20-200-201.
[849]- Semhudi ae. 1/304, Halebi ae. 2/647.
[850]- Belazuri ae. 1/347, Vakidî ae. 2/462-463, Taberi ae. 3/50, Semhudi ae. 1/302.
[851]- Vakidî ae. 2/460, Halebi ae. s.636. Ebu Bekir, Ahzab savaşından sözederken Kurayzaoğullarının bu ihanetine işaretle şöyle dedi: Medine’de bıraktığımız kadınlarla çocuklarımız konusunda Kureyşle Kaftan’dan ziyade Kurayzaoğullarından korku duyuyorduk, bk. Vakidî ae. s.460.
[852]- Savaş hiledir.
[853]- İbn Sa’d ae. 2/69, İbn Hişam ae. 3/240, Taberi ae. 3/50-51, Halebi ae. 2/650, Semhudi ae. 1/304, Meclisi ae. 20/207.
[854]- M. Hamidullah, Resul-ü Ekrem (s.a.a) Savaş Meydanında, çev. Sey. G. Saidi, s.128.
[855]- İbn Sa’d ae. 2/68, Vakidî ae. 2/470, Taberi ae. 3/48, Şeyh Müf. İrşad, Kum, M. İlm. Şeyh. Müfid 1. bas. 1413hk., s.97, Meclisi ae. 20/203.
[856]- Yelil denilen bir bölgede tek başına bir düşman grubunu yendiği için ona bu isim verilmişti; bk. Bihar. En. 20/203. Bedir’de yaralandığı için Uhud’a gelememişti. Üç yıl aradan sonra yine savaşmak için Ahzab ordusuna katılmış, tanınmak ve dikkat çekmek için bu yola başvurmuştu, bk. İ. Hişam Siyeri 3/235, Taberi Tar. 3/48, İbn Esir, el-Kamil F. Tar. 2/181.
[857]- Vakidî ae. 2/470, İbn E. Hadid, Nehc. Bel. Şerhi, M.E. İbrahim inc. Dar. İh. Kut. Arabiye bas. 1964,13/291 ve 19/63, Meclisi Bih. Envar 20/203.
[858]- Berezel İslam Kül. İla’ş-Şirk-i Küllihi, İbn Eb. Hadid ae. 19/61, Meclisi ae. 20/215.
[859]- ae. 1/345, M. b. Sa’d 2/68, İbn Hişam ae. 3/236, Taberi ae. 3/48, Semhudi ae. 1/303.
[860]- Ebu’l-Feth M. b. Ali Keraceki, Kenzu’l-Fevaid, Kum. Dar-ı Zehair 1410hk. 1/298, Meclisi, Bih. Envar, 20/205-216.
[861]- el-Müstedrek Ale’s-Sahiheyn, Abd. Maraşi inc. Beyrut, Dar. Mar. 1.bas. 1406 hk. 3/23.
[862]- Keraceki ae. s.299.
[863]- Belazuri ae. 1/345, İbn Sa’d ae. 2/71, Taberi ae. 3/51-52, İbn Şehraşub, Menakıb 1/198, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.92, Semhudi ae. 1/305, Meclisi ae. 20/208-209.
[864]- Ahzab, 9,25.
[865]- Şeyh Müfid, İrşad, s.106, Sahih-i Buhari, Şeyh K.Ş. Rufai inc. Bey. Dar. kal. 1. bas. 1407 hk. 5/215, Meğazî, bab:146 hadis.593, Tabersi, Mecmau’l-Beyan 8/345, Meclisi ae. 20/209.
[866]- İbn Vaz. Yakubi Tar. 2/42, Vakidî, Meğazî 2/492, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 3/264, Taberi ae. 3/58, İbn Şehraşub Menakıbı 1/198, bu savaşta daha fazla şehid düştüğünü yazanlar da vardır, bk. İslam Peygamberinin Tar. Muh. İbr. Âyeti, Tah. Mües. İnt. Ç. Dan. Teh. 1361 hş., s.372.
[867]- Vakidî ae. 2/496, İbn Hişam ae. 3/265, Taberi ae. 3/59, İbn Şehraşub ae. 1/198, Yakubi düşmanın telefatının 8 kişi olduğunu yazar 2/42.
[868]- Bu savaş hakkında daha fazla bilgi için bkz. Tab. Kübra 2/74-78, Taberi Tar. 3/53-58, Meğazî 2/496-524, Siretu’n-Nebeviyye, 3/244-261, Vefau’l-Vefa 1/305-309, Bih. Envar 20/233-238.
[869]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 3/256, Taberi Tar. 3/58, bir grubu da Sa’d b. Ubade’yle bu amaçla Şam’a yolladı bk. Vakidî, Meğazî 2/533. Hendek ve Kurayza savaşları için bk. El-Mizan Tef. 16/291-303
[870]- Ahzab, 26,27
[871]- Mont. Watt, Muhammed (s.a.a) Fi Medine, çev. Ş. Berekat, Bey. Menş. Mek. Asr., s.327. Bu yazar 23 yıl diğer Avrupalı yazarlarla el birliği edip Kurayza Yahudilerini temize çıkarmaya çalışmıştır. Mezkur yazar Kurayzalıların ihanetini itiraf ederek “Medine’nin kuşatıldığı Hendek savaşında Müslümanlar epey zor durumda kalmıştı, Kurayza Yahudileri her an müşrik ordusuna katılabilirdi. Bu durumda Müslümanlar kesinlikle yenilecek ve Muhammed’in hareketi büsbütün silinip gidecekti…” dediği halde asıl niyetini de gizleyemeyerek, Müslümanlara ihanet eden bu Yahudi kabilenin affedilmesi gerektiğini dile getirmektedir: “…bu Yahudilerin Muhammed tarafından affedilmesi ve onlara müsamahakâr davranılması gerekirdi(!)”, bk. Mustafa H. Tabatabai, Tarih Raporunda İhanet, Tah. İnt. Çap. 1. bas.1366 hş. 3/164-165.
[872]- Kurayza Yahudilerinin, kuşatma altındaki Medine’de Müslümanların önce savunmasız kalan kadınlarıyla çocuklarını öldürüp (Ka’b b. Esed’in önerisi) sonra da Müşriklerle savaşan Müslümanlara arkadan saldırarak onları sırtından hançerleme komploları ve idam edilecekleri sırada sergiledikleri tavırlar onların ne kadar şiddet yanlısı ve kin dolu inatçı bir tutum içinde olduklarını göstermeye yetmektedir. Nitekim bunlardan biri, bazı Müslümanların Hz. Peygamber’e (s.a.a) ricası üzerine ailesiyle birlikte affa uğradığı halde, sırf inat yüzünden ölmeyi tercih etmiştir! bk. İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 3/253-254.
[873]- Vakidî, Meğazî 2/492.
[874]- Tevrat, çev. William Killin Kıssis İkkisi, Londra hş. 1327, Sifr-i Müsenna 20. fasıl, Sa’d’in bu hükümdeki belgeleri konusunda bk. Cafer Sübhani, Furuğ-u Ebediyet 2/154-157, Mus. Hüs. Tabatabai, Tarih Raporlarında İhanet 3/161-173.
[875]- Sey. Caf. Şehîdî, İncelemeli İsl. Tar. Tah. Mer. Neşr. Daniş. 6. bas. 1365, s.73-75.
[876]- Sey. Ali M. Şerifi, Kurayza Gazvesine Kısa Bir bakış, Nur-u İlim dergisi, 11, 13. sayılar.
[877]- Belazuri, Vakidî, Muh. B. Sa’d gibi bazı tarihçiler bu olayı h. 5 yılın hadisleri arasında sayar ve Ahzab savaşından önce vuku bulduğunu yazarlar, bu görüşü onaylayan karineler vardır, bk. Siretu’n-Nebeviyye 3/302 dipnot, Vefau’l-V. 1/314.
[878]- Bu nedenle bu gazveye Müreysi’ Gazvesi de denir.
[879]- İbn Hişam ae. 3/302-308, Taberi ae. 3/63-66, Meclisi ae. 20/281-290.
[880]- İ. Hişam ae. Müfid, İrşad, Kum, Mut. İlm. Elf. Ş. Müfid 1.bas. 1413 hk., s.118-119, İbn Şehraşub Menakıbı Kum, mat. İlm. 1/201.
[881]- İbn Hişam ae. 3/207-308, Vakidî ae. 1/411, Tabersi, A’lamu’l-Vera, Tah. Dar. Kit. İslamiye, s.94. Bazı tarih kaynaklarında bu evlilik daha farklı şekilde anlatılır.
[882]- Nitekim Kureyşliler, Müslümanların Mekke’ye girmesini önleyince Mekke’nin büyüklerinden Huleys b. Algeme, Kureyşin bu tavrını sürdürmesi halinde kabilesinin Kureyşle savaşacağı tehdidinde bulunmuştur; bk. İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 3/326, Taberi Tar. 3/75, M. Sa’d Tabakaatı 2/96, es-Siretu’l-Halebiyye, 2/696.
[883]- Kuleyni, er-Ravzat-u Mine’l-Kafi, Tah. Dar. Kit. İsl. bas. 1362 hş., s.322. Resulullah’ın (s.a.a) yanındaki Müslümanların sayısını 700, 1300,1425, 1600 ve 1700 kişi yazanlar da vardır, bk. es-Siretu’l-Halebiyye 2/689, Meğazî 2/614, Tabakaat K. 2/95-98, Taberi Tar. 3/72, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 3/332, Mecmau’l-Bey. 9/110.
[884]- Meğazî 2/602.
[885]- İbn Hişam ae. s.330, Taberi ae. s.78, İbn Sa’d ae. s.97-99, Belazuri, En. Eşraf 1/350, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.96.
[886]- Fetih 18.
[887]- Taberi ae. s.78, İbn Hişam ae. s.331.
[888]- Bu madde gereğince Hz. Resulullah (s.a.a) ve Müslümanlar hicretin 7. yılında umre yaptılar, buna Kaza Umresi denir.
[889]- Antlaşmanın bu maddesinde geçen Arapça “İslal”in anlamı, “gizlice çalmak”, “birini başkasının aleyhine desteklemek” ve “gece baskını”dır, bk. İbn Esir, en-Nihaye Fi Garibi’l-Hadis ve’l-Eser, 2/392, “sel” terimi; karinelere göre burada ikinci anlam kastedilmektedir, Ahmed Miyanci, Mekatibu’r-Resul (s.a.a) 1/277, bu nedenle bazı çağdaş tarihçilerin düştüğü hataya düşmedik ve bunu “hırsızlık” olarak çevirmedik.
[890]- Tabersi ae. s.97, Belazuri ae. s.350-351, İbn Hişam ae. s.332, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.97, Meclisi, Bihar. En. 20/352, bk. Tabakaat. Kübra 2/97, 101, 102.
[891]- Tabersi, A’lam. V. s.97, es-Siretu’l-Halebiyye 2/77, Meclisi, Bih. En. 20/350, 352.
[892]- Tabersi, Mecmau’l-Bey. 9/118, Meclisi ae. 20/334, 350, Hudeybiye barışı için ayrıntılı bilgiye bk. Mekatib-i Resul (s.a.a) A.A. Miyanci 1/275,287, Kitab-ı Vesaik, Muh. Hamidullah, çev. M. M. Damğani, Tah. çap ve Neş. Bün. 1. bas. hş.1365, s.66 ve 68.
[893]- Nasr b. Müzahim, ae. s.508-509, Tabersi ae. s.97, İbn V. Yakubi Tar. Necef. Mek. Hayd. bas. 1384 hk.2/179, Ebu Hanife Deynuri, el-Ahbaru’t-T. Abdulmunim Âmir, Kahire, Dar. İhy. Kut. Ar. 1960, s.194, İbn Esir, el-Kamil F. Tar. Beyr. Dar. Sad. bas. 3/32, Halebi ae. s.708.
[894]- Meclisi ae. 20/350.
[895]- Vakidî, Meğazî 2/607, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 3/331, Taberi Tar. 3/97, es-Siretu’l-Halebiyye 2/706. bazı Müslümanların burada Hz. Peygamberin (s.a.a) irade ve buyruğuna karşı gelmesi bir nevi başına buyruk davranma ve Hz. Resulullah’ın -dolaysıyla da Allah’ın- emri karşısında, yani nassa rağmen, kendi aklınca içtihadda(!) bulunma hatasından kaynaklanıyordu! Bu tür itaatsizlikler daha sonra da bazı sahabelerce tekrarlanmış, İslam tarihinde Müslümanlara pahalıya malolan çok acı olaylara neden olmuştur. Oysa “Müslüman”lığın gereği, Allah ve Resulü’nün (s.a.a) emri ve iradesi karşısında tam bir itaat ve teslimiyet göstermekti, nitekim Yüce Allah bunu vurgulamakta ve şöyle buyurmaktadır: “Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman mümin olan bir erkek ve mümin olan bir kadın için o işte kendi isteklerine göre davranma hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapıtmıştır.” Ahzab, 36.
[896]- İbn Hişam ae. 3/336, Taberi ae. 3/81, Halebi ae. 2/721.
[897]- Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.98, Meclisi, Bihar. En. 20/363.
[898]- İbn Sa’d ae. 2/104, 105, İbn Hişam ae. 3/334, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.98, Halebi ae. s.714.
[899]- “Şüphesiz, biz sana apaçık bir fetih verdik” Fetih. 1.
[900]- A’raf, 158.
[901]- Sebe, 28.
[902]- Kalem, 52.
[903]- Yasin 69,70.
[904]- Tevbe, 33.
[905]- Enbiya, 107.
[906]- Siyonist Goldzeiheir’in Mahkemesi, Muh. Gaz. Mısri, çev. Sadr. Bel. Tah. Hüs. İrşad 1363 hş. s.79-80.
[907]- İbn Sa’d Tabakaatı 1/258, 262.
[908]- Ali A. Miyanci, Meh. Resul 1/31. İbn Hişam, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu tebliğ mektuplarının 10(bk. Siyer Neb. 4/254), Yakubi 13(bk. Yak. Tar 2/66-67)ve Mesudi el-Tenbih Ve’l Eşraf, s.236, 237’de 6 tane olduğunu yazar; çağdaş yazarlardan biri ise bunların 32 tane olduğunu belirtiyor, bk. Ahmed Sabri Hemedani, Muhammed (s.a.a) ve Yöneticiler, Kum, Dar. İlim 2.bas. 1346 hş.
[909]- Vak. Meğazî, Marsden Johans inc. 2/634, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 4/360.
[910]- Vak. ae. s.637,703, Yakubi bunların 20 bin kişi olduğunu yazar 2/46.
[911]- Vak. Ae.
[912]- Yuseyrim b. Rezam veya Razim şeklinde yazanlar da vardır, bk. İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 4/266.
[913]- İbn Sa’d Tab. 2/91-92.
[914]- İbn Hişam ae. 4/266-267.
[915]- M. H. Heykel, Muhammed’in (s.a.a) Hayatı, Kahire, Mek. Neh. Mısr, 8. bas., s.386.
[916]- Vak. ae. s.689, M. b. Sa’d Tam. Küb. Beyr. Dar. Sadr bas. 2/107, İbn Hişam ae. 4/364.
[917]- Vakidî ae. s.639.
[918]- ae. s.646.
[919]- Taberi Tar. Bey. Dar. Kam. Had. 3/93, İbn Hiş Siy. 4/349, İbn Kesir el-Bidaye ve’n-Nihaye, Beyr. Mek. Mar. 2. bas 1977 4/186.
[920]- Kızıl tüylü deve, en pahalı devedir, bununla dünya malı kastediliyor.
[921]- Hz. Peygamber’in (s.a.a) bu buyruğu ve Hz. Ali’nin (a.s) görevi konusunda bk. Sahih-i Buhari, Şeyh K.Ş, Meğazî, bab 155, s.245, Sahih-i Müslim, Nevevi Şerhi, Beyr. Dar. Fih. 1401 hk. 15/176-177, İ. Sa’d Tabakaatı, Bey. Dar. Sad. 2/110-111, Saduk, Hisal kit. Kum. Menş. Cam. Müderrisin 1403 hk., s.311, hamse babı, Taberi Tar. Bey. Dar. Kam. Had. 3/93, Şeyh, S. Kun. Han. Yenabiu’l-Mev. Bey. Mües. İlm. mat. bas. 1/47, İbn Esir, el-Kamil F. Tar. Beyrut, Dar. Sad. bas. 2/219, İbn Abdulbirr, el-İstiab, el-İsabe haşiyesi, 3/36, Hakim Nişaburi, el-Müstedrek Al. Sah. Bey. Dar. Mar. 1406 hk. 3/109, İbn Hişam Siy. 3/349, İbn Hacer Hay. Mekki, Sev. Muhrika, Mek. Kah. 1385 hk., s.121, Vakidî, Meğazî 2/635, İbn Vaz. Yakubi Tar. 2/46, İbn Kesir, el-Bidaye V. Nih. 4/186, Halebi, İnsanu’l-Uyun, (es-Siretu’l-Halabiyye’de) 2/733-736, Ebu C.M.b.H. Tusi, el-Emalî, Kum, Dar. Sakafe 1414 hk. s.380.
[922]- Âl-i İmran, 61.
[923]- Sahih-i Müslim, Nevevi Şerhi 15/176 Zühreoğullarından Sa’d Vakkas ilk Müslümanlardandır ve 17 yaşında Müslüman olmuştur, bk. Tabakaat-ı Küb. 3/139, es-Siretu’l-Halebiyye’nde 19 yaşında Müslüman olduğu geçer, bk. 1/434. Medine döneminde önde gelen Müslümanlardan olup Hz. Ali’nin (a.s) siyasi rakibi sayılıyordu, Ömer’in oluşturduğu 6 kişilik şurânın üyesiydi, bu şurâda Hz. Ali (a.s) lehine oy kullanmamıştır, bk. İbn Eb. Hadid, Nehc. Bel. Serhi 1/188, Osman’ın katlinden sonra Hz. Ali (a.s) halkın ısrarıyla halifeliğe getirilince Hz. Ali’ye (a.s) biat etmeyen çok az sayıdaki adamlardan biridir, bk. Mesudi, Murucu’z-Zeheb 2/353, İbn Esir Tar. 3/191. Ama bütün bunlara rağmen, Hz. Ali’nin (a.s) bu üç faziletini inkar etmiyordu!
[924]- Saduk, Hisal, s.369 bab: Seb’e.
[925]- Meclisi, Bihar 21/32.
[926]- M. İb. Ayeti, İslam Pey. Tar; Tah. İnt. Dan. Tah. 1361 hş. 3.bas. s.473-475.
[927]- Vakidî, Meğazî 2/690, Yakut Hım. Mu’cemu’l-Buldan 2/410, Hayber terimi.
[928]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 3/352.
[929]- Yakut Hamevî ae. s.410, Futuhu’l-Buldan, Bey. 1398 hk. s.36-37.
[930]- Belazuri ae. s.42, İbn Hişam ae. 2/352, İbn Esir Tar. 2/224, Vakidî ae. 2/707, Yakut Hamevî ae. 4/238, Fedek terimi, Ebu Ubeyd K.b. Selam, el-Emvâl, Muh. Halil Heras inc; Bey. Dar. Fik. 2. bas. 1395 hk. s.16.
[931]- Zeyni Dehlan, Nebevi Siyeri… Bey. Dar. Mar. 2.bas. 2/170-171, es-Siretu’l-Halebiyye, İnsanu’l-Uyun, Beyrut, Dar. mar. 3/289-290.
[932]- Halebi şöyle yazar: Bu mektup, o sırada Şam’da bulunan Roma imparatoru Hirakl’a yazılmıştı (Harkıl veya Herkül olarak da çevrilmiştir -çev-) bk. es-Siretu’l-Halebiyye 2/786.
[933]- ae. 2/786.
[934]- Vakidî, Meğazî, Mars. J. İnc. Beyr. Mües. İlm. mat. bas. 2/755, İbn Sa’d Tabakaatı, Bey. Sadır yay. 2/128.
[935]- Cafer b. Ebu Talib hic. 7. yılda, Habeşistan’da yıllarca süren hicretinden sonra Medine’ye dönüp Hayber fethinden sonra bu bölgede Hz. Resulullah’la (s.a.a) görüşüp onun takdirine mahzar oldu, bk. İ. Sa’d Tabakaatı, Bey. Dar., s. 4/35, İbn Esir, Usdu’l-Gabe, Tah. Mek. İsl. bas. 1336 hş. 1/287, İbn Abdulbirr, İstiab, el-İsabe haşiyesi, 1/210, Ebul F. İsfahani, Mekatilu’t-Talibiyyiyn, Sey. A. Sekarr inc., Kum Men. Şer. Rezıyy 1416 hk., s.30, İbn Kesir, el-Bidaye V.Nih. Bey. Meh. Mar. 4/206.
[936]- Tabersi, A’lamu’l-Vera, Dar. Kut. İsl. 3/107. Meşhura göre bu orduda Zeyd’in Cafer’e komuta önceliği vardı, ama Tabersi’nin nakline göre bazı Şii rivayetleri Cafer’in komuta önceliğini göstermektedir, bunu teyid eden karineler de vardır, bk. Cafer Subhani, Furuğ-u Ebediyet, Kum. Mer. İnt. Def. Teb. İsl. 1368 hş. 5.bas. 2/291-293, Muhammed b. Sa’d’in rivayetlerinden biri de bu mazmundadır, bk. Tabakaat-ı K. 2/130, daha fazla bilgi için bk. Ed-Derasat ve’l-Buhus-u Fi’t-Tarih-i ve’l-İslam makaleleri, Cafer Murtaza 1/210 ve sonrası.
[937]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, Kahire, mat. Mus. B. Halebi bas. hk. 1355 4/19-21, Muh. B. Cer. Taberi Tar; Bey. Dar. Kam. Had. 3/107-110, Vakidî ae. 2/755-769, İbn Sa’d ae. 2/128-130, Halebi ae. 2/787-793, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.102-104; Zeyni Dehlan, ae. 2/68-72, Meclisi, Bihar. En. Tah. Dar. kit. İsl. hk. 1384, 21/50-63, Tusi, el-Emalî, Kum, Dar. Sak. 1.bas. 1414 hk. s.141.
[938]- Meğazî 2/769.
[939]- Nebevi Siyeri 4/30.
[940]- M.İ. Âyeti, İslam Pey. Tarihi, Tah; int. Dar. Tah. 1361 hş. s.501.
[941]- Ürdün’de, başkent Umman’a
[942]- Caf. Sübhani, Ürdün Yolculuğu İzlenimleri (=Hatıralar Şehri: Mute) Mekteb-i İslam Derg. yıl 38 sayı 7 Mehr ayı 1377 hş.
[943]- İslam’dan önce bu iki kabile arasında düşmanlık ve kan davaları vardı, bk. İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 4/31, o zamandan beri Huzae kabilesi Abdulmuttalib’le müttefikti, bk. Vakidî, Meğazî 2/781.
[944]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 1/33, Vak. Meğ. 2/783, İ. Vaz. Yakubi Tar. Nec. Mek. Hayd. bas. 1384 hk. 2/47. İbn Hişam bu saldırıda Huzailerden bir kişinin öldüğünü yazar 4/33, ama Vakidî’yle İbn Sa’d, ölü sayısının 20 olduğunu kaydetmiştir, bk. Meğazî 2/784, Tabakaat-ı k. 2/134.
[945]- Vakidî ae. 2/799-800, İbn Sa’d ae. 2/135.
[946]- Vak. ae. 2/796-802, İ. Sa’d 2/134.
[947]- Vak. ae. 2/787-796, İ. Sa’d ae.
[948]- İbn Hişam ae. 4/39, İ. Sa’d ae. , Yakubi Tar. 2/47.
[949]- İ. Hişam ae. 4/41,63, İ. Sa’d ae. 2/135, Vakidî ae. 2/801.
[950]- İ. Hişam ae. s.42,44,46,Vakidî ae. 2/817, 819.
[951]- 15-28 kişi, bk. İbn Hişam ae. s.50, Vak. ae. 2/825, İ. Sa’d ae. 2/136.
[952]- İsra, 81.
[953]- İ. Hiş. ae. 4/59, Vak. ae. 2/832, İ. Sa’d ae. 2/136 ve bk. Tusi, el-Emalî, Kum. Dar. Sak. Bas. 1414 hk., s.336, es-Siretu’l-Halebiyye, Beyr. Dar. Mar. 3/30, Zeyni Dehlan Siyeri, Bey. Dar. Mar. 2. bas. 2/102, Kastalani, el-Mevahibu’l-L; Beyr. Dar. Mar. 1. bas. 1416 hk. 1/322, Ali b. M. b. Tavus, el-Teraif Fi Marife… Kum. Mat. Hay. bas. 1/80-81, İbn Şehraşub Menakıbı, Kum, Mat. İlm. 2/135-136, Carullah Zemahşeri, Keşşaf Tefsiri, mek. Mus. B. Halebi bas. 2/244.
Allame Emini bu olayı Ehl-i Sünnetten 41 muhaddisten nakleder, bk. el-Gadir 7/10-13 ve Menakıb-ı Harezmi, Feraidu’s-Sımteyn, Yenabiu’l-Mevedde, Tezkiretu’l-Havass ve Bihar gibi kaynaklarda bu olayın hicretten önce, gece karanlığında ve Kureyşlilere fark ettirilmeden gerçekleştirildiği yazılıdır (muhtemelen olay her iki şekilde de vuku bulmuş olmalı).
Hz. Ali’nin (a.s) Hz. Peygamber’in (s.a.a) omzuna basarak Ka’be’ye tırmanması öteden beri birçok şiire konu olmuştur. H. 9. yy. şairlerinden İbnu’l-Erendis Hilli’nin bu konudaki kasidesi pek ünlüdür, bk. el-Gadir 7/8: “Ali’nin (a.s) Ahmed’in (s.a.a) omzunda yükselmesi pek büyük bir fazilettir, akrabalık ve sahabe olmaktan öte bir fazilettir bu!”
İbn Ebi’l-Hadid de, Mekke’nin fethiyle ilgili “Seb’e Aleviyyat” kasidelerinden birinde şöyle der: “Kitabı tilavet eden meleklerin sardığı en yüce omuzda yükseldin, elçilerin en iyisi, insanların en azizi, şu toprağa ayak basanların en değerlisinin omuzlarında!.. bk. Dr. M. İ. Âyeti Bircendi, İslam Peygamberinin Tarihi, Tah. Ün. Yay. Tar. s.529-530.
[954]- Hürr-i Âmuli, Vesailu’ş-Şia; Beyr. Dar. İh. Ter. İsl. 9/323, tavafın mukaddimatı babları, Mescidu’l-Haram’a Benî Şeybe kapısından girmenin müstehab olduğu bâbı, hadis. 1.
[955]- Sayılarının 8 veya 10 olduğu yazılmıştır, bk. İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 4/51-53, Vak. Meğazî 2/825, İbn Sa’d Tabakaatı 2/136, bunlardan birkaçı daha affa uğramış, İslam’ın merhametiyle kurtulmuştur.
[956]- Yusuf, 92.
[957]- es-Siretu’l-Halebiyye, İnsanu’l-Uyun, 3/49, Zeyni Dehlan, es-Siretu’n- Nebeviyye…2/98.
[958]- İbn Hişam ae. 4/58, İbn Vaz; Yakubi Tar. 2/50, Vakidî ae. 2/844, farklı deyişlerle.
[959]- Sey. M. Hüs. Tabatabai, el-Mizan Tefsiri 19/246. Bu antlaşma ve biat, Mümtehine Suresi’nin 12. ayetinin inmesi üzerine gerçekleşmiştir. Bu biat, 1. Akabe biatiyle aynı maddeleri içerdiğinden daha sonra Akabe biati da “biatu’n-nisa” olarak adlandırılmıştır.
[960]- İ. Sa’d Tabakaatı 2/135, İbn Esir, Usdu’l-Gabe, Tah. Mekt. İsl. bas. 1336 hş. 4/385 ve 5/216, İbn Abdulbirr, İstiab, el-İsabe haşiyesi, 2/85.
[961]- İbn Esir ae. 4/385, Halebi ae. 3/43, Zey. Dehlan ae. 2/96.
[962]- Hadid, 57.
[963]- Şah. Ah. Nüveyri, Nihayetu’l-Er. Fi. F. Edeb; çev: Mah. M. Damğani, Tah. Emir Keb. 1365 hş. 3/11.
[964]- es-Siretu’l-Halebiyye, Beyrut, Dar. Mar. 3/61.
[965]- İbn Sa’d Tabakaatı, Bey. Dar. Sad. yay. 1/303.
[966]- ae. s.307.
[967]- ae. s. 298, Nüveyri ae. s.37.
[968]- İbn Sa’d ae. s.326.
[969]- ae. s.292, Nüveyri ae. s.38.
[970]- ae. 330, Nüv. ae. 89.
[971]- ae. 331, Nüv. ae. 83.
[972]- ae. 352, Nüv. ae. 103.
[973]- İbn Sa’d , ae.
[974]- Vakidî, Meğ. 1/966.
[975]- Huneyn, Zu’l-Mecaz yakınlarında bir derenin veya Taif yakınlarında Mekke’ye üç gecelik mesafedeki bir pınarın adıdır, bk. el-Mevahib. Led. 1/328.
[976]- Vakidî, Meğ; Mar. Joh: inc; Beyr. Mües ilm. Mat. bas. 3/889, Taberi Tar. Beyrut, Dar. Kam. Had. 3/125, bazı kaynaklar Mekke fethinin Ramazan ayının başka günlerinde gerçekleştiğini yazar.
[977]- Vakidî ae. Taberi ae. s.125, Kastalani el-Mevahib L; Beyr. Dar. Kut. İlm. 1. bas. hk. 1416 1/226.
[978]- İ. Vaz. Yakubi Tar; Necef. Mek. Hay. bas. 1384 hk. 2/50.
[979]- Kastalani ae. s.227, Nüveyri, Nihayetu’l-Er. Fi. F. Edeb; çev. M.M. Damğani, Tah. Em. Kebir yay. 1.bas. 1365 hş. 2/280-281, İ. Sa’d Tabakaatı, Bey. Sadır yay. 2/145-147.
[980]- İbn Hiş. es-Siretu’n-Nebeviyye, Kahire, mat. Mus. B. Halebi 4/80, Taberi Tar. Beyr. Dar. Kam. Had. 3/126.
[981]- İbn Hiş ae. 4/82, Taberi ae. 2/127, Vaka ae. 3/893.
[982]- Vak. ae. s.889, Taberi ae.
[983]- İ. Hişam ae. s.83, Taberi, ae. İ. Sa’d Tabakaatı ae. 2/150, Tabersi, A’lamu’l-Vera 3. bas. mek. İsl. bas. s.113, İ. Vaz. Yakubi Tarihi, 2/52.
[984]- Vak. ae. s.893, İ. Sa’d, ae. s.150.
[985]- Vak. ae. s.889, İ. Sa’d ae. Tabersi, ae. s.113, Şeyh Müfid İrşad’ı Mek. Basir. s.74.
[986]- Tevbe, 25.
[987]- İbn Hiş. ae. s.85, Vak. ae. s.895, Taberi ae. s.128, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.114, Meclisi, Bih. Envar, Tah. Dar. Kit. İsl. bas. 1384 hk. 21/169, Şeyh Müfid ae. s.75.
[988]- Vak. ae. s.897, İbn Sa’d ae. s.150.
[989]- Vak. ae. s.900, İbn V. Yakubi Tar. 2/52.
[990]- İrşad, s.74, Hz. Ali’nin (a.s) bu savaşta gösterdiği kahramanlık için bk. Emalî, Ş. Tusi, Kum. Dar. Dak. 1. bas. hk. 1414, s.574-575.
[991]- İbn Sa’d ae. s.151, İ. Vaz. Yakubi Tar. 2/52, Meclisi, Bihar 21/150.
[992]- İ. Vaz. Yak. Tar. 2/52.
[993]- Tevbe, 26.
[994]- Tabersi, A’lamu’l-Vera 1/116, İbn Sa’d bu savaşta Müslümanların eline 6 bin esir, 24 bin deve, 40 binden fazla koyun, 4 bin gümüş para geçtiğini yazar, bk. Tabakaat: Beyr. Sad. yay. 2/152.
[995]- İ. Sa’d ae. s.153-155, Taberi ae. s.132,135.
[996]- İ. Hiş. ae. s.101, İ. Sa’d ae. s.152, Vak. ae. s.922, İ. Vazih ae. s.52, Taberi ae. s.132.
[997]- Tevbe 25, 26.
[998]- Tebük, Medine-Dimaşk arasında ünlü bir yerdi, bk. Kastalani, el-Mevahib
L. Bey. Dar. Kit. İlm. 1316 hk. 1/346, Zeyni Dehlan, Siyer-i Nebevi, Beyr. Dar.
Mar. 2/125, Medine’ye 90 fersah (12 gecelik yol) uzaklığındaydı, bk. Mesudi,
el-Tenbih Ve’l-Eşraf, Kahire, Dar. Sav. Tab. Neşr., s.235, o dönemde Roma
imparatorluğunun Şam’da Hıristiyanlara ait topraklarının sınır şeridindeydi.
Tebük şehri bugün Arabistan’a ait olup Ürdün sınırındadır ve Medine’den kuzeye
giden yoldaki tabela’da “Tebük’e
[999]- Vak: Meğazî, Mars. Joh. İnc. Beyr. Mües. İlm. mat. bas. 3/990, İbn Sa’d Tabakaat’ı, Beyr Sadır yay. 2/165, Kastalani ae. s.346, es-Siretu’l-Halebiyye, Beyr. Dar. mar. bas. 3/99, bu rapor, Medine’ye yağ ve beyaz un taşıyan Nebtli tüccarlardan alınmıştı, bk. Vak. ae. s.989-990.
[1000]- Vakidî ae.
[1001]- Vak, ae. İbn Sa’d ae.
[1002]- İbn, s. ae. s.166.
[1003]- İbn, S. ae. Kastalani ae. Halebi ae. Taberi Tar; Beyr. Dar. Kam. Had. 3/164.
[1004]- Vak. ae. s.992, Taberi ae. Halebi ae. İ. Hişam Siyeri, Kah. Mek. Must. Bas. 1955, 4/159.
[1005]- İ. Sa’d ae. Vak. ae. s.990-991, Kastalani, ae. 1/347, Halebi ae. İ. Hişam ae. s.160, Tabersi, A’lamu’l-Verâ, Dar. Kut. İsl. s.122.
[1006]- İ. Sa’d ae. s.165,167, Vak. ae. Kastalani ae. s.346, Tabersi ae. Halebi ae. s.99, İ. Hişam ae. s.159.
[1007]- Vak. ae. s.991, Taberi ae. 3/142.
[1008]- İ. Sa’d ae. s.166, Vak. ae. s.996,1002, Kastalani ae. s.349, Halebi ae. s.102.
[1009]- Vak. ae. s.1002, İ. Sa’d ae. s.166.
[1010]- Mesudi, et-Tenbih Ve’l-Eşraf, Kahire, Dar. Sav. Tab. Neş., s.235.
[1011]- İ. Sa’d ae. s.165,166, Vak. ae. s.995.
[1012]- Vak. ae. s.993, İ. Hişam, es-Siretu’n-Nebeviyye 4/160, Kastalani ae. s.342.
[1013]- Tevbe, 81.
[1014]- ae.
[1015]- a, 87 ve 93.
[1016]- Vak. ae. s.995, İ. Hişam ae. 4/162.
[1017]- Müf. İrşad, Kum, Mek. Basir. bas. s.82, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.122.
[1018]- Sad, 236.
[1019]- İ. Ahdulbirr, İstiab, el-İsabe haşiyesi 3/34, es-Siretu’l-Halebiyye 3/104, Kastalani, el-Mevahib 1/348.
[1020]- İ. Abdulbirr ae. s.27, C. Mur. Âmuli, es-Sahih M., s. Nebi A,1403 hk. 4/193-196.
[1021]- Medine’ye 3 mil mesafede bir yer adı.
[1022]- İ. Hişam Siyeri 4/163, es-Siretu’l-Halebiyye 3/104.
[1023]- İrşad, s.83.
[1024]- İstiab 3/34.
[1025]- Sah. Buhari, Ş.K. Şemai inc. Bey. Dar. Kalem 1.bas. 1407hk. 6/309, Meğazî 195, had 857, Sah. Müslim, Nevevi Şerhi, Beyr. Dar. Fih. 1401 hk. 15/175, Fazailu’s-Sahabe, Fazail-u Ali b. Ebi Talib (a.s) adına Menzilet hadisi denilen bu hadis için bk:
El-Mevahib L. 1/348, İstiab, İsabe haşiyesi 3/34, el-Bidaye ve’n-Nihaye 5/7 ve 8/77, Müsned-i Ahmed 1/179, Kenzu’l-Ummal hadis. 14242, 32881, 36572, Camiu’s-Sahih Tirmizi, Menakıb, 21. bab, hadis 3730, el-Tenbih ve’l-Eşraf, s.235, Sevaiku’l-Muhrika, s.121, İsabe 2/509 n:5688, Zeyni Dehlan Siyeri 2/126, Murucu’z-Zeheb, 3/14, Emalî, Şeyh Tusi, s.599.
Bazı kaynaklarda ise Hz. Peygamber’in (s.a.a) bu yolculuğa çıkarken Muhammed b. Mesleme’yi, bir rivayete göre de Siba’ b. Urfute’i Medine’de halefi olarak bıraktığı geçer, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, 4/162, es-Siretu’l-Halebiyye 3/102, Taberi Tar. 3/143, Tabakaat-ı Kübra 2/165, el-Mevahib L. 1/348. Ancak, Şia ve Sünni rivayetlerdeki tevatüre binaen bu iki rivayetin asılsız olduğu ve Medine’de Hz. Ali’nin (a.s) halef bırakıldığı tartışılmazdır. Ehl-i Sünnetin büyük fakihlerinden olan ünlü tarih ve rical yazarı İbn Abdulbirr (5. yy. hk.) şöyle yazar: Hz. Ali (a.s) hakkındaki Menzilet hadisini çok sayıda sahabe rivayet etmiş olup en güvenilir ve en sahih hadisler arasındadır; Sa’d b. Ebu Vakkas, İbn Abbas, Ebu Said Hudrî, Ümmü Seleme, Esma bint Umeys, Cabir b. Abdullah Ensari ve adlarını buraya sığdıramayacağımız daha birçokları bu meşhur hadisi rivayet etmiştir; bk. el-İstiab 3/34.
[1026]- Bunca net ve açık delillere rağmen Ehl-i Eünnet’ten Şamlı Halebi’yle, İbn Teymiye, kendilerine has malum siyasi görüşleri ve tarafgir tutumları sebebiyle bu sahih hadisi şüpheli göstermeye çalışmıştır. Bu hadis hakkındaki belgeler ve sayıları yüze varan kaynak ve vasıtalar için bk. el-Gadir 3/197-201, İhkaku’l-Hak, 5/133-234, Pişvai ez Nezer-i İslam, Cafer Sübhani, İnt. Mek. İsl. 1374 hş. 15. fasıl.
[1027]- İ. Sa’d Tabakaatı 2/167, Kastalani, Mevahib 1/346, Halebi ae. 3/106.
[1028]- Sah. Buhari 6/308, Mesudi, el-Tenbih V. Eş. s.235, Kastalani ae. s.346, bu isim Tevbe Suresi’nin 117. ayetinden alınmıştır.
[1029]- Vakidî, Meğazî 3/1990-1191.
[1030]- Halebi ae. s.99.
[1031]- İ. Sa’d ae. 2/166-168, Vak. ae. s.1015.
[1032]- Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.123, Kastalani ae. s.350, Taberi Tar. 3/146.
[1033]- İ. Sa’d Tabakaatı 2/165, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 4/159, Halebi ae. s.99, Kastalani ae. 346.
[1034]- Cafer Süb. Furuğ-u Ebediyet, Kum, int. Def. Teb. İsl. 5.bas. 1368 hş. 2/403-404.
[1035]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 4/205. Siyer yazarları bu heyetlerin sayılarının 60’tan fazla olduğunu kaydeder, bk. Tabakaat-ı Küb. 1/291-359, İslam Pey. Tar; Muh. İbr. Ayeti, s.609, 642.
[1036]- İ. Hişam Siyeri 4/190.
[1037]- Beraet Suresi 1-5.
[1038]- “Onu senden taraf, ancak sen veya senden olan bir kişi yerine getirmelisiniz”.
[1039]- Bu olay küçük farklılıklarla şu kaynaklarda kayıtlıdır: Taberi Tar. 3/154. İ. Hişam Siresi 4/190, el-Kamil Fi Tar. 2/291, Mecmau’l-Beyan Tef. 5/3, Tezkiretu’l-Havass, s.57, el-Bidaye ve. N 5/37,38,ve 7/358, Ruhu’l-Meani Tefsiri c.1’de Tevbe Suresi’nin tefsiri, el-Menar Tefsiri 10/157.
[1040]- Çıplak tavaf, müşriklerin dini sapmalarından biriydi ve Kureyşin tekelci kapital anlayışının eseriydi, elinizdeki kitabın 2. bölümünde gerekli açıklamalarda bulunulmuştur.
[1041]- Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bu uyarısı bazı önemsiz farklılıklarla şu kaynaklarda geçer: İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye 4/191, el-Mizan Tefsiri, 9/163,165, el-Menar Tefsiri 10/157, el-Bidaye ve’n-Nihaye 7/358, el-Gadir 6/343, 348.
[1042]- Taberi Tar. 3/154, İbn Esir Tar. 2/291.
[1043]- İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, 4/191, İbn Esir, el-Bidaye Ve’n-Nihaye 5/37.
[1044]- Necran, Yemen’in Mekke tarafına bakan bölgelerinin merkez şehirlerinden biriydi, bk. Yakut Hamevî, Mu’cemu’l-Buldan, Bey. Dar. İh. Ter. Ar. 5/266, İm. Ebu’l Feda (hk. 672-732) şöyle yazar:… Necran hurmalıklarla dolu küçük bir şehirdir, Mekke’ye 20 gün uzaklıktadır…” bk. Takvimu’l-Buldan, çev. A. Âyeti, İnt. B. ter. İran, 1341 hş. s.127. Bu şehir birkaç asır sonra genişlemiş olmalı, çünkü Zeyni Dehlan (hk 1231-1304) “Necran, Mekke’ye 7 menzil uzaklıkta, Yemen’de büyük bir şehir olup 73 köy ve kasabası vardır, bk. Nebevi Siyeri… 2/144. Bugün Necran, Yemen sınırlarında, Suudi Arabistan’a ait şehirlerden biridir.
[1045]- İ. Vazih, Yakubi Tar. Necef. Mek. Hay. hk. 1384 2/70-71, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Beyr. Mek. Mar. 1977 5/53, Biharu’l-En. 21/285; Vesaik, M. Hamidullah, çev. Dr. M. Damğani, s.34, Ali Ahmedi, Mekatib-i Resul (s.a.a) 3. bas. 1363 hş. 1/175.
[1046]- “De ki: “Ey kitab ehli, bizimle sizin aramızda müşterek bir söze gelin (ki şudur:) Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp kimimiz kimimizi Rabler edinmeyelim.” Eğer yine yüz çevirirlerse deyin ki: Şahid olun, biz gerçekten Müslümanlarız.”
[1047]- Seyyid b. Tavus. el-İkbal bi’l-A’mal… inc. Cevad Feyyumi İsfahani, Kum. Mer. İnt. Def. Teb. Havz. İlm. 2.bas. 1377 hş. 2/311.
[1048]- Maide, 17.
[1049]- Tabersi’nin nakline göre Âl-i İmran Suresi’nin yaklaşık 70 ayeti bu konuda inmiştir, bk. A’lamu’l-V. s. 129.
[1050]- Âl-i İmran 59-60.
[1051]- ae, 61.
[1052]- es-Siretu’l-Halebiyye, Beyrut, Dar. Mar. 3/235,236, Zeyni Dehlan es-Siretu’n-Nebeviyye 2/144, Meclisi, Bihar. En. 21/347 (biraz farkla). Allame Meclisi, Hz. Resulullah’ın (s.a.a) Necran Hıristiyanlarıyla yaptığı görüşme ve münazaraların kayıtlı olduğu kaynakların adını ünlü eseri Biharu’l-Envar’da 21/319-355 derlemiş bulunmaktadır.
[1053]- Tabersi, A’lamu’l-Vera, Tah. Dar. Kit. İsl. 3.bas., s.129, Mecmau’l-Beyan 2/452, Meclisi Bihar. Envar 21/337.
[1054]- es-Siretu’l-Halebiyye 3/236, Zeyni Dehlan Siyeri 2/144.
[1055]- İ. Vaz; Yakubi Tar. 2/72, Tabersi, A’lamu’l-Vera, s.129.
[1056]- Halebi ae. Zeyni Dehlan, ae. Zemahşeri, Keşşaf Tefsiri, Bey. Dar. Mar. 1/193, Fahr-i Razi, Mefatihu’l-Gayb, Tefsir-i Kebir, Bey. Dar. Ter. İsl. 8/82, Sey. M. Hüs. Tabatabai, el-Mizan Tef. 3/231, Sa’lebi Tefsirinden naklen, Kadı Beyzavi, Envaru’l-Tenzil, s.74.
[1057]- Yakubi Tar. 2/72, Tabakaat. K. 2/358, Futuhu’l-Buldan, s.75,76, Vesaik, çev. M.M. Damğani, s.134-135, Nebevi Siyeri 2/144, es-Siretu’l-Halebiyye, 3/236, Keşşaf Tef. 1/191, Tef. Kebir, (Mefatihu’l-Gayb) 8/182, el-Mizan Tef. 3/232.
[1058]- Ahzab, 32, Zemahşeri ae. Fahr-i Razi, Ayşe’nin adını vermeden bu rivayeti aktarıp şöyle der: “Bilesin ki bu rivayet hadis ve tefsir ehli nazarında sahih ve güvenilir hadis gibidir.” Tefsir-i Kebir 8/82, Şeblenci de “bu rivayet çeşitli vasıtalarca aktarılan sahih bir rivayettir.” der, bk. Nuru’l-Ebsar, s.111.
[1059]- Keşşaf Tefsiri 1/193, Tef. Kebir 8/82, Dürru’l-Mensur, Dar. fik. 2/231-233 (Hakim, İbn Merdeviye ve Ebu Nuaym ed-Delail’den aktarır), Müslim ve Tirmizi: İbnu’l-Münzir, Beyhaki, Kit. Sünen’de, İbn Cerir, Yakubi Tar. 2/71, Şerefu’n-Nebi, Ebu, s. V. Herg, çev. Nec. M. Raverdi, Tah. int. babek, 1361 hş. s.262, Kadı Beyzavi, Envaru’l-Tenzil, eski rahle bas. s.74, Nur. Ebsar, s.111, Menakıb-ı Ali (a.s) İbn Mer; hazırlayan, Abdurrezzak H. s.226. Bu konuda etraflı bilgiyi merhum Seyyid b. Tavus vermektedir, bk. Kitabu’l-İkbal bi’l-A’mali’l-Hasene…2/310-348 .
Mübahelede Ehl-i Beyt’in (a.s) bulunduğuna dair mevcut bunca belge ve rivayete rağmen yine de bazı tarihçiler kör taassupları nedeniyle mübahele rivayetini tahrif etmiş, asılsız ekleme ve eksiltmelerde bulunmadan edememişlerdir; mesela Belazuri, İbn Kesir ve Şa’bi, Hz. Ali’nin (a.s) adını Mübahele hadisinden çıkarmışlardır! Bk. Futuhu’l-Buldan, s.75, el-Bidaye ve’n-Nihaye 5/54, Dürru’l-Mensur 2/232; ayrıca Halebi’yle Zeyni Dehlan da Ayşe’yle Hafsa’yı Mübaheledekiler arasında göstermeye çalışmış ve Ömer’den nakille Hz. Peygamber’in (s.a.a) şöyle söylediğini iddia etmişlerdir: “Eğer Hıristiyanlarla mübahele etseydim Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin, Ayşe ve Hafsa’nın elinden tutup götürürdüm”(!) bk. es-Siretu’l-Halebiyye 3/236, Nebevi Siyeri 2/144-145; Siyuti de İbn Asakir’den nakille Hz. Peygamber’in (s.a.a) mübaheleye Ebubekir, Ömer ve Osman’ı onların çocuklarıyla birlikte ve Hz. Ali’yi de (a.s) çocuklarıyla birlikte davet ettiğini yazar!!! Bk. Dürru’l-Mensur 2/333. Bu rivayetlerin çok acemice tahrif edilip uydurulduğu belgelerle sabittir, mesela; eğer ayette geçen “nisâena” (kadınlarımız) kelimesi Hz. Peygamber’in (s.a.a) eşlerini de kapsamına alıyorsa, neden Hz. Resulullah’ın (s.a.a) bütün eşleri değil de, sadece Ayşe’yle Hafsa (iki halifenin kızları!!) mübahelede yer alsın?!!
[1060]- Sah. Müslim, Nevevi Şerhi 15/176.
[1061]- Keşşaf Tefsiri 1/193.
[1062]- Envaru’l-Tenzil, eski baskı, rahle, s.84.
[1063]- Meclisi, Bih. Envar 21/350.
[1064]- Daha fazla bilgi için bk. Mekatib-i Resul (s.a.a) 1/441-445.
[1065]- Ezreki, Ahbar-ı Mekke, Rüştü inc. Kum. Men. Raz. 1. bas. 1411hk. 1/176, İbn Abdurrabbih, Ikdu’l-Ferid, Bey. Dar. Kut. Ar. hk.1403 3/313.
[1066]- Vakidî, Meğ. 3/1102, Zeyni Dehlan, Nebevi Siyeri 2/143.
[1067]- Hişam Kelbi, el-Esnam, çev. Say. M. Rıza Celali Naini, 1348 hş. s.13, İbn Hişam, Siretu’n-Nebeviyye, 1/88, Mah. Ş. Âlusi, Büluğu’l-Ereb F. M. Ahv. Arab, M.B.E. tashihiyle, Kahire, Dar. Kut. Had. 2/202
[1068]- es-Siretu’l-Halebiyye 3/317.
[1069]- Vakidî ae. 3/1104.
[1070]- Hacc, 27.
[1071]- Kuleyni, Furu-u Kafi, Tah. Dar. Kit. İsl. 1384 hk. 21/390.
[1072]- İbn Sa’d Tabakaatı 2/181, Halebi ae. 3/327.
[1073]- Vakidî ae. s.1104.
[1074]- ae. s.1102, Zeyni Dehlan ae. 2/143, Meclisi ae. 21/392.
[1075]- Bakara 199.
[1076]- Vakidî ae; Meclisi ae. s.379.
[1077]- Zey. Dehlan ae. 2/143.
[1078]- Haram ayların yerlerinin değiştirilmesini aynı başlıkla 1. bölümde işledik.
[1079]- İ. Hişam Siyeri 4/250-252, es-Siretu’l-Halebiyye 3/312, İbn Sa’d Tabakaatı, 2/186, Vak. Meğazî 3/1111, Meclisi, Bihar En. 21/380, İ. Sa’dle Vakidî Hz. Peygamber’in (s.a.a) bu hutbeyi Mina’da okuduğunu yazar.
[1080]- Burası hacıların müşterek yollarının son naktasıydı, buradan itibaren Mısır, Irak ve Medine hacılarının yolları ayrılıyordu.
[1081]- Maide, 67.
[1082]- ae. 3.
[1083]- Allame Emini, “el-Gadir Fi Kitab ve’s-Sünne ve’l-Edeb”, Bey. Dar. Kit. Ar. 1/10-11.
[1084]- “Hilafet işi Allah’a aittir; onu istediği yere bırakır.”
[1085]- Ehl-i Sünnet Gadir hadisinin Hz. Ali’nin (a.s) velayetine delil teşkil ettiği konusunda şüphelidir sadece; bunu ileride açıklayacağız. Mesela hş. 1371 Behmen’inde (1993 Şubat’ında) İstanbul’da düzenlenen İslam ülkelerinden çok sayıda araştırmacının katıldığı Uluslar Arası Şiiliği Tanıma (Şiilik) Sempozyumunda Suriye üniversitesi ünlü bilim adamı Dr. Muh. Said Ramazan Buti, Gadir hadisini inkâr eden bir konuşmacıyı eleştirdiği hitabesinde şöyle demiştir: Gadir hadisinin sahih olduğunda hiçbir şüphe bulunmamaktadır, ancak Şianın sözüne delalet teşkil etmez…” bu görüşe de, toplantıya İran’dan katılan bir bilim adamı cevap vermiştir, bk. Ayet. C. Sübhani “İlmi Toplantı ve kongrelerde Şianın Mantığı”, Kum, İnt. Mek. İsl. 1. bas.1376 hş., s.21-27. (Bu sempozyumdaki bütün konuşmalar Türkiye’de de “Şiilik Sempozyumu” adıyla İslami İlimler Araştırma Vakfı tarafından Türkçe olarak hazırlanıp ilmi Neşriyat tarafından 1993’te İstanbul’da basılmıştır -çevirenin notu-.
[1086]- el-Gadir 1/14-151.
[1087]- c.2, s.102. Mesudi de, meşhurun aksine, bunun Hudeybiye dönüşünde gerçekleştiğini yazar, bk. Kahire. Dar. S. Tab. Neş. Telif. s.221. Murucu’z-Zeheb’de de Hz. Ali’nin (a.s) mümtaz sıfatları sıralandıktan sonra velayet hadisi özetle aktarılmıştır, bk. ae. Beyrut, Dar. End. 1. bas. 1965, Yusuf Esed Dağır inc. 2/425.
[1088]- İbn Şehraşub, Mealimu’l-Ulema, Necef, mat. Hayd. bas. 1380 hk. s.106, İbn Tavus, el-Teraif Fi Mar. Mez. Tev; Kum, mat. Hay. 1400 hk; İbn Betrik, Umdet-u Uyun-i Sihahu’l-Ahbar, Mal. Mah. Ve İb. Babaduri inc. Kum.1412 hk. 1/157.
Bu kitaptan “Kitabu’l-Fezail, Hadisu’l-Velaye” ve “Kitab-ı Gadir-i Hum” adlarıyla da sözedilmiştir. Muhtemelen bunlardan bazısı muhtevası nedeniyle kitap uzmanları tarafından konulan isimlerdir, bazısı da bu kitaptan alınıp ayrıca yazılan belli bir bölümün adı olsa gerektir. Bunu izleyen dipnotta da aktardığımız gibi Necaşi bundan “er-Redd-i Ale’l-Horgusiyye” adıyla sözediyor. Horgus b. Züheyr, haricilerin elebaşlarından biriydi. Bu isimlendirmenin amacı muhtemelen, Hz. Ali’nin (a.s) velayetine karşı olanları “nasibî” ve “harici” olarak tanımlamaktı.
[1089]- Necaşi, Fihrist-u Musannafi’ş-Şia, Kum. Mek. Daveri, s.225 ve Sey. b. Tavus el-İkbal’inde (2/239) aynı adı kullanır.
[1090]- Tusi, el-Fihrist, Meşhed, Meş. Ün. 1351 hş. s.281.
[1091]- el-Bidaye ve’n-Nihaye 5/208. İbn Kesir, Gadir olayını bizzat aktardığı halde bunun Hz. Ali’nin (a.s) velayetine delalet ettiğini şüpheli göstermeye çalışmaktadır! Bunun üzerinde daha sonra etraflıca duracağız.
[1092]- ae. 11/147, Taberi’nin öldüğü 310 senesinin olayları.
[1093]- Mealimu’l-Ulema, s.106.
[1094]- el-Teraif 1/142.
[1095]- Umdet-u Uyun-i Sihah-ı Ahbar 1/157.
[1096]- Bu kitap 1414 hk’de Kum’da Neşr-i İslami mües. tarafından 3 cilt olarak basılmış, 1 cildinde, s.130’dan sonra Taberi’nin rivayetleri aktarılmıştır.
[1097]- ae. 1/130.
[1098]- ae. Sebebi şudur: Taberi; Bağdad alimlerinden birinin Gadir hadisini bütünüyle inkar ettiğini, Hz. Ali’nin (a.s) Veda haccı dönüşünde Yemen’de olduğunu ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a) yanında bulunmadığı iddiasını öne sürdüğünü öğrenince pek rahatsız olmuş ve el-Velaye kitabını ona reddiye olarak yazmış ve böylece Gadir hadisinin yol ve vasıtalarını da aktarıp bu hadisin sahih olduğunu ispatlamıştır; bk. Şerhu’l-Ahbar 1/130, Yakut Hamevî, Mu’cemu’l-Udeba 18/84-85. Hafız b. Asakir’le Şemsuddin M. Zehebi, sözkonusu şahsın Ebubekir b. Ebu Davud (Süleyman b. Eş’as)-ı Sicistani (Sünen’in yazarı) olduğunu yazar, bk. Medine ve Dimaşk Tarihi, Ali Şiri inc; Bey. Dar. Fikir 1. bas. 1418 hk. 52-197-198, İslam Tar. h.310 olayları, s.213; Tezkiret’u’l-Huffaz; Dar. İhy. Ter. Ar. 2/713. Ebubekir b. Ebu Davud, Hz. Ali’ye (a.s) düşmanlığıyla tanınıyordu, bk. Medine ve Dimaşk Tar. 29/87 ve Mizanu’l-İtidal 2/434, Bağdad Tar. 9/467-468.
[1099]- Şerhu’l-Ahbar 1/134-135. Kitabu’l-Velaye hakkında daha fazla bilgi için bk. Fezailu’l-Ali b. Ebitalib kitabından geri kalan sayfalar, Resul Caferiyan, Fasılname-i Mikat-ı Hac, 34. sayı.
[1100]- el-Gadir 1/350, 354, 356.
[1101]- Hadid, 15.
[1102]- Hac, 78.
[1103]- Muhammed, 11.
[1104]- Âl-i İmran, 51.
[1105]- Tevbe, 51.
[1106]- Hacc, 13.
[1107]- Ebu Cafer M.H. Tusi, el-İktisadu’l-Hâdi İ.T. Reşad, Teh. Mek. Cam. Çeh. Sütun, 1400 hk. s.217, Müsned-i Ahmed’den naklen 6/44, İbn Betrik, Umdet-u Uyun-i Sıhahi’l-Ahbar 1/159, İbn Hazm, Ebu M. Ali. Ahmed, el-Mahalli, Ah. Muh. Şakir inc; Beyrut, Dar. Afak. Had 9/474’de 1838. mesele.
[1108]- el-Gadir 1/367-370.
[1109]- Tezkeretu’l-Havass, Necef, Mek. Haydariye 1383 hk. s.30-33.
[1110]- Ahmed b. Hanbel’in Müsned 1/119’da ve İbn Esir’in Usdu’l-Gabe 4/28’de aktardığına göre Hz. Peygamber (s.a.a) “Ben müminlere kendi canlarından daha aziz ve daha evlâ değil miyim? Eşlerim, bütün müminlerin annesi değil midir?” buyurmuştur. Bu da Hz. Resulullah’ın (s.a.a) eşlerinin Müslümanların annesi olduğu hükmü, o hazretin peygamberliğiyle ilgili özel bir hüküm olup Ahzab, 6’da yer almaktadır. Burada da hazretin (s.a.a) kendisinin Müslümanlara, onların canından daha evla ve aziz olduğunu söyledikten sonra bunu buyurması; kendi peygamberlik makamını gündeme getirerek ilahî mesajı taşıma ve uygulamada bunun bir nevi benzeri ve devamı olan şeyi, yani Hz. Ali’nin (a.s) velayetini açıklayıp ilan etmek istediği ortadadır.
Belli bir eğilimle hareket ettiği bilinen İbn Kesir’in bu hadisi aktardıktan sonra hiçbir ilmi belge göstermeden ve hiçbir açıklamada bulunmadan bu hadisin senedinin zayıf ve garib olduğunu iddia etmesi çok ilginçtir! bk. el-Bidaye ve’n-Nihaye 5/211. Halbuki bu hadisin ilk ravisi Abdurrahman bin Ebu Leylâ, Ehl-i Sünnet ulemasınca güvenilir bir ravidir ve hadis, bundan başka raviler tarafından da rivayet edilmiştir, bk. el-Gadir 1/177-178.
[1111]- Bu belgelerin tamamı için bk. el-Gadir 1/370-385 ve İslam’da Liderlik, Cafer Sübhani, s.234-238.
[1112]- Bu olay için bk. Vakidî, Meğazî 3/1081, el-Bidaye 5/208-209.
[1113]- el-Bidaye 5/208.
[1114]- Taberi Tar. 3/168, Nihayetu’l-Ereb Fi Fununi’l-Edeb, çev. M.M. Damğani 2/329, el-Bidaye ve’n-Nihaye s/209, bk. Terceme-i İmam Ali (a.s) Min Tar. Med. Dimaşk, Hafız b. Asakir, Ş.M.B. Mahmudi inc. Beyrut, Dar. Tear. Mat. 1395 hk. 1/386.
[1115]- Tarihçilerle siyer yazarları Hz. Ali’nin (a.s) Yemen görevinde yanındaki ordunun 300 kişi olduğunu yazmıştır, bk. Vakidî, Meğazî 3/1019, Tabakaat-ı Kübra 2/169.
[1116]- Nur, 63.
[1117]- Hucurat, 1.
[1118]- ae, 7.
[1119]- Ahzab, 36.
[1120]- Nisa 64-65.
[1121]- Enfal, 20.
[1122]- İbn Kutaybe D; el-İmame ve’s-Siyase, Kum. Men. Şer. Razıyy, s.24-25.
[1123]- el-Gadir 1/214-247.
[1124]- Maide Suresi’ndeki ilgili iki ayet arasındaki fasıla ve 3. ayetin öncesi ve sonrasının haram etlerle ilgili olması ve bunun da velayetle ilgisi bulunmadığı konusunda bk. Numune Tefsiri 4/263-271.
[1125]- “Dünya” vezniyle yazılan “Ubna”, Suriye’de Askalan’
[1126]- Usame’nin bu sırada 17, 18 veya 19 yaşında olduğu yazılmıştır, hiçbir tarih kaynağında 20’den yukarı yazılı değildir.
[1127]- Medine’ye 3 mil uzaklıkta Şam tarafında bir bölge.
[1128]- İ. Sa’d Tabakaatı, Beyr. Sad. yay. 2/190, Şeyh A. Bedran, Tehzib-i Tar. Dimaşk, Haf. B. Asakir, Bey. Dar. İhy. Ter. Ar. 1407 hk. 1/121, Zeyni Dehlan, es-Siretu’n-Nebevi 2/138, Halebi ae. 227.
[1129]- İ. Sa’d, ae. 190, es-Siretu’l-Halebiyye, Beyrut, Dar. Mar. bas. 3/227, Zeyni Dehlan, es-Siretu’n-Nebeviyye, 2/138.
[1130]- İbn E. Hadid. Nehcu’l-Bel. Şerhi, Muh. E. İbrahim inc, Dar. Kit. Ar. bas. 6/52, Sakıyf Ebubekir Ahmed b. Abdulaziz Cevheri’den nakille.
[1131]- İ. Sa’d ae. 190, Ş. Abd. Bedram ae. 1/121.
[1132]- İ. Sa’d ae. Takıyuddin A. b. Ali Mugrizi, İmtau’l-Esma, M. Abd. Numeysi incelemesi, Bey. Dar. Kit. İlm. 1.bas. 1420 hk. 2/124, Tehzib-u Tar. Dimaşk 1/121.
[1133]- İ. Sa’d ae. Mugrizi ae. 2/124, Zeyni Dehlan ae. Ş.A. Bedran ae. Halebi ae. 228; Buhari’yle Müslim’in rivayetinde bu hadis için bk. Sah. Buhari, Şeyh Kas. Şem. Rufai inc. Beyrut, Daru’l-Kalem bas. 1407 hk. 6/326, Meğazî 203. bab, hadis.9 ve Sah. Müslim, İmam Nevevi Şerhiyle, Kum. Dar. Fih. 1401 hk. c.15’de Sahabenin faziletleri, s.195.
[1134]- M. b. Abd. Şehristani, Kum, Men. Şerif, Razıyy, 29. Şehristani Hz. Peygamber’in (s.a.a) bu grubu lanetlediğini mürsel olarak aktarıyorsa da İbn Ebi’l-Hadid, Ebubekir Ahmed b. Abdulaziz Cevheri “Sakife” adlı kitapta bu laneti Abdullah b. Abdurrahman’dan müsned olarak nakleder ve hazretin (s.a.a) bu laneti birkaç kez tekrarladığını yazar, bk. Nehcu’l-Belağa Şerhi 6/52.
[1135]- İ. Vazih. Yakubi Tar; Necef, Mek. Haydariye bas. 1384 hk. 2/178.
[1136]- İbn Ebi’l-Hadid’in (öl. 656 hk) bu yoruma yönelttiği tutarsız eleştiri (bk. Nehcu’l-Bel. Şerhi 1/161) bu Şia yorumunun öteden beri tarihçiler arasında bilindiğini göstermektedir.
[1137]- Sah. Buhari, Şeyh K.S. Rufai inc; Beyrut, Dar. Kal. 1.bas. 1407 hk. c.1’de Kitabu’l-İlim, “Kitabetu’l-İlim” babı (82.bab) 112/120 ve c.6; Meğazî, bab:199, s.317-318, Sah. Müslim, İmam Nevevi Şerhiyle c.11, bab: Terk-i Vasiyet…, s.89, Tabakaat-ı Küb; Bey. Dar. Sad. 2/242, İbn E. Hadid, Nechu’l-Bel. Şerhi, Ebubekir Cevheri’nin “Sakife” kitabından nakille.
[1138]- Sah. Buhari 1/120, Tabakaat-ı Kübra 2/244.
[1139]- el-Teraif F. Mar. M. Tev; İbn Tavus; Ali b. Musa, Kum, mat. Hay. 2/431-435; Nas ve İçtihad, Şerefuddin, Sey. A. Musevi, Beyrut, Daru’l-Nu’man 3. bas. 1384 hk. s.162-177, Cafer Sübhani, Furuğ-u Ebediyet, Kum, Mer. İnt. Def. Teb. İsl. 5. bas. 1368 hş. 2/493-500; Mustafavi H; el-Hakaik-u Fi Tarih-i İslam ve F.H.S. 129-135; Yusuf Gulami, Pes ez Gurub, Kum. Def. Neş. Mar. 1/1380, s.38-53 .
M.H. Heykel, Muhammed’in (s.a.a) Hayatı, Kah. Mek. Neh. Mısriye 8. bas. 1963, s.501; İmam Nevevi Şerhiyle Sahih-i Müslim (Sah. Müslim’in aslıyla birlikte basılan nüsha) 11/89-93.
[1140]- M. B. Meclisi, Biharu’l-Envar, Tah. Dar. Kit. İsl. 1385 hk. 22/514, Hz. Peygamber’in (s.a.a) vefat tarihiyle ilgili başka kaviller de vardır, bk. ae. 514-521 ve İ. Sa’d Tabakaatı 3/272-274 ve es-Siretu’l-Halebiyye 3/473.
[1141]- İ. Vazih, Yakubi Tar. Necef. Mek. Hayd. bas. 1384 hk. 2/178.
[1142]- es-Siretu’l-Halebiyye 3/454.
[1143]- ae.
[1144]- İbn Sa’d Tabakaatı 2/237-239.