بسم
الله الرحمن
الرحيم
قال الله
تعالى:
{إِنَّمَا
يُرِيدُ
اللَّهُ
لِيُذْهِبَ
عَنْكُمْ
الرِّجْسَ
أَهْلَ
الْبَيْتِ
وَيُطَهِّرَكُمْ
تَطْهِيرًا}
Yüce
Allah Kur'ân-ı Kerim'de Ehl-i Beyt hakkında şöyle buyurmuştur:
"Allah
sadece siz Ehl-i Beyt'ten tüm kötülükleri gidermek ve sizi tertemiz kılmak
ister."
(Ahzâb / 33)
Sünnî
ve Şii kaynaklarında Allah Resulü’nden (s.a.a) rivayet edilen çok sayıdaki
hadis, bu ayetin Âl-i abadan olan beş kişi hakkında nazil bulunduğuna, Ehl-i
Beyt ifadesinin onlara has bir ifade olduğuna ve onların Muhammed (s.a.a), Ali,
Fatıma, hasan ve Hüseyin (Allah’ın selamı onların üzerine olsun) olduğuna
delalet etmektedir. Örnek olarak bk: Müsned-i Ahmed (h. 241), c.1, 331; c.4,
s.107; c.6, s.292 ve 304; Sahih-i Müslim (h. 261), c.7, s.130; Sünen-i Tirmizî
(h. 279), c.5, s.361 ve…; es-Sünenu’l-Kubra, Nesaî (303), c.5, s.108 ve 113;
ez-Zeriyyetu’t-Tahireti’n-Nebeviyye, Dulabî (h.310), s.108, el-Müstedrek-u
Ale’s-Sahihayn, Hakim Nişaburî (h. 405), c.2, s.416; c.3, s.133, 146 ve 147;
el-Burhan, Zerkeşî (h.794), s.197; Fethu’l-Barî, Şerh-u Sahih-i Buharî, İbn
Hacer Askalanî (h.852); c.7, s.104; Usul-i Kâfî, Kuleynî (h.328), c.1, s.287;
el-İmamet-u ve’t-Tebsiret-u İbn Babeveyh (h.329), s.47, h:29; Deaimu’l-İslam,
Mağribî, (h.363), s.35 ve 37; el-Hisal, Şeyh Saduk (h.381), s.403 ve 550;
el-Emalî, Tusî (h.460), h:438, 482, 783 ve yine aşağıdaki kaynaklarda bu ayetin
tefsirine bakınız: Camiu’l-Beyan, Taberî (h.310); Ahkamu’l-Kur’an, Cessas
(h.370); Esbabu’n-Nüzul, Vahidî (h.468); Zadu’l-Mesir, İbn Cevzî (h.597);
el-Cami-u Li Ahkami’l-Kur’an, Kurtubî (h.671); Tefsir-i İbn Kesir, (h.774),
Tefsir-i Sa’lebî (h.825); ed-Durru’l-Mensur, Siyutî (h.911); Fethu’l-Kadir,
Şevkanî (h.1250); Tefsir-i Ayyaşî (h.320); Tefsir-i Kummî (h.329); Tefsir-i
Fırat-ı Kufî (h.352), ulu’l-emr ayetinin tefsirinde; Mecmau’l-Beyan, Tabersî
(h.560) ve çok sayıdaki diğer kaynaklar.
SAKİFE TOPLANTISI
قَالَ
رَسُول الله|:
اِنِّي
تَارِكٌ
فِيكُمُ الثَّقَلَيْنِ:
كِتَابَ
الله،ِ وَ
عِتْرَتِي اَهْلَ
بَيْتِي، مَا
اِنْ
تَمَسَّكْتُمْ
بِهِمَا لَنْ
تَضِلُّوا
اَبَدًا،
وَانَّهُمَا
لَنْ
يَفْتَرِقَا
حَتیّ يرِدَا
عَلَيَّ
الْحَوْضَ.
(صحيح مسلم، ج۷،
ص۱۲۲، سنن
دارمي، ج۲، ص۴۳۲،
مسند احمد، ج۳،
ص۱۴، ۱۷، ۲۶، ۵۹،
ج۴، ص۳۶۶، ۳۷۱،
ج۵، ص ۱۸۲،
مستدرك حاكم،
ج۳، ص۱۰۹، ۱۴۸،
۵۳۳، و....)
Resulullah (s.a.a)
şöyle buyurmaktadır: “Ben sizin aranızda iki paha biçilmez emanet
bırakıyorum: -Biri- Allah’ın kitabı ve -diğeri- itretim, Ehl-i Beytim. Bu
ikisine sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla sapmazsınız. Bu ikisi Kevser
havuzunun başında bana varıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar.
(Sahih-i Müslim, c.7,
s.122; Sünen-i Daremî, c.2, s.432; Müsned-i Ahmed, c.4, s.14, 17, 26, 59, c.4,
s.466, 471, c.5, s.182; Müstedrek-i Hakim, c.4, s.109, 148, 533 vs…)
SAKİFE TOPLANTISI
Yazan:
Bâkır Şerif KARAŞÎ
Çeviren:
Seyyid Seccad KARAKUŞ
Edit: Kadri ÇELİK
Dünya Ehlibeyt (a.s) Kurultayı
نام کتاب:
مؤتمر
السقيفه
نويسنده:
باقر شريف
القرشي
مترجم:
سيد سجاد حسيني
قره قوش
زبان ترجمه:
ترکی
استانبولی
SAKİFE TOPLANTISI
Yazan: Bâkır Şerif KARAŞÎ
Çeviren: Seyyid Seccad
KARAKUŞ
Edit: Kadri ÇELİK
Hazırlayan:
Kültürel
Yardımcılık, Tercüme Bürosu
Dizgi
ve Mizanpaj: Derya
Baskı:
Leyla
Baskı
Sırası: 1. Baskı
Baskı
Tarihi: 2009
Yayınlayan: Dünya Ehlibeyt
Kurultayı
Tiraj: 3000
ISBN: 978-964-529-608-5
Site:
www.ahl-ul-bayt.org
E-mail:
info@ahl-ul-bayt.org
Baskı Hakları Yayıncıya Aittir
İslâm'ın Getirdiklerine Kısa Bir
Bakış
Kureyşlilerin Korkuya Kapılması
Peygamber'in Hilâfete Önem Vermesi
Peygamber'in Hilâfeti Nübüvvetle
Birlikte Gündeme
Getirmesi
Hilâfetin Gerekliği Hususunda
Müslümanların İttifakı
İmam'ın Görevleri ve Sorumlulukları
İmam'ın Nazarında Sorumlulukları
2- İmam'ın Halkın Sıkıntılarına Ortak
Olması
3- Devlet Malları Hususunda İhtiyatlı
Olmak
4- İmam İnsanların Güçsüzleri Gibi
5- Ayrıcalıkları Ortadan Kaldırması
Peygamber'in İmam'ı Halife Olarak
Seçmesi
1- İmam Ali Peygamber'in Canıdır
2- İmam Ali Peygamber'in Kardeşidir
3- İmam Ali Peygamber'in Veziridir
4- İmam Ali Peygamber'in Halifesidir
5- İmam Ali Peygamber'e Göre Tıpkı
Musa'ya Göre Harun Gibidir
6- İmam Ali Peygamber'in İlim
Şehrinin Kapısıdır
7- İmam Peygamber'in Hikmet Evinin
Kapısıdır
8- Peygamber ve İmam Bir
Ağaçtandırlar
9- İmam Ali Peygamberlerin Benzeridir
10- İmam Ali Allah'ın En Sevgili
Kuludur
11- İmam Ali'ye İtaat Resulullah'a
İtaattir
12- Ali'yi Seven Allah'ı Sevmiştir
13- Ali'yi Sevmek İman, Ona Kin
Duymak Nifaktır
14- Müminin Amel
Defterinin Antedi Ali'yi Sevmektir
İmam Ali'nin Ahiret Yurdundaki Makamı
1- İmam Ali Hamd Sancağı'nın
Taşıyıcısıdır
2- İmam Ali Peygamber'in Havuzunun
Sahibidir
3- İmam Ali Cennet ve Cehennemi
Taksim Edendir
4- Sırat Köprüsünden Geçmek İmam
Ali'nin İznine
Bağlıdır
5- İmam Ali Peygamber'in Cennetteki
Arkadaşıdır
İSLÂMÎ
HİLÂFETE RESULULLAH'TAN TAM DESTEK
Peygamber'in Zemzem
Kuyusunun Yanındaki Hutbesi —109
İmam Ali İçin Alınan Genel Biat
Dini Kâmil Etme Ayetinin İnişi
Peygamber'in Baki Mezarlığı'nda
Yatanlar İçin İstiğfarı
Peygamber'in İki Torununa Bıraktığı
Miras
Peygamber'in Yanındaki Dünya Malını
Sadaka Olarak Vermesi
Ömer'in Peygamber'in Vefat Ettiğini
İnkâr Etmesi
Ensar'ın Toplantısının Basılması
Ebu Bekir'in Konuşmasının Kısa Bir
Analizi
Karşılıklı Atışmalar ve Çekişmeler
Ömer'in Ebu Bekir'e Yapılan Biat
Hakkındaki Görüşü
Ebu Bekir'e Biat Konusunda Peygamber
Ailesinin Tavrı
3- Âlemler Kadınlarının Efendisi Hz.
Zehra
Hz. Zehra'nın Hücceti Tamamlaması
1- Evini Yakmakla Tehdit Edilmesi
Fatıma'nın Evine Saldıran Güruh
2- Muhammed b. Mesleme el-Hazrecî
2- Karnındaki Çocuğunun Düşürülmesi
3- Humusun Ehl-i Beyt'in Elinden
Alınması
Peygamber Fedek'i Fatıma'ya Bağışladı
Hz. Zehra'nın Fedek'i Geri İstemesi
Hz. Zehra'nın Tarihî Konuşması
Hz. Zehra'nın Babasına Şikâyette
Bulunması
İmam'ın Bu Olaylar Karşısındaki
Tutumu
Hz. Zehra'nın Muaz b. Cebel'den
Yardım İstemesi
3- Müslümanların Birliğini Korumak
Ebu Bekir'in Hilâfetine Karşı Olup
Onunla Tartışanlar
Ebu Bekir'i Destekleyenlerin
Ödüllendirilmesi
Ebu Bekir'in Bağışını Reddeden Kadın
SAKİFE
TOPLANTISININ SONUÇLARI
2- Peygamber'in Ehl-i Beyt'inin
Cezalandırılması
5- İslâmî Değerleri Hiçe Sayma
8- Nebevî Hadisin Yazılmasının
Yasaklanması
Ebu Bekir'in Faziletleri Hakkındaki
Rivayetler
Ömer'in Faziletleri Hakkındaki
Rivayetler
Osman'ın Faziletleri Hakkındaki
Rivayetler
Muaviye'nin Faziletleri Hakkındaki
Rivayetler
Muaviye'nin Çok Önemli Mektubu
Şüphesiz
kültürlerin savaşta olduğu asrımızda etkili tebliğ metotlarından yararlanarak
kendi ideallerini yayabilen her mektep bu alanda öncül olup dünya insanlarının
düşüncesinde etki bırakacaktır.
İran’da
İslam inkılabının zafere ulaşmasından sonra dünyanın gözü bir kez daha İslam
dini, Şia kültürü ve Ehl-i Beyt (a.s) mektebine dikmiştir. Düşmanlar bu fikrî
ve manevî gücü ortadan kaldırabilmek, dostlar ve taraftarlar ise inkılabî ve
kültürel örneklerden ilham alıp onları izleyebilmek için bu asil ve tarih
yaratan kültürün merkezine göz dikmişlerdir.
Dünya
Ehl-i Beyt (a.s) Kurultayı Resulullah’ın (s.a.a) Ehl-i Beyt’inin izleyicileri
arasında karşılıklı yardımlaşma, fikir alış-verişi, vahdet ve birliğin
zaruretinin bilincinde olarak dünya Şiileri ile faal bir ilişki oluşturma
amacıyla konferanslar düzenleme, kitap basma, telif eserlerini tercüme etme ve
Şia düşüncesi alanında insanları bilgilendirme vasıtasıyla Ehl-i Beyt ve
Muhammedî öz İslam kültürünü yaymak için Şia’nın iş bilir, büyük ve yaratıcı
gücünden ve Caferî mektebi düşünürlerinden yararlanarak bu meydana ayak
basmıştır. Rabbimize şükürler olsun ki, büyük rehberimiz Ayetullah Hameneî’nin
(Allah sayesini başımızdan eksik etmesin) özel yönlendirmeleriyle bu hassas ve
kültür yaratıcı meydanda çok önemli adımlar atılmıştır. Gelecekte bu nurlu ve
asil hareketin günden güne hızlanıp büyümesini, günümüz dünyasının ve Kur’an ve
Ehl-i Beyt’in berrak maarifine susuz insanların bu mektebî maneviyetin, irfanî
mektebin ve velaî İslam’ın kaynağından daha fazla yararlanmasını ümit ederiz.
Biz
Ehl-i Beyt (a.s) kültürü sağlam, mantıklı, üslubuna uygun ve doğru bir şekilde
sunulması durumunda uyanış, hareket ve maneviyet sancaktarları olan
Resulullah’ın Ehl-i Beyt’inin mirasının kalıcı cilvelerini dünya insanlarının
gözleri önüne serebileceğine, zuhur asrının eşiğinde Hz. Mehdi’nin (a.f)
evrensel hükümetine susamış olan yorgun dünyayı modern cehaletten ve dünyayı
sömürenlerin başına buyruk hareketlerinden, ahlak ve insanlığa aykırı
kültürlerden kurtarıp yapacağına inanıyoruz.
İşte
bu nedenle, bu doğrultuda yazar ve araştırmacıların araştırma eserlerine ve
ilmi faaliyetlerine kucak açıyor ve kendimizi bu yüce kültürün yayılma için
çaba harcayan yazar ve mütercimlerin hizmetçisi biliyoruz.
Şimdi elinizdeki kitabın yazarı sayın “Bâkır Şerif Karaşî”ye ve eseri
Türkçeye kazandıran değerli mütercim sayın “Seyyid Seccad Karakuş” a teşekkür ediyor ve çalışmalarında
başarılan diliyoruz.
Burada,
bu eserin hazırlanmasında zahmetleri geçen tercüme bürosundaki aziz
kardeşlerimiz ve sadık arkadaşlarımıza tüm samimiyetimizle teşekkür ediyor,
kültürel cihad meydanında bu küçük adımın mevlamızın rızasını kazanmaya vesile
olmasını temenni ediyoruz.
Dünya Ehlibeyt
Kurultayı
Kültürel
Yardımcılığı
Rahman ve Rahim
Allah'ın Adıyla
"Muhammed
ancak bir peygamberdir. Ondan önce nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi
eğer o ölür veya öldürülürse, topuklarınız üzerinde gerisin geri mi
döneceksiniz?! Kim iki topuğu üzerinde gerisin geri dönerse, Allah'a hiçbir
zarar vermez. Şükredenleri ise Allah mükâfatlandıracaktır."
İlme
ve ciddî araştırmaya dayalı "Sakife Toplantısı" adlı bu çalışmamı,
İslâm tarihini taklidî kabullerin etkisinde kalmadan olduğu gibi mütalâa etmeyi
önemseyenlere ithaf ediyorum. Bu çalışmanın tarihî olayların tashihi yönünde
bir katkı sağlaması ümidiyle.
Yazar
-1-
Dünyanın
çeşitli bölgelerinde düzenlenen siyasî toplantılar, ancak milletlerin aradığı
istiklâl, hürriyet, ekonomik ve kültürel bağımsızlık gibi temel hedefleri amaç
edinirse başarılı sayılabilir ve katılanlarının isimlerini gerçek vatanseverler
listesine yazdırabilir. Ama eğer bu hedeflere itinasız kalır ve iktidar
koltuklarına oturmak, ülkelerin zenginlik kaynaklarını ele geçirmek gibi
kişisel amaçlar peşinde olursa, milletlerin mevcudiyetlerini tehdit eder,
topluluklarını dağıtır, birliklerini parçalar ve onları büyük bir şerrin içine
atar.
-2-
İslâm âleminde düzenlenen ilk siyasî toplantı, Sakife
Toplantısı'dır. Bu toplantı, Resulullah'ın (s.a.a) vefatının hemen ardından ve
mukaddes naaşı daha toprağa verilmeden önce düzenlendi. Toplantıya katılanlar
arasında iktidarı ele geçirmek hususunda şiddetli bir çekişme yaşandı.
İçlerinde, Büyük Kurtarıcı Nebiyy-i Ekrem'in (s.a.a) vefatı gibi yıkıcı bir
musibete uğrayan ümmetin hayır ve salâhını isteyen ve haklarını korumaya
çalışan tek bir ses bile yükselmedi. Tarihî belgeler, onların hiçbirinden,
seçimin ertelenip istikrar ortamında yapılması ve ümmetin göstereceği adayın
beklenmesi yönünde kesin bir tavır aktarmamıştır.
-3-
Ebu
Bekir önderliğindeki Muhacirler ile Sa'd b. Ubade önderliğindeki Ensar arasında
iktidarı ele geçirme hususunda korkunç bir mücadele cereyan etmişti. Ebu
Bekir'in Ensar'a hitaben söylediği, "Emir bizden olsun, vezir de
sizden!" sözü, bu mücadelenin hangi boyutlara vardığını göstermesi
açısından önemlidir. O, bu vaatle Ensar'a âdeta bir sus payı veriyordu.
Şurası
kesindir ki, toplantıya katılanların Müslümanları gözetme, onların sosyal
hayatlarıyla ilgilenme, hâlihazır ve gelecekte onların yararına olanı düşünme
gibi bir dertleri yoktu. Bütün bunları ilgilenilmeyenler sepetine koymuş,
ümmetin hayır ve salâhına ve selâmetini temin edecek şeye itinasız bir şekilde,
sadece kendi kişisel çıkarlarına odaklanmışlardı.
-4-
Ebu
Bekir; ustalığı, sözünün yumuşaklığı ile veziri ve devletinin kurucusu Ömer b.
Hattab'ın sertliği sayesinde iktidarı ele geçirdi. Ehl-i Beyt'in efendisi ve
müminlerin emiri İmam Ali (a.s) ile İslâm'ın büyük şahsiyetlerinden bir grup
ona biat etmekten kaçındı. Biatten kaçınanlar arasında büyük sahabî, temiz oğlu
temiz Ammar b. Yasir, büyük mücahit Ebuzer el-Gifarî, Muhammedî sahabî Selman-i
Farisî ve bunlar gibi İslâm'ın ileri gelenlerinden daha niceleri vardı. Ömer,
güç ve şiddet kullanarak insanları Ebu Bekir'e biate zorladı. Bu kitabın
ilerleyen bölümlerinde, araştırmalarım sonucu ulaştığım tarihî belgelere
dayanarak ve özgür bir plâtformda bunun detaylarına değineceğim.
-5-
Sakife
Toplantısı, Müslümanları büyük bir şerrin içine attı ve kalıcı fitnelere sebep
oldu. Bunu her türlü tutku ve mezhebî taassuptan sıyrılarak söylüyorum.
Müslümanların
yaşadığı bütün korkunç olaylar, Sakife Toplantısı'nın doğrudan sonuçlarındandı.
Onlardan biri de Kerbelâ faciasıdır ki, evlâtları ve Ehl-i Beyti hususunda
Peygamber'in (s.a.a) hakkına riayet edilmedi. Emevîlerin kılıçları, Kerbelâ
çölünde onları birer birer biçti. Vahiy evinin hatunlarına inanılmaz zulüm ve
eziyetler yaşatıldı. Allah rahmet etsin Kâşifü'l-Gıtâ'ya ki; bir şiirinde şöyle
diyor:
Vallahi
olmazdı Kerbelâ, Sakife olmasaydı!
Belliydi
o kökün böyle bir dalının olacağı!
Pavlus
Selâme de şöyle diyor:
Sakife
Gölgeliği'nin altında gizli kalmış eğilimleri açığa vuran gelişmeler yaşandı.
İntikam
almak amacıyla sincan dikeninin dalları gibi etrafa dağılan kinler ortaya
çıktı.
Evet;
Müslümanların, tarihlerinin başlangıcından bugüne dek yaşadığı tüm musibet ve
faciaların başlangıç noktası, Sakife Toplantısı'dır.
-6-
Fikrî
ve itikadî hayatımızla ilgili büyük olayların insanlardan gizletilmesi, çeşitli
yönleri ve boyutlarıyla araştırma ve incelemeye tâbi tutulmaksızın dürülüp bir
kenara koyulması, ümmete, tarihe ve ilme vefakârlıkla bağdaşmamaktadır. Bu
olayları gizlemek; gerçekte hakikatleri örtbas etmek, ümmeti yanıltmak, aklın
hükmünü geçersiz kılmak ve olaylara hâkim olan bilimsel kuralları dışlamak
anlamına gelir.
Sakife
Toplantısı, Müslümanların hayatındaki en hassas ve en önemli olaylardan
biridir. Dolayısıyla da mezhebî taassuplardan uzak bir şekilde, emanete riayet
ederek ve samimiyetle, düşünce ve ilim ışığında incelenmesi gerekmektedir. Bu
olayın dikkatli ve detaylı bir biçimde samimice araştırılıp incelenmesinin
ümmete dönük birçok faydası olacağından hiç kuşkum yoktur. O faydalardan biri
de, ümmetin birlik ve beraberliğidir.
-7-
Sahabeden
bazısının saygınlığına dokunduğu, kutsallığına gölge düşürdüğü gerekçesiyle
Sakife olayından asla söz edilmemesi ve hiçbir yönüyle ele alınmaması
gerektiğini savunmanın hiçbir mantığı yoktur, olamaz. Çünkü masum bir bilimsel
araştırma, herhangi bir şahsa hakaret etmekten oldukça uzaktır. Bilimsel
araştırmanın tek amacı, insanlara gizli kalan hakikatleri ortaya çıkarmaktır,
başka bir şey değildir.
Asıl
zararlı, bölücü ve hakaret edici olan; insanları kandırmak, hakikatleri
gizlemek ve insanlara yararlı olacak, dinî inançlarını düzeltmelerine yarayacak
gerçeklerin üzerine perde çekmektir… Tarihi olduğu gibi aktarmak, ona yalan ve
kin katmamak, ne bölüp parçalamaktır ve ne de baş ağrısı vermektir.
-8-
Bu
kitabın başlangıcında, İslâm'ın hilâfet konusundaki tutumu; hilâfetin
Müslümanların hayatıyla iç içe olduğu; Peygamber'in (s.a.a) hilâfetin zarureti,
Müslümanların siyasî ve içtimaî hayatlarının önemli bir unsuru olduğunu,
hayatlarının onsuz düzene giremeyeceğini tekrar tekrar açıkladığı; hilâfet
meselesini olumlu bir biçimde ele alıp vasisi ve ilminin kapısı İmam
Emir'ül-Müminin'i (a.s) ümmete imam ve önder olarak atadığı ve bunu en sağlam
ilmî ve tarihî belgelerle desteklediği konularını ele alacağız.
Bu
bağlamda, Müslümanların müptelâ olduğu ve şiddetli bir imtihana çekildiği en
büyük fitneden, yani Sakife olayından söz edecek, onu duygusal ve mezhepsel
akımlardan uzak bir biçimde, kapsamlı ve konusal bir incelemeye tâbi tutup bu
konuyla ilgili tartışmaların bir kısmına değineceğiz.
-9-
Bu
konuların araştırılıp incelenmesinde kesinlikle Müslümanları parçalamaya,
birliklerini bozmaya yönelik bir davet söz konusu değildir. Amaç, sadece İslâm
tarihinde meydana gelmiş en tehlikeli siyasî gelişmenin ciddî bir analizini
yapmaktır.
İtikatlarımızla
ilgili olan bu konuların ele alınış şekli, kesinlikle saptırmaya, yıkmaya,
birlik ve beraberliği bozmaya iten her türlü düşüncesiz eğilimden uzak
olmalıdır.
İslâm,
var gücüyle fikrî donuklukla savaşmakta ve olayların analizinde akıl ve
düşünceyi özgürleştirmeye çağırmaktadır. İtikadî konularda taklit, İslâm'da
yoktur. Müslümanlar, itikatları ve tarihlerini ilgilendiren konularda
gelişmeleri bilinçli bir şekilde incelemeli ve düşünce ufuklarını
genişletmelidirler. Çünkü Emevî ve Abbasî iktidarları, zulüm, tuğyan,
Müslümanları aşağılama ve onlara baskı kurma temeli üzerine kurulan
iktidarlarını pekiştirmek için Müslümanların inançları ve tarihleriyle ilgili
konularda hadisler uydurmuş ve böylece itikadî konularda, sıhhatten hiçbir
nasibi olmayan mevzu ve uyduruk hadisler ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla İslâm'ın
asalet ve yüceliğini koruyabilmek için bu konuları bilinçli ve dikkatli bir
biçimde incelememiz gerekmektedir.
Necef-i Eşref
Bâkır Şerif Karaşî
15 Şaban H.1425
Ufuklarında nurdan eser olmayan, cehalet karanlığına
gömülmüş, günahlara dalmış, kızları diri diri toprağa gömen, iktisadî hayatını
zulüm ve saldırganlık üzerine kuran, güçlünün zayıfı ezdiği, yiyeceğini
yağmalayarak elde eden, medeniyet
ilkelerinden ve insanî değerlerden haberi olmayan, gençleri ve yaşlılarıyla
zevk-u sefa meclislerinde eğlenen cahilî bir toplumda, Peygamber (s.a.a) derin bir inkılâp meydana getirdi.
Bu mübarek inkılâp, âdetleri ve gelenekleri itibariyle
çökmüş olan o toplumda yıkıcı bir deprem etkisi yarattı… Peygamber'in (s.a.a)
Mekke'de yükselttiği ilk nur,
varlık âleminin en kıymetli hakikati ve hayatın sırrı olan "Lâ ilâhe
illallah" kelimesi idi. O, insanları bu kelimeye davet ederek onları kendi
elleriyle yaptıkları putlara tapmaktan kurtarmak, düşünce ufuklarını
genişletmek, nefislerini temizlemek ve Mekke'de yaygın olan putperestliğe son
vermek istiyordu.
Müminlerin
Emiri İmam Ali'nin (a.s) Peygamber'in (s.a.a) omzuna çıkarak Kâbe'nin üstündeki
putları alıp yere attığını ve o sırada yüce Allah'ın, "De ki: Hak
geldi, batıl zail oldu; şüphesiz batıl zail olucudur."[1]
sözünü haykırdığını gördüklerinde yer Mekke müşriklerinin ayaklarının altında
âdeta sallanmış, yerin yarılıp kendilerini yutmasını arzu etmişlerdi.
Öfkelerinden burunları kabarmış, akciğerleri köpürmüş ve yeryüzü kendilerine
dar gelmişti.
1-
İslâm'ın önem verdiği konular arasında insan haklarının ilânı gelmektedir.
İslâm, insanlar arasında büyük adalet şiarını yükseltti. İnsanlar arasında tam
eşitlik, haklarda eşitlik, görevlerde eşitlik, devlete veya yoksullara karşı malî
yükümlülüklerde eşitlik, devlet başkanından tutun toplumun en zayıf ferdine
kadar herkesin kanun karşısında eşit oluşu, yüce Allah'ın hükmüne aykırı
davranması durumunda kimsenin dokunulmazlığı veya ayrıcalığının olmayışı, bu
büyük adaletin en belirgin yansımalarındandır.
2- İslâm İnkılâbı'nın ilkelerinden biri de, ilmi yayıp
cehaleti ortadan kaldırmaktır. İslâm'a göre ilim talep etmek, kadın erkek her
Müslümana farzdır. Peygamber (s.a.a), Kureyş esirlerinden okuma yazma
bilenlerden, fidye yerine Müslümanların çocuklarına okuma yazma öğretmelerini
istemişti. Peygamber'in mescidi de İslâmî hükümleri ve adabı öğretme merkezi
idi. Sahabenin büyük çoğunluğu, bu merkezde yetişti ve Peygamber'in (s.a.a)
hadisleri, hükümleri, sünnetleri ve siretinden çok şeyler rivayet ettiler.
3-
İslâm İnkılâbı'nın yaktığı meşalelerden biri de, faizin kesin bir biçimde
yasaklanışıdır. Faiz Mekke'de iyice yaygınlaşmış, faizcilerin yanında büyük bir
servet birikmişti. Emevî ailesinin büyüğü Ebu Süfyan, onun eşi ve Muaviye'nin
annesi Hind, Abdulmuttalib oğlu Abbas, Ebu Cehil ve Kureyş tağutları ve
zenginlerinden diğerleri, bu faizcilerdendi. Yoksul tabaka, bir miktar faizli
borç alabilmek için güvence olarak çocuklarını bu kişilerin yanına rehin
koyuyorlardı.
Mekke
ekonomisinin belkemiğini oluşturan ve beraberinde fakirlik ve sefaletin
yaygınlaşmasını ve servetin faizci zümrenin elinde birikmesini sağlayan faizin
haram kılınması, Kureyşlileri çok zor durumda bırakmıştı.
4-
İslâm İnkılâbı'nda çok önemli bir yeri tutan konulardan biri de, kadının
kölelik, baskı ve aşağılanmaktan kurtarılıp özgürlüğüne kavuşturulması ve tüm
hak ve yükümlülüklerde erkekle eşit konuma getirilmesidir.
Cahiliye
toplumu, kadını edebildiğine küçümsemiş ve aşağılamıştı. Kadın, âdeta alınıp
satılan bir eşya konumundaydı. Bazı kabilelerde kızlar diri diri toprağa
gömülüyordu. Kızları gömmek, bir erdem sayılıyordu. Baba öldüğünde oğul,
babasının hanımıyla evleniyor veya onu başka bir erkekle evlendirip mihrini
alıyordu. İslâm, kadın için gerçekten bir nimetti. Tarih boyunca başka hiçbir
din veya sosyal düzende bulamadığı şeyi kadın, İslâm'ın hükümleri sayesinde
buldu. Peygamber (s.a.a), kadına iyilik eden kimsenin ümmetinin en iyilerinden
olduğunu bildirerek onu gözetip korudu. Şöyle buyurdu:
"Sizin
en hayırlınız, ailesine en hayırlı olanınızdır ve ben ailesine en hayırlı
olanınızım. Kadınlara ancak kerim insan iyi davranır ve onlara ancak alçak
insan kötü davranır."[2]
Meclisinde
ve minberinde, vücudunun bir parçası olan Fatıma'nın faziletlerini yüksek bir
sesle herkese duyuruyordu. Nitekim onun makamının yüceliği ve şanının büyüklüğü
hakkında kendisinden çok sayıda hadis nakledilmiştir. Bütün ravilerin ittifakla
naklettiği bir hadisinde kızı Fatıma'ya şöyle buyurmuştur:
"Allah,
senin gazabın için gazap eder ve senin rızan için razı olur."[3]
"Fatıma,
benden bir parçadır; kim onu öfkelendirirse, beni öfkelendirmiştir"[4]
"Fatıma,
benim dalım budağımdır; onu sevindiren şey beni sevindirir, onu üzen şey de
beni üzer."[5]
Bu
hadisler, Fatıma'nın makamının yüceliği ve şanının büyüklüğünü vurgulamanın
yanında Müslümanlara, kadınlara değer verme, onlara saygı gösterme ve onları
yüceltme dersi vermektedir.
5-
Büyük İslâm İnkılâbı'nın ilkelerinden bir diğeri de, Peygamber'in (s.a.a)
erkekler ve kadınlardan güçsüzler, köleler ve zayıf bırakılanları himayesi
altına almasıdır. Bu insanlar, Peygamber'in etrafında toplandılar, onun
peygamberliğine iman ettiler ve yakın bir gelecekte kendilerinin efendi ve
güçlü, Kureyş zorbaları ve azgınlarının ise köle ve güçsüz olacağına inandılar.
Nitekim Peygamber'den ashabına şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah,
İslâm ile, zelil olanları aziz; aziz olanları ise zelil kıldı."[6]
Fakirler,
güçsüzler ve ezilenler, İslâm'a ısındılar, onu sevdiler ve ona iman ettiler.
Çünkü İslâm, onlarla başkaları arasındaki ayrıcalıkları ortadan kaldırıyor,
göğüslerindeki kin ve nefreti söküp atıyor, kalplerini sevgi ve muhabbetle
dolduruyordu.
Kadınlardan
da büyük bir topluluk İslâm'a iman etti. Müslüman olan kadın, Müslüman olmayan
kâfir kocasını terk edip ondan uzaklaşıyordu. Bütün bunlar, Kureyşlilerin
tedirgin olmasına ve kendilerinin mutluluğunu isteyen ve onlar için erdemlere
dayalı bir hayat öngören bu dine karşı düşman kesilmesine sebep oldu.
Kureyşliler,
Peygamber'den (s.a.a) yana düşünülebilecek en şiddetli tedirginliği yaşadılar.
Çünkü Peygamber (s.a.a), onların ve atalarının tapmaya alışık oldukları putlara
tapma inançlarını akılsızca buluyor, yadırgıyor, eleştiriyor ve onları evreni
yaratan ve bütün olaylar ve gelişmelerin kontrolünü elinde bulunduran yüce
Allah'a ibadet etmeye çağırıyordu. Kendi elleriyle yaptıkları putların ne bir
zarar verebileceğini, ne de bir yarar sağlayabileceğini söylüyordu. Ayrıca,
onların içki içme, zina etme ve diğer çirkin işleri irtikâp etme gibi kötü
davranışları ve alışkanlıklarını da ayıplıyordu.
Böylece
Peygamber'den (s.a.a) iyice sıkılmaya başladılar. Şehir ve kasabalarında
tedirginlikler yayıldı. Köleleri, çocukları ve kadınlarından İslâm'ı kabul
edenler, onlara sıkıntı yaratmaya başladı. Bu nedenle, insanların Peygamber'e
yaklaşmasını engelleyebilmek için onu insanların nefret ettiği bazı sıfatlarla
itham etmeyi uygun gördüler. O sıfatlar şunlardı:
1- Yalan
2- Büyü
3- Delilik
Ancak bu ithamlar da işe yaramadı. Çünkü Muhammed
(s.a.a), herkes tarafından "Sadık" ve "Emin" olarak
tanınmıştı. Onun büyü ile bir alâkası olamazdı. O, insanların en akıllısı idi.
Böylece bu ithamlarında da başarısız oldular.
Kureyş
azgınları, bütün hınçlarını, sığınacakları güçlü bir dayanakları olmayan İslâm'a
iman etmiş zayıf kimseler ve kölelerden çıkardılar. Ammar, Yasir ve Sümeyye,
çeşitli işkencelere maruz kaldılar. Bu işkenceler sonucu Yasir ve Sümeyye şehit
oldu, Ammar ise canını zor kurtardı. Aynı şekilde Bilâl-i Habeşî, Abdullah b.
Mes'ud ve diğerleri, en acımasız ve en şiddetli işkence türlerine maruz
kaldılar. Ancak onlar, bu işkencelere aldırmadılar; işkence edenlerle alay
edercesine inançlarında direndiler.
Müslümanlar,
Kureyş'in işkence, baskı ve zulmünden kurtulmak için Habeşistan'a hicret etmek
zorunda kaldılar. Yüce Allah'a ibadet edebilecekleri, farzlarını özgürce ve
güvenli bir ortamda yerine getirebilecekleri, hilecilerin hilesinden ve
zalimlerin zulmünden korkmayacakları bir memlekete sığındılar. Kureyş, onlara
tekrar en şiddetli ve en acımasız işkenceyi yapmak için onları Mekke'ye geri
döndürmeye çalıştı. Fakat Habeşistan hükümdarı, onları geri vermedi. Böylece
onlar, Habeşistan hükümdarının himayesi altında güven ve huzur içinde
namazlarını kılmaya ve ibadetlerini yapmaya devam ettiler.
Habeşistan'a
hicret eden Müslümanlar arasında, Müminlerin Emiri İmam Ali'nin (a.s) kardeşi
ve Resulullah'ın (s.a.a) amcası oğlu ölümsüz şehit Cafer-i Tayyar da vardı.
Cafer de, imanı sebebiyle memleketi ve ailesini terk ederek Mekke'den kaçmıştı.
Muhacir kardeşleri, akraba ve memleket ayrılığına, içlerinde hissettikleri
gurbet burukluğuna karşı teselliyi onda bulmuşlardı. O, kendilerine karşı çok
şefkatliydi ve bütün dertleri ve kederlerine ortak oluyordu.
Peygamber
(s.a.a), İslâm'ın himayecisi ve Betha'nın (Mekke) büyüğü, amcası Ebu Talib'in
ölüm musibetiyle karşılaştıktan sonra, Kureyş oybirliği ile Peygamber'in
mübarek vücudunu ortadan kaldırmaya karar verdi. Ebu Talib'in himayesi
Peygamber (s.a.a) için çok önemliydi. Nitekim onun vefatından sonra Kureyş
Peygamber'i güçsüz saydı. Çünkü artık onu himaye edecek bir güç ve
sığınabileceği kuvvetli bir dayanak yoktu.
Kureyş'in mücrim güruhu, gecenin karanlığında Peygamber'in
(s.a.a) evini muhasara etti. Sayıları -ravilerin söylediği üzere- kırk kişiydi
ve hepsi de sılâhlıydı. Peygamber (s.a.a), "Önlerinden bir set ve
arkalarından bir set çektik de onları kapattık, artık görmezler."[7]
mealindeki ayeti okuyarak aralarından geçip gitti ve bir avuç toprak alıp pis
suratlarına serpti. Yatağında da kardeşi, vasisi ve amcası oğlu İmam
Emirü'l-Müminin'i (a.s) yatırdı ve o geceyi uyanık geçirerek Allah-u Teala'ya
amcası oğlunu bu mücrim güruhtan kurtarması için dua etti. Sabahın ilk
ışıklarıyla birlikte mücrim güruh, Peygamber'in yatağına saldırdı. Peygamber'in
yatağında olduğundan emindiler.
O
sırada İmam Ali (a.s) yataktan fırlayarak kılıcını çekti. Karşılarında Ali'yi
görünce irkildiler ve:
"Muhammed
nerede?!" diye bağırdılar.
İmam
(a.s) sert ve keskin bir ifadeyle:
"Beni
ona bekçi mi kıldınız?!" diye onlara karşılık verdi.
Böylece
hezimete uğramış bir hâlde büyük bir üzüntü, rezalet ve utançla evlerine geri
döndüler.
Yesrib'e
hicret etmek üzere yola çıkan Peygamber (s.a.a), önce bir dağa gitti ve o
dağdaki mağaraya sığındı. Ebu Bekir de onunla birlikteydi. Hüzün ve korku Ebu
Bekir'in bütün vücudunu kaplamıştı. Peygamber (s.a.a) onu sabra davet ediyor
ve:
"Üzülme;
Allah bizimle beraberdir." diye buyuruyordu. "Eğer siz ona
(Peygamber'e) yardım etmezseniz, Allah ona yardım etmiştir; hani kâfirler onu,
iki kişinin ikincisi olarak (Mekke'den) çıkarmıştı; hani o ikisi (Peygamber ve
Ebu Bekir) mağaradaydı; hani o (Peygamber), beraberindekine, "Üzülme;
Allah bizimle beraberdir." diyordu. O sırada Allah, sükûnetini onun
(Peygamber'in) üzerine indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi
ve kâfirlerin sözünü alçalttı. Asıl yüce olan, Allah'ın sözüdür. Allah azizdir,
hakimdir."[8]
ayeti, bu konuyla ilgili olarak inmiştir.
Sonra
Peygamber (s.a.a), Yesrib'e doğru hareket etti. Yolu süratle ve dönüp arkasına
bakmadan kat ediyordu. Sonunda Yesrib'e ulaştı. Görkemli bir karşılanma ile
karşılandı. Medine'de Peygamber'i karşılamaya çıkmayan tek kişi kalmamıştı.
Sevinç ve neşe her tarafı kaplamıştı. Peygamber (s.a.a) himayeyi, güveni,
davetine tam icabeti ve peygamberliğine imanı orada buldu. Bu durum, onu çok
sevindirdi.
Peygamber
(s.a.a) insanın haklarını, saygınlığını, emniyetini, refahını ve öğretimini
güvence altına alan büyük devletini Medine'de kurdu. İlk önce, aynı zamanda
devletinin de merkezi olan bir cami inşa etti. Kararlar orada alınıyor,
hükümler orada açıklanıyor, sözleşmeler ve antlaşmalar orada yapılıyordu. Orada
ilân edilen şeylerden biri de, Müslümanların kardeşliği idi.
Peygamber
(s.a.a) Medine'ye yerleşmesinin hemen akabinde İslâm kardeşliğini ilân etti.
Evsliler ile Hazreclileri ve Muhacirler ile Ensar'ı birbiriyle kardeş etti. Bu
kardeşlik, soy ve kan bağından daha güçlüydü. Geriye bir tek kendisi kalmıştı
ki kendisine de İmam Emirü'l-Müminin'i (a.s) kardeş olarak seçti ve ona şöyle
buyurdu:
"Sen,
dünya ve ahirette benim kardeşimsin."[9]
Şu
bir gerçektir ki devletin, vatandaşlarını zulüm ve haksızlığa karşı koruyan,
toplumun ve bireyin genel ve özel haklarını güvence altına alan bir kanunu
olmadan insanî uygarlığa erişmesi mümkün değildir. Kanun bilimcilerin de altını
çizerek ifade ettikleri gibi, kanunun olmadığı yerde uygarlık olamaz.
İslâm,
devlet hükümlerini, devletin dahilî, haricî, iktisadî ve askerî siyasetiyle
ilgili yasaları ve devlet sisteminde görev yapanların işleriyle ilgili mevzuatı
yasamıştır. Bu kanun maddelerini, İmam Ali'nin (a.s) Malik-i Eşter'e yazdığı
emirnamesinde ve başka devletlerle yapılan anlaşmalar ve antlaşmalar gibi
devleti ilgilendiren tüm konuları dikkatli ve titiz bir şekilde ele alan diğer
siyasî vesikalarda bulabiliriz.
İnsanlık,
kaydettiği bütün gelişmelere ve devlet idaresi için çıkardığı bütün yeni
kanunlara rağmen, İslâm'ın koyduğu ve tarihin bütün aşamalarında zaman ve
küresel değişim ile birlikte hareket eden siyasî düzenleri inşa edememiştir.
Nitekim
İslâm, yaratılışının başlangıcından itibaren hayatının son aşamasına kadar
derin ve kapsamlı bir bakışla insana bakmış ve onun için en güzel ve en asil
hükümleri vazetmiştir. Biz, "el-İslâm Menhec’ün Müşrikun Li'l-Hayat "
adlı kitabımızda bu hükümlere geniş bir şekilde değinmişizdir.
Her
neyse, Resulullah'ın (s.a.a), İslâm'ın bütünlüğü içerisinde büyük bir yer işgal
eden bu sistemleri ve hükümleri kendisinden sonra dakik bir biçimde hayata
geçirecek güvenilir bir koruyucuya emanet etmeden bırakıp gitmesi mümkün
değildi. Resulullah'ın (s.a.a) bu konuyu büsbütün ihmal ettiğini, bu işi
Müslümanlara bıraktığını ve Müslümanların bu konuda dilediklerini
yapabileceklerini söylemek kadar saçma, zayıf ve gerçekten uzak bir söz olamaz
herhâlde. Peygamber (s.a.a), Müslümanların hayat rotası ile yakından ilgili
olan ve ihmal edilmesi durumunda gelecekleri açısından onları korkunç bir
belirsizliğe sürükleyecek olan bu hassas konuyu nasıl ihmal edebilir ki?!
İleriki bölümlerde bu konuyu biraz daha geniş biçimde açıklayacağız.
Kureyşliler,
Peygamber'in (s.a.a) Mekke'den Yesrib'e hicret etmesinden büyük bir korkuya
kapıldılar. Peygamber'in güç ve kuvvet bulduktan sonra kendilerine geri dönüp
intikam alacağından hiç kuşkuları yoktu. Çünkü ona çok eziyet etmiş, haksızlık
yapmış ve hatta onu öldürmeye bile azmetmişlerdi. Ayrıca kendisine iman eden
ashabına da akıl almaz işkenceler yapmış, can yakıcı ve öldürücü darbeler
indirmişlerdi. Bu yüzden el ele verip onun işini bitirmeye, onu öldürmeye ve
ona iman edenleri tasfiye etmeye karar verdiler. Bu amaçla ordular hazırlayıp
ona karşı savaşlar açtılar. Bu savaşlardan bazıları şunlardır:
Bu
savaş, Resulullah'ın (s.a.a) en inatçı düşmanı Ebu Cehil'in önderliğinde
gerçekleşmişti. Ebu Cehil, kalabalık bir orduyla Ebu Süfyan'ı koruyup kollamaya
gelmişti. Ebu Süfyan, Kureyş'in ticaret kervanıyla Şam'dan geliyordu. Peygamber
(s.a.a), Müslümanların güçlenmesi için ashabına o kervanı ele geçirme emrini
vermişti. Böylece Kureyş'e de sert bir darbe vurmuş olacaktı. Ebu Süfyan'ın
bundan haberi olmuş ve ana güzergâhı değil de başka bir güzergâhı kullanarak
kurtulmuştu. Mekke'den gelen ordu ise hızla ana güzergâhta ilerliyordu. Nihayet
Bedir'e vardı. Peygamber (s.a.a), Ebu Süfyan'ın ticaret kervanını ele geçirmek
için daha önceden Bedir'e yerleşmişti. Ebu Cehil, Peygamber'in ashabının
azlığını, kendi sayılarının ise çokluğunu ve silâhlarının üstünlüğünü görünce,
Peygamber'in işini bitirebileceğini zannetti. Ordusunun komutanları da aynı
görüşü ileri sürünce Müslümanlarla savaşa girişti. Fakat yüce Allah,
Peygamberine açık bir zaferi yazmıştı. Ebu Cehil ve ordusu, ağır bir darbe
aldı. Müslümanlar, Ebu Cehil'i ve ordusundaki Kureyş ileri gelenlerini
öldürdüler. Onlardan yetmiş savaşçıyı esir aldılar. Ölülerinin cesetleri
oradaki bir kuyuya döküldü. Silâhları ve araç gereçlerinin büyük bir bölümünü
ganimet olarak ele geçirdiler.
Kureyşliler, çok kötü bir hezimete uğramıştı. Ölülerin
çoğu, siyer ve tarih kitaplarının tasrih ettiği üzere İslâm'ın yiğidi, bir
numaralı mücahidi, İmam Emirü'l-Müminin'in (a.s) kılıcıyla öldürülmüştü.
Bedir
Savaşı, İslâm için kesin bir zaferi, müşrikler için ise büyük bir hezimeti
tescillemişti. Böylece Allah, müşriklerin kalplerine korku salmış,
Müslümanların kalplerini ise düşmanlarına karşı kesin zaferin kendilerinin
olacağına dair iman ve yakin ile doldurmuştu.
Kureyşliler,
yenik ve başı eğik bir hâlde Mekke'ye geri döndüler. Ölenleri için gözyaşı
döküp ağlıyorlardı. Kendilerini karşılamaya gelen kadınlar da ölenlerine ağıt
yakıyorlardı. Muaviye'nin annesi Hind'i derin bir hüzün kaplamıştı. Çünkü
babası, erkek kardeşi ve ailesinin büyükleri öldürülmüştü. Hind, acı ve hüznün
dinmemesi için Peygamber'den (s.a.a) intikam alınana kadar öldürülenlere
ağlamayı yasakladı. Kureyş, hiç vakit kaybetmeden büyük bir ordu hazırlamaya ve
onu silâhlar ve teçhizatla donatmaya başladı.
Müşriklerin
ordusu, Ebu Süfyan'ın komutanlığında yola çıktı. Amaçları, kendilerini
Allah'tan başkasına kulluktan ve cahiliye hurafelerinden kurtarmak ve ebedî bir
izzet ve yüceliğe kavuşturmak isteyen Resulullah'ın (s.a.a) işini bitirmekti.
Şirk
ordusu Uhud dağına vardı. İslâm ordusu da dağın eteğine konuşlanmıştı.
Peygamber (s.a.a), düşman ordusunun gizlice arkadan saldırmasını engellemek
için okçuları dağın tepesine yerleştirmişti. İki ordu arasında şiddetli bir
çatışma yaşandı. Kesin zafer, İmam Emirü'l-Müminin'in (a.s) komutanlığında İslâm'ın
oldu. Ancak dağın tepesindeki okçulardan bir grup, müşriklerin yenilgiye
uğradığını görünce mevzilerini terk edip, hezimete uğrayanların ganimetlerini
ele geçirmek için aşağıya koştular. Müşriklerin ordusunun komutanlarından olan
Halid b. Velid, bu fırsatı ganimet bilerek okçuların mevzilerini ele geçirdi.
Yenilgiye uğrayanlar, mevzilerine geri döndüler. İslâm ordusu, müşriklerin
ordusunun şiddetli saldırılarına maruz kaldı. Önden ve arkadan muhasara
edilmişti. Muharebe meydanında Müslümanların ileri gelenleri ve komutanlarından
bir grup şehit düştü. Başlarında ebedî şehit Hamza b. Abdulmuttalib vardı.
Düşman, Peygamber'i (s.a.a) çepeçevre kuşatmıştı. Mübarek bedeni birçok yara
almıştı. İmam Emirü'l-Müminin (a.s) canla başla Peygamber'i (s.a.a) savunuyordu.
Eğer o olmasaydı, müşrikler Peygamber'i öldürmüş olacaklardı.
Hind,
Şehit Hamza'nın naaşına koşarak onu kötü bir biçimde parçaladı. Ciğerini
çıkarıp çiğnedi. Bazı uzuvlarını kesip boynuna gerdanlık yaptı. Ebu Süfyan da,
Hamza'nın mukaddes naaşının üzerine gelerek ayağıyla onu tekmeleyip,
düşmanlığını ve sevincini izhar etti.
Müşriklerin
ordusu, Peygamber'den (s.a.a) intikamını almış olarak zafer şarkılarıyla
Mekke'ye geri döndü.
Kureyş'in hiçbir müsamaha göstermeden Peygamber'e (s.a.a)
karşı açmış olduğu ezici savaşlardan iki örnekti bunlar. Kureyş, bu savaşlarla
Peygamber'in (s.a.a) sesini kesmeyi ve getirdiği değerler ve ilkelerin
nurlarını söndürmeyi amaçlıyordu. Ancak yüce Allah, bu mücadelenin sonunda
Peygamberini onlara karşı muzaffer kıldı, dinini yüceltti ve peygamberini
destekledi.
Peygamber
(s.a.a), silâhlı kuvvetlerini kurup onu her türlü silâh ve teçhizatla donatarak
o asrın en güçlü askerî gücünü oluşturdu ve bu orduyla Mekke'nin üzerine
yürüdü. Bu niyetini ordudan gizledi. Kureyş'in durumdan haber olmasını ve
ordusunun onlarla kanlı bir çarpışmaya girmesini istemiyordu. Mekke'nin güvenli
bir şehir olarak kalmasını ve hiç kan dökülmeden fethedilmesini istiyordu.
İslâm ordusu Mekke yakınlarına geldiğinde Peygamber
(s.a.a), bütün askerlerine ateş yakmalarını emretti. Ateşler alevlendi ve ışığı
Mekke'nin her yanını aydınlattı. Ebu Süfyan, onca ateşi görünce korkuya kapıldı
ve:
"Bu
geceki gibi bir ateş hiç görmedim." dedi.
Yanında
da Büdeyl b. Verka vardı.
"Bunlar,
vallahi Huzaa kabilesidir; savaş hırsı, onları kızdırmıştır." dedi.
Ebu
Süfyan, onun sözünü reddetti ve:
"Huzaa,
böyle bir ateş yakabilecek bir orduya sahip olmaktan çok daha az ve daha
aşağıdır." dedi.
Abbas
b. Abdulmuttalib, Ebu Süfyan'ı sesinden tanıdı ve ona lakabıyla seslendi:
"Ebu
Hanzale!"
Ebu
Süfyan da ona lakabıyla cevap verdi:
"Ebu'l-Fazl!"
Abbas
şöyle devam etti:
"Yazıklar
olsun sana Ebu Süfyan! Bu insanların arasında olan, Resulullah’tır (s.a.a)
Mekke'ye zorla girecek olursa, Kureyş'in vay sabahına!"
Ebu
Süfyan'ın bütün vücudu titremeye başladı; kesik bir sesle:
"Anam
babam sana kurban, çare nedir?" dedi.
Abbas,
onu katırının terkine bindirerek Resulullah'a (s.a.a) getirdi ve: "Ben ona aman
vermişim." dedi. Peygamber (s.a.a), Abbas'a şöyle buyurdu:
"Onu
kendi meskenine götür, sabah olunca bana getir."
Sabah
olunca Ebu Süfyan'ı Peygamber'in huzuruna getirdiler; korkudan tir tir
titriyordu. Peygamber (s.a.a) ona şöyle buyurdu:
"Yazıklar
olsun sana ey Ebu Süfyan! Artık Allah'tan başka ilâh olmadığını bilmenin zamanı
gelmedi mi?!"
Ebu
Süfyan, korku bütün vücudunu kaplamış olduğu hâlde kısık bir sesle şöyle dedi:
"Anam
babam sana kurban, sen ne kadar halim, ne kadar kerim ve -kavmine karşı- ne
kadar iyi birisin! Evet, vallahi eğer Allah'la beraber bir ilâh olmuş olsaydı,
bana kifayet ederdi diye düşünüyorum."
Peygamber
(s.a.a) bu kez ona şöyle buyurdu:
"Yazıklar
olsun sana ey Ebu Süfyan! Artık benim Allah'ın resulü olduğumu bilmenin zamanı
gelmedi mi?!"
Ebu
Süfyan utanmadan şu cevabı verdi:
"Anam
babam sana kurban, sen ne kadar halim ve -kavmine karşı- ne kadar iyi birisin!
Evet ama, vallahi bu konuda içimde biraz tereddüt var."
Abbas,
onu azarladı ve boynu vurulmadan önce Peygamber'in Allah'ın resulü olduğuna
şehadet getirmesini emretti. Ebu Süfyan, İslâm'ı kabul etmekten başka bir
çaresinin olmadığını anlayınca diliyle şehadet getirdi, fakat kalbi küfründe
baki kaldı. Resulullah (s.a.a), kendisine karşı savaşlar açan ve sahip olduğu
tüm imkânları işini bitirmek için seferber eden Kureyş için genel bir af
çıkardı.
Mekke'nin
fethi, büyük olaylardan biriydi. Müslümanlara, karşı konulmaz bir güç
kazandırmıştı. Muhalif güçler, artık Müslümanlara karşı direnemeyeceklerini
görmüş; kanlarını korumanın en iyi yolunun, dilleriyle İslâm'ı ikrar etmek
olduğunu anlamışlardı. Kalpleri ise küfür ve nifakta direnmeye devam ediyordu.
İslâm'a
muhalif olan, ona kin besleyen, gece gündüz ona karşı tuzaklar kuran, onun
hadiseler girdabında boğulmasını arzulayan, gailelere maruz kalmasını uman ve
aleyhinde fikir geliştirip istişareler yapan cephede şu gruplar yer alıyordu:
Münafıklar,
dilleriyle Müslüman olan, ama kalplerinde küfrü ve nifakı gizleyen kimselerdi. Bunlar,
İslâm için büyük bir tehlike oluşturuyorlardı. Çünkü iç düşman, Müslümanlar
için dış düşmandan daha tehlikelidir. Müslümanlar arasında düşmanlığı yayıyor
ve yüce Allah'ın kitabını tahrif ediyorlardı. Hatta kendileri için bir mescit
yapmış ve Peygamber'den onda namaz kılmasını istemişlerdi. Ancak onların gerçek
yüzü Peygamber'e aşikâr olunca o mescidin yakılmasını emretti.
Bunların
İslâm için tehlikeli olduklarına nazaran, haklarında Münafikûn Suresi indi ve
onların habisliğine ve nifakına değindi. Ebu Süfyan ve Ümeyye Oğulları'nın
çoğu, münafıkların önde gelenlerindendi. Çünkü İslâm, onların ileri
gelenlerinin kökünü kesmiş, çıkarlarını ve nüfuzlarını ellerinden almıştı.
Yahudiler,
Peygamber'in (s.a.a) hasımları ve düşmanları idiler. Peygamber'in (s.a.a)
askerî meydanlarda elde ettiği zaferler onları korkutmuş, getirdiği dinin
gönülleri fetheden hükümlerinin güzelliği ve öğretilerinin yüceliği onları
şaşırtmıştı. Yahudiler, Arap Yarımadası'nda İslâm'a karşı savaşta etkin bir
güce sahiplerdi. Ebu Süfyan'ı, Peygamber'e (s.a.a) karşı savaşında malları ve
diğer imkânlarıyla desteklemişlerdi. Tüm ekonomik güçlerini İslâm aleyhine ve
Peygamber'in (s.a.a) işini bitirmek için seferber etmişlerdi.
Peygamber
(s.a.a), Yahudilerin kendisine karşı en büyük tehlikeyi oluşturduklarını ve
onlar var olduğu müddetçe İslâm'ın hâkimiyetinin tam anlamıyla düzelmeyeceğini
biliyordu. Bu nedenle azimle onların karşısında durdu ve Nazir Oğulları'nı
Medine'den sürdü. Böylece başkentini onlardan temizlenmiş oldu. Aynı şekilde,
Hayber kalelerinde onlarla savaşarak elebaşları ve ileri gelenlerini ortadan
kaldırdı.
Peygamber
(s.a.a), Yahudileri insan toplumu için yıkıcı bir unsur olarak görüyordu.
Müslümanları onların şerlerine karşı uyarmıştı. Vâkıdî, Peygamber'in (s.a.a)
son vasiyetinin şu olduğunu rivayet eder:
"Yahudileri
yarımadanızdan çıkarın."
İslâm tarihinden ve Peygamber'in (s.a.a) karşılaştığı
zorluklardan aktardığımız bu kesitler, asıl konumuz için bir mukaddime
niteliğindedir. O da şudur: Peygamber (s.a.a), dünyadan göçmeden önce ümmetine
önderlik yapacak olan kişiyi tayin etti ve onu getirdiği değerler ve ilkelerin
koruyucusu ve emini kıldı; onu bu değerleri insanlar arasında yaymakla
görevlendirdi.
Peygamber'in
(s.a.a) bu hassas işi ihmal ettiği, ümmeti kendi hâline bıraktığı ve ümmetin bu
iş için dilediği kimseyi seçebileceğini söylemek, en zayıf ve en tutarsız
görüşlerdendir. Çünkü bu görüş, ümmeti sapmalardan korumaya ve şaşkınlıktan
kurtarmaya yönelik nebevî çizgiyle bağdaşmamaktadır.
Peygamber (s.a.a), ümmetinin gelecek tüm kuşaklarını
fitneler ve sapmalardan koruyacak olan rehberi tayin ve ilân etmişti. Bu
rehber, Kur'an ve İtret'ti. Peygamber (s.a.a), bunu her münasebette dile
getirmiş ve herkese duyurmuştu. Ancak sahabeden bazıları, "Allah'ın kitabı
bize yeter." diyerek buna karşı çıkmıştı. Bu tutum, Müslümanların arasında
fitnelerin yaygınlaşmasına, değerlerin değişmesine, zalimlerin kendilerine
musallat olmasına yol açtı. Sonuçta Müslümanların hükümdarları ve valileri, bir
dönem Emevîlerden, bir başka dönem de Abbasîlerden oldu. Onlar da, Müslümanlar
arasında zulmü, haksızlığı ve baskıyı yaymak ve Müslümanları sevmedikleri
şeyleri yapmaya zorlamak için hiçbir çabadan geri kalmadılar.
Hilâfet
-maksadımız devlet başkanlığıdır-, İslâm toplumunun oluşumunda en önemli
unsurlardan ve ülkelerde adaletin yaşatılmasının şartlarındandır. Hayat, onsuz
düzene girmez; toplumda güven, huzur ve istikrar kalmaz.
İslâm,
hilâfet konusuna büyük önem vermiş; onu medeniyetinin ve misyonunun temel
taşlarından biri olarak saymıştır. Şimdi hilâfet meselesinin konumuzla ilgili
olan yönlerine kısaca değinmek istiyoruz:
Hilâfet,
sözlükte, başkasına vekâlet etmek demektir. Bu, ya vekâlet edilen kimsenin
gıyabında, ya ölümünden dolayı, ya da aczinden dolayı olur. Bazen de, "Musa,
kardeşi Harun'a dedi ki: Sen, kavmim içinde benim halifem ol."[10]
ayetinde söz konusu olan hilâfette olduğu gibi, vekâlet edeni şereflendirmek
için olur.[11]
Şer'î
ıstılahta hilâfet, Peygamber'in (s.a.a) naibi ve vekili olarak din ve dünya
işlerinde genel riyaset anlamına gelir.
İbn
Haldun şöyle der: "Hilâfet, halkı şeriatın görüşü doğrultusunda uhrevî ve
dünyevî maslahatlarına yönlendirmektir."
Sonra
şöyle devam eder: "Hilâfet, gerçekte dini korumada ve dünya işlerini idare
etmede şeriatın sahibine vekâlet etmektir."[12]
Marudî,
hilâfeti, "dini korumada ve dünyayı yönetmede nübüvvetin hilâfeti"
olarak tarif eder.[13]
Peygamber
(s.a.a), hilâfete büyük önem vermiş, onu İslâm toplumunun binasında en mühim
unsurlardan saymış ve zamanının imamını tanımayanı ateşle müjdelemiştir. Şöyle
buyurmuştur:
"Kim
zamanının imamını tanımadan ölürse, cahiliye ölümüyle ölmüştür."[14]
Müslüman
bir insan için Rabbini ve dinini tanımadığı hâlde cahiliye ölümüyle ölmekten
daha kötü bir akıbet olabilir mi?!
Kur'an-ı
Kerim de imama itaatin gerekliliğini vurgulamış ve şöyle buyurmuştur:
"Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve veliyy-i emirlerinize itaat
edin."[15]
Veliyy-i
emre itaat, Allah-u Teala'ya ve Resulü'ne itaat gibi farz ve gerekli olduğuna
göre, Peygamber (s.a.a) kendinden sonraki halife ve imamı nasıl ihmal
edebilir?!
Peygamber
(s.a.a), daha İslâm'a davetinin başlangıcında, hilâfeti Müminlerin Emiri İmam
Ali''ye (a.s) bahşetmişti. Akrabalarını peygamberliğine imana davet ettiği
zaman onlara şöyle buyurmuştu:
"Benim
kardeşim ve aranızdaki vasim ve halifem olmak üzere kim bu davette beni
destekleyecektir?"
Hiç
kimse Peygamber'e olumlu cevap vermemiş, bir tek İmam Emirü'l-Müminin ayağa
kalkmış ve şöyle demişti:
"Ben
ey Allah'ın Peygamberi, bu davette senin destekçin olacağım."
Bunun
üzerine Peygamber (s.a.a), elini onun boynuna atmış ve akrabalarına hitap
ederek şöyle buyurmuştu:
"Bu,
benim kardeşim ve aranızdaki vasim ve halifemdir; onu dinleyin ve ona itaat
edin."[16]
Evet;
Peygamber (s.a.a), hilâfet meselesine büyük önem vermiş, onu nübüvvetle
birlikte gündeme getirmiş ve bu ağır mesuliyeti ilim, takva ve din uğruna
zahmet çekmede Müslümanların en faziletlisi olan kimseye vermiştir.
Hilâfet,
Müslümanların kesinlikle ihtiyaç duydukları İslâmî bir zarurettir. Çünkü İslâm;
hadler, cezalar, muameleler, müeyyidiler, marufu emretme ve münkerden
sakındırma, yüce Allah yolunda cihat vs. gibi birtakım hükümleri ihtiva
etmektedir ve başında Müslümanların imamlarından biri bulunmayan ve insanların
arasında yüce Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen bir İslâm devleti olmadan bu
hükümlerin uygulanması ve hayata geçirilmesi mümkün değildir.
Müslümanlar,
hilâfetin zarureti hususunda ittifak hâlindeler. İbn Hazm el-Endülüsî şöyle der:
"Bütün Ehl-i Sünnet, bütün Mürcie, bütün Şiîler ve bütün Haricîler,
imametin gerekli oluşu ve ümmetin, aralarında Allah'ın hükümlerini ikame edecek
ve onları Resulullah'ın (s.a.a) getirdiği şeraitin hükümleriyle yönetecek adil
bir imama itaat etmesinin farz oluşu hususunda ittifak etmişlerdir. Bir tek
Haricîlerin Necdetliler fırkası hariç. Onlar şöyle demişlerdir:
"İnsanların, kendileri için bir imam tayin etmeleri gerekli değildir.
Onlara farz olan, hakkı birbirlerine vermektir." Bugün bu fırkaya mensup
birinin var olduğunu bilmiyoruz. Bunlar, Necdet b. Umeyr el-Hanefî'ye mensup
kimselerdir. Bu fırkanın görüşü itibar edilir bir konumda değildir; reddi ve
iptali için de zikrettiğimiz fırkaların tümünün bu konuda ittifak içerisinde
olması yeterlidir.
Biz,
hilâfetin zarureti hususundaki delilleri "Nizamu'l-Hükmi ve'l-İdareti
Fi'l-İslâm" adlı eserimizde geniş bir şekilde kaleme almış ve orada Ali
Abdurrazzak'ın İslâm'da hilâfetin gerekli ve zarurî olmadığı yönündeki delilini
çürütmüş bulunmaktayız.
Ümmetin
önderi olan imamda ilim, takva, parlak fikirlilik, düşünce asaleti, siyaset
işlerine ve ümmetin ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarına tam vukuf gibi tüm iyi
özellikler ve üstün niteliklerin tam olarak toplanmış olması gerekir.
Ümmetin
önderliğini melekeler, kabiliyetler ve dünya sorunlarına ve düzenlerine vukuf
bakımından insanların en seçkini üstlenmelidir ki adalet ve eşitlik nimetinden
faydalanan salih toplumu oluşturabilsin.
İslâm'da
siyasî fıkıhla ilgilenen kimseler, imamda toplanması gereken şartları şöyle
zikretmişlerdir:
1-
Kapsayıcı şartlarıyla adalet. Yani, büyük günahları işlemekten ve küçük
günahlara ısrardan sakınmak.
2-
Gelişmeler ve hükümlerde içtihat yapabilecek derecede ilim.
3-
Duyu organlarının işitme, görme ve konuşma gibi fonksiyonlarını yerine
getirebilecek derecede sağlıklı olması.
4-
Organların hareket etmeye ve hızlı biçimde ayağa kalkmaya engel olacak bir özür
ve eksiklikten salim olması.
5-
Halkı idare ve maslahatları tedbir edebilecek bir görüş.
6-
İslâm yurdunu koruma ve düşmanla cihat etme görevini üstlenebilecek cesaret ve
yiğitlik.
7-
Soy, yani imamın Kureyş'ten olması.[17]
Farabî'ye
göre, Medine-i Fazıla'nın (İdeal Toplum'un) en yüksek başkanında şu niteliklerin
toplanması gerekir:
"O;
bilge, cismi güçlü, iradesi güçlü, anlaması iyi, hıfzı iyi, zekâsı tam,
konuşması güzel, ilmi seven, ilim yolunda zahmetlere katlanan, bedensel
lezzetlere düşkün olmayan, doğruluğu seven, yüce karakterli, adil, insaflı, cesaretli,
girişimci… biri olmalıdır."
Ona
göre, bu nitelikler bir adamda toplanmadığı zaman Medine-i Fazıla başkansız
kalır ve bu da toplumun helâkine yol açar.[18]
Bu
konuda, "Nizamu'l-Hükmi ve'l-İdareti Fi'l-İslâm" adlı kitabımızda
geniş bir araştırma sunmuş bulunmaktayız.
İslâm
fırkaları içerisinde hilâfet konusuna en çok önem veren, bu konuyla en çok
ilgilenen ve bu konuda en çok görüş belirten fırka, Şia'dır. Şia'ya göre
halifede bulunması gereken bazı nitelikler vardır ki onlardan bazıları
şunlardır:
İsmet,
imamın dünyaya geldiği günden hayatının sonuna kadar bilerek veya yanlışlıkla
veya dalgınlıkla kötü işleri yapmaktan ve günahları işlemekten uzak olmasıdır.
O, hayatının bütün dönemlerinde tüm faziletler ve kemallerin birleştiği nokta
olmalıdır.
Şia'nın
bu konudaki istidlâli son derece sağlam ve güvenilirdir. Onlar, bu konuda delil
olarak Ehl-i Beyt İmamları'nın takva ve din uğruna zahmete katlanma
örnekleriyle dolu hayatlarını delil gösterirler. Bakın tertemiz soyun efendisi
Emirü'l-Müminin (a.s) ne buyuruyor:
"Allah'a
andolsun ki, eğer bir karıncanın ağzından bir arpa kabuğunu çekip alarak
Allah'a karşı günah işlemem için göklerinin altındakilerle birlikte yedi iklimi
bana verecek olsalar, yine de bunu yapmam."[19]
Bu,
ismetin en yüksek mertebesi değil mi?! İmam'ın ismetinden bir örnek daha
verelim: İmam, hilâfet görevini üstlendiğinde İbn Abbas'ın mağrurlandığını
gördü. Çünkü hilâfet, artık amcası oğluna dönmüştü. İmam, elinde tamir etmekle
meşgul olduğu hurma lifinden bir pabuç olduğu bir sırada İbn Abbas'a dedi ki:
"Ey
İbn Abbas, bu papucun kıymeti ne kadardır?"
-
"Onun bir kıymeti yoktur, ey Müminlerin Emiri."
-
"Eğer bir hakkı diriltmem ve bir batılı defetmem söz konusu olmasa, bu
papuç, size halifelik yapmaktan daha iyidir."[20]
İsmet
(masumluk) bu değil mi?!
Bir
örnek daha: Abdurrahman b. Avf, Ömer b. Hattab'ın öldürülmesinden sonra
hilâfeti kendisine vermesi için Şeyheyn'in (Ebu Bekir ve Ömer) siretine bağlı
kalmasını şart koşunca İmam (a.s) ona olumlu cevap vermedi ve ümmeti yönetmede
sadece Allah-u Teala'nın kitabı, Peygamber'in sünneti ve kendi özel içtihadıyla
amel edeceğini söyledi. Eğer iktidar taliplerinden olsaydı, ona olumlu cevap
vererek hilâfeti ele geçirir, sonra da kendi özel içtihadıyla amel ederdi.
İmam Ali'nin (a.s) ve diğer Ehl-i Beyt İmamları'nın (a.s)
hayatlarındaki her olay ve gelişmede masum olduklarının işareti ve tasdiki
vardır. Bu nedenledir ki Peygamber (s.a.a) onları, önünden de, arkasından da
batılın kendisine yol bulamadığı Kur'an ile bir arada zikretmiştir. Eğer
onlarda haktan en ufak bir ayrılma söz konusu olsaydı, bu bir arada zikretme
doğru olmazdı.
Büyük
İslâm şairi Kumeyt el-Esedî onları şöyle tavsif etmiştir:
"İyilik
ve cömertliğe yakın / Hükümleri uygulamada zulümden uzak / İnsanların hata
ettiği konularda isabetli / İslâm'ın temellerini sağlamlaştıran / Rahmet
pınarları kuraklaştığında insanlar ve aslanlar / Yetim çocukların bakıcı
sığınakları."
Eğer
ismetin (masumluğun) üstünde bir takva ve iman mertebesi olmuş olsaydı,
kuşkusuz ona sahip olurlar ve bu onların ayırıcı özelliği olurdu.
Şia,
tarihinin başlangıcından insanların bugününe kadar Ehl-i Beyt İmamları'nın
(a.s) tüm ilim ve marifet dallarında yeryüzü ehlinin en bilgini olduklarına
inanmaktadır. En sağlam deliller de onları desteklemektedir. İşte o delillerden
bazı örnekler:
Me'mun
el-Abbasî, İmam Ali b. Musa'yı (a.s) veliahtlık makamına getirip onun yüce
şahsiyetini ve büyük üstünlüğünü görünce haset ve kıskançlığa kapılarak dünya
ilim adamlarını Horasan'a getirtti ve gizlice onlarla görüşerek İmam'ı cevabını
bilmediği bir soruyla imtihan etmeleri hâlinde kendilerine büyük bir servet
vadetti. İlim adamları, en girift ve en karmaşık meseleleri araştırmaya
koyuldular ve İmam (a.s) ile bir araya geldiklerinde onları İmam'a sordular.
İmam (a.s) da onları susturacak cevaplar verdi. Çeşitli defalarda İmam'a yirmi
dört bin mesele sorulmuş ve İmam (a.s) hepsinin cevabını vermiştir. İmam ile
görüşen hemen her ilmî heyet, yanından ayrılırken onun imametine boyun eğmiş
olarak ayrılırdı. Ondan sonra da İmam Cevad (a.s) aynı konumdaydı. Babasının
hilâfetinden sonra imamet görevini üstlendiğinde dokuz veya yedi yaşındaydı.
Böyle küçük bir yaşta felsefî ve kelâmî konuların içinden çıkması mümkün
değildi herhâlde. Bu nedenle Abbasîler, hep birlikte onu imtihan etmeye karar
verdiler. Amaçları, onun başarısızlığını ispatlayıp, böylece Ehl-i Beyt
mektebine yıkıcı darbeyi indirmekti. Çünkü Ehl-i Beyt mektebine inananlar, imamlarının
tüm dünya bilginlerinden daha bilgili olduklarını ilân etmişlerdi. Abbasîler,
bu niyetlerini uygulama safhasına geçirerek Bağdat âlimlerini toplayıp,
onlardan İmam'ı imtihana çekmelerini istediler. Abbasî sarayının en geniş
salonunda düzenledikleri bir toplantıda Bağdat'ın tüm âlimleri ve önemli
şahsiyetlerini bir araya getirdiler. İlim adamları öne çıkarak İmam'ı sorular
sormaya başladılar. Çeşitli konularda İmam'a sorular yönelttiler. İmam da
tecrübeli bir âlim gibi sorularının cevabını verdi. Âlimler şaşırıp kaldılar.
Çeşitli ilim alanlarından yirmi bin soru sorulmuş ve İmam da hepsine cevap
vermişti. İstedikleri amaçlarına ulaşamayan Abbasîler, bu hadiseden sonra
İmam'ı haince ortadan kaldırmaya azmettiler.
Her neyse, Ehl-i Beyt İmamları (a.s) ilimlerini,
yeryüzünde ilim ve hikmet pınarlarını fışkırtan dedeleri Resulullah'tan (s.a.a)
almışlardır.
İslâm,
Müslümanların işlerini idare etme makamında olan kimsenin üzerine, yerine
getirmesi gerekli olan birtakım görevler bırakmıştır. Bu görevlerin başında,
Müslümanların ekonomik ve teknolojik hayatlarını yönetmek, onları çöküş ve geri
kalmışlığın her türlüsünden uzak tutmak gelir.
Kuddamî,
Müslümanların idarecilerine farz olan görevleri sıralarken şu maddelere yer
vermiştir:
1-
Sabit ve değişmez ilkeleriyle ve selefin icma ettiği hususlarıyla dini korumak.
Din korunmuş olsun ve ümmetin düzeni bozulmasın diye bir bid'atçi veya ayağı
kaymış bir şüpheci ortaya çıktığında ona delil ve burhanıyla doğruyu beyan
etmek, onu hak ettiği bir yöntemle bundan men etmek.
2-
İnsanların huzur içinde işleri güçleriyle meşgul olabilmesi ve canları ve
malları konusunda bir korkuları olmaksızın yolculuklarını yapabilmesi için
İslâm topraklarında güvenliği sağlamak.
3-
Düşmanın sınırdan içeri sızıp bir yasağı çiğneyememesi veya bir Müslüman veya
zimmet ehlinin kanını akıtamaması için gerekli araç gereçleri temin edip
yeterli insan gücünü toplayarak sınırları sağlamlaştırmak.
4-
Allah'ın dininin bütün dinlere galip gelmesi yönündeki İlâhî vaadin
gerçekleşmesi amacıyla Müslüman oluncaya veya Müslümanların zimmetine girinceye
kadar İslâm'a savaş açmış inatçı kâfirlerle cihat etmek.
5-
Hiçbir zalimin haddini aşmaması ve hiçbir mazlumun haksızlığa uğramaması için
hükümleri uygulamak ve davaları karara bağlamak.
6-
Haramlardan kaçınılması, canların ve malların korunması için hadleri uygulamak.
7-
Emin ve kifayetli kişileri iş başına getirmek ve insanların mallarını emin
kişiler vasıtasıyla korumak.
8-
Şeraitin farz kıldığı fey', sadakalar ve vergiyi adilane bir şekilde toplamak.
9-
Beytülmalden herkese ödenecek bağışın miktarını belirlemek ve israf veya
cimriliğe kaçmaksızın herkese müstahak olduğu miktarı geciktirmeksizin veya öne
almaksızın zamanında ödemek.
10-
Genel işlerin kontrol ve denetimini bizzat elinde bulundurmak, valilerine ve
memurlarına itimat etmemek. Çünkü emin de ihanet edebilir, hayır dileyen bir
insan da kandırabilir. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ey Davud! Biz
seni yeryüzünde halife kıldık; o hâlde insanlar arasında hak üzere hükmet ve
nefsinin isteğine uyma; sonra seni Allah yolundan saptırır."[21].[22]
Bunlar,
Maverdî'nin zikrettiği üzere, Müslümanların yöneticilerinin yerine getirmesi
gerekli olan sorumluluklarıdır. Ancak bizim bundan daha dakik ve daha derin
olan bir metne bakmamız gerekir. O da, sosyal adaletin öncüsü Müminlerin Emiri
İmam Ali'den (a.s) bu konuda nakledilen sözlerdir.
Müminlerin
Emiri İmam Ali'nin (a.s) nazarında devlet başkanı ve yöneticisinin
sorumlulukları, devletin siyasî ve ekonomik bütün işlerini kapsar. Bu
sorumlulukları şöyle sıralayabiliriz:
İmam'ın
yönetim hakkındaki felsefesi, hâkim gücün temiz, onurlu ve davranışlarında
başkalarına örnek olması gerektiği yönündedir. Buna göre yöneticiye, adalet
ölçülerinin tamamını kendisi hakkında uygulaması gerekir. İmam'ın sözlerini
dinleyelim:
a)
Şöyle buyurmuştur: "İnsanların önderi olmaya aday olan kimse, başkalarını
eğitmeden önce kendini eğitmeye başlasın; diliyle terbiye etmeden önce
davranışıyla terbiye etsin. Kendisinin öğretmeni ve eğitmeni olan kimse,
insanların öğretmeni ve eğitmeni olan kimseden daha çok saygı ve övgüye
lâyıktır."[23]
b)
Yine buyurmuştur: "Ey insanlar! Allah'a andolsun ki, ben sizden önce yerine
getirmeden sizi bir itaate teşvik etmiyorum; sizden önce sakınmadan sizi bir
günahtan sakındırmıyorum."[24]
İslâm'da
sosyal adaletin öncüsü İmam Emirü'l-Müminin'den (a.s) başka hiçbir yöneticinin
hayatı boyunca uygulamadığı bu yüce örnekleri görüyor musunuz?..
İmam'a
(a.s) göre Müslümanların imamı ve önderi, zamanın sıkıntıları ve geçim
darlığında halka ortak olmalı; giyecek, yiyecek ve mesken hususunda onlardan
ayrıcalıklı olmamalıdır. İmam (a.s) kendisi hakkında bunu uygulamış, fakirlerin
yaşadığı gibi bir hayat yaşamıştı.
Şöyle
buyurmuştur: "Eğer isteseydim, şu balın safını, şu buğdayın iyisini, şu
ipekten dokunmuş kumaşları elde etmenin yolunu bulabilirdim. Fakat heyhat!
Hicaz'da veya Yemame'de belki bir parça ekmek bile bulamayan, tokluk nedir
bilmeyen kimseler varken nefsimin isteğinin beni yenmesi, hırsımın beni
yemeklerin iyisini seçmeye sevk etmesi mümkün mü?! Ya da çevremde aç karınlar,
susuzluktan yanmış ciğerler varken tok karınla uyumam veya şairin, 'Çevrende
tabaklanmamış deriye özlem çeken ciğerler varken karnı tok olarak yatman dert
olarak sana yeter.' dediği gibi olmam mümkün mü?! Zamanın sıkıntılarında onlara
ortak olmadan, yaşantının zorluğunda onlara örnek olmadan, 'Bu, müminlerin
emiridir.' denilmesiyle mi kendimi avutayım?! Ben, tasası yemi olan bağlı
hayvan gibi güzel yiyecekleri yemekle meşgul olmak için yaratılmadım."[25]
Tarih
boyunca dünyada hangi hükümdar veya yönetici, İmam Emirü'l-Müminin (a.s) gibi
bir davranış sergileyebilmiş veya onun gibi dünyadan sıyrılmıştır?! Gerçekten
de Allah-u Teâlâ onu, yeryüzünde bir örnek olarak yaratmış, Resulü için vasi ve
halife seçmiş ve Peygamber'den sonra insanların imamı kılmıştır.
İmam,
devlet malları konusunda şiddetle kaçınmış, kendisi ve ailesine ondan hiçbir
şey harcamamıştır. Devlet malını sadece Müslümanların maslahatı doğrultusunda
ve fakirler ve güçsüzlerin geçimini temin için harcardı. Ashabının ileri
gelenlerinden bazıları İmam'a, ashabından tanınmış simaları düşmanı Muaviye b.
Ebu Süfyan ile savaşmaya teşvik etmek için onlara mal mülk vermesini önerdiler.
İmam, onların önerilerini reddedip şöyle buyurdu:
"Bana,
yönetimim altındaki kimselere zulmederek zafer elde etmeyi istememi mi
emrediyorsunuz?! Allah'a andolsun ki, gece gündüz birbirini kovaladıkça, gökte
yıldız yıldızı takip ettikçe buna yanaşmam. Mal benim olsaydı, yine de onu
insanlar arasında eşit olarak paylaştırırdım. Mal, Allah'ın malı olunca nasıl
bunu yapmam?! Bilin ki, malı hak olmayan yerde harcamak, savurganlık ve
israftır. Bu iş, sahibini dünyada yüceltir, ahirette alçaltır; insanlar
arasında saygın kılar, Allah katında hor hakir eder."[26]
Evet;
İmam'ın (a.s) devlet malı hususundaki siyaseti, şiddetli bir şekilde kaçınmak
ve sakınmaktı.
Osman'ın
Müslümanların mallarından kendisi ve yakınlarına tahsis ettiği mallarla ilgili
olarak da şöyle buyurmuştur:
"Allah'a
andolsun ki, onunla kadınlarla evlenildiğini, cariyeler alındığını görsem bile,
onu geri alırım. Çünkü adalette genişlik vardır. Adaletten sıkılanlar, zulümden
daha çok sıkılırlar."[27]
Memurlarına
da tutumlu olmayı ve israf etmemeyi emretmiştir. Memurlarından birine şöyle
buyurmuştur:
"Tutumlu
davranarak israfı terk et. Bugün yarını düşün. Maldan zarurî ihtiyacın olduğu
kadarını tut, fazlasını ihtiyaç günün (kıyamet) için takdim et. Allah'ın
yanında mütekebbirlerden olduğun hâlde sana mütevazıların mükâfatını vermesini
mi umuyorsun?! Zayıfı ve dulu mahrum bırakarak nimetler içinde yüzdüğün hâlde
Allah'ın sana sadaka verenlerin sevabını vermesini mi bekliyorsun?! Kişi ancak
geçmişte yaptıklarının karşılığını görür ve önceden gönderdiklerine
varır."[28]
İmam'ın
(a.s) önemle üzerinde durduğu şey, devlet mallarında ihtiyata riayet etmek, onu
güçsüzlere, dullara ve öksüzlere infak etmek, onların açıklarını kapatmak ve
onları yoksulluk ve yoksunluktan kurtarmaktı. İmam'ın devlet malları
konusundaki ihtiyat ve duyarlılığının bir örneği, Basra valisi Ziyad b. Ebîh
ile ilgili olarak yaşanmıştır. İmam'a Ziyad'ın Müslümanların mallarından bir
şeyleri kendisine ayırdığı haberi ulaşınca ona şöyle yazmıştı:
"Doğru
bir yeminle Allah'a yemin ederim ki, eğer Müslümanların ganimetlerinden küçük
veya büyük bir şeyde ihanet ettiğin bana ulaşırsa, seni öyle sıkıştırırım ki,
malı az, yükü ağır ve işi zayıf şekilde ortada kalırsın."[29]
Eğriliklerini
düzeltmek ve yoksulluk ve yoksunluğun gölgesini üzerlerinden kaldırmak için
Allah-u Teâlâ’nın kulları için istediği adalet budur işte.
İmam'ın
devlet malları hususundaki ihtiyatına güzel bir örnek: İmam'ın amcasının oğlu ve
aynı zamanda Seyyidetü'n-Nisa'dan olan kızı Zeyneb-i Kübra'nın kocası Abdullah
b. Cafer, İmam'dan bir miktar yardım almak için ta Medine'den kalkıp İmam'ın
yanına gelerek:
"Ey
Müminlerin Emiri! Bana bir miktar yardım edilmesini veya biraz azık verilmesini
emreder misiniz?! Allah'a andolsun ki hiç azığımız kalmamıştır. Bu hâlimizle
bineğimi satmaktan başka çarem kalmamıştır…"
İmam
ona şu cevabı verdi:
"Allah'a
andolsun ki bunu yapamam. Ancak eğer amcanın hırsızlık yapıp da sana bir şeyler
vermesini emredersen, o başka."
İmam'ın
gerçek hayatta uyguladığı bu sonsuz adaleti görüyor musunuz?!
İmam'ın
izlediği malî siyasetten bir diğer örnek de, Muhammed b. Fuzeyl'in Harun b.
Antere vasıtasıyla Zazan'dan naklettiği şu olaydır: Diyor ki Zazan: Kanber ile
birlikte İmam Emirü'l-Müminin'in (a.s) yanına gittim. Kanber, İmam'a dedi ki:
-
"Kalk ey Müminlerin Emiri! Senin için bir şeyler saklamışım."
-
"Vay hâline, ne saklamışsın?!"
-
"Kalk da benimle birlikte gel."
İmam,
onunla birlikte evine gitti. Bir de ne görsün! Altın ve gümüş kaplarla dolu bir
çuval! Kanber dedi ki:
"Ey
Müminlerin Emiri! Baktım ki sen, payına düşen her şeyi paylaştırıyorsun, o
yüzden beytülmalden bunu senin için biriktirdim."
İmam
feveran etti, şiddet ve öfke ile Kanber'e bağırdı:
"Ey
Kanber! Büyük bir ateşi benim evime sokmuşsun!"
Sonra
İmam, kılıcıyla o çuvala vurdu, içindekiler ortalığa dağıldı. Ardından halkı
çağırdı ve onlara şöyle buyurdu:
"Bunları
hisselere göre paylaştırın."
Sonra
da kalkıp beytülmale gitti ve orada ne bulduysa halka dağıttı.[30]
Şa'bî
rivayet eder; der ki: "Kûfe'nin Rahbe mahallesine gitmiştim. O sırada ben
bir delikanlıydım. Gördüm ki Ali, altın ve gümüşten iki yığının başında durmuş,
elinde de bir kamçı var; kamçısıyla insanları uzaklaştırıyor, sonra malın
yanına dönüp onu paylaştırıyordu. O maldan hiçbir şey kalmayıncaya kadar bu işe
devam etti. Sonra da evine döndü ve kendisiyle birlikte o maldan az veya çok
bir şey götürmedi. Eve dönüp babama dedim ki:
-
"Andolsun ki ben insanların en hayırlısını gördüm."
-
"Oğlum, kimdir o?"
-
"O, Ebu Talib oğlu Ali'dir; gördüm ki şöyle yapıyordu." dedim ve
olayı kendisine anlattım. Babam ağladı ve dedi ki:
"Sen,
insanların en hayırlısını görmüşsün."
Evet;
İmam, Allah'ın kendisine lütfettiği takva ve dünyaya rağbetsizlik sayesinde
insanların en hayırlısıdır.
İmam'ın
Müslümanların malları konusundaki ihtiyatı ve adaletiyle ilgili bir örnek de,
kardeşi Akil'in Kûfe'de yanına gelmesi sırasında yaşanmıştır. Akil, büyük bir
malî sıkıntı içindeydi. İmam'a gelerek:
-
"Borcumu ödemen için sana geldim." dedi.
-
"Borcun ne kadardır?"
-
"Kırk bin."
-
"Allah'a yemin ederim ki o kadar para benim yanımda yok ve ben o kadar
paraya sahip değilim. Ama bekle, beytülmalden benim payıma düşen çıksın, onu
sana vereyim."
Akil,
gecikmeden şöyle dedi:
"Beytülmal
senin elindeyken sen bana beytülmalden çıkacak payını beklememi
söylüyorsun!"
İmam,
onu azarladı ve İslâm mantığıyla kendisine cevap verdi:
"Bana,
Müslümanların beytülmalini açıp onların mallarını sana vermemi mi
emrediyorsun?! Oysa onlar Allah'a tevekkül etmiş ve beytülmalin kapılarını
kilitlemişlerdir! Eğer dilersen, kılıcını alırsın, ben de kılıcımı alırım ve
hep birlikte Hire'ye çıkarız; orada zengin tüccarlar var, onların birine
saldırır ve malını alırız."
Akil,
büyük bir ümitsizlik ve mahrumiyet içinde geri döndü ve:
"Ben
Muaviye'ye gidiyorum." dedi.
"O,
senin bileceğin bir şey."
Akil,
Kûfe'yi terk etti ve Muaviye'ye gitti. Muaviye, söze başladı ve:
"Ali
ve ashabını ne hâlde bırakıp geldin?" dedi.
Akil,
Muaviye'ye hak ve doğruluk üzere cevap verdi:
"Sanki
Muhammed'in (s.a.a) ashabı idiler, sadece Resulullah'ı (s.a.a) aralarında
görmedim. Sen ve ashabın ise, sanki Ebu Süfyan'ın ashabısınız, sadece Ebu
Süfyan'ı aranızda görmüyorum."[31]
Bize
göre Ebu Süfyan fazlasıyla onların arasındaydı. O da, Ebu Süfyan'ın gözünün
ışığı ve Arapların kisrası (padişahı) Muaviye idi.
İmam'ın
(a.s) yönetimle ilgili felsefesi, onun giyim kuşamında, yiyecek içeceğinde ve
oturacağı meskende halkın güçsüzleri gibi olmasını gerektiriyordu. Bu konuda
İmam'dan şöyle nakledilir:
1-
Buyurmuştur ki: "Allah beni, kullarına imam kılmış ve bana nefsim,
yiyeceğim, içeceğim ve giyeceğim hususunda kısıtlamayı farz etmiş, güçsüz
insanlar gibi yaşamamı emretmiştir ki fakir benim fakirliğime uysun ve zengini
zenginliği azdırmasın."[32]
2-
Yine buyurmuştur: "Allah, hak imamlarına, kendilerini halkın güçsüzleri
yerine koymalarını emretmiş ki fakire fakirliği zor gelmesin."[33]
İmam
(a.s), hükümeti döneminde insanların sultanları ve başkanları için tanıdıkları
ayrıcalıkları ortadan kaldırdı. Enbar'da halkın coşkulu ve kalabalık
karşılamasıyla karşılaştı. Enbarlılar, İmam'ı ağırlamak için bazı hayvanlar
takdim ettiler. İmam, bundan hiç hoşlanmayarak onlara:
"Beraberinizdeki
bu hayvanlar da neyin nesi? Bu yaptığınızdan amacınız nedir?" dedi.
Onlar
İmam'a şu cevabı verdiler:
"Ey
Müminlerin Emiri! Bu yaptığımız, bizim emirlere saygımızı ifade eden bir
huyumuzdur. Bu yük beygirleri de bizim sana hediyemizdir. Ayrıca sana ve
Müslümanlara yemek de yapmışız. Hayvanlarınız için de bol miktarda ot
hazırlamışız."
Bunun
üzerine İmam şu sözleriyle onları azarladı:
"Emirlere
saygınızın ifadesi olduğunu söylediğiniz davranışınıza gelince, Allah'a andolsun
ki bu davranışınızın emirlere hiçbir faydası yoktur. Siz bu davranışınızla
sadece kendi nefislerinizi ve bedenlerinizi zahmete sokuyorsunuz. Bir daha bunu
yapmayın. Bu hayvanlarınıza gelince, eğer bunları sizden alıp da haracınıza
saymamızı isterseniz, onları sizden alırız. Bizim için yaptığınız yemeğe
gelince, bilesiniz ki biz sizin mallarınızdan parayla satın almadığımız bir
şeyden hoşlanmayız."[34]
İmam'ın
hayatı ve gidişatında sergilediği bu adaleti görüyor musunuz?! O, bu tutumuyla
emirlik ve büyüklük sevgisi uğruna kendilerini kaybeden saltanat ve iktidar
düşkünlerini rezil etti.
İmam'ın
(a.s) nazarında hükümdar, insanları hayra doğru sevk ve idare eden bir çobandır
ki onların eğriliklerini düzeltir, işlerini yoluna koyar ve onları en doğru ve
sağlam olana iletir.
İmam
(a.s) ashabından bazılarına kendisiyle nasıl konuşulacağı hakkında şöyle
buyurdu:
"Benimle,
zorbalarla konuşulduğu gibi konuşmayın. Öfkeli kimselerden sakınıldığı gibi
benden sakınmayın. Yapmacık davranışlarla benimle ilişki kurmayın. Bana
söylenen hak sözün ağrıma gideceğini ve yüceltilmeyi isteyeceğimi zannetmeyin.
Hakkın kendisine söylenmesi veya adaletin kendisine arz edilmesi nefsine ağır
gelen kimseye, hak ve adalet ile amel etmek daha ağır gelir. Hakkı söylemekten
veya adalet üzere danışmaktan kaçınmayın. Çünkü ben, kendi gözümde (Allah'ın
koruması olmaksızın) hata etmekten uzak biri değilim. Yaptığım işlerde de
bundan emin değilim. Ancak nefsime benden daha çok malik olan Allah onu
korursa, o başka."[35]
Bu
sözler, adalet ve faziletin en yüce örneklerini içermektedir. İşte onlardan
bazıları:
1-
İmam'a, zorbalar ve iktidar âşıklarına söylenen tantanalı lakaplar ve şaşaalı
vasıflarla hitap etmemek.
2-
İmam'a karşı yağcılık ve yaltaklık yapmamak. Çünkü İmam'a göre halkın emirler
ve başkanlarla olan ilişkisi hayırhahlık ve açık yüreklilik esası üzerine
olmalıdır, sosyal ikiyüzlülüğün tezahürlerinden olan yağcılık ve yaltaklık
esası üzerine değil.
3-
İmam hakkında hakkı duymaktan ve adaleti yerine getirmeye koşmaktan
hoşlanmadığını düşünmemek.
4-
Halkın durumunu düzeltecek önerileri İmam'dan esirgememek.
5-
Hakkı açıkça söylemek ve iktidara vazifeleri ve sorumluluklarını hatırlatmak.
Bunlar,
insanî düşüncenin önderi ve insan haklarının kurucusu İmam Ali'nin sözlerindeki
önemli noktalardır…
Şimdi
hilâfet bahsinin en önemli konularından olan Peygamber'in (s.a.a) İmam'ı
ümmetin önderliği ve rehberliğine seçmesi konusuna dönelim.
Peygamber'in
(s.a.a) İmam Emirü'l-Müminin'i kendisinden sonra halife olarak seçmiş olduğunda
hiçbir şek ve şüphe yoktur. Bu söz, duygusallık veya fırkasal bir bağnazlıkla
söylenen bir söz de değildir. Bu, batılın hiçbir yönden sirayet edemediği gün
gibi aşikâr olan hakkın ta kendisidir.
Peygamber
(s.a.a), ümmetinin izleyeceği yolun genel önderi olarak Emirü'l-Müminin'i
seçti, onu ümmetinin hidayet imamı olarak tayin etti. Bunun delillerinden bir
kısmı şöyledir:
1- Allah'ın kitabının açıkça ifade ettiği üzere Peygamber
(s.a.a)
ümmetine çok düşkündü: "Andolsun, size kendinizden bir peygamber
gelmiştir; sıkıntınız ona ağır gelir, size çok düşkün ve müminlere karşı pek
şefkatli ve merhametlidir."[36]
Peygamber (s.a.a) ümmetini hidayet etmek, onları fitneler ve hadiseler
girdabından kurtarmak için gerçekten de anlatılamayacak sıkıntılar ve acı
olaylar yaşadı. Yeryüzünde Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini hâkim kılmak uğruna en
çetin, en belâlı ve en sıkıntılı harplere girdi. Şimdi, acaba kendisinden sonra
ümmetini başıboş bırakması, hercümerç meydanlarında yorgun ve bitkin
düşmelerine rıza göstermesi ve Ümeyye Oğulları ile Abbas Oğulları gibi
Müslümanlara zulmetmekte ellerinden geleni artlarına koymayan, onları
hoşlanmadıkları işlere zorlayan hırsızların, halifesi unvanıyla minberine
kurulmasına müsaade etmesi düşünülebilir mi?!
2-
Peygamber'in (s.a.a) getirdiği İslâm, bir dizi nizamlar ve hükümler mecmuasıdır
ki kendisinden sonra da adil, âlim ve basiretli bir imam tarafından hayat
sahnesinde uygulanması gerekir. O hâlde Peygamber (s.a.a), nasıl kendisinden
sonra bu nizamlar ve hükümleri, onları hakkıyla bilen ve hayata geçirecek olan
bir imamsız bırakabilir?!
3-
İslâm'ın Yahudiler ve münafıklar gibi düşmanları vardı ki hadiseler girdabında
bu dinin yok olmasını bekliyor, bunun için gecenin karanlığı ve gündüzün
aydınlığında plânlar döküyorlardı. O hâlde Peygamber (s.a.a) nasıl kendisinden
sonra ümmetini başsız bırakabilirdi?! Onları bu düşmanların şerrinden koruyacak
önderi tayin etmeden durabilir miydi?! Bu kitabın başında, İslâm düşmanlarının
şerrine ve Müslümanlara karşı olan kinlerine dikkat çekmiş; Müslümanları bölüp
parçalamak, birliklerini bozmak, devletleri ve iktidarlarını ele geçirmek için
aralarına fitne soktuklarına değinmiştik.
4-
İslâm'a giren Müslümanların birçoğu, İslâmî değerleri anlayıp kavrayamamıştı.
Hayatlarının büyük bölümü cahiliye döneminde putlara tapmakla geçmiş, İslâm'a
ya bir tamah veya bir korkuyla girmişlerdi. Dolayısıyla din tam anlamıyla
kalplerinde yer edinmemişti. Bu yüzden Peygamber'in (s.a.a) ilahi kutsal
dergâha intikal etmesinin ardından onların birçoğu irtidat etti. Peygamber
(s.a.a) de bunu biliyordu. O hâlde nasıl kendisinden sonra ümmetini öndersiz
bırakabilir, onları esecek olan kasırgalara karşı himaye edecek hükümdarı tayin
etmezdi?!
5-
İslâm'da hadler ve tazirler (cezalar), ibadetler ve muameleler, akitler ve
îkalar, umum ve husus, mutlak ve mukayyet, nâsıh ve mensuh vardır. Bunlar;
onları bilen, hükümlerine vâkıf olan birine muhtaçtır. O hâlde Peygamber
(s.a.a) nasıl bunların nasslarını bilen, kaideleri ve ilkelerini idrak eden
birini tayin etmez?! Şu da kesindir ki ne sahabeden, ne de Peygamber ailesinden
bu konuları İmam Emirü'l-Müminin'den (a.s) daha iyi bilen, ondan daha iyi
kavrayan biri yoktu. Peygamber (s.a.a), "Sizin en doğru hüküm vereniniz,
Ali'dir." buyurmuştur. Ömer b. Hattab, "Ali olmasaydı, Ömer helâk
olurdu." demiştir. Bütün İslâm fakihleri, yargı ve diğer konularda onun
öğrencisi sayılırlar. Bu nedenle de ümmetin önderliği ve merciliği için tek
aday o idi.
6-
İmam Emirü'l-Müminin'i (a.s) bizzat Peygamber (s.a.a) yetiştirmişti. İlmi ve
dehasıysa onu beslemişti. "Ben ilmin şehriyim, Ali de onun
kapısıdır." buyurmuştu.
O
daha küçük bir çocukken Peygamber (s.a.a) onu, o sıralar ekonomik sıkıntısı
olan amcası Ebu Talib'den almış, yanında büyütmüştü. Hatırlatmak gerekir ki
İmam'ın değerli annesi Fatıma da, Peygamber'in değerli annesi Amine'nin
vefatından sonra onu yanına alıp büyütmüş ve Allah'tan kendisine, Peygamber'e
kardeş olacak bir erkek evlât vermesini istemişti. Allah da ona İmam Ali'yi
vermişti. Böylece İmam, Peygamber'in kardeşi sayılırdı ve insanlar içinde
Peygamber'i en çok seven kişi oydu.
İmam (a.s), hayatının bütün aşamalarında Peygamber
(s.a.a) ile beraberdi. Hazarda da, seferde de ondan ayrılmamıştı. Tam anlamıyla
onun hidayeti ve gidişatının etkilenmişti. Tabiatı ve eğilimlerinde sanki onun
bir kopyasıydı. O hâlde Peygamber (s.a.a), nasıl onu kendinden sonraki halife
ve ümmetin imamı olarak tayin etmezdi?!
İmam
Emirü'l-Müminin, Mübahele Ayeti'nin açıkça delâlet ettiği gibi, Peygamber'in
nefsi (canı) mesabesindedir. O hâlde Resulullah (s.a.a) nasıl onu atlayıp da
başkasını halife tayin eder?! Ya da nasıl kendisinden sonraki halifeyi tayin
etme işini ihmal edip, ümmeti hercümerç içinde bırakır, fitneler ve sapmalar
akımlarında dalgalanmaya terk eder?!
7-
Kaldı ki, İmam'ın önemini, makamının yüceliğini ve Peygamber'den sonra hilâfete
diğer herkesten lâyık olduğunu kanıtlamak için bizim bu delillere ihtiyacımız
yoktur. Çünkü İmam Emirü'l-Müminin'in İslâm'daki yerini en güzel ve en yüce
şekilde, önünden de, arkasından da batılın gelemeyeceği Kitabullah anlatmıştır.
O hâlde neden başka delillere baş vuralım ki?!
İşte
İslâmî adaletin önderi İmam Emirü'l-Müminin'i yücelten ayetlerden bazı
örnekler:
Allah-u
Teâlâ şöyle buyuruyor: "Kim sana gelen bilgiden sonra seninle bu konuda
tartışırsa, de ki: Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve
kadınlarınızı, nefislerimizi (canlarımızı) ve nefislerinizi (canlarınızı)
çağıralım, sonra mübahele edelim de Allah'tan yalancılar üzerine lânet
dileyelim."[37]
Bu
ayet-i kerime, oldukça önemli bir tarihî olay hakkında nazil olmuştur. Bu olay,
Peygamber (s.a.a) ile Necran Hıristiyanlarından dinî bir heyet arasında cereyan
etmişti. Söz konusu heyet, İslâm hakkında Peygamber (s.a.a) ile tartışmak için
Medine'ye gelmişti. Peygamber (s.a.a) ile aralarında geçen bir sohbetten sonra
taraflar, Allah'tan acil azap ve cezasını yalancılar üzerine indirmesini
istemek (mübahele) üzerinde birleştiler. Peygamber (s.a.a) mübahele için Ehl-i
Beyt'ini yanına aldı. Onlar şu kişilerdi:
a)
Cennet gençlerinin efendileri olan iki torunu. Ayette "oğullarımız"
diye geçer.
b)
Hoşnutluğu Allah'ın hoşnutluğu, gazabı Allah'ın gazabı olan âlemdeki
kadınlarının efendisi Fatıma'tüz-Zehra (s.a). Ayetteki
"kadınlarımız"dan kastedilen odur.
c)
Peygamber'in (s.a.a) kardeşi, ilminin kapısı İmam Emirü'l-Müminin (a.s).
Ayetteki "nefislerimiz"den maksat odur.
İmam,
ayetin açık ifadesiyle Peygamber'in nefsidir. Nasıl ki Peygamber, baştan sona
tüm mahlûkattan üstündür, onun nefsi mesabesinde olan da öyledir. Ve nasıl ki
Peygamber'in zamanında başkalarına hilâfet için bir imkân yoktur, ondan sonra
da onun nefsi mesabesinde olan biri var olduğu için aynı şey geçerlidir. O
hâlde Peygamber'in nefsi mesabesinde olan İmam'ın varlığıyla hilâfet nasıl
başkasına geçebilir. Oysa ondan başka Müslümanlardan hiç kimse bu yüce makama
sahip değildi.
Allah-u
Teâlâ şöyle buyuruyor: "Sen ancak bir uyarıcısın. Her kavmin bir de
hidayet edeni vardır."[38]
Taberî, İbn-i Abbas'a dayandırdığı senediyle şöyle rivayet
eder: İbn-i Abbas dedi ki: Bu ayet indiğinde Peygamber (s.a.a) elini göğsüne
koyarak, "Ben uyarıcıyım. Her kavmin bir de hidayet edeni vardır."
dedi. Sonra Ali'nin omzuna işaret ederek, "Sen hidayet edensin. Benden
sonra hidayet olanlar, seninle hidayet olurlar." dedi.[39]
Allah-u
Teâlâ şöyle buyuruyor: "Belleyen kulaklar onu bellesin diye."[40]
İmam
Emirü'l-Müminin (a.s), Resulullah'ın (s.a.a) kendisine şöyle buyurduğunu
rivayet eder: "Rabbimden istedim ki onu senin kulakların kılsın ya
Ali…" İmam Ali diyor ki: "Ondan sonra artık hiçbir şeyi unutmadım ve
unutmam mümkün değil."[41]
Allah-u
Teâlâ şöyle buyuruyor: "Bilmiyorsanız, zikir ehline sorun."[42]
Taberî, Cabir el-Cu'fî'ye dayandırdığı senediyle şöyle
rivayet eder: Cabir dedi ki: "Bu ayet indiği zaman Ali (a.s), 'Zikir ehli
biziz.' dedi."[43]
Allah-u
Teâlâ şöyle buyuruyor: "Sizin veliniz ancak Allah, Resulü ve namaz
kılan ve rükû hâlinde zekât veren müminlerdir."[44]
Büyük sahabî Ebuzer rivayet eder; der ki: "Resulullah
(s.a.a) ile
birlikte öğle namazını kıldım. Bu sırada bir dilenci mescitte yardım istedi.
Kimse ona bir şey vermedi. Dilenci elini göğe kaldırıp, "Allah'ım! Sen
şahit ol, Peygamber'in (s.a.a) mescidinde yardım istedim, ama kimse bana bir
şey vermedi. O sırada Ali rükû hâlindeydi. Dilenciye sağ elinin küçük parmağını
işaret etti. O parmağında bir yüzük vardı. Dilenci Peygamber'in gözü önünde o
yüzüğü aldı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.a) şöyle dedi:
"Allah'ım!
Kardeşim Musa b. İmran senden bir istekte bulundu ve şöyle arz etti:
"Rabbim! Göğsümü benim için genişlet, işimi bana kolaylaştır,
dilimdeki düğümü çöz ki sözümü anlasınlar ve bana ailemden bir vezir (yardımcı)
ver; kardeşim Harun'u; onunla arkamı kuvvetlendir ve onu işime ortak kıl."[45] Sen de ona konuşan bir Kur'an ayeti indirdin (ve buyurdun ki): "Senin
pazını kardeşinle güçlendireceğiz ve siz ikinize bir güç vereceğiz, artık size
ulaşamayacaklar."[46]
Allah'ım! Ben de senin peygamberin ve seçtiğin kulun Muhammed'im. Allah'ım!
Benim de göğsümü genişlet, işimi bana kolaylaştır ve bana ailemden bir vezir
ver; Ali'yi; onunla arkamı kuvvetlendir."
Ebuzer
diyor ki: "Peygamber daha duasını bitirmemişti ki Cebrail Allah katından
ona şu ayeti indirdi: "Sizin veliniz ancak Allah, Resulü ve namaz kılan
ve rükû hâlinde zekât veren müminlerdir."[47]
Ayet-i kerime, Müslümanlar üzerindeki genel velâyeti
Allah-u Teal'ya, yüce Resulü'ne (s.a.a) ve İmam Emirü'l-Müminin'e (a.s) tahsis
etmiş ve Emirü'l-Müminin'in şanını tazim, makamını ta’zim için ondan tekil
kipiyle değil, çoğul kipiyle (şu vasıflara sahip olan müminler) söz etmiştir.
Cümle, isim cümlesidir ve hasr edatını (innema) ihtiva etmektedir. Bu hasr
edatı, aynı zamanda tekidi de ifade eder. Buna göre Allah-u Teâlâ, İmam
Emirü'l-Müminin'in (a.s) velâyetini tekit etmiş bulunmaktadır.[48]
Allah-u
Teâlâ şöyle buyuruyor: "Önde olanlar, öndedirler. İşte onlar, (Allah'a)
en yakın olanlardır."[49]
Tefsircilerin
çoğu, bu ümmetteki "önde olanlar"dan maksadın, İmam Ali b. Ebu Talib
(a.s) olduğunu rivayet etmişlerdir.[50]
Allah-u
Teâlâ şöyle buyuruyor: "İnsanlardan öylesi de var ki Allah'ın rızasını
elde etmek için kendini feda eder."[51]
Bu
ayet-i kerime, İmam Ali'nin (a.s) Peygamber'in (s.a.a) yatağında yatması olayı
hakkında inmiştir. Kureyş, Peygamber'i öldürmeye karar vermiş, Peygamber
gecenin karanlığında Mekke'den çıkmış ve yatağında İmam Ali yatmıştı. Böylece
İslâm tarihinde Peygamber'in (s.a.a) ilk fedaisi İmam Ali olmuş ve Allah-u
Teâlâ da onun hakkında bu ayeti indirmiştir.[52]
Başlarında
İmam Ali (a.s) olmak üzere Ehl-i Beyt (a.s) hakkında nazil olan ayetlerden biri
de şu ayet-i kerimedir: "De ki: Peygamberliğim karşılığında sizden
yakınlara sevgi beslemenizden başka bir ücret istemiyorum. Kim bir iyilik
işlerse, onun iyiliğini artırırız. Şüphesiz, Allah bağışlayandır, şükrün
karşılığını verendir."[53]
Tefsirciler
ve hadisçilerin büyük çoğunluğuna göre, Allah-u Teâlâ’nın meveddet ve
sevgilerini farz kıldığı yakınlardan maksat, İmam Emirü'l-Müminin, İmam Hasan,
İmam Hüseyin ve Seyyidetü'n-Nisa (âlemlerdeki kadınlarının efendisi) Hz.
Fatıma'dır. Ayette geçen "iyilik işlemek"ten maksat da, onlara
meveddet ve sevgi beslemektir.
Büyük
sahabî Cabir b. Abdullah rivayet eder; der ki: Bir bedevî Peygamber'e (s.a.a)
gelerek:
"Bana
İslâm'ı anlat." dedi.
Peygamber
(s.a.a) şöyle buyurdu:
"Allah'tan
başka ilâh olmadığına, O'nun tek olduğuna ve ortağı bulunmadığına, Muhammed'in
de O'nun kulu ve resulü olduğuna şehadet edersin."
Bedevî
dedi ki:
"Buna
karşılık benden bir ücret istiyor musun?"
Peygamber
(s.a.a) şöyle buyurdu:
"Sadece
yakınlara sevgi beslemenizi istiyorum."
Bedevî
dedi ki:
"Benim
yakınlarım mı, yoksa senin yakınların mı?"
Peygamber
(s.a.a) şöyle buyurdu:
"Benim
yakınlarım."
Bedevî
kalkıp gitmek isteyince şöyle dedi:
"Elini
ver de sana biat edeyim, seni sevmeyen ve senin yakınlarını sevmeyene Allah'ın
lâneti olsun…"
Peygamber
(s.a.a) hiç gecikmeden, "Amin!" dedi.[54]
İslâm
şairi Kumeyt, bu ayet hakkında şöyle demiştir:
"Sizin
için Âl-i Hâ Mîm (Peygamber'in Ehl-i Beyti) hakkında bir ayet bulduk ki /
bizden olan takva sahibi ve gerçeği açıklayan bir kimse onu tefsir etmiştir.
Şafiî
de şöyle demiştir:
"Ey
Resulullah'ın Ehl-i Beyti! Sizi sevmek / Allah'ın Kur'an'da indirdiği bir
farzdır."[55]
Evet;
Allah Resulü'nün (s.a.a) insanlığı şirk karanlığından kurtarması yolunda
çektiği dayanılmaz zahmetlerin ücreti ancak İmam Ali ve Ehl-i Beyt'i sevmekle
eda edilebilir.
İbnü'l-Arabî
şöyle diyor:
"Bana
uzaklığı miras bırakan uzaklık ehline rağmen / Âl-i Tâhâ'ya bağlılığımı bir
farz olarak gördüm / Gönderilen Elçi, hidayeti ve tebliği karşılığında
yakınlarına sevgi beslemekten başka bir ücret istememiştir."
Allah-u
Teâlâ şöyle buyuruyor: "Allah, ancak siz Ehl-i Beyt'ten her türlü
pisliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor."[56]
Ayet-i
kerime, İmam Emirü'l-Müminin, Peygamber'in iki torunu Hasan ve Hüseyin ve
âlemlerdeki kadınlarının efendisi Hz. Fatıma hakkında nazil olmuştur.
Müminlerin anası Ümmü Seleme rivayet eder; der ki: "Bu ayet benim evimde
nazil oldu. Fatıma, Hasan, Hüseyin ve Ali benim evimdeydiler. Resulullah
(s.a.a) onları üzerindeki elbisesinin altına aldı ve şöyle dedi:"
"Allah'ım!
Bunlar benim Ehl-i Beyt'imdir, her türlü pisliği onlardan gider ve onları
tertemiz kıl." Bunu tekrarlayıp duruyordu."
Ümmü
Seleme: "Ben de sizinle beraber miyim ya Resulallah!" dedi ve
elbiseyi kaldırarak altına girmek istedi. Resulullah (s.a.a) onu kenara çekti
ve şöyle buyurdu:
"Sen
hayır üzeresin."[57]
İbn-i
Abbas rivayet eder; der ki: "Resulullah'ın (s.a.a) yedi ay boyunca her gün
her namaz vakti Ali b. Ebu Talib'in kapısına geldiğine ve her gün beş defa,
"Selâm ve Allah'ın rahmet ve bereketleri siz Ehl-i Beyt'e olsun. Allah,
ancak siz Ehl-i Beyt'ten her türlü pisliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak
istiyor. Allah'ın rahmeti üzerinize olsun, haydin namaza!" dediğine
şahit oldum."[58]
Ayet-i
kerime, İmam Ali ve Ehl-i Beyt'in diğer fertlerinin ismetine/masumluğuna
delâlet etmektedir. Bir kere, ayetin başında, en güçlü "hasr
edatları"ndan olan "innema" kelimesi vardır. Sonra, haber
konumunda olan kelâmın başında "lâm" harfi gelmiştir. Ayrıca,
"tathir" lafzı tekrarlanmıştır. Bütün bunlar, her türlü pislik ve
günahın münhasır olarak onlardan giderilmiş olduğuna delâlet etmektedir.
Şia'nın inandığı ismetin manası da budur işte.
İmam
Emirü'l-Müminin'in (a.s) fazileti ve üstünlüğünü ortaya koyan ve onu imanı,
hidayeti ve davranışında diğer Müslümanlardan ayıran ayetlerin bir kısmı
bunlardır.
Her
neyse, İmam'ın (a.s) faziletini kanıtlamaya çalışmak, günün ortasında gündüzü
ispatlamaya çalışmak gibi bir şeydir. Allah rahmet etsin, şair ne de güzel
demiştir:
"Gündüzün
delile ihtiyaç olursa / kafalardaki hiçbir şey doğru değil demektir."
8- Nebevî siret ve hadis kaynaklarına şöyle bir göz
attığımızda, Peygamber'in (s.a.a) İmam Emirü'l-Müminin'e (a.s) ne kadar önem
verdiğini, onu fazileti, takvası ve diğer hususiyetlerinden dolayı
başkalarından öne geçirdiğini açıkça görmekteyiz. İşte bunu gösteren
hadislerden bazı örnekler:
Peygamber
(s.a.a), hadislerinin bir grubunda, İmam Ali'nin kendi nefsi (canı) mesabesinde
olduğunu bildirmiştir. İşte o hadislerden bazıları:
a)
Osman'ın anne tarafından kardeşi olan Velid b. Ukbe, Peygamber'e, Velîa
Oğulları'nın İslâm'dan irtidat ettiklerini haber verdi. Peygamber (s.a.a)
öfkelendi ve şöyle buyurdu:
"Velîa
Oğulları ya irtidadından döner veyahut da onlara kendi nefsim gibi olan bir
adamı gönderirim, savaşanlarını öldürür, çocuklarını esir alır." Sonra
İmam Ali'nin omzuna vurarak, "O adam budur." dedi.[59]
b)
Amr b. As rivayet eder, der ki: "Zâtü's-Selâsil Gazvesi'nden döndüğümde,
Peygamber'in (s.a.a) yanında kimsenin benden daha sevimli olmayacağını
düşünerek, "Ya Resulallah! Senin yanında insanların en sevimlisi kimdir?"
diye sordu. Peygamber, bazı kişileri saydı. Ben, "Ya Resulallah! Peki Ali
nerede?" Peygamber, ashabına dönerek, "Bu, benden benim nefsimi
(canımı) soruyor!" buyurdu.[60]
Peygamber'den
(s.a.a) gelen çok sayıdaki hadiste İmam Ali, Peygamber'in kardeşi olarak
nitelendirilmiştir. İşte o hadislerden birkaç tanesi:
a)
Tirmizî, İbn-i Ömer'e dayandırdığı senediyle rivayet eder: İbn-i Ömer dedi ki:
"Resulullah (s.a.a), ashabını birbiriyle kardeş yaptı. Ali, gözlerinden
yaş aktığı hâlde geldi ve:
"Ya
Resulallah! Ashabını birbiriyle kardeş yaptın, ama benimle hiç kimseyi kardeş
yapmadın." dedi.
Resulullah
(s.a.a) ona şöyle buyurdu: "Sen benim dünyada da, ahirette de
kardeşimsin."[61]
b)
Enes b. Malik rivayet eder; der ki: "Resulullah (s.a.a) minbere çıktı,
hitabesi bittikten sonra şöyle buyurdu:
"Ali
b. Ebu Talib nerededir?"
Ali,
fırlayarak Resulullah'ın yanına vardı ve: "Buradayım ya Resulullah!"
dedi. Resulullah onu bağrına bastı, alnını öptü ve en yüksek sesiyle şöyle buyurdu:
"Ey
Müslümanlar toplulukları! Bu benim kardeşim, amcamın oğlu ve damadımdır. Bu
benim etim, kanım ve tüyümdür. Bu, cennet gençlerinin efendileri olan Hasan ve
Hüseyin torunlarımın babasıdır."[62]
c)
İbn-i Ömer rivayet eder; der ki: "Veda Haccı'nda Resulullah'tan (s.a.a)
duydum; devesinin üzerine binmiş olduğu hâlde Ali'nin omzuna vurarak şöyle
buyuruyordu:
"Allah'ım!
Sen şahit ol… Allah'ım! Mesajı ilettim. Bu benim kardeşim, amcamın oğlu,
damadım ve çocuklarımın babasıdır. Allah'ım! Ona düşmanlık edeni yüzükoyun
ateşe sok."[63]
d)
Resulullah (s.a.a) buyurdu:
"Miraç
gecesinde yedinci göğe götürüldüğümde Cebrail bana şöyle dedi: 'Öne geç, ya
Muhammed! Andolsun Allah'a, bu saygınlığa ne mukarrep bir melek, ne mürsel bir
peygamber ulaşmamıştır.' Ardından Rabbim bana bir şey vahyetti. Geri döndüğüm
sırada perdenin arkasından bir münadi şöyle seslendi: 'Baban İbrahim ne güzel
baba, kardeşin Ali de ne güzel kardeştir! Onun iyiliği için çalış.'"[64]
e)
Resulullah (s.a.a) buyurdu:
"Kıyamet
günü olduğunda Arş'ın derinliklerinden bana şöyle seslenilir: Ya Muhammed!
Baban İbrahim ne güzel baba, kardeşin Ali de ne güzel kardeştir!"[65]
f)
Ebu't-Tufeyl Amir b. Vâsile rivayet eder; der ki: Şûra günü kapının önünde
bekçi idim. Bir ara aralarında sesler yükseldi; o sırada Ali'nin şöyle dediğini
duydum:
"Vallahi
ben bu işe Ebu Bekir'den daha lâyık ve daha müstahak olduğum hâlde insanlar ona
biat etti ve ben, insanların küfre dönüp kılıçla birbirlerinin boyunlarını
vurmasından korkarak sustum ve itaat ettim. Sonra, vallahi ben bu işe Ömer'den
daha lâyık ve daha müstahak olduğum hâlde insanlar ona biat etti ve ben,
insanların küfre dönüp kılıçla birbirlerinin boyunlarını vurmasından korkarak
sustum ve itaat ettim. Şimdi de siz Osman'a biat etmek istiyorsunuz. Yine
susuyor ve itaat ediyorum. Ömer, beni beş kişinin arasına kattı, altıncısı
benim. O, salâhiyet konusunda o beş kişiye karşı benim için bir üstünlük
tanımıyor. Onlar da benim için böyle bir şey tanımıyorlar. Hepimiz bu konuda
eşit ve müsaviyiz. Ama Allah'a andolsun ki, eğer konuşmak istersem konuşurum. O
zaman da ne Arap olanları, ne de Arap olmayanları; ne ahitleşenleri, ne de
müşrikleri, sayacağım hasletlerimden hiçbirini reddedemezler."
Sonra
şöyle dedi: "Allah aşkına sizin hepinize soruyorum: İçinizde benden başka
Resulullah'ın (s.a.a) kardeşi olan biri var mı?"
Hepsi:
"Allah'ı şahit tutarız ki yoktur." dediler.[66]
Bu hadis, bize çok önemli bir gerçeği anlatmaktadır:
Şeyheyn, Ali'nin yönetime kendilerinden daha lâyık ve daha müstahak olduğunu
bildikleri hâlde yönetimi ele geçirmek için ikdam etmişler. Bir kere,
Peygamber'in (s.a.a) zamanında, Ali'nin cihat meydanlarında gösterdiği
kahramanlıkları ne Ebu Bekir, ne de Ömer göstermemişti. Hiçbiri, Ali kadar
İslâm'ı savunmamıştı. Resulullah'ın (s.a.a) yatağında yatarak canını Resulullah'a
feda eden, Ali idi. Bedir, Uhud, Ahzab… günleri destanlar yazan Ali idi. İslâm,
onun çabaları ve cihadıyla ayağa kalkmıştı. Bunlar, duygusallıktan söylenen
veya temenniden kaynaklanan sözler değildir. Gidin, birtakım tahriflere maruz
kalmasına rağmen İslâm tarihine bakın! Acaba Peygamber (s.a.a) zamanında İslâm
cephesinde Ali'den başka göze çarpan bir bayrak görebiliyor musunuz?!
g)
İmam Ebu Cafer (a.s) şöyle buyurdu: "Ve bana ailemden bir vezir
(yardımcı) ver; kardeşim Harun'u; onunla arkamı kuvvetlendir."[67]
ayeti indiği sırada Resulullah (s.a.a) bir dağın üstündeydi. Orada Rabbine dua
etti ve şöyle dedi: "Allah'ım! Benim arkamı da kardeşim Ali ile
kuvvetlendir."[68]
Peygamber
(s.a.a), birçok hadisinde İmam Ali'nin (a.s) kendisinin veziri olduğunu
vurgulamıştır. İşte o hadislerden birkaçı:
a)
Saliha bir kadın olan Esma bint-i Umeys rivayet eder; der ki: Resulullah'ın
(s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum:
"Allah'ım!
Kardeşim Musa dediği gibi ben de diyorum ki: Allah'ım! Bana ailemden bir vezir
ver; kardeşim Ali'yi; onunla arkamı kuvvetlendir ve onu işime ortak kıl ki seni
çok tenzih edelim ve seni çok analım. Şüphesiz, sen bizi görmektesin."[69]
b)
Yüce sahabî Ebuzer el-Gifarî rivayet eder; der ki: Günlerin birinde Resulullah
(s.a.a) ile beraber öğle namazını kıldım. Mescitte bir dilenci yardım istedi.
Kimse ona bir şey vermedi. Dilenci ellerini göğe kaldırdı ve, "Allah'ım!
Sen şahit ol, ben senin peygamberin Muhammed'in (s.a.a) mescidinde yardım
istedim, ama kimse bana bir şey vermedi." O sırada Ali namazda rükû
hâlindeydi. Dilenciye sağ elinin küçük parmağını gösterdi. O parmağında bir
yüzük vardı. Peygamber de mescitteydi ve bu olay onun gözü önünde cereyan
ediyordu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) başını göğe kaldırdı ve şöyle dedi:
"Allah'ım!
Kardeşim Musa senden bir istekte bulundu ve şöyle arz etti: "Rabbim!
Göğsümü benim için genişlet, işimi bana kolaylaştır, dilimdeki düğümü çöz ki
sözümü anlasınlar ve bana ailemden bir vezir (yardımcı) ver; kardeşim Harun'u;
onunla arkamı kuvvetlendir ve onu işime ortak kıl."[70]
Sen de ona konuşan bir Kur'an ayeti indirdin (ve buyurdun ki): "Senin
pazını kardeşinle güçlendireceğiz ve siz ikinize bir güç vereceğiz, artık size
ulaşamayacaklar."[71]
Allah'ım! Ben de senin peygamberin ve seçtiğin kulun Muhammed'im. Allah'ım!
Benim de göğsümü genişlet, işimi bana kolaylaştır ve bana ailemden bir vezir
ver; Ali'yi; onunla arkamı kuvvetlendir."
Ebuzer
diyor ki: Peygamber daha duasını bitirmemişti ki, Cebrail Allah katından ona şu
ayeti indirdi: "Sizin veliniz ancak Allah, Resulü ve namaz kılan ve
rükû hâlinde zekât veren müminlerdir."[72].[73]
Peygamber'den
gelen çok sayıdaki hadiste, İmam Ali'nin Peygamber'den sonra ümmeti içindeki
halifesi olduğu vurgulanmıştır. İşte o hadislerden bazıları:
a)
Resulullah (s.a.a) buyurdu: "Ya Ali! Sen, ümmetim üzerinde benim
halifemsin."[74]
b)
Resulullah (s.a.a) buyurdu: Ali b. Ebu Talib, İslâm'da onların en kıdemlisi,
ilimde onların en bilgilisidir ve o, benden sonra imam ve halifedir."[75]
c)
Resulullah (s.a.a) buyurdu: "Ey insanlar! Kimdir Allah'tan daha güzel
sözlü olan? Rabbiniz -celle celâluhu- bana, Ali'yi sizin için bayrak, imam,
halife ve vasi kılmamı emretti."
d)
Resulullah (s.a.a) buyurdu: "Ali bendendir, ben de Ali'denim. Allah, Ali
ile savaşanı öldürsün! Ali imamdır ve benden sonraki halifedir."[76]
e)
Resulullah (s.a.a) buyurdu: Allah bana, ümmetimden benim için bir kardeş,
vâris, halife ve vasi tayin edeceğini vahyetti. Ben, "Rabbim! O
kimdir?" diye arz ettim. Buyurdu ki: "O, benim sevdiğim ve beni seven
kimsedir. O, Ali b. Ebu Talib'dir."[77]
İmam
Ali'nin Resulullah'tan sonra onun halifesi olduğunu açıkça bildiren bu gibi hadisler
oldukça çoktur.
İmam
Ali'nin büyüklüğü ve makamının yüceliği hakkında Peygamber'den (s.a.a) peş peşe
ve birbiri ardınca hadis sadır olmuştur. O hadislerin bir kısmında, İmam
Ali'nin Peygamber'e göre, tıpkı Musa'ya göre Harun gibi olduğu ifade
edilmiştir. İşte o hadislerden birkaçı:
a)
Resulullah (s.a.a) Ali'ye buyurdu: "Bana göre, tıpkı Musa'ya göre Harun
gibi olman, seni hoşnut etmez mi? Sadece benden sonra peygamber yoktur."[78]
b) Ömer b. Hattab dedi ki: Ali b. Ebu Talib hakkında
konuşmaktan sakının. Çünkü ben Resulullah'ın (s.a.a), "Ali'de üç haslet
var." buyurduğunu duydum. Vallahi o hasletlerin birinin bende olmasını,
üzerine güneşin doğduğu şeylerin benim olmasından daha çok isterdim. Ben, Ebu
Bekir, Ebu Ubeyde el-Cerrah ve Resulullah'ın (s.a.a) ashabından birkaç kişi,
Peygamber'in huzurunda oturmuştuk. Peygamber de Ali b. Ebu Talib'e yaslanmıştı.
Peygamber, eliyle Ali'nin omzuna vurdu, sonra şöyle buyurdu: "Ya Ali! Sen,
imanda da, İslâm'da da müminlerin ilkisin." Sonra şöyle buyurdu: "Sen
bana göre, tıpkı Musa'ya göre Harun gibisin."[79]
c)
Sa'd b. Ebu Vakkas dedi ki: Resulullah'tan (s.a.a) duydum, "Ali'nin üç
hasleti (özelliği) vardır." buyuruyordu. Andolsun, onlardan birinin benim
olmasını, dünya ve içindekilerin benim olmasından daha çok isterdim. Duydum ki
şöyle buyuruyordu: "Sen bana göre, tıpkı Musa'ya göre Harun gibisin.
Sadece benden sonra peygamber yoktur." Yine duydum ki şöyle buyuruyordu:
"Yarın bayrağı öyle bir yiğidin eline vereceğim ki, Allah ve Resulü'nü
sever, Allah ve Resulü de onu severler. O, savaştan kaçan biri değildir."
Yine duydum ki şöyle buyuruyordu: "Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun
mevlâsıdır…"[80]
Öyleyse
ey İbn Vakkas, eğer İmam Emirü'l-Müminin (a.s) hakkında Resulullah'tan (s.a.a)
bu sözleri duymuş isen, peki neden Emevîlerin efendisi Osman b. Affan'ın
öldürülmesinden sonra ona biat etmekten kaçındın?! Demek ki, dünya sana ve
senin gibilerine çok tatlı gelmiş, sizi aldatmış ve doğru yoldan saptırmıştır.
d) Cabir b. Abdullah el-Ensarî, Peygamber'in (s.a.a)
Ali'ye (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Sen bana göre, tıpkı Musa'ya
göre Harun gibisin. Sadece benden sonra peygamber yoktur."[81]
Bu
hadis, çok sayıda ravi tarafından rivayet edilen meşhur bir hadistir. Ebedî
şehit Zeyd b. Ali b. Hüseyin -selâm olsun onlara- bu hadisi şu sözleriyle şiire
dökmüştür:
"Kim
bazı kişilere kendi yanından bir fazilet atfederse etsin, Ali'yi üstün kılan,
hiç şüphesiz sahip olduğu faziletlerdir ve Resulullah'ın sözüdür ki, onun sözü haktır.
Yalancılar ona burun kıvırsa da bu gerçek değişemez. Resulullah onun hakkında,
“Ya Ali! Sen bana göre, tıpkı Musa'ya göre Harun gibisin. Benim kardeşim ve
arkadaşımsın.” diye buyurdu ve bunu herkese duyurdu. Bedir'de Peygamber onu
yardıma çağırdı. O da hiç tereddüt etmeden Allah yolunda çarpıştı."[82]
Menzilet hadisini anlamı oldukça açıktır. Peygamber
(s.a.a), İmam'ın kendisine olan nispetinin tıpkı Harun'un Musa'ya olan nispeti
gibi olduğunu ifade etmiştir. Harun, Musa'nın veziri ve halifesi idi. Aynı
şekilde İmam Emirü'l-Müminin (a.s) de Resulullah'ın (s.a.a) veziri ve
halifesidir. Hadisin önemine binaen İmam (a.s), Ömer'in öldürülmesinin ardından
Osman'a biat edilince delil olarak bu hadisi ileri sürmüş, Muhacirler ve
Ensar'a şöyle demiştir:
"Peki
Resulullah'ın (s.a.a) benim için, 'Sen bana göre, tıpkı Musa'ya göre Harun
gibisin.' buyurduğunu biliyor musunuz?" Sonra şöyle dedi: "Peki
sizden böyle bir konumu olan biri var mı? Ama biz, Allah kaçınılmaz olan bir
işi nihayetine erdirinceye kadar sabredeceğiz."[83]
Evet,
bu hadisi Resulullah'tan (s.a.a) duymuşlardı. Resulullah'ın onun hakkında
söylediği diğer sözleri de duymuş, dinlemişlerdi. Gadir-i Hum'da da ona
emirleri, yöneticileri olarak biat etmişlerdi. Ama ne yazık ki, ökçeleri
üzerinde gerisin geriye dönmüş ve doğru yoldan sapmışlardı.
İmam'ın mertebesinin yüksekliğinden, şanının
büyüklüğünden ve kadrinin yüceliğinden, Peygamber (s.a.a) onu, bütün
şehirlerden büyük olan ilim şehrinin kapısı kılmıştır. Bu anlamı ifade eden
hadis, önceki hadisler gibi senet bakımından kesinlik derecesine ulaşmıştır.
İşte o hadisi rivayet edenlerden bazıları:
a) Cabir b. Abdullah rivayet eder; der ki: Resulullah'ın
(s.a.a) Hudeybiye günü Ali'nin elinden tutmuş olduğu hâlde şöyle buyurduğunu
duydum:
"Bu,
iyilerin emiri, kötülerin katilidir. Ona yardım edene yardım edilir, onu
yardımsız bırakan yardımsız bırakılır." Sonra yüksek bir sesle şöyle
buyurdu: "Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır. Kim eve girmek
isterse, kapıya gelsin."[84]
b)
İbn Abbas rivayet eder; der ki: Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
"Ben
ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır. Kim şehre girmek isterse, kapısından
gelsin."[85]
c)
İbn Hacer, kendi senediyle Peygamber'in (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Ali,
ilmimin kapısı ve benden sonra getirdiğim kitabı ümmetime açıklayacak olandır.
Onu sevmek iman, ona kin beslemek nifak, ona bakmak şefkattir."[86]
İmam,
Peygamber'in (s.a.a) ilim şehrinin kapısıdır. Ki bu şehir, dünyanın bütün
ufuklarını kapsayan ve ihtiva ettiği hikmet ile, içerdiği adap ve ahlâk
kurallarıyla insanî hayatın imdadına koşan bir bilgiler ve öğretiler
dünyasıdır. İmam, keskin düşüncesi ve iman dolu kalbi ile o ilim dünyasını
büsbütün kavramıştır. O hâlde kim bu hazım veren temiz sudan doyasıya içmek
istiyorsa, Peygamber'in vasisine ve ilminin kapısına gelmelidir.
Ne
kadar esef vericidir ki insanlar, bu İlâhî nurun menfezlerini kapatmış ve
insanlığı ondan faydalanmaktan mahrum bırakmışlardır.
Peygamber
(s.a.a), Emirü'l-Müminin'in, kendisinin hikmet evinin kapısı olduğunu
bildirmiştir. İşte bunu bildiren hadislerinden bazıları:
a)
Resulullah (s.a.a) buyurdu: "Ben hikmetin eviyim, Ali de onun
kapısıdır."[87]
b)
Resulullah (s.a.a) buyurdu: "Ben hikmetin şehriyim, Ali de onun kapısıdır.
Kim hikmet isterse, kapıya gelsin."[88]
c)
Peygamber'in bu iki hadise yakın bir sözü de şudur: "Hikmet on kısma
bölündü; dokuz kısmı Ali'ye, bir kısmı ise diğer insanlara verildi."[89]
İmam,
İlâhî hikmetin kapılarını açan, kurallarını koyan öncüsü ve rehberidir. Bütün
asırlarda İslâm felsefecileri İmam'ın sofrasından beslenmişlerdir.
Peygamber
(s.a.a), kendisinin ve İmam'ın bir ağaçtan (soydan) olduğunu ilân etmiştir. O
ağaç, takva ve iman ağacıdır. Bu konuda çok sayıda hadis nakledilmiştir. İşte
onlardan bazıları:
a) Cabir b. Abdullah rivayet eder; der ki: Resulullah'tan
(s.a.a) duydum, Ali'ye diyordu ki:
"Ya
Ali! İnsanlar çeşitli ağaçlardandırlar; ben ve sen ise bir ağaçtanız."
Sonra Resulullah (s.a.a) şu ayeti okudu: "Üzüm bahçeleri, ekinler ve
bir kökten ve çeşitli köklerden hurma ağaçları vardır. Hepsi de bir sudan
sulanırlar."[90]
b)
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Ben ve Ali bir ağaçtanız; (diğer)
insanlar ise çeşitli ağaçlardandırlar."[91]
Dalları
kâinatın efendisi ve insanlık uygarlığının önderi Resulullah (s.a.a) ile onun
ilminin kapısı İmam Emirü'l-Müminin (a.s) olan bu ağaç ne kadar büyük bir
ağaçtır! Bu ağaç, o kutlu ağaçtır ki kökü sabit, dalları ise göktedir; meyvesi
de tüm kuşaklarda ve tüm zamanlarda insanlara faydalı olan şeylerdir.
Müminlerin
Emiri İmam Ali (a.s), Allah'ın bütün büyük peygamberlerinin üstün özellikleri
ve sıfatlarında onlara benzemektedir. Peygamber (s.a.a) bunu şu sözüyle açıkça
ashabına bildirmiştir:
"İlminde
Âdem'e, hikmetinde Nuh'a, ahlâkında İbrahim'e, münacatında Musa'ya, yaşında
İsa'ya, yol göstermesi ve olgunluğunda Muhammed'e bakmak isterseniz, şu gelene
bakın."[92]
Gözler
uzaktan gelene doğru çevrildi. Gelen, Müminlerin Emiri İmam Ali'den (a.s)
başkası değildi. Şair, İmam'ın methinde söylediği kasidesinde bunu çok güzel
bir şekilde şiire dökmüştür:
"Ey
Ali'yi sevdiğim için beni kınayan yazık! / Kalk, kınanmış ve aşağılanmış olarak
cehennemi boyla. / İnsanların en hayırlısına dil uzatıyorsun, öyle mi?! Bil ki,
durmadan haktan ve hidayetten uzaklaşıyorsun. / Olgunluk çağında ve gençliğinde
peygamberlere en çok benzeyen Ali idi. / Süt emdiği dönemde de, sütten kesilip
yemek yemeye başladığında da öyleydi. / İlminde Âdem gibi idi. / Bütün
isimlerin açıklaması ona öğretilmişti. / Bir yönüyle de Nuh gibi idi. / Ki
onunla birlikte gemiye binip Cudi'ye çıkan helâk olmaktan kurtulmuştu."[93]
Peygamber'in
(s.a.a) hizmetçisi Enes rivayet eder; der ki: Resulullah'a (s.a.a)
(kızartılmış) bir kuş sundum, Resulullah Allah'ın adını andı ve bir lokma yedi.
Sonra, "Allah'ım! Bana en çok sevdiğin kulunu getir." diye dua etti.
Bu sırada kapı çaldı.
"Kimsin
sen?" dedim.
"Ali'yim."
dedi.
"Resulullah
bir ihtiyacını gidermekle meşguldür." dedim.
Sonra
bir lokma daha yedi ve aynı duayı etti. Tekrar kapı çaldı.
"Kimsin
sen?" dedim.
"Ali'yim."
dedi.
"Resulullah
bir ihtiyacını gidermektedir." dedim.
Sonra
Peygamber bir lokma daha yedi ve aynı duayı etti. Bu sırada Ali'yi kapıyı çaldı
ve sesini yükseltti.
Peygamber,
"Ya Enes! Ona kapıyı aç." dedi.
Kapıyı
açtım, Ali içeri girdi. Peygamber onu görünce gülümsedi, sonra şöyle dedi:
"Seni
getiren Allah'a hamd olsun. Ben her lokmada, Allah'ın ve benim en çok sevdiğim
kimseyi bana getirmesi için Allah'a dua ediyordum. O, sendin işte."
Ali,
"Seni hak olarak gönderen Allah'a yemin olsun ki, üç defadır ben kapıyı
çalıyordum ve Enes beni geri çeviriyordu." dedi.
Resulullah
(s.a.a) (Enes'e), "Onu niye geri çeviriyordun?" dedi.
"O
adamın Ensar'dan biri olmasını istiyordum." dedim. Peygamber gülümsedi ve
şöyle dedi:
"Kişi
kavmini sevmesinden dolayı kınanmaz."[94]
Kızartılmış
kuş hadisi, senet açısından en güvenilir nebevî hadislerden biridir. İmam
Ali'nin takvası ve imanında Allah'ın ve Resulü'nün en çok sevdiği kişi olduğuna
delâleti de sarih ve açıktır. Dolayısıyla hilâfet merkezine lâyık olan tek kişi
odur, başkası değil.
Peygamber
(s.a.a), birçok hadisinde İmam Ali'ye itaatin yüce Allah'a ve Resulü'ne itaat
olduğunu vurgulamıştır. Bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
"Bana
itaat eden, Allah'a itaat etmiştir. Bana isyan eden, Allah'a isyan etmiştir.
Ali'ye itaat eden, bana itaat etmiştir. Ali'ye isyan eden, bana isyan
etmiştir."[95]
Peygamber
(s.a.a), birçok hadisinde Ali'yi seven kimsenin Allah-u Teala'yı sevdiğini
bildirmiştir. İşte o hadislerden bazı örnekler:
a)
Resulullah (s.a.a) buyurdu: "Bana iman edip beni doğrulayana Ali b. Ebu
Talib'in velâyetini vasiyet ediyorum. Onu veli edinen, beni veli edinmiştir.
Beni veli edinen ise, Allah'ı veli edinmiştir. Onu seven, beni sevmiştir. Beni
seven ise, Allah'ı sevmiştir. Ona kin besleyen, bana kin beslemiştir. Bana kin
besleyen ise, Allah'a kin beslemiştir."[96]
b)
Resulullah (s.a.a), Ebu Bekir'i Beraat (Tevbe) Suresi'ni okuması için Mekke'ye
yollamış, sonra Allah-u Teala'nın emriyle onu bu görevden almış ve İmam Ali'yi
(a.s) bu göreve atamıştı. Bu sırada İmam'a şöyle buyurmuştu:
"Seni
seven, beni sevmiştir. Beni seven, aziz ve celil Allah'ı sevmiştir. Allah-u
Teala'yı seveni ise Allah cennete koyar."[97]
c)
İbn Abbas rivayet eder; der ki: Resulullah (s.a.a) bir gün Ali'nin elinden
tuttuğu hâlde dışarı çıktı ve:
"Bilin
ki, kim buna kin beslerse, Allah'a ve Resulü'ne kin beslemiş olur. Kim de bunu
severse, Allah'ı ve Resulü'nü sevmiş olur." buyurdu.[98]
Bunlar
gibi çok sayıda hadis, İmam Ali'yi sevmenin Allah'ı ve Resulü'nü sevmekle, ona
kin beslemenin de Allah ve Resulü'ne kin beslemekle eşdeğer olduğunu ifade
etmektedir.
Peygamber
(s.a.a) ashabının önünde İmam Ali'yi sevmenin iman, takva ve Allah-u Teala'ya
itaat olduğunu, ona kin duymanın ise günah, nifak ve dinden çıkmak olduğunu
ilân etmiştir. İşte o hadislerden bazıları:
a)
Müsavir el-Himyerî, annesinin şöyle dediğini rivayet eder: Ümmü Seleme'ye
gitmiştim, şöyle dediğini duydum: Resulullah (s.a.a) buyururdu ki:
"Ali'yi
münafık sevmez, mümin de ona kin duymaz."[99]
b) İbn Abbas rivayet eder; der ki: Resulullah (s.a.a)
Ali'ye (a.s) baktı ve şöyle buyurdu:
"Müminden
başkası seni sevmez, münafıktan başkası da sana kin duymaz. Seni seven, beni
sevmiştir. Sana kin besleyen, bana kin beslemiştir. Beni sevmek, Allah-u Teala'yı
sevmektir. Ban kin beslemek, Allah'a kin beslemektir. Benden sonra seni
öfkelendirenin vay hâline!"[100]
c)
Ebu Said el-Hudrî rivayet eder; der ki: Resulullah (s.a.a) Ali'ye (a.s) şöyle
buyurdu:
"Seni
sevmek iman, sana kin duymak nifaktır. Cennete ilk giren, seni seven; cehenneme
ilk giren ise, sana kin duyandır."[101]
Bu
hadisler sahabenin arasında o kadar yaygındı ki, mümini Ali'yi sevmesiyle,
münafığı ise Ali'ye kin duymasıyla tanırlardı. Yüce sahabî Ebuzer el-Gifarî
diyor ki: "Münafıkları ancak Allah'ı ve Resulü'nü yalanlamaları,
namazlardan kaytarmaları ve Ali b. Ebu Talib'e kin duymaları ile
tanırdık."[102]
Yüce
sahabî Cabir b. Abdullah el-Ensarî diyor ki: "Münafıkları ancak Ali b. Ebu
Talib'e kin duymalarından tanırdık."[103]
Mümin, Allah'ın huzuruna çıkacağı gün amel defteri iman
nuruyla parıldamalıdır. Bu hususta Enes b. Malik'in rivayetine kulak verelim.
Diyor ki Enes: Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin olsun ki,
Resulullah'ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum:
"Müminin
amel defterinin ünvanı Ali b. Ebu Talib'i sevmektir."[104]
Peygamber'den
(s.a.a) bize ulaşan bir grup hadiste, Allah-u Teala'nın İmam Ali için ahiret
yurdunda hazırladığı makamlardan söz edilmiştir. İşte o hadislerden bazıları:
Allah-u
Teala katında İmam Ali'nin makamı o kadar büyük, mertebesi o kadar yücedir ki,
kıyamet günü Hamd Sancağı'nı o taşıyacaktır. Bu makam, onun dışında kimseye
verilmemiş bir nişandır. İşte bu husustan bahseden bazı hadisler:
a)
Peygamber (s.a.a) Ali'ye (a.s) şöyle buyurdu:
"Kıyamet
günü cennette sen benim önümde olacaksın. Hamd sancağı bana verilecek, ben de
onu sana vereceğim ve sen (lâyık olmayan) insanları havuzumun etrafından
kovacaksın."[105]
b) İbn Abbas rivayet eder; der ki: Ömer b. Hattab'dan
şöyle dediğini duydum: Ali b. Ebu Talib hakkında ileri geri konuşmaktan
sakının. Çünkü ben Resulullah'tan (s.a.a) onun hakkında bazı hasletler gördüm ki, onlardan birinin Hattab ailesinde
olmasını güneşin doğduğu şeylere sahip olmaktan daha çok isterdim. Ben, Ebu
Bekir ve Ebu Ubeyde, Resulullah'ın ashabından diğer bazılarıyla birlikteydik.
Ümmü Seleme'nin kapısına kadar gittik. Ali, kapının önünde durmuştu.
"Resulullah (s.a.a) bizi çağırmış." dedik. "Size
gelecektir." dedi. Resulullah (s.a.a) dışarı çıktı, biz de ona doğru
gittik. Resulullah, Ali b. Ebu Talib'e yaslandı, sonra eliyle Ali'nin omzuna
vurdu ve ona şöyle dedi:
"Sen
hasım sahibisin, hasımların seninle münakaşa edecektir… Sen müminlerin ilk iman
edenisin, Allah'ın günlerini en iyi bilenisin, ahdine en vefalı olanısın,
(malları insanlar arasında) en eşit şekilde bölenisin, yönetilen halka en
şefkatli olanısın ve en çok musibet görenisin. Sen benim pazımsın, beni
yıkayacak ve gömecek olansın, her zorluğa ve hoşlanılmayan şeye ilk atılansın,
benden sonra asla kâfir olarak geri dönmeyeceksin. Sen Hamd Sancağı'yla benim
önüme geçeceksin ve bazılarını benim havuzumdan uzaklaştıracaksın."[106]
Bu
hadis, İmam'ın bazı vasıflarını anlatmaktadır. Onlar şunlardır:
1-
İmam, insanlar içinde ilk Müslüman olan ve en kadim iman edendir.
2-
O, Müslümanların en bilgilisi ve Allah-u Teala'nın günlerini ve hükümlerini en
iyi bilenidir.
3-
O, insanlar içinde ahdine en vefalı olandır.
4-
O, İslâm dünyasındaki en yüce hükümdardır; malı eşit şekilde paylaştırır ve
Allah rızası dışında hiçbir duygu karşısında eğilmez.
5-
O, halka karşı en şefkatli olan hükümdardır.
6-
O, Müslümanlar içinde en çok en çok musibet ve bela çekendir. Kardeşi
Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra sıkıntılar ve musibetler her taraftan
onu sardı.
7-
O, Peygamber'in (s.a.a) pazısı, bütün işlerini yöneten, gusül ve defin işlerini
de yapandır.
8-
O, Peygamber'e (s.a.a) yönelen her sıkıntı ve zorluğu gidermek için ilk öne
atılıp onu giderendir.
9-
O, kıyamet günü Hamd Sancağı'nı taşıyarak Peygamber'in önünde yürüyecektir.
İmam
Emirü'l-Müminin (a.s) hakkında bu ve diğer hadisleri duyduktan sonra nasıl
ondan öne geçebildi, makamını işgal etti ve vurulduktan sonra da hilâfeti
Ümeyye Oğulları'na verdi?!
Peygamber'in
Kevser adındaki havuzu, suyunun tatlılığı, hoşluğu ve manzarasının güzelliği
açısından cennetin en büyük nehirlerindir. İmam (a.s) da bu havuzun sahibidir
ve ancak onun velâyetini kabul edenler, ondan içmekle kurtuluşa erişeceklerdir.
İşte bu anlamı ifade eden bazı hadisler:
a)
Resulullah (s.a.a) buyurdu: "Ali b. Ebu Talib, kıyamet günü havuzumun
sahibidir. Onda göğün yıldızları sayısınca bardaklar vardır. Havuzumun
genişliği Cabiye ile San'a arası kadardır."[107]
İlham
ile şiir söyleyen Seyyid Himyerî, bu hadisi şu şekilde şiire dökmüştür:
"Bir
havuzdur ki genişliği San'a ile / Şam topraklarındaki Eyle arası kadardır veya
daha geniştir. / O havuzda bir hidayet bayrağı dikilecektir. / Su dolu bir
havuzdur ki geniş bir kanalı vardır. / Onda ibrikler ve kadehler vardır. /
Başının ön kısmının saçları dökülen kimse bazılarını ona yaklaştırmayacaktır. /
Ebu Talib'in oğlu Ali bu görevi yapacaktır. / Tıpkı su kaynağı yoluna koşan
uyuz develeri suya yaklaştırmaman gibi."[108]
b)
Enes b. Malik rivayet eder; der ki: Resulullah (s.a.a) beni Ebu Berze
el-Eslemî'ye gönderdi. Ebu Berze Peygamber'in huzuruna gelince ona şöyle
buyurdu, ben de duyuyordum:
"Ey
Ebu Berze! Âlemlerin yüce Rabbi, Ebu Talib oğlu Ali hakkında bana bir gerçeği
bildirmiştir. Şöyle buyurmuştur -yani Allah-u Teala-: 'Ali, hidayet bayrağıdır;
iman meşalesidir; dostlarımın imamıdır ve bana itaat edenlerin tümünün
nurudur.' Ey Ebu Berze! Ali b. Ebu Talib, yarın kıyamet günü havuzumun başında
benimle beraberdir; sancağımın sahibidir ve yarın benimle beraber Rabbimin
cennetinin hazinelerinin anahtarları onda olacaktır."[109]
c)
Resulullah (s.a.a) Ali'ye (a.s) şöyle buyurdu:
"Sen
kıyamet günü benim önümde olacaksın. Hamd Sancağı bana verilecek, ben de onu
sana vereceğim ve sen (lâyık olmayan) insanları havuzumun etrafından
kovacaksın."[110]
Bu
şeref, ne Peygamber ailesinden ve ne de ashaptan, Ali b. Ebu Talib dışında
başka hiçbir kimseye nasip olmamıştır.
Peygamber'in
(s.a.a), vasisi ve ilim şehrinin kapısı İmam Ali'ye taktığı nişanlardan biri
de, onun cennet ve cehennemin taksim edicisi olduğudur. İbn Hacer, kendi
senediyle İmam Ali'nin (a.s) Ömer'in seçtiği şûra üyelerine şöyle dediğini
rivayet eder:
"Allah aşkına size soruyorum: İçinizde Resulullah'ın
(s.a.a) kendisi hakkında, 'Ya Ali! Sen cennet ve cehennemi taksim edensin.'
buyurduğu benden başka biri var mı?" Hep bir ağızdan, "Allah şahittir
ki yoktur." dediler.
İbn
Hacer, bu hadise şöyle bir açıklama getirmiştir: "Hadisin anlamı, İmam
Rıza'dan da rivayet edildiği üzere şudur: Peygamber (s.a.a), İmam'a şöyle
demiştir: Sen, kıyamet günü cennet ve cehennemi taksim edensin; cehenneme, 'Bu
benim, bu da senindir.' diyeceksin."[111]
Hiç
şüphesiz, ne İslâm öncesinde, ne de sonrasında Allah-u Teala'nın veli
kullarından hiçbir kimse, Allah-u Teala'nın İmam Ali'ye bahşettiği bu sınırsız
şerefe nail olmamıştır. Bu, onun yeryüzünde Allah kelimesini yüceltme yönündeki
olağanüstü çabaları ve cihadının bir karşılığıdır.
Allah-u
Teala'nın muttakilerin imamı, muvahhitlerin efendisi İmam Ali'ye (a.s)
bahşettiği bir şeref daha vardır. O da şudur: İmam Ali'nin izni ve onayı
olmadan hiçbir kimse sırat köprüsünden geçemeyecektir. Buna delâlet eden bir
grup hadis vardır ki, onlardan birkaçı şunlardır:
a)
Resulullah (s.a.a) buyurdu: "Kıyamet günü Allah önceki ve sonraki bütün
insanları bir araya topladığı ve cehennem üzerine sırat köprüsü kurulduğu zaman
hiçbir kimse, yanında Ebu Talib oğlu Ali'nin velâyetiyle elde edebileceği berat
olmadan ondan geçemeyecektir."[112]
b)
Enes b. Malik rivayet eder; der ki: Ebu Bekir'de ölüm belirtileri zahir olunca
şöyle dedi: Resulullah'tan dinledim, şöyle buyuruyordu: "Sıratta bir sarp
yokuş vardır ki hiçbir kimse, elinde Ali b. Ebu Talib'den aldığı bir geçiş
belgesi olmadan oradan geçemeyecektir."[113]
c)
Kays b. Hâzim rivayet eder; der ki: Ebu Bekir ve Ali b. Ebu Talib (yolda)
karşılaştılar. Ebu Bekir, Ali'nin yüzüne gülümsedi. Ali, "Sana ne oldu da
gülümsedin?" dedi. Ebu Bekir dedi ki: Resulullah'tan (s.a.a) şöyle
buyurduğunu duydum:
"Ali'nin
kendisi için yazdığı geçiş belgesi olmadan hiçbir kimse sırattan
geçemeyecektir."[114]
İmam
Ali'yi diğer Müslümanlardan ayıran ve onu mümtaz bir konuma getiren
özelliklerinden biri de, Firdevs cennetinde Peygamber'in (s.a.a) kasrında
onunla beraber olacağıdır. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
"Ya
Ali! Sen benim kardeşim, yoldaşım ve cennetteki arkadaşımsın."[115]
Başka
bir defasında da İmam'a şöyle buyurdu:
"Cennette
benimle birlikte olman; Hasan, Hüseyin ve zürriyetimizin de bizim arkamızda
olması, eşlerimizin de zürriyetimizin arkasında olması; Şiîlerimizin de
sağımızda ve solumuzda olması seni memnun etmez mi?"[116]
İmam
Ali'nin faziletleriyle ilgili sunduğumuz bu örnek hadislerle sözü bitiriyoruz.
Bu hadisler, onun yüce şahsiyetini, Allah-u Teala ve Resulü katındaki yerini ve
Allah ve Resulü tarafından Peygamber'den sonra ümmetin önderliği için seçilmiş
olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir.
Resulullah'ta
Allah-u Teâlâ'ya göçeceğinin yaklaştığını gösteren belirtiler görülmeye
başladı. Artık dünya hayatından ayrılacağı kesinleşmişti. Bu süre içerisinde
Rabbinin mesajlarını kullarına iletmiş, böylece akılları özgürleştirip kalpleri
uyandırmış; insanları kendi elleriyle yaptıkları putlara tapmak, onların önünde
küçülüp eğilmek, onlara kurbanlar sunmak gibi batıl inançlardan kurtarmıştı.
İnsanları özgürleştirmiş, beyinlerini bu tür hurafelerden temizlemiş, kâinatı
yaratan ve hayatı bahşeden yüce Allah'a ibadet etmelerini sağlamıştı. İnsan
haklarını benimseyen ve ışık hızıyla yeryüzünün en büyük yüzölçümünü kapsayacak
olan büyük devletini kurmuştu. Bu devlet, adaleti uyguluyor, yoksulluğu ortadan
kaldırmaya çalışıyor, ihtiyaçları karşılıyor, Allah'ın nimetlerinin bir kesimin
tekelinde olmasını önleyip bütün kulları arasında paylaştırıyordu.
Büyük
Peygamberimiz (s.a.a), Allah-u Teala'nın yardımı, lütfu ve dilemesiyle bu
mucizeleri gerçekleştirmiş, fakat en büyük arzularından ve en değerli
emellerinden biri kalmıştı. O da ümmetinin birliğini sağlamak, nesiller boyunca
onları fitneler ve hâdiselere karşı korumaktı. Bunun için, Allah'ın evini
ziyaret için hac merasiminde toplanan on binlerce insanın önünde halifesi,
ümmetinin efendisi, itretinin lideri İmam Emirü'l-Müminin'nin halifeliğine tam
destek vererek kendisinden sonra hilâfet sürecinde kimsenin bir şüphesi kalsın
istemedi.
Peygamber
(s.a.a), Rabbinin huzuruna göçtükten sonra ümmetinin başına gelecek korkunç
tehlikeleri görüyordu. Yüce Allah, aziz kitabında bu tehlikelere işaret ederek
şöyle buyurmuştu: "Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce nice
peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi eğer o ölür veya öldürülürse, topuklarınız
üzerinde gerisin geri mi döneceksiniz?! Kim iki topuğu üzerinde gerisin geri
dönerse, Allah'a hiçbir zarar veremez. Şükredenleri ise Allah
mükâfatlandıracaktır."[117]
Ümmeti
şiddetli bir deprem bekliyordu. Bu deprem, ümmetin hayatını derinden sarsacak
ve onları büyük bir şerrin içine atacaktı.
Aralarından
göçtükten sonra ümmetinin yaşayacağı korkunç olaylar Peygamber'in (s.a.a)
gözleri önünde canlanıyordu. Baki Mezarlığı'nı ziyareti esnasında bu olayların
korkunçluğunu açıkça dile getirmiş, ölülere hitap şöyle buyurmuştu:
"İçinde
bulunduğunuz durumdan dolayı ne mutlu size! Sizden sonra sonu başından kötü
olan fitneler peş peşe gelmeye başladı."
Bir
yandan da ümmetini çeşitli şer odakları sarmıştı. Bu şer odakları şunlardı:
Yahudiler,
İslâm ve Müslümanlar aleyhine kötü hileler yapan ve korkunç komplolar
hazırlayan bir kesimdi. Çünkü İslâm onları yıkmış, onlara en ağır darbeyi
indirmişti; kalelerini fethetmiş, ileri gelenlerini ortadan kaldırmıştı; onları
korkutmuş ve en kötü hezimeti onlara tattırmıştı.
Bunlar,
kalplerinin ve canlarının derinliklerine İslâm'ın nüfuz etmediği kimselerdi.
Müslümanların kılıçlarıyla kafalarının kopmasından korktukları için sadece
dilleriyle İslâm'ı izhar etmişlerdi. Bunlar, Medine'de kendileri için bir
mescit yapmışlar, bu mescitte Müslümanlar aleyhinde düzenler kuruyorlardı.
Peygamber (s.a.a) bu mescidin yakılmasını emretti. Münafıkun Suresi bunların
hakkında nazil oldu ve onların kötülüğünü ve içlerinin fesat dolu olduğunu
haber verdi. Bunların İslâm'a karşı tehlikeleri diğerlerinkinden daha büyüktü.
Çünkü iç düşman dış düşmandan daha tehlikelidir.
Bunlar, İslâm'ın en azılı ve en inatçı düşmanları idiler. Olanca
güçleriyle Peygamber'e (s.a.a) karşı çıkmış, ona iman edenlere işkence
yapmışlardı. Bu işkenceler, onları Habeşistan'a hicret etmeye zorlamıştı. Hatta
Peygamber'in (s.a.a) kendisi de, İslâm'ın en büyük destekçisi olan amcası Ebu
Talib'in ölümünden sonra Medine'ye hicret etmek zorunda kalmıştı. Peygamber
(s.a.a) Medine'ye yerleşince de öfkeleri daha da bir artmıştı, Müslümanlara karşı
kalpleri kinle dolmuştu. İslâm'ın nurunu söndürmek için ordular
hazırlamışlardı. Bu amaçla Bedir, Uhud ve diğer savaşlar vuku bulmuştu. Fakat
Allah-u Teala, onların hilelerini geri çevirmiş, Peygamber'ini desteklemiş, ona
üstün zaferler ve apaçık bir fetih nasip etmişti. İslâm ordusu Mekke'yi
fethetmiş, Mekkeliler istemeyerek ve gönülsüz olarak mecburiyetten İslâm'ı kabul
etmişlerdi. Yoksa İslâm dininin taşıdığı üstün değerlere ve yüce ilkelere
basiretle iman etmiş değillerdi. Canları cahiliye günahlarıyla, katılığıyla ve
kötülükleriyle doluydu. Öte yandan Müslümanlar, kılıçlarıyla Kureyşlilerin
efendileri ve büyüklerinin kafalarını uçurmuşlardı. Evlerini yas, hüzün ve ağıt
evlerine döndürmüşlerdi. Bu yüzden kalpleri İslâm'a karşı nefret doluydu.
Nitekim Peygamber'in vefat haberini alınca küfürlerini ve İslâm'dan
döndüklerini ilân etmek istediler. Ancak Ebu Bekir'in halife olduğunu duyunca
bu kararlarından vazgeçtiler. İleriki konularda bunu açıklayacağız.
Peygamber'in
(s.a.a) kendisinden sonraki imamı desteklemesinin önünde bir sorun daha vardı.
O da, İslâm'ın üssü konumunda olan ve silâhlı kuvvetlerinin belkemiğini
oluşturan Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki çekişme idi. Peygamber (s.a.a),
içlerindeki kinlerin çoğunu gidermiştiyse de, aralarındaki düşmanlığın kökleri
tamamen ortadan kalkmış değildi. Her an körüklenip onları parçalayabilirdi. Nitekim
Kureyşliler, Evs ve Hazrec arasındaki bu çekişmeden istifade ederek hilâfet ele
geçirdiler. İleriki konularımızda bu hususu da açıklayacağız.
Peygamber
(s.a.a), ölümünün yaklaştığından emin olunca Allah'ın saygın evini ziyaret edip
haccetmeyi ve bu yolculuk sırasında ümmetini fitneler ve bölünmeye karışı
koruyacak olan yolları belirlemeyi, sosyal ıslah alanlarında Ehl-i Beyt'inin
önemini vurgulamayı, onların ilerleme ve gelişme yolunda ümmetin önderleri
olduklarını açıklamayı uygun gördü.
Bu son derece önemli amaç için hacca gitti. Bu hac,
Peygamber'in (s.a.a) hicretin onuncu yılında gerçekleşen ve Veda Haccı olarak
bilinen son haccı idi. Mekke'ye vardığında Mekkeliler ve hacca gelen
kafilelerden oluşan heyetler Peygamber'i coşkuyla karşıladılar. Peygamber
(s.a.a) bu görüşmelerinin kendisiyle son görüşmeleri olduğunu açıklayarak şöyle
buyurdu:
"Bilemiyorum,
belki bu senemden sonra bir daha sizinle burada buluşamayacağım…"
Hüzün
ve keder dalga dalga hacılar arasında yayıldı. Acı fırtınası canlarında esmeye
başladı. Gözleri yaşlarla doldu. Yıkıcı musibetin yakın olduğunu anladılar.
Önderleri ve eğitmenleri, hayatının son günlerini yaşadığını bildirmişti.
Peygamber
(s.a.a), ümmetinin önüne, başarılarını sağlayacak sağlam yolları koymaya
başladı. Şöyle buyurdu:
"Ey
insanlar! Ben sizin aranızda iki ağır ve paha biçilmez emanet bıraktım: Yüce
Allah'ın kitabını ve öz soyumdan olan Ehl-i Beyt'imi…"
Ümmetin
sapma ve sürçmeye karşı yegane garantisi, Allah'ın aziz kitabına sarılmak, onun
içeriğine göre amel etmek ve Peygamber'in tertemiz Ehl-i Beyt'inin velâyetine
boyun eğip dinî ahkâm ve adabı onlardan almaktır. Bu iki hususun dışında
ümmetin mutluluğunu temin edecek başka bir şey yoktur.
Kalabalıklar, Zemzem kuyusunun yanında Peygamber'in
(s.a.a) etrafını sardılar. Peygamber'in konuşacak hâli yoktu. Rebia b. Halef'e,
söyleyeceklerini yüksek sesle insanlara duyurmasını emretti. Allah'ın salât ve
selâmı ona ve Âl'ine olsun, Rebia'ya dedi ki: Onlara de ki:
"Ey
insanlar! Allah'ın Resulü size diyor ki: Belki de beni bir daha bu hâlim üzere
göremeyeceksiniz. Bu şehrin hangi şehir olduğunu biliyor musunuz? Bu ayın hangi
ay olduğunu biliyor musunuz? Bu günün hangi gün olduğunu biliyor musunuz?"
Hep
birlikte:
"Evet!
Bu şehir haram (saygın) şehir, bu ay haram ay ve bu gün haram gündür."
diye haykırdılar.
Peygamber
(s.a.a), getirdiği üstün değerleri ve yüce öğretileri onlara okumaya başladı;
şöyle dedi:
"Yüce
Allah bu şehrinizi, bu ayınızı ve bu gününüzü haram kıldığı gibi, birbirinizin
kanını ve malını size haram kılmıştır… Mesajı ilettim mi?"
"Evet!"
diye cevap verdiler.
Sonra,
uymaları gereken hükümleri onlara sunmaya başladı; şöyle buyurdu:
"Allah'ım!
Sen şahit ol! (Ey insanlar!) Allah'tan korkun. İnsanlara mallarını eksik
ölçmeyin. Bozulup da yeryüzünde bozguncular olarak ortaya çıkarmayın. Kimin
yanında bir emanet varsa, onu ödesin…"
Peygamber
(s.a.a), sözlerinin bu kesitinde onlara şu mesajları sundu:
1-
Allah korkusu, insanı yüce Allah'ın gazabından koruyacak sağlam bir kaledir.
2-
İnsanlara malları eksik ölçmemeli; tam ve eksiksiz olarak vermeli.
3-
Yeryüzünde bozgunculuk yapmamalı; huzur ve güveni bozmamalı, yolları kesmemeli
ve kan akıtmamalı.
4-
Emaneti ehline vermeli, zulüm ve haksızlıkla ona el koymamalı.
Sonra,
Allah-u Teala'nın hükümlerini onlara açıklamaya başladı; şöyle buyurdu:
"İslâm
açısından insanlar eşittirler. Âdem ve Havva'ya olan nispetleri aynıdır. Takva
kriteri dışında ne Arap olan birinin Arap olmayan birine, ne de Arap olmayan
birinin Arap olan birine bir üstünlüğü yoktur… Mesajı ilettim mi?"
Hep
birlikte, "Evet!" dediler.
Peygamber
(s.a.a), sözlerinin bu kesitinde Müslümanlar arasında adil bir eşitliğe vurgu
yapıyor. Bu eşitlik, hem haklar ve görevlerde eşitliği, hem de kanun karşısında
eşitliği kapsamaktadır. Ne Arap olmanın, ne de olmanın bir üstünlük ölçüsü
olmadığını, tek üstünlük ölçüsünün takva ve Allah'a itaat olduğunu belirtiyor.
Sonra,
getirdiği yüce dinin hayat bahşedici öğretilerinden bir kısmına değindi; şöyle
buyurdu:
"Allah'ım!
Sen şahit ol! Bana soylarınızla gelmeyin, amellerinizle gelin ki, 'İnsanlara şu
karşılık verilecek, size de şu karşılık verilecektir.' diyeyim. Mesajı ilettim
mi?"
"Evet!"
diye cevap verdiler.
Kuşkusuz,
İslâm salih ameller üzerine bina edilmiştir. Ameller bozuk, fiiller kötü olunca
soyların hiçbir değeri olmaz.
Peygamber
(s.a.a) Allah-u Teala'nın hükümlerini açıklamaya devam etti; şöyle buyurdu:
"Allah'ım!
Sen şahit ol! Cahiliye dönemine ait tüm kan davaları ayağımın altındadır.
Ayağımın altına aldığım ilk kan davası da, Abdulmuttalib oğlu Hâris oğlu
Rebia'nın kan davasıdır. Mesajı ilettim mi?"
Peygamber
(s.a.a), cahiliye döneminde intikam almak için dökülen kanlara işaret ediyor.
Bu kan davalarında suçsuz biri haksız yere öldürülebiliyordu. Bu davalar bazen
nesiller boyu devam ediyor ve kandan nehirler akıtılıyordu. İslâm bütün bunları
kesin bir dille haram etti ve Arap dünyasını bu korkunç faciadan kurtardı.
Sonra
şöyle buyurdu:
"Allah'ım!
Sen şahit ol! Cahiliyedeki tüm faizler ayağımın altındadır. Ayağımın altına
aldığım ilk faiz de, Abdulmuttalib oğlu Abbas'ın faizidir. Mesajı ilettim
mi?"
Peygamber
(s.a.a), bu sözlerle ekonomiye son derece önem verdiğini gösterdi. Faizi kesin
bir yasakla haram etti. O dönemde faiz, özellikle de Mekke'de çok yaygındı.
Peygamber (s.a.a) faizi kaldırdı ve kaldırdığı ilk faiz de, Abdulmuttalib oğlu
Abbas'ın faizi oldu ve faizini alabilecek bir yol bırakmadı ona.
Sonra
şöyle buyurdu:
"Allah'ım!
Sen şahit ol! Ey insanlar! Haram ayları ertelemek (nesî), küfürde ileriye
gitmektir. Kâfirler onunla saptırılırlar. Allah'ın haram ettiği ayların
sayısını denkleştirmek için onu bir yıl helâl ve bir yıl da haram
kılarlar."
Peygamber'in
(s.a.a) okuduğu ayet, nesî'in haramlığına değiniyor. Nesî, cahiliyede uygulanan
bir uygulamaydı. Bu uygulamaya göre, haram aylarda savaşmak mubah kılınır, o
ayların yerine savaşmanın yasak olmadığı başka aylarda savaşılmazdı. Böylece
haram ayların saygınlığı gözetilmezdi. Örneğin, Muharrem ayını sefer ayına
ertelerlerdi. Haram aylar Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Sefer aylarıdır.[118]
Sonra
şöyle buyurdu:
"Kadınlara
iyi davranmanızı size vasiyet ediyorum. Onlar, sizin yanınızdaki emanetlerdir.
Kendileri için bir şeye sahip değillerdir. Siz onları Allah'ın emaneti olarak
aldınız. Allah'ın kitabıyla onları helâliniz ettiniz. Sizin onların üzerinde
haklarınız vardır, onlarında sizin üzerinizde hakları vardır. Onları uygun olan
biçimde giydirmeli ve doyurmalısınız. Sizin onların üzerindeki hakkınız ise
şudur: Yatağınızı başka hiçbir kimseye çiğnetmemelidirler, sizin bilginiz ve
izniniz dışında kimseyi evinize almamalıdırlar… Mesajı ilettim mi?"
"Evet!"
dediler.
Peygamber
(s.a.a), aşağılanan, hor görülen ve hiçbir değer verilmeyen kadına değiniyor;
onu onurlandırıyor, değerini yüceltiyor ve ona karşı iyi davranılmasını vasiyet
ediyor.
Bu
hutbenin bir bendinde de şöyle diyor:
"Allah'ım!
Sen şahit ol! Müslüman, Müslümanın kardeşidir; ona hile yapmaz, ona hıyanet
etmez, onu çekiştirmez, kanı ona helâl olmaz, gönül rızası olmadan malından
hiçbir şey ona helâl olmaz. Mesajı ilettim mi?"
"Evet!"
dediler.
Peygamber
(s.a.a), İslâmî ilişkiyi sevgi ve kardeşlik üzerine kurdu. Buna göre Müslüman,
Müslümanın kardeşidir; onun eğriliğini düzeltir; zamanın gailelerine, günlerin
felâketlerine karşı onu korur. Yine bu esas üzerine her Müslümana aşağıdaki
hususlar haramdır:
1- Müslümana hile yapmak.
2- Ona hıyanet etmek
3- Kanını akıtmak.
4- Mallarına izinsiz
dokunmak.
Sonra
Peygamber (s.a.a), Müslümanların hayata geçirmeleri gereken eğitim yöntemlerini
ve ahlâk kurallarını açıklamaya başladı. Ardından hutbesini şu sözlerle
bitirdi:
"Benden
sonra (Allah'ın kullarını doğru yoldan) saptırıcı, birbirini köle edinen
kâfirlere dönüşmeyin. Ben, aranızda öyle bir şey bıraktım ki, ona sarılsanız,
asla sapmazsınız: Allah'ın kitabı ve öz soyumdan olan Ehl-i Beyt'im. Mesajı
ilettim mi?"
"Evet!"
dediler.
"Allah'ım!
Sen şahit ol!" dedi.
Sonra
orada hazır bulunanlara döndü ve onlara şöyle buyurdu:
"Bu
sözlerimi, burada hazır bulunanlarınız, hazır bulunmayanlara iletsinler."[119]
İslâm
dünyasının ilerleme ve kalkınma unsurlarının tümünü içinde barındıran bu hutbe
böylece sona erdi. Bu hutbe mucibince, Müslümanlar Allah'ın yüce kitabına ve
Resulullah'ın Ehl-i Beyt'ine sarılmak ve tüm siyasal ve sosyal alanlarda Ehl-i
Beyt'in önderliğinde hareket etmek zorundalar.
Gadir-i
Hum Toplantısı, İslâm âleminin siyasî tarihinin en önemli olaylarından biridir.
Bu toplantıda Müminlerin Emiri İmam Ali (a.s) için biat alındı ve Peygamber
(s.a.a) onu ümmetinin genel lideri ve ümmetini en doğru yolda ilerletecek bir
merci olarak tayin etti.
Peygamber
(s.a.a), hac merasimini yerine getirdikten sonra Mekke'den Medine'ye doğru yola
çıktı. Gadir-i Hum'a yetişinceye kadar hiç durmadan süratle yol kat etti.
Gadir-i Hum'a vardığında Cebrail kendisine nazil oldu. Allah-u Teala'dan İslâm
ümmetinin siyasî ve sosyal geleceği ile ilgili oldukça önemli bir mesaj
getirmişti. Allah-u Teala, Resulü'ne, orada durup İmam Ali'yi kendisinden
sonraki halifesi olarak tayin etmesini ve Müslümanlardan onun için biat
almasını emretmişti. Yüce Allah, bu emri şu ayetle Peygamberi'ne vermişti:
"Ey Resul! Rabbinden sana indirileni (halka) ilet. Eğer bunu
yapmazsan, O'nun elçiliği görevini yerine getirmemiş olursun. Allah, seni
insanlardan korur. Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez."[120]
Ayet, şiddetli bir uyarı içermektedir. Eğer Peygamber
(s.a.a) bu önemli görevi yerine getirmezse, Rabbinin elçiliğini tamamlamış
olacak, tüm çabaları ve zahmetleri boşa gidecektir.
Peygamber
(s.a.a), sarsılmaz bir azim ve sağlam bir iradeyle Allah'ın emrini yerine
getirmek için harekete geçti. Bineklerin yüklerini aşağı indirdi ve çölün
kızgın kumları üzerine konakladı. Hac kafilelerine de aynı şeyi yapmalarını
emretti. Günün oldukça sıcak bir saatiydi. Öyle ki insanlar, elbiselerinin
ucunu ayaklarının altına sererek çölün yakıcı kumlarından korunmaya
çalışıyorlardı.
Peygamber
(s.a.a) ayağa kalktı ve insanlara namaz kıldırdı. Namaz bittikten sonra deve
tahtırevanlarından minber olarak kullanacağı bir plâtform yapılmasını emretti.
Plâtform hazırlanınca üzerine çıktı ve -tarihçilerin kayıtlarına göre-
kendisini dinlemek için toplanan yüz bini aşkın insana hitap ederek konuşmaya
başladı. İslâm yolunda ve tevhit kelimesini yayma uğruna çektiği zahmetleri,
katlandığı zorlukları ve verdiği mücadeleyi anlattı. Sonra biraz da İslâm'ın
getirdiği hükümler, öğretiler ve adaptan bahsetti. Sonra şöyle buyurdu:
"Bakın,
benden sonra Sekaleyn hakkında nasıl davranacaksınız?"
Kalabalığın
içinden biri, "Sekaleyn nedir, ya Resulullah?" diye seslendi.
Peygamber
(s.a.a), hiçbir karışıklık ve belirsizliğe yer bırakmayacak şekilde
Sekaleyn'den neyi kastettiğine açıklık getirdi. Şöyle buyurdu:
"Büyük
değerli emanet Allah'ın kitabıdır. Onun bir ucu, aziz ve celil Allah'ın
elindedir; bir ucu da sizin elinizdedir. Ona sımsıkı sarılın ve sapmayın. Küçük
olan diğeri ise, benim itretim (Ehl-i Beyt'im)dir. Tüm incelikleri bilen ve her
şeyden haberdar olan Allah, bu ikisinin Kevser havuzunun başında bana
kavuşuncaya kadar asla birbirinden ayrılmayacağını bana haber vermiştir. Ben de
Rabbimden o ikisi için bunu istedim. O hâlde asla onlardan öne geçmeyin, yoksa
helâk olursunuz; ve asla onlardan geride kalmayın, yoksa helâk olursunuz…"
Peygamber
(s.a.a), böylece ümmetini dalalet ve sapmaktan koruyacak olan doğru çizgiyi
önlerine koymuş oldu.
Sonra
vasisi, kardeşi ve ilim şehrinin kapısı olan Ali'nin elinden tuttu ve
velâyetini kabul etmeyi her Müslümana farz kıldı. Onu kendisinden sonraki
halifesi olarak ilân etti. Oldukça yüksek bir sesle şöyle seslendi:
"Ey
insanlar! İnsanların müminler üzerinde kendilerinden daha yetkili olanı
kimdir?"
"Allah
ve Resulü en iyisini bilir." diye cevap verdiler.
Şöyle
buyurdu:
"Allah
benim mevlâmdır, ben de müminlerin mevlâsıyım ve ben onlar üzerinde kendilerinden
daha yetkiliyim. Bilin ki, ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun
mevlâsıdır."
Bu
sözü üç defa tekrarladı, sonra şöyle dedi:
"Allah'ım!
Onu veli edinenin velisi ol, ona düşman kesilenin düşmanı ol, onu seveni sev,
ona kin besleyene gazap et, ona yardım edene yardım et, onu yalnız bırakanı
yalnız bırak ve o nereye dönerse hakkı onunla beraber döndür. Bu sözlerimi,
burada hazır bulunanlar hazır bulunmayanlara iletsinler…"
Bu
sözlerle hilâfet Resulullah'tan sonra Allah'ın veli kullarının en üstünü olan
İmam Ali'ye verilmiş oldu.
Peygamber
(s.a.a), Rabbi tarafından üzerine bırakılan görevi yerine getirdi. İmam Ali'yi
kendisinden sonra halife olarak tayin etti. Bütün Müslümanlar üzerindeki büyük
velâyetini ve genel önderliğini ona tevdi etti.
Müslümanlar
gelip halifeleri ve imamları olarak İmam Ali'ye biat ettiler. Peygamber
(s.a.a), müminlerin analarına da ona biat etmelerini emretti. Ömer b. Hattab da
gelip İmam'a biat etti, onunla tokalaştı ve şöyle dedi:
"Seni
kutluyorum ey Ebu Talib'in oğlu! Benim ve bütün mümin erkek ve kadınların
mevlâsı oldun."
Ne
kadar üzücüdür ki, Peygamber'in vefatından daha birkaç sayılı gün geçmemişti ki
Hattab'ın oğlu, Ebu Bekir'e biat etmesi için İmam'ın evine hücum etti, Ali ve
Fatıma'nın evini yaktı. İleriki bölümlerde bu olaya değineceğiz.
Her
neyse, İmam'a halife olarak genel ve kapsamlı bir biat gerçekleşti. Nitekim
şairler bile bu olayı şiirlerine taşıdılar. Hassan b. Sabit der ki:
"Gadir
günü Peygamberleri sesleniyordu onlara / Hum bölgesinde ve Peygamber sesini ne
kadar da iyi duyuruyordu! Dedi ki: 'Kimdir sizin mevlânız ve nebiniz?' / Hiçbir
kimse görmezden ve duymazdan gelmedi ve 'İlâhın mevlâmızdır, sen de bizim
nebimizsin. / Velâyet konusunda bizden karşı çıkan birini bulamazsın.' dediler.
Peygamber dedi ki: 'Kalk ya Ali! / Ben, kendimden sonra imam ve yol gösterici
olarak sana razı oldum. / Ben kimin mevlâsıysam, bu da onun velisidir. / O
hâlde veli edinerek onun sadık yardımcıları olun.' / Ve o sırada şöyle dua
etti: 'Allah'ım! Ona dost olanın dostu ol. / Ali'ye düşman olanın da düşmanı
ol.'[121]"
İlham
ile şiir söyleyen Seyyid Himyerî de şöyle der:
"Ve
Muhammed Gadir-i Hum'da ayağa kalktı / Yüksek ve net bir sesle seslendi /
Kendisiyle birlikte hacca gelen Araplar ve Acemlere / Büyük gölgeliğin
çevresinde toplanıp kendisini dinleyenlere / Seslendi ki: 'Ben kimin
mevlâsıysam, Ali de / Onun mevlâsıdır.' Peygamber, gerçekten Ali'ye çok
lütufkârdı."
İslâm'ın
büyük şairi Kumeyt de şöyle der:
"Gadir-i
Hum'daki büyük gölgelik günü / Peygamber insanlar için velâyeti açıkladı da
keşke sözünü dinleselerdi! / Fakat insanlar sözlerini tutmadılar / Ben onun
gibi zayi olmuş bir hak görmedim."
Gerçekten
de dünyada Ebu'l-Hasan'ın hakkı gibi zayi olmuş bir hak yoktur. İnsanlar zorla
ona el koydular ve Peygamber'in onunla ilgili sözlerini görmezden geldiler.
Her
neyse, Gadir olayı, İslâm tarihinin en önemli olaylarındandır. Büyük
araştırmacı rahmetli Şeyh Eminî, el-Gadir adlı ansiklopedik eserinde
olayın vuku bulduğu günden kendi zamanına kadar bu olayla ilgili söylenen
önemli şiirleri bir araya toplamıştır.
Bu
unutulmaz günde, "Bugün dininizi size kâmil kıldım, nimetimi size
tamamladım ve din olarak İslam'ı size seçtim." ayeti nazil oldu.[122]
Muttakilerin
imamı ve muvahhitlerin efendisi İmam Ali'nin velâyeti ile din kâmil oldu ve
büyük nimet Müslümanlara tamamlandı. Âlemlerin Rabbine hamd olsun.
Peygamber
(s.a.a), ümmetini ilelebet sapmalara karşı koruyacak olan doğru yolu önlerine
koymuş oldu. Kendisinden sonra hilâfet meselesini iktidar ve saltanat
düşkünlerinin istedikleri gibi oynayacakları bir konu olarak bırakmadı. Bütün
kapıları yüzlerine kapadı ve içeri girebilecekleri açık bir pencere bırakmadı.
Peygamber
(s.a.a), ümmetinin liderini ve önderini belirledi ve bu hassas konuyu ihmal
etmedi. Bu konunun ihmali, Allah Resulü'nün şahsiyetine zarar verirdi. Çünkü
hilâfet konusu, İslâm'ın en hassas ve önemli meselelerinden biridir.
Gadir
günü İmam'a biat edilmesi, İslâm risaletinin bir parçası ve dinin rükünlerinden
biridir. Allâme Alâilî'nin dediği gibi kim onu inkâr ederse, İslâm'ı inkâr
etmiştir.
İslâm
tarihinde, dünya tarihinin akışını değiştiren, insanın iradesi ve düşüncesini özgürleştiren
ve onu bu hayatın cehalet çöllerinde bocalamaktan kurtaran Büyük Kurtarıcı Hz.
Peygamber'in (s.a.a) vefatından daha ürkütücü ve üzücü bir hâdise yoktur.
Peygamber
(s.a.a) hac dönüşünden sonra şiddetli bir ateşe yakalandı. Ateşi o kadar
şiddetliydi ki, ziyarete gelenler ve eşleri, ellerini ona sürdüklerinde ateşten
yandığını hissediyorlardı.[123]
Yanına içinde soğuk su bulunan bir kap koymuşlardı. Peygamber (s.a.a) elini ona
daldırır, sonra elini yüzüne sürer, böylece ateşini biraz hafifletmeye
çalışırdı.
Bazı
kaynaklara göre Peygamber'in hastalığı ve vefatı, Hayber'de Yahudi bir kadının
kendisine sunduğu zehirli bir yemeğe dayanıyordu. Bu yüzden şöyle buyururdu:
"Hayber'de
yediğim yemeğin acısını hâlâ hissediyorum. Şimdi o zehrin etkisinden
şahdamarımın koptuğu andır."[124]
Peygamber'in (s.a.a) hastalandığı haberi yayılınca
Müslümanlar akın akın ziyaretine geldiler. Kimisi ağlıyordu, kimisi haberin
şokundan donakalmıştı. Üzüntü ve kaygı, dalga dalga her tarafa yayılmıştı.
Peygamber (s.a.a), ziyaretine gelenlere acı gerçeği haber vererek onları daha
da üzmüş, yakında vefat edeceğini bildirmiş, Allah'ın kitabına ve Ehl-i
Beyt'ine sarılmalarını vasiyet etmişti. Şöyle buyurmuştu:
"Ey
insanlar! Ruhumun süratle alınması ve göçüp gitmem yakındır. Ben daha önce
mazeretiniz kalmasın diye gerekeni söyledim. Bilin ki, ben sizin aranızda aziz
ve celil Allah'ın kitabını ve öz soyum olan Ehl-i Beyt'imi bırakıp
gidiyorum…"
Yine
Müminlerin Emiri İmam Ali'nin (a.s) elini tutmuş, ziyaretine gelenlere dönerek:
"Bu
Ali, Kur'an'la beraberdir; Kur'an da Ali ile beraberdir. Bu ikisi, Kevser
Havuzu'nun başında bana kavuşuncaya kadar asla birbirinden ayrılmazlar."
buyurmuştu.[125]
Peygamber
(s.a.a), ümmetini sapma ve yanılmaya karşı korumak için en önemli önlem olarak
onlara, Allah'ın en doğruya kılavuzluk eden aziz kitabına ve İslâm'ın ışıkları,
vahyin bekçileri, adaletin savunucuları, dinin koruyucuları olan Ehl-i Beyt'ine
sarılmayı emretti. Ehl-i Beyt'in başında da Müminlerin Emiri İmam Ali
gelmektedir ki, o Kur'an'la, Kur'an da onunla birliktedir.
Peygamber
(s.a.a), gecenin zifiri karanlığında Ebu Müveyhibe'yi çağırdı. Ebu Müveyhibe
yanına geldiğinde ondan Baki Mezarlığı'na kadar kendisine eşlik etmesini
istedi. Baki Mezarlığı'nda yatan Müslümanları ziyaret etmek istiyordu. Ebu
Müveyhibe'ye dedi ki:
"Baki
ehli için istiğfar etmem emrolundu. Bu yüzden seni çağırdım ki, benimle beraber
gelesin."
Baki'ye
vardığında ölülere selâm verdi ve durumlarından memnun olmaları gerektiğini
söyledi. Şöyle buyurdu:
"Selâm
olsun size ey kabirlerde yatanlar! İnsanların içine düştükleri duruma
düşmediğiniz için ne mutlu size! Karanlık gecenin parçaları gibi fitneler
birbirini kovalamakta, sonraki öncekini izlemektedir. Sonraki öncekinden daha
kötü..."
Peygamber
(s.a.a), ümmetini kasıp kavuracak olan fitneleri, duçar olacakları faciaları ve
büyük olayları sezip bilmişti. Bu olaylar, Peygamber'in de en büyük
musibetlerinden olacaktı.
Sonra
Ebu Müveyhibe ile konuşmaya başladı. Şöyle buyurdu:
"Bana
dünyanın hazineleri ve orada ilelebet yaşamak, ardından ondan sonra da cennet
verildi. Ben, Rabbime kavuşmayı ve cenneti seçtim."
Ebu
Müveyhibe hiç beklemeden:
"Anam
babam sana feda! Neden dünyanın hazinelerini ve orada ilelebet yaşamayı,
ardından ondan sonra da cenneti kabul etmiyorsun?" dedi.
Peygamber
(s.a.a), Allah-u Teala'ya kavuşmaya olan şiddetli iştiyakından şöyle dedi:
"Hayır!
Allah'a andolsun ki, ben Rabbime kavuşmayı seçtim."
Sonra
da Baki'de yatanlar için bağışlanma dileğinde bulunup evine geri döndü.[126]
Peygamber
(s.a.a), halifesi ve ilim şehrinin kapısı İmam Ali (a.s) aleyhine bir komplo
düzenlenmekte olduğunu açık bir şekilde görüyordu. Bu yüzden isyan ve
itaatsizlik ruhunu bastırmak için, direnenler ve diğerlerini Rumlarla savaşmak
üzere cihat meydanına göndermeyi uygun gördü. Bir ordu hazırlanmasını emretti.
Muhacirler ve Ensar'ın ileri gelenlerinin de bu orduya katılmasını istedi.
Katılmasını istedikleri arasında Ebu Bekir, Ömer, Ebu Ubeyde ve Beşir b. Sa'd
de vardı.[127]
Ordunun
komutanlığını henüz gençliğinin baharında olan Üsame b. Zeyd'e verdi. Böylece
Üsame, bu yaşlı ileri gelenlerin de komutanı oldu. Peygamber (s.a.a) ona şöyle
buyurdu:
"Babanın
öldürüldüğü yere kadar git ve oraları atlarına çiğnet. Ben seni bu ordunun
komutanı kıldım. Sabah erkenden Übna[128]
ehline hücum et ve onları ateşe ver. Haberiniz onlara ulaşmadan sen onlara
ulaş. Eğer Allah onlara karşı sana zafer verirse, aralarında fazla kalma.
Yanına yol rehberleri al. Gözcülerin ve öncü birliklerin olsun…"
Sefer
ayının yirmi birinci günü Peygamber (s.a.a) ashabı arasında orduya katılmama ve
emre karşı gelme eğiliminin baş gösterdiğini gördü. Hasta hâliyle evinden
dışarı çıktı, orduyu hareket etmeye teşvik etti, sancağı kendi eliyle bağladı
ve Üsame'ye şöyle buyurdu:
"Allah'ın
adıyla ve Allah yolunda savaşa çık ve Allah'a kâfir olanlarla savaş."
Üsame,
sancağı bağlanmış hâlde yola çıktı. Sonra sancağı Büreyde'ye verdi ve Cüref'te
karargâhını kurdu.[129]
Ashaptan
bazıları, orduya katılmakta ağır davranarak emre itaatsizlik ettiler. Çünkü
Peygamber'in (s.a.a) hayatının son saatlerini yaşadığını anlamışlardı.
Ömer,
Üsame'ye şöyle derdi: "Sen benim komutanım olduğun hâlde Resulullah
(s.a.a) öldü."[130]
Üsame'yi
komutan olarak atadığı için Peygamber'i (s.a.a) tenkit etmeye başlayıp orduya
katılmakta ağır davrandılar. İncitici sözleri Peygamber'e (s.a.a) ulaştı. Ateşi
yükselmiş, şiddetli bir baş ağrısı da başlamıştı. Peygamber (s.a.a) sinirlendi ve
başını bağlamış, kadifesine bürünmüş olduğu hâlde evinden dışarı çıktı. Çok
üzgündü. Minbere çıktı ve onlara ne kadar öfkelendiğini açığa vurarak tenkit
edenlere seslendi ve şöyle dedi:
"Ey
insanlar! Üsame'yi komutan yapmamla ilgili bazılarınızdan bana ulaşan sözler de
ne?! Şimdi Üsame'yi komutan yapmama itiraz ettiğiniz gibi, daha önce de
babasını komutan yapmama itiraz etmiştiniz. Allah'a yemin ederim ki o,
komutanlığa lâyık biriydi. Ondan sonra da oğlu buna lâyıktır…"
Sonra
minberden indi ve:
"Üsame'nin ordusunu donatın! Üsame'nin ordusunun
hazırlıklarını tamamlayın! Üsame'nin ordusunu hemen gönderin! Allah Üsame'nin ordusuna katılmaktan
vazgeçenlere lânet etsin!" buyurarak evine girdi.[131]
Fakat
bu şiddetli emirler, onları harekete geçirmeye yetmedi. Peygamber'in (s.a.a)
hayatının son saatlerinde bu ordunun yola çıkmasına verdiği bunca önem, onların
yüreklerini yumuşatmadı. Orduya katılmamak için çeşitli mazeretler ileri
sürdüler. Fakat Peygamber (s.a.a), bu mazeretlerin hiçbirini kabul etmedi.
Bilakis, onlara sinirlenip öfkelendi.
Bu
son derece önemli olay üzerinde biraz düşünen kimse, bu olaydan aşağıdaki
sonuçları çıkarır:
1-
Peygamber'in (s.a.a), ordunun bir an önce Medine'den hareket etmesine bu kadar
önem vermesi ve bu orduya katılmayanlara lânet etmesi, şu hususu açık bir
şekilde ortaya koymaktadır: Peygamber, başkentin İmam Ali karşıtı gruptan
boşalmasını ve böylece İmam'ın halifeliği meselesinin kolay bir şekilde ve
selâmetle sonuçlanmasını istiyordu.
2-
Üsame'nin komutanlığına itiraz edip ordusuna katılmayanlar, Peygamber'in
ölümünü beklemekten başka bir amaç taşımıyorlardı. Tek amaçları, Peygamber'den
sonra iktidarı ele geçirmekti. Medine'den uzakta oldukları bir sırada Peygamber
(s.a.a) vefat edecek olsaydı, artık iş işten geçmiş olacak ve kaçınılmaz olarak
hilâfet ellerinden çıkacaktı.
3- Peygamber'in (s.a.a), ordunun komutanlığını ashap
içerisindeki Ebu Bekir, Ömer ve İbn Cerrah gibi yaşlı başlı kimselere
vermemesinin nedeni, onların hilâfete lâyık olmadıklarını bildirmekti. Açıktır
ki eğer Peygamber (s.a.a) ordunun komutanlığını onlara verseydi, bunu hilâfetin
kendi hakları olduğunun delili olarak kullanırlardı. Peygamber (s.a.a), ümmetin
bütünlüğünün dağılmaması için komutanlığı Üsame'ye vererek bu kapıyı onların
yüzüne kapamış oldu.
Peygamber'in
(s.a.a), ordunun komutanlığına Üsame gibi gençliğinin baharını yaşayan, on
dokuz yaşındaki veya ondan biraz büyük bir genci getirmesindeki hikmet şu idi:
1- Peygamber'in ashabı ve ailesi içerisinde yaşça İmam
Ali'den daha büyük olanların var olmasına rağmen yaşça onlardan daha küçük olan
İmam Ali'nin (a.s) halife olmasına karşı çıkılmasının önüne geçmek. Çünkü
Üsame, yaşça İmam Ali'den daha küçük olduğu hâlde Peygamber (s.a.a) ordunun
komutanlığını ona vermişti.
2-
İdare ve yönetim bilgi ve becerisi olmadan sırf yaşça büyük olmakla yüksek
makamlara getirilmenin doğru olmadığını ilân etmek. Peygamber (s.a.a) bu konuda
şöyle buyurmuştur:
"Kim
içlerinde kendisinden daha üstün olan birinin var olduğunu bildiği hâlde
Müslümanlardan bir grubun önüne geçerse, Allah'a, Resulü'ne ve Müslümanlara
hıyanet etmiştir."[132]
Yine
şöyle buyurmuştur:
"Kim
içlerinde daha liyakatli birinin olduğunu bildiği hâlde Müslümanlardan birini
bir göreve getirirse, Allah'a, Resulü'ne ve bütün Müslümanlara hıyanet
etmiştir."[133]
İslâm,
yönetime işi bilen ehil ve emin insanların getirilmesine büyük önem verir.
Çünkü yönetimde asıl olan, toplumun yararına olanı gözetmek, insanlardan
toplanan malları çarçur etmemek, harcamalarda kamu yararını dikkate almak, hak
ve adalet temeline dayalı bir politika izlemektir. Açıktır ki bunlar,
yaşlılıkla değil, iman ve idare gücüyle olacak şeylerdir.
3-
Peygamber (s.a.a), Üsame'yi komutan yaparak Müminlerin Emiri İmam Ali'nin
düşmanlarının hızlarını kesti, güçlerini kırdı ve morallerini bozdu.
Kızgınlıklarından Üsame'nin komutan yapılmasını eleştirmeye ve Peygamber
(s.a.a) hakkında ileri geri konuşmaya başladılar. Peygamber (s.a.a) Refik-i
A'lâ'ya kavuşuncaya kadar da ağır davranıp orduya katılmadılar.
Bunlar,
Peygamber'in (s.a.a) Üsame'yi komutan yapmasının hikmetiyle ilgili bazı
hususlardır ki, açık bir şekilde İmam Ali'nin aleyhinde tertiplenmiş bir
komplonun varlığını ortaya koymaktadır.[134]
Peygamber
(s.a.a), ashaptan bazılarının hilâfeti İmam Ali'den almak için sözbirliği
ettiklerini anlamıştı. Ömrünün son saatlerini yaşamakta olan Peygamberimize bu
çok ağır gelmiş, acılarını artırmıştı. Peygamber (s.a.a) bunların açık bir
direnç içinde olduklarını ve Üsame'nin ordusuna katılmamakta direttiklerini
görünce, ümmetini yanlış yollara sapmaktan korumak için bir başka yolu denemek
istedi. Bu amaçla şöyle buyurdu:
"Bana
kürek kemiği ve divit getirin de size bir yazı yazayım, ondan sonra asla
sapmayasınız…"[135]
Ne
paha biçilmez bir nimetti bu! Eğer bu nimetin değerini anlayabilselerdi,
kendileri ve nesilleri için saadeti eksiksiz olarak elde etmiş olacaklardı.
Resulullah (s.a.a), Müslümanların ilelebet sapmayacağı garantisini veriyordu.
Hattab'ın oğlu, Resulullah'ın (s.a.a) kastını anlamıştı. Allah'ın kitabı ve öz
soyundan olan Ehl-i Beyt'ini vasiyet edecekti. Bu nedenle âdeta bir zorbalık
örneği sergileyerek Peygamber'in isteğine şiddetle karşı çıktı ve:
"Allah'ın
kitabı bize yeter!" dedi.
Bu söz, "Tertemiz Ehl-i Beyt'ini vasiyet etmene gerek
yoktur." anlamına geliyordu. Açıktır ki eğer Resulullah'ın (s.a.a)
hilâfeti kendisi için vasiyet edeceğine ya da hudutları koruma, cihat veya
İslâm'ın başka hükümleri ile ilgili bir vasiyette bulunacağına ihtimal verseydi,
bu cüreti gösterip karşı çıkmazdı. Fakat o, Peygamber'in ne istediğini
anlamıştı. Bu yüzden şiddetle karşı çıkarak işi bozdu. Peygamber'in huzurunda
kavga ve çekişme çoğaldı. Kadınlar perdenin arkasından feryat ettiler:
"Resulullah'ın
ne söylediğini duymuyor musunuz?!"
Ömer
hiddetlendi ve kadınlara bağırdı:
"Sizler
Yusuf'a gönlünü kaptıran kadınlar gibisiniz. Hastalandığı zaman gözlerinizi
sıkıyorsunuz, iyileştiği zaman da boynuna biniyorsunuz."
Ömer'in
bu sözleri Peygamber'i çok üzdü. Gözünün ucuyla ona bakarak:
"Onları
(kadınları) kendi hâllerine bırakın; hiç şüphesiz, onlar sizden daha
iyidirler." buyurdu.
Resulullah'ın
vasiyetinin yazılmasını isteyen cephe neredeyse başarılı olacaktı ki, adamın
biri ortaya atıldı ve Peygamber'in isteğinin yerine getirilmesine engel
olabilmek için:
"Peygamber
sayıklıyor!" diye bağırdı.
İslâm,
bunun gibi bir musibet görmüş müdür acaba?! Peygamberler efendisine sayıklama
isnadında bulunulabilir mi?!
İnsanlar
âdeta ilk cahiliye dönemlerine geri dönmüşlerdi. Peygamber'in (s.a.a) konumunu
unutmuş ve ona karşı bu küstahlığı yapmışlardı.
Bu
facia, Müslümanlarla ebedî mutlulukları arasına girdi ve nesiller boyu
sapmalardan selâmet kalmalarına engel oldu.
İbn
Abbas, bu acı ve üzücü olayı her hatırladığında kendini ağlamaktan tutamazdı.
Gözyaşları inci taneleri gibi yanakları üzerinde yuvarlanır ve şöyle derdi:
"Ah
Perşembe günü! Ne acı bir gündü! Resulullah (s.a.a), 'Bana kürek kemiği ve
divit getirin de size bir yazı yazayım, ondan sonra asla sapmayasınız.'
buyurdu, 'Resulullah sayıklıyor!' dediler."[136]
Resulullah'a
(s.a.a) sayıklama isnadında bulundular. Oysa Allah'ın aziz kitabı, onun,
hayatının tüm merhalelerinde kemalin en doruk noktasında olduğunu
bildirmektedir. Allah'ın ayetlerine kulak verin:
1-
"Arkadaşınız (uzun süre bir arada bulunup iyice tanıdığınız Muhammed)
ne saptı, ne de şaşırdı. O, arzusuna göre konuşmaz. Onun söylediği, ancak
vahyedilen bir vahiydir. Ona, çetin kuvvetlere sahip olan (Cebrail)
öğretti."[137]
2-
"Bu (Kur'an), güvenilir, sözü dinlenilen, Arş'ın sahibi katında
itibarlı, pek güçlü ve değerli bir elçinin (Cebrail'in) sözüdür. Arkadaşınız
(Muhammed) deli de değildir."[138]
Peygamber'i
sayıklama ve eksiklikten tenzih eden bunların dışında başka ayetler de vardır.
Ne var ki bu insanlar, iktidar ve saltanat üzerinde kavga ettiler, dünyaya
aldandılar, doğru yoldan saptılar ve ümmeti fitnelerin, sıkıntıların ve
olayların içine attılar.
Seyyidetü'n-Nisa
Hz. Zehra (s.a), canından çok sevdiği babasının acılar içinde, "Vah üzüntülerim!"
dediğini görünce, âdeta yıkıldı ve büyük bir üzüntüye kapılarak:
"Senin
üzülmene dayanamam, babacığım!" dedi.
Peygamber
(s.a.a), aziz kızına bakınca gözlerinin buğulandığını gördü. Ona acıdı ve:
"Bu
günden sonra artık babanın üzüntüsü bitiyor." dedi.
Peygamber'in
(s.a.a) kalbi, kızının bu mahzun hâline dayanamadı. Hüznünü gidermek için
kızını yanına oturttu. Sonra kulağına bir şeyler fısıldadı. Bu sözleri duyunca
kendini tutamadı, gözleri dolu dolu oldu. Peygamber tekrar kızının kulağına bir
şeyler fısıldadı. Bu kez yüzünde bir tebessüm belirdi. Aişe, bu duruma şaşırdı.
Fatıma'ya yaklaşıp:
"Bugüne
kadar hüzne bu kadar yakın bir sevinç görmedim!!" diyerek babasının
kendisine ne söylediğini sordu. Yüzünü ondan çevirerek cevap vermedi. Günler
geçtikten sonra, ilkin ağlamasının, ardından sevinmesinin sebebiyle ilgili
olarak şöyle dedi:
"Babam
bana şu haberi verdi: Cebrail her yıl iki defa Kur'an'ı benimle mukabele
ederdi, bu yıl bir defa mukabele etti. Bunu, ecelimin geldiğinin işareti olarak
görüyorum."
Ağlamasının
sebebi buydu. Sevinmesinin sebebiyle ilgili olarak ise şöyle dedi:
"Babam
bana şu haberi verdi: Ehl-i Beyt'imden bana ilk kavuşacak olan sensin. Ben
senin için iyi bir öncüyüm. Bu ümmetin kadınlarının efendisi olmaya razı olmaz
mısın?"[139]
Peygamber
(s.a.a), bu sözle Seyyidetü'n-Nisa'nın üzüntüsünü hafifletti. Yakında kendisine
kavuşacağını ve kendisinden sonra sayılı günler yaşayacağını ona haber verdi.
Resulullah'ın
(s.a.a) vücudunun bir parçası olan sevgili kızı evine gitti ve babasının iki
torununu yanına alarak geri döndü. Yürekleri yakan gözyaşlarını akıtarak
babasına:
"Baba!
Bu ikisi senin evlâtların! Miras olarak onlara bir şey bırak."
Peygamber
(s.a.a) onları bağrına basıp öpmeye başladı, kişiliğini oluşturan üstün
özelliklerinden ve sahip olduğu yüce değerlerden bir kısmını onlara akıtarak
şöyle buyurdu:
"Heybetimi
ve şerefimi Hasan'a, cesaretimi ve cömertliğimi Hüseyin'e verdim."[140]
İki
torun, dedelerinden peygamberliğin kemallerini, şerefini, taşıdığı değerler ve
kıymetleri miras alarak kalktılar.
Peygamber'in
(s.a.a) yanında hastalanmadan önce yedi dinar vardı. Allah-u Teala canını
alırken o dinarların yanında olmasından korkarak ailesine onları sadaka olarak
vermelerini emretti. Fakat onlar Peygamber'in hastalığıyla ilgilendikleri ve
kendisine hizmet ettikleri için Peygamber'in kendilerine emrettiği şeyi
unuttular. Hastalığından ayıldığında, o dinarları ne yaptıklarını sordu. Hâlâ
yanlarında durduğunu söylediler. Hemen o dinarları getirmelerini emretti.
Getirdiklerinde onları avucuna koyarak:
"Bunlar
yanında olduğu hâlde Allah ile karşılaşırsa, Muhammed'in Rabbine zannı ne
olur?" dedi.
Sonra
onları sadaka olarak Müslümanların fakirlerine verdi[141]
ve yanında dünyanın çerçöpünden hiçbir şey olmadığı hâlde dünyadan göçtü.
Büyük
Kurtarıcı Hz. Peygamber'in (s.a.a) en büyük görevini yerine getirdikten sonra peygamber
kardeşlerinin mekânı olan Firdevs-i A'lâ'ya göçme zamanı gelmişti. Ölüm Meleği,
içeri girmek için kendisinden izin istedi. Ölüm Meleği'nin yanına gelmek için
izin istediği ilk insandı o. Hz. Zehra, kapıda durup içeri girmek için izin
isteyen bu kişiyi tanımadı. Ona, Peygamber'in kendi derdiyle uğraştığını,
dolayısıyla da onu kabul edemeyeceğini söyledi. Ama o, tekrar izin istedi.
Zehra, yine ona, Resulullah'ın kendisiyle uğraştığını ve onu kabul edebilecek
durumda olmadığını söyledi. Fakat o, üçüncü kez izin istedi. Peygamber (s.a.a)
gözlerini açtı ve vücudunun bir parçası olan Zehra'ya:
"Onu
tanıyor musun?" dedi.
"Hayır,
ya Resulallah!" dedi.
"O;
kabirleri abat eden, evleri yıkan ve beraber olanları birbirinden ayıran
kimsedir." dedi.
Resulullah'ın
(s.a.a) sevgili kızı kendinden geçti. Yüreği buna dayanacak gibi değildi. Ruhu
bedeninden ayrılıyor gibiydi.
"Vah
babacığım! Peygamberlerin sonuncusu ölüyor! Vah musibetim! Takvalıların en
iyisi ölüyor! Vah hasretim! Gökten vahiy kesiliyor! Artık seninle konuşmaktan
mahrum kalıyorum!"
Peygamber'in
(s.a.a) kalbi parçalandı. Sevgili kızını teselli etmeye çalıştı:
"Ağlama!
Çünkü ailemden bana ilk kavuşacak olan sensin…"[142]
Ölüm
Meleği Peygamber'in (s.a.a) karşısında temessül edince şöyle dedi:
"Ya
Resulallah! Allah-u Teala beni sana gönderdi ve bana emrettiğin her hususta
sana itaat etmemi emretti. Eğer canını almamı emredersen, canını alırım; eğer
canını almadan bırakıp gitmemi emredersen, bırakıp giderim."
Peygamber
(s.a.a) şaşırarak sordu:
"Bunu
yapacak mısın ey Ölüm Meleği?"
"Bana
bu emredildi. Her emrine itaat edeceğim." dedi.
Bu
sırada Resulullah'a (s.a.a) Cebrail nazil oldu ve:
"Ya
Ahmed! AllahTeala seni özlemiştir."[143]
Peygamber'in
vücudunun bir parçası olan Zehra, babasının o anlarda kendisinden ayrılacağını
anlayınca kendinden geçti, üzüntüsü onu çok uzaklara götürdü. İki torun da
kendilerini dedelerinin üzerine attılar. Gözlerinden yürek yakıcı yaşlar
boşanıyordu. Peygamber torunlarını öpüyor, onlar da dedelerini öpüyorlardı.
Müminlerin Emiri, onları dedelerinden uzaklaştırmak istedi. Peygamber (s.a.a):
"O
ikisini rahat bırak da benden faydalansınlar, ben de onlardan faydalanayım.
Benden sonra başlarına büyük felâketler gelecektir…"[144]
Sonra
Peygamber (s.a.a) orada bulunanlara döndü ve:
"Ben
sizin aranızda Allah'ın kitabını ve öz soyumdan olan Ehl-i Beyt'imi bıraktım.
Allah'ın kitabını zayi eden, sünnetimi zayi etmiş gibidir; sünnetimi zayi eden,
Ehl-i Beyt'imi zayi etmiş gibidir. Bu ikisi, havuzun başında bana kavuşuncaya
kadar asla birbirinden ayrılmazlar…" dedi.[145]
Sonra
kardeşi ve ilim şehrinin kapısı olan İmam Ali'ye döndü ve:
"Başımı
kucağına koy; Allah'ın emri gelmiştir. Ruhum göçüp gittiğinde onu al ve yüzüne
sür. Sonra beni kıbleye yönelt ve (cenaze) işlerimle uğraş. Bana ilk sen namaz
kıl. Beni kabrime koyuncaya kadar yanımdan ayrılma ve aziz ve celil Allah'tan
yardım dile." dedi.[146]
İmam,
Peygamber'in (s.a.a) başını alıp kucağına koydu. Sağ elini de çenesinin altına
uzattı. Ölüm Meleği, Peygamber'in büyük ruhunu almaya başladı. Peygamber,
Allah-u Teala'nın ayetlerini okuyordu. Nihayet büyük ruhu akıp çıktı. İmam, onu
alıp yüzüne sürdü. Sonra da oradakilere, Peygamber'in ruhunu teslim ettiğini
haber verdi.
Yer
sarsıldı, adalet ışığı söndü ve Allah'ın insanlığa gönderdiği o büyük lütfu,
insana yolunu aydınlattıktan ve onu doğru yolu ilettikten sonra karargâhına
doğru yükseldi.
Müslümanlar
bu büyük facianın karşısında metanetlerini kaybettiler. Peygamber'den sonra
insanların sabredecek güçleri kalmamıştı.
Peygamber
(s.a.a) bu dünyadan göçmüş, diriliğinin nuru batmıştı. Hüzünler dünyasında hiç
unutulmayacak bir gündü o gün!
Kadınlar
perişan bir hâlde sokaklara dökülmüş, yüzlerini dövüyorlardı. Müminlerin
anaları örtülerini başlarından indirmiş, sinelerini dövüyorlardı. Ensar
kadınları figan etmekten boğazlarını yırtmışlardı.[147]
Peygamber'in
(s.a.a) ölümünden dolayı en büyük acıyı ise, onun bir parçası olan
Seyyidetü'n-Nisa yaşıyordu. Kendisini babasının naaşı üzerine atmış, acı acı
ağlıyor, babası için ağıtlar yakıyordu. Şöyle diyordu:
"Vah
babam vah! Cebrail'e ölüm haberini vereyim! / Vah babam vah! Yeri Firdevs
cennetidir. / Vah babam vah! Rabbi çağırınca icabet etti."[148]
Müslümanlar
olayın şokundaydılar. Yer, onları şiddetle sarsmıştı. Kimi şoktan donakalmış,
kimi figan edip ağlıyordu. Keşke ölselerdi de bu günü görmeselerdi diye arzu
ediyorlardı.
İmam
Ali, Peygamber'in (s.a.a) mübarek naaşını defin için hazırlamaya başladı. Önce
ona gusül verdi.[149]
Gusül verirken şöyle diyordu:
"Anam
babam sana feda olsun ya Resulallah! Sağlığında da tertemiz ve hoş kokulu idin,
ölü iken de tertemiz ve hoş kokulusun."[150]
Guslü
tamamladıktan sonra onu kefenlerine sardı. Sonra onu sedirin üzerine koydu. O
büyük naaşa, ilk önce Arş'ın üstünden yüce Allah salât etti. Sonra Cebrail,
ardından Mikail, ardından İsrafil, sonra da grup grup melekler ona namaz
kıldılar.[151]
Müslümanlar
da grup grup içeri girdiler. Mukaddes naaşa son kez bakıp vedalaştılar ve namaz
farizasını yerine getirdiler.
Müslümanlar
o büyük naaşa namaz kıldıktan sonra İmam Ali kalktı ve naaş-ı şerifi son
makamına defnetti. Defnedilen, Allah-u Teala'nın yeryüzünde yarattığı en büyük
şahsiyetin naaşı idi. İmam, kabrin kenarında durdu ve gözyaşlarıyla kabrin
topraklarını ıslatarak şöyle ağıt yaktı:
"Sabretmek
güzeldir, ama sana değil. Sabırsızlık etmek kötüdür, ama senden dolayı değil.
Musibetin gerçekten büyüktür. Bu musibet, senden önce de, senden sonra da büyük
mü büyüktür."[152]
O
gün adalet bayrakları dürülmüş oldu; insanın hayatının akışını değiştiren, onu
ufuklarında hiçbir parıltı görülmeyen karanlık bir hayattan kurtarıp
mazlumların ahlarını dindiren, mahrumların inlemelerine son veren güvenli bir
hayata kavuşturan o İlâhî nur gözlerden kayboldu.
Ehl-i
Beyt (a.s), kaygıların en şiddetlisini yaşmaya başladılar. Kureyş ailelerinden
dolayı içlerine büyük bir korku düştü. Çünkü İmam Ali (a.s), İslâm yolunda
onları kılıçtan geçirmişti. İmam Sadık'ın (a.s) bir hadisinde şöyle geçer:
"Peygamber
(s.a.a) vefat edince Ehl-i Beyt'i, sanki onları gölgeleyen bir gök ve taşıyan
bir yer yokmuş gibi (korku içinde) sabahlamaya başladılar. Çünkü Peygamber,
uzak ve yakın birçok kişiyi kılıçtan geçirmişti…"[153]
Ehl-i
Beyt'in zor ve sıkıntılı günleri başlamış oldu. Kureyş, onları merkezlerinden
uzaklaştırmaya başladılar. Allah'ın onlar için istediği makama ulaşmalarına
engel oldular. Peygamber'in (s.a.a) vefatından daha elli yıl geçmemişti ki,
Ehl-i Beyt'ini Kerbelâ sahrasında kılıçtan geçirdiler; başlarını mızrakların
ucuna takıp şehir şehir dolaştırdılar; kızlarını esir edip yüzlerini uzak yakın
herkese seyrettirdiler.
İslâm
tarihinde, İslâm dünyasının gelişmelerinde önemli bir rol oynayan, yıkıcı
dalgaları günümüze kadar uzanan, safları bölüp parçalayan, birliği bozan, Müslümanlara
yıkım ve felâketten başka bir şey getirmeyen Sakife hadisesi kadar korkunç bir
siyasî olay olduğuna inanmıyorum.
Sakife
olayı, Peygamber'in (s.a.a) ebediyete intikali hadisesinden sonraki korku ve
baskı ortamının ürünü idi. Kur'an-ı Kerim, daha önce Peygamber'in vefatından
sonraki tehlikenin boyutundan bahsetmiş, şöyle buyurmuştu: "Muhammed
ancak bir peygamberdir. Ondan önce nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi
eğer o ölür veya öldürülürse, topuklarınız üzerinde gerisin geri mi
döneceksiniz?! Kim iki topuğu üzerinde gerisin geri dönerse, Allah'a hiçbir
zarar vermez. Şükredenleri ise Allah mükâfatlandıracaktır."[154]
Bu
olay, İslâm ümmetinin yer küresinde ilim ve hikmet pınarlarını fışkırtan büyük
kurtarıcısının vefatından sonra duçar olacağı içinden çıkılmaz buhranlar ve
kara günlerin habercisiydi. Bu bir geriye dönüş ve dinden çıkış hareketiydi.
Yüce Allah'ın şeriatını yıkma hareketiydi. Tahrip gücü oldukça yüksek büyük bir
depremdi.
Peygamber'in (s.a.a) cansız bedeni ölüm döşeğinde
duruyordu ve kabir onu insanların gözlerinden daha gizlememişti ki,
Müslümanların saflarında bölünmeler başladı. İktidarı ele geçirme ve
memleketlerin servetlerine konma kavgasına tutuştular. Müminlerin Emiri İmam
Ali (a.s), durumun vahametini şu sözleriyle anlatıyor:
"Allah,
Resulü'nü -sallallahu aleyhi ve âlih- yanına alınca bir topluluk, topukları
üzerinde geriye döndü; farklı yollara saparak helâk oldular; sırdaşlarına
güvendiler; yakın akraba olmayanlarla iyi ilişkiler kurdular; sevmekle
emrolundukları sebebi (Ehl-i Beyt'i) terk ettiler; binayı sağlam temelinin
üzerinden taşıyıp, olması gereken yerden başka bir yerde inşa ettiler. Onlar,
bütün yanlışların madenleri ve her fenalığa dalanın kapılarıdırlar."[155]
Çıban
iyileşmeden, Peygamber gömülmeden alelacele iktidarı ehil olmayan kişilere
verdiler. Peygamberlerinin Ehl-i Beyt'ini yalnız bıraktılar; kederlerini
yudumlasınlar, uykusuzluğu yastık edinsinler, dertleri ve hüzünleriyle baş başa
kalsınlar. Onları sonu gelmeyen olaylar ve facialar içine attılar. İktidar,
Emevîler ve Abbasîler gibi Allah'ın en kötü yaratıklarının eline geçti. Onlar
da, Ehl-i Beyt'e zulmetmekte ellerinden geleni fazlasıyla yaptılar. Allah
rahmet etsin Kâşifü'l-Gıtâ'ya; diyor ki:
"Vallahi
olmazdı Kerbelâ, Sakife olmasaydı! / Belliydi o kökün böyle bir dalının
olacağı!"
Kerbelâ
faciası, Peygamber'in şehri Medine'nin mubah edilmesi, Kâbe'nin yakılması,
Arapların kisrası Muaviye'nin Büsr b. Ertat, Mugire b. Şube ve Ziyad b. Ebih
gibi cani valilerinin Müslümanlara musallat olması gibi büyük facialar,
hilâfetin Kur'an-ı Kerim'in denkleri olan Ehl-i Beyt'ten alınmasından
kaynaklanan olaylardır.
Her
neyse, şimdi bahsimizin konusu olan Sakife olayına dönelim. Bu konuyu, bilimsel
mantıktan uzak olan taklidî duygulardan soyutlanmış olarak büyük bir titizlikle
inceleyeceğiz. Bizce, İslâm akidesinin temel meselelerinden olan bu tür
konularda bu yöntem esas alınmalıdır ve biz bundan asla kaçmayız.
Sakife,
Ensar'ın toplantı yeri ve danışma merkezi idi. Peygamber'in (s.a.a) vefatından
sonra orada son derece gizli bir toplantı düzenlediler. Aralarında Hazrec
kabilesinin büyüğü Sa'd b. Ubade[156]
de vardı. Toplantıda hilâfet meselesini ve önemini ele aldılar. Siyasî ve
sosyal geleceklerinin şekillenmesinde hilâfetin müspet rolüne değindiler.
Kendilerinin şirke karşı İslâm'a verdikleri destekten, bu yoldaki
cihatlarından, çabalarından bahsettiler. Kısaca konuyu enine boyuna
tartıştılar.
Sa'd
hasta idi. Konuşmasını meclistekilere duyuramıyordu. O söylüyor, yakınlarından
biri sözlerini oradakilere duyuruyordu. Konuşmasının metni şudur:
"Ey
Ensar topluluğu! Sizin dinde parlak bir geçmişiniz, İslâm'da tartışılmaz bir
faziletiniz vardır. Arapların hiçbir kabilesi, sizin nail olduğunuz bu şerefe
nail olmamıştır. Muhammed (s.a.a) kavminin içerisinde on küsur sene kaldı,
onları Rahman'a ibadet etmeye, O'na ortak koşmamaya, putlara tapmaktan
vazgeçmeye çağırdı. Kavminden az bir grup hariç kimse ona iman etmedi. Bu az
grubun Allah'ın Elçisi'ni (s.a.a) koruma, dinini üstün kılma, kendilerine
yapılan zulmü defetme güçleri yoktu. Nihayet yüce Allah üstünlüğün size ait
olmasını dileyince, saygınlığı size doğru yöneltti, nimeti size mahsus kıldı.
Allah'a ve Resulü'ne iman etmeyi, onu ve ashabını korumayı, onu ve dinini
yüceltmeyi, düşmanlarıyla savaşmayı size nasip etti. Peygamber'in düşmanlarına
karşı en amansız mücadeleyi siz verdiniz. Düşmanlarına en ağır siz geldiniz.
Bunun sonucunda Araplar, isteyerek veya kerhen Allah-u Teala'nın emrine boyun
eğdiler; uzaktaki kabileler küçülerek teslim oldular. Böylece aziz ve celil
Allah, Resulü'nün ayaklarını yere sağlam basmasını sağladı. Araplar sizin
kılıçlarınızla ona baş eğdiler. O, sizden razı olarak, sizden yana gözü aydın
olarak ruhunu yüce Allah'a teslim etti. O hâlde bu işi (hilâfeti) başkaları
değil, siz üstlenin. Çünkü o, başkalarının değil, sizin hakkınız."
Konuşması
bitince Ensar tereddüt etmeden onu desteklediler ve ona itaat edeceklerini
bildirdiler. Şöyle dediler:
"Görüşünde
isabetlisin, sözün doğrudur. Senin görüşünün dışına çıkmayız. Seni bu işin
başına getiriyoruz. Çünkü sen bizim aramızda sevilen ve sayılan birisin;
müminlerin ve Salihlerin de buna razı olacağını düşünüyoruz."[157]
Böylece
Ensar, Hazrec kabilesinin reisini önderleri olarak seçtiler ve ümmetin
önderliğine aday olmasına rıza gösterdiklerini açıkladılar.
Ensar'ın
önderinin konuşması şu hususları içeriyor:
1-
Ensar övülüp taltif ediliyor. İslâm'ın garip olduğu zor günlerinde ona yardım edenin,
bu uğurda güzel bir sınav verenin onlar olduğu vurgulanıyor. Dolayısıyla da
hilâfetin onların hakkı olduğu ileri sürülüyor. Çünkü kâr, zarar riskine
girenin olur.
2-
Hilâfet konusunda Ensar, Peygamber'e karşı direnen ve getirdiği nuru söndürmek
için savaşlar açan Kureyş'ten daha önceliklidir.
Ensar'ın
büyüğü, konuşmasında bu iki hususa vurgu yapıyor. Fakat Peygamber'in Ehl-i
Beyt'ine ve Ehl-i Beyt'in büyüğü olan İmam Ali'nin hilâfete daha lâyık olduğuna
ve hilâfetin onun hakkı olduğuna değinmiyor. Bu konuda olumlu veya olumsuz bir
görüş belirtmiyor.
Burada
şunu sorgulamamız gerekir: Peygamber'in (s.a.a) naaşı daha gözlerinin
önündeyken Ensar, neden yıldırım hızıyla böyle bir toplantı düzenleme
ihtiyacını duydu? Bunun birkaç sebebi olduğunu düşünüyorum:
Birincisi: Ensar,
Kureyş'ten olan Muhacirlerin iktidarı ele geçirmekte ve onu İmam Ali'nin
elinden almakta kararlı olduğunu anlamıştı. Bu hususta hiçbir tereddütleri
yoktu. Aşağıdaki gelişmeler de bunu destekliyordu:
1-
Muhacirler, Gadir-i Hum'da İmam Ali için alınan biati kesinlikle
reddedeceklerini ilân etmişlerdi. "Muhammad zannetti ki, bu iş amcası oğlu
için oldu bitti. Ama bu iş olmayacaktır." demişlerdi. Onların bu sözü
Medine'de dilden dile dolaşmıştı.
2-
Muhacirlerin ileri gelenleri, Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra yönetimin
İmam Ali'nin eline geçeceğinden korkarak Üsame'nin ordusuna katılmaktan imtina
etmişlerdi. Ensar, bunun farkındaydı.
3-
Muhacirlerden bazıları, zorbalığa başvurarak Peygamber'in (s.a.a) tarih boyunca
ümmeti için başarı ve selâmeti garantileyecek olan vasiyetini yazdırmasına
engel olmuşlardı. İlkin:
"Allah'ın
kitabı bize yeter." demişlerdi.
Sonra
daha ileri giderek:
"Adam
sayıklıyor." demişlerdi.
Onlar,
Peygamber'in (s.a.a) İmam Ali için hilâfeti vasiyet edeceğini bilmeselerdi,
sayıklama ithamında bulunarak vasiyetin yazılmasına engel olurlar mıydı?!
İkincisi: Ensar,
Kureyş'in İmam Ali'ye karşı kin beslediğini ve İmam'ın en inatçı düşmanlarından
olduğunu biliyordu. Bu hususta hiçbir kuşkuları yoktu. Çünkü İmam, onların
kanlarını akıtmıştı; ileri gelenlerinin kafalarını uçurmuştu. Emevîlerin
efendisi Osman b. Affan, bunu açıkça dile getirmişti. İmam'a şöyle demişti:
"Kureyş
sizi sevmiyorsa ne yapayım?! Bedir günü onlardan yetmiş kişiyi öldürdünüz!
Yüzleri kızarmış ve burunları ağızlarından önce harekete geçmişti."[158]
Bakın
Osman, Kureyşlilerin Bedir Savaşı'nda İmam'ın kılıcıyla öldürülen ölülerinden
dolayı duydukları acı ve üzüntüyü nasıl tasvir ediyor!
Kureyş,
bu kanların kinini güdüyor ve İmam'dan intikam almak peşindeydi. Kureyş
şairlerinden olan Ken'anî, Kureyş'i İmam'a karşı kışkırtma amacı taşıyan
şiirinde şöyle diyor:
"Bir
tay, kocaman beygirlere galip gelerek / Bütün meydanlarda sizi rezil etti. /
Allah aşkına, yoksa bütün bunları unuttunuz mu? / Onurlu bir insan bazen
hatırlayıp da utanır. / İşte sonunuzu getiren Fatıma'nın[159]
oğlu. / Kiminizi boğazladı, kiminizi boğazlamadan öldürdü. / En iyisi, ona bir
haraç verin de öldürücü darbelerinden korunun. / Zelil bir insanın yaptığı gibi
biat edin de bitsin. / Nerede koca çınarlar? Nerede zor durumlarda
dayanaklarımız? Nerede Mekke vadisinin ziyneti?"[160]
Kureyşlilerin
İmam'a karşı duydukları kin ve düşmanlığın dakik bir tasviri yapılmıştır. Şair,
onlardan ölülerinin kanını yerde koymamalarını ve İmam'dan intikam almalarını
istiyor. İbn Ebi'l-Hadid'in naklettiği üzere Ömer b. Hattab, İmam camiye
geldiğinde meclisinde hazır bulunan Kureyşlilere döner, babalarını,
kardeşlerini, amcalarını öldürenin İmam olduğunu onlara hatırlatırdı. İmam,
Ömer'in bu sözünden hoşlanmamış ve üzerine şöyle bağırmıştı:
"Ey
Hattab'ın oğlu! İnsanları bana karşı kışkırtmak mı istiyorsun? Döktüğüm bu
kanların tümünü İslâm yolunda dökmüştüm!" Ki Ömer, bu İslâm adına hilâfet
koltuğuna oturmuştu.
Her
neyse; Kureyş İmam'ı sevmez, ona karşı düşmanlık beslerdi. İbn Tavus el-Yemanî,
babasından, İmam Zeynelabidin'e (a.s) şöyle sorduğunu rivayet eder:
"Kureyş'in
derdi neydi ki Ali'yi sevmezdi?"
İmam
ona şu cevabı verdi:
"Çünkü
Ali, onların ilkini cehenneme yollamış, sonuna zillet yaşatmıştı…"[161]
Kureyşlilerin
İmam'a kin duyması ve düşmanlık beslemesi gün gibi aşikârdı. Allah'ın ve
Resulü'nün onun için istediği ümmetin liderliği ve önderliği makamına
getirilmesine mani olanlar da onlardı. Nitekim Osman b. Affan'ın
öldürülmesinden sonra kendisine biat edilince kıyameti kopardılar, hükümetine
başkaldırıp isyan ettiler, Cemel ve Sıffin savaşlarını meydana getirdiler ve
nihayet hükümetine son verdiler.
Bu
nedenle Ensar, Muhacirlerin yönetimi ele geçirmesi durumunda kendilerine yıkıcı
darbeleri indireceklerinden korkuyorlardı. Çünkü Ensar Müslümanlar, hem İmam'ı
seviyorlardı, hem de Bedir ve diğer savaşlarda Kureyş'ten öldürülenlerin
kanlarına ortaktılar.
Üçüncüsü: Kureyşliler,
Ensar'a da kin duyuyordu. Çünkü evlerini yas ve ağıta boğan İslâm ordusunun bel
kemiğini onlar oluşturuyordu. Ensar, onlardan korkmuşlardı. Bu yüzden panik
içinde Sakife'de toplanmışlardı. Ensar'ın düşünürlerinden olan Hubab b. Münzir,
Sakife'de soydaşlarına hitap ederek şöyle demişti:
"Fakat
biz hilâfetin sizden sonra oğullarını, babalarını ve kardeşlerini öldürdüğümüz
kişilerin eline geçmesinden korkuyoruz…"[162]
Nitekim
Hubab'ın soydaşları için korktuğu şey fiilen gerçekleşti. Halifelerin kısa
süreli iktidarları sona erince, hüküm Emevîlerin eline geçti. Onlar da
Medinelileri aşağılama ve perişan etme adına ellerinden geleni yaptılar.
Arapların kisrası diye adlandırdıkları Muaviye, onlara deyim yerindeyse kan
kusturdu. Ondan sonra oğlu ve halefi Yezid iş başına gelince de, tarihin
kasavet ve fecaatte benzerine şahit olmadığı Harre faciasını meydana getirerek
Medinelilerin kanlarını, mallarını ve namuslarını askerlerine mubah etti.
Dördüncüsü: Peygamber
(s.a.a) Ensar'a, kendisinden sonra yaşayacakları zulmü haber vermiş, şöyle
buyurmuştu:
"Benden
sonra bir bencillikle karşılaşacaksınız; sabredin, dayanın ki havuzun başında
benimle buluşasınız…"[163]
Başlarına
gelecek bu felâketten de korkmuşlardı. Bu yüzden alelacele Sakife'de toplanmış,
bu bencillik ve zulmün önüne geçmek istemişlerdi. Öyle zannediyorum ki Ensar'ı,
Sâide Oğulları Sakifesi (Gölgeliği)'nde toplanmaya sevk eden etkenler bunlardı.
Sa'd'ın
yukarıdaki konuşmasında, ansızın Müslümanların başına gelen bu büyük
musibetten, yani insanlık âleminin önderi ve büyük kurtarıcısı Peygamber'in
ölümünden hiç söz edilmemiştir. Sa'd, konuşmasında bir iki kelime ile de olsa
bu musibete hiç değinmemiştir. Aynı şekilde, Kur'an-ı Kerim'in dengi olan Ehl-i
Beyt'i de tamamen unutmuştur. Bu musibetten dolayı Peygamber'in kardeşi, ilim
şehrinin kapısı ve Peygamber'e göre tıpkı Musa'ya göre Harun gibi olan
Emirü'l-Müminin'e taziyelerini de sunmamıştır. Bundan da gaflet göstermiştir.
Gadir-i Hum günü ona biat ettiğini de unutmuştur. Evet, bütün bunları unutmuş,
kendisi ve soydaşları için çağrı yapmıştır.
Sa'd,
bu tutumuyla büyük bir hata yapmıştır. Bu süratle böyle bir toplantı
düzenlemesini haklı kılacak hiçbir gerekçe yoktur. O, bu tutmuyla Müslümanları
sonsuz fitneler ve sıkıntılara sokmuş ve büyük bir şerrin içine atmıştır.
Bu
toplantının neticesinde Peygamber'in tertemiz Ehl-i Beyt'i çok feci olaylar ve
acı musibetler yaşadı. Hilâfet, Peygamber'in azatlı kölelerinin ve onların
çocuklarının (Emevîlerin) eline düştü. Onlar da bir ganimet olarak gördükleri
hilâfeti, şehvetlerine ve isteklerine ulaşma aracı edindiler. Emevîlerden sonra
da İslâm hilâfeti, zulüm ve zorbalıkta Emevîlerden hiçbir farkları olmayan
Abbasîlerin eline geçti. Şair, onlar hakkında şöyle der:
"Abbas
Oğulları'ndan biri ümmetin başında oldukça zulüm sona ermez."
Her
neyse, Sa'd, Halid b. Velid'in eliyle yaşayacağı kaderi yaşadı. Halid,
ravilerin zikrettiği üzere, onu öldürdü ve cesedini bir kuyuya attı.
Sakife
hareketinin kahramanı Ömer, Peygamber'in vefat haberi karşısında ilginç ve
önemli bir tavır sergiledi. O, bu tavrıyla inisiyatifi ele almak, kafaları
karıştırmak ve Müslümanların başına halife seçmek için harekete geçilmesini
önlemek istiyordu. Çünkü Peygamber (s.a.a) vefat ettiği sırada arkadaşı Ebu
Bekir Medine'de değildi, Sunh'ta[164]
idi. Ömer, Ebu Bekir'i çabucak alıp gelmesi için birini gönderdi. Kendisi de,
çocukları ve sade insanları peşine takarak Medine caddeleri ve sokaklarında
dolaşmaya başladı. Kılıcını çekmiş yüksek sesle bağırıyordu:
"Münafıklardan
bazıları, Resulullah'ın öldüğünü sanıyorlar.
Vallahi o ölmedi. Fakat İmran oğlu Musa nasıl Rabbine doğru (Tur dağına)
gittiyse, o da Rabbine gitti. Vallahi Resulullah dönecektir ve onun öldüğü
şayiasını çıkaranların ellerini ve ayaklarını kesecektir."
İnsanların
kafası karıştı. Şüphe dalgaları her tarafa yayıldı. Ömer'in, Peygamber'in
(s.a.a) hayatta olduğuna dair iddiasını mı doğrulasınlar -ki bu onların en
büyük ve en değerli arzusu idi- yoksa gözleriyle gördükleri Peygamber'in ailesi
arasında yerde yatan cansız bedenine mi?
Ömer,
"Resulullah öldü." diyen birine rastladığında kılıcıyla onu
vuruyordu. Kükrüyor, köpürüyor ve bu şayiayı çıkaranların elleri ve ayaklarının
kesileceği tehdidini savuruyordu.
Ömer'in
bu tavrı üzerinde biraz durmamız gerekir. Bu tavrı birkaç yönden
sorgulamalıyız:
1-
Ömer, gerçekten de Peygamber'in (s.a.a) ölmediğine mi inanıyordu? Oysa Kur'an-ı
Kerim, her insanın ölüm kadehini yudumlayacağını açıkça bildirmiştir. Yüce
Allah şöyle buyurmuştur: "Yeryüzünde bulunan herkes fanidir. Yalnız
Rabbinin yüce ve kerim zatı baki kalır."[165]
Yine
şöyle buyurmuştur: "O'nun zatından başka her şey yok olucudur."[166]
Yine
şöyle buyurmuştur: "Her can ölümü tadacaktır."[167]
Özellikle
Peygamberi (s.a.a) hakkında da şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz sen
öleceksin, onlar da ölecekler."[168]
Yine
buyurmuştur ki: "Şimdi eğer o ölür veya öldürülürse, topuklarınız
üzerinde gerisin geri mi döneceksiniz?! Kim iki topuğu üzerinde gerisin geri
dönerse, Allah'a hiçbir zarar vermez. Şükredenleri ise Allah mükâfatlandıracaktır."[169]
Bu
ayetler, sarih ifadelerle Peygamber'in (s.a.a) dünya hayatından ayrılacağını
bildirmektedir. Bu ayetler Ömer'e gizli mi kalmıştı?
2-
Peygamber'in (s.a.a) kendisi, hem Veda Haccı'nda, hem de hacdan döndükten sonra
Medine'de, yakın bir zamanda öleceğini Müslümanlara haber vermişti. Ömer de,
kesinlikle başkaları gibi bunu duymuştu.
3-
Ömer'in kendisi, Resulullah'ın (s.a.a) vefatından önce ordu komutanı olan
Üsame'ye şöyle derdi: "Sen benim komutanım olduğun hâlde Resulullah
(s.a.a) öldü."
Bütün
bu emareler şunu gösteriyor: Ömer, sırf siyasî amaçla Peygamber'in öldüğünü
inkâr ediyordu.
4-
Ömer, Peygamber'in (s.a.a) ölüm haberini yayanların ellerinin ve ayaklarının
kesilmesi suretiyle cezalandırılacağını söylüyordu. Bu cezalandırmanın
gerekçesi neydi? Ortada kişinin dinden irtidat etmesini, İslâm dairesinin
dışına çıkmasını gerektirecek bir durum mu vardı? Keşke halife bunu bize
açıklasaydı!
Ebu
Bekir Sunh'tan dönüp geldi. Ömer onunla birlikte Peygamber'in (s.a.a) evine
girdi. Ebu Bekir, Peygamber'in mübarek yüzünden örtüyü açtı. Hareketsiz bir
bedenle karşılaştı. Dışarı çıktı ve:
"Kim
Muhammed'e tapıyorduysa, bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim de yüce Allah'a
tapıyorduysa, bilsin ki Allah daima diri ve ölümsüzdür." diyerek âdeta
Ömer'in mesnetsiz sözlerini yalanladı. Ardından şu ayeti okudu:
"Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce nice peygamberler
gelip geçmiştir. Şimdi eğer o ölür veya öldürülürse, topuklarınız üzerinde
gerisin geri mi döneceksiniz?! Kim iki topuğu üzerinde gerisin geri dönerse,
Allah'a hiçbir zarar vermez. Şükredenleri ise Allah mükâfatlandıracaktır."
Ömer,
Ebu Bekir'e hiçbir itiraz etmedi, söylediklerini tasdik etti. Kendisi bu
hususta şöyle diyor: "Vallahi, bu sözü işitince bir adım ileri veya geri
gidemedim; olduğum yere yığılıp kaldım. Ayaklarım beni taşımıyordu. Artık
Resulullah'ın (s.a.a) öldüğünü anlamıştım."[170]
Şüphesiz
Ömer'in önce feveran edip Peygamber'in (s.a.a) öldüğünü şiddetle inkâr etmesi,
ardından Ebu Bekir geldikten sonra da feveranın dinmesi, bütün bunlar, açıkça
hilâfeti Peygamber'in Ehl-i Beyt'inden almak hususunda Peygamber'in vefatından
önce bir plânın var olduğunu göstermektedir.
Doğu
bilimci Lamens, Peygamber'in vefatından önce Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Ubeyde
el-Cerrah'ın hilâfeti Ehl-i Beyt'ten almak hususunda bir plânlarının var
olduğunu yazarak şöyle diyor:
"Başını
Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Ubeyde el-Cerrah'ın çektiği Kureyş hizbi, mevcut durumun
gereği veya aniden ve kendiliğinden ortaya çıkmış bir oluşum değildi; tam
tersine, sağlam temeller üzerine oturtulmuş gizli bir plânın ürünü idi. Bu
plânın kahramanları, Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Ubeyde el-Cerrah idi. Aişe ve Hafsa
da bu hizbin üyelerindendiler."
Adı
geçen şahısların tavır ve tutumlarını dikkatle incelediğimizde bu plânın eskiye
dayandığını ve Peygamber'in (s.a.a) hayatı döneminde temellerinin
sağlamlaştırıldığını görürüz. Üsame ordusuna katılmakta ağır davranmaları,
Peygamber'in vasiyetini yazdırmasına engel olmaları ve benzeri tavırları,
hilâfeti Ehl-i Beyt'ten almak için çok eskiye dayanan bir plânlarının olduğunu
vurgulamaktadır.
Şuna
da değinmeden edemeyeceğim: Müslümanlar arasında Muhammed'e (s.a.a) tapan veya
yüce Allah'ı bırakıp da onu Rab edinen biri mi vardı ki, Ebu Bekir kalkıp,
"Kim Muhammed'e tapıyorduysa, bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim de yüce
Allah'a tapıyorduysa, bilsin ki Allah daima diri ve ölümsüzdür." diyordu?!
Bütün Müslümanlar, onun Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna, vahyini almak ve
mesajlarını iletmek için onu seçtiğine inanmıyorlar mıydı?! Bu konuda ittifak
hâlinde değiller miydi?! Dolayısıyla bu sözler yerine, Peygamber'i
kaybettikleri için Müslümanlara başsağlığı dilemesi ve bu büyük kaybın
boyutlarını onlar için açıklaması gerekmez miydi?!
Ensar,
sağlam bir iradeye ve sabit bir azme sahip değillerdi. Zaafa kapılıp geri adım
atmaları an meselesiydi. Önderleri Sa'd'ın konuşmasından sonra birbirlerine
şöyle diyorlardı:
"Ya
Kureyş'e mensup muhacirler boyun eğmezlerse? 'Muhacirler, Peygamber'in ilk
ashabı, onun aşireti ve yakınları bizleriz.' derlerse, neye dayanarak bu konu
üzerinde onlarla çekişeceksiniz?"
İçlerinden
bazıları şöyle dediler:
"O
zaman biz de deriz ki: Bir emir bizden, bir emir de sizden olsun. Bundan
aşağısına razı olmayız."
Bu
sözler, Ensar'ın Muhacirlerin kararlılığı karşısında döküleceklerinin ilk
işaretleri idi. Sa'd, kavminin duçar olduğu zaaf ve geri adım atmayı görünce:
"Bu,
ilk zaaftır …" dedi.[171]
Evet;
bu, ilk ve son zaafın ta kendisiydi. Bu sözler, Ensar'ın siyasî bir bilince
sahip olmadıklarını ve aralarındaki çekişmenin sürdüğünü gösteriyordu.
Ensar'ın
yenilgiye uğraması ve inisiyatifi elinde bulunduramamasının bir sebebi de, Evs
ve Hazrec arasındaki kabile savaşları idi. Bu iki kabile arasında uzun
zamanlardan beri silâhlı çatışmalara kadar yol açan kinler ve husumetler vardı.
Son savaşları, Peygamber'in (s.a.a) kendilerine hicret etmesinden önce vuku
bulan Buğas Savaşı idi. Peygamber (s.a.a) kendilerine hicret edince, aralarında
sevgi ve kaynaşmayı yaymaya çalıştı. Fakat birbirlerine karşı olan kinleri
tamamen ortadan kalkmış değildi. Sakife günü bu açık bir şekilde kendini
gösterdi. İçlerinden bazıları Sa'd'a biat etmek isteyince, Evs kabilesinin
büyüğü Üseyd b. Huzayr onu kıskandı ve kavmine şöyle dedi:
"Allah'a
yemin ederim ki, eğer Sa'd'ı bir kez yönetime getirirseniz, (Hazrecliler) size
karşı sonsuza dek bu üstünlüğü sürdürürler ve size ondan hiçbir pay vermezler.
Kalkın ve Ebu Bekir'e biat edin…"[172]
Bu
olay, Evs ve Hazrec'in birbirlerine karşı içlerinde gizlice duran kinlerinin
boyutunu göstermektedir. Buna ilâve olarak, Hazreclilerden Sa'd ailesine mensup
bazıları da Sa'd'ı kıskanıyorlardı. Onlardan biri, Beşir b. Sa'd el-Hazrecî'dir
ki, kalkıp Ebu Bekir'e biat etti. Kureyş hizbi, sayıca az olmalarına rağmen
Ensar'daki bu zaaf ve iç çekişmeyi kendi lehlerine kullanmayı başararak
yönetimi ele geçirdiler.
Ensar,
hilâfet konusunu ve Kureyş Muhacirlerine karşı takınacakları tavrı kendi
aralarında görüştükleri bir sırada, Evs kabilesinden olan Uveym b. Sâide ve
Ensar'ın müttefiklerinden olan Muan b. Adiy kimsenin fark etmeyeceği bir
şekilde toplantıyı terk ederek Ebu Bekir ve Ömer'e koştular. Ensar'ın Sakife'de
toplandığını ve Sa'd b. Ubade'yi hilâfete seçmek istediklerini onlara haber
verdiler. Ebu Bekir, hiç vakit kaybetmeden Ömer, Ebu Ubeyde el-Cerrah ve Ebu
Huzeyfe'nin azatlısı Salim ile birlikte süratle hareket ettiler. Yolda
başkaları da onlara katıldı.[173]
Ensar'ı toplantı hâlinde bastılar. Sa'd onları görünce rengi değişti. Ensar'a
endişeli bir sessizlik hâkim oldu.
Ömer
sessizliği bozmak istedi. Ama Ebu Bekir buna mani oldu. Çünkü Ömer'in haşin ve
katı biri olduğunu biliyordu. Huşunet ve katılık, kinler ve husumetlerin
hortlayabileceği böyle hassas durumlarda işe yaramazdı. Burada siyasî maharet,
yumuşak sözcükler ve insanların sevgisini kazanma çabası devreye girmeliydi.
Ebu
Bekir usta bir konuşmacı olarak söze başladı. Yumuşak kelimeler ve güler yüzle
Ensar'a hitap etti. Şöyle dedi:
"Biz muhacirler ilk
önce Müslüman olan insanlarız. Bizim soyumuz diğer insanlardan daha şereflidir.
Bizim yurdumuz en ortadadır. Bizim yüzlerimiz daha güzeldir. Resulullah'ın
(s.a.a) en yakın akrabaları biziz. Siz de İslâm'da bizim kardeşlerimizsiniz.
Dinde ortaklarımızsınız. Yardım ettiniz ve bizi kendinizle eşit tuttunuz. Allah
sizi hayırla ödüllendirsin. Bu da gösteriyor ki, biz emir, siz de vezirsiniz.
Araplar, Kureyş'in bu oymağından başkasına boyun eğmez. O hâlde Allah'ın
verdiği lütuflar hususunda kardeşleriniz olan Muhacirlerle yarışmayın. Sizin
için halife olarak şu iki adamdan -Ömer b. Hattab ve Ebu Ubeyde b. Cerrah'ı kastediyor- birine razı
oldum."[174]
Ebu
Bekir'in konuşması birçok soruyu beraberinde getirmektedir. Onlardan bazıları
şunlardır:
1-
Ebu Bekir, Büyük Kurtarıcı'nın (s.a.a) vefatıyla hiç ilgilenmiyor. Oysa bu
olay, Müslümanların yaşadığı en büyük acıydı. Dolayısıyla her şeyden önce,
Arapları çöl yaşamından kurtaran, onların dinine ve dünyasına en büyük iyiliği
etmiş olan Peygamber'in (s.a.a) vefatından dolayı Müslümanlara başsağlığı
dilemeliydi. Sonra, Resulullah'ın (s.a.a) hilâfeti kimseye vasiyet etmediği ve
Gadir-i Hum'da İmam Ali'yi ümmetin imamı ve önderi olarak tayin etmediği
farzıyla, onları bütün kesimlerin katılacağı geniş kapsamlı bir toplantı
düzenleyip halife seçme işini oraya bırakmaya çağırmalıydı.
2-
Bu konuşma da, tıpkı Sa'd'ın yukarıda aktardığımız konuşması gibi, iktidar
kavgasından başka bir şey içermemektedir. Ebu Bekir, Ensar'dan Kureyş
Muhacirleri lehine iktidardan vazgeçmelerini istiyor ve buna karşılık onlara
vezirlik vadediyor. Ancak üzücüdür ki, iktidarı ele geçirdikten sonra sözünü
tutmuyor ve yönetimde Ensar'a hiçbir makam vermiyor, onları yönetimin tüm
kademelerinden uzaklaştırıyor.
3-
Ebu Bekir, Kur'an-ı Kerim'in dengi olan veya binenlerin kurtulduğu,
binmeyenlerin suda boğulup gittiği Nuh gemisi gibi olan nübüvvet hanedanını, bu
hanedanın -mütevatir rivayetler gereği- Peygamber'e göre tıpkı Musa'ya göre
Harun gibi olan büyüğü İmam Ali'yi tamamıyla unutuyor.
4-
Ebu Bekir'e yakışan, Peygamber'in (s.a.a) cenaze işleri bitinceye kadar
beklemesiydi. Sonra da hilâfetin meşruiyet kazanması, Müslümanlar arasında
bölünmelerin meydana gelmemesi ve -Ömer'in daha sonra nitelendirdiği gibi- Ebu
Bekir'in hilâfetinin bir oldu bitti olarak nitelendirilmemesi için ilk derecede
tertemiz Ehl-i Beyt'in görüşü alınmalıydı.
Allâme
Şerefüddin, Ebu Bekir'in biat alırken tertemiz Ehl-i Beyt'i ihmal etmesi ve
onlara itinasız kalmasına şöyle bir not düşer:
"Farz
edelim ki, Âl-i Muhammed'den (Ehl-i Beyt'ten) hiçbir kimsenin hilâfetine dair
bir nass yoktu; soy, sop, ahlâk, cihat, ilim, amel, iman ve ihlâsta belirgin
bir üstünlükleri bulunmamaktaydı; fazilet yarışı meydanlarında kimseden öne
geçmemişlerdi ve diğer sahabîlerden hiçbir farkları yoktu; ama acaba -hilâfet
meselesi çözüme kavuşana kadar güvenliği sağlama işini geçici olarak askerî
komutanlığa bırakmak suretiyle de olsa- Resulullah'ın (s.a.a) cenaze işleri
bitene kadar biat alma işini erteleyip onların da bu işe katılmasını beklemek gerekmez
miydi?! Buna mani şer'î, aklî veya örfî bir neden mi vardı?!"
"Bu
miktar beklemek, Peygamber'in yanlarındaki emanetleri ve aralarındaki
yadigârları olan bu acılı ve kederli aile açısından daha uygun ve daha doğru
bir davranış değil miydi?! Yüce Allah, 'Andolsun, size kendinizden olan öyle
bir peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir; size pek düşkün,
müminlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.'[175]
buyurmuştur. Ümmetin sıkıntıya düşmesi kendisine böyle ağır gelen, ümmetin
mutluluğuna bu kadar düşkün olan, onlara karşı çok şefkatli ve merhametli olan
bu peygamberin Ehl-i Beyt'inin incitilmemesi, sıkıntıya uğratılmaması, yara
daha iyileşmeden, Peygamber daha kabrine konulmadan böyle bir sürprizle
karşılaşmaması, onun hakkı değil miydi?!"[176]
5- Ebu Bekir, hilâfetin Ensar'ın değil, Kureyş
Muhacirlerinin hakkı olduğunu onların Resulullah'ın (s.a.a) en yakın akrabaları
olduğuna dayandırıyor ve bu gerekçeyle onlara galebe çalıyor. Hiç şüphesiz bu
gerkçe, Ehl-i Beyt'te fazlasıyla mevcuttu. Onlar, Resulullah'ın (s.a.a) en
yakın akrabalarıdırlar. Tabir caizse, Resulullah (s.a.a) ile et tırnak
gibidirler. Muhacirlerin Ensar'a karşı ileri sürdükleri bu delil Müminlerin
Emiri İmam Ali'ye (a.s) iletilince şöyle buyurdular:
"Ağacın
gövdesini kanıt gösterip meyvesini zayi ettiler."
İmam
Ali (a.s), Ebu Bekir'e de şu sözlerle hitap etmişti:
"Eğer
şûra ile Müslümanların başına geçtiysen / Görüş belirtecek olanlar gaip iken bu
nasıl olur?! / Eğer hasmınıza karşı Peygamber'e yakınlığı delil olarak ileri
sürdüyseniz / Senden başkası Peygamber'e daha evlâ ve daha yakındır."
Müminlerin
Emiri (a.s) bir hadisinde de şöyle buyuruyor:
"Allah'a
yemin ederim ki, ben onun -yani Peygamber'in- kardeşi, velisi, amcazadesi ve
ilminin vârisiyim. O hâlde ona benden daha evlâ ve daha yakın kim var?..."
Ebu Bekir'in hilâfete daha lâyık olduğunu Peygamber'in
(s.a.a) de mensup olduğu Kureyş kabilesinden olmasına dayandırmasına Şia
kelâmcıları eleştiriler yöneltmiş ve şerhler düşmüşlerdir. İslâm şairi Kumeyt
şöyle der:
"Sizin
(Ehl-i Beyt) hakkınız ile Kureyş başımıza geçti / Önce o yaşlıları, sonra da
ardından gelen ikisi / Bunu babaları ve analarından miras aldıklarını
söylediler / Oysa ne babaları, ne de anaları bunu onlara miras bırakmamıştı /
İnsanların saygı duymaları gereken bir üstünlüklerinin olduğunu söylüyorlar /
Haşimîler buna daha müstahak iken bizi aptal yerine mi koydular?"
Üstat
Muhammed Gilânî der ki:
"Ebu
Bekir, Muhacirlerin Peygamber'in akrabaları olduğu gerekçesiyle hilâfetin kendi
hakları olduğunu söylüyor. Eğer Peygamber'in mirasını almanın dayanağı
akrabalık ise, adalet ve insaf, hilâfetin Ali b. Ebu Talib'e verilmesine
hükmeder. Çünkü Peygamber'in en yakın akrabası Abbas idi ve (bu gerekçeyle)
hilâfet onun hakkıydı. Fakat o, Ali lehine bu hakkından feragat etmişti.
Dolayısıyla bu hak ve bu makam, sadece ve sadece Ali'ye yetişirdi."[177]
Her
neyse, insanlar böylece bilerek veya bilmeyerek nübüvvet Ehl-i Beyt'inden,
İslâm'ın ilim ve hikmet merkezlerinden yüz çevirdiler. Bunun sonucunda da en
girift zorluklar ve en acımasız facialarla karşılaştılar.
6-
Ebu Bekir, kendisini ümmetin önderi ve yetkili kişisi yerine koyarak Ömer b.
Hattab'ı ve Ebu Ubeyde b. Cerrah'ı hilâfete aday gösteriyor. Oysa onun Üsame
ordusunda bir asker olduğunu biliyoruz. O, bu siyasî manevrayla kendini
hilâfette gözü olmayan biri olarak lanse ederek Ensar'ın gönlünü kazanmaya,
duygularına hâkim olmaya çalışıyor. Ömer de hemen şu sözüyle ona karşılık
veriyor: "Sen hayatta olduğun müddetçe bu olmaz. Kimse seni Resulullah'ın
oturttuğu makamından geri itemez."
Araştırmacılardan
bazıları burada şöyle bir not düşmüşlerdir: "Resulullah'ın (s.a.a) ne
zaman Ebu Bekir'i hilâfet makamına oturttuğunu bilmiyoruz. Fakat şunu biliyoruz
ki, o ve Kureyş'ten olan diğer Muhacirler Üsame ordusunda asker idiler. Eğer
onu hilâfete aday göstermiş olsaydı, onu kendisiyle birlikte Medine'de tutar,
cihat meydanlarına göndermezdi…"[178]
Bunlar,
Ebu Bekir'in konuşmasına yönelik bazı mülâhazalarımızdır.
Sakife
toplantısı, Sa'd'ı destekleyenlerle Muhacirle ve Ensar'dan destekçileri
arasında zorlu bir mücadele sahnesine dönüştü. Toplantı siyasî çıkarlar,
kişisel tutkular ve kabile asabiyetlerinin gölgesi altında geçti. Aralarında
olabilecek en şiddetli çekişme yaşandı. İşte bu çekişmeden bir resim:
Ömer
ileri çıktı ve Ensar'a hitaben sert ve yaralayıcı sözler söyledi. Şöyle dedi:
"Heyhat! İki kılıç
bir kına girmez. Allah'a yemin ederim ki, Araplar, peygamberleri sizden başka
bir topluluğa mensupken sizin emirliğinize razı olmazlar. Ama Araplar,
peygamberlerinin mensup olduğu kavmin emirliği elinde bulundurmasına engel
olmazlar. Araplardan bize karşı çıkan olursa da elimizde böyle tartışılmaz bir
delil ve açık bir kanıt vardır. Biz Muhammed'in dostları ve aşiretiyken, batıla
dalan, günaha meyleden veya kendini tehlikeye atan birinden başka kim
Muhammed'in iktidarı ve emirliği hususunda bizimle tartışabilir?!…"[179]
Ömer'in
hasmına galebe çalmak için ileri sürdüğü delilin özeti şudur: Araplar,
Peygamber ailesinden olmayan bir şahsa boyun eğmez, onun egemenliğini kabul
etmezler. Bu, aslında çürük bir delildir. Çünkü yüce İslâm dini sadece
Arapların dini değildir. Bu din, bütün insanların dinidir. Dolayısıyla bütün
Müslümanların ortak meselesi olan bu konu, Arapların hoşnutluğu veya
hoşnutsuzluğuyla ilgili bir konu değildir.
Kaldı
ki, bu delil kendi aleyhine dönecek bir delildir. Çünkü Muhacirler, nebevî
ailenin içinden değillerdir. Peygamber (s.a.a) ailesinin merkezinde bulunan
kişi, onun kardeşi, amcazadesi, iki torununun babası İmam Ali'dir. Aynı itirazı,
Ebu Bekir'in sözlerine de yöneltmiştik.
Hubab
b. Münzir ayağa kalktı ve Ömer'i reddederek şöyle dedi:
"Ey
Ensar topluluğu! İktidarınıza sahip çıkın. Bu adamın ve arkadaşlarının sözlerini
dinlemeyin. Onlar sizin bu işteki payınızı elinizden alırlar. Eğer sizin
istediğinize uymazlarsa, onları yurtlarınızdan çıkarın ve onlara rağmen bu
işleri siz ele alın. Allah'a yemin ederim ki, siz bu işte onlardan daha çok hak sahibisiniz. Çünkü sizin
kılıçlarınız sayesinde insanlar bu dine boyun eğdiler. Ben bu işin temel taşı
ve heybetli koluyum (bu işin erbabıyım). Ben arslan inindeki avlanma çağına
gelmiş arslan yavrusuyum. Allah'a yemin ederim ki, eğer isterseniz, onu
(Muhacirler için) köksüz bir dala çeviririz. Allah'a yemin ederim ki, kim benim
söylediğime karşı çıkarsa, kılıçla burnunu dağıtırım…"[180]
Hubab'ın
bu şiddet ve feveran içerikli sözleri şu hususları içeriyordu:
1-
Muhacirler hilâfetin Ensar'ın elinde olmasını kabul etmezlerse, onları
Medine'den çıkaralım.
2-
Muhacirler Ensar'ın davetini kabul etmezlerse, onlarla savaşalım.
3-
Kendini övüp yüceltti, kendisinin en çetin meydanlara dalacak yiğitlerden
olduğunu vurgulayıp görüşünde kendisiyle tartışan veya görüşünü reddeden
kimsenin burnunu dağıtacağını ifade ediyor.
Ömer,
öfkeyle ona cevap verdi. "O zaman Allah seni öldürür!" dedi.
Hubab
ona, "Tam tersine, Allah seni öldürür!" dedi.
İki
taraf arasında şiddetli bir sözlü kavga yaşandı. Fitnenin çıkması ve kanların
akıtılması an meselesiydi.
Ebu
Bekir, ustalığı, yumuşaklığı ve Ensar'a yönelik okşayıcı sözleriyle duruma
hâkim oldu. Hizbinin üyeleri de yıldırım hızıyla ona biat elini uzattılar. Ona
ilk biat eden, devletinin kurucusu Ömer b. Hattab idi. Sonra Beşir, Üseyd b.
Huzayr, Uveym b. Sâide, Ebu Ubeyde el-Cerrah, Ebu Huzeyfe'nin azatlısı Salim,
Halid b. Velid ve hizbinin diğer adamları biat ettiler. Sonra da bunlar, güç
kullanarak insanları Ebu Bekir'e biat etmeye zorladılar. İçlerinde en şiddetli
davrananları da Ömer b. Hattab idi. Kırbacı çok işe yaramıştı. Biate
yanaşmayanları onunla biate zorluyordu. Ensar'ın "Sa'd'ı öldürdünüz!"
dediklerini duyunca:
"Öldürün
onu! Allah onun canını alsın! O, fitne çıkarmak istiyordu." dedi.[181]
Böyle
terör estirilen bir havada Ebu Bekir'e biat alındıktan sonra, ona tabi olanlar,
gelin götürür gibi onu Resulullah'ın (s.a.a) mescidine götürdüler.
Peygamber'in
(s.a.a) naaşı daha ölüm döşeğinde duruyordu. Mezar onu insanların gözlerinden
gizlememişti. İmam Ali, Peygamber'in (s.a.a) cenaze işleriyle uğraşıyordu. Ebu
Bekir'e biat edildiği haberini alınca İmam (a.s) içinde bulunduğu durumu şu
şiirle ifade etti:
"Gaileler
Zeyd'i helâk edince bazı kimseler / Dilediklerini söylemeye ve taşkınlık
yapmaya başladılar!"[182]
İşte
Ebu Bekir'e, birçok kuşku ve soruyu beraberinde getiren böyle bir sürat ve
aceleyle biat edildi.
Ömer,
Ebu Bekir'in yapılan biate kahredici bir eleştiri yöneltmiş ve o meşhur
cümlesini söylemiştir:
"Ebu
Bekir'e yapılan biat, oldu bittiye getirilen bir işti ki, Allah Müslümanları
onun şerrinden korudu. Bir daha bir kimse sizi benzeri bir şeye çağırırsa, onu
öldürün."[183]
Ebu
Bekir'e yapılan biatin mahiyetini teşhir eden ve eleştirinin en acımasız
renklerini barındıran bu cümle şu hususları içermektedir:
1-
Ebu Bekir'e yapılan biat, oldu bittiye getirilen bir işti. Oldu bittiye
getirilen iş demek; şer barındıran, yanlış olan ve sonuçları düşünülmeden
aniden yapılan iş demektir. Bu söz, kötüleme ve yerme kapsamında söylenebilecek
en ağır ifadelerdendir.
2-
Yüce Allah'ın, Müslümanları bu yanlış işin şerrinden ve kötü sonuçlarından
koruduğu dile getiriliyor.
3-
Böyle bir biate çağıranın öldürülmesi isteniyor.
Ömer'in
bu sözü, Ebu Bekir'e yapılan biatin sağlam temellere ve doğru mantığa dayanmadığını
ortaya koyuyor.
Ebu
Bekir'e yapılan biat birçok eleştiriye maruz kalmıştır. Onlardan bazıları
şunlardır:
1-
Bu biatte Kur'an'ın dengi olan Ehl-i Beyt'in görüşü alınmamıştır. Onlar bu işin
tamamen dışında tutulmuş, ihmal edilmiş ve dikkate alınmamışlardır.
2-
Biat, seçimin meşruiyetinde şart koşulan ehl-i hall ve akd sayılan kimselerin
tamamının katılımıyla gerçekleşmemişti.
3-
Biat, gizli bir mekânda gerçekleşmişti; umumun katıldığı bir yerde
gerçekleşmemişti.
Abdulvahhab
en-Neccar diyor ki:
"Ebu
Bekir'in seçilme şeklini bilenler, bu konudaki istişarenin çok eksik olduğunu
görür. Çünkü bu gibi durumlarda Müslümanların toplanacakları bir mekânın
belirlenmesi ve insanlara önceden haber verilmesi gerekir. Makul olan
budur…"[184]
4-
Müslümanların birçoğundan kendi özgür iradeleriyle değil, zorla Ebu Bekir'e
biat alındı. Biatin gerçekleşmesinde Ömer'in kırbacının rolü büyük oldu.
5- Ebu Bekir'e biat edenler, biatlerinin zımnında ona,
biatin sıhhatinin şartı olan Allah'ın kitabı ve Peygamber'in (s.a.a) sünneti
üzere hareket etmeyi şart koşmadılar.
Bunlar,
Ebu Bekir'e yapılan biate yönelik bazı eleştirilerdir.
Ensar'ın
yıldızı söndü. Zillet ve horluk, kâbus gibi üzerlerine çöktü. Hassan b. Sabit,
şu beyitlerinde onların hezimetini şöyle dile getirmiştir:
"Peygamber'e
yardım ettik ve onu barındırdık. Gecelerin ve belânın bir insana dönmesinden
korkmadık. Kolay bir şekilde elde edilen deve etini şereflice paylaşırcasına;
elimizde avucumuzda ne varsa onlarla yarı yarıya paylaştık. Bizden onlara
yönelik bu iyiliğin karşılığı ise, kadir bilmezlik oldu. Bu, adalet
değildir."[185]
Ensar,
halifeler ve sultanların birçoğunun döneminde mihnetler ve belâlara maruz
kaldılar. Bu sıkıntılar ve mihnetler, onların Ehl-i Beyt'in hakkını
tanımamalarının ve haklarında işledikleri zulmün karşılığı olarak onlara geri
dönüyordu. Çünkü Ehl-i Beyt'in hakkının ellerinden alınmasının kapısını onlar
açmıştı.
Kureyşliler
Ebu Bekir'in yönetimin başına geçmesine sevindiler. Bunu kendileri için büyük
bir başarı olarak gördüler. Çünkü bu, onların yönetimde sözlerinin geçeceği ve
menfaatlerinin korunacağı anlamına geliyordu. Kureyşli Ebu Abre bir şiirinde
şöyle diyor:
"Övgüye
lâyık olana şükürler olsun ki, inatlaşma gitti de Sıddık'a (Ebu Bekir'e) biat
edildi. Bundan sonra artık Sa'd'ın (Sa'd b. Ubade'nin) ayakları kayıp da yanlış
yapmaz. O, sadece akılsız birinin kapılacağı (ulaşılmayacak) bir arzuya
kapıldı. Hilâfet artık Kureyş'tedir. Muhammed'in Rabbine andolsun ki, onun tüm
nimetleri sizindir artık."[186]
Bu
şiir, Kureyşlilerin Ensar'a karşı elde ettikleri, onları yönetimden tamamen
silen bu zafere ne kadar sevindiklerini göstermesi açısından ibret vericidir.
Amr b. Âs da Ensar'ın yenilgiye uğramasına ve emellerinin boşa çıkmasına çok
sevinmiş ve onlara nispet yaparcasına şöyle demişti:
"Evsliler
ve Hazreclilerin yanına her gittiğinde onlara de ki: Yesrib'de (Medine'de)
mülkü (saltanatı) ele geçirmeyi arzuladınız, ama içindeki daha pişmeden çömlek
ocaktan indirildi."[187]
Evet,
Ebu Bekir'in yönetimi ele geçirmesi ve Ensar'ın bundan mahrum kalması, bütün
Kureyşlileri sevince boğdu.
Ebu
Süfyan, Ebu Bekir'in hükümetine muhalif olduğunu açıklayarak İmam Ali'ye gitti
ve onu Ebu Bekir'e karşı başkaldırmaya ve savaş ilân etmeye çağırdı. Bu durumda
kendisine yardım edeceğini söyledi. Ebu Süfyan'ın ne niyetle ve hangi saiklerle
böyle bir tavır takındığı İmam'a gizli değildi. O, İslâm'a darbe vurmak ve
Müslümanlar arasında savaş ateşini alevlendirmek istiyordu. Bu yüzden İmam
(a.s) ona olumlu cevap vermedi.
Ebu
Süfyan istediğine ulaşamadan:
"Allah'a
yemin ederim ki, ben öyle bir ateş görüyorum ki, onu ancak kan söndürebilir. Ey
Abdumenaf Oğulları! Nasıl oluyor da Ebu Bekir sizin yönetiminizi ele alabiliyor?!"
dedi ve şu cümleleri tekrarlamaya başladı:
"Nerede
iki zayıf düşürülmüş?!" Ali ve Abbas'ı kastediyordu.
"Nerede
iki ezilip horlanmış?!"
"Bu
iş nasıl oluyor da Kureyş'in en küçük oymağının eline geçiyor?!"
Sonra
İmam'a şöyle dedi:
"Uzat
elini, sana biat edeyim. Allah'a yemin ederim ki, eğer istersen onlara karşı
vadiyi atlı ve piyadelerle doldururum."
Sonra
şu şiiri okudu:
"Oymağının
iki direği olan şu iki ezilmişten başkası böyle yerin dibine geçirilmeye asla
dayanamaz. Biri yere geçirilmek üzere tepe taklak edilmiş, diğerinin ise başı
yarılıyor da kimse ona ağlamıyor."
Yine
şu şiiri okudu:
"Kureyş,
izzet ve şevketten sonra (Ebu Bekir'in oymağı) Teym'e boyun eğmiştir, hem de
kılıçların darbesine maruz kalmadan. Teym'in kazandığı bu zaferden dolayı ne
kadar üzgün olduğumu bilemezsiniz! Bu zafer ile daha nice rağbet edilecek
şeylere ulaşacaklar!"[188]
Bu
sözler üzerine İmam (a.s) onu azarladı ve şöyle dedi:
"Allah'a
yemin ederim ki, senin tek amacın fitne çıkarmaktır. Sen, Allah'a yemin ederim ki,
İslâm için yeterince kötülük temenni ettin. Senin öğüdüne ihtiyacımız
yoktur."[189]
İmam'ın
bu sözünden sonra Ebu Süfyan şu şiiri okuyarak geri dönüp gitti:
"Ey
Haşim Oğulları! İnsanların sizin hakkınıza göz dikmesine müsaade etmeyin. Hele
Teym b. Mürre'ye ya da Adiy Oğulları'na asla. Bu makam ancak ve ancak sizindir,
başkasının değil. Bu makama Ebu'l-Hasan'dan başkası lâyık değil. Ey Hasan'ın
babası! Tedbirini al ve şiddetli davran. Sen, ümit edilen işin üstesinden
hakkıyla gelirsin."[190]
Hiç
şüphesiz, Ebu Süfyan'ın Ebu Bekir'in hilâfetine karşı çıkması, Müminlerin Emiri
İmam Ali'nin hakkına inanmasından kaynaklanmıyordu. Onun amacı, fitne çıkarıp
Müslümanları birbirine düşürmekti.
Yine
hiç şüphesiz, Ebu Süfyan, İslâmî değerlere iman etmiş biri değildi; menfaatlerini
ve çıkarlarını düşünen biriydi.
Bazı
kaynaklarda, Ebu Bekir ile Ebu Süfyan'ın arasında varılan bir anlaşmadan söz
edilir. Bu anlaşma uyarınca Şam ve Taif valilikleri Ebu Süfyan'ın oğullarına
verilecekti. Nitekim öyle de oldu. Ebu Bekir, Ebu Süfyan'ın oğlu Yezid'i Şam
valisi olarak atadı ve kendi yaya, Yezid de ata binmiş olduğu hâlde onu
uğurladı. O öldükten sonra da Ömer, kardeşi Muaviye'yi onun yerine Şam'ın
valisi yaptı.[191]
Yine,
Ümeyye Oğulları'nın hilâfette payları olacağı da anlaşmanın bentleri
arasındaydı.[192]
Her
neyse, Ebu Süfyan ile Ebu Bekir arasında oldukça sağlam ilişkiler vardı. Buharî
şöyle rivayet eder: Bir gün Ebu Süfyan, aralarında Ebu Bekir, Selman, Suheyb ve
Bilâl'in bulunduğu bir grup Müslümanın yanından geçti. Müslümanlardan bazıları
dediler ki: "Allah'ın kılıçları Allah'ın düşmanının boyunda ineceği yere
inse nasıl olur?" Ebu Bekir onları iterek şöyle dedi: "Bunu Kureyş'in
ileri geleni ve efendisi için mi söylüyorsunuz?!" Sonra derhal
Peygamber'in (s.a.a) yanına gitti, olayı haber verdi ve topluluğun söylediği
sözleri aktardı. Peygamber (s.a.a) ona şu karşılığı verdi: "Ey Ebu Bekir!
Belki de onları kızdırmışsın. Eğer onları kızdırmışsan, Allah'ı kızdırmışsın
demektir…"[193]
Aynı
şekilde, Ebu Süfyan ile Ömer arasında da çok sağlam bir ilişki vardı. Ömer,
evinin bir odasını en güzel halıları sererek kendine ayırmıştı ve Ebu Süfyan'ın
dışında kimsenin o odaya girmesine izin vermezdi. Bunun sebebi sorulunca şöyle
demişti:
"O,
Kureyş'in efendisidir."[194]
Yine
Ömer, Ebu Süfyan'ın eşi Hind'e ticaret yapması ve fakirlik çekmemesi için bir
miktar mal vermişti.
Her
neyse, şunu biliyoruz ki Peygamber (s.a.a), Emevîlerin değerini düşürmüş,
onlara zillet ve utanç elbisesi giydirmişti. Bir keresinde Ebu Süfyan dişi bir
deveye binmiş, Yezid yularını tutmuş çekiyor, Muaviye de arkadan deveyi
sürüyordu. Peygamber (s.a.a) onları görünce şöyle buyurmuştu:
"Allah'ım!
Binene de, çekene de, sürene de lânet et."[195]
Yine
Muaviye, Müslümanlardan bir kadına talip olmuştu. Kadın onunla evlenmeme
konusunda Peygamber'e danışmış, Peygamber (s.a.a) de onu bu işten sakındırmış
ve şöyle buyurmuştu:
"Onunla
evlenme. Çünkü o, beş parasız bir berduştur."[196]
Peygamber'in
(s.a.a) zamanında Emevîler zillet ve horluğun en aşağı mertebesinde iken Ebu
Bekir ve Ömer'in zamanında yıldızları parladı ve devlet kademelerinde yer
aldılar. Ömer, Emevîlerin efendisi Osman'ı kendisinden sonraki halife olarak
tayin ederek onu Müslümanlara musallat etti. Şûranın yapısını bilenler
açısından bunun böyle olduğunda en ufak bir şüphe yoktur ve mesele gayet net ve
açıktır.
Her
neyse, Ebu Süfyan'ın Ebu Bekir'in hilâfeti karşısında hoşnutsuzluk şeklinde
beliren tavrı, hiçbir gerçekliği olmayan göstermelik bir tavırdı. Bu yüzden
İmam (a.s) ona itina etmeyip çağrısına olumlu cevap vermekten kaçındı.
Tüm
tarihçiler ve hadisçiler, Peygamber ailesinin Ebu Bekir'e biati
reddettiklerinde birleşirler. Peygamber ailesi, Ebu Bekir'in hilâfetine razı
olmamış, hoşnutsuzluklarını bildirmiş ve hilâfetin kendi hakları olduğunu ilân
etmişlerdi. Çünkü onlar, Resulullah'a başkalarından daha yakındılar;
Resulullah'ın en yakın akrabalarıydılar. İşte onların tavırlarından örnekler:
Peygamber'in (s.a.a) amcası Abbas b. Abdulmuttalib, kardeşinin
oğlu İmam Ali'nin (a.s) hilâfete Ebu Bekir'den daha lâyık olduğunda ve bu
makamın onun hakkı olduğunda hiçbir kuşkusu yoktu. Bu yüzden İmam'a:
"Ey kardeşimin oğlu! Uzat elini, sana biat
edeyim. İnsanlar, 'Resulullah'ın (s.a.a) amcası, Resulullah'ın kardeşinin
oğluna biat etti.' der, böylece iki kişi dahi senin hakkında ihtilâfa
düşmez."
İmam ona şu cevabı verdi:
"Bizden başka kim bu işi ister?!"[197]
Dr. Taha Hüseyin, Ebu Bekir'e biat hususunda
Abbas'ın tavrına şöyle bir not düşmüştür:
"Abbas konu üzerinde düşünüp baktı ki,
Peygamber'in hükümet mirası, Ebu Bekir'in değil, Ali'nin hakkıdır. Çünkü o,
Peygamber'in kucağında büyümüştü. İslâm'da parlak bir geçmişi vardı. Bütün
sahnelerde en iyiyi sınavı vermişti. Peygamber onu kardeşim diye çağırırdı. Hatta
bir gün Ümmü Eymen şaka yollu, 'Ona kardeş diyorsun, sonra da kızınla
evlendiriyorsun?!' demişti. Yine çünkü Peygamber ona şöyle demişti: 'Sen bana göre, tıpkı Musa'ya göre Harun
gibisin. Sadece benden sonra peygamber yoktur.' Bir başka gün de Müslümanlara
şöyle demişti: 'Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır.' Bu sebeplerden
dolayı Abbas, Peygamber'in vefatından sonra kardeşinin oğluna yöneldi ve ona, 'Uzat elini, sana biat edeyim…' dedi.[198]
Şu da zikredilmeye değer: Muğire b. Şu'be, Ebu
Bekir'e, Abbas'ı kendi safına katması ve hizbinin üyelerinden yapması için ona
bazı makamlar sunmasını ve mallar vadetmesini önerdi. Ebu Bekir, Muğire'nin
önerisini kabul etti ve Ömer, Ebu Ubeyde ve Muğire b. Şu'be'yi de yanına alarak
Abbas'a gitti. Ona şöyle dedi:
"Biz istiyoruz ki, bu işten sana da bir pay
verelim ve senden sonra da bu pay evlâtlarına yetişsin."
Abbas, amaçlarının onu
Müminlerin Emiri İmam Ali'den (a.s) ayırmak olduğunu anladı ve onlara şu cevabı
verdi:
"Senin de dediğin gibi yüce Allah, Muhammed'i
peygamber olarak gönderdi ve onu müminlerin velisi kıldı. Onunla ümmetine
lütufta bulundu. Nihayet onu alıp kendi katına götürdü ve katındakini onun için
seçti. O gitti ve Müslümanları işleriyle baş başa bıraktı. Müslümanlar, nefsî
tutkularının tesiriyle haktan saparak değil, hakkı tutturarak kendilerine
birini seçmelidirler. Eğer sen bu makamı Resulullah (s.a.a) adına ele
geçirmişsen, açıktır ki bizim hakkımızı almışsın. Eğer müminlerin adına ele
geçirmişsen, biz de müminlerdeniz. Oysa biz senin bu meselende ne bir adım
atmış, ne de bir toplantıya katılmışız."
Sonra sözlerine şöyle devam etti:
"Diyorsun
ki: 'Sana da bu işten bir pay veririm.'
Eğer bu iş müminlerin hakkıysa, senin onunla ilgili bir hüküm verme yetkin
yoktur. Eğer bizim hakkımızsa, biz onun bir kısmını alıp bir kısmını almamaya
razı olmayız. Şimdi beni iyi dinle: Biz Resulullah'ın (soy) ağacının
dallarıyız, siz ise onun komşularısınız…"[199]
Her şeyi bitiren bu söz, onların boğazına kılçık
gibi saplandı. Peygamber ailesine danışmadan iktidar koltuğuna oturmalarını
tasvip edecek bir sonuç almadan kalkıp gittiler.
Ebu Bekir'e biat etme hususunda İmam Ali'nin tavrının
hoşnutsuzluk ve rıza göstermeme şeklinde belirginleştiğinde hiçbir şüphe
yoktur. Çünkü hilâfete o daha lâyıktı ve hilâfet onun hakkıydı. O, Resulullah'a
(s.a.a) diğer herkesten daha yakındı. O, Resulullah'ın kardeşi, amcasının oğlu,
iki torununun babasıydı. O, kavminin efendisi ve kerametler sahibiydi.
Peygamber'in (s.a.a) ilim şehrinin kapısıydı. Onun sahip olduğu yüce erdemlere
ve güzel sıfatlara Müslümanlardan hiçbir kimse sahip değildi. Fakat kavmi onu
aşağıladı, hakkını tanımadı. İşte İmam'ın Ebu Bekir'e karşı tavrından kısa bir
sunum:
İmam
(a.s), Ebu Bekir'e biat etmekten kaçındı ve ona karşı olan hoşnutsuzluğunu ilân
etti. Çünkü onun hilâfete göre konumu, değirmen taşına göre milin konumu
gibiydi. O, Peygamber'den sonra İslâm'ın en yüce şahsiyetiydi. O, yüce bir dağ
gibiydi, -kendi ifadesiyle- seller ondan akar, kuşlar zirvesine çıkamazdı. O
hâlde ne ilimde, ne fazilette, ne cihatta, ne de başka üstün özelliklerde ona
eşit olmayan birine nasıl biat edebilirdi!
İktidarı
ele geçiren hâkim grup, neye mal olursa olsun İmam'ı Ebu Bekir'e biat etmeye
zorlama kararı aldı. Ömer b. Hattab'ın önderliğinde paralı askerlerinden bir
grubu İmam'a gönderdiler. Ömer, kükreyip köpürüyordu. Elinde de bir ateş vardı.
Onunla İslâm'ın vahiy evini ve iman merkezini yakmak istiyordu. Nübüvvetin
yadigârı, Peygamber'in Zehra'sı, kapının arkasından ona bağırdı:
"Ey
Hattab'ın oğlu! Nedir bu getirdiğin?!"
Ömer,
hiçbir şeye aldırmadan şiddet kasvetle şöyle dedi:
"Benim
getirdiğim, babanın getirdiğinden daha güçlüdür…"
Ömer,
tekrar bağırdı:
"Ömer'in canı elinde
olan Allah'a yemin ederim ki, ya çıkarsınız ya da evi içindekilerle birlikte
ateşe veririm."
Allah'tan
korkan ve Ehl-i Beyt'in kutsallığına saygı gösteren bir grup:
"Ey
Ebu Hafs! Bu evin içinde Fatıma var!" dediler.
Ömer,
bu sözlere aldırmadan:
"İçinde
Fatıma da olsa, Fatma da olsa…" dedi.[200]
İmam
(a.s) zorla ve şiddet kullanılarak dışarı çıkarılıp Ebu Bekir'e götürüldü. Ebu
Bekir'in adamları:
"Ebu
Bekir'e biat et!" diye İmam'a bağırdılar.
İmam
(a.s), karşılaştığı ceberutluk ve zorbalıktan hiç etkilenmeden sakin ve cesur
bir duruş sergileyerek onlara şöyle cevap verdi:
"Bu iş sizin değil,
benim hakkımdır. Ben size biat etmem. Asıl sizin bana biat etmeniz gerekir. Bu
işi Ensar'dan aldınız. Alırken de onlara karşı, Peygamber'in (s.a.a) akrabaları
olduğunuzu kanıt olarak ileri sürdünüz. Şimdi de bu işi biz Ehl-i Beyt'ten gasp
ediyorsunuz. Siz değil miydiniz Ensar'a, Hz. Muhammed'in (s.a.a) akrabaları
olduğunuz için bu işe daha lâyık olduğunuzu söyleyenler? Bu gerekçeye dayalı
olarak onlar da size liderliği ve emirliği teslim etmediler mi? Ben de, sizin
Ensar'a karşı kullandığınız kanıtın aynısını size karşı kullanıyorum. Biz
hayattayken de, ölümünden sonra da herkesten daha çok Resulullah'a yakınız.
Bize karşı adil olun, eğer inanmışsanız. Aksi takdirde bile bile zulmetmiş
olursunuz."
İmam,
bu sözlerinde Kureyş Muhacirlerinin Ensar karşında ileri sürdükleri kanıta
değiniyor. Kureyş hizbi, Peygamber'e daha yakın oldukları gerekçesiyle
hilâfetin kendi hakları olduğunu ileri sürmüş ve Ensar'a galip gelmişlerdi. Bu
gerekçe, eksiksiz olarak İmam'da mevcuttu, başkasında değil. O, Peygamber'in
kardeşi, amcasının oğlu ve iki torununun babasıydı. Musa için Harun neydiyse,
Peygamber için de o oydu. Bu mantık da onlar üzerinde etkili olmadı. Ömer,
İmam'a bağırdı:
-
"Biat et!"
-
"Ya biat etmezsem?"
-
"Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, boynunu
vururum."
İmam,
etrafındakilere şöyle bir baktı. Kendisine yardım edecek veya sığınacağı sağlam
bir dayanak görmedi. Yürekleri parçalayan hazin bir sesle:
"O
zaman Allah'ın kulunu ve Resulullah'ın kardeşini öldürmüş olursunuz."
dedi.
İbn
Hattab öfkeyle:
"Allah'ın
kulu evet, ama Resulullah'ın kardeşi değil!"
İbn
Hattab, Mübahele Ayeti'nde belirtildiği üzere İmam'ın Resulullah'ın canı
olduğunu, yine İmam'ın Peygamber'in ilim şehrinin kapısı ve en yakın akrabası
olduğunu unutmuşçasına Ebu Bekir'e döndü ve:
"Onun
hakkında emrini vermeyecek misin?!" dedi.
Ebu
Bekir fitne çıkmasından korktu ve:
"Fatıma
onun yanında olduğu sürece onu bir şeye zorlamam." dedi.
Ebu
Ubeyde el-Cerrah, İmam'ı aldatmaya çalışarak şöyle dedi:
"Ey amcamın oğlu!
Sen henüz gençsin. Bunlar senin kavminin yaşlılarıdır. Senin onlar kadar
deneyimin ve olaylar hakkında bilgin yoktur. Benim kanaatime göre Ebu Bekir bu
işte senden daha güçlüdür. Zorluklara daha fazla katlanabilir, zorlukların
üstesinden daha iyi gelebilir. Bu işi Ebu Bekir'e teslim et. Eğer sen çok
yaşarsan ve ömrün yeterse, faziletinden, dininden, ilminden, anlayışından,
dinde önceliğinden, soyundan ve evlendiğin hanım bakımından bu işe lâyıksın ve
bu senin hakkındır."[201]
Ebu
Ubeyde'nin İmam'ı aldatmaya yönelik bu sözleri, İmam'ın içindeki gizli acıları
deşti. İmam, üç günlük dünyaya aldanan Kureyş Muhacirlerine hitap ederek şöyle
dedi:
"Allah'tan korkun,
Allah'tan korkun, ey Muhacirler topluluğu! Muhammed'in (s.a.a) Araplar üzerindeki
hâkimiyetini onun evinden, yuvasından çıkarıp kendi evlerinize ve yuvalarınıza
götürmeyin. Onun ailesini, onun insanlar arasındaki makamından ve hakkından
uzaklaştırmayın. Allah'a yemin ederim ki ey Muhacirler, bütün insanlar içinde
ona en yakın olan biziz ve biz bu işe sizden evlâyız. Allah'ın kitabını okuyan,
Allah'ın dininde derin kavrayış sahibi olan, Resulullah'ın (s.a.a) sünnetini
bilen, reayanın işlerine vâkıf olan, gelebilecek kötülükleri onlardan
uzaklaştıran, nimetleri onlar arasında eşit bir şekilde paylaştıran biri varsa,
Allah'a yemin ederim ki, o bizim içimizdedir. Şu hâlde heva ve heveslerin
peşine düşmeyin. Aksi takdirde Allah'ın yolundan saparsınız. Bu da haktan daha
fazla uzaklaşmanıza neden olur."[202]
Ebu
Ubeyde'nin Ebu Bekir'i İmam'dan öne geçirmesi, Ebu Bekir'in yaşça İmam'dan daha
büyük olması mantığına dayanıyordu. Ona göre yaşça daha büyük olmak, doğruluğun
ve haklılığın ölçüsüydü. Oysa İslâm açısından bu, tamamen yanlış ve geçersiz
bir mantıktır. İslâm'ın kişileri değerlendirmedeki ölçüsü, sahip oldukları
yetenekler, beceriler, erdemler, takva, din yolunda çektikleri zahmetler,
ümmetin idarî ve siyasî alanlarda muhtaç olduğu hususlarda tam dirayet ve
yönetimin gerektirdiği diğer vasıflardır. Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra
bu özelliklerin, Ehl-i Beyt'in efendisi, hidayet önderi, müminlerin emiri İmam
Ali'den başka hiçbir kimsede toplanmadığı Müslümanların ittifakıyla sabittir.
Dolayısıyla yönetimin başında bulunması gereken ve bu iş için diğerlerinden
evlâ olan odur.
Rızası
Allah'ın rızası, gazabı Allah'ın gazabı olan, babasının herkesten çok önem
verdiği, âlemler kadınlarının efendisi, nübüvvetin yadigârı Fatıma'tüz-Zehra
(s.a), "Nübüvvet ve hilâfet aynı evde toplanmaz." sloganını yükselterek
hilâfeti Müminlerin Emiri İmam Ali'den (a.s) almakta kararlı olan Kureşî
çizginin karşısında dik bir duruş sergiledi. Hakkı, babasının, ümmetini sapma
ve cahilî yaşama geri dönme tehlikesinden korumak amacıyla belirlediği eksenine
geri döndürmek için büyük bir çaba harcadı. Fakat onlar, onun da hürmetinin
korumayarak -Üstat Abdulfettah Abdulmaksud'un tabiriyle- ilk cahiliyelerine
geri döndüler. Fatıma'ya karşı Allah'ın haram ettiği suçları işlediler ve onun
hakkında Peygamber'in hatırını gözetmediler.
Aşağıda
Seyyidetü'n-Nisa'nın bu konuda verdiği mücadelenin kısa bir özetini sunacağız:
Resulullah'ın
(s.a.a) bir parçası olan Hz. Zehra, kendisinden sonra Müminlerin Emiri İmam Ali'yi
ümmetinin hidayet önderi olarak tayin eden babasının ümmeti için çizdiği
risalet çizgisinden sapmalarından dolayı onları şiddetle kınadı ve kesin
kanıtlarla onlara hücceti tamamladı. Şöyle buyurdu:
"Yuh olsun onlara!
Nasıl da bunu, risalet dağlarından, nübüvvet üslerinden, Ruhu'l-Emin'in
(Cebrail'in) indiği topluluktan, din ve dünya işlerinin bilge yol
göstericilerinden uzaklaştırdılar! Haberiniz olsun! İşte apaçık hüsran budur.
Ebu'l-Hasan'dan neyin intikamını aldılar? Allah'a yemin ederim ki, sırf kılıcını
kötülere karşı çekmesinin, ölüme aldırış etmeden inkârcıların üzerine
gitmesinin, kâfirlere karşı konulmaz darbeler indirmesinin, savaşta düşmanı
tepeleyen hücumlar gerçekleştirmesinin, Allah yolunda savaşırken hiçbir gaileyi
hesaba katmamasının intikamını ondan aldılar."
"Allah'a yemin
ederim ki, eğer parıldayan doğru yoldan sapacak veya apaçık delili kabul
etmekten kayacak olsalardı, Ali onları doğru yola geri döndürür, hakkı kabul
etmeye zorlardı. Rahvan bir yürüyüşle onları yaralamadan, yormadan,
hırpalamadan sağ salim maksada eriştirirdi. Onları iki yakası da dolup taşan,
iki tarafı da asla bulanmayan, hazım veren, berrak, susuzluğu giderici bir
tatlı su kaynağına ulaştırır, iyice doyurup geri getirirdi. Gizlide ve açıkta
onlara öğüt verir, hayırlarını isterdi."
"Gel ve dinle! Sen
yaşadıkça, zaman daha sana neler gösterecektir!"
"Ömrüm hakkı için,
onların bu davranışları bir gelişmeye gebedir ki, sonuç vermesi çok yakındır.
Sonra kadeh dolusu taze kan ve öldürücü zehir içeceksiniz. İşte o zaman batıl
ehli hüsrana uğrayacaktır ve sonradan gelenler, öncekilerin başlattıkları
uygulamaların akıbetini bileceklerdir. O zaman dünyanızda huzur içinde mutlu
olun! Kalplerinizi fitnelerin inmesine hazırlayın. Keskin bir kılıcın tepenizde
sallanacağını birbirinize müjdeleyin. Zalim ve azgın bir egemenliği, her tarafı
kaplayan bir kargaşayı ve zalimlerin ganimetlerinizi azaltan, ekinlerinizi
biçip götüren istibdadını sevinçle karşılayın! Yazık size, çok yazık! Artık
hidayeti bulmanız ne mümkün?! "Siz onu göremediyseniz, ondan
hoşlanmadığınız hâlde, sizi ona zorlayacak mıyız?!"[203]"
"Başların yerine
kuyrukları, olgunların yerine düşkünleri tercih ettiler. Bu durumlarıyla güzel
bir şey yaptıklarını sanan topluluğun burunları sürtülecektir. "Haberiniz
olsun, asıl bozguncular kendileridir, ama bunun farkında değildirler."[204]"
"Yuh olsun onlara! "Hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır; yoksa
hidayete erdirilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı? Size ne oluyor?!
Nasıl hükmediyorsunuz?!"[205]"[206]
Hz.
Zehra'nın Ebu Bekir'in hükümetini kaygılandıran bu hutbesi üzerinde biraz durup
kısa bir analiz yapmamız gerekir. Hutbe, oldukça önemli konuları içermektedir:
Birincisi: Kureyşli Muhacirlerin Müminlerin Emiri İmam Ali'nin
(a.s) kesin hakkı olan hilâfetine göz dikmelerinin en önemli sebeplerine
değinmektedir. Bu sebepler şunlardı:
1- İmam (a.s), İslâm hâkimiyetini kurma ve Peygamber'i
(s.a.a) savunma yolunda Kureyş müşrikleri ve diğer muannit serkeşlerden birçok
kişiyi öldürmüştü. Bu da Kureyşlilerin İmam'a karşı kin beslemesine sebep
olmuştu.
2-
İmam (a.s), karşı
konulmaz darbeleri ve defedilemez hücumlarıyla kâfirler ve münafıkların burnunu
yere sürtmüştü. Allah yolunda hiçbir kınayanın kınamasından çekinmezdi. Kendisi
şöyle demiştir:
"Ey
insanlar! Kendiniz hakkında bana yardımcı olun. Allah'a yemin ederim ki,
mazlumun hakkını zalimden alacağım. Hoşlanmasa da zalimin burunluğundan tutup
çekerek onu hakkın kaynağına götüreceğim."
Bir
keresinde de şöyle demişti:
"Haktan
ayrılmamak, bana bir arkadaş bırakmadı."
3-
İmam (a.s), Allah
yolunda hiçbir gaileyi hesaba katmazdı. Kelimenin tam anlamıyla hayatını
Allah'a adamıştı. Bütün güçlerini Allah'ın dinini ihya etmeye vakfetmişti.
Canını tehlikelerin tam ortasına atardı. İslâm'ı ikame etmek için zorlukların
tam ortasına dalardı. Allah yolundaki cihadı gerçekten de büyüktü.
İkincisi: Eğer
Peygamber'den sonra İmam Ali (a.s) hilâfet sorumluluğunda olsaydı, ümmet şu
kazançları elde etmiş olacaktı:
1-
İmam (a.s), adaleti tüm kapsayıcılığı ve boyutlarıyla insanlar arasında
uygulayacak, yüce Allah'ın kitabında indirdiği hükümlerle hükmedecekti.
2-
İmam (a.s), Müslümanları aydınlık bir yola sevk edip güvenlik ve barış sahiline
ulaştıracaktı. Yüce Allah'ın nimetlerini insanlar arasında eşit bir şekilde
dağıtacaktı. Hiçbir kesime herhangi bir ayrıcalık tanımayacaktı. Onun
hükümetinde yoksulluk ve yoksunluğun yeri olmayacaktı.
3-
İmam (a.s), Müslümanların hayrını istemede olumlu bir rol üstlenecek, onları en
doğru olana iletecekti.
4-
İmam (a.s) eğer hükümetin başına geçecek olsaydı, kendisine kimsenin takat
getiremeyeceği bir yük yükleyecek, dünyanın hiçbir nimetiyle süslenmeyecek,
Müslümanların malından hiçbir şeyi kendine almayacaktı. Nitekim Emevîlerin
efendisi Osman b. Affaf öldürüldükten sonra İmam (a.s) fiilen Müslümanların
işlerinin başına geçince, insanlar İmam'ın ne kadar zahitçe bir hayat
yaşadığını, dünyadan iki parça eski elbise ve iki parça ekmek ile yetindiğini,
kendisi için kerpiç üstüne kerpiç koymadığını ve fakirlere fakirliklerinde eşlik
ettiğini gördüler. Şu sözü söyleyen oydu:
"Zamanın
zorluklarında ve ekmeğin kuru ve katıksız olmasında müminlere ortak olmadan
nasıl 'Bu, müminlerin emiridir.' denilmesine razı olabilirim?!"
İslâm
tarihi züht, takva ve din uğruna zorluklara ve sıkıntılara göğüs germede onun
gibi bir hükümdar görmüş değildir. Onun hükümeti, günümüze kadar İslâmî
yönetimin en parlak örneği olma unvanını korumaktadır.
5-
Eğer İmam (a.s), kardeşi Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra yönetimin
başına geçmiş olsaydı, hayır ve bereket yaygınlaşır, insanlar başlarının
üstünden ve ayaklarının altından bolca yerlerdi. Fakat Müslümanlar bu saadeti
kaybettiler. Kuyrukları
başlara, düşkünleri olgunlara yeğlediler. Yeryüzünün en büyük sosyal
ıslahatçısını yalnız bıraktılar.
Üçüncüsü: Resulullah'ın (s.a.a) bir parçası olan Hz. Zehra
(s.a.), risalet çizgisinden sapmalarının ardından ümmetin başına gelecek
facialar ve felâketlerden haber vermekte ve onları şöyle sıralamaktadır:
1-
Müslümanlar arasında fitneler yaygınlaşacak ve safları bölünecektir.
2-
Müslümanların başına geçip Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyecek olan zalim
yöneticiler, onları şiddetli bir şekilde cezalandıracak, kanlarını akıtacaktır.
3-
Zalimlerin istibdadına maruz kalacaklar.
Nitekim
bu korkunç sonuçların hepsi fiilen gerçekleşmiş oldu. Dört halifenin kısa süren
dönemleri sona erdiğinde Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye Müslümanların başına
musallat olarak onlara zulmetmeye ve kanlarını dökmeye başladı. Semüre b.
Cündeb, Büsr b. Ertat ve Ziyad b. Ebih gibi bir grup teröristi onlara musallat
etti. Onun döneminde zulüm ve haksızlık her tarafı kapladı. Öyle ki insanlar,
(bir darbımesel olarak) "Said öldü, sen Sa'd'ı kurtarmaya bak!"
demeye başladılar. Muaviye'den sonra da oğlu Yezid iş başına geçerek Allah-u Teala'nın
haram ettiği her suçu işledi. Peygamber'in tertemiz Ehl-i Beyt'ini kılıçtan
geçirdi, Peygamber'in şehri Medine'yi askerlerine mubah kıldı ve Kâbe-i
Muazzama'yı yaktı. Böylece hilâfet, bir zalimden başka bir zalime intikal etti.
Emevîlerin dönemi sona erip Abbasîler dönemi başlayınca da durum değişmedi,
aynı zulümler devam etti. Öyle ki şair Abbasî hükümdarların zulmü hakkında
şöyle demiştir:
"Ümmetin
başında Abbasîlerden bir yönetici oldukça zulüm bitmez."
Bütün
bu sebeplerden dolayı Resulullah'ın (s.a.a) bir parçası olan Hz. Fatıma (s.a),
Müslümanları Ebu Bekir'in hilâfetini reddetmeye ve hilâfeti Resulullah'ın
(s.a.a) vasisi ve ilim şehrinin kapısı olan İmam Ali'ye geri döndürmeye
çağırdı.
Ebu
Bekir, hükümeti için tehlike oluşturan nübüvvet ailesine karşı çok üzücü
uygulamalar başlattı. Bu uygulamalar, başta bizzat Resul-i Kibriya'nın
Zehra'sını hedef alıyordu. Ona karşı yapılan haksızlıklardan bir kısmı
şunlardır:
Peygamber'in
aziz kızı Hz. Fatıma'nın evini yakmakla tehdit edildiği tarihçiler ve
hadisçiler açısından kesin olan olaylardandır. Bu tarihçilerden bazıları
şunlardır.
Taberî
şöyle nakleder: "Ömer b. Hattab, Ali'nin evine geldi. Evde Talha, Zübeyir
ve Muhacirlerden başka bazı adamlar da vardı. Ömer şöyle dedi: 'Vallahi ya
içinde olduğunuz hâlde evi yakarım ya da çıkıp biat edersiniz!' Zübeyir,
kılıcını çekerek dışarı çıktı. Bu sırada ayağı kaydı ve kılıç elinden düştü.
Hemen üzerine atladılar ve kılıcı ondan aldılar."[207]
İbn
Abdurabbih şöyle der: "Ali, Abbas, Zübeyir ve Sa'd b. Ubade, Ebu Bekir'e
biat etmeye yanaşmadılar. Ali, Abbas ve Zübeyir, Fatıma'nın evinde oturdular.
Ebu Bekir, Fatıma'nın evinden çıkmaları için Ömer b. Hattab'ı onlara gönderdi
ve, 'Eğer dışarı çıkmazlarsa, onlarla savaş.' emrini verdi. Ömer, elinde bir
ateş olduğu hâlde evlerini yakmak üzere geldi. Karşısına Fatıma çıktı ve, 'Ey
Hattab'ın oğlu! Evimizi yakmaya mı geldin?!' dedi. Ömer, 'Evet! Ya da ümmetin
kabullendiğini siz de kabullenirsiniz.' dedi."[208]
Şehristanî,
Nezzam'dan şöyle nakleder: "Ömer, 'İçinde olan kişilerle beraber
Fatıma'nın evini yakın!' diye bağırıyordu. Evde Ali, Fatıma, Hasan ve
Hüseyin'den başkası yoktu."[209]
Ömer
Rıza Kehhale şöyle der: "Ebu Bekir, kendisine biat etmekten kaçınan Abbas,
Zübeyir ve Sa'd b. Ubade gibi bazı kişilerin Ali b. Ebu Talib'in yanında
olduğunu öğrendi. Bunlar, Fatıma'nın evinde oturmuşlardı. Ebu Bekir, Ömer b.
Hattab'ı onlara gönderdi. Ömer geldi ve Fatıma'nın evinde oturmuş olan bu
kişilere seslendi. Onlar, dışarı çıkmayı kabul etmediler. Bunun üzerine odun
getirilmesini istedi ve şöyle dedi: 'Ömer'in canı elinde olan Allah'a yemin ederim ki,
ya çıkarsınız ya da evi içindekilerle birlikte ateşe veririm.' Kendisine
denildi ki: 'Ey Ebu Hafs! O evde Fatıma var!' 'Fatıma da olsa yakın.'
dedi."[210]
Mes'udî
şöyle yazar: "Resulullah (s.a.a) ruhunu teslim ettiğinde Abbas,
Emirü'l-Mümimin Ali'ye (a.s) gitti. Emirü'l-Mümimin, Resulullah'ın (s.a.a)
vasiyeti üzerine kendisiyle beraber olan Şiîleriyle birlikte evinde oturdu.
Evine gelip ona saldırdılar, kapısını yaktılar ve onu zorla dışarı çıkardılar.
Bu hengâmede Seyyidetü'n-Nisa'yı kapı ile duvar arasında sıkıştırdılar."[211]
Bunlar,
Resulullah'ın (s.a.a) hürmetinin çiğnendiği bu acı olayı zikreden tarihçilerden
bazılarıdır. Hemen hatırlatalım ki, saldırıya uğrayan bu ev, tevhit kelimesinin
dünyaya yayıldığı ve Resulullah'ın (s.a.a) altı ay boyunca önünde durup yüce
Allah'ın, "Allah, ancak siz Ehl-i Beyt'ten her türlü pisliği gidermek
ve sizi tertemiz kılmak istiyor."[212]
ayetini tilâvet ettiği evdi.
İslâm
âleminin nübüvvet evini, vahiy ve ilim merkezini yakmak için odun taşıdı.[213]
İmam'a
karşı büyük düşmanlık beslerdi. Haricîler, onunla birlikte ayrı bir safta yerde
aldılar. Zehra'nın (s.a) evini yakmaya katılanlardan biridir.[214]
Münafık
ve sapkındı. Nübüvvet evini yakmaya katılanlardan ve Seyyidetü'n-Nisa'ya
saldıranlardan biridir.
Temim
kabilesinden Umeyr'in oğlu ve Ebu Bekir'in azatlısıdır. Seyyidetü'n-Nisa'yı
kırbaç ile vurdu ve evini yakmaya katıldı.
Ömer
ile onun arasında özel bir ilişki ve bağ vardı. Ömer, bütün memurlarının
mallarının yarısına el koyarken onun mallarına dokunmadı. Böylece Ebu Bekir'e
biat sırasında oynadığı rolünün ödülünü vermiş oldu.
Zehra'nın
(s.a) evine saldıranlardan biridir. Yolunu İmam'ın yolundan ayırmıştı. Oğlu
Nu'man b. Beşir, Yezid b. Muaveye döneminde Kûfe'nin valisi oldu.
Bunlar,
Ebu Bekir'in emriyle ve Ömer b. Hattab'ın önderliğinde âlemler kadınlarının
efendisi Hz. Fatıma'nın evine saldıranlardan bazılardır.
Ebu
Bekir, Seyyidetü'n-Nisa'nın evine saldırı emrini vererek işlediği bu suçtan
dolayı büyük bir pişmanlık duyuyordu. Ölümüyle sonuçlanan hastalığında şöyle
demişti:
"Ben
yaptığım üç şey dışında dünyadan hiçbir şeye üzülmüyorum. O üç şeyi yapmamış
olmayı çok isterdim."
O
üç şeyden birini şu sözüyle dile getirmişti:
"İsterdim
ki, ne olursa olsun Fatıma'nın evini (saldırı ile) açmasaydım!"[215]
Bir
başka defasında da şöyle demişti: "Ben üç şey dışında hiçbir şeye
üzülmüyorum. O üç şeyi yapmamış olmayı çok isterdim. İsterdim ki, Fatıma'nın
evini (saldırı ile) açmayıp da (bundan dolayı) savaşmak mecburiyetinde kalsam
da bu işi terk etseydim!"[216]
Peygamber'in
(s.a.a) ciğerparesine yapılan saldırı sonucu, Resulullah'ın (s.a.a) adını Muhsin
koyduğu çocuğunu düşürmesi, her Müslümanın yüreğini kanatan feci olaylardan
biridir. Bütün tarihçiler bu olayı zikretmişlerdir. Biz kaynaklarda bu olayla
ilgili olarak yer alan bazı cümleleri herhangi bir yorum yapmadan naklediyoruz:
İbn
Hacer el-Askalânî, muhaddis Ahmed b. Muhammed b. Sırrî b. Yahya b. Darem Ebu
Bekir el-Kûfî'nin biyografisinde şöyle der: "Hafız Muhammed b. Ahmed
el-Kûfî onun hakkında -ölüm tarihini kaydettikten sonra- şöyle der: Ömrü
boyunca doğru yoldaydı. Sonra, ömrünün son günlerinde kendisine kişilerin kusur
ve ayıpları okunurdu. Bir gün yanına gittiğimde bir adam ona şunu okuyordu:
Ömer, tekmeyle Fatıma'nın karnına vurarak Muhsin adındaki çocuğunu düşürmesine
sebep oldu."[217]
Şehristanî,
İbrahim b. Seyyar'dan şöyle nakleder: "Ömer, Fatıma'ya vurarak karnındaki
bebeğini düşürmesine sebep oldu. Ömer şöyle bağırıyordu: Onun (Fatıma'nın)
evini içindeki insanlarla birlikte yakın!"[218]
Mes'udî
şöyle der: "Kadınların efendisi Fatıma'yı kapı ile sıkıştırarak Muhsin adındaki
yavrusunu düşürmesine sebep oldular."[219]
Zehebî,
kendi senediyle Muhammed b. Ahmed b. Hammad el-Kûfî'den… şöyle dediğini
nakleder: "Bir gün yanına gittiğimde bir adam ona şunu okuyordu: Ömer,
tekmeyle Fatıma'nın karnına vurarak Muhsin adındaki çocuğunu düşürmesine sebep
oldu."[220]
İbn
Kuteybe şöyle der: "Muhsin, Kunfuz el-Advî'nin baskısından (annesinin
karnında) ezildi."[221]
Safdî
şöyle der: "Ömer, Ebu Bekir'e biat alındığı gün Fatıma'nın karnına
Muhsin'i düşürmesine sebep olan bir darbe vurdu."[222]
Taberî
şöyle der: "Kadınların efendisi Fatıma'nın ölüm nedeni, o adamın azatlısı
Kunfuz'un onun emriyle kılıcının dipçiğiyle göğsüne vurmasıydı. Bu darbe sonucu
Muhsin'i düşürdü ve şiddetle hastalandı."[223]
Tabersî,
İmam Hasan'ın (a.s) içlerinde Muğire b. Şu'be'nin de bulunduğu Ehl-i Beyt
düşmanlarından bir grupla tartışırken Muğire'ye şöyle dedi:
"Sana
gelince ey Muğire! Sen Allah'ın düşmanısın. Allah'ın kitabını arkasına atan ve
peygamberini yalanlayan birisin. Sen zina eden birisin ve bundan dolayı
recmedilmen gerekmektedir. Kendince Resulullah'ı (s.a.a) küçük düşürmek, emrine
muhalefet etmek ve hürmetini çiğnemek amacıyla Resulullah'ın (s.a.a) kızı
Fatıma'ya vurup kanattın. Bu darbeler sonucu karnındaki bebeğini düşürdü. Oysa
Resulullah (s.a.a) buyurmuştu ki: 'Ya Fatıma! Sen cennet ehlinin kadınlarının
efendisisin.' Allah seni cehenneme sürükleyecek ve konuştuğun sözleri sana
vebal kılacaktır."[224]
Meclisî,
İrşadu'l-Kulûb adlı eserin kendi senediyle Hz. Zehra'dan (s.a) rivayet ettiği
bir sözü nakleder. Bu rivayette Hz. Zehra olayı şöyle anlatır:
"Ömer,
-Ebu Bekir'in azatlısı- Kunfuz'un elinden kırbacı çekip aldı. Onunla pazıma
vurdu. Kırbaç pazıbent gibi pazıma sarıldı. Ayağıyla da kapıyı tepti. Kapı
şiddetle bana çarptı. Ben de hamileydim. Yüzükoyun yere düştüm. Bir yandan da
ateş alevleniyor ve yüzümü sarıyordu. Sonra da suratıma öyle bir sille vurdu
ki, kulağımdaki küpe kırılıp yere dağıldı. O sırada doğum sancısı beni tuttu ve
Muhsin'i düşürdüm. Onu hiçbir suçu olmadan öldürdüler."[225]
Bunlar,
Resulullah'ın (s.a.a) ciğerparesine yapılan ve karnındaki Muhsin'ini
düşürmesine sebep olan saldırıyı zikreden kaynaklardan bazılarıdır. Bu konuda
hidayet önderleri Ehl-i Beyt İmamları'ndan da çok sayıda hadis nakledilmiştir.
Ebu
Bekir'in tertemiz Ehl-i Beyt'e karşı uygulamaya koyduğu sert tutumlarından biri
de, humusu onlardan alması oldu. Oysa humus, Kur'an-ı Kerim'de onlara verilmiş
farz bir haktır.
Yüce
Allah şöyle buyuruyor: "Eğer Allah'a iman etmişseniz, bilin ki, elde
ettiğiniz her türlü ganimetin beşte biri (humusu) Allah'a, Resulü'ne,
Peygamber'in yakınlarına ve (onlardan olan) yetimlere, fakirlere ve yolda
kalmışlara aittir."[226]
İslâm
âlimleri, Peygamber'in (s.a.a) humustan bir pay kendisi için, bir pay da yakın
akrabaları için ayırdığında ittifak etmişlerdir. Allah-u Teala onu kendi
civarına alıncaya kadar uygulaması hep böyle olmuştu. Ebu Bekir başa geçince,
Peygamber'in (s.a.a) ve Peygamber'in yakın akrabalarının humustan olan payını
düşürdü ve Haşim Oğulları'nı humustan men ederek onları da diğerleri gibi
kıldı.[227]
Âlemlerdeki
kadınların efendisi Hz. Fatıma, bir adamı Ebu Bekir'e göndererek Hayber
humusundan geriye kalan payını vermesini istemişti. Ebu Bekir, Hz. Fatıma'ya
ondan bir şey vermeyi kabul etmemişti.[228]
Böylece Ehl-i Beyt'i ekonomik açıdan ciddî bir sıkıntıda bırakmıştı. En önemli
geçim kaynaklarını kesmiş, fakirlik gölgesini her zaman üzerlerinde
hissetmelerini sağlamıştı.
Bu
uygulama, aslında İmam'ın Ebu Bekir'e karşı koyma gücünü bulmamasını
amaçlıyordu. Tıpkı bazı devletlerin hasımlarına karşı ekonomik ambargolar
uygulaması gibi.
Ebu
Bekir'in Peygamber'in ciğerparesi ve aziz kızı Zehra'ya karşı sert
uygulamalarından biri de, Fedek'e el koymasıydı. Konuyu daha iyi anlayabilmek
için Fedek ile ilgili kısa bir açıklama yapmamız yerinde olur.
Fedek,
Hicaz'da bir köyün adıdır. Medine ile arasında iki veya üç günlük yol vardır.
Yahudi köylerinden biridir. Onunla Hayber arasında bir menzileden az mesafe
vardır.[229]
Fedek,
askerî güçle fethedilmiş bir yer değildir. Yüce Allah'ın hicretin yedinci
senesinde at ve deve koşturmadan kulu ve resulüne iade ettiği arazilerdendir.
Dolayısıyla onda humus yoktur, tamamı Peygamber'e (s.a.a) aittir.
Müslümanlar
Hayber kalelerini fethedince Allah-u Teala Fedek Yahudilerinin kalplerine korku
saldı. Zaman kaybetmeden Peygamber'e geldiler ve topraklarının yarısı üzerinde
Peygamber'le anlaştılar. Bu yüzden Fedek halis olarak Peygamber'indi, kimsenin
onda bir hakkı, bir payı yoktu.
Fedek
Peygamber'in (s.a.a) tasarrufuna geçince, "Akrabana hakkını ver."[230]
ayeti indi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.a), Seyyidetü'n-Nisa'yı çağırdı ve
Fedek ve çevresini ona verdi. Sonra şöyle buyurdu: "Bu, Allah'ın sana ve
soyuna verdiği bir paydır."[231]
Âlemlerdeki
kadınların efendisi Hz. Fatıma da, toprak sahiplerinin kendi topraklarında
tasarruf ettiği gibi onda tasarruf etti. Nübüvvet hanedanının ondan başka da
maddî geliri olan bir kaynakları yoktu. Nitekim Müminlerin Emiri İmam Ali (a.s)
şöyle buyurmuştur:
"Evet,
şu mavi gökyüzünün altında elimizde bir tek Fedek vardı."
Ebu
Bekir'in ilk uygulamalarından biri, Fedek'e el koymak ve onu beytülmale katmak
oldu. Amacı, İmam'ı ekonomik olarak zayıf düşürmek ve hareket etme imkânını
ondan almaktı.
İbn
Ebi'l-Hadid der ki:
"Bir
gün Bağdat'taki Arap medresesinin müderrisi olan Ali b. El-Faruki’ye sordum:
–
Fatıma doğru mu söylüyordu?
–
Evet, dedi.
–
Peki doğru söylediği hâlde Ebu Bekir niçin ona Fedek arazisini vermedi? dedim.
Güldü.
Sonra sır saklayan, saygın ve az şaka yapan biri olmasına rağmen çok hoş bir
cevap verdi:
–
Eğer o gün Fedek'i sırf Fatıma'nın, o arazinin kendisine ait olduğunu iddia
etmesinden dolayı ona verseydi, yarın da ona gelecek ve kocası adına halifelik
makamını isteyecekti ve Ebu Bekir'i makamından uzaklaştırmış olacaktı. Bu
noktadan sonra herhangi bir mazeret ileri sürüp ona karşı durması mümkün
olmayacaktı. Ve o, ne söylerse söylesin her iddiasında doğru kabul edilecekti.
Onun ileri sürdüğü bir hususta kanıta ve tanığa gerek olmayacaktı."[232]
Her
neyse, Ebu Bekir'den sonraki iktidarlar da Fedek arazisinde keyiflerince
tasarrufta bulundular. Osman, tuttu onu Mervan b. Hakem'e bağışladı.
Müslümanların ona karşı kızgınlığının bir sebebi buydu.[233]
Mervan öldükten sonra da oğulları onu miras aldılar. Bu, Ömer b. Abdulaziz'in
zamanına kadar böyle devam etti. Ömer b. Abdulaziz onu Mervan Oğulları'nın
elinden alarak sadaka olarak asıl sahiplerine geri verdi[234]
Âlemler
kadınlarının efendisi, Ebu Bekir'e giderek Fedek'i kendisine geri vermesini
istedi. Ebu Bekir, ondan Peygamber'in (s.a.a) Fedek'i kendisine bağışladığına
dair şahit getirmesini istedi. Hz. Fatıma, buna tanıklık edecek şahitlerini
getirdi. Şahitlerden biri Müminlerin Emiri İmam Ali (a.s), diğeri ise faziletli
bir hanımefendi olan Ümmü Eymen idi ki, Peygamber (s.a.a) onun hakkında,
"Şüphesiz o, cennet ehlindendir." buyurmuştur. Bunun üzerine Ebu
Bekir, Fedek'in Fatıma'ya ait olduğunu belirten bir yazı yazdı. Fakat Ömer,
yazıyı onun elinden aldı ve içine tükürerek yırtıp attı.[235]
Bir
rivayete göre de Ebu Bekir, İmam'ın ve Ümmü Eymen'in şahitliğine itibar etmedi.
İmam'ın şahitliğini kendi menfaati doğrultusunda şahitlik yapacağı
gerekçesiyle, Ümmü Eymen'in şahitliğini de fasih Arapça konuşamayan bir kadın
olduğu gerekçesiyle reddetti.
Şia
kelâmcıları bu olaya birkaç dipnot düşmüşlerdir:
1-
Ebu Bekir, Seyyidetü'n-Nisa'dan Peygamber'in Fedek'i kendisine bağışlamış
olduğuna dair şahit istemiştir. Oysa şer'î kurallara göre Ebu Bekir'in şahit
getirmesi gerekirdi. Çünkü iddiada bulunan oydu. Şahidi olmaması durumunda ise,
Hz. Fatıma'dan sadece yemin etmesini isteyebilirdi. Çünkü meşhur kurala göre,
"İddia eden şahit getirir, inkâr eden ise yemin eder."
2-
Ebu Bekir, Resulullah'ın bir parçası olan Hz. Fatıma'nın İslâm'daki yerini ve
makamını görmezlikten geldi. Hâlbuki o, bu ümmetin kadınlarının efendisidir.
Allah-u Teala, onun rızasından dolayı razı olur ve onun gazabından dolayı gazap
eder. Allah, onun sevgisini bütün Müslümanlara farz kılmıştır. Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "De ki: Peygamberliğim karşılığında sizden yakınlara sevgi
beslemenizden başka bir ücret istemiyorum."[236]
Fakat ne yazık ki, onların ona karşı sevgi beslemeleri, karnındaki bebeğini
düşürmek ve evine saldırmak şeklinde tezahür etti! Ne diyelim?! Hepimiz
Allah'tanız ve hepimiz O'na döneceğiz!
Her
neyse, Ebu Bekir, Fedek'e el koydu ve onu da devlet mallarına kattı.
Hz.
Fatıma, babasının kendisine bağışladığı Fedek'i geri alamayınca dışarı çıktı.
Yürürken eteği ayaklarına dolaşıyordu. Nerdeyse sürçüp düşecekti. Üzüntü ve
hüzün tüm vücudunu kaplamıştı. Ebu Bekir'e yakışan, babası Resulullah'ın
(s.a.a) hürmetini gözetmek ve Kureyş içerisinde zamanının en zengini olan ve
tüm servetini İslâm yolunda harcayan annesi Hatice'ye vefa borcunu ödemek adına
onun duygularına saygı göstermekti.
Büyük
allâme İmam Şerefüddin -Allah kabrini nurlandırsın- şöyle der:
"Keşke
Ebu Bekir, bildiği tüm hikmet yollarına başvurarak Hz. Zehra'yı (bu davasında)
başarısızlığa uğratmaktan kaçınsaydı! Eğer bunu yapsaydı, ahireti için daha iyi
olur, pişman olmaktan ve kınanmaktan daha uzak kalır, ümmetin birliğini daha
iyi korumuş olur ve özellikle de kendisi için her açıdan daha uygun
olurdu."
"O,
Resulullah'ın (s.a.a) emaneti ve biricik kızının başarısızlığa uğramasını ve
eteği ayaklarına dolaşır vaziyette yanından eli boş geri dönmesini
önleyebilirdi. Babasının yerine oturmuş biri olarak muhakemesiz olarak Fedek'i
ona verseydi ne olurdu?! İmam (halife), genel velâyetinden yararlanarak bunu
yapabilirdi. Bu maslahat uğrunda ve bu mahzurdan kaçınmanın yanında Fedek'in ne
değeri olabilirdi ki?!"[237]
Evet;
Ebu Bekir, güzel olan tutumu sergileyebilir, Resulullah'ın (s.a.a) bir parçası
ve âlemler kadınlarının efendisi olan Hz. Fatıma'nın Fedek üzerindeki
malikiyetini sağlamlaştırabilir, ona karşı müminlerin kalplerini sızlatan o
sert tavrı takınmayabilirdi.
Ebu
Bekir'in kendisine karşı takındığı sert tavırlar karşısında, Peygamber'in
ümmeti arasındaki emaneti Hz. Zehra'ya dünya dar geldi. Ebu Bekir'e karşı
hücceti tamamlamak ve kendisine yapılan haksızlığın sorumluluğunun ona ait
olduğunu bildirmek, aynı zamanda Müslümanları onun hükümetini yıkmaya teşvik
etmek amacıyla bir konuşma yapmak istedi.
Ben
öyle hassas bir zamanda böyle tehlikeli başka bir konuşma bilmiyorum. Bu
konuşma, bir inkılâba yol açabilecek ve Ebu Bekir'in hükümetini yıkabilecek
nitelikteydi. Fakat Ebu Bekir, büyük bir ustalık ve diplomatik manevralarla
duruma hâkim olmayı başardı ve hükümetine karşı bir inkılâp yapılmasının önüne
geçti.
Peygamber'in
yadigârı, başörtüsünü başına bağladı, çarşafını giyindi ve akrabalarının
kadınlarından oluşan bir grupla birlikte dışarı çıktı. Yürürken çarşafının
eteklerini çiğniyordu. Yürüyüşü Resulullah'ın (s.a.a) yürüyüşünden farksızdı.
Nihayet Ebu Bekir'in yanına geldi. Ebu Bekir, Peygamber'in büyük camiinde idi.
Hürmet olarak Hz. Fatıma ile insanlar arasına bir perde asıldı. Hz. Fatıma,
derin bir ah çekip ağlamaya başladı. Oradakiler de ağlamaya başladılar.
Fatıma'nın şahsiyetinde babasının şahsiyetini görüyorlardı. Babası, onların
dinlerine ve dünyalarına en büyük hizmeti yapmıştı. Ama onlar, emaneti ve
ciğerparesi hususunda onun hakkını eda etmemişlerdi. Ağlama sesleri ve
hıçkırıkları dinince tarihî hutbesine Allah'a hamd ve sena ile başladı.
Konuşması sel gibi akıyordu. Ondan önce de, ondan sonra da öyle fasih ve beliğ
bir konuşma duyulmuş değildir. Konuşmayı yapan, henüz gençliğinin başında olan
bir kadındı. Daha on sekizini bile doldurmamıştı. Ama o, kendisine hikmet ve
son söz (Kur'an) verilen Resulullah'ın kızıydı. Bu, ona yetiyordu.
Hutbesinde
İslâm'ın öğretilerinden, yasamalarının felsefesinden ve hükümlerinin
hikmetlerinden bahsetti. Sonra İslâm güneşi doğmadan önce milletlerin içinde
bulunduğu düşünce sığlığı ve akıl kıtlığına değindi. Arap Yarımadası'nın
cehalet ve günah bataklığında çırpındığından söz etti. Ekonomik hayatları
çökmüş; ezici çoğunluk, tabaklanmış deri parçaları yiyor, develerin kirlettiği
pis su birikintilerinden içiyordu. Suyla karıştırılmış bir yudum süt, yutulacak
küçük bir lokma, çabukça kapılacak bir av ve ayaklar altında ezilen zayıf bir
topluluk idiler. Nihayet Allah-u Teala, Peygamberi'ni göndererek onlara büyük
bir lütufta bulundu. Peygamber, onları zillet ve horluktan, yoksulluk ve
yoksunluktan kurtardı. Onlar için bir uygarlık kurdu. Onlara şeref ve itibar
kazandırdı. Onları yüceltti. Onları bilinç ve medeniyette milletlerin öncüsü
kıldı. Gerçekten de onlara büyük bir fayda sağladı.
Hz. Zehra, bu tarihî hutbesinde amcasının oğlunun
üstünlüğüne, Allah yolundaki büyük cihadına, Resulullah'ı (s.a.a) savunmadaki
büyük fedakârlığına, alçaklar harp ateşini her yaktıklarında İmam'ın meydana
atladığına, ayağının ayasıyla onların başlarını ezdiğine, kılıcıyla
savaşlarının ateşini söndürdüğüne, buna karşılık Kureyş Muhacirlerinin refah,
güven ve huzur içinde hayatlarını yaşadıklarına, İslâm'a yardım ve onu savunma
uğruna hiçbir zahmet ve meşakkate katlanmadıklarına, savaşın zor anlarında geri
dönüp savaştan kaçtıklarına değindi.
Nebevî
siyerin sayfalarını şöyle bir karıştırın; bakın, Kureyş Muhacirlerinin savaş ve
çarpışma meydanlarında kayda değer bir varlığına veya sözü edilecek bir
kahramanlığına rastlayabiliyor musunuz?! Bütün bu meydanlarda ve en tehlikeli
anlarda ortaya çıkan kişi, İslâm kahramanı İmam Ali'dir. Dolayısıyla İslâm'ın
bir numaralı mücahidi odur.
Hatta
hutbesinin bir yerinde, Kureyş Muhacirlerinin, Peygamberlerinin Ehl-i Beyt'inin
başına belâlar gelmesini beklediklerinden, kötü olaylarla karşılaşmalarını arzu
ettiklerinden, üzerlerine felâketlerin çökmesini bekleyip durduklarından söz
etti.
Ayrıca,
Müslümanların risalet çizgisinden sapmalarından, nefsanî isteklerine tam olarak
boyun eğmelerinden ve her hatanın başı olan dünya sevgisine kapılmalarından
dolayı duyduğu büyük üzüntüsünü dile getirdi. Allah'ın salâvatı ona olsun,
Müslümanların Allah ve Resulü'nün Kur'an'ın dengi olan tertemiz Ehl-i Beyt'e
sarılmaları gerektiği yönündeki emrinden uzak düşerek yaptıkları yanlışın bir
sonucu olarak karşılaşacakları tehlikelere ve felâketlere dikkat çekti.
Resulullah'ın
(s.a.a) sevgili kızı, bu hususlara dikkat çektikten sonra üzücü bir şekilde
babasının mirasından mahrum edilmesine değinerek konuşmasını şöyle sürdürdü:
"Siz şimdi benim,
babamdan miras alma hakkımın olmadığını diyorsunuz. "Yoksa
cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin olarak inanan bir kavim için Allah'tan
daha güzel hüküm veren kim olabilir?!"[238] Bilmiyor musunuz?! Hayır, size gün gibi aşikârdır ki, ben onun
kızıyım. Ey Müslümanlar! Bana kalan miras zorla elimden mi alınacak?!"
Sonra hitabını Ebu
Bekir'e yönelterek şöyle dedi:
"Ey Ebu Kuhafe'nin
oğlu! Allah'ın kitabında, sen babanın mirasını alabilirsin, fakat ben alamam
diye mi yazıyor?! Gerçekten de iğrenç bir şey getirdin! Yoksa bilinçli olarak
mı Allah'ın kitabını terk ettiniz ve onu arkanıza attınız?! Çünkü Allah'ın
kitabı, "Ve Süleyman Davud'a mirasçı oldu."[239] diyor. Zekeriyya Peygamber'in oğlu Yahya'nın kıssasını anlatırken de
şöyle buyurmuştur: "Katından bana bir veli lütfet ki, bana mirasçı
olsun ve Yakub oğullarına da mirasçı olsun."[240]"
"Ve yine şöyle
buyurmuştur: "Allah'ın kitabında akrabaların bazıları, bazılarına
(miras hususunda) daha evlâdır."[241]"
"Yine buyurmuştur
ki: "Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe iki kadının payı kadar
(miras vermenizi) emreder."[242]"
"Yine buyurmuştur
ki: "Eğer geride bir hayır (mal) bırakıyorsa, anne
ve babası ve yakınları için uygun ve tanınan bir biçimde vasiyet etmesi
gerekir. Bu, takva sahipleri üzerinde bir haktır."[243]"
"Ama siz, benim bir
payımın olmadığını, babamın mirasını alamayacağımı, onunla benim aramda bir kan
bağı olmadığını iddia ediyorsunuz. Yoksa Allah, size özel bir ayet indirdi de
babamı onun dışında mı tuttu?!"
"Yoksa her biri
başka bir dine mensup iki kişi birbirine mirasçı olamaz mı demek istiyorsunuz?!
Acaba ben ve babam aynı dinin mensupları değil miyiz?! Yoksa siz Kur'ân'ın özel
ve genel nitelikli hükümlerini babamdan ve amcamın oğlundan (Ali'den) daha mı
iyi bileceksiniz?!"
Hz.
Zehra, hutbesinin bu kesitinde babasının mirasını almaya hakkı olduğuna dair en
sağlam delilleri sıralamıştır:
Öncelikle:
Peygamberlerin de diğer insanlar gibi miras kanuna tâbi olduklarını
vurgulamıştır. Buna, Süleyman b. Davud ve Yahya b. Zekeriyya peygamberleri
örnek göstermiştir. Verdiği ayetlerde, bu peygamberlerin miras konusunda diğer
insanlar gibi oldukları açıkça ifade edilmiştir.
İkinci olarak: Miras
ayetleri ile vasiyet ayetinin genelliğine istinat etmiştir. Bu ayetlerin babası
Resulullah'ı da kapsadığını ve onun bu ayetlerin kapsamının dışında kalması
için bir delilin olması gerektiğini, böyle bir delilin ise bulunmadığını
vurgulamıştır. Dolayısıyla babasının da söz konusu ayetlerin genelliği
kapsamında olduğunu ispatlamıştır.
Üçüncü olarak: Birini
miras ayetlerinin kapsamından çıkarmak için farklı dine mensup olması gerekir.
Örneğin baba Müslüman olur da evlât kâfir olursa, o evlât babasından miras alamaz.
Burada ise böyle bir durum söz konusu değildir. Yüce Peygamberimiz ve sevgili
kızı, İslâm'ın özüdürler. Öyleyse nasıl mirasından mahrum edilebilir?!
Hz.
Zehra, bu delillerle Ebu Bekir'i mahkûm etti ve onun için hiçbir çıkış kapısı
bırakmadı. Sonra yine Ebu Bekir'e hitap ederek şöyle dedi:
"Fedek'i (binmeye
hazır bir deve gibi) dizginlenmiş eyerlenmiş olarak al. Ama haşredildiğin gün
karşına çıkacağını bil. Allah ne iyi hakemdir ve Muhammed (s.a.a) ne iyi
önderdir! Kıyamette buluşuruz! Kıyamet kopunca batıl ehli olanlar büyük bir
hüsrana uğrayacaklardır. O zaman pişmanlık da size bir fayda sağlamayacaktır. "Her haberin gerçekleştiği bir zaman
vardır."[244] "Yakında, alçaltıcı
azabın kime geleceğini ve kimin kalıcı azap içinde yer alacağını
bileceksiniz!"[245]"
O
alçaltıcı azap, kılıç darbesinden de daha etkili olacaktır. O gün hiçbir
zalimin zulmü gözünden kaçmayan o mutlak adilin önünde muhakemeye çıkılacaktır.
Hz.
Zehra, daha sonra hitabını orada bulunanlara yönelterek onları Ebu Bekir'in
yönetimini yıkmaya çağırdı. Şöyle buyurdu:
"Ey yiğitler
topluluğu! Ve ey dinin yardımcıları ve İslâm'ın koruyucuları! Benim hakkımdaki
bu gevşekliğiniz, uğradığım zulme karşı bu uyuşukluğunuz da nedir?! Babam
Resulullah (s.a.a), "Kişinin saygınlığı çocuklarında korunur." diye
buyurmuyor muydu? Ne çabuk bozuldunuz?! Bu aceleniz ne?! Oysa şu anda maruz
kaldığım eziyetleri savma gücünüz var. İstediğimi ve istemeye devam ettiğimi
geri alacak kudrete sahipsiniz."
"Yoksa,
"Muhammed öldü!" mü diyorsunuz? Evet, onun ölümü boşluğu doldurulmayacak,
çatlağı kapatılmayacak, gediği doldurulmayacak denli büyük bir felâkettir. Onun
kaybından dolayı yeryüzü karanlığa gömüldü. Güneşin ve ayın yüzü tutuldu. Onun
ölümüyle meydana gelen felâket yüzünden yıldızlar dağıldılar."
Daha
sonra Ensar'ı Ebu Bekir'in hükümetine karşı ayaklanmaya teşvik ederek şöyle
dedi:
"Ah Kıyle Oğulları
(Evs ve Hazrec kabileleri), ah! Sizi görebiliyor, sesimi size duyurabiliyor,
sizi bir arada toplanmış bulabiliyor iken babamın mirası elimden mi alınacak?!
Gerekli sayınız ve donanımınız, gücünüz ve araçlarınız, silâhlarınız ve
kalkanlarınız olduğu hâlde kuşatıcı bir ümitsizlik ve şaşkınlığa kapılmışsınız.
Çağrıyı duyduğunuz hâlde cevap vermiyorsunuz. İmdat feryadını işittiğiniz hâlde
yardıma koşmuyorsunuz. Hâlbuki sizler yiğit ve savaşçı insanlar olarak
bilinirsiniz. Hayırla ve iyilikle anılırsınız. Sizler seçilmiş seçkinlersiniz.
Biz Ehl-i Beyt için beğenilmiş hayırlı kimselersiniz. Araplarla savaştınız,
zorluklara ve ağır koşullara katlandınız. Milletlerle vuruştunuz, yiğitlerle
savaştınız. Sizler sürekli bizimleydiniz, bizimle birlikte hareket ederdiniz.
Biz emreder, sizler emrimizi hep yerine getirirdiniz. Derken İslâm değirmeni
bizim eksenimizde dönmeye başladı. Bolluk ve rahatlık günleri gelip çattı.
Şirkin soluğu kesildi, iftiranın coşkusu dindi, küfrün ateşi söndü, kargaşa
çağrısı sustu ve dinin düzeni egemen oldu. O hâlde, doğru beyan edildikten
sonra nasıl yanlışa meylettiniz?! Gerçek ilân edildikten sonra nasıl onu
gizlediniz?! Harekete geçtikten sonra nasıl geri döndünüz?! İmandan sonra nasıl
şirke düştünüz?! "Yeminlerini bozan,
Peygamber'i (yurdundan) çıkarmaya kalkışan ve size karşı savaşı ilk olarak
kendileri başlatan kimselerle savaşmaz mısınız?! Yoksa onlardan korkuyor
musunuz?! Oysa Allah, imanınız varsa, kendisinden korkmanıza daha
lâyıktır."[246]"
Âlemlerdeki
kadınların efendisi, Ensar'ın zaafını, yenilgiyi kabullenişlerini, hak çağrıya
icabet etmeyişlerini görünce, onları azarlayıp kınamaya başladı. Şöyle dedi:
"Bilin ki ben,
hamurunuza karışan gevşekliğinizi, kalplerinizi kaplayan aldanmışlığınızı
bilerek bu sözleri söyledim. Bu sözler, keder ve hüznün kapladığı nefsin
galeyanı, öfkenin dışa vurması, canın iyice zayıflaması, göğsün içindekileri
artık saklayamaması kabilinden sözlerdir. Varın siz onu (hilâfeti) sırtınızda
taşıyın. Sırtınızda hep bir yara gibi kalacaktır. Zayıf karakterinizin bir
göstergesi ve utanç lekeniz olacaktır. Cebbar olan Allah'ın gazabının ve ebedî
rezilliğin damgası olarak alnınızda kalacaktır. Allah'ın tutuşturulmuş ve
kalplere sirayet eden ateşine sürükleyecektir sizi. Yaptıklarınız Allah'ın gözünün önündedir. "Zalimler, hangi akıbete
uğrayacaklarını yakında bileceklerdir."[247] Ben, sizi önünüzdeki şiddetli bir
azaba karşı uyaran uyarıcının kızıyım. Öyleyse yapın yapacağınızı, biz de
yapacağız. Ve bekleyin bakalım, biz de beklemekteyiz."[248]
Seyyidetü'n-Nisa'nın
azametini ve yeryüzünde ilim ve hikmet pınarlarını akıtan babasının ilimlerinin
uzantısını olan ilmî gücünü gösteren bu tarihî konuşma sona erince, kalpler
ürpermiş, sesler kısılmış, canlar bedenlerden çıkacak hâle gelmiş ve nerdeyse
hak yerine dönecekti ki, Ebu Bekir diplomatik yeteneklerini konuşturarak duruma
hâkim olmayı başardı. Fatıma'ya karşı büyük hürmet duyduğunu, onu kızı Aişe'den
de önde gördüğünü ileri sürerek konumunu güçlendirmeye çalıştı. Fatıma'ya karşı
yaptığı bu sert uygulamaları da kendi görüşüne değil, Müslümanların görüş ve
ittifakına dayanarak yaptığını ileri sürdü. Oysa Müslümanların bunda bir rolü
yoktu. Çünkü ileride açıklayacağımız üzere Müslümanların ileri gelenleri ona
biat etmekten kaçınmışlardı. Aynı şekilde Ensar'ın büyük bölümü de kerhen biat
etmişti. Veziri Ömer b. Hattab'ın tabiriyle de Ebu Bekir'e yapılan biat, bir
oldu bitti (felte) idi.
Peygamber'in
ciğerparesi Hz. Fatıma, daha sonra babasının kabrinin yanına giderek aşağıdaki
hüzün dolu beyitlerle kavimden gördüğü eziyetleri ve çektiği acıları babasına
şikâyet etti:
"Senden sonra ne
olaylar oldu, ne kargaşalar yaşandı!
Sen şahit olsaydın bu
olaylara, musibetler çoğalmazdı.
Yağmuru yitiren yer gibi
biz de seni yitirdik.
Kavmin bozuldu; şahit ol
hâllerine ve asla gaip olma.
Bazı adamlar içlerindeki
kini bize göstermeye başladılar
Sen gidince ve toprak
seni bizden ayırınca.
Bazı adamlar bize
saldırdılar, bizi küçümser oldular
Ve mirasımızın tamamını
gasp edildi sen gidince."
Hz.
Zehra'nın, babasının vefatından sonra gördüğü eziyetler ve çektiği
musibetlerden ne kadar etkilendiği ve ne derecede derin bir hüzün ve üzüntü
içinde olduğu bu beyitlerde açıkça görülmektedir. Çünkü Hz. Zehra'ya karşı
gerçekten de acımasız ve sert bir tutum sergilenmiş ve her şeyden önce riayet
edilmesi gereken Peygamber'in hakkına riayet edilmemişti.
Burada
şöyle bir soru akla geliyor: İmam (a.s), kendisine ve Resulullah'ın
ciğerparesine karşı yapılan bu kanlı olaylar karşısında neden Ebu Bekir'in
yönetimine karşı savaş açmayıp da uzlete çekildi? Bu sorunun cevabını İmam'ın
kendi sözlerinde aradığımızda bunun birçok haklı nedeni olduğunu görüyoruz:
İşte o nedenlerden bazıları:
İmam'ın
(a.s) Ebu Bekir'in hükümetine karşı savaş ilân edebilecek bir askerî gücü
yoktu. Nitekim bunu çeşitli münasebetlerde açıkça ifade etmiştir. İşte onlardan
bazıları:
"Şıkşıkıyye
Hutbesi" olarak bilinen meşhur hutbesinde şöyle buyurmuştur:
"Düşündüm;
kesilmiş bir elle hamle mi edeyim, yoksa büyüğü ihtiyarlatan, küçüğü
yaşlandıran ve mümini Rabbine kavuşuncaya kadar sıkıntı ve zahmete sokan bu
kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? Gördüm ki bu duruma sabretmek daha
akıllıca; sabrettim. Sabrettim ama gözümde çöp, boğazımda kemik vardı ve
mirasımın yağmalandığını görüyordum."[249]
İmam'ın
hutbesinin bu kesiti bize şunu anlatmaktadır: İmam'ın (a.s) Ebu Bekir'e karşı
kendisini destekleyecek ne bir askerî gücü ve ne de güç ve nüfuz sahibi
adamları vardı. Bu yüzden gözünde diken, boğazında kılçık kalmış olduğu hâlde
sabredip bekledi.
Yine
şöyle buyurmuştur:
"Baktım,
bir de gördüm ki, Ehl-i Beyt'imden başka yardımcım yok. Onları ölüme sürmekten
sakındım. Çöp kaçmış gözümü yumdum, kemik saplanmış boğazımla su içtim, öfkemi
yenmeye ve acı hıyarın tadından daha acı olan bir şeye sabrettim."[250]
Evet;
gerçekten de İmam'ın yanında ailesinden başka kimse yoktu. Savaş kapısını
açması, kesinlikle ailesinin sonu olurdu. Ayrıca ümmet de çok daha büyük
felâketler ve musibetlerle karşılaşırdı.
Nitekim
İmam (a.s) hakkını almak için Ensar ve diğerlerinden yardım isteyince onlardan
olumlu cevap alamadı. Seyyidetü'n-Nisa ile birlikte teker teker Ensar'ın
kapısını çalıp onlardan Ebu Bekir'in karşısında onurlu ve dik bir duruş
sergilemelerini istedi. Fakat onların Resulullah'ın (s.a.a) ciğerparesine
verdiği cevapları şu oluyordu:
"Ey
Resulullah'ın kızı! Biz daha önce bu adama (Ebu Bekir'e) biat ettik. Artık iş
işten geçti."
Seyyidetü'n-Nisa
(s.a) da onlara şöyle diyordu:
"Resulullah'ın
(s.a.a) mirasının kendi evinden çıkıp başka bir eve gitmesine izin mi
veriyorsunuz?!"
Onlar
da şu mazereti ileri sürüyorlardı:
"Eğer
kocan, Ebu Bekir'den önce bize gelseydi onu bırakıp da başkasına biat
etmezdik."
İmam
da onlara şu cevabı veriyordu:
"Resulullah'ı
(s.a.a) evinde defnetmeden bırakıp da dışarı çıkacak ve onun mirası olan
egemenliği ele geçirme hususunda insanlarla çekişecek miydim?!"
Seyyidetü'n-Nisa
da İmam'ın sözüne destek veriyor ve:
"Ebu'l-Hasan,
kendisine yakışanı yaptı. Onlar ise, Allah'ın kendilerinden hesap soracağı bir
işi yaptılar."[251]
Evet,
İmam'ın Ebu Bekir'e karşı savaş açabileceği hiçbir askerî gücü yoktu. Eğer
böyle bir gücü olsaydı, kesinlikle sessiz kalmaz, sessiz kalması caiz olmazdı.
Hz.
Zehra (s.a), Muaz b. Cebel'e giderek ondan yardım istedi. Şöyle dedi:
"Senden
yardım istemek için sana geldim. Sen, Resulullah'a biat ederken ona ve
zürriyetine yardım edeceğine, kendini ve zürriyetini neden koruyorsan, onu ve
zürriyetini de ondan koruyacağına dair söz vermiştin. Ebu Bekir, Fedek'i benden
gasp etmiş, vekilimi de oradan çıkarmıştır."
Muaz,
Hz. Zehra'ya:
"Benimle
birlikte olacak başka birisi de var mı?" dedi.
Hz.
Zehra:
"Kimse
bana olumlu cevap vermedi." dedi.
Muaz:
"O
hâlde ben sana nasıl yardım edebilirim?" dedi.
Bunun
üzerine Hz. Zehra (s.a) gazap etti ve şöyle dedi:
"Yemin
ederim, Resulullah'a kavuşuncaya kadar seninle açıkça tek bir kelime dahi
konuşmayacağım…"
Hz.
Zehra, kalbi üzüntü ve keder ile dolu bir hâlde ve gasp edilen hakkını
alabilmekten ümidini kesmiş olarak Muaz'ın evinden çıktı. O sırada değerli oğlu
içeri girdi. Babasına:
"Muhammed'in
kızını buraya getiren sebep neydi?" diye sordu.
-
"Benden Ebu Bekir'e karşı kendisine yardımcı olmamı istedi."
-
"Sen ona ne cevap verdin?"
-
"Tek başıma yapabileceğim yardımın sözünü verdim."
-
"Ona yardım etmekten kaçındın mı?"
-
"Evet."
-
"O sana ne dedi?"
-
" Resulullah'a kavuşuncaya kadar seninle açıkça tek bir kelime dahi
konuşmayacağım, dedi."
Oğlunun
kalbi sızlamaya baladı ve babasına:
"Allah'a
yemin ederim ki, ben de Resulullah'ın huzuruna varıncaya kadar seninle açıkça
tek bir kelime konuşmayacağım. Çünkü sen onun kızına olumlu cevap
vermedin." dedi.[252]
Şüphesiz,
eğer İmam (a.s), Ebu Bekir'e karşı savaşma yolunu seçseydi, İslâm yıkıcı bir
darbe almış olacaktı. Çünkü başta Ebu Süfyan ve İslâm ile kan davası olan diğer
Kureyşliler olmak üzere münafıklar, İslâm'ı ortadan kaldırmak ve cahiliyeyi
hayat sahnesine geri döndürmek için fırsat kolluyorlardı. İslâm, tam anlamıyla
Müslümanların birçoğunun ruhuna yerleşmemişti. Müslümanların çoğu, orta
yaşlarda ve ihtiyarlık çağlarında İslâm'a girmişlerdi. Bilinçaltında cahiliye
ruhunu taşıyanlar vardı. Bir iç savaşın çıkması durumunda birçokları İslâm
gömleğini çıkaracak, putlarına ve putperestliğe döneceklerdi. Nitekim
Kureyşliler Mekke'de İslâm elbisesini çıkarmak ve putperestliğe geri dönmek
istemişlerdi. Öyle inanıyorum ki, İmam'ın sessiz kalmasına ve hakkını aramaktan
vazgeçmesine yol açan en önemli sebep de buydu.
Burada
İmam'ın hakkından vazgeçip sessiz kalmasını gerektiren üçüncü bir sebep daha
var. O da, İmam'ın Müslümanların birlik ve beraberliğine ve dağılıp
parçalanmamalarına verdiği önemdir. Nitekim Osman b. Affan'a biat edilmek
istenince, İmam (a.s) bu noktaya dikkat çekerek şöyle demiştir:
"Biliyorsunuz
ki ben, hilâfete başkalarından daha lâyığım ve hilâfet benim hakkım. Fakat
Allah'a yemin ederim ki, Müslümanların işleri salim olduğu ve benden başkasına
zulmedilmediği sürece, sabrımın mükâfatını ve üstünlüğünü umarak ve sizin elde
etmek için birbirinizle çekiştiğiniz emirliğin süsüne ve ziynetine karşı rağbet
göstermeyerek sessiz kalmayı tercih edeceğim."[253]
Müslümanlar
arasında vahdetin korunması ve sözbirliğinin sağlanması adına İmam (a.s),
canının derinliklerinde hakkının zayi olmasından dolayı duyduğu acı ve üzüntüyü
gizleyerek yine barış yolunu seçti.
İmam'ın
sessiz kalıp sabır silâhına sarılmasına yol açan nedenlerden bazıları bunlardı.
Ebu
Bekir ve veziri Ömer, hilâfetlerine meşruiyet kazandırabilmek için Hz.
Fatıma'yı ziyaret edip gönlünü almak istediler. Birlikte Fatıma'nın kapısına
gittiler. İçeri girmek için izin istediler. Fakat Hz. Fatıma, onlara izin
vermedi. İkinci kez tekrar izin istediler. Yine olumlu cevap alamadılar. Bunun
üzerine Müminlerin Emiri İmam Ali'ye gittiler. Ondan nübüvvet yadigârından
kendileri için izin almasını istediler. İmam (a.s), Fatıma'nın yanına gelerek
onların isteklerini kendisine iletti. Bunun üzerine Hz. Fatıma, onlara izin
verdi. Ebu Bekir ve Ömer içeri girdiler. Hz. Fatıma, onlara itina etmeyerek yüzünü
onlardan çevirdi. Ebu Bekir ve Ömer, Hz. Fatıma'dan kendilerini affetmesini ve
kendilerinden razı olmasını istediler. Hz. Fatıma onlara şöyle dedi:
"Size Allah adına
ant içiyorum; Resulullah'ın (s.a.a), "Fatıma'nın rızası benim rızamdır,
Fatıma'nın öfkesi benim öfkemdir. Kim kızım Fatıma'yı severse, beni sevmiş
olur. Kim Fatıma'yı razı ederse, beni razı etmiş olur. Kim Fatıma'yı
öfkelendirirse, beni öfkelendirmiş olur." dediğini duymadınız mı?"
Onlar,
"Evet, bunu Resulullah'tan duyduk." dediler.
Bunun
üzerine Hz. Fatıma (s.a) ellerini göğe kaldırarak tüm içtenliğiyle şöyle dedi:
"Allah'ı ve
meleklerini şahit tutuyorum ki, siz ikiniz beni öfkelendirdiniz ve beni razı
etmediniz. Resulullah'la karşılaştığımda, mutlaka sizi ona şikâyet
edeceğim."
Sonra Ebu Bekir'e dönüp
şöyle dedi:
"Allah'a yemin
ederim ki, kıldığım her namazda sana beddua edeceğim."[254]
Hz.
Fatıma'nın sözleri balyoz gibi o ikisinin kafasına indi. Yer ayaklarının
altında değirmen taşı gibi dönmeye başladı. Fatıma'nın rızasını alamadan evi
terk ettiler. Onlar, yaptıkları işin basit bir şey olduğunu ve Hz. Fatıma'nın
zaman içinde kendilerine müsamaha göstereceğini sanmışlardı. Oysa yaptıkları
iş, affedilecek ve rıza gösterilecek bir iş değildi. Eğer yaptıkları iş
gerçekten de basit bir şey olsaydı, Peygamber'in (s.a.a) yadigârı kesinlikle
onlara hoş gürüyle yaklaşırdı.
Gördüğü
eziyetler ve çektiği acılar neticesinde Peygamber'in ciğerparesi ve ümmeti
arasındaki emaneti şiddetle hastalandı. Susuz kalan çiçekler gibi solmaya başladı.
Daha gençliğinin başındayken ölüm süratle ona doğru geliyordu. Ölümsüzlük
âlemine intikal edeceğinin belirtileri görülmeye başlayınca, tarihe bir not
düşercesine vasilerin efendisi ve muttakilerin imamı olan amcası oğluna son
vasiyetini etti. Vasiyetinde amcası oğlundan şunları istiyordu:
1-
Mukaddes naaşını gecenin karanlığında toprağa versin ve hakkını gasp ederek
kendisine zulmedenlerden hiçbir kimse cenazesinde hazır bulunmasın. Çünkü
-kendi tabiriyle- onlar, onun ve babasının düşmanlarıdırlar.
2-
Kabrin izlerini silsin ve yerini gizli tutsun. Bunu, tarih boyunca öfkesinin
remzi olsun ve kimse için bir şüphe kalmasın diye istiyordu. Bununla ilgili
olarak Mekke Şerifi bir şiirinde şöyle diyor:
"Fatıma'nın
hakkını gasp eden o iki adam hakkında bizimle tartışıp, onların kasıtlı olarak
Fatıma'ya zulmetmediklerini ve malını gasp etmediklerini söyleyene soruyorum:
Eğer gerçek senin söylediğin gibi idiyse, peki öldüğünde neden cenazesinde
hazır bulunmadılar? Allah'ın melekleri naaşını teşyi ederken niçin o ikisi
yoktu? Ona karşı kadirşinaslıkta cimrilik mi ettiler, yoksa babasına inat mı
ettiler? Yoksa Fatıma Betul, cenazesinde o ikisinin bulunmamasını vasiyet etti
de o yüzden hazır olamadılar? Yoksa babası ona gizlice bunu söyledi de
Peygamber'in kızı babasına itaat etti? Nasıl istersen, öyle söyle. Ama bil ki,
senin iddian büyük bir yalan ve iftiradır."[255]
İmam
(a.s), Peygamber'in ciğerparesinin vasiyetini eksiksiz yerine getirdi.
Zehra'sının mukaddes naaşını gecenin son diliminde toprağa verdi. Sonra da
kabrinin yanı başında durup gözyaşlarıyla toprağını suladı. Yüreği yanıyor ve
şöyle diyordu:
"Benden ve çabucak
sana kavuşup komşuluğunda defnedilen kızından sana selâm olsun ya
Resulallah!"
"Ya Resulallah!
Seçkin kızından dolayı sabrım azaldı, onun ayrılığı karşısında tahammülüm
kalmadı. Fakat senin büyük ayrılığına ve dayanılmaz musibetine sabrettiğim gibi
bu acıya da sabredecek, bununla teselli bulacağım. Seni kabrine ben
indirmiştim. Son nefesini benim göğsümde vermiştin. O hâlde, hepimiz
Allah'tanız ve hepimiz O'na döneceğiz."
"Artık emanet iade
edildi ve rehine (bedenin tutsağı olan ruh) geri alındı. Allah, senin şu anda
bulunduğun yurda beni de alıncaya kadar hüznüm daim olacak, gecelerim uykusuz
geçecektir. Ümmetinin nasıl üzerime çullandığını kızın sana anlatacaktır. Nasıl
onun hakkını elinden aldıklarını da. Israrla ona sor, durumu ondan öğren. Hem
de aramızdan ayrılmandan uzun bir zaman geçmemiş, anıların tazeyken. İkinize de
selâm olsun. Bu bir veda edenin selâmıdır, darılan veya bıkan birinin selâmı
değil. Eğer dönüp gidiyorsam, bunun sebebi usanmışlığım değildir. Şayet burada
bekliyorsam, bunun sebebi de Allah'ın sabredenlere vadettiği ödülden ümidimi
kesmem değildir."[256]
Bu
sözler, derin bir hüznün taşmasıydı. İmam, Seyyidetü'n-Nisa'yı kaybetmesinin
üzüntüsünü kardeşi ve amcasının oğluna şikâyet ediyordu. Dünyanın her türlü
zorluk ve sıkıntılarında kelimenin tam manasıyla sabur olan İmam Ali (a.s),
Zehra'nın ayrılığında sabrı azalmıştı.
İmam,
Resulullah'a (s.a.a) şöyle arz ediyordu: "Kızına ısrarla sor ki, senden
sonra uğradığı zulümleri, çektiği acıları genişçe sana anlatsın."
Buraya
kadar kısaca Resulullah'ın ciğerparesinin Ebu Bekir'e karşı tutumundan
bahsettik.
Ebu Bekir'e karşı çıkanlardan biri de, henüz çocukluğunun
baharında olan İmam Hasan (a.s) idi. Bir gün Resulullah'ın (s.a.a) mescidine
gittiğinde Ebu Bekir'in minberin üzerinde oturup insanlara hitap ettiğini
gördü. Bunun özerine Ebu Bekir'e şöyle bağırdı:
"Benim
babamın minberinden aşağı in, git kendi babanın minberine çık!"
Ebu
Bekir şaşırıp kaldı ve dehşete kapıldı. Meclise sessizlik hâkim oldu. Ebu
Bekir, ilk şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra durumu kurtarmaya çalıştı.
Yumuşak bir ses tonuyla:
"Doğru
söyledin. Allah'a yemin ederim ki bu, senin babanın minberidir; benim babamın
minberi değildir." dedi.[257]
Çocukluğunun
baharında olan İmam Hasan (a.s), o minbere ceddi Resulullah'ın çıktığını
görmüştü. Ceddinden sonra, hikmet ve beyanın emiri olan ve tüm sahneler ve
meydanlarda cansiperane Resulullah'ı (s.a.a) savunan babasının dışında hiç
kimseyi o minbere çıkmaya lâyık görmüyordu.
İslâm'ın
büyük şahsiyetlerinden büyük bir grup, İmam Ali'nin varlığıyla Ebu Bekir'in
hükümeti ele geçirmesini yadırgadılar. Bu makama lâyık olan kişinin İmam Ali
olduğunu savundular. Çünkü o, İslâm'ın yiğidiydi; fakih, âlim ve zahitti;
Peygamber'in (s.a.a) kardeşi ve iki torununun babasıydı; âlemlerdeki kadınların
efendisi olan kızının kocasıydı. Ve çünkü Peygamber (s.a.a), Gadir-i Hum'da ona
biat almış ve:
"Ben
kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır." buyurmuştu.
Yine
ona buyurmuştu ki: "Sen bana göre, tıpkı Musa'ya göre Harun gibisin…"
Her
neyse, sahabeden bir grup, Ebu Bekir'in hilâfet gömleğini giyinmesini şiddetle
kınamıştı. Onlardan bazıları şunlardır:
Selman-i
Farisî, Peygamber'in özel teveccühüne mahzar olmuş büyük bir zattır. Peygamber
(s.a.a) onu Ehl-i Beyt'ine katmış ve şöyle buyurmuştu:
"Selman
biz Ehl-i Beyt'tendir."
Yine
şöyle buyurmuştu:
"Selman-i
Farisî demeyin; Selman-i Muhammedî deyin."
Ehl-i
Beyt'ine sadakayı haram ettiği gibi ona da sadakayı haram etmiş ve:
"Sadaka
Selman'a haram'dır." buyurmuştu.
Böyle
büyük bir şahsiyet, Ebu Bekir'le tartışmış ve ele geçirdiği mevkiden geri
çekilmesini istemişti. Ona şöyle demişti:
"Ey
Ebu Bekir! İçinden çıkamayacağın bir olayla karşılaştığında kime dayanacaksın?!
Bilmediğin bir şey sana sorulduğunda kime sığınacaksın?! Senden daha bilgili
olan, Resulullah'a (s.a.a) herkesten daha yakın olan, Allah'ın kitabının
tevilini ve Peygamber'in sünnetini en iyi bilen kişiden -İmam Ali'yi
kastediyor- öne geçmendeki mazeretin ne olacak?! Ki Peygamber, hayatında onu
herkesten öne geçirirdi; vefatı sırasında da onu size vasiyet etmişti. Fakat
siz Peygamber'in sözünü arkanıza attınız, vasiyetini unuttunuz, sözünüzü
tutmadınız, ahdinizi çiğnediniz ve kendi eliyle bağladığı Üsame b. Zeyd'in
sancağının altından çıkarak bağlarınızı kendi elinizle açtınız!"[258]
Selman,
bu nasihatinde Ebu Bekir'i hakka uymaya, Müslümanların birliğini bozmamaya ve
işi ümmetin içindeki en bilgili şahsiyete -ki o da Müminlerin Emiri İmam
Ali'dir- bırakmaya davet ediyor.
Ammar,
Allah yolunda güzel bir sınav veren, temiz oğlu temiz bir şahsiyettir. Sahabe
arasında, kendini görmeyecek derecede Hak'ta fani oluş ile maruftu. Ebu
Bekir'in hilâfet gömleğini giydiğini görünce, ona biat eden Muhacirler ve
diğerlerini şiddetle kınadı ve şöyle dedi:
"Ey Kureyş
topluluğu! Ve ey Müslümanlar! Şayet biliyorsanız, ne âlâ! Eğer bilmiyorsanız,
bilin ki Peygamberinizin (s.a.a) Ehl-i Beyt'i, ona daha yakındırlar; onun
mirasçısı olmaya daha evlâdırlar; dinî hususları daha iyi ayakta tutarlar;
müminler için daha güvencelidirler; Peygamber'in dinini daha iyi korurlar ve
ümmeti için en hayırlısını isterler. Gidin arkadaşınıza söyleyin; ipiniz kör
düğüme dönüşmeden, işlerinizde zayıflık baş göstermeden, düşmanlıklarınız
ortaya çıkmadan, başınızdaki fitne büyümeden, aranızda ihtilâfa düşmeden ve
düşmanınız size tamah etmeden hakkı sahibine iade etsin. Siz de biliyorsunuz
ki: Haşim Oğulları bu işe sizden daha lâyıktırlar. Ali de Peygamberinize sizden
daha yakındır. Onların içinden Ali, Allah'ın ve Resulü'nün ahdi hususunda sizin
velinizdir. Onunla sizin aranızda her konuda ve her durumda açık bir fark
olduğunu da biliyorsunuz. Peygamber (s.a.a), sizin mescide açılan kapılarınızı
kapatırken onun kapısını açık bıraktı. Sizden kerimesi Fatıma'yı isteyenlerin
hepsini reddederek onu damatlığına tercih etti. "Ben ilmin
şehriyim, Ali de onun kapısıdır." ve "Kim hikmet isterse, ona
kapısından gelsin." buyurmuştu. Sizin hepiniz, dininizle ilgili bir
sorunla karşılaştığınızda ona muhtaçsınız. Ama onun, sizin hiçbirinize ihtiyacı
yoktur. Onun faziletleri saymakla bitmez. Sizin en faziletlinizin -kendi
nazarında bile- sahip olmadığı parlak bir geçmişi vardır onun. O hâlde size ne
oluyor da Ali'den sapıyorsunuz?! Niçin hakkını zorla elinden alıyorsunuz?!
Dünya hayatını neden ahirete tercih ediyorsunuz?! Zalimlerin ahiret hayatının
yerine tercih ettikleri şey ne kötüdür! Allah'ın onun için kararlaştırdığı şeyi
ona verin. Sırtınızı dönerek ondan kaçmayın. Topuklarınız üzerinde gerisin geri
dönmeyin. Sonra hüsrana uğrarsınız."[259]
Ammar'ın
çağrısı, umumun hayrına ve yararına olan unsurları, ümmeti fitneler ve tatsız
olaylardan uzaklaştıracak öğeleri içeriyordu. Müslümanları, genel önderliği
Müminlerin Emiri İmam Ali'ye teslim etmeye çağırıyordu. Resulullah'ın (s.a.a)
bütün faziletleri ona özgü kıldığını, onu ilminin kapısı olarak ilân ettiğini
hatırlatıyordu. Dolayısıyla nasıl ondan vazgeçilip de üstün özellikler ve
faziletlerde onun dengi olmayan kişilere meyledilebilir?!
Ebuzer,
İslâm'ın büyük şahsiyetlerinden biri ve sosyal adaletin sesidir ki, Allah'ın
malını kendi mülkleri, kullarını da kendi köleleri edinen Emevî iktidarına
başkaldıranların başında gelir. O da, İmam'ı hilâfetten uzaklaştıranları
şiddetle kınamış ve Muhacirler ve Ensar'a hitap ederek şöyle demiştir:
"Ey
Muhacirler ve ey Ensar! Sizler ve aranızdaki iyiler, Resulullah'ın (s.a.a),
"Benden sonra yetki Ali'nindir; sonra Hasan'ın ve Hüseyin'indir; sonra da
Hüseyin'in soyundan olan Ehl-i Beyt'imindir." dediğini bildiğiniz hâlde
Peygamberinizin sözünü arkanıza attınız, vasiyetini unuttunuz, dünyaya uydunuz,
temelleri yıkılmayacak, nimetleri zail olmayacak; değersiz, boş, fani ve zail
şeyler için ehli üzülmeyecek ve sakinleri ölmeyecek olan ebedî ahiretin
nimetlerini terk ettiniz. Peygamberlerinden sonra kâfir olan sizden önceki
ümmetler de, tıpa tıp sizin gibi kendilerine emredileni değiştirip aksini
yaptılar. Yakında bu yaptığınızın vebalini tadacaksınız. Allah, kullarına asla
zulmetmez…"[260]
Bu
coşkulu ve değerli hutbede şu hususlar vurgulanıyor: Peygamber (s.a.a), kendisinden
sonra yetkinin Ehl-i Beyt'inin efendisi İmam Ali'de, ondan sonra da iki torunu
Hasan ve Hüseyin'de, o ikisinden sonra da İmam Hüseyin'in soyundan olan yüce
imamlarda olduğunu ümmetine bildirdi. Fakat ümmet, Peygamberinin davetine
icabet etmedi, dünyaya aldanıp haktan saptı. Bunun doğal sonucu olarak da
yakında musibetlere ve fitnelere maruz kalacaklardır.
Nitekim
Ebuzer'in bu öngörüsü fiilen gerçeklemiş oldu. Yeryüzünde fesat çıkaran, zulmü
ve haksızlığı yayan, şehirleri zulme boğan ve Müslümanları hoşlanmadıkları
şeylere zorlayan Emevîler ve Abbasîler zamanında nice kanlar akıtıldı, nice
evler yıkıldı.
Mikdad,
İslâm'ın büyük şahsiyetlerinden ve İmam Ali'nin gözde ashabından biriydi. O da,
Ebu Bekir'i kınamış ve ona hitap sert bir çıkış yapmış, şöyle demişti:
"Ey
Ebu Bekir! Zulmünden dön, Rabbine tövbe et, evinde otur, düştüğün hataya ağla
ve bu işi senden daha liyakatli olan asıl sahibine bırak. Sen de biliyorsun ki,
senin boynunda Resulullah'ın (s.a.a) onun (Ali) için almış olduğu biat vardır.[261]
Yine biliyorsun ki, sana Üsame b. Zeyd'in -ki Ali onun da mevlâsıdır-
sancağının altından çıkmamanı emretmişti. Yine seni ve senin destekçini nifak
bayrağı, kin ve düşmanlık madeni olan ve hakkında, "Hiç şüphesiz, asıl
soyu kesik olan, sana kin besleyendir."[262]
ayeti inen Amr b. As'a mülhak ederek bu işin (hilâfetin) senin ve bu konuda
sana destek olan yardımcın için batıl olduğunu tembih etmişti."
Sonra
sözlerine şöyle devam etti:
"Allah'tan
kork ve zamanı geçmeden bu işten geri dön. Çünkü bu, hayatında da, ölümünden
sonra da senin için daha iyidir. Dünyana güvenip dayanma. Kureyş ve diğerleri
seni mağrurlandırmasın. Az bir süre sonra dünyan elinden alınacak, sonra
Rabbine gideceksin ve yaptıklarının hesabını O'na vereceksin. Sen de kesin
olarak biliyorsun ki, Resulullah'tan (s.a.a) sonra bu işin sahibi Ali b. Ebu
Talib'dir. O hâlde Allah'ın ona verdiğini sen de ona teslim et. Çünkü
ayıplarının örtülmesi ve günahının hafiflemesi açısından senin yararına olan
budur. Allah'a yemin ederim ki, eğer nasihatimi kabul edecek olursan, ben sana
nasihat ettim. İşler, yalnız Allah'a döner."[263]
Mikdad,
gerçekten de Ebu Bekir'in hayrına olanı isteyerek ona nasihat etti. Eğer işgal
ettiği makamı bıraksaydı, ümmet kesinlikle onca fitne, facia ve ihtilâfı
yaşamayacaktı.
Ebu
Bekir'e karşı çıkanlardan biri de, Utbe b. Ebu Leheb'dir. İmam'ın hilâfetten
uzaklaştırılmasına üzülmüş ve şu beyitlerde bunu dile getirmişti:
"Bu
işin Haşim Oğulları'ndan, hele hele Ebu'l-Hasan'dan alınacağını hiç sanmazdım.
O, insanlar içinde ilk iman edendi. Kur'an'ı ve sünneti en iyi bilendi.
Peygamber'in yanından en son ayrılandı. Cebrail'in yardımıyla Peygamber'in
naaşını yıkayıp kefenleyendi. Onda kimsenin şüphe duymadığı faziletler vardır.
Onda olan güzellik insanların hiçbirinde yoktur."[264]
Utbe,
bu dizelerde, hilâfetin ilk Müslüman ve ilk mümin olan, Allah'ın kitabını ve
Peygamber'in sünnetini en iyi bilen ve onu hiçbir zaman yalnız bırakmayan ve
yanından en son ayrılan amcası oğlu İmam Ali'den uzaklaştırılmasına çok
üzüldüğünü dile getiriyor ve onda olan üstün özellikler ve yüce niteliklerin
sahabenin hiçbirinde olmadığını vurgulayarak bu yüce ve bilge insanın nasıl
hilâfetten uzaklaştırıldığı içine sindiremediğini ifade ediyor.
Ebu Eyyub, İmam'ın en parlak ashabındandır. Tüm
savaşlarında onunla birlikte olmuştur. İmam'ın hilâfete diğerlerinden evlâ
olduğuna inanlardandı.[266]
Ebu Bekir'in hilâfetini tanımamış, ona ve hizbine şöyle demişti: "Ey Allah'ın
kulları! Peygamberinizin Ehl-i Beyt'i hususunda Allah'tan korkun. Onlara
haklarını iade edin. Çünkü bu hakkı Allah-u Teala onlara vermiştir.
Peygamberimizin (s.a.a) defalarca ve birçok yerde, "Benden sonra Ehl-i
Beyt'im sizin imamlarınızdırlar." dediğini kardeşlerimiz gibi siz de
duymuşsunuzdur."
Ali'ye
de işaret ederek şöyle derdi: "Bu, iyilerin emiri ve kâfirlerin
öldürenidir. Onu yardımsız bırakan, yardımsız kalır. Ona yardım edene yardım
edilir. Ona zulmettiğinizden dolayı tövbe edip Allah'a dönün. Allah,
tövbelerini kabul eden ve merhamet edendir. Yüz çevirerek ondan kaçmayın."[267]
Bu
hitapta Müslümanlar hakka ve hak mihverinde birlik ve beraberliklerini korumaya
davet ediliyor. Fakat onlar, bu sözleri sağır kulaklarla dinliyorlardı.
Übey
b. Kâb el-Ensarî, Kur'an okurlarının efendisi olarak bilinir. İkinci Akabe'de
hazır bulunanlardan biridir. Peygamber'in (s.a.a) bütün savaşlarına
katılmıştır. Ömer, ona "Müslümanların efendisi" derdi. Ebu Bekir'in
hilâfet gömleğini giyinmesini yadırgamış ve şöyle demişti:
"Ey
Ebu Bekir! Allah'ın bir başkasına verdiği hakkı inkâr etme ve Resulullah'ın
(s.a.a) seçip beğendiği vasisi hususunda ona isyan eden ve emrini farklı yöne
çeken ilk kişi olma. Hakkı ehline iade et ki, kurtulasın. Sapıklığında ısrar
etme ki, pişman olursun. Hemen tövbe et ki, günahın hafiflesin. Allah'ın sana
vermediği bu işi kendine özgü kılma ki, amelinin vebaliyle karşılaşırsın. Çok
yakın bir zamanda bulunduğun bu hâlinden ayrılacaksın ve Rabbine gideceksin.
Rabbin, işlediğin bu cinayetten dolayı seni sorguya çekecektir. Rabbin,
kullarına asla zulmetmez."[269]
Bu
sözlerde hakka davet vardır, Müslümanların salâhına ve birliğine davet vardır.
Nu'man
b. Aclân, Ensar'ın dili ve şairidir. Ebu Bekir'i kabul etmeyenlerden biriydi.
Bir şiirinde Muhacirlere hitap şöyle demiştir:
"Sa'd'ı
hilâfete getirmek haramdır dediniz. Ama ey Atıyk b. Osman, sizin Ebu Bekir'i
hilâfete getirmeniz helâldir, değil mi?! Gerçi Ebu Bekir'in buna liyakati var
ve bunun hakkından iyi bir şekilde gelebilir. Fakat Ali hilâfete daha lâyıktı.
Bizim gönlümüz Ali'den yanaydı ve onun buna, senin bilmediğin yönden ey Amr [b.
As], liyâkati vardır."
Bu şiir şunu anlatmaya çalışıyor: Muhacirler, Sa'd'ın
hilâfete getirilmesine karşı çıktılar ve bunu ona haram ettiler. Gerekçeleri
de, onun Kureyş'ten olmayışı ve kendilerinin Peygamber'le (s.a.a) soy bağları
olduğu için hilâfete Ensar'dan evlâ oldukları idi. Oysa İmam Ali, Resulullah'a
(s.a.a) herkesten daha yakındır ve bu işi üstlenmeye liyakati vardır. Dolayısıyla
da hilâfet, herkesten çok onun hakkıdır.
Osman,
ashabın en iyilerinden ve İmam Ali'nin hakkına inananlardan biriydi. Ebu
Bekir'in hilâfetine karşı çıkmış ve ona şöyle demişti:
"Resulullah'tan
(s.a.a) duyduk ki, "Ehl-i Beyt'im yeryüzünün yıldızlarıdırlar. Sakın
onlardan öne geçmeyin. Çünkü onlar, benden sonraki yöneticilerdirler."
buyuruyordu. Bir adam kalktı ve, "Ya Resulallah! Hangi Ehl-i
Beyt'in?" diye sordu. "Ali ve onun soyundan olan tertemizler."
buyurdu."[271]
Bu
hitap, nübüvvet hanedanı ve hikmet madeni olan Ehl-i Beyt hakkında söylenen bir
hadisi içermektedir. Bu hadis, Peygamber'in (s.a.a), kendisinden sonra onları
yönetici olarak tayin ettiğini sarih bir şekilde ifade etmektedir.
Sehl
b. Huneyf, İmam Ali'ye tam destek verdiğini ilân etmiş, Allah'a hamd ve senadan
sonra şöyle demişti:
"Ey Kureyş
topluluğu! Ben şahidim; Resulullah şurada -Peygamber mescidini kastediyor-
durdu, Ali b. Ebu Talib'in elinden tutarak şunları söyledi:
"Ey insanlar! Bu
Ali, benden sonra sizin imamınızdır. Hayatımda da, vefatımdan sonra da benim
vasimdir. Borcumu ödeyendir, sözlerimi yerine getirendir. Havuzumun başında ilk
önce benimle tokalaşacak olan da odur. Ne mutlu ona uyanlara ve ona yardım
edenlere! Yazıklar olsun ona karşı çıkanlara ve onu yalnız bırakanlara!"[273]
Böylece Sehl, muttakilerin ve ariflerin efendisi,
müminlerin emiri İmam Ali (a.s) hakkında Peygamber'den (s.a.a) duyduğu şeye
şahitlik görevini yaptı. Kuşkusuz, onlar da İmam hakkında Peygamber'den bunun
gibi sözleri dinlemiş, kavramış ve anlamışlardı. Fakat dünya onları aldatmış ve
fenalığa sürüklemişti. Böylece mülk ve saltanat sevdasına düşmüşlerdi.
Ashabın
en parlak simalarından ve Peygamber'in (s.a.a) yanında en güvenilirlerinden
idi. Onun şahitliği, iki şahidin şahitliğine bedeldi. Bunun sebebi, onun
herkesçe bilinen doğruluğu, dürüstlüğü ve din uğruna sıkıntılara katlanmaktan
kaçınmamasıydı. İmam Ali'ye (a.s) tam destek verdiğini ilân etmiş ve
kalabalıkların önünde şöyle demişti:
"Ey insanlar! Resulullah'ın
(s.a.a), benim tek başıma yaptığım şahitliği kabul ettiğini ve benimle birlikte
ikinci bir kişiyi istemediğini bilmez misiniz?"
"Evet,
biliriz." dediler. Bunun üzerine şöyle dedi:
"O
zaman şahitlik ederim ki, ben Resulullah'ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: "Benim Ehl-i Beyt'im hak ile batılı
birbirinden ayırırlar. Onlar, kendilerine uyulması gereken imamlardırlar."
Ben bildiğimi size söyledim. Elçiye düşen, apaçık bir duyurudan başka
bir şey değildir."[275]
Böylece
Huzeyme, Resulullah'tan (s.a.a) Ehl-i Beyt'i hakkında duyduğu şeye ve onların
uyulması gereken hidayet imamları olduğuna şahitlik ederek görevini yerine
getirdi.
Ebu'l-Heysem
b. Teyyihan; İmam'ın hakkını, yüce makamını ve büyük derecesini tanımış ve
Ali'nin hilâfete başkalarından daha lâyık olduğu yönünde şahitlikte bulunmuştu.
Şöyle demişti:
"Ben
şahidim; Resulullah (s.a.a) Gadir-i Hum günü Ali'yi ayağa kaldırdı. Ensar dedi
ki: "Onu halife olarak tayin etmek için ayağa kaldırdı." Bazıları da
dedi ki: "Resulullah (s.a.a) kimin mevlâsı ise, Ali'nin de onun mevlâsı
olduğunu bildirmek için onu ayağa kaldırdı." Bu konuyla ilgili çok
tartışma çıktı. Sonra aramızdan bazı adamları Resulullah'a gönderdik, bu işin
amacını sordular. Buyurdu ki: Onlara söyleyin ki: "Ali,
benden sonra müminlerin velisidir ve insanlar içinde ümmetimin hayrını en fazla
düşünen kimsedir." Ben bizzat
yaşadığım bu olaya şahitlik ederim. Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin. Hiç
kuşkusuz, hak ile batılın ayrılacağı hüküm günü, görüşme vakti olarak
belirlenmiştir."[277]
Ebu'l-Heysem'in
tanıklığı, Resulullah'ın (s.a.a) Gadir-i Hum günü kendisinden sonra hilâfet ve
imameti İmam Ali'ye verdiğini anlatmaktadır.
Görüldüğü gibi, sahabenin, dinleri uğruna her türlü
zahmete katlanan ileri gelenleri, hilâfetin İmam Ali'nin (a.s) hakkı olduğunu
savunuyor, onun bu makama diğerlerinden daha lâyık olduğuna inanıyor ve bunu
tartışılmaz kesin kanıtlara dayandırıyorlar. Bu örnekleri çoğaltmamız
mümkünken, burada bu kadarıyla yetiniyoruz.
Ebu
Bekir ve Ömer, iktidarı ele geçirmekte kendilerine canı gönülden destek
verenleri ödüllendirmeyi de ihmal etmediler. Onlara ihsanda bulundular ve
onları yüksek görevlere atadılar. Onlar şu kişilerdi:
1-
Enes b. Malik: Ebu Bekir'e biat edenlerden ve buna destek verenlerden biridir.
Ebu Bekir, onu Bahreyn'e vali yaptı.
2-
Kunfuz: Âlemler kadınlarının efendisi Hz. Zehra'ya saldıranlardan biridir. Ebu
Bekir, onu Mekke valisi yaptı.
3-
Seleme el-Ensarî: Ebu Bekir, onu Yemame valisi yaptı.[278]
4-
Muğire b. Şu'be: Onu önce Bahreyn'e, sonra Basra'ya, sonra da Kûfe'ye vali
yaptılar.
Ebu
Bekir, erkekler ve kadınlardan kendisine karşı çıkanlara bağışlarda bulunarak
onları elde etme politikasını da yürüttü. Bir örneğinde, Neccar Oğulları'ndan
erdemli bir hanımefendiye Zeyd b. Sabit'in eliyle bir miktar mal gönderdi.
Kadın, "Bu nedir?" diye sordu. Zeyd, "Bu, Ebu Bekir'in sana
ayırdığı bir paydır." dedi. Kadın, söz konusu bağışı reddederek:
"Rüşvet
vererek beni dinimden mi etmek istiyorsunuz?! Vallahi, ondan hiçbir şey kabul
etmem." dedi ve o maldan herhangi bir şey almayı reddetti.[279]
Ebu
Bekir ve Ömer, kendisine biat etmeyip karşı çıkanların hepsini cezalandırdı.
Onlardan bazıları şunlardı:
Ensar'ın
büyüklerindendir. Ebu Bekir'in hilâfetine karşı çıkmıştı. Bu yüzden yakalanmış,
karnı çiğnenmiş, ağzına toprak doldurulmuş ve burnu kırılmıştı.[280]
Hazrec
kabilesinin reisidir. Ömer, ölümüne ferman çıkarmış, Halid b. Velid de onu
terör etmişti. Geçen bölümlerde buna değinmiştik.
Halid
b. Said, Peygamber'in zamanında Yemen valisi idi. Peygamber (s.a.a) vefat
ettikten sonra Ebu Bekir'e biat etmekten kaçındı. Ömer, onu başkalarına ibret
olacak şekilde cezalandırmak istedi, fakat Ebu Bekir Ömer'e mani oldu.
Ebu
Bekir'in hilâfetine karşı çıkanlardan biridir. Ömer, dövülmesini ve Medine'den
çıkarılmasını emretti.[281]
İslâm
tarihinde, Müslümanlara Sâide Oğulları Sakifesi'den daha zararlı olan başka bir
olay bilmiyorum. Bu olay, Müslümanları bölüp parçaladı, birliğini bozdu ve
onları büyük bir şerrin ortasına attı. Bu hadisenin korkunç sonuçlarından
bazıları şunlardır:
Müslümanlar,
hilâfet konusunda tasavvur edilebilecek en şiddetli ihtilâfa düşmüşlerdir.
İslâm uleması, hilâfetin zaruretinde ve İslâmî hayatın en önemli unsurlarından
biri olduğunda ittifak ettikten sonra halifenin Allah ve Resulü tarafından mı
belirlendiğinde, yoksa Müslümanların seçimine mi bırakıldığında ihtilâf
etmişlerdir.
Şia,
halife ve imamın kesinlikle nass ile belirlendiğine inanmaktadır. Şia inancına
göre Peygamber (s.a.a), hilâfet meselesini asla ihmal etmemiş, ümmetinin
önderini, yöneticisini ve başkanını kesin ve net bir şekilde belirlemiştir. O
da, Müminlerin Emiri ve İslâm dünyasında sosyal adaletin öncüsü İmam Ali'dir.
Bu kitabın önceki bölümlerinde bu husustaki şüphe ve tartışma götürmez
nasslardan bir bölümüne değindik. Bu nasslar, senet bakımından oldukça sağlam,
delâlet bakımından da gayet açık nasslardır. Ravileri, İslâm uleması tarafından
güvenilir ve din uğruna zahmete katlanan olarak nitelendirilmiş kişilerdir.
Delâletleri, gayet net ve açıktır. Delâletlerinde herhangi bir icmal veya ipham
ya da iham söz konusu değildir. Tersine, Müminlerin Emiri İmam Ali'nin
Peygamber (s.a.a) tarafından kendisinden sonraki halife ve imam olarak
belirlendiğine delâlette sarihtirler.
Müslümanlardan
diğer bir grup da, Peygamber'in (s.a.a) hilâfet meselesini ihmal ettiğine ve bu
konuda işi Müslümanlara bıraktığına kail olmuştur. Bu inanışa göre Peygamber
(s.a.a), kendisinden sonrası için ümmetine bir halife belirlememiştir.
Dolayısıyla da Müslümanlar, istedikleri kişiyi önderleri olarak seçmekte
serbesttirler. Çünkü önder seçme işini Peygamber (s.a.a) onları bırakmıştır.
Taassuptan
uzak bir biçimde bu görüş üzerinde biraz düşündüğümüzde, bu görüşteki zaaf ve
gevşeklik hemen ortaya çıkmaktadır. Çünkü Peygamber'in (s.a.a) ümmetine ne
kadar düşkün ve şefkatli olduğunu, ümmetinin sıkıntıya düşmesinin onu ne kadar
üzdüğünü hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla da hercümerç ve cehalet sahalarında,
hayatın meçhullerle dolu uzun yolculuğunda onları başıboş ve öndersiz
bırakacağını nasıl düşünebiliriz?!
Dolayısıyla
Peygamber'den sonrası için halife tayin edilmesinin bir zaruret olduğunda
hiçbir şüphe yoktur. Geçen bölümlerde Peygamber'in (s.a.a) hayatının son dönemlerindeki
sosyal vaziyete, münafıklar ve diğerlerinden kaynaklanan Müslümanlara yönelik
tehlikelere, bunların yanı sıra İslâm'ın fethi tehdidiyle karşı karşıya kalan
ve sahip oldukları tüm güçleriyle buna karşı koyan devletler tarafından İslâm'a
yönelik tehditlere değinmiştik.
Bütün
bunları dikkate alarak İslâm tarihini iyi okursak, Gadir-i Hum hadisinin
desteği ve delâletini de arkamıza alarak Peygamber'in (s.a.a) kesinlikle
Müminlerin Emiri İmam Ali'yi hilâfete tayin ettiğine kanaat getiririz.
Sâide
Oğulları Sakifesi'nin sonuçlarından biri de, hilâfeti meşru olmayan yollarla
ele geçirip iktidar koltuğuna oturanlar tarafından Nübbüvet Ailesi'ne yapılan
zulümler ve sindirmelerdir. Meselâ Emevîler, Ali soyundan olanları ve Ali
taraftarlarını tamamen ortadan kaldırmaya çalıştılar. Azgın Muaviye zamanında
minberlerde, cuma ve bayram namazlarının hutbelerinde, ilim ve eğitim
merkezlerinde İmam Ali'ye (a.s) küfretmek, dinî bir vecibe hâline getirildi. Bu
Emevî fariza, Ömer b. Abdulaziz tarafından kaldırılıncaya kadar Emevî iktidarı
boyunca devam etti. Ehl-i Beyt Şiası, her türlü zulüm ve işkenceye tâbi
tutuldu. İmam Muhmmed Bâkır (a.s) buyuruyor ki:
"Bütün
şehirlerde Şiîlerimiz katledildi. Hatta zan üzerine bile eller ve ayaklar
kesildi. Bizim sevgimizi beslediği ve bize alâka duyduğu söylenen herkes, ya
hapse atıldı, ya malı yağmalandı, ya da evi yakıldı."[282]
Büyük
şair Abdullah b. Amir el-Ablî, Ehl-i Beyt'i sevmesi nedeniyle yaşadığı zulmü
şöyle tasvir etmiştir:
"Ali'yi
övdüğüm için beni yurdumdan sürdüler. Bunu bende bulaşıcı bir hastalık olarak
gördüler. Rabbime yemin ederim ki, tüm kalbim Ali'nin ve oğullarının sevgisiyle
dolmadıkça hayattan ayrılmayacağım. Ben Ahmed Peygamber'i sevdiğim için onları
seviyorum. Bu sevgi, dinî bir sevgidir, dünyevî bir sevgi değildir. En kötü
sevgi, dünyevî olan sevgidir. Allah benim kalıbımı onların mayasından
dökmüştür. Beni alçak, soysuz ve haramzade yaratmamıştır."[283]
el-Ablî'nin
muttakilerin efendisi, müminlerin emiri İmam Ali'yi sevdiği için yaşadığı
zulmü, maruz kaldığı işkenceyi görüyor musunuz?! Fakat o, her türlü zulüm ve
işkenceyi yaşamasına rağmen bu sevgiden vazgeçmiyor. Çünkü bu sevgi, duygusal
bir sevgi değildir. Bu bir dinî sevgidir; bütün Müslümanlara dinî bir vecibe olarak
farz olan sevgidir. Bu tür sevgi, en sağlam ve müminlerin canlarına en çok
işleyen sevgi türlerindendir.
Şair
Nümeyrî de, bazı kasidelerinde Şia'nın Ehl-i Beyt'i sevdikleri ve onlara gönül
bağladıkları için yaşadığı zulüm ve baskıya değinmiştir. Bir kasidesinde şöyle
demiştir:
"Peygamber'in
evlâdı ve onları sevenler, sürekli ölüm korkusu yaşamaktadırlar. Hıristiyanlar
ve Yahudiler güvendeyken onlar tevhit ümmetinden sıkıntı ve eziyet
görmekteler."
Ali soyu ve Şiîleri dışında bütün dinlerin mensupları korku
ve terörden güvendeydiler. İmam Muhammed Bâkır'a (s.a.a), "Nasıl
sabahladın ey Resulullah'ın oğlu?" diye sorulunca, üzgün bir hâlde şu
cevabı verdi:
"Bütün
insanlar Resulullah (onun dinine mensup olmak) sebebiyle güvende sabahlarken
ben Resulullah (onun soyundan olmak) sebebiyle korku içinde sabahladım."[284]
Ehl-i
Beyt İmamları'ndan birine izafe edilen bazı şiir beyitlerinde, yaşadıkları
mihnetler ve çektikleri acılar anlatılmıştır. Onlardan birinde şöyle
denilmiştir:
"Biz
Muhammed Mustafa'nın oğulları, mihnetler sahibiyiz. İnsanlar içinde bu
mihnetleri ancak bizim sabırlılarımız yudumlayabilir. Mihnetlerimiz oldukça
büyüktür. İlkimiz de duçardır bu mihnetlere, sonuncumuz da. İnsanların hepsi
bayramlarında sevinirlerken, bizim bayramlarımız yas ve matem günlerimiz
olmuştur."
Gerçekten
de Müslümanların kutladığı, sevinçlerini ve ziynetlerini açığa vurduğu
bayramlar, nübüvvet ve vahiy hanedanı, Kur'an'ın indiği ev halkı için,
zamanlarının zalim ve gaddar hükümdarlarının kendilerini öldürmeleri, hapse
atmaları ve sürgün etmeleri nedeniyle matem günleri olmuştur. Tuğraî, aşağıdaki
beyitlerde o karanlık asırlarda Şia'nın yaşadığı mihneti şöyle tasvir etmiştir:
"Yahudilerin
Musa'yı sevdiği aşikârdır. Kardeşinin oğullarına da sevgi besledikleri
bilinmektedir. Önderleri, Harun'un soyundandır. Yahudiler, onlarla hidayet
buldular ve her kavmin bir hidayet önderi vardır. Aynı şekilde Hıristiyanlar
da, peygamberleri hatırına yontulmuş bir ağaca saygı gösterirler. Fakat bir
Müslüman Âl-i Ahmed'i (Ehl-i Beyt'i) sevince, hemen onu öldürdüler ya da küfür
ile damgaladılar. İşte şehirlilerin de, çöldekilerin de akıllarının almadığı
ağır hastalık budur. Muhammed Peygamber'in Ehl-i Beyt'i hakkında onun hakkını
korumadılar. Ama Allah onları gözetlemededir."[285]
Tuğraî
bu beyitlerde, Yahudilerin, Peygamberleri Musa'nın soyundan gelenler ile
kardeşi Harun'un soyundan gelenlere sevgi beslediklerini, Hıristiyanların da
İsa Peygamber'le bağlantılı olan her şeye aşırı bir bağlılık gösterdiklerini,
öyle ki Hz. İsa'nın üzerinde oturduğu kütükleri bile kutsadıklarını ifade
etmektedir.
Fakat
Müslümanlar, Peygamberlerinin zürriyetini işkencelere tâbi tutup katlettiler.
Şair diyor ki:
"Yemanîler,
Bekir Oğulları veya Muzar Oğullarından, tıpkı fal oklarıyla kumar oynayanların
ortaya konan malda ortak oldukları gibi, Ehl-i Beyt'in kanına ortak olmayan
hiçbir kimse yoktur."
Evet;
Ali soyundan olanlar, gerçekten de büyük facialar yaşadılar. O dönemin
kabilelerinin çoğu, onların katline ortak oldular. Başka bir şair, Şia'nın
yaşadığı zulmü şöyle tasvir etmiştir:
"Yahudiler,
peygamberlerini sevdikleri için hain zamanlarının elemlerinden güvende
kaldılar. Haç sahipleri de, İsa'yı sevdikleri için Necran köylerinde
gururlanarak yürümekteler. Fakat Âl-i Muhammed'in sevgisine iman edenler, her
yerde ateşlerle kovulmaktalar."
Bu
beyitler, Ehl-i Beyt Şiası'nın Yahudiler ve Hıristiyanların yararlandıkları
güven ve asayişten mahrum olduğunu ve en acı ve şiddetle işkencelere tâbi
tutulduğunu anlatmaktadır.
Tarihçiler
yazarlar ki: Fazl b. Dükeyn Şiîliğe meyleden biriydi. Bir gün oğlu ağlayarak
geldi. Babası ona:
"Seni
ağlatan nedir?" diye sordu.
"Babacığım!
İnsanlar, senin Şiî olduğunu söylüyorlar." dedi.
Babası
ona şu cevabı verdi:
“Beni
senden sonrdukları zaman onlara vereceğin cevabın sana zararı olacağından dolayı
ve seni korumak amacıyla cevap vermiyorum. Cevap vermiyorum ki, gammazların
iftirasından ben de, sen de salim kalalım. Ben sadece selâm verdim; yaşayan
biri, insanlara selâm vermez mi?!"[286]
Emevîler
döneminde Şiîlik, affedilmez bir suçtu. Öyle ki, küfür ve dinden çıkmakla
suçlanmak, Ehl-i Beyt'in velâyetine inanmaktan daha kolay idi. Şia için şartlar
o kadar zorlaşmıştı ki, Ali soyundan olan birine selâm veren veya Ali soyundan
olan birinin selâm verdiği kimse dahi tutuklanıyor, şiddete maruz kalıyordu. Rivayet
edilir ki, İbrahim b. Herseme Medine'ye geldiğinde Ali soyundan olan bir adam
ona selâm verdi. İbrahim ona kabalık ve şiddet göstererek şöyle dedi:
"Uzaklaş
benden! Kanımı akıtma!"[287]
İş
o yere vardı ki Emevî iktidar, valilerine bir genelge yayınlayarak
"Ali" ismiyle adlandırılan bütün çocukların öldürülmesini emretti.
Rivayet edilir ki Ali b. Rebah, öldürülmekten korkarak, "Bana Ali diyeni
helâl etmem; çünkü benim ismim, Ula'dır." diyordu. Ne kadar tuhaf, değil
mi?![288]
Şeyh
Tusî diyor ki: "Şia, o dönemlerde dünyadaki hiçbir taifenin karşılaşmadığı
zulümle karşılaştı." Bunun örneklerinden biri, Muaviye b. Süfyan'nın
gayrimeşru kardeşi Ziyad b. Ebîh'in valiliği döneminde yaşandı. Ziyad, Şiîleri
bulduğu her yerde öldürdü; onları hurma kütüklerine astı; ellerini ve
ayaklarını kesti; gözlerini çıkardı. Ziyad gibi bir terörist başı olan Haccac
b. Yusuf es-Sekafî de aynı şekilde davrandı. Onun hükümeti döneminde Şia'dan
yüz yirmi bin kişi öldürüldü. Onun zindanların elli bin erkek, otuz bin kadın
öldü. Bu kadınlardan on altı bini çırılçıplak olarak hapse atılmışlardı. Ömer
b. Abdulaziz, Haccac'ın zulmü hakkında şöyle demiştir: "Bütün milletler
kendi zalim ve kötü şahıslarını terazinin bir kefesine koysa, biz de bizim
zalimimiz olan Haccac’ı terazinin diğer kefesine koysak, bizim tarafımız ağır
basar."
Abbasîler
döneminde de Şia, en şiddetli baskılara ve en acımasız zulümlere maruz kaldı ve
çok zor bir imtihandan geçti. Öyle ki, tüm acımasızlığı ve gaddarlığına rağmen
Emevî hükümetin geri gelmesini istediler. Şair diyor ki:
"Keşke
Mervan Oğulları'nın zulmü bize geri dönseydi! Ve keşke Abbas Oğulları'nın
adaleti cehenneme gitseydi!"
Başka
bir şair de şöyle diyor:
"Abbas
Oğulları'ndan biri ümmetin başında oldukça zulüm sona ermez."
Abbasîler,
bilinçli bir şekilde ve açıktan açığa Alevî seyyidlerle savaştılar. Acıma nedir
bilmeyen ve insanî değerlerden hiçbirine inanmayan Mensur Devanikî, Ali
soyundan olanların başlarıyla doldurduğu bir hazine geride bıraktı. Onları,
Allah-u Teala'nın huzuruna çıkacağı gün için biriktirmişti!
Aynı
şekilde Harun Reşid, Humeyd b. Kahtaba cellâdının eliyle Ali soyunu tasfiye
etmeye kalktı. Bir gecede altmıştan fazla Alevî seyyidi idam etti. İmam Musa b.
Cafer'i (a.s) zindanlarının hücrelerinde çürüttü ve sonunda Mecusî başgardiyanı
Sindî b. Şahik'e onu gizlice öldürmesini emretti. O da İmam'ı zehirle öldürdü.
Mütevekkil
Abbasî, Allah-u Teala'nın haram ettiği her günahı işledi. Cennet ehlinin
gençlerinin efendisi, tarihin tüm merhalelerinde insanlığın iftiharı İmam
Hüseyin'in (a.s) kabrini yerle bir etti ve bütün mahrumlar ve mazlumların
sığınağı olan o şerif kabrin ziyaretçilerini şiddetle cezalandırdı. Yüce Allah
da, onun faziletli oğlunun eliyle ondan intikam aldı. Zilzurna sarhoş olduğu
bir hâlde tepeden tırnağa suçlara bulaşmış pis cesedini Türklerin kılıçları
parçaladı.
Kısacası,
Abbasî hükümetleri, Ehl-i Beyt ile savaşmayı, vücutlarını ortadan kaldırmayı,
Şiîlerine zulmedip ibret-i âlem cezalara çarptırmayı ciddiyetle sürdürdüler.
Fakat sonunda onların da utanç ve rezalet dolu günleri dürülüp tarih
dosyasındaki yerini aldı. Ali soyundan gelenler ise, ümmetin efendileri ve
hidayet önderleri olarak şeref ve keramet meydanlarında baki kaldılar.
Sakife'nin
geride bıraktığı sonuçlarından biri de, Allah'ın yeryüzündeki gölgesi olan
İslâmî hilâfetin Allah-u Teala'ya hiçbir saygı gözetmeyen zalim ve azgın
diktatörlerin eline düşmesi oldu. Bu zalim diktatörler, insanları kahr-u
perişan ettiler, üzerlerine acı bir işkence sağanağı yağdırdılar. Raiyete
hiçbir değer vermediler. Kumeyt'in ifadesiyle, onların gözünde insan
topluluğuyla koyun sürüsü arasında hiçbir fark yoktu. Emevî siyasetin baş
aktörlerinden olan Amr b. As diyor ki: "Verimli yeşil topraklar, Kureyş'in
bostanıdır." Bu anlayışa göre verimli yeşil topraklar, raiyetin mülkü
değil, Kureyş'in mülkü idi. Dolayısıyla da onu şehvetleri ve rağbetleri
doğrultusunda istedikleri gibi harcayabilirlerdi; raiyetin onda hiçbir hakkı ve
payı yoktu. Muaviye, kurt karakterli valilerini İslâm ülkelerine musallat
etmiş, onlar da insanların servetlerini yağmalamış, onları fakirlik ve
çaresizlik içinde bırakmışlardı. Ukbe b. Hübeyre el-Esedî, şu beyitlerde
Muaviye'ye hitap ederek diyor ki:
"Muaviye!
Biz de insanız, biraz yumuşak davran; dağ ve demir değiliz. Topraklarımızı
yediniz ve onları (bitki örtüsünden) çıplak bıraktınız; bakın o topraklar
üzerinde bir ağaç veya ekin görebiliyor musunuz? Hilâfetin zulmünü bırakın,
namussuzları ve köleleri bize emir yapmaya son verin de doğruluğa gelin."[289]
Bu
beyitler, Emevîlerin ülkeleri yağmaladıklarını, servetlerini boşalttıklarını ve
Müslümanların topraklarının çoğunu ele geçirdiklerini anlatmaktadır. Ömer b.
Abdülaziz, yağmalanan malları asıl sahiplerine geri vermek istedi. Emevîlere:
"Ey
Mervan Oğulları! Sizler soy ve mal bakımında en yüce mertebedesiniz. Bu ümmetin
mallarının yarısı, hatta üçte ikisi sizin elinizdedir…" dedi ve onlardan
ellerindeki malları sahiplerine iade etmelerini istedi.
Onlar,
Ömer b. Abdülaziz'e şöyle dediler: "Allah'a yemin ederiz ki, başlarımız
bedenlerimizden ayrılacak da olsa, bu mallar asla sahiplerine iade
edilmeyecektir."
Bunun
üzerine Ömer onları tehdit etti ve şöyle dedi:
"Allah'a
yemin ederim ki, eğer bu hakkı ehline geri vermekte bana yardımcı olmazsanız,
sizi zelil eder ve isimlerinizi açıklarım…"[290]
Şair
Nümeyrî, bir kasidesinde kavminin yaşadığı zulmü tasvir ederken Emevî yönetimin
vergi memurlarının her şeylerini alıp götürdüklerini ve kendilerine karınlarını
doyuracak bir lokma ekmek bile bırakmadıklarını dile getirmiş, Abdulmelik b.
Mervan'a hitap şöyle demiştir:
"Ey
Rahman'ın halifesi! Bizler tevhit ehliyiz ve sabah akşam secde etmekteyiz. Bir
bilsen, memurların senin emrini dinlemeyerek başımıza ne büyük belâlar
getirdiler! Başkanımızı tutup ellerini bağladılar ve kamçılarla belinin
ortasını parçaladılar. Kemiklerinin üzerinde et kalmayıp aklı başından
gidinceye kadar onu dövüp iki büklüm ettiler. Kamçılar onu nahif, cılız ve
korkak bir hâle getirdi. Bineğini de elinden aldılar, artık yerinden hareket
edemez oldu. Müminlerin emirini (halifeyi) imdada çağırıyor! Onun durumu,
rüzgârların sağa sola savurduğu bir bez parçası ve okçuların kanadını kırdığı
ve duyduğu her sesi güvercin sesi zanneden bir hüthüt kuşu gibidir. Ey
Rahman'ın halifesi! Benim çalışkan aşiretim bitkin bir cemaate dönüştüler.
Benim kavmim İslâm'a zekât vermeyi terk etmediler, kelime-i tevhidi
kaybetmediler, bir güvercini bile öldürmediler. Fakat haksız yere adam
öldürmüşçesine böyle cezalandırılıyorlar! İki aydır süt veren develeri,
hazmedilmez acı ot ve pislikten başka yiyecek bir şey bulamıyor. Memurun Yahya
geldi ve tüm Müslümanların ağır gördüğü bir yükümlülük altına soktu onları.
Öyle bir anlaşma imzalattı ki, zengini fakirleştirdi, fakirin belini kırdı.
Kavmimi bu hâlde bırakıp geldim. Şimdi bu sıkıntılarını sana şikâyet mi
etsinler yoksa biraz beklesinler mi?!"[291]
Nümeyrî,
bu şiirinde, vergi memurlarının, sabah akşam Allah-u Teala'ya secde eden ve
Allah-u Teala'nın üzerlerine farz kıldığı zekâtı veren Müslüman kavmine
yaptıkları bu korkunç zulmü ve dayanılmaz işkenceyi çok güzel tasvir etmiştir.
Zalimler, kamçılarıyla sırtlarını iltihap kapmış yara bere içinde bırakmışlar,
mallarını yağmalamışlar ve onları okçular tarafından kanatları kırılmış kuşlar
gibi ölüm ile yaşam arasında karar kılmışlardır. Açlık, bedenlerini zayıf ve
bitap düşürmüş; fakirlik, üzerlerine çullanmıştır.[292]
Devletin
mallarını çalmak, memurlar ve görevliler arasında yaygın bir hâl aldı. Ziyad
veya oğlu Ubeydullah, Temim kabilesinin şairi Hârise b. Bedr'i Irak'ın
bölgelerinden birine emir ve vali olarak atayınca, Enes b. Ebu Ünas, Hârise'ye
hitap söylediği bir şiirinde valiler ve hükümdarların halkın mallarını
çaldıklarını alaylı bir dille şöyle tasvir etmiştir:
"Ey
Hârise b. Bedr! Bir vilâyetin valisi oldun. O hâlde hıyanet eden ve çalanlar
arasında bir tarla faresi ol. Çünkü bütün insanlar, ya yalanlayıcıdırlar ki
canlarının çektiğini söylerler, ya da doğrulayıcıdırlar ki zan ve şüphe üzere
konuşurlar. Eğer gidin araştırın denirse, araştırmazlar. Öyleyse âciz olma;
çünkü âcizlik, binilmesi en kolay merkeptir. Bil ki, kazanca davet edilen
herkes, kazanç elde edemez."[293]
Hârise
de onun halkın mallarını yağmalama yönündeki tavsiyesine teşekkür ederek şöyle
demiştir:
"İnsanların
mutlak hâkimi, sana en iyi mükâfatı versin. Sen bana iyi ve yeterli bir öğütte
bulundun. Bana mal biriktirmeyi emrettin. Eğer başka bir şey emretseydin,
kesinlikle sözünü dinlemez, sana karşı gelirdim."[294]
Devlet
mallarını çalmak, görevliler arasında korkunç bir şekilde yaygınlaşmıştı. Daha
korkunç olanı da, bunun sultanların (halifelerin) desteğiyle yapılıyor
olmasıydı. Çünkü onlar, bu mallarda valilerine ortak oluyorlardı. Von Fluton
şöyle yazıyor:
"Halifeler
-Ümeyye Oğulları halifelerini kastediyor- valilerini hesaba çekmenin
tedbirlerini alacaklarına ve onları halka zulmetmekten men edeceklerine, onların
böyle alçakça yollarla topladıkları mallarda onlara ortak oluyorlardı. Bu da,
valilerin zulmüne ve halka kötü davranmalarına halifelerin rıza gösterdiği
anlamına gelir. Buna ilâve olarak, halifelerden bazıları için birinci derecede
önem taşıyan şeyin merkezî hükümetin hazinesi olduğunu gösterir."[295]
Durum
ne olursa olsun, zulüm yayılmış ve tüm şehirlere egemen olmuştu.
Müslümanların
yaşadığı belâlar, mihnetler ve felâketler, Südeyf'in duasında şöyle tasvir
edilmiştir:
"Allah'ım!
Ganimetlerimiz daha önce taksim edilirken şimdi bazı kişilerin serveti oldu.
Emirliğimiz daha önce meşveret ileyken şimdi galebe ile oldu. Yöneticimiz daha
önce ümmetin seçimiyle belirlenirken şimdi babadan oğla geçen bir miras oldu.
Yetim çocuklar ve dul kadınların payıyla eğlence ve çalgı aletleri satın
alındı. Ehl-i zimmet Müslümanların canlarına musallat oldu. Müslümanların
işlerinin başına her mahallenin fasıkı geçti. Ne bir koruyucu var, onları
helâkten korusun; ne bir müşfik var, onlara rahmet gözüyle baksın. Ne bir
defeden var, kendisine sığınandan zulmü defetsin; ne bir şefkat sahibi var,
açlıktan sıkıntı çeken karnı doyursun. Sızlanıp telef olmakta, üzüntü çekip
aşağılanmaktalar. Batıl ekininin biçim zamanı gelmiş, nihayetine ermiştir.
Kovulmuşları bir araya toplanmış, düzeni kurulup müstakar olmuştur. Allah'ım!
Ona (batıla) karşı hakkın biçen elini çıkar, hörgücünü kökünden koparsın,
gücünü kırsın, topluluğunu dağıtsın, sözünü parçalasın; böylece hakkı en güzel
şeklinde, en tam nurunda ve en büyük bereketinde ortaya çıkarsın."[296]
Südeyf'in
duası, Emevî siyaseti tüm boyutlarıyla anlatmaktadır. Uzun süre raiyete
zulmedilmiş, insanların hakları çiğnenmiş, tüm İslâmî ilkeler ve değerler inkâr
edilmişti. Sultanlarının çoğu, küfrünü ve dinsizliğini açığa vurmuştu.
İbn
Abbas diyor ki: "Ümeyye Oğulları, (ayaklarıyla) dinin kulağını çiğnediler
(başını ezdiler) ve keskin bir bıçakla yüce Allah'ın kitabını
boğazladılar."[297]
Müslüman
halkları küçümseme ve hor görme, Emevî siyasetin öğretilerinin başında
geliyordu. Velid b. Yezid el-Emevî, bir şiirinde diyor ki:
“Ey
ayaktakımları! Yiğitleşmeyi bırakın! Biz sayıca da, malca da sizden çoğuz. Biz
zorla insanların maliki olmuşuz. Onlara zilleti tattırıp işkence edeceğiz.
Onları aşağılayarak yerin dibine geçireceğiz. Onlara kötülük etmekten asla geri
durmayacağız."[298]
Bu
şiirin anlamı şudur: Emevîler, kılıç gücüyle insanlara malik olmuşlardır ve
onlara zillet ve aşağılanmayı yaşatacaklardır. Bu, mübalağası olmayan doğru bir
tabirdir. Çünkü Emevî siyaset, baskı, kan dökme ve Müslüman halkları aşağılama
üzerine kurulu bir siyasettir.
İslâmî
değerleri hiçe sayma, Emevî siyesetin bariz özelliklerinden biriydi. Bunu
açıkça yapan ilk kişi de, Arapların kisrası Muaviye'dir. Muaviye, İmam Hasan'la
yaptığı barış anlaşmasının ardından kalabalıkların önünde bu anlaşmanın
şartlarına uymayacağını ilân etmiş ve şöyle demişti:
"Ben,
Hasan b. Ali'ye karşı bazı taahhütlerde bulundum. Bilin ki, bu taahhütlerin
hepsi ayaklarımın altındadır; onların hiçbirine bağlı kalmayacağım."[299]
Ahde
vefayı ve sözünde durmayı gerekli kılan İslâmî değerlere karşı bu aldırışsızlık
örneğini görüyor musunuz?!
Kuşkusuz,
Emevîlerin iktidarı ele geçirmesi de, hilâfetin nübüvvet Ehl-i Beyt'inden
alınmasının, vahiy ve hikmet evinden çıkarılmasının direkt sonuçlarındandı.
Ümeyye
Oğulları'nın büyük çoğunluğunun dinden çıkmış kimseler olduğunda hiçbir şüphe
yoktur. Bunların başında, İslâm'ın büyük şahsiyetlerinin katili Muaviye gelir.
O, Resulullah'ın (s.a.a) torunu ve cennet gençlerinin efendisi İmam Hasan-ı
Mücteba'yı şehit etti. Yüce sahabî Hucr b. Adiyy ve onun salih arkadaşlarını
(Şam'ın yakınlarındaki) Azra bölgesinde katletti. Sahabî Amr b. Hamık
el-Huzaî'yi öldürdü. Müslümanlara Kur'an'ın dengi olan tertemiz Ehl-i Beyt'e
sövmeyi farz etti. Resul-i Ekrem'in adının günde beş defa ezanda anılmasını bir
türlü içine sindiremedi. Muaviye'nin bunların dışında çok ağır başka suçları da
vardır. Bunların en çirkini de, oğlu Yezid'i Müslümanların başına yönetici
olarak atamasıdır. Oysa o, oğlunun fasık, facir ve İslâm'dan irtidat etmiş biri
olduğunu biliyordu. Nitekim Yezid, tertemiz Ehl-i Beyt'e karşı işlediği Kerbelâ
faciasından sonra bir şiirinde bunu açıkça dile getirmiş ve şöyle demişti:
"Haşim
Oğulları mülk ve saltanatla oynadılar. Yoksa onlara ne bir haber gelmiş, ne bir
vahiy inmiştir."
Emevîlerin
İslâm'dan irtidat etmiş krallarından biri de, Velid b. Yezid'dir. Velid,
Allah-u Teala'nın haram ettiği her günahı işledi. Kâbe'nin ölçüsünde bir kubbe
yaptırdı. Onu Kâbe'nin üstüne kurdurmak ve İslâm'dan çıkmış arkadaşlarıyla
birlikte orada oturup eğlenmek istiyordu. Bu amaçla çeşit çeşit içkiler ve
çalgı aletlerini yanına alarak Mekke'ye doğru yola çıktı. Mekke'ye ulaştığında
insanlardan korkarak bu niyetini uygulamaya geçirmekten vazgeçti.[300]
Kızıyla
zina etti ve bekaretini bozdu. Kızının bakıcısı kadın, Velid'i kınadı ve,
"Bu, Mecusîlerin dinidir." dedi. Velid ona şu cevabı verdi:
"İnsanlardan
çekinen gamdan ölür. Cesur adam zevke ulaşır."[301]
Babasının
çocuklarının anneleriyle evlendi.[302]
Mülhitliğini
kanıtlayan ilginç olaylardan biri de şudur: Bir gün şans dileme amacıyla
Kur'an-ı Kerim'e başvurdu. Şu ayet çıktı: "(Peygamberler, Allah'tan)
fetih (ve zafer) istediler ve her inatçı zorba ümitsizliğe kapılıp ziyana
uğradı."[303]
Bu ayeti görünce Mushaf-ı Şerif'i parçaladı ve şöyle demeye başladı:
"Her
inatçı zorbayı tehdit mi ediyorsun?! İşte o inatçı zorba benim! Kıyamet günü
Rabbinin huzuruna çıkınca, de ki: Ey Rabbim! Velid beni parçaladı."[304]
Hişam,
Velid'in bu işini yadırgayarak ona şöyle dedi:
"Vallahi
bilmiyorum, sen İslâm üzere misin, değil misin? Çünkü sen yapmadık hiçbir kötü
iş bırakmadın. Üstelik bunları kimseden çekinmeden ve gizlemeden yaptın."
Velid
ona şu cevabı verdi:
"Ey
bizim dinimizi soran! Benim dinim, Ebu Şakir’in (içki) dini üzeredir. Onu bazen
halis olarak içeriz, bazen biraz sıcak su katarız, bazen de azcık ılık su ilâve
ederiz."[305]
Ümeyye
Oğulları'nın çoğu, bu şekilde İslâm'dan irtidat etmiş, küfür ve ilhatlarını
açığa vurmuşlardı.
Şüphe
götürmeyen husus ise, bunların hükümetlerinin Resulullah'ın (s.a.a) Ehl-i
Beyt'ini iktidardan uzaklaştıran ve, "Hilâfet ile nübüvvet aynı evde
toplanmaz." diyen kimselerin uzantısı olduğudur.
Emevî
ve Abbasî krallarının büyük çoğunluğu, kendilerini eğlenceye, ahlâksızlığa ve
lâubaliliğe vermişlerdi. Yezid b. Abdulmelik, lâubalilik ve fasıklıkta çok
ileri gitmişti. İçip sarhoş olduğu bir defasında, "Bırakın uçayım."
demiş, sevgilisi Habbabe de, "Peki ümmeti kime bırakıyorsun?" diyerek
onunla alay etmiş, o da, "Sana." demişti.
Habbabe'nin
ayrılığına dayanamıyordu. Bir gün onunla birlikte Ürdün'e gitti. Bağ bahçede
gezip dolaşırlarken ona bir üzüm tanesi attı. Üzüm tanesi Habbabe'nin boğazına
kaçtı ve nefes borusunu tıkayarak ölmesine sebep oldu. Yezid b. Abdulmelik, onu
üç gün defnetmeden bekletti. Cesedi kokmaya başladı. Fakat o, onu kokluyor,
öpüyor ve ona bakarak ağlıyordu. Yakınlarından biri, Habbabe'nin cenazesinin
gömülmesi hususunda onunla konuştu. O da gömülmesine izin verdi. Defnedildikten
sonra üzgün ve bitkin bir hâlde sarayına döndü.
Mes'udî
der ki: "Yezid b. Abdulmelik, Habbabe'nin kabrinin yanında durup şu şiiri
okurdu:
"Acını
unutmak veya seni özlememek ne mümkün?! Bahadırlık buna yetmez, tek çare
ümitsizlik!"[306]
Defnedildikten
sonra onu bir kez daha görebilmek için kabrini açtığı da rivayet edilir.[307]
Ahlâksızlığa
yönelen krallarından biri de, Velid b. Yezid'dir. İbn Asakir, onun hakkında
şöyle der: "O, içkiye ve zevkine oldukça düşkün biri idi. Ahireti
tamamıyla unutmuş, oyun ve eğlenceye ve nedimleriyle vakit geçirmeye
yönelmişti. Kendisi bizzat ut ve davul çalardı. Kendisine fasık dedirtecek
kadar Allah Teala'nın haram ettiği şeyleri işlemişti."[308]
Abbasî
krallara gelince; onlar da, lâubalilik ve ahlâksızlıkta bir hayli mesafe kat
etmişlerdi. Abbasî kralı Mehdi, içki, çalgı ve eğlenceden başını kaldıramaz
olmuştu. Öyle ki şairlerden biri, Emevîler'i Abbasîler'e karşı ayaklanmaya
çağırıyor, Abbasî kralı Mehdi'yi lâubali ve zevk-u sefasına düşkün biri olarak
niteliyor ve şöyle diyor:
"Ey
Ümmeye Oğulları! Uyanın; uykunuz çok uzadı. Halife Yakub b. Davud, hilâfetinizi
zayi etti. Ey kavim! Allah'ın halifesini ney ile ut arasında arayın."
Fecaatte
Kerbelâ faciasından geri kalmayan Feh faciasının faili Hadi'ye gelince; o da,
devletin mallarını lâubalilere, boş işlerle uğraşanlara ve çalgıcılara harcadı.
Bir şarkıcı ve çalgıcı olan İbrahim b. İshak el-Musulî diyor ki: "Eğer
başımızda hep Hadi olsaydı, saraylarımızı altınla yapardık."
Abbasîler
döneminin büyük bölümünde devletin malları hayat koşullarının iyileşmesi, ilmi
yayma, yoksulluğu ortadan kaldırma yolunda harcanmadı. Tersine, devletin
malları, onların kırmızı gecelerine harcanıyordu. Saraylarında asla takva ve
iman gölgesi dolaşmadı.
Her
neyse, önümüzdeki tarih, Abbas Oğulları krallarının fasıklığının,
lâubaliliğinin, Şia'nın imamlarına zulmetmelerinin, Ali soyunun taraftarlarına
acımasızca saldırmalarının, onları en kötü şekilde cezalandırmalarının en iyi
tanığıdır. Biz, Mevsuatü Eimmeti Ehli'l-Beyt adlı eserimizde bunun
birçok örneğini zikretmişiz.
Ümmeti
dağlayan bütün bu acı olaylar, hilâfetin Ehl-i Beyt'ten uzaklaştırılmasından
kaynaklanıyordu. Ehl-i Beyt ki, tutum ve davranışlarında ve hayatın tüm yönlerinde
dedeleri Resulullah'ın (s.a.a) varlığının uzantısı sayılıyorlardı.
Hiç
şüphe yok ki, eğer ümmet, Allah Teala'nın ve Resulü'nün çizdiği aydınlık yolda
yürüseydi, aralarında sosyal adalet egemen olur, hayatlarının hiçbir alanında o
sert yanlışlıklara ve yıkıcı sarsıntılara duçar olmaz, başlarının üstünden ve
ayaklarının altından bol bol yer ve Allah'ın rahmeti ve lütfuna mahzar
olurlardı.
Sakife'nin
geride bıraktığı korkunç sonuçlarından biri de, Ebu Bekir önderliğindeki hâkim
gücün nebevî hadisleri yazmayı yasaklamasıdır. Oysa sahabenin düşünce sahibi
büyükleri, hadislerde bir eksiklik veya fazlalığın meydana gelmesinin ya da
kasıtlı bir tahrife uğramasının önüne geçilmesi amacıyla Nebevî hadislerin
yazılması çağrısında bulunmuşlardı. Bu, oldukça önemli bir çağrı idi. Bu
çağrıya kulak verilmiş olsaydı, Nebevî hadisler, yüreklerinde Allah korkusu
olmayan hadis uyduranların ve yalancıların şerrinden korunmuş olacaktı; yüce
İslâm dinine, onun ruhu ve mantığıyla uyuşmayan birtakım uydurma hadisler izafe
edilemeyecekti.
Peygamber
(s.a.a), hadislerinin yazılmasının önemini vurgulamış, bu önemli görevi yerine
getirenlere Allah katında büyük bir mükâfat vadetmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Kim
benden bir ilim veya hadis yazarsa, o ilim veya hadis baki kaldığı müddetçe ona
sevap yazılır."[309]
Bu,
hadislerin yazılmasına çok önem veren bir çağrıdır. Çünkü hadislerin yazılması,
düşünceye ve ilme hizmettir. Ne var ki Ebu Bekir ve Ömer, Müslümanların
Allah'ın kitabını okumayı terk edip Nebevî hadisleri okumaya yöneleceklerinden
korktuklarını ileri sürerek hadislerin yazılmasının yasaklanması yönünde bir
karar aldılar. Urve b. Zübeyr'in bu husustaki rivayeti aynen şöyledir:
"Ömer
b. Hattab, Peygamber'in sünnetlerini yazmak istedi. Bu konuda Resulullah'ın
(s.a.a) ashabından görüş istedi. Onlar da yazılması yönünde görüş bildirdiler.
Ömer, bu konuda bir ay düşünüp durdu. Sonra bir gün sabahleyin şöyle dedi: Ben
Peygamber'in sünnetlerini yazmak istiyordum. Fakat sizden önce yaşayan bir kavmi
hatırladım ki, kitaplar yazıp onlara yöneldiler ve Allah'ın kitabını terk
ettiler."[310]
Bizce
bu itiraz kabul edilemez. Çünkü evvelâ Kur'an-ı Kerim'in kendine has bir üslûbu
vardır ki, asla hadise benzemez. İkinci olarak da nebevî hadisler, Allah'ın
kitabıyla bağlantılıdır; onun genel ifadelerini tahsis eder, mutlak ifadelerine
kayıt getirir, nâsıhını mensûhundan ayırır, mücmelini beyan ederler. O halde
nasıl önemsenmezler?!
Öyle
zannediyorum ki, nebevî hadislerin içinde tertemiz Ehl-i Beyt'in faziletini ve
İslâm'daki önemini açıklayan çok sayıda hadis vardı. Açıktır ki bu hadisleri
yazıp kayda geçirmek, Kureyşlilerin Ehl-i Beyt'i hilâfet meydanından
uzaklaştırma, siyasal ve sosyal hayatın tamamen dışına itme ve onlara karşı
sıradan insanlar gibi davranma yönündeki kararlarıyla bağdaşmıyordu.
Her
hâlükârda, nebevî hadislerin yazılmasının yasaklanması, ümmetin karşılaştığı en
büyük sıkıntılar ve buhranlardan biri idi ki, hadis uydurup Peygamber'e isnat
etmenin yolunu açtı. Uydurulan hadislerin büyük bir bölümü, İslâm dininin
ruhuyla çelişmektedir. Aşağıda bu konuda kısaca konuşmak istiyoruz:
Hâkim
zümrenin politik amaçlarla ve iktidarlarını pekiştirmek için kasıtlı ve
bilinçli olarak uydurdukları mevzu hadisler kadar İslâm'a zarar veren ve Müslümanların
birliğini bozan başka bir şeyin olduğunu zannetmiyorum. Mevzu hadislerin bir
kısmını şu başlıklar altında toplayabiliriz:
Ehl-i
Beyt'in faziletleriyle ilgili sahih hadislerin karşısında, bu faziletlere gölge
düşürmek ve önemini azaltmak için sahabenin faziletleri hakkında hadisler
uyduruldu. İşte o mevzu hadislerden birkaç örnek:
1-
Peygamber'e isnaden rivayet edilen şu söz: "Ashabım yıldızlar gibidir;
hangisine uyarsanız, doğru yolu bulursunuz."[311]
Bu
hadis, istisnasız bütün sahabîleri kapsamaktadır. Bunların içinde münafıklardan
olan Übeyy b. Kâb ve sapıklardan olan Ebu Süfyan, Muaviye ve Mervan gibi
kimseler de vardır. Bunlar, Müslümanları çeşitli sıkıntılara sokmuş, müminlere
ağır darbeler indirmiş kimselerdi.
2-
Sahabenin faziletleri hakkındaki mevzu hadislerden biri de, Peygamber'e (s.a.a)
izafe edilen şu sözdür: "Yüce Allah, Bedir ehline şöyle bir baktı ve
'Dilediğinizi yapın; çünkü ben sizi bağışladım.' dedi."[312]
Bu
hadisin Allah'ın adaletine ters düştüğü açıktır. Çünkü Allah Teala, kullarını
küçük ve büyük günahlarından dolayı hesaba çeker. Ancak bu hadisin genel
kapsamlı ifadesi uyarınca Bedir ehlinden biri, haksız yere adam öldürse de, bir
insana zulmetse de, zina etse de, hırsızlık yapsa da, Allah'ın haram ettiği başka
günahları işlese de sorguya çekilmeyecektir; çünkü o bağışlanmıştır. Oysa
Kur'an ayetleri, açıkça bunun tam tersini ifade etmektedir. Şu ayetler gibi: "İnsan
için sadece çalıştığı vardır. Onun çalışması, şüphesiz yakında
görülecektir."[313]
Veya: "Kim zerre ağırlığında bir hayır yaparsa, onu görür. Kim de
zerre ağırlığında bir kötülük yaparsa, onu görür."[314]
Veya: "Kim bir mümini kasten öldürürse, onun cezası, ebedî kalacağı
cehennemdir."[315]
Bu
iki hadis gibi daha nice hadisler vardır ki, sırf sahabeden bazılarını aklamak
ve işledikleri suçlara ve cinayetlere bir kılıf bulmak için uydurulmuştur.
Ebu
Bekir, Ömer ve Osman'ın faziletleri hakkında da birçok hadis uydurulmuştur.
İşte onlardan bazıları:
Güya
Resulullah (s.a.a) buyurmuş ki: "Cennette hiçbir ağaç yoktur ki,
yapraklarının her birine, 'Lâ ilâhe illallah, Muhammedun resulullah, Ebu Bekir
es-sıddîk, Ömer el-faruk, Osman zü'n-nureyn" yazılmamış olsun."[316]
Bu
hadis, Ali b. Cemil er-Rıkkî'nin uydurmuş olduğu mevzu hadislerdendir ki,
Taberanî onu zikretmiştir.[317]
Üç halife hakkında insanları aldatmaya yönelik bunun gibi birçok hadis
uydurulmuştur. Câhız ve Suyutî, üç halifenin menkıbelerinin çoğunun yalan ve
uydurma olduğunu açıkça belirtmişlerdir.
İbn
Ebi'l-Hadid şöyle der: "Hadis bilginlerinin büyüklerinden ve ileri
gelenlerinden biri olan ve İbn Neftaveyh adıyla tanınan İbni Arefe, kendi Tarih'inde, sahabenin faziletleriyle ilgili
mevzu hadislerin çoğunun Emevîler döneminde onların yakınlığını kazanmak
amacıyla uydurulduğunu ve Emevîlerin bu uydurma hadislerle Haşimîlerin
burunlarını yere sürteceklerini zannettiklerini rivayet eder."[318]
Şeyheyn
(Ebu Bekir ve Ömer) hakkında birçok fazilet uydurulmuştur. İşte onlardan birkaç
örnek:
1-
Enes rivayet eder; der ki: "Peygamber (s.a.a) bir elini Ebu Bekir'in,
diğer elini de Ömer'in omzuna koyarak, 'Siz ikiniz, dünyada da, ahirette de
benim vezirimsiniz. Benimle siz ikinizin örneği, cennette uçan bir kuşun örneği
gibidir; ben kuşun gövdesi, siz ise onun iki kanadısınız. Ben ve siz, cennette
gezip dolaşırız. Ben ve siz, âlemlerin Rabbini ziyaret ederiz. Ben ve siz,
cennet meclislerinde otururuz.' Peygamber'e, 'Cennette de meclisler var mı?'
diye soruldu. 'Evet, meclisler ve eğlence var.' dedi. 'Cennetin eğlencesi
nedir?' denildi. 'Kibrit-i ahmerden kamışlıklardır ki, yükü yaş incilerdir.
Arş'ın aşağısının altından tıybe denilen bir rüzgâr kalkar da o kamışlıklar
hareket ederler; böylece o kamışlıklardan bir ses çıkar ki, cennet ehline dünya
günlerini ve dünyada olup bitenleri unutturur.' dedi."
Bu
hadis, Zekeriyya b. Düreyd el-Kindî'nin uydurmalarındandır ki, İbn Hibban,
mevzu olduğunu söyleyerek onu tahriç etmiştir.[319]
2-
Ebu Hüreyre rivayet eder; der ki: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: "En
aşağı gökte seksen bin melek var ki, Ebu Bekir ve Ömer'i sevenler için istiğfar
ederler. İkinci gökte de seksen bin melek var ki, Ebu Bekir ve Ömer'e öfke
duyanlara lânet ederler."
Hatib
Bağdadî, bu hadisin, Kâmil b. Talha'nın dilinden uydurulan sahte hadislerden
olduğunu ifade eder.[320]
3-
Peygamber'in (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Cennet ehlinin orta
yaşlılarının efendileri, Ebu Bekir ve Ömer'dir."[321]
Bu
hadis, daha küçük bir çocuk olan İmam Cevad'a sunulunca tebessüm etti ve
cennette ne ihtiyar, ne de orta yaşlı olmadığını, cennet ehlinin sakalı
belirmemiş gençler olduğunu belirtti. Bu uydurma hadis, Resulullah'tan (s.a.a)
mütevatir olarak nakledilen, "Hasan ve Hüseyin, cennet ehlinin gençlerinin
efendileridir." hadisiyle çelişmektedir.
Şeyheyn'in
faziletleriyle ilgili olarak bunlar gibi birçok hadis uydurulmuştur.
Ebu
Bekir'in faziletleri hakkında Sıhah ve Sünen kitaplarında çok sayıda hadis
kaydedilmiştir. Onlardan bazıları şunlardır:
1-
"Peygamber (s.a.a) cennete iştiyak duyduğunda Ebu Bekir'in beyaz sakalını
öperdi."
Firuzabadî
-Saadet kitabında- ve Aclunî, bu rivayeti, aklı olan herkes tarafından batıl
olduğu bilinen en meşhur mevzu hadislerden saymışlardır.[322]
2-
Abdullah b. Ömer, Peygamber'den (s.a.a) rivayet eder: "Ebu Bekir dünyaya
geldiğinde, Allah Teala Adn cennetine şöyle bir baktı ve şöyle dedi: İzzet ve
celâlime andolsun ki, bu yeni doğan çocuğu sevenlerin dışında kimseyi sana
sokmayacağım." Hatib Bağdadî, bu rivayetin batıl olduğunu ve senedinde çok
sayıda bilinmeyen kişi yer aldığını söyler.[323]
3-
Berâ, merfu olarak şöyle rivayet eder: "Allah Teala, cennetin en yüce
derecesinde Ebu Bekir için beyaz yakuttan kudretine asılı olarak duran ve
(ancak) rahmet rüzgârlarının delip geçtiği bir kubbe edinmiştir. Kubbenin dört
bin kapısı vardır. Ebu Bekir, Allah Teala'ya her müştak olduğunda o kapılardan
biri açılır, Ebu Bekir aziz ve celil Allah'a bakar."
Bu
rivayet, Ebu Bekir Muhammed b. Abdullah el-Üşnanî'nin uydurmalarındandır.
Zehebî, bu rivayeti Ebu Bekir el-Üşnanî'nin büyük yalanlarından saymıştır.[324]
4-
Ebu Hüreyre, Peygamber'den (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Miraç
olayında göğe yükseltildiğimde, uğradığım her gökte şöyle yazıldığını gördüm:
Muhammed Allah'ın resulüdür ve Ebu Bekir-i Sıddık da benim halifemdir."
İbn
Hacer, bu rivayete şu notu düşer: İbn Hibban, bu rivayetin batıl hadislerden
olduğunu söyler.[325]
Ebu
Bekir'i yüceltmek için bunlar gibi uydurulmuş çok hadis vardır.
Sıhah
ve diğer hadis kitapları Ömer b. Hattab'ın faziletleriyle ilgili hadislerle
doludur. İşte onlardan bazıları:
1-
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Ömer muhaddestir." Yani melekler
onunla konuşurlar.[326]
2-
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Ömer'e melek telkin etmektedir."[327]
3-
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Cebrail (a.s), Ömer'in diliyle
konuşur."[328]
Ömer
b. Hattab'ı yüceltmek için bunlar gibi daha nice uydurulmuş hadisler vardır.
Osman
b. Affan'ın faziletinde de birçok hadis zikredilmiştir. İşte onlardan bazıları:
1-
Enes, merfu olarak rivayet eder: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: "Miraç
gecesi göğe götürüldüğümde cennete girdim. Birden karşımda elinde bir elma olan
bir huri gördüm. Huri, 'Ben, zulüm ile öldürülen Osman içinim.' dedi."
Zehebî bu hadisi, hadis uydurmakla ünlü Abbas b. Muhammed el-Advî kanalıyla
tahriç etmiştir.[329]
2-
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Melekler Osman'dan utanırlar."[330]
Melekler
niçin Osman'dan utanırlarmış?! Takvası ve Allah'tan korkmasında Mesih
Peygamber'e benzeyen büyük sahabî Ebuzer el-Gıfarî'yi Rebeze çölüne sürgüne
gönderip aç susuz ve garip olarak ölmesine sebep olduğu için mi?!
Ya
da Müslümanların mallarını hadsiz hesapsız olarak Mervan'a, babasına ve diğer
aile efradına dağıttığı, bununla da kalmayıp, "Eğer cennetin anahtarları
da benim elimde olsaydı, onları da Ümeyye Oğulları'na verirdim." dediği
için mi?!
Ya
da diğer büyük bir sahabî olan Ammar b. Yasir’i, fıtık olana kadar dövdüğü için
mi?!
Ya
da yüce sahabî Abdullah b. Mes'ud'u ibret-i âlem olsun diye cezalandırdığı ve
bağıştan mahrum ederek aç ve fakir olarak ölmesine sebep olduğu için mi?!
Ya
da bunların dışında işlediği diğer işlerden dolayı mı?!
Öyleyse
neden melekler Osman'dan utanırlarmış?!
Peygamber'in
(s.a.a) dilinden ciğer yiyen Hind'in oğlu Muaviye'nin faziletleri hakkında
nakledilen rivayetler, uydurulmuş mevzu hadislerdendir. İşte onlardan birkaç
örnek:
1-
Peygamber (s.a.a) dedi ki: "Muaviye b. Ebu Süfyan dışında ashabımdan
hiçbirini arayıp sormam. Onu ise ancak seksen yıl -veya yetmiş yıl- sonra
görürüm. Seksen veya yetmiş yılın sonunda güzel kokulu miskten bir dişi devenin
üzerinde bana doğru gelir. Devenin iç uzuvları Allah Teala'nın rahmetinden,
ayakları ise zebercettendir. 'Muaviye!' diye seslenirim, 'Lebbeyk ya Muhammed!'
diye cevap verir. 'Seksen yıldır neredeydin?' derim. 'Rabbimin Arş'ının altında
bir bahçedeydim. Rabbim benimle konuşuyor, ben de onunla konuşuyordum. Rabbim,
'Bu, senin dünyadaki sövmelerinin karşılığıdır.' diyordu.' der."
Bu
rivayet, Abdullah b. Hafs el-Vekil'in uydurmalarındandır. İbn Adiy der ki:
"Mevzudur; uyduranın da o olduğundan kuşkum yoktur." Hatib der ki:
"Senedi de, metni de batıldır." İbn Asakir şu notu düşer:
"Yadırganan bir hadistir."[331]
Resulullah (s.a.a) neden İslâm âlemine onca büyük darbeler
vuran Muaviye b. Ebu süfyan'ı arayıp sorsun ki?! Resulullah'ın (s.a.a) vasisi
ve ilminin vârisi ile savaşmış, Müslümanların kanını oluk oluk akıtmış,
Resulullah'ın (s.a.a) gülü İmam Hasan'ı (a.s) zehirle şehit etmiş, Hucr b. Adiy
ve Amr b. Hamık gibi takva abidesi seçkin sahabîleri öldürmüş ve bunlar gibi
onlarca cinayet işlemişti.
Enes
şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.a) buyurdu ki: "Güvenilirler yedi
tanedir: Levh, Kalem, İsrafil, Mikail, Cebrail ve Muaviye."[332]
İbn
Kesir, bu rivayeti zikrettikten sonra onu yadırganan hadislerden saymıştır.
Çünkü hadiste aşırı derecede Emevîcilik yapılmıştır. Büyük araştırmacı Şeyh
Eminî, bu rivayete şu notu düşer: "Bu tür rezaletleri rivayet etmekten
utanmayan ümmete yazıklar olsun! Muaviye haininin Peygamber ve Allah'ın masum
eminleri ile eşit tutulması İslâm ve ehli için büyük bir utanç vesilesi değil
midir?![333]
Bu
arada bazı rivayetler de, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) yüce şahsiyetine gölge
düşürmek için uydurulmuştur. Peygamber'in (s.a.a) Aişe omzunda olduğu hâlde
müzik ve raks dinlemesi gibi.[334]
Bu gibi yadırganan hadisler, Kâb-ı Ahbar gibi kişilerin uydurduğu
İsarailiyattandır. Bu rivayetleri uydurmaktan amaç, bütün peygamberlerden üstün
olan yüce Peygamberimizin makamını küçültmekti.
Hadis
uydurma illeti bu noktada da durmadı. İş, Allah Teâlâ’ya kadar uzadı. Allah'ın
kıyamet günü cehennem ateşine gelip, "Doldun mu?" diyeceği,
cehennemin de, "Daha var mı?" diyeceği, sonra Allah'ın ayağını
cehenneme koyacağı, bunun üzerine cehennemin, "Yeter, yeter! İzzet ve
keremine andolsun ki bu bana yetti." diyeceği gibi saçmalıklar uyduruldu.
Bunlar,
sahabe ve diğerlerinin faziletleri hakkında, sahih diye nitelendirilen hadis
kaynaklarını dolduran hadislerden örneklerdir. Bu hadisler, tüm programlarında
İslâm çizgisinden sapıp uzaklaşan Emevîler ve Abbasîlerin siyasetlerini
desteklemek amacıyla uydurulmuştur. Cahiz ve Suyutî Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın
faziletleri hakkındaki hadislerini çoğunun yalan olduğunu belirtmişlerdir.[335]
Şüphesiz
ki, Allah'ın yüce dinini çirkin göstermeyi, İslâm'a ve koruyucularına en büyük kötülüğü
yapmayı amaçlayan hadis uydurmanın Allah Teâlâ ve tarih karşısındaki en büyük
sorumlusu Muaviye'dir. Tarihçiler, Muaviye'nin valilerine ve memurlarına şöyle
bir mektup yazdığını yazarlar:
"Bölgenizdeki
Osman taraftarlarını, sevenlerini, yakın akrabalarını ve faziletlerini
anlatanları tespit edin. Onları meclislerinize davet edip yanınızda oturtun;
onlara hürmet edin; onun hakkında hadis rivayet eden kişilerin isimlerini,
babalarının ve aşiretlerinin isimlerini bana yazın." Onlar da bunu yaptılar;
sonuçta Osman'ın faziletleri ve menkıbeleri hakkında çok hadis nakledilmeye
başladı.
Muaviye,
hadis uyduranlara bağışlar, hilatler, hediyeler gönderiyor, araziler
bağışlıyordu. Bu konuda çok cömert davranıyordu. Bunun neticesinde bütün
şehirlerde hadis uyduranlar çoğalmaya başladı. Mal elde etmek, iktidara yakın
olabilmek için âdeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Bunların isimleri, devlete
yakın adamların listesinde yer alıyordu.[336]
Böylece Muaviye, plânlı bir şekilde İslâm'ı yok etmeyi ve Ehl-i Beyt'i hayatın dışına
itmeyi amaçlıyordu.
Ebu
Cafer el-İskafî der ki: "Muaviye, sahabeden ve tabiînden bir grubu Ali
hakkında onu küçük düşürücü ve insanları ondan uzaklaştırıcı çirkin hadisler
uydurmakla görevlendirdi ve onlar için iştahları kabartacak ödüller koydu. Böylece
onlar da Muaviye'yi razı edecek hadisler uydurdular. Ebu Hureyre, Amr b. As,
Muğire b. Şube ve Urve b. Zübeyir onlardandır."[337]
Muaviye,
valilerine ve memurlarına başka bir mektup daha yazdı. O mektupta şöyle
diyordu:
"Osman
hakkındaki hadisler bütün şehirlerde ve nahiyelerde çoğalıp yayıldı. Bu
mektubum size ulaştığında insanları sahabenin ve ilk halifelerin faziletleri
hakkında hadis nakletmeye çağırın. Müslümanlar arasında Ebu Turab hakkında
nakledilen her hadisin karşısında sahabe hakkında onunla çelişen bir hadis
nakledin. Bu, benim daha çok hoşuma gider ve beni daha mutlu eder. Ebu Turab ve
Şiîlerinin delillerini çürütmek açısından da bu daha etkili bir yöntemdir ve bu
onlara Osman'ın menkıbeleri ve faziletlerini anlatmaktan daha ağır gelir."
Muaviye'nin
mektubunun insanlara okunmasının ardından sahabenin menkıbeleri hakkında aslı
astarı olmayan çok sayıda hadisler uyduruldu. İnsanlar, iktidarın isteği
yönünde hadis üretmeye koyuldular. Uydurulan hadisler minberlerde okunmaya,
okullarda okutulmaya başladı. İnsanlar, çocuklarına ve kölelerine o hadisleri
öğrettiler. Kur'an-ı Kerim'i öğrendikleri gibi onları da öğrendiler. Kadınlar,
çocuklar ve hizmetçiler bu mevzu hadislerle büyüdüler.[338]
Bu
mevzu hadisler, Müslümanların inançlarının bozulmasına ve aralarında fitnelerin
çıkmasına yol açtı. Kanaatimce, Müslümanların karşılaştığı fitneler içerisinde
en korkunç olanı, İslâm açısından hiçbir değer taşımayan -Muaviye ve İslâm
çizgisinden uzaklaşan benzeri kişiler gibi- bazı şahsiyetleri Müslümanların
gözünde büyülten ve ululaştıran bu mevzu hadislerdir.
Muaviye'nin
kendisini İmam Ali'ye (a.s) biat etmeye çağıran Muhammed b. Ebu Bekir'e cevaben
yazdığı çok önemli bir mektubu vardır. O, bu mektubunda Müslümanların arasında
cereyan eden olayları Ebu Bekir ve Ömer'e dayandırır. İşte o mektubun tam
metni:
"Muaviye
b. Ebu Süfyan'dan babasına zulmeden Muhammed b. Ebu Bekir'e."
"Mektubun
elime ulaştı. Mektubunda Allah'ın azamet, kudret ve saltanatında lâyık olduğu
şeylerden, peygamberini seçkin kıldığı hususlardan söz ediyorsun. Ayrıca
mektubunda bir araya getirdiğin ve uydurduğun çok söz vardır. Bu sözler, senin
görüşünü zayıflatmakta ve babanı zor durumda bırakmaktadır. Mektubunda Ebu
Talib'in oğlunun hakkından bahsetmişsin. Onun geçmişteki fedakârlıklarına,
Allah'ın Peygamberi'ne olan yakınlığına, ona yardım etmesine, sıkıntı ve korku
anlarında onu yalnız bırakmamasına değinmişsin. Böylece kendi faziletinle
değil, başkasının faziletiyle bana karşı övünmüş, beni ayıplamışsın. Bu
fazileti senden alıp başkasına veren ilâha hamdediyorum. Biz, Peygamberimizin
hayatı döneminde Ebu Talib'in oğlunun hakkının üzerimize farz olduğunu
biliyorduk. Üstünlüğü hepimize aşikârdı. Baban da bizimle birlikte bunu
biliyordu."
"Fakat
Allah, Peygamberi için katındaki nimetleri seçince, ona vadettiklerini
tamamlayıp, davetini aşikâr edip kanıtını başarıya ulaştırınca onu kendi yanına
aldı. Peygamber aramızdan gidince Ali'nin hakkını elinden alan, emirliğine
muhalefet eden ilk kişiler, senin babanla Faruk'u (Ömer) oldu. Bu hususta tam
bir ittifak ve uyum içindeydiler. Sonra Ali'yi kendilerine biate çağırdılar.
Fakat o, işi ağırdan alarak biate yanaşmadı. Onlar da ona acılar tattırdılar ve
ona karşı büyük bir şey yapmak -onu öldürmek- istediler."
"Sonra
Ali onlara biat etti ve işi onlara bıraktı. Fakat onlar, onu işlerine
karıştırmadılar; sırlarını ondan gizlediler. Nihayet süreleri sona erdi ve ölüp
gittiler. Sonra kendilerinden sonra yerlerine Osman b. Affan'ı getirdiler. O da
onlar gibi hareket etti, onların yolunda yürüdü. Nihayet sen ve arkadaşın (Ali)
onu eleştirmeye, kusurlarını dillendirmeye başladınız. Böylece günah ehlinden
olan uzak kimseler ona karşı tamaha kapıldılar. Siz bir saklandınız, bir ortaya
çıktınız. Ona karşı olan düşmanlığınızı ve kininizi açığa vurdunuz. Sonunda
onunla ilgili olarak istediğinize kavuştunuz."
"Ey
Ebu Bekir'in oğlu! Sen kendi başının çaresine bak. Yakında işinin vebalini
göreceksin. Karışını kendi parmaklarına göre tut (haddini bil). Hilmi dağlarla
ölçülen, hiçbir zorlama karşısında mızrağı yumuşamayan (kırılmayan) ve sabrının
nihayetine erişilemeyen kimseden (Ali'den) sana ne?! Onun için bu durumu
hazırlayan ve saltanatını kurup sağlamlaştıran senin babandı. Eğer içinde
bulunduğumuz bu durum doğru ise, başı çeken babandır. Eğer zulüm ise, tesis
edeni babandır, biz de onun ortaklarıyız. Biz onun yolunu tutup gidiyoruz, onun
yaptığını ölçü almışız. Eğer babanın daha önceden yaptıkları olmasaydı, biz Ebu
Talib'in oğluna muhalefet etmezdik ve işi ona bırakırdık. Fakat babanın bizden
önce bu işi yaptığını gördük. Biz de onun gölgesini takip ettik, onun
yaptıklarına uyduk. O hâlde sen asıl babanı suçla, ya da bu işleri bırak. Ve
selâm olsun sapkınlığından dönüp tövbe edene."[339]
Muaviye,
bu mektubunda Müminlerin Emiri İmam Ali'ye karşı silahlı ayaklanmasını Ebu
Bekir ve Ömer'in yaptıklarına dayandırıyor. O ikisinin iktidarı zorla ele
geçirmekle ve onu İmam'ın elinden almakla bu yolu kendisine açtıklarını;
İmam'la çekişmeyi, ona karşı savaş ilân etmeyi kendisine kolaylaştırdıklarını
ifade ediyor.
Her
neyse, İslâm âleminin karşılaştığı bütün üzücü olaylar, kuşkusuz Sakife olayına
dayanmaktadır. Müslümanlara acı ve ölüm getiren olay, o olaydır.
Büyük
âlim rahmetli Şeyh Râzı Âl-i Yasin, İslâm âleminin yaşadığı kara fitnelerden
söz ederken, bunların Sakife'de hilâfetin Ehl-i Beyt'in elinden alınmasından
kaynaklandığını vurgular. Şöyle der:
"Hilâfet
düşkünleri arasında onca kanlı tarihî ihtilâflara yol açan, İslâm âleminde onca
büyük faciaların meydana gelmesine neden olan ve İslâm'ın örnekliğinin
gerçekleşmesine engel olan temel etken, hilâfetin Ehl-i Beyt'in elinden
alınması olayıdır. Eğer İslâm hilâfeti ilk günden itibaren doğal ve aydınlık
yolunda gitseydi, Allah ve Resulü'nden başka kimse ona müdahale etmeseydi,
beşerî siyasetler ve içtihatlar onu bulandırmasaydı, Müslümanlar kesinlikle bu
olayları yaşamayacaklardı."
"Allah ve Resulü bir şeye hükmettiği
zaman, hiçbir mümin erkek ve kadının işlerinde (kendi isteklerine göre) seçme
hakkı yoktur. Kim Allah ve Resulü'ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş
olur."[340]
"Tanınmış
Müslüman aileler arasında nesilden nesle miras kalan bu düşmanlıklar ve kanlı
çekişmelerin, hilâfet meydanının ehil olan ve olmayan herkes için açık
bırakılmasından başka bir nedeni var mıdır?! İslâm tarihinin çeşitli
dönemlerinde Emevîlerle Haşimîler, Zübeyr Oğulları'yla Ümeyye Oğulları, Abbas
Oğulları'yla Ümeyye Oğulları, Alevîlerle Abbasîler vs. arasında vuku bulan
kanlı savaşların temelinde Resulullah'ın (s.a.a) bu üzücü olayları öngörerek
aldığı önleme uyulmaması yatmıyor mu?!"
"Resulullah'ın
Ehl-i Beyti hakkında işlenen ve her biri kendi türünde eşsiz olan öldürülme,
asılma, esir edilme, diyar diyar sürülme gibi faciaların, ilk başta atılan o
yanlış adımdan başka bir nedeni var mıdır?! Bu yanlış adımla, Resul-i Ekrem'in
(s.a.a) ümmeti ve Ehl-i Beyti hakkında izlenmesini istediği siyaset ve plân
çiğnemiş, ümmeti ve Ehl-i Beyti için öngördüğü maslahat görmezden gelinmişti.
Eğer bu isteğinde Resulullah'a itaat etselerdi, asla bu üzücü durumlarla
karşılaşmazlardı."
"Fakat
onlar, bu ileri görüşlü siyasetin derinliğini anlayamadılar. Başka bir siyaset
izledikleri için "nübüvvet ve hilâfetin bir ailede toplanmasından"[341]
hoşlanmadılar. Bu, onların açıkta dile getirdikleri mazeretleriydi. Çünkü
bundan başka halka sunabilecekleri bir mazeretleri yoktu. Asıl gerekçelerini
ise, bütün gizlilikleri bilen yüce Allah bilir. Bu gerekçe, büyük ihtimalle
İslâm'a davetin kutlu savaşlarının kanlı hatıralarından ve -hadiste buyrulduğu
üzere- "ateşin odunu yiyip
bitirdiği gibi dini yiyip bitiren" kıskançlık hissinden başka bir
şey değildir."
"Gerçekten
de riyaset aşkı ve hükümet sevdası, insan için en tehlikeli psikolojik hastalık
olup, güç sahibi liderlerin ve liderlik iddiasında bulunanların kişilikleri
üzerinde çok etkili bir etkendir."
"Nübüvvet
ve imamet, ilâhî makamlar oldukları için -bilinen anlamıyla- siyaset
çerçevesine girmezler. Nübüvvet düzeninde veya onun idare ve teşkilat
sistemlerinde görülen her türlü siyaset, dinin bir parçasıdır ve ilgi alanı
içerisindedir. Bütün bunlarda yegâne yetkili merci, din sahibi ve din
önderidir; onun sözü ve görüşü, en son ve en kesin söz ve görüştür…"[342]
Büyük
âlim Şeyh Âl-i Yasin'in değerlendirmesi çok doğru ve isabetlidir. Şüphesiz,
Müslümanların ağır bir sınavdan geçmelerine sebep olan büyük olaylar,
Peygamber'in İslâm âleminde hikmet madeni, şuur ve ilham kaynağı olan tertemiz
soyunu siyaset sahnesinden uzaklaştırmayı amaçlayan Sakife olayının direkt
sonuçlarındandı.
Eğer
İslâm ümmeti, Peygamber'in (s.a.a) kendisi için belirlediği çizgide ilerlemiş
olsaydı, hiç şüphesiz bütün kuşaklar boyu medeniyet, güvenlik ve refahta tüm
dünya halklarının en önde gelen milleti olacaktı.
Peygamber
(s.a.a), ümmetinin genel önderliğinin ve siyasî liderliğinin, ümmetin çıkarını
her şeyden önde tutan, din uğruna her türlü zahmete katlanan, yetenekli ve
kifayetli tertemiz Ehl-i Beyt'inin elinde olmasını istemişti.
Eğer
ümmet, kendisine çok düşkün olan, sıkıntıya düşmesi ağırına giden peygamberine
uysaydı, kesinlikle kılıç zoruyla hükmeden, aralarında zulüm ve korkuyu yayan,
Allah'ın malını kendi mülkleri, Allah'ın kullarını kendi köleleri edinen,
ümmetin imkânlarını zevk-u sefalarının ve gece âlemlerinin hizmetine adayan
zalim ve azgın yöneticilere duçar olmazdı. Nitekim tarih sayfalarını biraz
karıştıran herkes bunu görür.
Bu
sözle, gerçekleştiği günden günümüze kadar ümmeti derinden etkileyen korkunç
Sakife olayının sonuçları hakkındaki bahsimizi bitiriyoruz. Umarız bu
çalışmamız, okuyucunun Sakife'de olup bitenin hakikatini anlamasına yardımcı
olur.
A'lâmü'n-Nisa:
Ömer Kehhale
Aliyyun
ve Benuh: Taha Hüseyin
Belâgatü'n-Nisa:
Ahmed b. Ebu Tahir
Biharu'l-Envar:
Allâme Meclisî
Delâil's-Sıdk:
Şeyh Saduk
Divan-ı
Himyerî: Himyerî
Dürretü'n-Nasıhîn:
Osman b. Hasan el-Hubevî
ed-Dürrü'l-Mensur
Tefsiri: Suyutî
el-Ahkâmu's-Sultaniyye:
Marudî
el-Bed'ü
ve't-Tarih: Ebu Tahir el-Makdisî
el-Bidaye
ve'n-Nihaye: İbn Kesir
el-Eğanî:
Ebu'l-Ferec el-İsfahanî
el-Fisal
Fi'l-Mileli ve'l-Ehvai ve'n-Nihal: İbn Hazm
el-Gadir:
Allâme Eminî
el-Haşimiyyat:
Kumeyt
el-Hısal:
Şeyh Saduk
el-Hulefau'r-Raşidun:
Abdulvahhab en-Neccar
el-Ikdü'l-Ferid:
İbn Abdurabbih
el-İdaretü'l-Arabiyye
el-İhtisas:
Şeyh Müfid
el-İmame
ve's-Siyase: İbn Kuteybe
el-İsabe:
İbn Hacer el-Askalânî
el-İstîab:
İbn Abdulbirr
el-Kâmil
Fi't-Tarih: İbn Esir
el-Kuna
ve'l-Elkab: Kummî
el-Milel
ve'n-Nihal: Şehristanî
el-Muvaffakiyyat:
Zübeyir b. Bekar ez-Zübeyrî
el-Müracaat:
Allâme Şerefüddin
en-Nassu
ve'l-İctihad: Allâme Şerefüddin
en-Nihaye
Fî Garibi'l-Hadis: İbn Esir
Ensabu'l-Eşraf:
Belâzürî
er-Riyaz'un-Nazıra:
Taberî
es-Siretü'l-Halebiyye:
Halebî
es-Siyadetü'l-Arabiyye:
Lefan Floton
et-Tabakatu'l-Kubra:
İbn Sa'd
et-Tanzimü'd-Düvelî:
Petros Petros Gali
Fazailü'l-Hamse
Mine's-Sıhahı's-Sitte: Firuzabadî
Fevatü'l-Vefeyat:
İbn Şakir el-Ketbî
Hayatu
Seyyideti Nisa'il-Âlemîn: Yazar
Hayatu'l-Hayvan:
Dimyerî
Hayatu'l-İmam
el-Hasan: Yazar
Hayatu'l-İmam
el-Hüseyin: Yazar
Hayatu'l-İmam
Muhammed el-Bâkır: Yazar
Hazihi
Hiye'ş-Şia: Yazar
Hilyetü'l-Evliyâ:
Ebu Nuaym el-İsfahanî
İsbatü'l-Vasiyye:
Mes'udî
Kenzü'l-Ummal:
Muttaki el-Hindî
Kunûzü'l-Hakaik:
Münavî
Külliyatu
Ebu'l-Beka: Ebu'l-Beka el-Kufvî
Lisanü'l-Arab:
İbn Manzur
Lisanü'l-Mizan:
İbn Hacer
Maktelü'l-Hüseyin:
Harezmî
Mecmau'l-Beyan
Tefsiri: Tabersî
Mecmau'z-Zevaid:
Nuruddin el-Heysemî
Menakıb-ı
Âl-i Ebî Talib: İbn Şehraşub
Mevsuatü'l-İmam
Emiri'l-Müminin Ali b. Ebî Talib: Yazar
Mevsuatü'l-İmam
es-Sadık: Yazar
Mizanü'l-İtidâl:
Zehebî
Mu'cem-i
İbnü'l-Arabî: İbnü'l-Arabî
Mu'cemu'l-Üdeba:
Yakut el-Hamevî
Mukaddime:
İbn Haldun el-Mağribî
Mürucü'z-Zeheb:
Mes'udî
Müsned-i
Ahmed b. Hanbel: Ahmed b. Hanbel
Müstedrek-i
Hâkim: Hâkim Nişaburî
Ruhu'l-Meanî
Tefsiri: Alusî
Sahih-i
Buharî: Buharî
Sahih-i
Müslim: Müslim
Sahih-i
Tirmizî: Tirmizî
Sünen-i
Beyhakî: Beyhakî
Sünen-i
İbn Mace: İbn Mace
Şerh-i Nehcü'l-Belâga: İbn Ebi'l-Hadid
Tarih-i
Bağdad: Hatib Bağdadî
Tarih-i
Ebu'l-Fida: İsmail b. Ali İmaduddin
Tarih-i
Taberî: Taberî
Tarih-i
Yakubî: Ahmed b. Ebu Yakub
Tarihu'l-Hamis:
Hüseyin b. Muhammed Diyarbekrî
Tefsir-i
Razî: er-Razî
Tefsir-i
Taberî: Zemahşerî
Tehzibü't-Tehzib:
İbn Hacer el-Askalânî
Temamü'l-Mütun:
Salahuddin es-Safdî
Temhid-i
Bakalânî: Bakalânî
Usulü'l-Kâfi:
Şeyh Kuleynî
Üsdü'l-Gabe:
İbn Esir
Vak'atü
Sıffin: Nasr b. Mezahim
Vefau'l-Vefa:
Nuruddin es-Semhudî
Zehairu'l-Ukba:
Muhibbudin Taberî
[1]- İsrâ Suresi, 81. ayet.
[2]- Kenzü'l-Ummal, 16/408.
[3]- Müstedrek-i Hâkim, 3/153; Üsdü'l-Gabe, 5/522; el-İsabe, 8/159; Tehzibü't-Tehzib, 2/441; Kenzü'l-Ummal, 6/219; Fazailü'l-Hamse Mine's-Sıhahı's-Sitte, 3/156; Mizanü'l-İtidâl, 1/525.
[4]- Sahih-i Buharî, Kitabu Bed'i'l-Halk, 4/210 ve 219; Kenzü'l-Ummal, 6/210; Feyzu'l-Kadîr, 1/421.
[5]- Kenzü'l-Ummal, 12/111; Müstedrek-i Hâkim, 3/154.
[6]- el-Kâfî, 5/340, hadis 1.
[7]- Yasin Suresi, 9. ayet.
[8]- Tevbe Suresi, 40. ayet.
[9]- Sahih-i Tirmizî, 2/299; Müstedrek-i Hâkim, 3/14.
[10]- A'raf Suresi, 142. ayet.
[11]- Nizamu'l-Hükmi ve'l-İdareti Fi'l-İslâm, 207.
[12]- İbn Haldun, Mukaddime, 166.
[13]- Marudî, el-Ahkâmu's-Sultaniyye, 3.
[14]- Hadis, bütün Müslümanların nezdinde sıhhatinde şüphe olmayan mütevatir hadislerdendir.
[15]- Nisa Suresi, 59. ayet.
[16]- el-Fisal Fi'l-Mileli ve'l-Ehvai ve'n-Nihal, 4/87.
[17]- el-Ahkâmu's-Sultaniyye, 4 ve 5.
[18]- et-Tanzimü'd-Düvelî, 53-55.
[19]- Nehcü'l-Belâga, Hutbe 224.
[20]- Nehcü'l-Belâga, 33.
[21]- Sâd Suresi, 26. ayet.
[22]- Nizamu'l-Hükmi ve'l-İdareti Fi'l-İslâm, 233.
[23]- Biharu'l-Envar, 2/56, hadis 33; Nehcü'l-Belâga, Hikmetli Sözler 73.
[24]- Nehcü'l-Belâga, Hutbe 175.
[25]- Nehcü'l-Belâga, Mektup 45.
[26]- Nehcü'l-Belâga, Hutbe 126.
[27]- Biharu'l-Envar, 41/116; Nehcü'l-Belâga, Hutbe 15.
[28]- Nehcü'l-Belâga, Mektup 21.
[29]- Nehcü'l-Belâga, Mektup 20.
[30]- Nizamu'l-Hükmi ve'l-İdareti Fi'l-İslâm, 235.
[31]- Üsdü'l-Gabe, 4/425.
[32]- Usulü'l-Kâfi, 1/410.
[33]- Rebiü'l-Ebrar, 4/85–86.
[34]- Vak'atü Sıffin, 161.
[35]- Nehcü'l-Belâga, Hutbe 216.
[36]- Tevbe Suresi, 128. ayet.
[37]- Âl-i İmran Suresi, 61. ayet.
[38]- Ra'd Suresi, 7. ayet.
[39]- Tefsir-i Taberî, 13/72; buna yakın bir ifade de Tefsir-i Razî'de mevcuttur; Kenzü'l-Ummal, 6/157; Kunûzü'l-Hakaik, 3/122; Müstedrek-i Hâkim, 3/164.
[40]- Hâkka Suresi, 12. ayet.
[41]- Tefsir-i Taberî, 29/35; el-Keşşaf, 4/600, Hâkka Suresi'nin 13. ayetinin tefsirinde; Kenzü'l-Ummal, 6/108; ed-Dürrü'l-Mensur, 8/267.
[42]- Nahl Suresi, 43. ayet.
[43]- Tefsir-i Taberî, 8/145.
[44]- Maide Suresi, 55. ayet.
[45]- Tâhâ Suresi, 25–32. ayetler.
[46]- Kasas Suresi, 35. ayet.
[47]- Tefsir-i Razî, 12/26; Tefsir-i Taberî, 6/186; Nuru'l-Ebsar, 170.
[48]- Mevsuatü'l-İmam Emiri'l-Müminin Ali b. Ebî Talib, 1/192.
[49]- Vâkıa Suresi, 10 ve 11. ayetler.
[50]- Delâil's-Sıdk, 2/102.
[51]- Bakara Suresi, 207. ayet.
[52]- Müstedrek-i Hâkim, 3/4.
[53]- Şûra Suresi, 23. ayet.
[54]- Mecmau'z-Zevaid, 7/103; Zehairu'l-Ukba, 25; Hilyetü'l-Evliyâ, 3/102.
[55]- Nuru'l-Ebsar, 104.
[56]- Ahzab Suresi, 33. ayet.
[57]- Müstedrek-i Hâkim, 2/416; Üsdü'l-Gabe, 5/521.
[58]- ed-Dürrü'l-Mensur, 5/199.
[59]- Mecmau'z-Zevaid, 7/110. Velid, Velîa Oğulları'nın mürtet olduğu yönündeki haberinde yalancıydı. Nitekim bunun üzerine şu ayet nazil olmuştu, "Ey iman edenler! Bir fasık size bir haber getirdiği zaman araştırın. Yoksa cahillikle bir kavme dokunur…" (Hucurat Suresi, 6. ayet)
[60]- Kenzü'l-Ummal, 6/400.
[61]- Sahih-i Tirmizî, 3/ 299; Müstedrek-i Hâkim, 3/14.
[62]- Zehairü'l-Ukba, 92.
[63]- Kenzü'l-Ummal, 3/61.
[64]- Kenzü'l-Ummal, 3/161.
[65]- Kenzü'l-Ummal, 3/162.
[66]- Kenzü'l-Ummal, 3/155.
[67]- Tâhâ Suresi, 29-31. ayetler.
[68]- Kenzü'l-Ummal, 7/113; Müstedrek-i Hâkim, 3/210; Tarih-i Taberî, 2/56.
[69]- er-Riyaz'un-Nazıra, 2/163.
[70]- Tâhâ Suresi, 25-32. ayetler.
[71]- Kasas Suresi, 35. ayet.
[72]- Maide Suresi, 55. ayet.
[73]- Nuru'l-Ebsar, 170; Tefsir-i Razî, 12/26.
[74]- Mevsuatü'l-İmam Emiri'l-Müminin Ali b. Ebî Talib, 1/109.
[75]- Mevsuatü'l-İmam Emiri'l-Müminin Ali b. Ebî Talib, 1/109.
[76]- el-Müracaat, 209.
[77]- el-Müracaat, 209.
[78]- Müsned-i Ebu Davud, 1/29; Hilyetü'l-Evliyâ, 7/195; Müşkilü'l-Âsâr, 2/309; Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 1/182; Tarih-i Bağdad, 11/432; Hasais-i Nesaî, 16.
[79]- er-Riyaz'un-Nazıra, 2/163; Kenzü'l-Ummal, 6/395.
[80]- Kenzü'l-Ummal, 6/405.
[81]- Sahih-i Tirmizî, 2/301; Tarih-i Bağdad, 3/378; Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 3/183.
[82]- Fevatü'l-Vefeyat, 2/38.
[83]- Kenzü'l-Ummal, 3/154.
[84]- Tarih-i Bağdad, 2/377.
[85]- Kenzü'l-Ummal, 6/401.
[86]- Kenzü'l-Ummal, 6/159; es-Savaiku'l-Muhrika, 73.
[87]- Sahih-i Tirmizî, 2/299; Hilyetü'l-Evliyâ, 1/64; Kenzü'l-Ummal, 6/401.
[88]- Tarih-i Bağdad, 11/204.
[89]- Hilyetü'l-Evliyâ, 1/64; Buna yakın bir hadis de, Kenzü'l-Ummal, 6/154'te mevcuttur.
[90]- Ra'd Suresi, 4. ayet. Kunûzü'l-Hakaik, 155.
[91]- Kenzü'l-Ummal, 6/154.
[92]- el-Emalî, 417.
[93]- Mu'cemu'l-Üdeba, 17/200.
[94]- Zehairu'l-Ukba, 61. Aynı rivayet, buna yakın ifadelerle şu kaynaklarda da geçer, Tarih-i Bağdad, 3/171; Üsdü'l-Gabe, 4/30; Kenzü'l-Ummal, 6/406; Sahih-i Tirmizî, 2/299.
[95]- Müstedrek-i Hâkim, 3/124.
[96]- er-Riyaz'un-Nazıra, 2/169; Mecmau'z-Zevaid, 9/108; Kenzü'l-Ummal, 6/154.
[97]- Kenzü'l-Ummal, 6/391.
[98]- Mevsuatü'l-İmam Emiri'l-Müminin Ali b. Ebî Talib, 1/114.
[99]- Sahih-i Tirmizî, 2/201.
[100]- Mecmau'z-Zevaid, 9/133; Sahih-i Tirmizî, 2/199.
[101]- Mecmau'z-Zevaid, 9/123.
[102]- Nuru'l-Ebsar, 172.
[103]- Müstedrek-i Hâkim, 3/229.
[104]- Tarih-i Bağdad, 5/470.
[105]- Kenzü'l-Ummal, 6/393.
[106]- Kenzü'l-Ummal, 6/392.
[107]- Mecmau'z-Zevaid, 1/367.
[108]- Divan-ı Himyerî, 264.
[109]- Tarih-i Bağdad, 14/98.
[110]- Kenzü'l-Ummal, 6/400.
[111]- es-Savaiku'l-Muhrika, 75.
[112]- er-Riyaz'un-Nazıra, 2/172.
[113]- Tarih-i Bağdad, 10/356.
[114]- er-Riyaz'un-Nazıra, 2/209.
[115]- Tarih-i Bağdad, 12/268.
[116]- es-Savaiku'l-Muhrika, 96; er-Riyaz'un-Nazıra, 2/209.
[117]- Âl-i İmran Suresi, 144. ayet.
[118]- Mecmau'l-Beyan, 5/45.
[119]- Tarih-i Yakubî, 2/90-92.
[120]- Maide Suresi, 67. ayet.
[121]- Feraidü's-Simtayn, 1/74.
[122]- Maide Suresi, 3. ayet. Bu ayetin Gadir olayı hakkında indiğini şu bilginler açıkça ifade etmişlerdir, Hatib Bağdadî, Tarih, 8/29; Suyutî, ed-Dürrü'l-Mensur, 2/259; Tabersî, Mecmau'l-Beyan, 3/246 ve diğerleri.
[123]- el-Bidaye ve'n-Nihaye, 5/226.
[124]- Hayatu'l-İmam el-Hasan, 1/202.
[125]- es-Savaiku'l-Muhrika, 74.
[126]- İbn Hişam, es-Siretü'n-Nebeviyye, 3/93; Tarih-i Taberî, 3/190. Allâme Meclisî, Peygamber'in (s.a.a) Ali'nin elinden tutup bir grubu da yanına alarak Baki Mezarlığı'na gittiğini ve orada yatanlar için bağışlanma dileğinde bulunduğunu kaydeder.
[127]- İbn Sa'd, et-Tabakatu'l-Kubra, 4/46; Tarihu'l-Hamis, 2/46; Kenzü'l-Ummal, 5/312.
[128]- Übna; Suriye topraklarında Belka bölgesinde, Zeyd b. Harise ve Cafer-i Tayyar'ın şehit düştüğü Mûte yakınlarında, Askalan ve Remle arasında bir yerin adıdır.
[129]- es-Siretü'l-Halebiyye, 3/207; İbn Sa'd, et-Tabakatu'l-Kubra, 2/190; el-Meğazî, 3/ 1017.
[130]- es-Siretü'l-Halebiyye, 3/34. Halbî'nin dışında diğer hadisçiler ve tarihçiler de bu sözü nakletmişlerdir.
[131]- es-Siretü'l-Halebiyye, 3/34.
[132]- Sünen-i Beyhakî, 10/111.
[133]- Temhid-i Bakalânî, 190.
[134]- Hayatu'l-İmam el-Hasan, 1/123-125.
[135]- Hadis üzerinde ittifak vardır.
[136]- Bu acı olayı bütün İslâm tarihçileri yazmışlardır. Buharî, Sahih'inin birkaç yerinde (4/69 ve 99 ve 6/8) bu olayı zikretmiştir. Ancak bu sözü söyleyen şahsın ismini gizlemiştir. İbn Esir -en-Nihaye Fî Garibi'l-Hadis adlı eserinde- ve diğerleri, bu sözü söyleyenin Ömer b. Hattab olduğunu açıkça belirtmişlerdir. Nitekim Ömer'in kendisi de, İbn Abbas ile aralarında geçen bir sohbet sırasında, Peygamber'in (s.a.a) Ali ve soyu hakkında yazdıracağı vasiyetini engellediğini itiraf etmiştir. Bk. İbn Ebi'l-Hadid, Şerh-i Nehcü'l-Belâga, 3/114.
[137]- Necm Suresi, 2-5. ayetler.
[138]- Tekvir Suresi, 19-22. ayetler.
[139]- Hayatu'l-İmam el-Hasan, 1/129.
[140]- Kenzü'l-Ummal, 7/110; Şerh-i Nehcü'l-Belâga, 4/4.
[141]- Hayatu'l-İmam el-Hasan, 1/130.
[142]- Dürretü'n-Nasıhîn, 66.
[143]- İbn Sa'd, et-Tabakatu'l-Kubra, 4/48.
[144]- Hayatu'l-İmam el-Hasan, 1/134.
[145]- Harezmî, Maktelü'l-Hüseyin, 1/164.
[146]- Hayatu'l-İmam el-Hasan, 1/135.
[147]- Ensabu'l-Eşraf, 1/Birinci Bölüm/574.
[148]- Tarihu'l-Hamis, 2/192.
[149]- Vefau'l-Vefa, 1/227.
[150]- İbn Sa'd, et-Tabakatu'l-Kubra, 2/İkinci Bölüm/63.
[151]- Hilyetü'l-Evliyâ, 4/77.
[152]- Hayatu'l-İmam el-Hasan, 1/137.
[153]- Mevsuatü'l-İmam Emiri'l-Müminin Ali b. Ebî Talib, 2/76.
[154]- Âl-i İmran Suresi, 144. ayet.
[155]- Nehcü'l-Belâga, Hutbe 150.
[156]- Sa'd b. Ubade, Hazrec'in reisi ve Ensar'ın lideri idi. Kavmi, reisliğini kabul etmişti. O, babası, dedesi ve oğlu Kays, cömertlik ve eli açıklıkla tanınmışlardı. "Evs ve Hazrec'de Sa'd'ın evi dışında dört nesil peş peşe cömert çıkaran bir aile yoktu." denir. Peygamber (s.a.a) ile birlikte Akabe ve Bedir'de hazır bulunan ileri gelen şahsiyetlerden biridir. Ebu Bekir'e biat etmekten kaçındı ve kızgın bir şekilde Medine'den çıktı. Halid b. Velid, bir şahısla birlikte onu takip etti. Geceleyin ona pusu kurdular ve onu yaralayıp kuyuya attılar. Halid, "Onu cinler öldürdü." iddiasında bulundu ve cinlerin dilinden, "Hazrec'in reisi Sa'd b. Ubade'yi biz öldürdük. / Ona doğru iki ok attık, oklarımız tam da kalbine isabet etti." şeklinde bir şiir söylediler.
Bu olay, hicretin 15. yılında Şam topraklarından Havran bölgesinde vuku buldu. el-İsabe, el-İstîab, Üsdü'l-Gabe ve diğer kaynaklarda tercüme-i hâlini bulabilirsiniz.
[157]- Tarih-i Taberî, 3/207.
[158]- Şerh-i Nehcü'l-Belâga, 9/23.
[159]- İmam Ali'nin (a.s) annesi Fatıma'yı kastediyor.
[160]- Mevsuatü'l-İmam Emiri'l-Müminin Ali b. Ebî Talib, 2/102-104.
[161]- Mu'cem-i İbnü'l-Arabî, 4/29.
[162]- Hayatu'l-İmam el-Hüseyin, 1/235.
[163]- Biharu'l-Envar, 33/174.
[164]- Sunh veya Sunuh; Medine'nin dış mahallelerinden biridir. Ebu Bekir'in orada evi vardı. Mu'cemu'l-Büldan, 3/265.
[165]- Rahman Suresi, 26 ve 27. ayetler.
[166]- Kasas Suresi, 88. ayet.
[167]- Âl-i İmran Suresi, 185. ayet.
[168]- Zümer Suresi, 30. ayet.
[169]- Âl-i İmran Suresi, 144. ayet.
[170]- el-Kâmil Fi't-Tarih, 2/219.
[171]- el-Kâmil Fi't-Tarih, 2/222.
[172]- Tarih-i İbn Esir, 2/331.
[173]- Tarih-i Taberî, 3/465.
[174]- el-Ikdü'l-Ferid, 3/62.
[175]- Tevbe Suresi, 128. ayet.
[176]- en-Nassu ve'l-İctihad, 7.
[177]- Eserü't-Teşeyyu' Fi'l-Edebi'l-Arabî, 5.
[178]- Mevsuatü'l-İmam Emiri'l-Müminin Ali b. Ebî Talib, 2/115.
[179]- Tarih-i Taberî, 3/240; el-İmame ve's-Siyase, 1/9.
[180]- el-Kâmil Fi't-Tarih, 2/330; İbn Haldun, Tarih, 2/488.
[181]- el-Ikdü'l-Ferid, 3/62.
[182]- Sahih-i Buharî, 10/44; Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 1/55; Temamü'l-Mütun, 137.
[183]- Şerh-i Nehcü'l-Belâga, 6/14.
[184]- el-Hulefau'r-Raşidun, 16.
[185]- Şerh-i Nehcü'l-Belâga, 6/25.
[186]- el-Muvaffakiyyat, 80; İbn Ebi'l-Hadid, Şerh-i Nehcü'l-Belâga, 6/21.
[187]- İbn Ebi'l-Hadid, Şerh-i Nehcü'l-Belâga, 6/30.
[188]- el-Eğanî, 6/356; Tarih-i Taberî, 2/449.
[189]- el-Kâmil Fi't-Tarih, 2/220.
[190]- İbn Ebi'l-Hadid, Şerh-i Nehcü'l-Belâga, 6/17.
[191]- İbn Şübbe, Ahbaru'l-Medine, 1/295.
[192]- es-Sakife İnkılâbun Ebyaz, 322, Nesebü Kureyş'ten naklen.
[193]- Sahih-i Buharî, 2/362.
[194]- Siyeru A'lami'n-Nübelâ, 3/341.
[195]- Tarih-i Taberî, 11/357; Vak'atü Sıffin, 344.
[196]- Hayatu'l-İmam el-Hasan, 1/32, Tarihu'l-Hamis, 2/296'dan naklen.
[197]- el-İmame ve's-Siyase, 1/4.
[198]- Aliyyun ve Benuh, 19.
[199]- el-İmame ve's-Siyase, 1/15.
[200]- Bu olay mütevatir rivayetlerle sabittir. Tarihçiler ve hadisçiler bu rivayetleri eserlerinde kaydederek Ömer'in İmam'ı evini yakmakla tehdit ettiğinde ittifak etmişlerdir. Bu konuyla ilgili rivayetleri şu kaynaklarda bulabilirsiniz, el-İmame ve's-Siyase, 1/12-13; İbn Ebi'l-Hadid, Şerh-i Nehcü'l-Belâga, 1/34; Tarih-i Taberî, 3/202; Tarih-i Ebu'l-Fida, 1/156; Tarih-i Yakubî, 2/105; A'lâmu'n-Nisa, 3/205; Ebu Ubeyd, el-Emval, 31; Mürucü'z-Zeheb, 1/414; Belâzürî, Ensabu'l-Eşraf, 1/586; Abdulfettah Abdulmaksud, el-İmam Ali b. Ebî Talib. Nil şairi Hafız İbrahim bu olayı manzum olarak şöyle ifade etmiştir,
Ömer'in Ali'ye söylediği bir söz var ki
Muhatabı yüce mi yüce, söyleyeni cüretkâr!
Eğer biat etmezsen, Mustafa'nın kızı da olsa içinde
Yakarım evini, kimse sağ kurtulamaz o evden
Adnan soyunun yiğidi ve kahramanı karşısında
Söyleyemezdi bu sözü Ebu Hafs'tan (Ömer'den) başkası
[201]- Hayatu'l-İmam el-Hasan, 1/156-157, el-İmame ve's-Siyase, 1/11'den naklen.
[202]- el-İmame ve's-Siyase, 1/11-12.
[203]- Hûd Suresi, 28. ayet.
[204]- Bakara Suresi, 12. ayet.
[205]- Yûnus Suresi, 35. ayet.
[206]- Belâgatü'n-Nisa, 23 ve A'lâmü'n-Nisa, 3/219-220.
[207]- Tarih-i Taberî, 3/198.
[208]- el-Ikdü'l-Ferid, 5/12.
[209]- el-Milel ve'n-Nihal, 1/56.
[210]- A'lâmü'n-Nisa, 4/114.
[211]- İsbatü'l-Vasiyye, 143.
[212]- Ahzab Suresi, 33. ayet.
[213]- Şerh-i Nehcü'l-Belâga, 6/47.
[214]- el-İsabe, 3/383.
[215]- Tarih-i Taberî, 2/619; Mizanü'l-İtidâl, 2/215; Kenzü'l-Ummal, 5/631.
[216]- Lisanü'l-Mizan, 4/189.
[217]- Lisanü'l-Mizan, 1/268.
[218]- el-Milel ve'n-Nihal, 1/57.
[219]- İsbatü'l-Vasiyye, 143.
[220]- Mizanu'l-İtidal, 1/139.
[221]- Menakıb-ı Âl-i Ebî Talib, 3/385.
[222]- el-Vafî bi'l-Vefeyat, 3/347.
[223]- Delâilü'l-İmame, 134. Biharu'l-Envar, 43/170'de de ondan rivayet edilmiştir.
[224]- el-İhticac, 1/413.
[225]- Biharu'l-Envar, 30/348-349.
[226]- Enfal Suresi, 41. ayet.
[227]- el-Keşşaf, 2/221, Humus Ayeti'nin ayetinin tefsirinde.
[228]- Sahih-i Buharî, 3/36; Sahih-i Müslim, 2/72.
[229]- Mecmau'l-Bahreyn, 5/283.
[230]- İsrâ Suresi, 26. ayet.
[231]- Şevahidü't-Tenzil, 1/441; ed-Dürrü'l-Mensur, 2/151; Kenzü'l-Ummal, 2/158; Ruhu'l-Meanî, 5/58.
[232]- İbn Ebi'l-Hadid, Şerh-i Nehcü'l-Belâga, 1/198.
[233]- el-Ikdü'l-Ferid, 4/283.
[234]- Tarih-i Ebu'l-Fida, 1/168.
[235]- el-İhticac, 1/122.
[236]- Şûra Suresi, 23. ayet.
[237]- en-Nassu ve'l-İctihad, 37.
[238]- Maide Suresi, 50. ayet.
[239]- Neml Suresi, 50. ayet.
[240]- Meryem Suresi, 5 ve 6. ayetler.
[241]- Enfâl Suresi, 75. ayet.
[242]- Nisa Suresi, 50. ayet.
[243]- Bakara Suresi, 180. ayet.
[244]- En'âm Suresi, 67. ayet.
[245]- Hûd Suresi, 39. ayet.
[246]- Tevbe Suresi, 13. ayet.
[247]- Şuarâ Suresi, 227. ayet.
[248]- Belâgatü'n-Nisa, 414; Şerh-i Nehcü'l-Belâga, 16/210; Biharu'l-Envar, 29/216. Hz. Zehra'nın bu şerif hutbesinin tam metnini bazı açıklamalarla birlikte, "Seyyidetü'n-Nisa Fatımatü'z-Zehra'nın Hayatı" (Arapça) adlı kitabımızda zikretmişizdir. Bu hutbenin bazı bölümleri şu kitaplarda da nakledilmiştir, Lisanü'l-Arab, 2/231; en-Nihaye Fî Garibi'l-Hadis, 4/273; A'lâmu'n-Nisa, 4/116-119 ve Mürucü'z-Zeheb, 2/311.
[249]- Nehcü'l-Belâga, Hutbe 3.
[250]- Nehcü'l-Belâga, Hutbe 26.
[251]- el-İmame ve's-Siyase, 1/12.
[252]- Şeyh Müfid, el-İhtisas, 184.
[253]- Nehcü'l-Belâga, Hutbe 74.
[254]- el-İmame ve's-Siyase, 1/14; A'lâmu'n-Nisa, 3/214; Abdulfettah Abdulmaksud, el-İmam Ali b. Ebî Talib, 1/218.
[255]- el-Mecalisü's-Seniyye, 2/137.
[256]- Şerh-i Nehcü'l-Belâga, 2/207-208.
[257]- er-Riyaz'un-Nazıra, 2/139; Şerh-i Nehcü'l-Belâga, 2/17; Harezmî, Maktelü'l-Hüseyin, 1/93; el-Menakıb, 2/172; es-Savaiku'l-Muhrika, 105 ve es-Saban'da şöyle yer alır, İmam Hasan'ın (a.s) Ebu Bekir'e söylediği bu sözün aynısını İmam Hüseyin (a.s) de Ömer'e söylemiştir.
[258]- Tabersî, el-İhticac, 1/99-100.
[259]- Tabersî, el-İhticac, 1/102.
[260]- el-Hısal, 432; el-İhticac, 1/100.
[261]- Bununla Müslümanların halife olarak Ali'ye biat etmelerine işaret etmiştir.
[262]- Kevser Suresi, 3. ayet.
[263]- Tabersî, el-İhticac, 1/101.
[264]- Tarih-i Ebu'l-Fida, 1/159.
[265]- Ebu Eyyub el-Ensarî, İsmi, Halid b. Zeyd el-Hazrecî'dir. Akabe'de, Bedir'de ve diğer savaşlarda hazır bulunmuştur. Resulullah (s.a.a) Medine'ye geldiğinde ona konuk olmuştur. İmam Ali'nin bütün savaşlarında onun yanında yer almıştır. Nehrevan Savaşı'nda Haricîlerin ordugâhından ayrılıp İmam'a katılanlar için aman bayrağı taşıyordu. Kitleleri İmam'a yardım etmeye teşvik eden coşkulu ve çekici sözleri ve hutbeleri vardır.
Babası Zeyd, Resulullah'ın huzuruna vararak, "Ya Resulallah, bana tavsiyede bulun." diye arz etmiş, Resulullah (s.a.a) ona şöyle buyurmuştu, "Sana beş şeyi tavsiye ediyorum, İnsanların elinde olandan ümidini kes; çünkü bu, zenginliktir. Sakın tamah etme; çünkü bu, hazır fakirliktir. Veda eden (son namazını kılan) kimsenin kıldığı gibi namaz kıl. Özür dileyeceğin bir iş yapma. Kendin için sevdiğini kardeşin için de sev…"
Yezid b. Muaviye döneminde Kostantiniyye'de (bugünkü İstanbul'da) vefat etmiştir. Bk. el-Kuna ve'l-Elkab, 1/13.
[266]- el-Kuna ve'l-Elkab, 1/11.
[267]- el-İhticac, 1/103.
[268]- Übey b. Kâb el-Ensarî en-Neccarî, Kur'an okurlarının efendisi olarak bilinir. İkinci Akabe'de bulunanlardandır. Bedir'e ve Peygamber'in (s.a.a) diğer bütün savaşlarına katılmıştır. Vahyin kâtiplerinden ve Peygamber'in mektuplarını yazanlardandı. Peygamber ona, "Ey Ebu Münzir! Allah-u Teala'nın kitabından senin yanında olan hangi ayet en büyüktür?" diye sordu. "Allah, O'ndan başka ilâh yoktur; haydır, kayyumdur." [Bakara Suresi, 255. ayet] ayeti dedi. Peygamber (s.a.a) göğsüne vurarak, "İlim sana kutlu olsun, ey Ebu Münzir!" buyurdu. Sahabenin fakihlerinden sayılırdı. Peygamber (s.a.a) onun hakkında, "Ümmetimin en iyi Kur'an okuyanı Übey'dir." demiştir. Ömer, onu "Müslümanların efendisi" olarak adlandırırdı. Osman b. Affan'ın hilâfeti döneminde, bir görüşe göre hicretin 32., bir kavle göre 19., bir kavle göre de 22. senesinde vefat etmiştir. Bk. el-İsabe, 1/31-32.
[269]- el-İhticac, 1/102.
[270]- Osman b. Huneyf el-Ensarî el-Evsî, Peygamber'le (s.a.a) birlikte Uhud'a ve ondan sonraki savaşlara katıldı. Ömer, onu Irak'a vali yaptı. Irak'ı adil ve iyi bir şekilde yönetti. İmam Ali (a.s) de onu Basra valisi yaptı. Kûfe'ye yerleşti ve Muaviye'nin zamanına kadar yaşadı, sonra öldü. Bk. Üsdü'l-Gabe, 3/376.
[271]- Tabersî, el-İhticac, 1/103.
[272]- Ebu Sabit Sehl b. Huneyf el-Evsî el-Ensarî, Bedir'e ve bütün savaşlara katılmıştır. Uhud'da Resulullah'la (s.a.a) birlikte direnenlerdendi. Peygamber'e ölümüne biat etmişti. İmam Emirü'l-Müminin'in de vefalı ashabındandır. İmam tarafından Basra'ya vali olarak atanmıştır. Sonra İmam'la birlikte Sıffîn Savaşı'na katılmıştır. Daha sonra İmam onu Fars eyaletine vali yapmıştır. Hicrî 38. yılda vefat etmiş ve namazını İmam kılmıştır. Bk. Tehzibü't-Tehzib, 4/428.
[273]- Tabersî, el-İhticac, 1/103.
[274]- Huzeyme b. Sabit el-Evsî, "Zü'ş-Şehadeteyn" olarak bilinir. Resulullah (s.a.a) onun şahitliğini iki erkeğin şahitliği gibi kabul etmişti. Künyesi Ebu İbad'dır. Bedir ve ondan sonraki savaşlara katılmıştır. Sıffîn'de Ali (a.s) ile birlikteydi. Ammar şehit edilince, kılıcını çekti ve şehit düşünceye kadar çarpıştı. "Resulullah'tan (s.a.a), 'Ammar'ı azgın grup öldürecektir.' dediğini duydum." diyordu. Bk. el-İstîab, 1/102.
[275]- Tabersî, el-İhticac, 1/102.
[276]- Ebu'l-Heysem, Adı, Malik b. Teyyihan'dır. Evs kabilesindendir. Resulullah (s.a.a) ile buluşan altı kişiden biridir. Birinci ve İkinci Akabe'de bulunmuştur. Akabe gecesi Peygamber'e ilk biat eden kişidir. Aduleşhel Oğulları'nın reisi idi. Peygamber (s.a.a) ile birlikte Bedir'e ve diğer tüm savaşlara katılmıştır. Bu bilgiler, Üsdü'l-Gabe, 4/274'te yer alır. Ebu'l-Heysem, İmam'ın da en halis dostlarından idi. Hicrî 37'de Sıffîn'de şehit oldu. İmam (a.s), hutbelerinden birinde onu üzüntü ve hüzünle anmış ve şöyle demiştir,
"Nerede yola dizilen ve hak üzere yürüyen kardeşlerim? Nerede Ammar? Nerede İbn Teyyihan? Nerede Zü'ş-Şehadeteyn? Nerede onlar gibi ölümüne ahitleşen ve günahkârlara karşı başlarını ortaya koyan kardeşleri?" Sonra elini mübarek sakalına (yüzüne) vurdu ve hak yolunda sebat gösteren, İmam'ın makam ve mevkiini tanıyan bu seçkin insanlara uzun uzun ağladı.
[277]- Hayatu'l-İmam el-Hasan, 1/167; el-İhticac, 1/103.
[278]- es-Sakife İnkılâbun Ebyaz, 323, Ta'cilü'l-Menfea, 160'dan naklen.
[279]- Belâzürî, Ensabu'l-Eşraf, 1/586; İbn Ebi'l-Hadid, Şerh-i Nehcü'l-Belâga, 2/52.
[280]- Kenz-ul Ummal, 3/2346. İbn-i Ebi'l-Hadid, Şerh-i Nehcü'l-Belâga, 1/174.
[281]- İbn Kuteybe, el-Mearif, 300.
[282]- Şerh-i Nehcü'l-Belâga, 13/150.
[283]- Hazihi Hiye'ş-Şia, 145.
[284]- Mizanü'l-İtidâl, 4/160.
[285]- er-Ravzu'l-Ezher, 359.
[286]- Tarih-i Bağdad, 12/351; Bişaretü'l-Mustafa, 143.
[287]- Tarih-i Bağdad, 6/127.
[288]- Tehzibü't-Tehzib, 7/319.
[289]- Hazanetü'l-Edeb, 5/225.
[290]- el-İdaretü'l-Arabiyye, 141.
[291]- Tabakatu Fühulü'ş-Şuara, 439-441; Cemheretü Eş'ari'l-Arab, 341.
[292]- Mevsuatü'l-İmam es-Sadık, 7/86.
[293]- el-Eğanî, 21/33. Bu beyitlerin Ebu'l-Esved ed-Düelî'ye ait olduğu da söylenmiştir.
[294]- el-Eğanî, 21/33.
[295]- es-Siyadetü'l-Arabiyye, 28.
[296]-el-İhtisas, 133.
[297]- Muhtasaru Ahbari'l-Hulefa, 4.
[298]- Mevsuatü'l-İmam es-Sadık, 7/83.
[299]- Hayatu'l-İmam el-Hasan, 2/330.
[300]- Tarih-i İbn Esir, 4/356.
[301]- Tarihu'l-Hamis, 2/330.
[302]- Tarihu'l-Hamis, 2/330.
[303]- İbrahim Suresi, 15. ayet.
[304]- Mürucü'z-Zeheb, 3/149. Bu kaynakta, Velid'in Musfah'ı karşısına dikip oklamaya başladığı da yazılır.
[305]- Mevsuatü'l-İmam es-Sadık, 7/64.
[306]- Mürucü'z-Zeheb, 3/198; el-Bed'ü ve't-Tarih, 3/48.
[307]- Hayatu'l-İmam Muhammed el-Bâkır, 2/56.
[308]- Mevsuatü'l-İmam es-Sadık, 7/63.
[309]- Suyutî, Tarihu'l-Hulefa, 93.
[310]- İbn Sa'd, et-Tabakatu'l-Kubra, 3/306; Muhtasaru Camii Beyani'l-İlm, 36.
[311]- Muttaki el-Hindî, Kenzü'l-Ummal adlı eserinin el-İtisam Bi'l-Kitabi ve's-Sünne babında bu hadisin zayıf olduğunu belirtir.
[312]- Sahih-i Buharî, 4/19; Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 1/80.
[313]- Necm Suresi, 39-40. ayetler.
[314]- Zilzal Suresi, 7-8. ayetler.
[315]- Nisa Suresi, 93. ayet.
[316]- Mevsuatü'l-Gadir, 5/297.
[317]- Tarih-i Bağdad, 5/4.
[318]- Şerh-i Nehcü'l-Belâga, 1/36; Lisanü'l-Mizan, 2/62.
[319]- el-Gadir, 5/303.
[320]- Tarih-i Bağdad, 3/383; el-Gadir, 5/36.
[321]- el-Gadir, 5/322; Hazihi Fi'ş-Şia, 124.
[322]- el-Gadir, 5/312.
[323]- Tarih-i Bağdad, 3/309; el-Gadir, 5/300.
[324]- el-Gadir, 5/301.
[325]- Tehzibü't-Tehzib, 5/138.
[326]- Hazihi Hiye'ş-Şia, 124.
[327]- a.g.e.
[328]- a.g.e.
[329]- Mizanü'l-İtidâl, 2/20.
[330]- Hazihi Hiye'ş-Şia, 124.
[331]- el-Gadir, 5/299.
[332]- Tarih-i İbn Kesir, 5/308.
[333]- el-Gadir, 5/308.
[335]- el-Leali'l-Masnua, 6/286.
[336]- en-Nasaihu'l-Kâfiye, 72.
[337]- Şerh-i Nehcü'l-Belâga, 1/158.
[338]- es-Sakife İnkılâbun Ebyaz, 282, el-İstîab, 1/65'ten naklen.
[339]- Mürucü'z-Zeheb, 3/60; İbn Ebi'l-Hadid, Şerh-i Nehcü'l-Belâga, 1/284; İbn Sa'd, et-Tabakatu'l-Kubra, 3/15; Vak'atü Sıffin, 119.
[340]- Ahzab Suresi, 36. ayet.
[341]- Nübüvvet ve hilâfetin bir ailede toplanmayacağı, hilâfeti Ehl-i Beyt'ten uzaklaştırmak için uğraşan Kureyş ailelerinin dayandığı tek slogandı.
[342]- Sulhu'l-Hasan (İmam Hasan'ın Barışı), 28-29.