Back Index Next

3- Hz. Resulullah'ın (s.a.a) Döneminde

İbn Hacer el-İsâbe adlı kitabında Hâricîlerin temelini atan "Zulhuveysara'nın Hayatı" bölümünde Enes'ten şöyle nakleder: Resulullah'ın (s.a.a) döneminde Allah'a ibadet ve itaati hepimizi hayrete düşüren Zulhuveysara adında bir adam vardı. Biz onun bu hâlini Resulullah'a (s.a.a) söylediğimizde, Hz. Peygamber onu tanımadı. Belirtilerini söylediğimizde yine onu tanımadı! Tam o sırada o adam yanımıza geldi. Biz Resulullah'a (s.a.a), "İşte o adam budur." dedik. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a), "Sizin bahsettiğiniz bu adam şeytan yüzlü birisidir." buyurdu! Zulhuveysara gelip Resulullah (s.a.a) ve ashabın karşısında durdu. Ama Resulullah'a selâm vermedi! Resulullah (s.a.a) ona, "Allah için söylesene; buraya geldiğinde içinden, "Bunların arasında benden daha üstünü yoktur." Demedin mi?! Adam, "Evet, geçirdim ya Resulullah!" dedi ve daha sonra hemen giderek namaza durdu. Resulullah (s.a.a) ashabına, "Aranızda bunu öldürmeye hazır olan var mı?" diye sordu… Hadisin sonunda Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğu geçer: Eğer o (Zulhuveysara) öldürülseydi, ümmetim arasında hatta iki kişi bile ihtilâf etmezdi.[186]

4- Asrımızda

Suudi Arabistanlı aydın (!) adam, "Muhammed de benim gibi bir insandı ve şimdi ölmüştür." dedi! Bu adamın bu sözünün de geçmiştekilerinki gibi kibir ve kendini beğenmişlikten kaynaklandığı apaçık ortadadır. Yukarıda Geçenlerin Özeti: İblis, Allah'ın peygamberini ve seçkin kulunu kendinden üstün saymadığı için ona secde etmedi ve "O, bir beşerdir." dedi. Nuh, Ad ve Semud kavimleri de peygamberlerini kendilerinden üstün saymıyor ve onlara, "Siz de bizim gibi bir beşersiniz (aramızda herhangi bir fark yoktur)" diyorlardı. Yine, Hâricîlerin temelini atan Zulhuveysara, aralarında Resulullah'ın (s.a.a) da bulunduğu bir gruba, "Sizden hiçbiriniz benden üstün değilsiniz." dedi. Günümüzde de aynı şey söz konusudur. Dolayısıyla, Allah'ın seçkin kullarına hakaret etmek, onları küçük saymak ve sözlerine boyun eğmemenin ilk sebebi kibir ve kendini üstün görmektir.

İhtilafların İkinci Ana Sebebi

Asırlar boyunca İslâm ümmeti arasında meydana gelen ihtilâfların ikinci gerçek ve ana sebebi, hâkim güçlerin, altın ve kudret tanrılarının şehvet ve fesatla dolu hayatlarının insanlığın öncüleri olan peygamberlerin ve Allah'ın seçkin kullarının hayatlarıyla uyum içerisinde olduğunu ve bunların birbiriyle çelişmediğini göstermeye ihtiyaç duymalarıdır! Bu iki sebebin sonuçlarından biri, bazı Kur'ân ayetlerinin, Resulullah'ın (s.a.a) ve Allah'ın seçkin kullarının günah işlediklerini gösterecek şekilde tevil edilmesi, diğeri ise yine o yüce zatların günah işlediklerini ve nefsânî şehvetlere daldıklarını gösteren rivayetlerin uydurulmasıydı. Bu hedefe ulaşmak için bazen de İsrailiyat denen Yahudi düzmecelerinden yararlanıyorlardı. Hz. Davud ve komutanı Urya'nın eşi hakkındaki çirkin düzmece[187] ve peygamberler hakkında rivayet edilen benzer birçok uydurma ve iğrenç kıssalar buna örnektir. Daha önce peygamberlerin en üstünü ve sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.a) hakkında uydurulan bu tip iğrenç kıssalardan bazılarını sizlere nakletmiştik. Bu doğrultuda, yani peygamberlerin ve Allah'ın seçkin kullarının diğer insanlardan hiçbir açıdan üstün olmayıp diğerleriyle eşit olduklarını vurgularken, Hz. İsa'nın (a.s) Allah'ın izniyle yarattığı kuş gibi peygamberlerin mucizeleri olduğunu gösteren apaçık ayetleri kendi isteklerine göre tefsir ve tevil ettiler.

Yine peygamberlerin ve Allah'ın seçkin kullarının diğer insanlardan her hangi bir üstünlüğünün olmadığını gösteren rivayetler uydurdular. Mezkur etkenlerden kaynaklanan bu gibi hadislerin ve ayetlerin tevili karşısında, hadis, tefsir, tarih vs. kitaplarında Allah'ın seçkin kulları için birtakım eşsiz özellikler sayan hadislerle de karşılaşmaktayız ki, bazı Müslümanlar da bunlara inanmış ve Kur'ân ayetlerini bu hadislere dayanarak tefsir ve tevil etmiştir. Sonuçta bu grup diğer grubun algılamalarıyla tamamen çelişen Allah'ın sıfatları, peygamberlerinin özellikleri, arş, kürsü ve diğer İslâm öğretileri hakkında özel bir düşünceye sahip olmuş ve her grup kendi düşüncelerine inanarak muhaliflerini tekfir etmeğe kalkışmıştır. Asırlar boyu İslâm ümmeti arasında baş gösteren tefrika ve ihtilâflar işte buralardan kaynaklanmıştır; Allah'ın izniyle biz burada bu hastalığı tedavi etmenin yolunu beyan etmeğe çalışacağız.

ÖZET

Yüce Allah insanlar için düzen olarak fıtratlarıyla uyum içerisinde olan İslâm'ı seçmiş ve onları peygamberleri aracılığıyla bu dine sarılmaya yönlendirmiştir. Bir peygamber ölünce ümmeti onun dinini değiştirdiğinden, yüce Allah başka bir peygamber göndererek dinini yenilemiştir. Nihayet yüce Allah'ın yüce hikmeti, dinlerini son Peygamber'inin (s.a.a) diniyle sona erdirmeyi gerektirmiştir. Yüce Allah, Kur'ân'ı her türlü felaket, fazlalık ve noksanlıktan koruyarak böylece İslâm dininin temel ilkelerini her zaman için kendi koruması altına almış ve onun hükümlerinin ve detaylarının açıklamasını ise Peygamber'inin (s.a.a) sünnetine bırakmıştır. Ama sünneti Kur'ân gibi her türlü fazlalık ve noksanlıktan ve Peygamber'in hadislerini rivayet edenleri yanılgıdan, unutkanlıktan, kâtipleri ise hata, yanlışlık ve sapmadan korumamıştır. Resulullah'ın (s.a.a) sünneti tam on dört asır boyunca buna şahit olmuş ve bu uzun müddet boyunca aralarında birbirleriyle çelişen, mücmeli ve mufassalı, âmm [umumî] ve hâssı [hususî] bulunan birçok hadis (Resulullah'ın (s.a.a) sireti ve hadisleri) Müslümanlar arasında elden ele gezmiş ve onların rivayetinde daha önce işaret ettiğimiz dış etkenler etkili olmuştur. Sonuçta, müçtehitlerin içtihadında, İslâm öğretilerinin çeşitli bölümlerinde, ahkam ve kurallarında, kendi özel içtihatlarıyla birlikte bazı rivayetleri diğer bazılarına tercih etmede farklı görüşler ortaya çıkmış; her biri kendi görüşünde direnmiş ve taassup göstermiştir. Nihayet, her fırka İslâm'ı algılayış biçimine göre müteşâbih ayetleri tevil etmiş ve buna dayanarak muhkem ayetleri tefsir etmiştir! Böylece, Müslümanlar çeşitli fırka ve mezheplere bölünmüş, geçen uzun asırlar boyu bazı Müslümanlar birbirlerini küfürle suçlamış ve kendileriyle farklı görüşlere sahip olanları ortadan kaldırmaya çalışmışlardır!

O hâlde tefrika yaratan bu etkenler ve Müslümanların arasında önceki sayfalarda örneklerine değindiğimiz ihtilâflı meseleler varken, Müslümanların sözlerinin bir olması ve birleşmeleri nasıl mümkün olabilir? Hayır, Müslümanlar ciddi bir araştırmaya girişmeden, seleflerini taklit etmeye devam ettikleri müddetçe fırkaların birbirlerine yaklaşması ve birleşmesi mümkün olmayacaktır. Tüm İslâm fırkaları, İslâm, Kur'ân ve hadislerin tevili konusundaki algılarını rahatlıkla ve çekinmeden; ama kardeşlik bağlarına da zarar vermeden, sırf Allah rızası için, sağlam bir ilmî çerçevede, hak ve doğru bildiklerini ortaya koyma amacıyla, saygı çerçevesinde,  ırçınlıklardan, inat ve küfürden uzak bir şekilde açıklarsa, ancak o zaman birbirlerine yaklaşabilir. Evet, bârikay-ı hakikat (hakikatin nuru), tesâdum-i efkârdan (fikirlerin çarpışmasından, fikir alış verişin-den) doğar. Böyle mukaddes bir hedefe ulaşmanın en doğru yolu, İslâm bilginlerinin bu tür meseleleri salt ilmî metotlara dayanarak tartışmaları, elde ettikleri araştırma sonuçlarının ciddi ve tarafsız bir şekilde incelenmesi için Kahire'deki el-Ehzer Üniversitesi'ne, Medine-i Münevvere'deki İslâm Üniversitesi'ne, Mekke-i Mükerremedeki İslâm Kongresi'ne veya Necef-i Eşref, Kum, Horasan, Karye-van ve Zeytuniye'deki üniversitelere ve ilmî merkezlere sunmaları ve bu merkezlerin de incelemelerin sonuçlarını, herhangi bir tahrif ve tasarrufa uğratmadan sırf Allah rızası için başkalarının görüşlerini bilmek isteyen Müslümanlara yayınlamasıdır. Böylelikle herkes bir diğerinin görüşünden en sağlıklı biçimde haberdar olur, aklını ve vicdanını hâkim kılarak ya ikna olup kabul eder ya da Müslüman kardeşinin görüşünü mazur görür. Böylece, Müslümanların, birbirlerinin görüşlerini anlamaları ve birbirlerine yaklaşmaları kolaylaşır ve dağınık çalışmalarını kendi hayırları ve çıkarları doğrultusunda birleştirebilirler.[188] Bu hedefe ulaşmak için ilk önce İslâm dininin kaynaklarını, Müslümanların bunlardan nasıl  yararlandıklarını ve Resulullah'ın (s.a.a) sünnetine nasıl ulaştıklarını incelememiz gerekir. Ben Allah'ın yardımıyla bu hedefe ulaşmak için aşağıdaki metotla bu kitabın telifine başladım.

Bu Kitaptaki Bahis Metodumuz

Daha önce ihtilâf konularına ilişkin birkaç örnek verdik ve ihtilâfların meydana gelmesine sebep olan iki ana etkene değindik. Bu ikisi dışında ihtilâfa sebep olan diğer etkenler de vardır ki bu kitabın birinci bölümünde onlara değineceğiz. İnşaallah İslâm ve Müslümanlar karşısında sorumlu olduklarını hisseden, görevinin bilinci içindeki taassupsuz kişiler, bunları tanıyarak, İslâm ümmeti arasında yakınlaşmaya ve İslâm düşmanlarına karşı birleşmeye ortam hazırlayan çalışmalar yaparlar. Bütün Müslümanlar İmamet veya Hilâfet ekollerinden birine bağlı olduklarından, bu kitapta aşağıdaki konular ele alınmıştır:

 1- İki ekolün Resulullah'ın (s.a.a) ashabı ve onların adaleti hakkındaki görüşleri. Çünkü Resulullah'ın (s.a.a) sünnetine ancak sahabîler aracılığıyla ulaşılabilir. Elbette "Hilâfet Ekolü" açısından bütün sahabeler adildirler; onların adaletinde en küçük bir şüphe yoktur ve onların naklettiği bütün hadisler sahihtir. Fakat "İmamet Ekolü"ne göre, sahabe arasında hadisleri kabul edilebilecek iyi ve takvalı kimseler olduğu gibi münâfık ve iki yüzlü kimseler de vardır ve yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Medine halkından da nifâkı alışkanlığa çevirmiş olanlar var-dır. Sen onları bilmezsin, biz onları biliriz."[189] Bu kitapta her iki grubun bu alandaki delillerini inceledikten sonra imamet ve hilâfet konusundaki görüşlerini ve delillerini ele aldık. Çünkü Sadr-ı İslâm'daki dört halife, bu iki ekolden birisine göre, İslâm'ın hükümlerine ulaşma kanallarından sayılmaktadır. Bunların delili ise Resul-i Ekrem'den (s.a.a) naklettikleri şu hadistir: "Benim sünnetime ve benden sonraki 'râşid halifeler'in sünnetine dişlerinizle sarılın." İşte bu yüzden Hilâfet Ekolü, halifelerin içtihadını İslâm dininin kaynaklarından saymaktadır.

Ehlibeyt Ekolü mensupları ise "On İki İmam'ı" İslâm dininin öğretilerine ulaşma kaynağı olarak görür ve onların Resulullah'tan (s.a.a) naklettikleri her şeyi tereddütsüz kabul ederler. Dolayısıyla iki ekolün bu alandaki delillerini de incelemek zorundayız.

2- Her iki ekolün, İslâm şeriatının kaynakları hakkındaki görüşlerini tam anlamıyla emanete riayet çerçevesinde inceledik ve son olarak her birinin kültürel, siyasal ve toplumsal faaliyetlerini ve bunların İslâm toplumundaki sonuçlarını ortaya koymaya çalıştık. Son olarak yüce Allah'tan beni iki ekolün Kur'ân-ı Kerim hakkındaki rivayetlerini de incelemeye muvaffak etmesini niyaz ederim.[190] Bu mütevazı çalışmamı, bütün İslâm âlemine sunarken, bunlara ilmî bir çerçeve içerisinde yaklaşılacağını umuyorum. Ayrıca İslâmî öğretileri yayma, Müslümanları yakınlaştırıp kaynaştırma ve Müslümanların birbirlerini anlamalarını sağlama yolundaki çalışmalarımda yapabileceğim muhtemel hatalarımın bana bildirilmesini rica ediyorum.

De ki: Bu, benim yolumdur. Bir basiret üzere Allah'a davet ederim; ben ve bana uyanlar da. Ve Allah'ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim.[191]

İSLÂM ŞERİATININ KAYNAKLARI KONUSUNDA İKİ EKOLÜN GÖRÜŞÜ

GİRİŞ

İslâm tarihinde Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra iki bariz ekolün bulunduğunu görüyoruz: Biri Resulullah'tan (s.a.a) sonra Osmanlı halifelerinin sonuncusuna kadar devam eden hâkim güçlerin ekolü, diğeri ise On İkinci İmam'la son bulan Ehlibeyt Ekolü.[192] Bu farklılık, bu iki ekolün bilginleri ve ileri gelenleri arasında öteden beri vardı ve bu, günümüze kadar da devam etmiştir. Bunun ne zamana kadar sürüp gideceğini de Allah bilir.

Biz, bu araştırmamızda birinci ekole "Hilâfet Ekolü" veya "Halifeler Ekolü", ikincisine ise "Ehlibeyt Ekolü" veya "İmamet Ekolü" ismini verdik ve -Allah'ın izniyle- ilk önce bu iki ekol arasındaki ihtilâfların nereden kaynaklandığını inceleyecek, daha sonra da ihtilâf konularından örnekler vereceğiz.

İki Ekol Arasındaki İhtilâfların Kaynağı

İki ekol arasındaki ihtilâf konularını ve bu ihtilâfların nereden kaynaklandığını incelemeden önce, her iki ekolün Kur'ân-ı Keri-m'in doğruluğunda ittifak ettiklerini hatırlatmakta yarar var. Bu iki ekolün mensupları Kur'ân-ı Kerim'in aslında, görüş birliği içerisinde olup, Kur'ân-ı Kerim'in helâl ve haramı, emir ve nehyi, mubah ve müstehabbı karşısında teslim olunması ve onlarla amel edilmesi gerektiğinde müttefiktirler. Fakat bunların, Kur'ân-ı Kerim- 'in ayetlerinin tevilinde, özellikle müteşabihlerinde şiddetli ihtilâfları vardır. Bunun dışında, iki ekolün ihtilâf ettiği ana konuları aşağıdaki başlıklar altında sıralayabiliriz:

1- Resulullah'ın (s.a.a) ashabı hakkında.

2- İslâm dininin kaynaklarına ulaşma yollarından sayılan İmamet ve Hilâfet meselesinde.

3- Kur'ân-ı Kerim'in yanı sıra ahkâm ve akaidin diğer kaynaklarının neler olduğu hususunda. Bu konuların her birini ayrı ayrı ele alarak, her iki ekolün bu alanlardaki görüşlerini incelemeye ve değerlendirmeye tâbi tutacağız. İlk önce bu kitapta sürekli karşılaşacağımız bazı ıstılahları açıklayacak, daha sonra Arapça lügat kitaplarının nasıl toplanıp hazırlandığına değineceğiz.

ARAPÇA SÖZCÜKLER VE İSLÂMÎ ISTILAHLAR

Istılahları Tanıma

1- Arap lügati

2- Şer'î ıstılah veya İslâmî ıstılah

3- Müteşerria ıstılahı veya Müslümanların ıstılahı

Bazen birincisine Arapların adlandırması, ikincisine şeriat sahibinin adlandırması ve üçüncüsüne ise Müslümanların adlandırması tabirini de kullanırız:

1- Arap Lügati

Arap lügatinden bahsetmeyi öne almamızın sebebi, Kur'ân-ı Kerim'in Arapça nazil olmasıdır. Bugün kullandığımız kelimelerin çoğu, gerek İslâm'dan önce, gerekse İslâm'dan sonra bugün yaygın olan anlamlarında kullanılıyordu. "Ekl" ve "şurb" (yemek, içmek) veya "leyl" ve "nehar" (gece, gündüz) kelimeleri buna örnektir. Ama Arapça kelimeler arasında birçok anlamı olan kelimeler de vardır. İlk önceleri Arapça'da bir şeyden  faydalanmak anlamına gelen, sonra Araplar arasında zahmetsiz olarak bir şeyi elde etme anlamında kullanılan ve daha sonra da İslâm'da ister zahmetle olsun, isterse zahmetsiz olsun, genel olarak bir şeyi elde etme anlamında kullanılan "ğunm" kelimesi buna örnektir. Yine bir kelimenin bir kabilede bir anlamda ve başka bir kabilede ise başka bir anlamda kullanıldığı da görülmüştür; "el-esleb" kelimesi gibi. Hicaz ahalisi bu kelimeyi taş anlamında, Temimîler ise toprak anlamında kullanırlar.[193] Uzağa gitmeyelim; günümüzde Irak ahalisi "mebsut" kelimesini "dayak yiyen kimse", Suriye ve Lübnan halkı ise "sevinçli kimse" anlamında kullanır! Dolayısıyla "el-esleb" kelimesi Temimîlerde bu anlama, Hicazlılarda

ise o anlama gelir; nitekim "mebsut" kelimesi de böyledir.

2- Şer'î Istılah veya İslâmî Istılah

Yüce Allah son peygamberini gönderdiğinde, Arapça olan bazı kelimeleri halk arasında yaygın olan anlamlarının dışında bir anlamda kullandı. Örneğin Arapça'da mutlak dua ve yakarış anlamında olan "salât" kelimesini Resulullah (s.a.a), içinde özel birtakım okunuşları olan ve kıyam, rükû ve secde gibi belli başlı hareketleri içeren özel bir ibadet eylemi için kullandı; Araplar bu kelimeyi bu anlamda kullanmıyorlardı. Bu yeni adlandırmaya "şer'î ıstılah" veya "İslâm'ın adlandırması" denir. Bu bazen bir kelimenin lügat anlamının değişmesi şeklinde olmuştur, "salât" kelimesi gibi; bazen de Şâri'in, yani kanun koyucunun yepyeni bir kelimeyi yeni bir anlam için kullanması şeklinde olmuştur, "er-Rahmân" kelimesinin yüce Allah'a sıfat olarak kullanılması gibi. Elbette bu gibi ıstılahlar, söz konusu kelimenin halk arasında bilinen anlamda Kur'ân'da veya Resulullah'ın (s.a.a) hadislerinde kullanılması durumunda şer'îdirler. Bunun dışında, şer'î bir ıstılah olamazlar. Dolayısıyla şer'î ıstılahı şöyle tanımlayabiliriz: Şer'î ıstılah, Şâri'in, yani kanun koyucunun (yüce Allah'ın) özel bir anlamda kullandığı ve Resulullah'ın da (s.a.a) İslâm ümmetine

bunu ulaştırdığı kelimedir.

3- Müteşerrianın (Şeriat Ehlinin) Istılahı veya Müslümanların Adlandırması

Kelimelerden bir kısmı da Müslümanlar arasında özel bir anlam kazanmış ve o manada meşhur olmuştur. Buna örnek olarak Müslümanların "fıkıh" ve "fakih" anlamlarında kullandıkları "içtihat" ve "müçtehit" kelimelerini söyleyebiliriz. Oysa birinci kelime Arapça'da "bir şeyi elde etmek için çaba harcamak" ve ikincisi ise "çaba harcayan"[194] kimse anlamında kullanılmıştır. Meselâ bu kelimeler Hz. Resulullah'ın (s.a.a) şu hadisinde lügat anlamında kullanılmıştır: "Âlim, müçtehitten (çaba gösteren kimseden) yüz derece üstündür." Buradaki müçtehitten maksat, ibadette çaba sarf eden kimsedir.[195]

Yine Resulullah'ın sireti hakkında şöyle nakledilmiştir: "Resulullah (s.a.a) her ayın son on günü diğer zamanlardan daha fazla içtihat ederdi." Yani ibadet için daha çok çaba gösterirdi.[196] "İctihad" ve "Müctehid" kelimeleri ne Kur'ân-ı Kerim'de ve ne de Resulullah'ın (s.a.a) sünnetinde "fıkıh" ve "fakih" anlamlarında kullanılmadığı hâlde Müslümanların arasında bu anlamda yaygınlaştığı için buna "müteşerria örfü" veya "Müslümanların adlandırması" denilmektedir. Bu ıstılahlardan bazıları bütün Müslümanlar arasında değil, sadece bazı Müslümanlar arasında özel bir anlamda kullanılır. "Zekeriya Orucu" gibi; bazı Müslümanlar bu deyimi susma ve konuşmayarak oruç tutma anlamında kullanırlar. Bu gibi ıstılahlara "mahallî ıstılahlar" dememiz daha yerinde olacaktır. Örneğin "Bu, Bağdatlı Müslümanların ıstılahıdır." Veya "Kahireli Müslümanların ıstılahıdır." demeliyiz; böyle ıstılahlara, Müslümanların ıstılahı veya şeriat ehlinin ıstılahı veya Müslümanların adlandırması demek uygun olmaz. Bu husus, çeşitli İslâm mezhepleri arasında yaygınlaşan özel ıstılah ve deyimler için de aynen geçerlidir. Örneğin Hâricîlerin kullandıkları "eş-Şâri" ve "el-Müşrik" kelimeleri gibi. Hâricîlerde "eş-Şâri" kelimesi, Müslümanlarda "mücâhid" kelimesi gibidir. Hâricîler "Müşrik" tabirini ise bütün Müslümanlar veya kendi taraftarları olmayanlar, yani kendilerinden başka bütün Müslümanlar için kullanırlar. Yine kinayeli bir isim olan "Râfızî" kelimesi de böyledir. Bu ismi Hilâfet Ekolü mensuplarından bazıları, bazı Ehlibeyt Ekolü mensupları hakkında kullanmışlardır. Yine Ehlibeyt Ekolü mensuplarınn Ehlibeyt düşmanları için kullandıkları "Nâsibî" kelimesi de böyledir. Dolayısıyla biz, birincisine "Hâricîlerin ıstılahı", ikincisine "Hilâfet Ekolü'nün ıstılahı" ve üçüncüsüne ise "Ehlibeyt Ekolü mensuplarının ıstılahı" diyoruz. O hâlde, Hilâfet Ekolü'nde "Nâsibî" kelimesiyle karşılaştığımızda bunu "Ehlibeyt'in düşmanı" diye alamayız. Veya Hâricî olmayanların "Şâri" kelimesini kullandıklarını gördüğümüzde bu kelimeden Hâricîlerin kullandıkları anlamı anlamamız doğru değildir.

4- Hakikat ve Mecaz

Bir kelimenin kendi anlamında kullanılışı son derece yaygın ve meşhur olur ve artık ondan onu duyan kimsenin aklına o anlamından başka bir şey gelmezse, o zaman o kelimenin o manada kullanılışı "hakikî kullanılıştır." denir. Vahşi ve yırtıcı bir hayvan anlamına gelen "esed" (aslan) kelimesi gibi. Veya Müslümanlar arasında özel birtakım zikirleri ve birtakım hareketleri ihtiva eden özel bir ibadetten başka bir şey anlaşılmayan "salât" (namaz) kelimesi gibi. Birinci örnekte "esed" kelimesi yırtıcı hayvanda hakikattir. İkinci örnekte ise "salât" kelimesi belli zikir ve amelleri ihtiva eden ibadette hakikattir denir. Yine birincisine "Hakikat-i Lüğaviyye" (Lügatsel Hakikat), ikincisine ise "Hakikat-i Şer'iyye" (Şer'î Hakikat) denir. Bazen de "esed" (aslan) kelimesi cesur ve yiğit kimseler için kullanılır; meselâ "Aslanın camide hutbe verdiğini gördüm!" derler. Burada aslan kelimesi mecazî olarak cesur ve yiğit kimse için kullanılmıştır. Kelimenin bu şekilde kullanılışına "mecaz" denir. Ancak kelime mecazî anlamda kullanıldığında, muhatabın "aslan" kelimesinden yırtıcı hayvan anlamında olan hakikî anlamın kastedilmediğini bilmesi için bir karine ve belirti olması gerekir. Örneğin bu cümledeki "hutbe verme" karinesi gibi; zira mescitte de, başka bir yerde de yırtıcı hayvanın konuşamayacağı açıktır. İşte bu, muhatabın, bu kelimeden yırtıcı hayvanın değil, cesur insanın kastedildiğini anlamasını sağlar.

Arapça Lügat Kitaplarının Derlenmeye Başlaması

Lügatçiler, Arapça kelimeleri toplayarak lügat kitaplarını derlemeye başladıkları hicretin ikinci ve üçüncü yüzyıllarında, her kelimenin karşısına cahiliye döneminden kendi zamanlarına kadar buldukları bütün manaları istisnasız olarak kaydettiler. İster o anlam lügatçiler arasında yaygın olan bir mana olsun, isterse İslâm dinine has bir mana ve ıstılah olsun isterse de Müslümanlar arasında yaygınlaşmış bir mana ve kullanış olsun;  unların hepsini aralarında hiçbir fark gözetmeksizin peş peşe yazdılar. Ancak İslâm fakihleri, asırlar boyunca takdire şayan bir çalışmayla şer'î ve fıkhî ıstılahları diğerlerinden ayırt edip her birinin kullanıldığı yerleri ve sınırını belirlediler; salât, savm, hac vb. ıstılahlar gibi. Böylece fıkhî ve şer'î ıstılahları herkes tanımış oldu. Ama fıkhî olmayan İslâmî kelimeleri tanımada böyle bir çalışma yapılmadığı için Müslümanlarca meşhur olmayan birtakım kelimeler, öylece belirsiz bir şekilde kaldı; acaba o ıstılah şer'î bir ıstılah mıdır yoksa Müslümanların adlandırması mıdır, belli olmadı. Bu konu İslâmî kavramların kavranmasında ve yer yer bazı şer'î hükümlerin anlaşılmasında zorluklarla karşılaşılmasına sebep oldu. Bunun en bariz örneklerinden birisi, burada incelemek istediğimiz "sahabî" veya "sahabe" kelimesidir.

1. BÖLÜM: SAHABÎLİK VE SAHABE

İKİ EKOLE GÖRE SAHABENİN TARİFİ

Ehlisünnet'e Göre Sahabe Kimdir?

İbn Hacer, "el-İsâbe" adlı eserinin 1. faslının girişinde "sahabe"-yi şöyle tarif eder: Sahabe, iman etmiş olarak Hz. Peygamber'i (s.a.v) gören ve Müslüman olarak da ölen kimseye denir. Hz. Resulullah'la (s.a.v) görüşüp konuşması, ister uzun, ister kısa süreli olmuş olsun; Resulullah'tan duyduğu sözü rivayet etsin veya etmesin; Peygamber'in (s.a.v) safında müşriklere karşı savaşsın ya da savaşmasın, bu kişiler sahabe kabul edilir. Hatta Allah'ın Resulü'nü sadece bir kez görüp onun meclisinden hiç faydalanmamış veya körlük vb. sebeplerden dolayı onu gözüyle göremeyip sadece huzuruna varmış olsa bile, o kişi "sahabe" sayılır.[197] İbn Hacer, bir başka yerde, "Pek Çoklarının Sahabe Olarak Tanınmasının Ölçü ve Kıstasları" başlığı altında şöyle yazmaktadır: ...İlk başlarda belli bir gelenek vardı; bu gelenek gereği, savaşlarda ordu komutanları sadece sahabe olanlar arasından seçilirdi... Hicretin onuncu yılına varıldığında ise Mekke ve Taifliler arasında Müslüman olmayan ve Hz. Resulullah'la (s.a.v) Vedâ Haccı'na katılmamış bulunan bir tek kişiye rastlamak mümkün değildi. Hz. Resulullah'ın (s.a.v) ömrünün son zamanlarında Medine'de ve Evs'le Hazrec kabileleri arasında Müslüman olmayan hiç kimse kalmamıştı. Peygamber hayatta olduğu sürece bu insanlardan hiçbiri alenen İslâm'

dan çıkmamış ve açıkça küfrünü göstermemişti.[198] Evet, İbn Hacer'de geçen tarif kısaca böyle. "Yüz Elli Uydurma Sahabe" adlı kitabımıza başvuran okuyucular, "sahabe"ye getirilen bu yetersiz ve tutarsız tanımlama ile bu bakış açısı yüzünden, İslâm'ın, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sünnetinin ve hadislerinin başına neler geldiğini açıkça görebilirler.

Ehlibeyt Ekolü'ne Göre Sahabe Kimdir?

Ehlibeyt Ekolü'ne göre "sahabe"ye getirilen tanım, eski Arapça lügatlerinde bu terimler için yapılan tanımlarla aynıdır. Bunlardan bazısı şöyle:

...Çoğulu sahb, sıhâb, ashab ve sahabe olan "sâhib" kelimesi, Arapça'da dost, arkadaş, sırdaş, kafa dengi ve kendisiyle sıkça görüşüp konuşulan yakın arkadaş anlamlarına gelir ve uzun ve köklü dostlukları ifade etmek için kullanılır; nitekim musahabe, uzun bir süre muaşeret ve sohbet etme

manasını içerir.[199] Kişiler arasında yakın sohbet arkadaşlığı kurulduğunda "sâhib" kelimesi ikinci zamire eklenerek tamamlama oluşturmaktadır. Meselâ Kur'ân-ı Kerim'de de geçen bir örnekte olduğu gibi, "Ya sâhibeyi's- sicn" (ey benim hapis arkadaşlarım) veya "Ashab-u Musa" (Musa'nın arkadaşları) tamlamalarında sâhib ve ashab kelimeleri "sicn" ve "Musa" kelimelerine eklenerek belirtili isim tamlamaları oluşturmaktadır. Aynı şekilde, Resulullah (s.a.a) döneminde de Hz. Peygamber'in sohbet arkadaşlarına "Sâhibü'r-Resul" ve "Ashabü'r-Resul" denilerek tamlama yapılırdı. Ayrıca yine o dönemlerde kullanılan "Ashab-u Biati'ş-Şecere" (bir ağacın altında yapılan Rıdvan biati Ashabı) ve "Ashab-ı Suffe" (Sofa Ehli) isimlerinde de "ashab" kelimesi tamlamanın ek unsuru durumundadır. Binaenaleyh Hz. Resulullah (s.a.a) döneminde salt "sahib" veya "ashab" terimleri söylendiğinde Hz. Peygamber'in dostları ve arkadaşları anlaşılmıyordu; bilakis, daha sonraları, Hilâfet Ekolü'nün mensupları tarafından Hz. Resulullah'ın (s.a.a) arkadaşları için sadece "sahabe", "sahabe" ve "Ashab" kelimeleri kullanılmaya başlanmıştır. Yani sadece Peygamber'in arkadaşlarının "sahabe" olarak adlandırılması ne Kur'ân'dan kaynaklanan bir şeydir, ne de İslâm'dan; bu sadece daha sonra bazı Müslümanlar tarafından belirlenmiş bir ıstılahtır.

Hilâfet Ekolü'nde Sahabeyi Tanıma Yöntemi

Peygamber'in ashabının biyografilerini yazan Hilâfet Ekolü'ne (Ehlisünnet'e) mensup yazarlar, ashabı tanımak ve kimin sahabe olup kimin olmadığını belirtmek için özel bir kural koymuşlardı. Bu cümleden olmak üzere İbn Hacer, el-İsâbe adlı eserinde şöyle yazar: ...Kimin sahabe olduğunun anlaşılması için önderlerin - halifelerin- üstü kapalı olarak belirttikleri kıstaslardan biri de İbn Ebî Şeybe'nin "el-Musannaf" adlı eserinde geçen ve kesinlikle sahih kabul edilen şu rivayettir: "Halifeler arasında, savaşlarda komutanları sadece sahabeler arasından seçmek bir gelenekti -bu, ilk iki halifenin yöntemi ve sünnetiydi- ."[200] Hâlbuki, "kesinlikle sahihtir." diye tanıttıkları bu rivayet, aslında Taberî'yle İbn Asâkir'in  müsnedlerinde kendi senetleri olarak gösterdikleri Seyf b. Ömer, Ebu Osman, Hâlid ve Ubâde'den naklettikleri rivayetteki şu cümledir: ...Komutanlar, sahabe arasından seçilirdi; sahabe arasında böyle önemli bir görevi üstlenecek biri bulunmazsa, sahabe olmayanlar da  seçilebiliyordu.[201] Taberî bir başka rivayette Seyf'ten şöyle nakleder: ...Ömer, savaşın üstesinden gelebilecek birini bulursa, onu komutan olarak atamayı ihmal etmezdi. Sahabe arasından böyle birini bulamadığı zamanlarda ise "tâbiîn" arasından, iyi isim yapmış ve bu özelliğe sahip birini seçerdi. Müslümanlarla mürtetler arasındaki savaşlara katılanların böyle bir göreve seçilme şansı yoktu.[202]

Back Index Next