Back Index  

2- Biat

a) "Biat" sözcüğü Arapça'da alışverişi gerçekleştirirken satıcıyla müşterinin ellerini birbirlerine vermesi anlamına gelir. Ve "alışverişi gerçekleştirmek anlamında elini onun eline verdi." denilir. Fakat Araplar çeşitli şekillerde yemin eder ve anlaşırlar. Örneğin, ellerini çamurlu suya daldırarak bir işi yapmak için sözleşirlerdi veya ellerini kan dolu bir kaba daldırarak bir konuda ahitleşirlerdi.

b) İslâm'da biat, biat edenle biat alan arasında bir sözleşmedir; bu sözleşmeye göre biat eden aralarında anlaştıkları şeyi yapmayı üzerine alır. Allah Teâla buyuruyor ki: "Şüphesiz sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmişlerdir. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir..."[529]

Resulullah (s.a.a) ilk olarak Müslümanlardan Akabe-i Ulâ'da İslâm dinini kabul etmeleri üzerine biat almıştır. İkincisi ise yine Akabe'de gerçekleşen ve biat-i kübra (büyük biat) diye meşhur olan biattir. Müslümanlar o zaman İslâm toplumu oluşturmak amacıyla savaşmak üzere Resulullah'a (s.a.a) biat ettiler. Birinci biate, "Nisâ Biati" de denmektedir; çünkü İslâm dininde bu biat savaş yapılmadan gerçekleşmiştir.

Üçüncü biati ise Müslümanlardan Hudeybiye'de aldı. Müslümanlar Resulullah'la (s.a.a) birlikte Umre yapmak için ihram bağlayarak Medine'den dışarı çıktıklarında bir ağacın altında aldı bu biati. Kureyş onların Mekke'ye girmelerine engel olup onlarla savaşa hazırlandıklarında umre yerine getirmek için Mekke'ye hareketleri asıl hedeflerinin tam aksine savaş için hareket oldu. Dolayısıyla içlerinde bulundukları ortam bu yeni hareket için Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ashabından yeniden biat almasını gerektiriyordu. Onun Müslümanlardan yeniden biat alması Kureyş'i dehşete düşürmüştü. Dolayısıyla, birinci biat İslâm'ı kabul etmek için, ikincisi İslâm toplumu oluşturmak ve bu yolda savaşmak için ve üçüncü biat ise

düşmanla savaşmak içindi. Biat konusunda Resulullah'ın (s.a.a) sünneti buydu. Resul-i Ekrem'den (s.a.a) nakledilen bir hadiste, onun halktan güç ve kudretleri miktarınca biat aldığı, daha mükellef olmayan erkek çocuklardan biat almadığı geçer. Resulullah'ın (s.a.a) sünnetini incelediğimizde biatin üç temele dayandığını anlamaktayız:

1- Biat eden, 2- Biat edilen, 3- Özel bir konuda itaat ve sadakat sözleşmesi.

Dolayısıyla biat, biat eden kimse neye biat ettiğini ve ne yapması gerektiğini iyice bildiği zaman doğrudur. Bunları göz önünde bulundurarak biat eden kimse üzerine aldığı bütün vazifeleri kabullendiğini göstermek üzere elini biat edilen kimsenin eline verir; bu şekilde biat gerçekleşmiş olur.

Bu özelliklerdeki biat şer'î bir ıstılahtır. Ama böyle bir İslâmî biatin gerçekleşmesi için gerekli şartları Müslümanların çoğu bilmemektedir. Bu şartlar şunlardan ibarettir:

a) Biat eden, biat etmesi doğru olan kimselerden olmalıdır. Dolayısıyla mükellef olmayan, baliğ olmayan kimsenin veya delinin biat etmesi doğru değildir. Biat eden kimse hür olmalıdır; çünkü biat alışveriş hükmündedir. Alışverişte ise bir şeyi sahibinden zorla alıp parasını vermek doğru değildir. Dolayısıyla zorla, silâhla, tehdit ve korkutmayla alınan biat batıldır.

b) Biat alan hiç çekinmeden açıkça günah işleyen, İslâm kurallarına aykırı işleri yapmaktan çekinmeyen bir kişi olmamalıdır. Zira Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Allah Tebarek ve Tealâ'ya karşı günah işleyen kimseye itaat etmek haramdır."[530]

c) Biat, Allah Teâla'nın yasakladığı bir iş için veya O'nun ve Peygamber'inin emirlerine muhalefet etmek için olmamalıdır. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurur: "İnsana günah işlemesi emredilirse itaat etmek câiz değildir."[531]

3 ve 4- Halife ve Emirü'l-müminin

"Hilâfet" lügatte birinin naibi olmak, onun yerine geçmek anlamına gelir. Başka birisinin yerine geçen ve onun makamına oturan kimseye "halife" denir. Kur'ân-ı Kerim'de de bu anlamda geçmiştir: Düşün ki (Allah) sizi, Nuh kavminden sonra halifeler kıldı...[532] Resulullah'tan (s.a.a) rivayet edilen bir hadiste ise şöyle geçer: Allah'ım, halifelerime merhamet et. Resulullah (s.a.a) halifelerini tanıtırken şöyle buyurur: Onlar benden sonra gelir, benim hadisimi ve sünnetimi rivayet ederler. Dolayısıyla, "halife" terimi, Kur'ân-ı Kerim'de ve Resulullah'ın (s.a.a) hadislerinde onun naibi olarak emir verip hükümet etmesi gereken bir kimsenin ismi değildir; aksine bu terim, Ömer'in hilâfeti dönemine kadar lügatteki anlamıyla kullanılıyor, ona Resulullah'ın (s.a.a) naibinin naibi deniliyordu; nihayet ona "Emirü'l-Mü-minin" ismini verdiklerinde artık bu terimi kullanmadılar.

Bu durum Abbas Oğulları halifelerinin dönemine kadar devam etti. O dönemde "Emirü'l-Müminin" lakabıyla birlikte onlara "halifetullah" da deniliyordu. Osmanlılar döneminde, İslâm dünyasının mutlak liderine "halife" deniliyordu. Bu isim bugüne kadar Müslümanlar arasında kullanıla

gelmiştir. Dolayısıyla, "halife" ve "Emirü'l-Müminin" terimleri şer'î bir ıstılah olmayıp aksine, Müslümanların kendi liderlerine verdikleri bir isimdir; buna binaen bu terimler Müslümanların adlandırmasıdır.

5- İmam

"İmam" lügatte insanların izledikleri kimseye verilen isimdir. Kur'ân-ı Kerim'de de bu anlamda kullanılmıştır. Ama Kur'ân'da bir kimsenin "imam" olabilmesi için birtakım şartlar koşulmuştur. Meselâ Hz. İbrahim'e (a.s) hitaben buyuruyor ki: "Şüphesiz, seni insanlara imam kılacağım." Daha sonra bu makamın gereklerini açıklayarak, "Ahdim zalimlere erişmez." buyuruyor. O hâlde "imamet" Allah'ın ahdi ve O'nun emridir ve bunu zalimlere vermez; ister zalim kendine zulmetsin, ister diğerlerine bu alanda bir şeyi değiştirmez. Binaenaleyh "imam" terimi hem şer'î ıstılahtır,

hem de Müslümanların adlandırmasıdır.

6- Emr ve Ulu'l-Emr (Hükümet ve Emir Sahibi)

"Emr" Arap lügatinde, Müslümanların örfünde ve İslâmî naslarda insanlara hüküm sürmek anlamındadır. Ama "ulu'l-emr" terimini İslâmî bir ıstılah saymamız daha doğru olur; çünkü bu terim Kur'ân-ı Kerim'de insanlara hüküm sürmek ve velâyet etmek anlamında geçer: "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin; Peygamber’e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de."[533] Ama iki ekol Resulullah'tan (s.a.a) sonraki emir sahibi ve hüküm

sürecek kimsenin teşhisinde ihtilâf etmiştir. Ehlibeyt Ekolü mensupları Resulullah'tan (s.a.a) sonraki imam ve emir sahibini Allah Teâla'nın tayin etmesi gerektiğine, Allah Teâla istediğini bu makama atayıp Peygamber'i aracılığıyla insanlara tanıtması gerektiğine inanırlar. Oysa Hilâfet Ekolü mensupları imamın ve Müslümanların emir sahibinin biat etme yoluyla bu makama seçileceğini veya güç kullanılarak bu mevkiye geçebileceğini ileri sürerler. Yine, ister halkın biatiyle olsun, ister kılıç zoruyla, hilâfete geçen kimseye herkesin itaat etmesinin farz olduğuna inanmaktadırlar. İşte bu inanca dayanarak Yezid b. Muaviye'ye itaat ederek Resulullah'ın (s.a.a) torunu ve ciğer paresi imam Hüseyin'i (a.s) şehit edip Ehlibeyt'ini esir ettiler! Yine bu inanca dayanarak bu halifenin emriyle Resulullah'ın (s.a.a) şehri Medine'yi yağmalayıp onun ashabını ve tâbiîni kılıçtan geçirdiler! Yine bu inançla ve bu halifenin emriyle Müslümanların kıblesine amansızca saldırıp mancınıkla onu tahrip ettiler! Ve bütün bu işlerden sonra, o günden bugüne kadar ona "Emirü'l-Müminin" dediler!

7- Vasi ve Resulullah'ın (s.a.a) Vasisi

Kur'ân-ı Kerim'de ve Resulullah'ın (s.a.a) sünnetinde vasi, bir kimsenin, ölümünden sonra istediği herhangi bir işi yapmasını vasiyet ettiği kimsedir. Meselâ ona, şu işleri yapmanı vasiyet ediyorum veya benden sonra falan işi yapman üzere seninle anlaşıyorum ve... derse onu vasi etmiş olur.

Vasiyet eden kimse, "falanca benden sonra şu işleri yapacak." veya "filanca benim vasimdir." vb. sözlerle vasiyet ettiğini diğerlerine bildirebilir.

Aynı şekilde Resulullah'ın (s.a.a) vasisi de onun kendisinden sonra dinî işlerini, ümmetinin sorunlarını üzerine bıraktığı ve ona bu işleri yapmasını vasiyet ettiği kimsedir.

HİLÂFET VE İMAMET KONUSUNDA HİLÂFET EKOLÜ'NÜN GÖRÜŞLERİNİN İNCELENMESİ

1- Şûra

Halife seçiminde şûrayı ileri süren ilk kişi Ömer b. Hattab'dır. Ömer şûrayı ileri sürerken ne Allah'ın Kitabı'ndan ve ne de Resulullah'ın (s.a.a) sünnetinden bir delil getirmemiştir. Aksine sadece - sözde- içtihat etmiş ve şahsî görüşünü söylemiştir. Buna binaen, sahabenin tarzını ve sözlerini Allah'ın Kitabı ve Resulullah'ın (s.a.a) sünneti gibi bilenler ve onları İslâm dininin kaynaklarından sayanlar, Ömer'in sünnetini de halife seçimi için kesin bir belge kabul etmektedirler. Ama Ömer'in bu sünneti hem Ebu Bekir'in, hem de kendisinin hilâfete geçişiyle çelişmektedir. Çünkü, Ebu Bekir'in hilâfeti, Ömer'in tabiriyle "aceleye getirilen ve hesapsız bir iş" olan ve tekrarlanmaması gereken Benî Sâide Sakifesi'nin oluşturulmasının sonucudur. Ayrıca, ikinci halife Ömer b. Hattab'ın hilâfetiyle de çelişmektedir. Çünkü Ebu Bekir, Ömer'i kendi yerine seçerek onu kendisinden

sonra halkın başına geçirdi. Oysa ne Ebu Bekir ve ne de Ömer halkla müşavere ederek onların görüşünü almamışlardı. Yine bu sünnet Ömer'in şahsının sarih görüşüyle de çelişmektedir. Ömer ölüm döşeğinde, "Ebu Ubeyde hayatta olsaydı, kendi yerime onu seçerdim." veya "Ebu Huzeyfe'nin azat etmiş olduğu kölesi Salim hayatta olsaydı onu hilâfete atardım!" demişti. Ömer'in bu açık görüşleri onun halifenin şûrayla seçilmesini kabul etmediğini gösterir. Halifenin, Ömer'in tayin etmiş olduğu şûrayla seçilmesinin doğru olduğunu farz etsek bile, bu şûranın nasıl olması ve kaç kişiden oluşması gerektiği incelenmesi gereken bir konudur. Hilâfet Ekolü âlimlerinin birçoğu şûranın üyelerinin altı kişiden

oluşması, beş kişinin altıncı kişinin halifeliğine oy vermesi gerektiğe inanırlar. Ama bu durumda bunun hemen peşinden şöyle bir soru gündeme geliyor: Eğer bu şûraysa, son seçim hakkının sadece Abdurrahman b. Avf'a verilmesi; ama diğerlerine böyle bir hakkın verilmemesi de neyin

nesi oluyor?! Veya niçin görüşü Abdurrahman'la çelişen idam edilsin?! Böyle bir emir hangi serbest müşavere ve görüş istemeyle bağdaşır?

Şûradakiler arasında kimin Abdurrahman b. Avf'ın seçimiyle korkmadan muhalefet edeceğini bekliyordu ki, önceden onun idam hükmünü verdi?!

Acaba Hilâfet Ekolü geçen asırlar boyunca günümüze kadar, başa geçen bu kadar halife ve "emirülmüminin"ler hakkında bir kere olsun Ömer'in bu sünnetini uygulamış mıdır?! Bunlar Ömer'in şûra konusunu ileri sürmesinden hemen sonra söz konusu olan sorulardır. Hilâfet Ekolü'nün şûra için ileri sürdükleri delillere gelince… Bunlardan biri, "İşleri kendi aralarında şûra ile olanlar" ayetidir. Bu ayet müminlerin kendi aralarında şûra ve müşavere etmelerinin iyi bir şey olmasından başka hiçbir şeyi bildirmez. Çünkü eğer Allah Teâla şûra ve müşavereyi gerekli ve farz kılmış olsaydı  müminleri ona uymaya zorunlu tutar ve onu farz olduğuna delâlet eden "ketebellahu ala'l-müminine" veya "furize aleykum" vb. tabirlerle belirtirdi.

Diğeri ise, "İş konusunda onlarla müşavere et." ayetidir. Daha önce bu ayetin, kendi isteklerine göre emir veren ve "padişahlık emrimiz budur." deyip şahsî iradesini insanlara dayatan padişahlar gibi değil, Müslümanları müşavere yoluyla düşmanlarla savaşa davet etmesi için Resulullah'a yönelik bir beyan olduğunu belirttik. Hatta bu beyana rağmen Allah Teâla açıkça Müslümanların görüşlerinin Resulullah'ı (s.a.a) zorunlu  kılamayacağını, tam aksine "Eğer azmedersen artık Allah'a tevekkül et." buyuruyor. Yani kendin karar verdin mi artık Allah'a tevekkül et. Binaenaleyh, işe başlamak, müminlerin irade ve görüşlerine değil, Resulullah'ın (s.a.a) irade ve kararına bağlıdır. Bu konu, Resulullah'ın (s.a.a) mü-minlerle müşaveresinden değindiğimiz örneklerde, özellikle işin sonu Resulullah'la (s.a.a) belirdiği durumlarda apaçık görülmektedir; Resul-i Ekrem'in (s.a.a) Bedir Savaşı'nda Müslümanlarla yapmış olduğu müşavere gibi. Öte yandan, Hz. Peygamber'in ashabıyla müşaveresi, müşavere

yoluyla şer'î hükmü elde etmek için değil, İslâm hükümlerinin uygulanması konusunda Müslümanların düşünce ve görüşlerini faaliyete geçirmek içindi. Ayrıca, Allah Teâla'nın kat'î bir şekilde şöyle buyurduğunu görmekteyiz: Allah ve Resulü, bir işe hükmettiği zaman, mümin olan bir erkek ve mümin olan bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulü'ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.[534] Buna göre müşavere ve halkın oyunu almak Allah ve Resulü tarafından emir verilmediği durumlarda iyidir. Allah ve Resulü'nün emir vermiş olduğu yerlerde ise müşavere ve görüş belirtmek Allah ve Resulü'nün (s.a.a) emirlerine itaatsizlik sayılır ve bu apaçık bir dalalettir.

2- Biat

Daha önce, Allah'a itaatsizlik etmek, O'na karşı günah işlemek için biat etmenin veya apaçık günah işleyen kimseye biatin ya da mızrak ve kılıç zoruyla biat etmenin batıl olduğunu belirtmiştik. Fakat Hilâfet Ekolü mensupları derler ki: Hilâfet beş kişinin biatiyle veya bazı Sünnilere göre bir kişinin biati ve iki kişinin şehadetiyle gerçekleşir. Bu konuda dayandıkları delilleri ise ashabın amelidir.

3- Ashabın Ameli

Ashabı izlemek ve onların ameliyle istidlal etmek, ashabın siretini Kitap ve Resulullah'ın (s.a.a) sünneti gibi bilip, bunu İslâm dininin teşriî kaynaklarından biri saymamız hâlinde doğru olur. Fakat daha önce de dediğimiz gibi, ashabın ameli birbirleriyle çelişmektedir. İşte bu yüzden Hilâfet Ekolü'nün birkaç gruba ayrıldığını ve aralarında ihtilâflar çıktığını görmekteyiz. Bunun en bariz örneğini hilâfet ve biat alma konusunda inceledik. O hâlde bizim yapmamız gereken vazife nedir? Sahabelerden kimlerin görüşüne uymalı, hangisinin görüşünü örnek edinmeli ve

hangisinin fetvasına itaat etmeliyiz?!

İmam Ali'nin (a.s) Buyruğuyla İstidlal

Emirü'l-Müminin Hz. Ali'nin (a.s) buyruğuyla istidlal etmelerine gelince; onun bu sözle Muaviye'ye ve onun görüşünü benimseyenlere delil getirdiğini ve onları kendilerinin kabul ettikleri şeye çağırdığını unutmamak gerekir. Ashabın icması ise, Hz. Ali'nin (a.s) şahsen kendisi ve Resulullah'ın (s.a.a) iki torununun (Hasan ve Hüseyin) katılması durumunda anlam kazanır. Onun icma hakkındaki buyruğu da bunu anlatmaktadır.

Günahkâr Lidere İtaatin Farz Oluşu ve Onu Makamından Almanın Haram Oluşu!

Derler ki: "İmam" diye adlanan bir lider, fısk, fücur ve açıkça günah işledi diye makamından alınamaz! Yine derler ki: Her Müslümana, fâsık ve günahkâr olsa bile imama itaat etmesi farzdır ve bir Müslümanın sırtını kırbaçlasa, varını yoğunu yağmalasa bile ona karşı kıyam etmek haramdır! Yine derler ki: Açıkça günah işleyen, fısk ve fücur işlemesiyle meşhur olan Yezid b. Muaviye, kendisine biat edilmesiyle Emirü'l Müminin olmuştur. Fakat halkın, böyle bir biatin doğruluğuna inanması yüzünden Yezid'in, kendisine biatin doğruluğuna inananlardan bir ordu hazırlayarak onu Resulullah'ın (s.a.a) torunuyla savaşmaya gönderip, onu ve evlâtlarını Kerbela'da şehit etmeye, kadın ve çocuklarını esir alıp Şam'a götürmeye muvaffak olduğuna dikkat edilmelidir. Yine böyle bir biat sonucu, kendisine biatin doğruluğuna inananlardan başka bir ordu hazırlayarak  Medinetu'n-Nebi'yi yerle bir edip, Resulullah'ın (s.a.a) ashabını, tâbiîni öldürüp çoluk-çocuklarından Yezid'in parayla almış olduğu köleler gibi biat almalarını, namuslarına tecavüz etmelerini, istedikleri bütün suç ve cinayetleri işlemelerini ve onların başına Müslümanların asırlar boyu görmedik-leri, duymadıkları belaları getirmelerini üç gün, üç gece ordusuna helâl edebilmiştir! Nihayet, bütün bu cinayetlerden sonra, yine kendisine yaptıkları biatin doğru olduğuna inanan o askerler ve o ordu aracılığıyla - Mekke-i Mükkerreme'nin kutluluğunu görmezlikten gelerek- o mukaddes Mekâna saldırıp Beytullah'ı ve Kâbe'yi mancınık güllelerine hedef edebilmiştir! Ama bütün bu fısk, cinayet ve İslâm'a hakaretlerine rağmen yine

de bu güne kadar onu "Emirü'l-Müminin" diye çağırmış, onun övgüsünde kitaplar yazmış ve basmışlardır. İnna lillah ve inna i-leyhi raciûn.

EHLİBEYT EKOLÜ AÇISINDAN İMAMET

İmamet ve hilâfet konusunda Hilâfet Ekolü'nün görüşleri ve delilleri bunlardan ibarettir. Fakat Ehlibeyt Ekolü mensupları Allah Teâla'nın Hz. İbrahim'e (a.s), "Seni şüphesiz insanlara imam kılacağım." diye hitabı ve onun, "Ya soyumdan olanlar" şeklindeki ricası ve Allah Teâla'nın, "Ahdim zalimlere erişmez." cevabıyla imametin ilâhî bir ahid olduğuna, ister kendisine ve ister başkasına zulmeden zalimlere ulaşamayacağına inanırlar.

Ve "Allah ancak, siz Ehlibeyt'ten her türlü kötülüğü uzak tutmak ve sizi tertemiz kılmak ister."[535] ayetine dayanarak Ehlibeyt'in masum olduğuna,

onların her türlü günahtan uzak olduğuna inanır ve yine buna, -kalem onların taraftarlarının ellerinde olmamasına rağmen- tarihte onların masumluğuyla çelişen hiçbir şeyin kaydedilmemesini delil getirirler. Ehlibeyt'in imamet ve önderliği konusundaki delillerine gelince; bunlardan biri şudur: Kendisinden sonraki emir sahibini belirtme konusunda Resulullah'ın (s.a.a) siretine dikkat edecek olursak ondan sonra vasi konusunun kendisi açısından çok hassas bir mesele olduğunu, onun ve etrafındakilerin asla ondan gafil olmadıklarını görürüz. Hatta Arapların bazı ileri gelenlerinin Resulullah'tan (s.a.a) açıkça kendisinden sonra hükümetin kendilerine bırakılmasını istediklerini ve onun onlara, "Hükümet ve önderlik Allah'ındır. Onu istediğine verir." cevabını verdiğini görmekteyiz. Resulullah (s.a.a) İslâm toplumu oluşturmak için Müslümanlardan biat aldığında onlardan "(Hükümet) iş(inde) ehliyle çekişmeyin." diye söz aldı. Resul-i Ekrem (s.a.a) halkı İslâm'a davet ettiği gün Hz. Ali'nin

(a.s) kendisinin vasisi ve veziri olduğunu bildirdi. Ve yine Resulullah (s.a.a) bir iş için Medine'den çıktığında, uzaklığı bir mil veya daha az bile olsaydı devamlı birini kendi yerine seçer -hükümet makamını mercisiz bırakmazdı-. Buna binaen, Resulullah (s.a.a) ümmetini asla her zaman için

öndersiz bırakmamış, tam aksine, kendilerinden sonra vasi tayin eden ve onu ümmetlerine bildiren önceki peygamberler gibi kendisinden sonra bir vasi tayin etmiştir. Resul-i Ekrem (s.a.a) kendisinden sonraki vasisini tevatür haddine ulaşan açık bir beyanla çeşitli yerlerde tanıtmıştır. Meselâ, "Sizden sonra vasiniz kimdir?" diye soran Selman'a, "Benim vasim, sırdaşım ve... Ali b. Ebu Talib'dir." buyurmuştur. Bunun dışında, açıkça, Hz. Ali'nin (a.s) Resulullah'tan (s.a.a) sonra ümmetin önderi olduğunu bildiren birçok hadis rivayet olmuştur. İşte bu yüzden Hz. Ali (a.s) asırlar boyunca "vasi" diye meşhurdu. Bu lakap şairlerin şiirlerinde, hatiplerin sözlerinde, müzakere eden sahabelerin, tâbiînin, bilginlerin, halifelerin, emirlerin delillerinde sık sık geçmiştir. Biz bunların bir bölümüne yeri geldikçe (Resulullah'ın (s.a.a) Vasisi bölümünde) değindik. Ama Emirü'l-Müminin Ali'nin (a.s) "Resulullah'ın (s.a.a) vasisi" diye meşhur olması halifelerin, hilâfetin başındakilerin siyasetiyle çeliştiğinden, asırlar boyunca ve nesilden nesle Hz. Ali'nin (a.s) Resulullah'tan (s.a.a) sonraki vasi ve önder olduğunu apaçık bildiren hadislerini gizlemeye, onları herkesten uzak tutmaya çalıştılar. Bu hadislerin bazılarında "vasi" kelimesi tasrih edilmiş, bazılarında da "veli", "ulu'l-emir (emir sahibi)" gibi terimler geçmişti.

Biz bu kitapta özel bir bölümde on çeşit gizlemeden genişçe bahsedip bazı örneklere değindik. "Vasiyyî" ve "halifetî" (vasim ve halifem) kelimesinin "keza, keza" (böyle, böyle) kelimesiyle değiştirilmesi gibi, hadisin bir bölümünün silinmesi ve onun yerine belirsiz ve kapalı bir kelime konulması, Resulullah'ın (s.a.a) bu alandaki naslarının bir bölümünün tevili, Resul-i Ekrem (s.a.a) hadis ve sünnetinin yazılmasının engellenmesi, onlara muhalefet edenlerin öldü rülmesi ve yine Kütüb-i Sitte'nin yazarlarından biri olup Hasais-i İmam Ali (Hz. Ali'nin -a.s- özellikleri) adında bir kitap yazan Neseî'nin idam edilmesi gibi. Hilâfet Ekolü Mensupları sadece On İki Ehlibeyt İmamları hakkında Resulullah'ın (s.a.a) naslarındaki gerçeklerin yayılmasını engellemekle kalmamış, hâkim gücün o günkü siyasetiyle çelişen her şeyi engellemişlerdir. Aşağıdaki olay bunun en bariz örneklerindendir: Abdullah b. Zübeyir Mekke'de hilâfetini ilân edip hutbesinde Yezid'in ismini atıp onu hilâfetten aldığını belirtince Yezid'in elçisi Kâbe'nin kenarında ona şöyle hitap etti: "Ey Zübeyir oğlu! Sen minbere çıkarak Emirü'l-Müminin hakkında saçma şeyler söyleyip onu kötülüyor ve kendini ise haremin güvercinine mi benzetiyorsun?!" Daha sonra kölesine, "okumu ve yayımı getir." diye seslendi. Yayı gelince yayına bir ok takıp Mekke'nin güvercinini nişan alarak, "Ey haremin güvercini!" dedi, "Şimdi söyle bakayım, Emirü'l-Müminin şarap mı içiyor?! "Evet." mi diyorsun! Vallahi "evet" dersen okum asla hata etmez ve sonuna kadar kalbine gömülür. Söyle bakayım, Emirü'l- Müminin maymun ve köpeklerle mi oynuyor, hiç çekinmeden fısk ve fücur mu işliyor?! "Evet" mi diyorsun! Vallahi "evet" dersen bu okla kalbini delerim...!"[536] Resulullah'ın (s.a.a) vasisi konusunda hakikatleri gizlemede o kadar ileri gittiler ki, Sistan şehri dışında Hz. Ali'ye bütün İslâm beldelerinde doksan yıl lânet edip onun hakkında çirkin sözler söylediler! Fakat bütün o bağnazlık ve engellemelere rağmen -ki E-mirü'l-Müminin Ali'nin (a.s) faziletine dair Resulullah'tan (s.a.a) hadis nakledenleri öldürüyorlardı- halifelerin çıkarları ve siyasetleriyle çelişen şeyler yine de hadis, tefsir ve tarih kitaplarının bir bölümünde yazılmıştır. Elbette o ekolün mensupları, içinde yazarların kendi el yazılarıyla yazmış oldukları halifelerin çıkarlarına ters düşen binlerce kitabın bulunduğu kütüphaneleri yakarak onları ortadan kaldırmaya çalıştılar.[537] Ama gerçeklerin yayılmasını engellemek doğrultusunda gösterdikleri

dikkat, titizlik ve sertliklerine rağmen yine de Hilâfet Ekolü yoluyla Ehlibeyt hakkında Resulullah'ın (s.a.a) sünnetinden elimize birçok naslar geçmiştir. Örneğin: Ali bana nispetle Harun'un Musa'ya olan nispetindedir. Ancak benden sonra peygamber yoktur. Ve Gadir-i Hum'da, Allah Teâla "Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer (bu görevi) yapmayacak olursan, O'nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır."[538] ayetini nazil ederek Resulü'ne kendisinden sonraki halifeyi belirtmesini emredince, o, develerin eyerinden hazırlanan minberin üzerine çıkıp Ali'nin (a.s) elini tutup halka göstererek, "Allah benim mevlamdır ve ben ise sizin mevlanızım. O hâlde, ben kimin mevlasıysam bu Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım; onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol." buyurdu ve kendisinin "Sehab" adlı sarığını Ali'nin başına sararak

onun başına taç koydu. Bunun hemen peşinden şu ayet nazil oldu: "Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçip beğendim."[539] Yine, "Sizin veliniz, ancak Allah, O'nun Resulü, namaz kılan ve rükû hâlinde zekât veren müminlerdir."[540] ayeti de Hz. Ali (a.s) hakkında nâzilolmuştur. Yine Resulullah (s.a.a) iki torunu (Hasan ve Hüseyin) hakkında, "Bu bendendir." veya "Hasan ve Hüseyin torunlardan iki torundurlar."buyurmuştur. Ve kendisinden sonraki imamlar (Ali ve on bir evlâdı) hakkında ise onların "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin; Peygamber'e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de."[541] ayeti gereğince ümmetin emir sahipleri ve önderleri olacağını buyurmuştur. Resulullah (s.a.a) bu önderler hakkında şöyle buyurmuştur: Ehlibeyt'im Nuh'un gemisi gibidir, ona binen kurtuldu ve ondan ayrılan ise boğuldu. Yine onların Kur'ân-ı Kerim'le yanyana olduğunu belirterek şöyle buyurmuştur: Ben sizin aranızda iki paha biçilmez emanet bırakıyorum:

Allah'ın Kitabı ve itretim Ehlibeyt'im. Bu ikisine sarılacak olursanız benden sonra sapmazsınız. Doğrusu Latif ve Habir olan Allah, bu ikisinin havuzun başında bana ulaşıncaya kadar birbirinden ayrılmayacağını bildirmiştir bana. Resulullah'ın (s.a.a) buyruklarından, kendisinden sonraki imamlardan birinin hayatının uzun olacağı ve Kur'ân-ı Kerim'le birlikte kıyamete kadar devam edeceği anlaşılmaktadır. Ve yine Hz. Peygamber (s.a.a), kendisinden sonraki imamların sayısını belirterek şöyle buyurmuştur: Bu din kıyamete kadar veya size on iki imam gelinceye kadar devam edecektir. Başka bir rivayete göre de: İnsanların işi on iki imam gelinceye kadar devam edecektir... Bundan sonraki rivayette ise: Sonra da kargaşa ve anarşi hüküm sürecek. Ve başka bir rivayete göre de: Onlar ölünce yeryüzü ehline meyledecek. Bir rivayette ise Resulullah (s.a.a) kendisinden sonraki imamların sayısının İsrail Oğulları'nın önderlerinin sayısınca, yani on iki kişi olduğunu belirtmiştir. Bu rivayetler, sonuncusu kıyamete kadar yaşayacak olan on iki Ehlibeyt İmamı dışında hiç kimseyle uyuşmaz. Fakat Hilâfet Ekolü bilginleri Ehlibeyt İmamları'na karşı garazlı tutumları yüzünden bu rivayetlerin tefsirinde bocalamış ve ne yapacaklarını bilememiş ve bugüne kadar bu hadisleri istedikleri gibi tevil

edememişlerdir!

Resulullah'tan (s.a.a) Sonra On İki Halifesi

Resulullah'ın (s.a.a) diğer hadislerinde isimlerini açıklamış olduğu kendisinden sonraki on iki imam şunlardır:

Birincisi: Ali b. Ebu Talib, Emirü'l-Müminin (Vasi).

İkincisi: Hasan b. Ali (Sıbt-ı Ekber).

Üçüncüsü: Hüseyin b. Ali (Sıbt-ı Asgar ve Şehid).

Dördüncüsü: Ali b. Hüseyin (Seccad).

Beşincisi: Muhammed b. Ali (Bâkır).

Altıncısı: Cafer b. Muhammed (Sadık).

Yedincisi: Musa b. Cafer (Kâzım).

Sekizincisi: Ali b. Musa (Rıza).

Dokuzuncusu: Muhammed b. Ali (Cevad).

Onuncusu: Ali b. Muhammed (Hâdi).

On birincisi: Hasan b. Ali (Askerî).

On ikincisi: Muhammed b. Hasan (Mehdi, Hüccet, Muntazar).

On Üç Asır Boyunca Hâkim Gücün Tutumları

Buraya kadar Ehlibeyt ve On İki İmam'ın imameti konusunda sadece Hilâfet Ekolü'nün en muteber kaynaklarıyla yetindik. Bunların dışında Ehlibeyt Ekolü kaynaklarında da on iki Ehlibeyt İmamı'nın imametini, isimleri, belirtileri, sıfat ve özellikleriyle birlikte apaçık kaydeden  Resu-lullah'tan (s.a.a) rivayet edilen birçok naslar da vardır. Ehlibeyt Ekolü mensupları derler ki: On üç asır boyunca Emevî, Abbasî, Osmanlı halife-lerinin, İslâm beldesinin çeşitli şehirlerinde izleyicileri olan vali, kaymakam ve cuma imamlarının hilâfet ve önderliklerinin doğru olduğunu söyleye-bilmek için, Emirü'l-Müminin Ali b. Ebu Talib'in (a.s) ve on bir evlâdının (hepsine selâm olsun) imameti hakkındaki nasları görmezlikten gelmek ve gizlemek gerekir. Meselâ; Abbasî halifesi Harunu'r-Reşid'in hilâfeti döneminde Ebu Yusuf isminde biri Harunu'r-Reşid tarafından kadılık kürsüsüne oturtulmuştu. Ebu Yusuf'un böyle bir makamda oturmasının şer'î açıdan geçerliliği Harunu'r-Reşid'in kendisinin hilâfetinin doğruluğuna bağlıdır; Harunu'r-Reşid'in hilâfeti ise on iki imamın imameti konusunda nassın olmaması durumunda doğrudur. Beramike valiliği de böyledir. Onlar Müslümanların halifesinin valilik makamlarını Harunu'r-Reşid'in hilâfet ve hükümeti meşrudur diye işgal etmişlerdi! Harunu'r-Reşid'in döneminde onun tayiniyle İslâm ordusunun kumandanlığına geçen kumandanlar, yine valiler ve diğer kürsülere oturanlar da aynı durumdadırlar. San'a, Yemen, Mekke, Medine, Şam, Kûfe, İskenderiye, Rey, Horasan ve diğer İslâm topraklarının valileri gibi. Afrika'nın en uzak noktalarından tutun Horasan,  Hicaz, Yemen, Irak, Şam ve diğer yerlere kadar bütün ülke çapındaki cuma ve cemaat imamları aynı durumdadırlar. O makamlarda naz nimet ve bolluk içerisinde rahat bir şekilde yaşayanlar makam ve mevkilerini Harunu'r-Reşid'in hilâfet ve hükümetinin meşru olması temeli üzerine ele geçirmişlerdi. Oysa Harun'un şahsının hilâfetinin meşruiyeti, onun zamanında Allah Teâla tarafından imamete atanan ve Resulullah (s.a.a)  tarafından apaçık belirtilen Musa b. Cafer'in (a.s) ve hatta ondan önceki imamların olmamasına bağlıdır! Bu hüküm Yezid b. Muaviye'nin, babası Muaviye'nin, Osman'ın ve Osmanlı hilâfetinin sonuna kadar diğer halifelerin hilâfetleri döneminde de geçerlidir. Çünkü halifelerin uşakları ve bütün dönemlerde onlar tarafından bir makam ve mevkie ulaşıp onların hilâfeti sayesinde her türlü imkânlardan yararlananların makam, mevki, servet ve haşmetleri hayallerince Masum İmamların her birinin imametine dair bir nassın olmayışına bağlıydı. Ama yukarıda Hilâfet Ekolü'nün kaynaklarında Ehlibeyt İmamları'nın imametlerine dair dağınık olarak geçen bu kadar nas bugüne kadar gelmiştir. Bunun nedeni ise Allah Teâla'nın, asırlar boyunca hüccetini bütün insanlara tamamlamak isteyişidir; ve Allah'ın istediği de kesinlikle olur.

* * *

Şimdi iki ekolün sahabe ve imamet hakkındaki görüşlerini ele alıp inceledikten sonra Allah Teâla'nın yardımıyla yakın gelecekte iki ekolün İslâm dininin kaynakları hakkındaki görüşünü ve bu iki ekolün onlardan nasıl yararlandıklarını inceleyeceğiz.

Back Index