HiDAYET ÖNDERLERİ
HZ.MUHAMMED (SAA)

İÇİNDEKİLER

 

Müellif:

Komisyon

(Dünya Ehl-i Beyt Kurultayı)

Tercüme:

Salih UÇAN

 

Tashih - Tatbik:

Abbas AKYÜZ

Musa GÜNEŞ

Gözden Geçiren:

Murtaza TURABÎ

Dizgi ve Mizanpaj:

Kapak:

Baskı:

ISBN

Adres:

Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de Ehl-i Beyt Hhakkında Şşöyle Bbuyurmuştur:

"Allah sadece siz Ehl-i Beyt'ten tüm kötülükleri gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister."

(Ahzâb / 33)


Resulullah (s.a.a) Ehl-i Beyt Hhakkında Şşöyle Bbuyurmuştur:

 

"Ben sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum: Allah'ın Kitab'ı ve Ehl-i Beyt'im. Bu ikisine sarıldığınız sürece benden sonra asla sapmazsınız."

(Sahih ve Müsned kitapları)


Önsöz

Rahman ve Rahim Allah'ın Adıyla

Hamd, her şeyi yaratan ve ona yol gösteren Allah'a mahsustur. Salât ve selâm Allah'ın kulları için rehber olarak seçtiği önderler, özellikle peygamberlerin sonuncusu, elçilerin ve Allah'ın dostlarının efendisi Ebu'l-Kasım Muhammed Mustafa (s.a.a) ile onun mübarek ve tertemiz Ehl-i Beyti'nin üzerine olsun.

Yüce Allah insanı yarattı ve onu akıl ve irade unsurları ile donattı. İnsan aklı ile gerçeği görüp ortaya çıkarır ve onu batıldan ayırt eder. İrade ile de yararına gördüğü, amaçlarını ve hedeflerini gerçekleştireceğini düşündüğü şeyi seçer.

Yüce Allah, bu ayırt edici aklı kulları için hüccet kıldı. Bu akıllara hidayet pınarından feyiz sunarak onları destekledi. Çünkü insana bilmediklerini öğreten, onu lâyığı olduğu kemal yoluna yönlendiren, ona uğruna yaratıldığı ve gerçekleştirilmesi için dünyaya getirildiği amacı bildiren O'dur.

Kur'ân-ı Kerim bize ilâhî hidayetin kriterlerini, ufuklarını, gereklerini ve yollarını açık nasları ile belirtti. Ayrıca bir yandan bu hidayetin gerekçelerini ve sebeplerini açıklarken, öbür yandan onun meyvelerini ve sonuçlarını gözler önüne serdi.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"De ki, asıl hidayet Allah'ın hidayetidir."[1]

"Allah dilediği kimseleri doğru yola iletir."[2]

"Allah gerçeği söyler ve O doğru yola iletir."[3]

"Kim Allah'a sarılırsa, o kesinlikle doğru yola iletilmiştir."[4]

"De ki, Allah hakka iletir. Hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa başkasının kılavuzluğundan yararlanmadıkça kendisi doğru yolu bulamayan mı?"[5]

"Kendilerine bilgi verilenler, Rabbinden sana indirilen mesajın gerçek olduğunu, üstün iradeli ve hamde lâyık Allah'ın yoluna ilettiğini görürler."[6]

"Allah'tan kaynaklanan bir yol gösterme olmaksızın keyfî arzusuna uyandan daha sapık kim olabilir?"[7]

Buna göre hidayetin kaynağı yüce Allah'tır ve gerçek hidayet O'nun hidayetidir. İnsanı elinden tutup doğru yola ve sağlam gerçeğe ileten O'dur.

Bunlar ilmin desteklediği, bilginlerin idrak edip bütün varlıkları ile boyun eğdikleri gerçeklerdir.

Yüce Allah, insan fıtratını kemale ve cemale eğilimli bir yapıda yarattı. Sonra onu lâyığı olduğu kemale yönlendirmekle ödüllendirdi ve ona kemale erdirecek yolu tanıma nimetini bağışladı. Bu yüzden yüce Allah; "Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım."[8] buyuruyor. Nasıl ibadet edileceği bilinmeden bu görev gerçekleştirilemeyeceği için bilmek ile ibadet etmek kemal zirvesine erdirecek tek yol ve yegâne amaç olmuştur.

Öte yandan insanın kemale doğru hareketinde itici enerji olması için onu öfke ve hırs içgüdüleri ile donattığından dolayı, öfkenin ve hırsın ve bunlardan kaynaklanan ve bunların gerekleri olan arzu ve duyguların egemenliğinden kurtulmasından emin olunamaz. Bundan dolayı insan aklının ve diğer bilgi edinme yöntemlerinin yanı sıra sağlıklı algılamayı ve görmeyi garanti edecek araçlara da muhtaçtır. Bu araçlar sayesinde yüce Allah'ın ona yönelik hücceti tamamlanmış, hidayet nimeti kemale ermiş ve böylece serbest iradesiyle iyilik ya da kötülük yolunu seçmesini mümkün kılacak bütün sebeplere sahip olmuş olur.

Bundan dolayı ilâhî hidayet yasası, insan aklını desteklemeyi gerekli gördü. Bu destek ilâhî vahiy ve kulları doğru yola yöneltme sorumluluğunu üstlenmek üzere Allah tarafından seçilen hidayet önderleri aracılığı ile gerçekleşti. Bu desteklemenin izlediği yol, gerekli bilgileri ayrıntılı şekilde sunmak ve hayatın her alanında gerekli olan yönlendirmeleri yapmaktır.

Tarihin başlangıcından itibaren bütün çağlar ve yüzyıllar boyunca peygamberler ile onların vasileri ilâhî hidayet meşalesini elden ele taşımışlardır. Yüce Allah kullarını hiçbir yerde, hiçbir zaman hidayete iletici hüccetsiz, doğru yolu gösterici mürşitsiz ve aydınlatıcı ışıksız bırakmamıştır. Aklın delillerini destekler nitelikteki vahiy nasları açıkça belirtiyor ki, yeryüzü yüce Allah'ın kullara hitap edecek hüccetinden yana boş kalmaz. Çünkü böyle bir boşluk insanlar tarafından yüce Allah'a karşı bahane ve gerekçe olarak kullanılabilir. Buna göre hüccet kullardan önce, kullarla beraber ve kullardan sonra hep vardır. Öyle ki, eğer yeryüzünde sadece iki kişi kalsa, onlardan biri hüccet olur. Kur'ân-ı Kerim bu ilkeyi şüpheye yer bırakmayacak şekilde şöyle vurguluyor: "Sen sadece bir uyarıcısın ve her kavmin bir yol göstericisi vardır."[9]

Yüce Allah'ın nebileri, resulleri ve onların yol gösterici vasileri doğru yola yöneltme görevini bütün aşamaları ile üstlenirler. Bu aşamalar şu maddelerde özetlenebilir:

1- Vahyi tam bir şekilde almak ve ilâhî elçiliği en ince ayrıntısına kadar kapsamak. Bu aşama elçiliği üstlenmek için tam bir hazırlanmışlığı gerektirir. Bundan dolayı elçilerle ilgili seçim, tamamı ile Allah'a ait bir iştir. Kur'ân-ı Kerim'de bu gerçek şöyle ifade ediliyor: "Allah elçilik görevini kime vereceğini daha iyi bilir."[10], "Allah elçilerinden dilediğini seçer."[11]

2- İlâhî elçiliği insanlığa ve elçiliğin hitap ettiği kitleye ulaştırmak. Bu ulaştırma görevi, ulaştırma görevini, ulaştırmanın amaçlarını ve gereklerini bütün ayrıntıları ile kapsamada somutlaşan tam bir yeterliliğin yanı sıra yanlış yapmaktan ve sapmalardan korunmuş olmaya dayanır. Yüce Allah bu ilkeyi şöyle ifade ediyor: "İnsanlar tek bir ümmet idi. Allah peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Onlarla beraber anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hüküm vermek üzere gerçeği içeren kitabı gönderdi."[12]

3- İlâhî risalete inanan bir ümmet oluşturmak ve bu ümmeti hidayete erdirici önderliği destekleyip güçlendirmeye hazırlamak. Bu hazırlığın amacı ilâhî risaletin amaçlarını gerçekleştirmek ve onun yasalarını hayata uygulamaktır. Kur'ân-ı Kerim'in ayetleri bu görevi açık bir dille vurgularken tezkiye (arındırma) ve talim (öğretim) terimlerini kullanarak şöyle diyor: "Onları arındırıp yücelten, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi."[13] Tezkiye, insana lâyık kemal doğrultusundaki eğitimdir. Bu eğitim, kemalin bütün unsurları ile donanmış, elverişli bir örneğin varlığını gerektirir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah'ın Elçisi'nde sizin için güzel bir örnek vardır."[14]

4- İlâhî risaleti, onun için belirlenen süre boyunca bozulmadan, değişmeye ve kayba uğratmadan korumak. Bu görev de ilmî ve ruhsal yeterliliği gerektirir ki, buna "ismet" (yanılgıdan ve hatadan korunmuşluk) denir.

5- Manevî misyonun amaçlarını gerçekleştirmek, fertlerin vicdanlarında ve toplumların kurumlarında ahlâkî değerleri kökleştirmek için çalışmak. Bu da ancak ilâhî kriterleri yürürlüğe koymakla, ilâhî risaletin kriterleri uyarınca ümmetin işlerini yönetmeyi üstlenen siyasî bir yapı kurarak hanif dinin yasalarını topluma uygulamakla mümkündür. Bu yürütme görevi bilge bir yönetim kadrosu, üstün bir cesaret, büyük bir kararlılık, fertlerin psikolojileri ile toplumsal uygulamalarla, fikrî, siyasî ve sosyal akımlarla, yönetim, eğitim ve hayat tecrübeleri ile ilgili tam bir bilgiyi gerektirir. Bunların hepsini evrensel bir dinî devleti yönetmeyi sağlayacak ilmî yeterlilikle özetleyebiliriz. Bu ilmî yeterliliğe dinî yönetimi her türlü sapmadan ve yanlış uygulamadan koruyacak ruhsal yeterlilikte ifadesini bulan "ismet" (yanılmadan ve hatadan korunmuşluk) sıfatını da eklemek gerekir. Çünkü bu yönden bir yetersizlik hâlinde baş gösterebilecek olan sapmalar ve yanlışlıklar yönetimin uygulamaları ve ümmetin bu uygulamalara uyması ilâhî risaletin amaçları ile çelişen olumsuz etkiler meydana getirebilir.

Tarih boyunca gelen peygamberler ile arkalarından gelen seçkin önderler özveriyi gerektiren hidayet yolunu izlediler, meşakkatli eğitim yolunda yürüdüler, ilâhî elçilik görevini yerine getirme yolunda her türlü zorluğa katlandılar, ilâhî elçilik hedeflerinin gerçekleşmesi yolunda kendini ilkelerine ve inançlarına adamış bir insanın feda edebileceği her şeylerini feda ettiler. Bir an bile geri çekilmediler, göz açıp kapatacak bir süre kadar bile yerlerinde saymadılar.

Yüce Allah onların yüzyıllar boyu süren kesintisiz gayretlerini ve cihatlarını peygamberlerin sonuncusu olan Abdullah oğlu Muhammed'in (s.a.a) peygamberliği ile taçlandırdı, büyük emaneti ve bütün aşamaları ile hidayet sorumluluğunu ona yükledi, ondan bu emanetin hedeflerini gerçekleştirmesini istedi. Bu en büyük peygamber bu sarp ve dikenli yolda müthiş adımlar attı, köklü değişimlere yol açan davetler ve inkılapçı hareketler alanında son derece kısa sürede mümkün olan en büyük başarıyı gerçekleştirdi. Yirmi yıl kadar süren geceli gündüzlü çabalarının ve cihadının başlıca kazanımları şu maddelerde özetlenebilir:

1- İnsanlığa süreklilik ve kalıcılık unsurlarını içeren eksiksiz bir ilâhî mesaj sunmak.

2- Bu mesajı yozlaşmadan ve sapmadan koruyan unsurlarla donatmak.

3- İlke olarak İslâm'a, önder olarak Peygamberimize ve hayat yasası olarak şeriata inanan bir ümmet oluşturmak.

4- İslâm sancağını taşıyan ve ilâhî şeriatı uygulayan bir siyasî yapı, bir İslâm devleti kurmak.

5- Peygamberimizin önderliğinde örneğini bulan hikmetli ilâhî önderliğin aydınlık saçan yüzünü sunmak.

Bu ilâhî risalet ve görevin hedeflerini eksiksiz bir şekilde gerçekleştirmek için şunlar zarurîdir:

a) Bu ilâhî risaletin uygulamasını ve onu yozlaştırıp yıkmak için sürekli fırsat kollayan komplolardan korumayı garanti edecek yeterlilikte bir önderliğin devamlı şekilde varolması.

b) İlmî ve psikolojik bakımdan yeterli eğitimci eli ile verilecek sağlıklı bir eğitimin nesiller boyunca sürmesi, bu yeterli eğitimcinin ahlâkta ve davranışta Peygamberimiz gibi örnek olması, ilâhî risaleti bütün yönleri ile kapsayıp bütün davranışlarında ve tutumlarında somutlaştırması.

Bundan dolayı Peygamberimiz (s.a.a) ilâhî bir plân gereğince Ehl-i Beyti'ne mensup bazı seçkinleri hazırlamakla ve bu seçkinlerin isimlerini ve fonksiyonlarını açıkça belirtmekle yükümlü kılındı. Bu seçkin önderler, Peygamberimizin (s.a.a) başlattığı büyük hareketin ve kıyamete kadar hüküm sürecek olan ilâhî hidayetin dizginlerini yüce Allah'ın emri ile teslim alacaklar, yüce Allah'ın ebedîlik bahşettiği ilâhî risaleti cahillerin bozmalarından ve hainlerin tuzaklarından koruyacaklar, yüzyıllar boyunca ve dünya durdukça kriterlerini açıklamayı, sırlarını ve hazinelerini gözler önüne sermeyi üstlendikleri mübarek şeriatın değerleri ve kavramları uyarınca nesilleri eğiteceklerdi.

Bu ilâhî plân, Resulullah'ın (s.a.a) sözlerinde şöyle somutlaşıyor: "Ben size iki değerli emanet bırakıyorum. Bunlara sarıldığınız takdirde kesinlikle sapıtmazsınız. Bunlar Allah'ın kitabı ile benim Ehl-i Beyt'imdir. Bunlar Havuz'da yanıma gelinceye kadar birbirlerinden asla ayrılmayacaklardır."

Ehl-i Beyt İmamları (hepsine Allah'ın selâmı olsun) Peygamberimizin (s.a.a) Allah'ın emri ile kendinden sonra ümmetin önderliğini üstlenmek üzere tanıttığı en hayırlı kimselerdir.

On iki Ehl-i Beyt imamının hayat çizgisi, Peygamber (s.a.a) döneminden sonraki İslâm'ın gerçek çizgisini yansıtır. Onların hayatlarını kapsamlı biçimde incelemek, köklü İslâm hareketinin kapsamlı bir portresini gözlerimiz önüne sürer. O İslâm hareketi ki, Peygamberimizin (s.a.a) vefatının arkasından ateşli enerjisi zayıflamaya yüz tuttuktan sonra ümmetin derinliklerinde içten içe yol almaya başladı. Bu süreçte Masum İmamlar (s.a) ümmeti bilinçlendirmeye, ümmetin enerjisini Peygamberimizin (s.a.a) kutsal devrimini kavrama doğrultusunda harekete geçirmeye çalıştılar. Fakat yönetimin ve ümmetin tutumlarına egemen olan evrensel yasaların müsaade ettiği ölçüde ilerleyebildiler.

Bu râşid İmamların hayatlarında dikkat çeken ortak özellikler şunlar oldu: Peygamberimizin (s.a.a) açtığı çığırı ısrarla izlediler. Ümmet, teveccühünü onlara yönelterek onlarla kaynaştı, onları Hidayet Önderleri ve müminlerin yolunu aydınlatan yıldızlar olarak benimsedi. Onlar Allah'a ve O'nun rızasına ulaştıran kılavuzlar, Allah'ın emrinin kararlı uygulayıcıları, Allah sevgisinde kemale erdirenler, Allah özleminin ateşinde eriyenler, imrenilen insanî kemalin zirvelerine yönelik tırmanışta birbirleri ile yarışanlardır.

Onların hayatı cihadın, sabırla Allah'a itaat etmenin, zalimlerden gelen cefanın çeşitli örnekleri ile doludur. Öyle ki, yüce Allah'ın hükümlerini yürürlüğe koyma uğrundaki kararlı direnişin en üstün örnekleri oldular. Bu direnişin arkasından onurlu şehitliği, onursuz hayata tercih ederek yüce bir mücadelenin ve büyük bir cihadın arkasından Allah'a kavuşma başarısını elde ettiler.

Tarihçiler ve yazarlar, bu İmamların hayatlarını her açıdan ele alıp tam anlamı ile incelediklerini iddia edemezler. Bundan dolayı bizim bu girişimimiz onların hayatlarından bazı kesitler, kişilikleri, davranışları ve tutumları hakkında tarihçilerin kaydettikleri ve araştırma kaynaklarında bulabildiğimiz bazı alıntıları sunmaktan ibarettir. Yüce Allah'ın bu çalışmamızı faydalı kılmasını umarız. Hiç şüphesiz başarının sahibi O'dur.

Ehl-i Beyt hareketi hakkındaki bu incelememiz, İslâm Peygamberi ve elçilerin sonuncusu Abdullah oğlu Muhammed Mustafa (s.a.a) ile başlayıp, vasilerin sonuncusu ve beklenen Mehdi Muhammed b. Hasan Askerî ile son buluyor. Yüce Allah onun ortaya çıkışını çabuklaştırsın ve yeryüzünü adaleti ile aydınlatsın.

Bu kitap, Peygamberimiz Abdullah oğlu Muhammed Mustafa'nın (s.a.a) hayatını incelemeye ayrıldı. O Peygamber ki, ferdî ve sosyal hayatının bütün alanlarında ve son derece çetin sosyal ve siyasî ortamlarda İslam'ı bütün yönleriyle somutlaştırdı. Düşünce ve inanç plânında, ahlâk ve davranış ufkunda İslâm'ın örnek değerlerinin temellerini attı. Çağlar boyunca bütün insanlığa iman, temizlik ve değerlilik ışınları saçan bir yıldız oldu.

Bu kutsal projenin gerçekleştirilip gün ışığına çıkarılması için yoğun gayretleri ile katkıda bulunan bütün kardeşlerimize, özellikle Seyyid Munzir Hakim'in (Allah onu belâlardan korusun) denetiminde çalışan yazarlar kurulunun üyelerine şükranlarımızı sunmalıyız.

Son sözümüz, bizi bu kutsal projeyi gerçekleştirmeye muvaffak eden yüce Allah'a dua ve şükürlerimizi sunmak olacaktır. O, kâfidir ve ne güzel yardımcıdır.

 

Dünya Ehl-i Beyt Kurultayı



1. BÖLÜM

 

● Giriş: Kur'ân'ın Tarih ve Hayat Hikâyelerini Sunma Yöntemi

● Birkaç Satırda Son Peygamber (s.a.a)

● Yüzyıllar Boyunca Müjde Geleneği

● Son Peygamber'in (s.a.a) Kişiliğinden Tablolar


 


GİRİŞ

KUR'ÂN'IN TARİH VE HAYAT HİKÂYELERİNİ SUNMA YÖNTEMİ

Kur'ân-ı Kerim, hidayet peygamberlerinin hayatına büyük önem verir, onların hayat hikâyelerini sunarken özgün bir yöntem kullanır. Allah'ın salât ve selâmı hepsinin üzerine olsun.

Kur'ân'ın söz konusu yöntemi, bu hidayet önderlerinin hayat hikâyelerinin nasıl sunulacağı konusunda bir dizi ilmî esaslara ve kriterlere dayanır.

Kur'ân bu konuda ilk olarak hidayet unsurundan yola çıkar. Bu unsur, insanı kendisine lâyık kemale doğru harekete yönlendirir. Böylece insan, fertlerin ve milletlerin hayatlarında önemli dönüm noktası oluşturan ve tekâmülü yönünde hareket etmesine yarayacak bilgilerin ve öğretilerin kapılarını açma yolunda bir anahtar konumunda olan bir dizi tarihî olaylar için pratik ve somut amaçlar seçer.

Kur'ân-ı Kerim, bu yüce hedeflere ulaştırmak için çeşitli araçları devreye sokar. O, akla ve akıl sahiplerine hitap ederek bu yolla insan düşüncesinin önüne yeni ufuklar açar. Meselâ şöyle buyuruyor:

"Bu hikâyeyi anlat. Ola ki, düşünürler."[15]

"Onların kıssalarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır."[16]

Bu iki ayetten elde edilen sonuca göre, tarihî olaylar ve hayat hikâyeleri üzerinde "düşünmek" ve "ibret almak" (milletlerin tarihleri ve hidayet önderlerinin hayat hikâyeleri üzerinde düşünüp bunlardan dersler çıkarmak), Kur'ân'ın tarih alanındaki yönteminin iki temel hedefini oluştururlar.

Kur'ân'ın bu alandaki hedefleri sadece bu iki hedefle sınırlı değildir. Bunlar dışında ilâhî risaletle ilgili başka hedefler de gözetilir. Söz konusu hedeflerle ilgili olarak şöyle buyuruluyor:

"(Bu Kur'ân) uydurulabilecek bir söz değildir. Fakat o, kendinden öncekileri onaylayan, her şeyi açıklayan (bir kitaptır); iman eden toplum için bir hidayet ve bir rahmettir."[17]

"Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz her haberi sana anlatıyoruz. Bunda sana gerçeğin bilgisi, müminlere de bir öğüt ve bir uyarı vardır."[18]

Görüldüğü gibi bu iki ayetin her biri peygamberlerle ilgili haberleri verme ve onlar hakkındaki hikâyeleri anlatma konusunda ilâhî risaletle bağlantılı dört amaç içeriyor.

Kur'ân kendine özgü tarih yönteminde şu temel esaslara dayanır:

1- Gerçek

2- Bilgi

3- Olaylarla çağdaşlık (Birliktelik)

4- Olayları kapsamak

Dolayısıyla Kur'ân, anlattığı ve tasvir ettiği eski veya Kur'ân'la çağdaş olgu ve tarihî olaylarda hurafelere ve hayallere değil de gerçeğe ve ilme dayandığına göre şüpheye ve uydurma olma ihtimaline yer bırakmaz. Şu iki ayette bu iki temel esasa vurgu yapılıyor:

"İşte (İsa hakkında) gerçek kıssa budur."[19]

"Ve onlara (olup bitenleri) tam bir bilgi ile mutlaka anlatacağız. Biz, onlardan uzak değildizk."[20]

Bu ayetlerin ikincisinde Kur'ân'ın anlattığı olaylarla çağdaşlık yani olayları yakından izleme unsurunun gözetildiği de vurgulanıyor.

Bütün bunlardan sonra Kur'ân-ı Kerim, tarihi olayları incelerken kimi zaman istidlâle (çıkarsama, bir önermeden yeni bir önerme çıkarma) ve kimi zaman istikraya (genelleme, birtakım özellikleri varlığın tümüne yayma) dayanmasının yanında analizlerinde ve sonuç çıkarmalarında de kendine özgü bir ilmî yöntem kullanır.

Kur'ân peygamberlerin hayatını genel olarak sunduğu zaman onları aynı safta, aynı kulvarda, aynı çizgide gösteren ana hatları dile getirir. Bu çizgi, "Allah katında gerçek din İslâm'dır."[21] Ayetinde açıklanan ki vurguya paralel olarak genel İslâm çizgisidir.

Bunun arkasından Kur'ân, ululazm peygamberlerin her birinin hayatının derinliklerine dalar. Maksat, okuyucunun veya dinleyicinin bu peygamberlerin hayatlarındaki ayrıntıların ve köşe-bucakların en önemlilerini algılamasını sağlamak, dünya durdukça varlığını sürdürecek olan ilâhî risalet çizgisi ile ilgili eski ve yeni olaylarla, anlatılan olay arasında bağlantı kurmasını sağlamaktır.

Tarihî incelemenin tabiatından kaynaklanan şöyle bir problemi var: Tarihte vuku bulan gerçekler çeşitli tahriflere uğrayabileceği gibiOna tahrif eli uzanır, bazen de belirsizlikğin ve gizliliğin örtüsü altında kalır. Kimi zaman da üzerini koyu bulutlar örter. Fakat bir süre sonra yavaş yavaş gerçek ortaya çıkmaya başlar. Bu ortaya çıkış zamanla öyle bir noktaya varır ki, artık insan toplulukları o gerçeği görmezlik edemezler, ondaki gerçekleri yok sayamazlar.

Nitekim yukarda aktardığımız Yûsuf Suresi'nin 111. ayeti, tarihî olaylarda uydurmacılığa ve onlarla oynamaya başvurulabileceğine veya onların abartılabileceklerine, bilgiye dayanmayan incelemeye konu olabileceklerine, günün birinde mutlaka ortaya çıkacak olan gerçeğin yüzüne perde çekilebileceğine işaret ediyor.

Bundan dolayı Kur'ân ekolünün, gerçeği araştıranları bu gerçeği tam olarak ortaya çıkarmaya muktedir kılacak pratik ve somut bir vesileyle donatması silâhla silâhlandırmayı üstlenmesi gerekiyor.

(Bu amaçla da) Kur'ân-ı Kerim, insan düşüncesinin hiçbir durumda göz ardı edemeyeceği sabitler, değişmezler nazariyesini gündeme getirmiş di ve bu değişmezlere "Muhkemât" ve "Ümmü'l-Kitap" (Kitabın Anası) adlarını vermiştirdi. Bunlar insan düşüncesi için değişmez ve kalıcı apaçık gerçeklerdir;. Bunlar hiçbir durumda kuşkuyu, tereddüdü, şüpheyi kabul etmezler.

Bu değişmezler, sürekli olarak madde âleminin kapsamadıklarını kapsayan insan düşüncesinin ana hatlarını ve temel kriterlerini oluştururlar; böylece insan düşüncesi belirsizler ve muğlak konular ve insanlar arasında tartışma konusu olan meseleler karşısında asla çıkmazda kalmazeli bağlı durmaz.

Kur'ân-ı Kerim, belirsizler ve tartışmalı muğlak meseleler karşısında takınılacak tutumla ilgili olarak bilinçli okuyucuyu iki tutum ve iki üslûba doğru yöneltiyor. Ardından da insanın düşüncesine ulaşan her haber hakkında tutum belirlenirken başvurulacak genel bir kural veya kriter oluşturacak açık bir sonuca varmak için bu iki üslûbu mahkemeye, incelemeye tâbi tutuyor.

Düşünce alanına giren haberlere karşı takınılan her tutum belirgin psikolojik köklere dayanır. Ki bu psikolojik kökler, takınılan tutum üzerine gölgesini düşürerek nasıl bir tavır sergilemesini belirler; insana iletilen ve insan düşüncesinden uygun bir tepki göstermesi istenilen her söz karşısındaki tutumunun üslûbuna, tavrına yansır.

Yüce Allah Kur'ân'ın, güvenilir Peygamberi'ne (s.a.a) indirilen doğruyu eğriden ayırt edici bir kitap olduğunu belirttikten sonra şöyle buyuruyor:

"Sana kitabı indiren O'dur. Ondan bir kısım ayetler muhkemdir ki onlar kitabın anasıdır. Diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve yorumunu yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun tevilini Allah'tan ve ilimde derinleşenlerden başkası bilmez. Onlar (ilimde derinleşenler)İlimde derinleşenler ise: "Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır" derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez. Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz sen, en çok bağış yapansın."[22]

İnsanın ruhi yönden  nefsinin/psikolojisinin eğrilikten uzak olması, insan ile fitnenin ardına düşmesini önler arasına girer. Böylece bBu sağlıklı ruh hâli gerçeği arayan insanın birden çok anlamlı (müteşabih) ayetlere uymak bahanesiyle çeşitli in tevillere başvurmsına engel olur.ardına düşmekten alıkoyar. Bunun yerine onları Allah'a havale eder.

Çünkü aAkıl insanın ile herhangi bir ilim dışı veya sağlam delile, değişmez gerçeklere dayanmayan yorumu kabul etmesini önler arasında engel olarak durur. Daha doğrusu akıl insanı kesin anlamlı (muhkem) ayetlere sarılmaya, kitabın anasına (ümmü'l-kitap) bağlanmaya yönlendirir. Çünkü Kur'ân'ın özünü oluşturan bu muhkem ayetler asla dışına çıkılmayacak genel çerçeveyi ve değişmez çizgileri oluştururlar. Böyle olunca da artık diğer ayetleri doğal olarak bu değişmez gerçeklerin ve göz ardı edilmesi mümkün olmayan kriterlerin ışığı altında değerlendirmemiz gerekireceğiz.

İşte bu noktada, insan, daha işin başında kesin veya açık anlamlı olmayan ayetler üzerinde zihin yorma konusunda vicdanın ufukları düşünceye başvurmsı gerektiğini anlarnin ufuklarına açılır. Böylece Rabbine inanan iman ve akıllı sahibi olan  kişi eğriliğe sapmamayı, karşısına çıkan müteşabih ayetleri yorumlama ve analiz etmekte acele etmemeyi garanti etmiş olur. Dahası, bu ayetler karşısında akllı başında ve bilgece bir tutum takınır. Şöyle ki, eğer bu ayetlerin içerdiği gerçeği ortaya çıkarmayı başaramazsa onu inkâr etmez veya yadırgamaz. Bunun yerine işi kaynağına, bu ayetleri indirmiş olan Rabbine havale ederek O'ndan ondan muradının ne olduğunu anlamasını kendisine nasip etmesini diler, O'ndan hidayetinin sürekliliğini ve rahmetinin sürekliliğini inmesini ister.

Naslarla ilgili olgun ve mantıklı yaklaşımı yansıtan sağlıklı tutum işte budur. Çünkü akıllı kimse yorumlarında ve analizlerinde aceleci davranmaz.

Bu açıdan bakınca, Hûd Suresi'nin başındaki şu ayetin ne demek istediğini daha iyi anlıyoruz: "Elif Lâm Râ. (Bu sana indirilen,) hikmet sahibi (ve) her şeyden haberdar olan (Allah) tarafından ayetleri sağlamlaştırılmış, sonra da açıklanmış bir kitaptır."[23] Çünkü ayrıntılı açıklama, ancak verilmek istenen mesajı temellendirdikten (ihkâm), kitabın özünü (ümmü'l-kitap) oluşturan, esaslar ve değişmez ana hatlar sayılan ayetler belli olduktan sonra mümkün olabilir. Âl-i İmrân Suresi'nin, "Ondan bir kısım ayetler muhkemdir ki onlar kitabın anasıdır." şeklinde yedinci ayetinde açıkça dile getirilen gerçek de budur.

Ra'd Suresi'nin şu ayeti de bu noktaya ışık tutuyor: "Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır. Ana kitap O'nun katındadır."[24] Buna göre silme ve değiştirme işlemine maruz kalmayan bölüm, ana kitaptır. Onun dışında kalan bölüm doğal olarak şartlara, durumlara ve sürpriz beklenmedik gelişmelere bağlı olarak silinmeye ve değiştirilmeye uğrayabilir.

Okuduğumuz ayetler, Kur'ân'ın tarihî olaylara karşı takındığı tavra esas olan genel yöntemi yeterince belirlemekte yeterlidirler. Buna göre ayrıntılarda görülen farklılık aslı inkâr etmemize, onu göz ardı etmemize, varlığından emin olduğumuz gerçeği önemsemememize izin vermez.

Peygamberlerle ilgili siyer kitaplarında, İslâm tarihinde ve İslâm öncesi tarihte, peygamberler ve onların ümmetleri hakkında verilen bütün bilgiler bu ilkenin ışığı altında değerlendirilebilir. Çünkü tarihî değişmezler ışık saçan istasyonlardır. Onlar, göz ardı edilmeleri ve dışlarına çıkılması mümkün olmayan muhkemlerdir. Tarih kitaplarında karşımıza çıkan ve hem doğru, hem de yanlış bölümleri içeren bilgileri yorumlayıp kabul veya reddederken bu değişmezlerin hakemliğine başvururuz.

Çünkü gerçeklerle yanlışların bir karışımı olan tarih alanı, değişmez gerçeği bütünü ile ortaya çıkarmamıza yardımcı olacak araçlar kullanmamızı gerektirir. İşte tam bu bağlamda, aklın ve naklin muhkem esasları tarafından desteklenen tarihin değişmezleri herhangi bir yorumun, analizin, yargılamanın ve önemsizleştirmenin hareket noktası konumundadırlar.

Kur'ân-ı Kerim de bu yöntemi, bize bütün peygamberlerin ortak oldukları açık bir portre çizdiği zaman onların ve ümmetlerinin hayatına doğrudan uygulamış ve elçiliğekle seçilmişliğin, her peygamberin kişiliğinde bulunan temel niteliklerden kaynaklandığını açıklayarak bunların, o önderin eli ile insanların hidayete erdirilmeleri için Allah tarafından seçilmeye ehil sayılmasının gerekçesi olduğu vurgulanmıştır. Bu nitelikler ise akılda, bilinçte, iyilikte ve sabırda mükemmellik ile Allah'a yönelik bilince ve basirete dayalı tam bir kulluktur. Nitekim yüce Allah Hz. Peygamber'e (s.a.a) şöyle buyuruyor: "De ki: Ben Rabbimden gelen açık bir delil üzerindeyim..."[25], "De ki: İşte benim yolum budur, basiretle Allah'a çağırırım. Bana uyanlar da öyle yaparlar..."[26]

İşte Kur'ân'ın, muhkemliği ve değişmezliği temsil eden mantığı budur... Yüce Allah tarafından seçildiğinin ve elçi olarak gönderildiğinin bilincinde ve idrakinde olmayan, görmüş olduğu Allah'ın ayetlerine ancak başkalarının güvendirmesi ile güvenebilen kimse nasıl Allah tarafından peygamber olarak gönderilebilir? Dolayısıyla, peygamber olarak insanlara gönderildiğini bilmeyen veya görevi konusunda şüphesi ya da tereddüdü olan, dahası doğru yola ileteceği beklenen kimselerden gerçeği öğrenmeyi tasavvur eden bir kimsenin seçilip peygamber olarak gönderilmesi akla sığmaz. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "De ki: ...İnsanları doğru yola ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa başkasının kılavuzluğundan yararlanmadıkça doğru yolu kendi kendine bulamayan mı? O hâlde size ne oluyor da böyle yanlış hüküm veriyorsunuz?"[27]

Peygamberlerin kişiliği ile ilgili olarak Kur'ân'ın çizdiği ve aklın muhkem prensipleri tarafından teyit edilen bu açık portre, Tevrat'tan ve İncil'den sızan ve "Sihah" diye adlandırılan eserler ile peygamberlerin bazı hikâyelerini içeren çeşitlitüm tarih kitaplarında karşımıza çıkan her portreyi süzgeçten geçirmekte kullanacağımız muhkem dayanak ve değişmez kriterdir. Bu peygamber ister Hz. İbrahim (a.s), ister Hz. Musa (a.s), ister Hz. İsa (a.s), ister Hz. Muhammed (s.a.a) olsun. Ayrıca bu portreyi nakleden kimse ister önde gelen bir mümin, ister bir sahabî, ister Hz. Peygamber'in (s.a.a) uzak veya yakın bir akrabası olsun.


BİRKAÇ SATIRDA Hz. PEYGAMBER’İn  (S.A.A) Hayatına Kısa Bir Bakış

Peygamberlerin sonuncusu ve ilâhî elçilerin efendisi Abdulmuttalib oğlu Abdullah oğlu Muhammed (s.a.a), Fil Yılı'nın rebiyülevvel ayının on yedinci gününde doğdu. Daha önce babasını kaybeden Hz. Peygamber'e Sa'doğulları kabilesinden bir kadın süt annesi oldu. Dört veya beş yaşına girdiğinde annesine geri verildi. Altı yaşındayken annesi vefat etti. Bunun üzerine bakımını tek başına dedesi üstlendi. Fakat iki yıl sonra o da öldü. Dedesi ölmeden önce onun bakımını müşfik amcası Ebu Talib'e havale etti. Evleninceye kadar da amcasının yanında kaldı.

On iki yaşındayken amcası ile birlikte Şam'a bir yolculuk yaptı. Yolda rahip Buhayra ile karşılaştı. Buhayra onu tanıdı. Onu gözden uzak tutmaması hususunda Ebu Talib'i uyardı ve onun aleyhinde komplolar kurmak için Yahudilerin fırsat kolladıklarını belirtti.

Hz. Peygamber (s.a.a) yirmi yaşlarında Hılfu'l-Fudul adı ile bilinen bir mazlumları müdafaa için kurulan bir antlaşmaya kabileler arası uzlaştırma konseyine katıldı. Sonraları bu katılımdan iftiharla söz etmiştir. Hatice'nin mallarıyla ticaret nın değiş tokuşunu yapmak için Şam'a gitti. Gençliğinin parlak döneminde yirmi beş yaşındayken Hatice ile evlendi. Bundan önce "doğru ve güvenilir (emin)" kişi lakapları ile tanınmıştı. Hacerü'l-Esved'i yerine koymakta anlaşmazlığa düşen kabileler onun ara buluculuğuna başvurdular. O da bulduğu ilginç ustaca bir yöntemle formülle çatışan tarafları uzlaştırdı.

Kırk yaşında peygamber olarak görevlendirildi. Hemen işe koyuldu. Görevinin bilincinde olarak insanları Allah'a çağırmaya başladı. Öncü müminlerden oluşan bağlılar ve destekçiler toplamaya girişti.

Çağrı görevine başlamasının üzerinden üç veya beş yıl geçtikten sonra yüce Allah ona yakın akrabalarını uyarmasını emretti. Arkasından elçilik görevini ilân ederek İslâm'ı sevenlerin müminler safına katılması yolunda açık çağrıda bulunmakla yapmakla emredildi.

O andan itibaren Kureyş kabilesi Hz. Peygamber'in (s.a.a) önüne çeşitli engeller çıkarmaya, çağrının yayılmasını önlemeye, böylece Allah yolunun önünü kesmeye başladı. Buna karşılık Hz. Peygamber (s.a.a), çağrısı için Mekke dışında yeni bir pencere açmaya yöneldi. Bu amaçla Habeşistan'a Müslümanlardan oluşan birkaç heyet gönderdi. Çünkü bu ülkenin hükümdarı daha önce ülkesine gelen Ebu Talip oğlu Cafer başkanlığındaki bazı Müslümanları iyi karşılamış ve onlar da oraya yerleşmişlerdi. Nitekim Cafer Hicrî yedinci yıla kadar bu ülkeden ayrılmamıştı.

Kureyşliler, Habeşistan hükümdarını Müslümanlara karşı kışkırtmaan gayretlerinin başarılı olmadığını görünce, yeni bir plân uygulamaya başladılar. Bu plân Müslümanlara ekonomik, sosyal ve siyasî ambargo ve kuşatma dayatmak oldu. Bu ambargo üç yıl devam etti. Kureyşliler bu ambargonun Hz. Peygamber'i (s.a.a), Ebu Talip ve Haşimî kabilesinin diğer mensuplarını dize getirmesinden ümit kesince kuşatmayı kaldırdılar. Ancak ambargo baskısından zaferle çıkan Hz. Peygamber (s.a.a) ile kabilesi, peygamberliğin onuncu yılında Ebu Talip ile Hatice'nin (her ikisine selâm olsun) vefatı ile sarsıldılar. Bu iki olayın Hz. Peygamber (s.a.a) üzerindeki etkisi ağır oldu. Çünkü aynı yıl içinde en güçlü iki destekleyicisini kaybetmişti.

Bazı tarihçiler "İsra" ve "Miraç" olayının gerçekleşmesini bu üzücü durumla ilişkilendiriyorlar. Bu görüşe göre, bu dönemde üzüntünün ve psikolojik baskının doruğunda yaşayan Hz. Peygamber (s.a.a) aynı zamanda Kureyşlilerin bütün ağırlıkları ile ilâhî çağrının önüne dikildiklerini, yolunu kestiklerini görüyordu. Böylece yüce Allah, bu ağır havayı dağıtmak için miraç esnasında ona gösterdiği büyük mucizelerle önüne geleceğin ufuklarını açtı. Gerçekten miraç mucizesinin Hz. Peygamber ve müminler üzerindeki şevk uyandırıcı etkisi çok büyük oldu.

Hz. Peygamber (s.a.a) yeni bir hareket merkezi bulabilmek ümidi ile Taif'e göç etti. Fakat Mekke'ye komşu olan ve bu şehrin atmosferinin etkisi altında kalan bu beldeden yeni bir açılım elde edemedi. Bunun üzerine Mekke'ye dönerek daha önce komşuluğunu seçtiği Mut'im b. Adiyy'in yakınına yerleşti. Hz. Peygamber (s.a.a) ilâhî risaleti yaymak için hac mevsimlerinde yeni bir hareket başlattı. Hac görevini yerine getirmek ve Ukkaz Çarşısı'nda ticaret yapmak için Beytu'l-Haram'a gelen kabilelere kendini tanıtmaya başladı. Yesrib (Medine) halkı ile buluştuktan sonra, yüce Allah önüne başarı ve yardım kapılarını açtı. Böylece Allah'a çağrısı devamlılık kazanarak İslâm Medine'de yayılmaya başladı. Sonunda Kureyşlilerin kendisine yönelik tuzağından Allah tarafından haberdar edilmesi üzerine Medine'ye hicret etmeye karar verdi. Çünkü Kureyş kabilesi bu kabilenin bütün kollarından oluşan bir grup vasıtasıyla ile onu öldürüp kendisinden nihaî olarak kurtulma konusunda anlaşmışlardı. Bunun üzerine bir gece Hz. Ali'ye (a.s) bir gece kendi yatağında yatmasını emrettikten sonra kendisi bütün korunma tedbirlerini alarak Medine'ye doğru yola çıktı ve kendisi için tam bir karşılama hazırlığı yapmış olan bu şehrin halkı ile buluştu. Rebiyülevvel ayının başlarında Kuba'ya ulaştı. Hz. Peygamber (s.a.a)’in bu hicreti onun emri ile İslâm tarihinin başlangıcı oldu.

Hz. Peygamber (s.a.a) Medine'de ilk İslâm devletini kurdu. Hicretten sonraki ilk yıl zarfında bu devletin temellerini attı. İşe putları kırmakla ve Mescid-i Nebevî'nin inşası ile başladı. Bu mescidi hareketi, çağrısı ve hükümeti için merkez olarak hazırladı. Arkasından muhacirler ile ensar arasında birebir kardeşlik ilişkileri kurdu. Böylece yeni devletin üzerine oturacağı sağlam bir halk tabanı oluşturmayı amaç edindi. Bir yandan da kabileler arasındaki ilişkileri düzenleyen bir tür yönetmelik hazırlayarak bunu kabilelere iletti. Bu arada Yahudi oymakları ile bir anlaşma imzaladı. Bu yönetmelik ile bu anlaşma, ilk yönetim düzeninin ve İslâm devletinin genel hatlarını içeriyordu.

Genç İslâm devleti ve İslâm çağrısı Kureyşlilerin sert ve çirkin direnişi ile karşılaştı. Bu kabile, İslâm daveti ile bu yeni devleti ortadan kaldırmaya kesin karar vermişti. Bu amaçla Müslümanlara art arda savaşlar açtılar. Hz. Peygamber (s.a.a) ve Müslümanlar da bu savaş girişimleri karşısında kendilerini savunmak zorunda kaldılar.

Böylece bu genç devleti savunma yılları başladı. Hz. Peygamber bu dönemi Hicret'in yedinci ayında amcası Hz. Hazma komutasında sefere çıkardığı bir seriye ile başlattı. O yılın sonuna kadar üç seriye daha hazırlayıp sefere çıkardı. Bu yıl içinde Bakara Suresi'nin birçok ayeti indi. Bu ayetlerde, bir yandan yeni devlet ve ile ümmetle ilgili ölümsüz bazı hükümler belirlenirken, öte yandan münafıkların ve Yahudilerin Hz. Peygamber'e ve yeni cihanşümul devletine karşı hazırladıkları komplolar ve kurdukları tuzaklar ifşa ediliyordu.

Kureyşliler Hz. Peygamber (s.a.a) ile yeni devletini Medine dışından, Yahudiler ise bu devleti Medine içinden hedef almışlardı. Hz. Peygamber her ikisinin grubun hareketini sıkı gözlem altına aldı. Hicret'in ikinci yılında iki seriye seferi ile sekiz savaş gerçekleşti. Bu savaşların biri ramazan ayında yapılan Büyük Bedir Savaşı oldu. Yine bu yıl içinde ramazan ayı orucu farz kılındı ve İslâm devleti ile Müslüman ümmetin bağımsızlığına yeni bir boyut kazandıran kıble değişikliği gerçekleşti.

Hicret'in ikinci yılı bir yandan birçok askerî ve öte yandan siyasî ve sosyal hayatla ilgili ilâhî direktiflerin inişine sahne oldu. Kureyşliler ile Yahudiler ağır savaş yenilgilerine uğratıldılar. Medine'yi ilk yurt edinmiş Yahudi kabilesi olan Benî Kaynuka'nın, Hz. Peygamber'le (s.a.a) yapmış oldukları sözleşmeyi bozdukları gerekçesi ile Büyük Bedir zaferinden sonra Medine'den sürgün edildilermesi gerçekleşti.

Hicreti izleyen üç yıl boyunca Kureyşlilerin İslâm'a ve Müslümanlara yönelik Medine dışından gelen askerî saldırıları ile Yahudi kabilelerin Hz. Peygamber'le imzaladıkları anlaşmaları bozma girişimleri devam etti. Bu üç yıl zarfında gerçekleşen beş savaş yani Uhud, Beni'n-Nazîr, Ahzâb, Benî Kureyza ve Beni'l-Mustalak Savaşları, Peygamber'e ve Müslümanlara çok ağır gelmiş, zorluk vermişti.

Hicret'in beşinci yılında Müslümanlar başarılı bir sınavdan sonra müşrik ittifakı ile Yahudilerin ortak bir komplosunu geri püskürttüler. Böylece yüce Allah, Kureyşlilerin Müslümanları dize getirmekten ümidi kesmelerinden sonra büyük fethin zeminini hazırlamış oldu. Hz. Peygamber (s.a.a) Hüdeybiye Barışı'ndan sonra çevredeki kabileler ile anlaşıp onları yanına çekmeye girişti. Maksadı şirk ve inkârcılık güçleri karşısında, Müslümanlar ile bu kabilelerden oluşan birleşik bir güç oluşturmaktı. Bütün bunların sonunda, yüce Allah Hicret'in sekizinci yılında Mekke'yi fethetmesini sağladı ve böylece bu fetih sayesinde, Kureyş kabilesinin elebaşlarını onun İslâm devletine ve mübarek siyasetine boyun eğdirdikten sonra Peygamber’i şirkin merkezlerini Arap Yarımadası'ndan tasfiye etmeyesine gücü yetermuktedir kıldı.

Bunun arkasından gelen Hicrî dokuzuncu yıl akın akın Allah'ın dinine girmeye başlayan kabilelerin temsilcilerinin karşılanıp uğurlandığı bir yıl oldu.

Hicret'in onuncu yılı Veda Haccı'nın yapıldığı ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) cihanşümul devletini ve diğer ümmetlere şahit olan ümmetini ve cihanşümul devletini geliştirme yolunda ümmeti arasında geçirdiği son yıl oldu.

Önder Peygamber (s.a.a) İslâmî devletinin temellerini, yerini alacak ve adımlarını izleyecek olan masum imamların önderliğini belirleyerek pekiştirdikten sonra Hicrî on birinci yılının safer ayının yirmi sekizinci günü vefat etti. Hz. Peygamber bu temellerin pekiştirilmesini, yerini alacak olan ve adımlarını izleyecek olan masum imamların önderliğini belirleyerek gerçekleştirdi. Bu masum önderlik Ebu Talip oğlu Ali'nin (a.s) şahsında temsil edilecekti. O kâmil insan ki, Hz. Peygamber onu doğduğu günden itibaren kendi keremli elleri altında ile büyütüp eğitmişti ve hayatı boyunca onu güzel şekilde gözetmişti. İmam Ali (a.s), İslâm'ın bütün değerlerini düşüncesinde, davranışlarında ve ahlâkında somutlaştırmıştıdı. Hz. Peygamber'in (s.a.a) emirlerine ve yasaklarına uymada en yüksek örneği oluşturuyordudu. O bu niteliği ile büyük velâyet, nebevî vasilik ve ilâhî halifelik payesine lâyıktı. Çünkü oOnun İslâmî risaletin, ilâhî devrimin ve nebevî devletin oluşum ve yapısındaki etkin varlığı ve rolü, Hz. Peygamber'in vefatından sonra Allah'ın emri üzere Resulullah'ın (s.a.a) ilk vekili olmasını sağladı.

Nihayet yüce Peygamber (s.a.a), içinde bulunduğu tüm zor şartlaraın zorluğuna rağmen İmam Ali'yi Müslümanlara hidayet rehberi ve önder tayin ederek risaletini duyurmayı tamamladıktan sonra Rabbinin çağrısının gereğine uydu. Hz. Peygamber (s.a.a) böylece Allah'a itaatkârlığın ve O'nun emirlerine uymanın en üstün örneği idioldu. Çünkü Allah'ın emrini en güzel şekilde Müslümanlara iletti ve Veda Haccı'nı en çarpıcı açıklamalarla noktaladı.

Bunlar peygamberlerin sonuncusu Abdullah oğlu Hz. Muhammed'in (s.a.a) hayatına ve kişiliğine yöneltilmiş kısa ve hızlı bir bakıştır. Şimdi bu hızlı bakıştan sonra bu alandaki ayrıntılı incelemeye geçiyoruz.


YÜZYILLAR BOYUNCA İlahi MÜJDE GELENEĞİ

Kur'ân-ı Kerim, insanlığın tarih döneminin peygamberliklerle, peygamberlerin gönderilmesi ile, ilâhî elçilerin görevlendirilmesi ile başladığını açıkça belirtiyor. O peygamberler ki, toplumlarını daha erdemli bir hayat tarzına, daha kâmil bir insanî varoluşa doğru yönlendirmeyi sürdüre gelmişlerdir. Bundan şu sonuç çıkarılabilir: İnsan topluluklarında Ppeygamberlik güneşinin doğuşu, insan topluluklarında peygamberlerin ortaya çıkışı, insanlık ığın tarihinin î döneminin başlangıcı sayılır.

Nitekim yYüce Allah şöyle buyuruyor: "İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o kitap verilenlerden başkası değildir. Böylece Allah, iman edenleri hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah, dilediğini doğru yola iletir."[28]

Yüce Allah'ın hikmeti ve rahmeti insanlığı hidayet yoluna taşıyan peygamberlerin gönderilmesini gerekli kıldı. Öyle ki, bu peygamberlerin ilkelerini taşıdıkları hidayet yolu insanlığı içgüdü döneminden akıl dönemine, içgüdülere ve kaba-kuvvete dayanan çatışma mantığından dayanağı kanun olan düzen dönemine çıkardıracaktı... Böylece insanlık, peygamberlikler sayesinde biyolojik bir hayvanî yapıdan çıkarak aklî ve ruhî bir aşamaya yükseldi. Peygamberlikler, insan için kan bağına dayalı biyolojik birlikten daha üst düzeyli bir birlik projesi gerçekleştirdi. Bu proje inanç esasına dayalı birlik projesidir. Bu yolla insanlar arası ilişkiler maddî ilişkiler düzeyini aşarak manevî ilişkiler düzeyine yükseldi. Peygamberlikler döneminin güneşi doğduktan sonra, insan türü arasında çıkan anlaşmazlıklar mânâ nitelikli, din ve inanç kaynaklı anlaşmazlıklara dönüştü. Başka bir deyişle peygamberleriklerin vasıtasıyla getirilendikleri dinin gelmesi ile insanlar arasındaki çatışma sebepleri ortadan kalkmadı. Tersine devam edip çeşitlendi. Fakat dinin gelmesinden sonra bu alandaki dayanak kaynak içgüdü olmaktan çıkıp onun yerini kanun aldı. Dinin içerdiği kanun ise insanlar arası birliğin, dayanışmanın ve gelişmenin değişmez nitelikli temelini oluşturur.[29]

İmam Ali (s.a) Nehcü'l-Belâğa'daki hutbelerinin birincisinde âlemin yaratılışını, ve Hz. Âdem'in yaratılışını ve yeryüzüne yerleştirilmesini gözden geçirdikten sonra, peygamberlik güneşinin doğuşunun ve yüzyıllar boyunca art arda nur halkaları hâlinde zincirlenmesinin, insan tarihinde ve hareketinde kemale doğru hareketinde gelişmenin ekseni olduğunu belirtmiştirti. Nitekim Kur'ân-ı Kerim de tarihe bakış yöntemini açıklarken bu noktayı açıkça vurguluyor.

İmam Ali (s.a) sözünü ettiğimiz hutbesinde şöyle diyor: "...Sonra münezzeh olan Allah, Âdem'in çocuklarından nebiler seçti. Onlardan vahiy üzerine söz[30] ve risaletini tebliğ üzerine emanetlerini (emanete riayet edeceklerine dair taahhüt) aldı. İnsanların çoğu Allah'ın kendilerine şart koştuğu sözünü[31] değiştirince, hakkını inkâr edince, Allah'a eşler koşunca,[32] şeytanlar onları Allah'ı tanımaktan alıkoyunca[33] ve Allah'a ibadetten ayrılınca, Allah da onlara elçiler gönderdi ve insanlardan fıtrî sözlerini tutmalarını istemek,[34] insanlara unuttukları nimetini hatırlatmak, davetle hücceti tamamlamak, aklın definelerini ortaya çıkarmak[35] ve onlara kudret ayetlerini göstermek için kesintisiz şekilde nebiler gönderdi. Üstlerinde yüksek bir tavan, altlarında serilmiş bir döşek, hayatlarını sağlayan ihya eden bir rızk, öldüren ecelzaman, ihtiyarlatan zorluklar[36] ve peşpeşe gelen olaylar bu kudret nişanelerindendir.ayetlerindendir."

"Münezzeh olan Allah kullarını gönderilmiş elçilerden, indirilmiş kitaptan, gerekli bir hüccetten ve apaçık doğru yolu göstermekten mahrum bırakmamıştır."[37]

"Öylesine peygamberlerdir ki, sayılarının azlığı ve yalanlayıcılarının çokluğu onları (görevlerini yapmaktan) engellememiştir."

"Kimisi gelip geçmiştir; kendisinden sonra gelecek olanın adı ona bildirilmiştir. Kimisi çıkıp gelmiştir, kendisinden önceki onu tanıtmıştır."[38]

"Böylece asırlar birbiri ardınca geçti,[39] zaman akıp gitti. Babalar gitti, yerine oğullar geçti."

"Ta ki münezzeh olan Allah vaadini yerine getirmek,[40] nübüvvetini tamamlamak ve peygamberlere verdiği sözü tutmak için, alâmetleri meşhur ve doğumu yüce olan Allah'ın Resulü Muhammed'i (s.a.a) gönderdi."

"Yeryüzü ehli o gün çeşitli dinler, dağınık istekler ve farklı yollara yönelmişlerdi. Kimisi Allah'ı yaratıklarına benzetmiş, kimisi isminde ilhada düşmüş (müsemmanın hakikatinde yanılgıya düşmüş), kimisi de başkasına işaret etmişti (şirk koşmuştu)."[41]

"Derken Allah onun vasıtasıyla onları hidayete erdirdi ve konumu bereketiyle onları cehaletten kurtardı."

"Sonra Allah, Muhammed'e (s.a.a) kendine kavuşmayı seçti. Onun için katındakileri beğendi. Ona, dünya yurdundan ayırmakla ikramda bulundu ve onu imtihan diyarından çekip aldı. Sonunda saygıyla onun ruhunu kabzetti ve sizlere nebilerin ümmetlerine bıraktığı şeyleri bıraktı. Çünkü peygamberler, ümmetlerini başıboş bırakmadılar. Apaçık bir yol bırakmadan gitmediler. Bir bayrak dikmeden onları terk etmediler."[42]

Önceki peygamberlerin, kendilerinden sonraki peygamberlerin geleceğini müjdelemeleri, hem o çağda yaşayan nesiller için ve hem de daha sonraki nesiller için fayda sağlar. Çünkü böyle bir müjde gelecek nesillerin gözlerini açar ve onların geleceği müjdelenen peygamberi karşılamaya hazırlıklı olmalarını sağlar. Ayrıca bu müjde onların şüphelerini gidererek güvenlerini ve imanlarınıkuşkusuzluklarını artırır.

Üstelik durumun düzeleceğinden eğer ümitsiz olunup da kalbi yeis doldurursa, bu durum insanı kötülük ve hıyanet kapılarını çalmaya sevk eder. Bu durumdaOysa bozuklukları düzeltecek peygamberlerin geleceği yolundaki müjdeler, bozuklukların düzeltilmesini bekleyen vicdanlardaki ümitsizliği giderir ve onları hayatı sevmeye ve iyilik kapılarını çalmaya yöneltir.

Bunların yanı sıra bu müjdelemeler müminlerin, peygamberlerinein peygamberliğine yönelik imanlarını artırır ve kâfirleri inkârcılıklarından şüphe etmeye sevk eder. Bu şüphe onların peygamberin hakka çağrısı karşısındaki direnişlerini zayıflatır. Bu da onların çağrıyı kabul etmelerine zemin hazırlar.

Şu da var ki, bBu müjdelemeler güvenin oluşmasına yol açtıkları takdirde gelecek peygamberlerden mucize istenmeyebilir. Ayrıca, müjde ile desteklenen peygamberlik kalplere daha kolay girer ve benimsenirmeye daha yakın olur. Üstelik böyle bir müjde insanları beklenmedik bir olay karşısındaki şokun etkisinden uzak tutar, peygamberin çağrısını insanların vicdanlarında garip ve yadırgatıcı bir durum olmaktan çıkarır.[43]

Bunlara ek olarak şu noktayı da vurgulamalıyız ki, bütün peygamberler bir tek çizgi oluştururlar. Buna göre önceki peygamber sonraki peygamberi müjdelediği gibi, sonraki peygamber kendisinden önceki peygambere iman eder. Aşağıdaki incelemede gözden geçireceğimiz deliller ve uygulamalar bir yana, Âl-i İmrân Suresi'nin seksen birinci ayeti bu müjdeleme geleneğinin bütün peygamberler için zorunlu tutulduğunu açık bir dille belirtmiştir.

Peygamberlerin Muhammed B. Abdullah'ın (s.a.a) Elçiliğini Müjdelemeleri

1- Kur'ân-ı Kerim, Hz. İbrahim'in (a.s) Hz. Peygamber'in (s.a.a) geleceğini müjdelediğini açıkça bildiriyor. Hz. İbrahim, Kur’an, Mekke'deki Beytü'l-Haram'dan, Hz. İbrahim’in onun temellerini yükseltmesinden, söz ettikten,   kendisinin ve oğlu Hz. İsmail'in çabalarınındualarının kabul edilmesini dilemesinden ve soylarından olan Müslüman bir ümmetin oluşmasını temenni etmesinden söz ettikten sonra şöyle dediğini açıklıyoriyor: "Rabbimiz! Onlara içlerinden senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek ve onları arındıracak bir elçi gönder. Şüphesiz üstün güçlü ve hikmet sahibi ancak sensin."[44]

2- Kur'ân-ı Kerim, ümmî olan Hz. Peygamber'in (s.a.a) geleceğine ilişkin müjdenin Ahdiatik ile Ahdicedit'te, yani hem Tevrat'ta, hem de İncil'de yer aldığını açık bir dille belirtiyor. Tevrat ile İncil, Hz. Peygamber'in (s.a.a) geldiği ve Kur'ân'ın indiği dönemde elde bulunuyordu. Eğer Hz. Peygamber'in geleceğine ilişkin müjde bu kutsal kitaplarda yer almasaydı, bu kitapların inananları Kur'ân'ın verdiği bu haberi açıkça yalanlarlardı.

Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber'e uyanlar (var ya), işte o peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten men eder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar,. aAğırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir..."[45]

3- Saff Suresi'nin altıncı ayetinde açık bir dille belirtiliyor ki, Hz. İsa (a.s) Tevrat'ı açıkça onayladı ve kendisinden sonra Ahmed ismiyle bir peygamberin geleceğini müjdeledi. Bilindiği gibi Hz. İsa'nın (a.s) bu hitabı sadece havarîlere değil, İsrailoğulları'nın bütününe yönelik olmuştur.

Ehlikitap Son Peygamber'i (s.a.a) Bekliyor

Daha önceki peygamberler, müjdelenen peygamberin sadece genel niteliklerini zikretmekle yetinmediler. Bunun yerine müjdeyi alanların o peygamberi tam olarak tanımalarını sağlayacak belirtileri de zikrettiler. Geleceği müjdelenen peygamberin doğum yeri, hicret edeceği yer, gönderileceği zamanın özellikleri, kendisini tanıtacak belli-başlı belirtiler, davranışlarındaki ve şeriatındaki kendine özgü nitelikleri gibi. İşte bundan dolayı Kur'ân-ı Kerim İsrailoğulları'nın kendilerine, Tevrat'ta ve İncil'de geleceği müjdelenen İslâm Peygamberi'ni, çocuklarını tanıdıkları-bildikleri gibi tanıyıp bildiklerini söylüyor.[46]

Hatta İsrailoğulları (Yahudiler) bu tanımanın pratik ve somut bir sonucu olarak çlarını ortaya koydular: Hz. Peygamber'in nereye hicret edeceğini, devletini nerede kuracağını öğrenerek oraya yerleştiler.[47] Hz. Peygamber'in (s.a.a) peygamber olarak gelmesi ile inkârcılara ve Evs ve Hazrec kabilelerine karşı fetih isteyip zafer kazanacakları ümidini taşıyorlardıumdular. Nitekim Resulullah'tan (s.a.a) Evs ve Hazrec kabilelerini defetmek için yardım dileğinde bulundular.[48] Hz. Peygamber'le ilgili bu haberler onların din adamları ve bilginleri yolu ile kendileri dışındaki toplumlara sızarak Medine'de yayıldı ve Mekke'ye kadar uzandı.[49]

Nitekim Hatta Hz. Peygamber, peygamberliğini ilân ettikten sonra Kureyş kabilesinden bir heyet Hz. Peygamber'in (s.a.a) peygamberlik iddiasının doğruluk derecesini araştırmak amacı ile Medine Yahudilerine gittiler. Orada elde ettikleri bilgiler ışığında Peygamber'i (s.a.a) değerlendirdiler. Bu değerlendirme sonucunda Hz. Peygamber'in iddiasının doğru olduğunu anladılar.[50]

Ehlikitap'tan ve başka inanışlardan birçok kişi bildikleri, tanıdıkları bu belirtilere dayanarak hiçbir özel mucize istemeden Peygamber'e inandılar.[51] Bu müjdelere bazı Tevrat ve İncil’in bazı  nüshalarında günümüzde bile rastlanmaktadır.[52]

Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'in (s.a.a) peygamberliğine ilişkin müjdeler, gerek doğumundan önce, gerekse peygamberlik öncesi hayatı sırasında işte böyle biri birini izledi. Bunlar arasında, onun bereketli peygamberliğinin arifesinde rahip Bahira ile başkalarının verdikleri haberler yaygın şekilde bilinmektedir.[53]

Emirü'l-Müminin Hz. Ali (s.a) bir hutbesindeki şu sözleri ile bu tarihî gerçeğe tanıklık etmiştir: "Ta ki münezzeh olan Allah vaadini yerine getirmek, nübüvvetini tamamlamak ve peygamberlere verdiği sözü tutmak için, alâmetleri meşhur ve doğumu yüce olan Allah'ın Resulü Muhammed'i (s.a.a) gönderdi."[54]

Tabakat-ı İbn-i Sa'd adlı eserde Uteybe'nin kölesi Sehl'e dayanılarak şu bilgi veriliyor: "Sehl, Hureysli bir Hıristiyan olduğunu, annesinin ve amcasının gözetiminde büyüyenverilmiş Hureysli öksüz bir Hıristiyan olduğunu, bir yetim olduğunu ve İncil okuduğunu anlattıktan sonra sözlerine şöyle devam ediyor: 'Amcama ait bir Mushaf'ı alıp okudum. Mushaf'ta ayrı bir kâğıda rastladım; görünce yazısını yadırgadım, ona elimle dokundum ve baktım. Bir de gördüm ki, kağıdın kıvrımları yapışkanla yapıştırılmıştı. Yapıştırıcıyı açınca kâğıtta Muhammed'in (s.a.a) nitelikleri ile ilgili şu açıklamayı buldum: O ne kısa ve ne uzun boyludur, ak tenlidir. İki saç örgüsü vardır. İki omuzu arasında mühür vardır. Çok sadaka verir, fakat sadaka kabul etmez. Eşeğe ve deveye biner. Koyun sağar. Yamalı gömlek giyer. Çünkü böyle yapan kibirlilikten arınmış olur. O da böyle yapar. O, İsmail'in soyundan olup ismi Ahmed'dir."

"Sehl devamla şöyle diyor: Muhammed'i (s.a.a) anlatan yazının bu noktasına geldiğimde amcam geldi. Kâğıdı elimde görünce beni dövdü ve 'Bu kâğıdı niçin açıp okudun?' dedi. Kendisine: 'Burada adı Ahmed olan bir peygamberin nitelikleri anlatılıyor.' dedim. Bana: 'O henüz gelmedi.' karşılığını verdi."[55]


Hz. PEYGAMBERİN BAZI KİŞİLİK ÖZELLİKLERİ

1- Bilgin Ümmî

Hz. Peygamber'in ayrıcalıklarından biri insanlardan olan bir öğretmenin yanında okuma-yazma öğrenmemiş olmasıdır.[56] O bir bilgi ortamında değil, cahil bir toplumda yetişti. Kur'ân'ın açıkladığı bu gerçek[57] hiç kimse tarafından yalanlanmış değildir.

İçinde doğup büyüdüğü kavim en koyu cahillikte olan, ilimden ve eğitimden en uzak bir kavimdi. Hz. Peygamber'in kendisi o dönemi cahiliye dönemi olarak adlandırdı. Bu adlandırmayı ancak bilgili, ilmin, cahilliğin, aklın ve aptallığın ne olduğunu iyi bilen bilgin biri yapabilir.

Bunun yanı sıra o ilme, kültüre, düşünceye ve akıl yürütmeye çağıran, bilginin ve ilmin bütün türlerini içeren bir kitap getirdi. Eşsiz ve çarpıcı bir yöntemle  uyarınca kitabı ve hikmeti öğretmeye koyuldu.[58] Bu çabası sonunda, doğuyu ve batıyı ilimleri ve maarifi ile diriltensarsan, ışığı ve aydınlığı her yana yayılan parıldamaya devam eden benzersiz bir uygarlık kurdu.

Evet, o ümmîdir; okuma-yazmasızdır. Fakat bilgisizlikle, cahiliye saplantılarısı veile, putlara tapıcılıklaanlarla mücadele ederekdiyor. Üstelik her ihtiyaca cevap veren bir mektep, dimdik ve sapasağlam bir dinle ve tarih boyunca insanlığa yön veren meydan okuyan bir şeriatla getirmiştir.önderildi. Buna göre o ilminde, maarifinde, kapsayıcı sözlerinde,in içerikliğinde ve tutarlığında, aklının başatlığında, kültüründe ve eğitim yöntemlerinde başlı başına bir mucizedir.

Yüce Allah onun hakkında şöyle buyuruyor: "Ey insanlar, Allah'a ve ümmî peygamberi olan Resulü'ne -ki o, Allah'a ve onun sözlerine inanır- iman edin ve ona uyun ki, doğru yolu bulasınız."[59] Başka bir ayette ona şöyle buyuruyor: "Allah sana kitabı (vahyi) ve hikmeti indirdi, sana bilemeyeceğin şeyleri öğretti. Allah'ın lütfu sana gerçekten büyüktür."[60]

Evet, yüce Allah Hz. Peygamber'e tüm bu ilimleri vahyettiğini vahyetti, ona kitabı ve hikmeti öğretti. Onu nur, ışık saçan bir çirağkandil, apaçık delil, gözeticitanık, açıklayıcı elçi, güvenilir öğüt verici, hatırlatıcı, müjdeleyici ve uyarıcı bir peygamber kıldıyaptı.[61]

Yüce Allah onun göğsünü açarak kendisini vahyi algılamaya, cahilliğe özgü dar görüşlülüğün ve bencilliğin egemen olduğu bir toplumda doğru yola iletme görevini yürütmeye hazırladı. Böylece o; çağrı, eğitim ve öğretim alanında insanlığın tanıdığı en üstün önder oldu.

Bir cahiliye toplumunun birkaç yıl zarfında hidayet kitabının ve ilim meşalesinin güvenilir bir koruyucusu, güçlü bir savunucusu olması, yozlaştırma ve tahrif etme girişimleri karşısında durması büyük bir gelişme ve müthiş bir devrimdir. Bu devrim bu ölümsüz kitap ile bu okuma-yazmasız rehberin mucizesidir. Öyle bir önder peygamber ki, o cahiliye toplumunda hurafelerden ve masallardan en uzak insandı; ilâhî basiretin nuru varlığının bütün yanları ile onu çepeçevre kuşatmıştı.

2- Allah'a Kulluk Eden İlk Müslüman

Peygamberlik görevini üstlenmeye hazırlıklı olmak amacıyla, kâinatın yaratıcısı ve varlık âleminin yoktan var edicisi olan Allah'a mutlak boyun eğmek, O'nun ulu gücüne ve hikmetinin geçerliliğine tam teslimiyet, tek, ortaksız ve varlığı hiçbir şeye bağımlı olmayan (samed) ilâh karşısında tam ve gönüllü bir kulluk, Allah tarafından seçilencek her insan tarafından aşılması gereken ilk zirvedir. Kur'ân-ı Kerim bu büyük Peygamber'in bu zirveyi aştığınaıp ötesine geçtiğine tanıklık ederek şöyle diyor: "De ki: Rabbim beni doğru yola iletti… Ben Müslümanların ilkiyim."[62]

Bu seçilmişlik bu Müslüman kulun elde ettiği kemal madalyası oldu. Artık kullukta kendisi dışında kalan herkese üstünlük sağlamıştı. Bu örnek kulluk sözlerinde ve davranışlarında somutlaştı. Öyle ki: "Benim göz aydınlığım namazdadır." dedi.[63] Çünkü o sürekli namaz vaktini bekler, Allah'ın huzurunda durmak için şiddetli bir özlem besler ve müezzini Bilâl'a: "Bizi rahatlat, ey Bilâl!" derdi.[64] Ev halkı ile konuşur, onlar da onunla konuşurlardı. Fakat namaz vakti girince o ev halkını tanımaz gibi olurdu., onlar da onu tanımaz gibi olurlardı.[65] Namaz kılarken göğsünden tarak dişlerinin çıtırtısına benzer çıtırtılar işitilirdi.[66] Yine namaz sırasında Allah korkusu ile o kadar çok ağlardı ki, gözyaşları secde ettiği namaz kıldığı yeri ıslatırdı.[67] Ayakları şişinceye kadar namaz için ayakta durardıkılardı. Bunu görenler kendisine: "Allah geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affetmişken neden bu kadar ibadet için zahmete katlanıyorsunsen mi bunu yapıyorsun?" diyenlere de: "Ben şükreden bir kul olmayayım mı?" diye karşılık verirdi.[68]

Şaban ve ramazan aylarının tüm günleri ile her ayın üç gününde oruç tutardı. Ramazan ayı girince yüzünün rengi değişirdi, daha çok namaz kılar ve dualarında tazarru ile Allah'a yalvarıp yakarırdı.[69] Ramazanın son günü gelince de kuşağını bağlar, kadınlardan uzaklaşır, geceleri ihya eder, kendini ibadete verirdi.[70] Dua hakkında: "Dua, ibadetin iliğidir." ve "Dua müminin silâhı, dinin direği, göklerin ve yeryüzünün nurudur." derdi.[71] O sürekli biçimde Allah ile bağlantılı idiolurdu, küçük-büyük her işte, her davranışta yakarma ve dua ile hep Allah'a sığınırdı. Öyle ki, günde yetmiş kez Allah'tan mağfiret diler, günah işlemesi söz konusu olmaksızın günde yetmiş kez tövbe ederdi.[72] Her uykudan uyanışında mutlaka secdeye kapanırdı.[73] Her gün üç yüz altmış kere: "Elhamdu lillahi Rabbi'l-âlemîne kesiren alâ kulli hâl." ("Her durum için âlemlerin Rabbi olan Allah'a çok çok hamdolsun.") diyerek Allah'a hamt ederdi.[74] Kur'ân okumaya çok istekli ve çok düşkündü.

Kendini ibadetle çok yorduğu ve yıprattığı için ibadet temposunu hafifletsin diye Cebrail ona yüce Allah'ın şu mesajı ile inmişti: "Tâ Hâ. Biz bu Kur'ân'ı sana sıkıntı çekesin diye indirmedik."[75]

3- Allah'a Mutlak Güven

Yüce Allah Hz. Peygamber'e (s.a.a) hitaben buyuruyor ki: "Allah kuluna yetmez mi?"[76]

Yine ona hitaben şöyle buyuruyor: "Sen O mutlak galip ve engin merhamet sahibine güvenip dayan. O ki, (gece namaza) kalktığın zaman seni görüyor. Secde edenler arasında dolaşmanı da (görüyor)."[77]

Yüce Allah'ın buyurduğu gibi Hz. Peygamber (s.a.a) Allah'a karşı kayıtsız şartsız güven hâlinde idi.

Cabir b. Abdullah şöyle diyor: "Bir defasında Resulullah (s.a.a) ile birlikte Zâtu'r-Rıka' denen yerde bulunuyorduk. Gölgeli bir ağacın yanına varmıştık. Orayı Peygamber'e bıraktık. O sırada müşriklerden biri Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanına geldi. Peygamber'in kılıcı ağaca asılı idi. Adam kılıcı alıp çekti ve Resulullah'a: 'Benden korkuyor musun?' dedi. Hz. Peygamber: 'Hayır.' dedi. Adam: 'Seni elimden kim kurtarır?' dedi. Peygamber: 'Allah.' dedi. Bunun üzerine kılıç adamın elinden düştü. Resulullah yere düşen kılıcı eline alarak: 'Seni benim elimden kim kurtarır?' dedi. Adam: 'Eline kılıç alanların en iyisi ol.' dedi. Hz. Peygamber: 'Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah'ın resulü olduğuma şahadet eder misin?' dedi. Adam: 'Hayır, şahadet etmem. Fakat seninle hiç savaşmayacağıma ve seninle savaşan bir kavimle beraber olmayacağıma dair sana söz veriyorum.' dedi. Peygamber onu salıverdi. Adam arkadaşlarının yanına dönünce: 'İnsanların en hayırlısının yanından size geldim.' dedi."[78]

4- Üstün Cesaret

Yüce Allah şöyle buyuruyor: "O peygamberler Allah'ın buyruklarını duyururlar ve Allah'tan korkarlar; O'ndan başka hiç kimseden korkmazlar."[79]

Arap süvarilerinin önünde eğildikleri Ebu Talip oğlu İmam Ali'nin (a.s) de şöyle dediği nakledilir: "Savaşın kızıştığı ve tarafların karşı karşıya geldikleri sıralarda, Resulullah'a sığınırdık ve o içimizde düşmana en yakın kişi olurdu."[80]

Sahabîlerden Mikdad, Hz. Peygamber'in Uhud Savaşı'nda Müslüman ordusunun bozguna uğramasından ve Hz. Peygamber'ikendisini yalnız bırakmalarından sonraki Peygamber’in direnişini şöyle anlatıyor: "Onu hak üzere gönderen Allah'a yemin ederim ki, Hz. Peygamber'in (s.a.a) bir karış geriye çekildiğini görmedim. O düşmanla yüz yüze idi. Ashabından bir grubu bazen ona dönüyor, çevresinde toplanıyordu, bazen de çevresinden ayrılıyordu. Onu çatışma duruncaya kadar hep ayakta ya ok, ya taş atarken gördüm.” Sonunda karşı taraftakiler siperlere sığındılar."[81]

5- Benzersiz Züht

Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sakın, kendilerini denemek için onlardan bir kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine göz dikme! Rabbinin nimeti hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir."[82]

Ebu Umame'nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: "Rabbim bana, Mekke vadisini benim için altın yapmayı teklif etti. Ben de dedim ki: Hayır, ya Rabbi. Bunun yerine bir gün karnım doysun, bir gün aç kalayım. Aç kaldığımda sana yalvarır, seni anarım. Karnım doyduğunda ise sana şükür ve hamt ederim."[83]

Hz. Peygamber bir defasında hasır üzerinde uyumuştu. Kalktığında vücudunda sırtında hasırın izi çıkmıştı. Kendisine: "Sana bir döşek hazırlayalım." dediklerinde şu karşılığı verdi: "Benim dünya ile ne işim var, biliyor musunuz? Ben dünyada bir ağacın altında gölgelenmiş ve sonra kalkıp o gölgeyi terk etmiş, hayvan sırtında bir yolcu gibiyim."[84]

İbn-i Abbas diyor ki: "Resulullah (s.a.a) arka arkaya gecelerce aç karınlına yatağa girerdi. Ev halkı da akşamları yiyecek bir şey bulamazdı. Çoğu kere ekmekleri arpa ekmeği olurdu."[85]

Ayşe diyor ki: "Âl-i Muhammed'in bir günde yedikleri iki öğün yemeğin biri mutlaka hurma olurdu."[86]

Yine Ayşe diyor ki: "Resulullah (s.a.a) vefat ettiğinde, savaşlarda giydiği zırh otuz sâ'[87] arpanın karşılığı olarak bir Yahudide rehin idi."[88]

Enes b. Malik'in verdiği bilgiye göre Hz. Peygamber'in (s.a.a) kızı Hz. Fatıma (a.s) bir defasında elinde bir parça ekmekle Resulullah'a geldi. Hz. Peygamber: "Ey Fatıma, bu nedir parçasıdır?" diye sordu. Fatıma: "Bir ekmek parçasıdır. Bu ekmek parçasınıyı sana getirmeden içim rahat etmedi." dedi. Peygamber de: "Bu ekmek parçası üç günden beri babanın ağzına giren ilk yiyecektir." dedi.[89]

Kautade şöyle diyor: "Bir defasında Enes ile beraberdik. O sırada yanında bulunan ekmekçisi şöyle dedi: Peygamber Allah'a kavuşuncaya kadar ne ince öğütülmüş undan bir ekmek ve ne kızartılmış koyun eti yedi."[90]

6- Büyük Cömertlik ve Yumuşak Huyluluk

İbn-i Abbas diyor ki: "Resulullah (s.a.a) hayırda insanların en cömerdi idi. En cömert olduğu dönem ramazan ayı idi... Cebrail her yıl ramazan ayında ona gelirdi... Cebrail ona geldiğinde yağmur getiren rüzgârdan daha cömert olurdu."[91]

Cabir diyor ki: "Peygamber efendimizden hiçbir şey istenmiş değil ki, 'Hayır.' demiş olsun."[92]

Rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.a) bir gün bir elbise tüccarına gidip dört dirhem karşılığında bir gömlek satın aldı. Tüccarın yanından gömleği giyerek çıktı. O sırada ensardan biri ile karşılaştı. Adam: "Ey Allah'ın Resulü, bana bir gömlek giydir, Allah sana bir cennet elbisesi giydirsin." dedi. Hz. Peygamber az önce giydiği gömleği üzerinden çıkararak adama giydirdi. Arkasından yine dükkân sahibinin yanına döndü ve ondan dört dirhem karşılığında bir gömlek satın aldı. Yanında iki dirhem parası kalmıştı. Yolda bir cariye (kadın köle) ile karşılaştı. Kadın ağlıyordu. Peygamber: "Niye ağlıyorsun?" diye sordu. Kadın: "Ey Allah'ın Resulü, dedi, efendimin ailesi, karşılığında un satın alayım diye bana iki dirhem verdi, verdikleri iki dirhem kayboldu." Hz. Peygamber (s.a.a) elinde kalan iki dirhemi kadına verdi. Kadın: "Efendimin ailesi beni döver diye korkuyorum." dedi. Bunun üzerine Resulullah kadın köle ile birlikte yürüyüp efendisinin oturduğu evin kapısına geldi. Selâm verdi. İçerdekiler sesini tanıdılar. Tekrar selâm verdi. Arkasından üçüncü kez selâm vermesi üzerine ancak selâmını aldılar. Hz. Peygamber: "İlk selâmı duymadınız mı?" diye sordu. Evdekiler: "Evet, duyduk. Fakat bize birkaç kez daha selâm vermeni istedik. Anamız, babamız sana fedakurban olsun, sen mutluluk verici bir ziyaretçisin." dediler. Hz. Peygamber: "Bu cariye kendisini döveceğinizden korktu." dedi. Cariyenin efendisi: "Sen onunla beraber geldiğin için o Allah rızası için artık özgürdür." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) onları hayırla ve cennet ile müjdeledikten sonra şöyle dedi: "Yüce Allah o on dirhemi bereketli kıldı. Peygamberine ve ensardan bir adama birer gömlek giydirdi ve geriye kalan para ile bir köle azat etti. Hamdolsun Allah'a. O ki, bunları bize kudreti ile nasip etti."[93]

Hz. Peygamber ramazan ayı girdiğinde bütün esirleri serbest bırakır ve her dilenciye sadaka verirdi.[94]

Ayşe diyor ki: "Allah Resulü (s.a.a) kendisine yapılan hiçbir kötü hareketin intikamını almadı. Yalnız Allah'ın hükümlerinin çiğnenmesine sebep olan hareketler haram kıldığı hareketler müstesna. Hiçbir şeyi asla eli ile dövmedi. Yalnız Allah yolundaki dövmeler hariç. Kendinden istenilen bir şeyi asla reddetmedi. Yyalnız istenen şeyin günah olması durumu müstesna. O, günah olan istekleri karşılamaktan en uzak olan kişi idi."[95]

Ubeyd b. Umeyr diyor ki: "Resulullah (s.a.a) önüne getirilen bütün kötü hareketleri, had gerektirenleri dışında mutlaka affetmiştir."[96]

Enes diyor ki: "Peygamber'e (s.a.a) on yıl hizmet ettim. Bana hiç 'öof' bile demedi. Yaptığım hiçbir işe: 'Bunu niçin yaptın?' demedi. Yapmadığım hiçbir iş için de: 'Bunu niçin yapmadın?' demedi."[97]

Bir defasında bir bedevî Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanına gelerek abasınınhırkasının ucundan şiddetle çekti. Öyle ki, abanınhırkanın astarı boynunda iz bıraktı. Arkasından Hz. Peygamber'e: "Ey Muhammed, yanında bulunan Allah'ın malından bana verilmesini emret." dedi. Hz. Peygamber bedevîye doğru döndü ve güldü, sonra ona bir bağışta bulunulmasını emretti.

Hz. Peygamber (s.a.a) hayatı boyunca affediciliği ve hoşgörüsülüğü ile tanındı... Amcasını öldüren Vahşi'yi bile affetti... Kendisine zehirli koyun getiren Yahudi kadını affetti. Ebu Süfyan'ı affederek evine girilmesini öldürülmemesi için yeterli sebepgerekçesi saydı. Rablerinin emrine karşı gelip ellerindeki bütün imkânlarla ona karşı savaşan Kureyşlileri güven ve iktidarın zirvesindeyken şöyle diyerek affetti: "Allah'ım, kavmimi doğru yola ilet. Çünkü onlar bilmiyorlar... Gidin, serbestsiniz."[98]

Hz. Peygamber'in (s.a.a) büyük yumuşak huyluluğu Kur'ân-ı Kerim'in şu ayetinde gayet veciz bir dille şöyle ifade ediliyor: "Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert, katı kalpli biri olsaydın şüphesiz çevrenden uzaklaşırlardı. Onları bağışla, kendileri için Allah'tan af dile…"[99] Onun ne kadar müşfik ve merhametli olduğu ise şöyle anlatılıyor: "Size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz ağırına gider, size son derece düşkün, müminlere karşı şefkatli ve merhametlidir."[100]

7- Hz. Peygamber'in Hayatı ve Tevazuu

Ebu Said-i Hudrî diyor ki: "Resulullah (s.a.a), evden dışarı çıkmamış utangaç bir kızdan daha utangaçtı. Bir şeyden hoşlanmadığı zaman bu durum yüz ifadesinden anlaşılırdı."[101]

İmam Ali (a.s) diyor ki: "Peygamber'den (s.a.a) yapmak istediği bir şey istenince: 'Evet.' derdi. Fakat kendisinden yapmak istemediği istendiğinde ise susardı. Hiçbir şeye: 'Hayır.' demezdi."[102]

Yahya b. Ebu Kesir'in bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: "Ben her kulun yemek yediği gibi yemek yer, her kulun oturduğu gibi otururum. Ben sadece bir kulum."[103]

Hakkında bize gelen çok yaygın rivayetlere göre o, küçük çocuklara selâm verirdi.[104]

Hz. Peygamber (s.a.a) bir defasında biri ile konuşurken adam titremeye başladı. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) o şöyle dedi: "Sakin ol. Ben bir padişah değilim. Ben kıyılıp kurutulmuş et parçaları yiyen bir kadının oğluyum."[105]

Ebu Umame şöyle diyor: "Peygamber (s.a.a) bir defasında değneğe dayanarak yanımıza geldi. Onun için ayağa kalkmamız üzerine şöyle dedi: Birbirini ululaştıran acemlerin ayağa kalkmaları gibi ayağa kalkmayın."[106]

Hz. Peygamber (s.a.a) sahabîleri ile şakalaşır ve kesinlikle doğru olanı söylerdi.[107] Medine'deki mescidin yapımında sahabîleri ile birlikte çalıştı,[108] bir savaş hazırlığı sırasında hendek kazdı.[109] İnsanların eEn üstün akılalısı sahip olmasına rağmen sahabîleri ile sık sık görüş alışverişinde, istişarede bulunurdu.[110]

O şöyle derdi: "Allah'ım, beni yoksul ve düşkün olarak yaşat, yoksul ve düşkün olarak canımı al ve beni yoksul ve düşkünler lar arasında haşret. En bedbaht kişi, hem dünyada fakir, hem de ahirette azap çekecek olan kişidir."[111]

Bu anlatılanlar Hz. Peygamber'in (s.a.a) kişiliğinin bazı özellikleri, onun ferdî ve sosyal davranışları ile ilgili oldukça özetlenmiş bir tablodur. Onun davranışları, idarî, siyasî, askerî, ekonomik ve ailevî hayatı ile ilgili çok sayıda çarpıcı tablolar vardır ki, bunlardan örnek ve ilham kaynağı olarak yararlanabilmek, bunları uygulayabilmek için derinliğine incelenmesi gerekir. Bu derinliğine incelemeyi önümüzdeki fasıllara bırakıyoruz.



2. BÖLÜM

● Hz. Peygamber'in (s.a.a) Doğumu ve Çocukluğu

● Hz. Peygamber'in (s.a.a) Gençlik Dönemi

● Evliliğinden Peygamber Oluşuna Kadar

 



hz. peygamber'in Doğumu ve Çocukluğu

1- Putperest Toplumun Çöküş Belirtileri

Hz. Peygamber'in (s.a.a) gönderilişi öncesindeki dönemde Arap Yarımadası toplumunda kargaşa ve zulüm kökleşmişti. Toplumda birlik diye bir şey yoktu. Çöldeki hayat karakterinin var ettiği sosyal ve kültürel özellikler, Arap Yarımadası toplumunda göstergeleri beliren çöküş sürecini durdurmak için yeterli değildi. Bu süreçte ortaya çıkan antlaşmalar ve ittifak (birliktelik) girişimleri, sözünü ettiğimiz sosyal çözülme karşısındaki direnişin sosyal göstergesi olmakla birlikte tan başka bir şey değildi. Fakat bu  bu antlaşmaların müttefiklerin sayıca çokluğu toplumda merkezî bir gücün olmadığının delili idi.

Toplumu ayağa kaldırıp erdemli hayata doğru geliştirmeye çalışacak bir düzeltme ve değiştirme hareketinin tarih tarafından zikredildiğine rastlamıyoruz. Sadece bu sosyal çürümeyi ve zulmü reddetme hâlini yansıtan bazı ferdî hareketler gözleniyor. Ki onlar da, az sayıdaki Arap Yarımadası evlâtlarının gösterdiği suçluluktan arınma duygusunda somutlaşıyordu. Bu hareketler Ttoplumu değiştirmeye yönelik etkin bir nazariye veya hareket düzeyine yükselen bir niteliğe sahip olmak yerine, ancak Arap Yarımadası evlâtlarından bazılarının gösterdiği suçluluktan arınma duygusunda somutlaşıyordudeğildiler...[112] Kureyş toplumundaki un çözülme durumu ve ayrılıklar bu söylediklerimizin yeterli bir örneğidir. Bu durumu onların Kâbe'nin inşası üzerindeki anlaşmazlıkları konusunda da görürüz. Oysa Kureyş kabilesi Arap kabilelerinin en güçlüsüydü ve sosyal dayanışma bakımından en üst düzeyde lisi idi. Arap Yarımadası'nda yaşayan Yahudilerin sürekli uyarıları ve korkutmaları ilâhî risaleti ile insanlığı kurtaracak olan bir ıslahatçının ortaya çıkışı ile Yarımada halkına karşı fetih ummaları ve her zaman: "Bir peygamber ortaya çıkacak ve putlarınızı kıracak."[113] demeleri, Arap toplumunda kök salan bu müzmin bir kargaşanın varlığının bir delili olarak zikredilebilir.

2- Hz. Peygamber'in (s.a.a) Atalarının Mümin Olması

Hz. Peygamber (s.a.a) doğumundan itibaren tevhid ilkesine inanan, üstün ahlâklılık ve yüce makamlılık ile onur sahibi landırılan bir aile ortamında yetişti. Meselâ, dedesi Abdulmuttalib'in imanlı bir kişi olduğunu Habeşistan'dan gelen Ebrehe'nin Kâbe'yi yıkma amaçlı saldırısı sırasındaki sözlerinden ve duasından anlıyoruz. Abdulmuttalip bu duasında putlara sığınmadı, bunun yerine Kâbe'nin korunması için Allah'a tevekkül etti.[114] Hatta şöyle söylemek mümkündür: Abdulmuttalip aldığı pekiştirici haberlere dayanarak Hz. Peygamber'in (s.a.a) konumunun ve ilâhî risaletle ilişkili geleceğinin farkında idivarmıştı. Nitekim daha süt emme dönemini yaşayan Peygamber'le (s.a.a) bir yağmur duasına çıkması ve onun vasıtasıyla yağmur talebinde bulunması, ona verdiği olağan dışı önemin göstergesidir. Bunu yapmasının sebebi, onun rızk ve nimet verici Allah katındaki konumunu bildiğini gösterirmesidir.[115] Bunun bir başka kanıtı Abdulmuttalib'in, henüz bebeklik dönemindeki Hz. Peygamber'i dikkatle gözetmesi, onu hiç gözden uzak tutmaması konusunda Ümmü Eymen'i uyarmasıdır.[116]

Hz. Peygamber'in (s.a.a) amcası Ebu Talib'in de aynı tutumda olduğunu görürüz. Bu zat, Peygamber'in (s.a.a) risaletini tebliğ etmesi ve aldığı ilâhî mesajı yüksek sesle duyurması için onu mübarek ömrünün son anlarına kadar korumuş ve desteklemiştir. Bu uğurda Kureyşlilerin eziyetlerine, ambargolarına ve dar vadideki kuşatmalarına katlanmıştır. Bu gerçeği, Ebu Talib'in bir dizi olayda takındığı ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) hayatına zarar gelmemesine olağanüstü derecede özen gösteren tavrından anlıyoruz.[117]

 

Index Next