HiDAYET ÖNDERLERİ
HZ.MUHAMMED (SAA)

İÇİNDEKİLER

 

Back Index Next

 

Hıristiyanlık, insanlık topluluğuna yönelik amaçlarını gerçekleştirmeyip de hatırı sayılır bir etkinliği kalmadığı için bütün şaşkınlık ve sapıklık görüntüleri tüm dünyayı sardı. Bütün insanlar toplumsal karışıklıkların ve şaşkınlığın tutsağı, cahiliyetin oyuncağı oldular. Bu açıdan Bizanslıların durumu rakipleri olan Perslerin durumundan daha az kötü değildi. Arap Yarımadası'nın durumu da bu ikisinden daha iyi değildi. Hepsi birden ateş kuyusunun kenarında idi.

Kur'ân-ı Kerim, o dönemdeki insanlığın hayatına ilişkin trajik bir tabloyu çarpıcı bir üslûp ile anlattığı gibi, Peygamber Ehl-i Beyti'nin ulu önderi Ebu Talip oğlu İmam Ali (s.a) de bu trajik durumu birkaç hutbesinde inceden inceye tanımlamıştır. Bu anlatımlarından biri Hz. Peygamber'in (s.a.a) gönderildiği toplumun durumunu anlatan şu sözlerdir:

"Allah onu, elçilerin gönderilmesine bir süre ara verdikten sonra, ümmetlerin uykularının uzayıp gittiği, fitnelerin alıp yürüdüğü, işlerin darmadağın olduğu, savaşların yayıldığı bir çağda gönderdi. Dünyanın ışığı görünmez olmuştu. Aldatışlar açığa çıkmıştı. O çağda dünyanın yaprağı sararmıştı, meyvesinden ümit kesilmişti. Suyu çekilmiş, hidayet meşaleleri yıpranmıştı. Azgınlık bayrakları dalgalanmaktaydı. Dünya, ehline karşı yüzünü ekşitmiş, kendisini isteyenin yüzüne suratını asmıştı. Meyvesi fitne idi, yemeği leşti, pisti. İçi korku idi, dışı ise kılıçtı."[119]

İnsanlığın içinden geçtiği bu zor ortamda ebedî mutluluk ve onurlu bir hayat müjdeleyen ilâhî bir nur parıldayarak kulları ve ülkeleri aydınlattı. Bu nurun parıldayışı, Hicaz topraklarının üstün keremli Peygamberi Abdullah oğlu Muhammed'in (s.a.a) doğumu ile şereflendiği sırada gerçekleşti. Bu doğum miladî 570 yılına denk gelen Fil Yılı'nda meydana geldi. Hadisçilerin ve tarihçilerin çoğunluğunun kabullerine göre bu mutlu olay rebiyülevvel ayına rastlar.

Doğduğu güne gelince; bunu en doğru bilecek olan Ehl-i Beyti (hepsine selâm olsun) bugünün kesin olarak rebiyülevvel ayının on yedisinin cuma günü, şafağın sökmesinden sonra olduğunu söylüyor. İmamiye Mezhebi'nde yaygın şekilde benimsenen görüş budur. Başka görüşlere göre Hz. Peygamber (s.a.a) yine rebiyülevvel ayının on ikisine rastlayan bir pazartesi günü dünyaya geldi.[120]

Bazı tarih ve hadis kaynaklarının verdikleri bilgilere göre Hz. Peygamber'in (s.a.a) doğduğu gün birçok olağandışı ve şaşırtıcı olay meydana geldi. Meselâ: Pers diyarında tapınma amaçlı olarak yanan ateş söndü. İnsanlar bir dizi değişikliklere depreme şahit oldular. Öyle ki, bir takım u depremlerde kiliseler, manastırlar yıkıldı ve yüce Allah dışında tapılan her şey yerinden oynadı. Kâbe'de dikilen putlar, yüzüstü düştü; büyücüler ve kâhinler ne diyeceklerini, ne yapacaklarını şaşırdılar, işleri konusunda hepsi kör edildiler. Gökte daha önce hiç görünmemiş olan yıldızlar doğdu. Bütün bunlardan daha şaşırtıcısı Hz. Peygamber (s.a.a) dünyaya geldiğin an: "Allahu ekber ve'l-hamdu lillahi kesiren ve subhanellahi bukreten ve asilen (Allah en büyüktür. Allah'a çokça hamdolsun, sabah-akşam Allah'ı noksanlıklardan tenzih ederim)." diyordu.[121]

Hz. Peygamber (s.a.a) iki isimle tanınmıştır. Bu isimler "Muhammed" ve "Ahmed"dir. Bu isimlerin her ikisi de Kur'ân'da geçmektedir. Tarihçilerin verdikleri bilgiye göre Hz. Peygamber'e "Muhammed" adını dedesi Abdulmuttalip verdi. Bu ismi torununa niçin verdiğine ilişkin soruya: "Onun gökte ve yeryüzünde övülmesini istedim." cevabını verdi.[122] Annesi Âmine ise dedesinin isimlendirmesi öncesinde oğluna Ahmed ismini vermişti.

Hz. Peygamber'in (s.a.a) geleceği, İncil'de Hz. İsa'nın (s.a) dilinden müjdelenmişti. Kur'ân'ın haber verdiği bu müjdelemeyi Ehlikitap mensubu âlimler de onaylamışlardır. Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor: "Hatırla ki, Meryem oğlu İsa: 'Ey İsrailoğulları! Ben size Allah'ın elçisiyim. Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek olan Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak geldim.' demişti."[123] Gerek Arap Yarımadası'nın ve gerekse başka yörelerin geleneklerinde bir kişinin iki isimle, iki lakapla ve iki künye ile anılmasının önünde hiçbir engel yoktur.

4- Hz. Peygamber'in Sütannesine Verilmesi

Hz. Peygamber (s.a.a), en çok sevdiği oğlu Abdullah'ı çok genç yaşta kaybetmiş olan dedesi Abdulmuttalib'in en öncelikli meşguliyet konusu olmuştu. Bu yüzden emzirilmesi işinin çözüme bağlanmasını Ebu Leheb'in cariyesi olan Süveybe adlı kadına havale etti. Ondan Hz. Peygamber'i çölde yaşayan Benî Sa'd kabilesine göndermeyi sağlamasını istedi. Bununla, Hz. Peygamber'in (s.a.a) orada bir sütanneden süt emerek Mekke'nin çocukları tehdit eden olumsuz ortamının uzağında temiz bir ortamda büyümesini ve kırsal kesimin çocukları arasında yetişmesini amaçlıyordu. Mekke eşrafının âdeti böyle idi. Yeni doğan çocuklarını sütannelerine verirlerdi. Benî Sa'd kabilesinin sütanneleri ise bu işte şöhret kazanmışlardı. Bu kabile Mekke yakınlarında, Harem-i Şerif civarında yaşayanıyordu. Bbu kabilenin kadınları her yılın belirli bir döneminde Mekke'ye gelerek emzirilecek çocuk ararlardı. Özellikle Hz. Peygamber'in (s.a.a) doğduğu yılda bu arayışları daha ısrarlı bir nitelik kazandı. Çünkü yaşanan yıl bir kuraklık ve kıtlık yılı olduğu için bu kabilenin kadınları Mekke eşrafının yardımına her zamankinden daha çok muhtaç bir durumda idi.

Bazı tarihçiler şöyle bir iddia ileri sürerler: Muhammed yetim olduğu için Benî Sa'd kabilesinin hiçbir sütannesi onu emzirmeye almayı kabul etmiyordu. Sütannelerinden oluşan kafile geri dönmek üzere idi. Her birinin yanında birer süt çocuğu vardı. Süt çocuğu bulamayan tek kadın Ebu Zueyb es-Sa'diyye kızı Halime idi. Bu kadın da diğer sütannesi adayları gibi ilk başta Hz. Peygamber'i (s.a.a) emzirmeye almak istememişti. Fakat emzirecek çocuk bulamayınca kocasına: "Vallahi o yetime gidip onu emzirmeye alacağım." dedi. Kocasının da kabul etmesi üzerine Halime, bu yetim çocuk sebebi ile hayrı ve bereketi bulacağını ümit ederek Hz. Peygamber'e dönüp onu bağrına bastı, bakımını üstlendi uhdesine aldı.[124]

Ama ne var ki, Haşimî ailesinin yüksek konumu ve cömertliği, iyilikseverliği, ihtiyaçlılara ve yoksullara yaptığı yardımlarla ün kazanmış olan dedesinin kişiliği, bu rivayetin iddiayı doğru olmadığını ortaya koyar.boşlukta ve temelden mahrum bırakır.

Üstelik bazı tarihçiler, Hz. Peygamber'in (s.a.a) babasının onun doğumundan birkaç ay sonra öldüğünü kaydederler.[125]

Ayrıca bir rivayette Hz. Peygamber'in (s.a.a) Halime'den başka hiçbir kadının göğsünü emmeyi kabul etmediği belirtiliyor.[126]

Halime diyor ki: "Abdulmuttalip beni karşıladı ve bana: 'Kimsin?' diye sordu. 'Benî Sa'd kabilesinden bir kadın.' karşılığını verdim. Bana: 'Adın nedir?' diye sordu. 'Halime.' dir dedimkarşılığını verdim. Bunun üzerine: 'Ne güzel, ne güzel; saadet ve hilim! Bu iki karekterde bütün zamanların iyiliği ve ile ebedî onur şereflilik vardır.' dedi."[127]

Abdulmuttalib'in yetimini emzirmeye almakla berekete ve hayır artışına kavuşacağını uman Halime'nin bu beklentisi boşa çıkmadı. Rivayet edildiğine göre göğsü boştu, süt akıtmıyorlardı. Fakat Hz. Peygamber'i (s.a.a) emzirir emzirmez göğsü doldu ve süt akıtmaya başladı.

Halime diyor ki: "Resulullah'ı (s.a.a) yanımıza alınca geçimimizde ve malımızda bolluk ve hayır bulduk. Öyle ki, kıtlıktan ve geçim sıkıntısından sonra varlıklı hâle geldik."[128]

Abdulmuttalib'in torunu, Halime'nin ve kocasının himayesinde Benî Sa'd kabilesinin kırlarında yaklaşık beş yıl geçirdi. Bu beş yıl içinde iki yılının dolması ile sütten kesilmesi sırasında ailesinin yanına döndü. Bu çocukta iyiliği ve hayrı bulan sütannesi Bbu dönüşe sütannesinin istemezliğine rağmen gerçekleştirazı değildi. Çünkü kadın bu çocukta iyiliği ve hayrı bulmuştu. Aynı şekilde Hz. Peygamber'in annesi de onun Mekke'den uzak bir yere bir an önce geri dönmesini şiddetle istiyordu. Çünkü Mekke'de hastalıklara yakalanabileceğinden korkuyordu. Dolayısıyla sütannesi sevinç içinde tekrar ona kavuştu.

Rivayet edildiğine göre, sütannesi bir takım düşmanlardan kötü ellerden korktuğu için onu ikinci kez Mekke'ye getirdi. Çünkü Habeşistan'dan Hicaz bölgesine gelen bir grup Hıristiyan ısrarla onu yanlarına alıp Habeşistan'a götürmek istemişlerdi. Zira onda geleceği vaat edilen peygamberin belirtilerini bulmuşlardı. Böylece onu himaye etmenin şerefine ve ona uymanın itibarına kavuşmayı düşünüyorlardı.[129]

5- Hz. Peygamber'in (s.a.a) Hürmetine Adı İle Yağmur Talebinde Bulunulması

Tarihçiler Hz. Peygamber'i (s.a.a) vesile kılarak yapılan yağmur dualarına işaret ederler. Bu gelişme Hz. Peygamber'in hayatında birkaç kez görüldü. Bu uygulamalara dedesi Abdulmuttalib'in ve amcası Ebu Talib'in hayatlarında onun süt çocukluğu ve delikanlılık dönemlerinde başvuruldu. Birinci uygulama şöyle oldu: Mekke şehri büyük bir kuraklıkla karşılaşmıştı. Şehrin semaları iki yıl boyunca bulut görmemişti. İşte o günlerin birinde Abdulmuttalip, oğlu Ebu Talib'e torunu Muhammed'i (s.a.a) getirmesini emretti. Ebu Talip de bu emir üzerine süt emen beşikteki olan Muhammed'i Abdulmuttalib'in bulunduğu yere getirdi. Dede Abdulmuttalip küçük çocuğu elleri üzerine alıp yüzünü Kâbe'ye döndü. Torununu göğe doğru tutarak: "Ey Rab, bu çocuğun hakkı için" diye duaya başladı. Bu sözü birkaç kez tekrarladıktan sonra: "Bizi bol, sürekli ve gürül gürül bir yağmurla suya kandır." diyerek duasına devam etti. Aradan az bir süre geçer geçmez gökyüzünü bulutlar sardı ve bardaktan boşalır gibi bir yağmur başladı. Yağmur o kadar şiddetli oldu ki, insanlar Kâbe'nin yıkılacağından korktular.[130]

Hz. Peygamber'e (s.a.a) dayanılarak yapılan yağmur duası bir süre sonra ikinci kez tekrarlandı. Bu defa Hz. Peygamber (s.a.a) küçük bir çocuk idi. Dedesi Abdulmuttalip onu alıp Ebu Kubeys tepesine çıkardı. Beraberinde Hz. Peygamber (s.a.a) hürmetine sayesinde yapılan duanın kabul edilmesini temenni eden Kureyş ileri gelenleri de vardı. Ebu Talip şu beyitlerle başlayan bir kasidesi ile bu olaya işaret etmişti:

"Babamız insanların şefaatçisiydi, onunla kandıkları zaman / yağmura. O kavmineİnsanlar erken gürleyip  erken yağan bulut kabaran bir deniz görmüş gibiydiler.

Biz -kurak senelerdeydik- şefaatçimiz kalktı / Mekke'de duaya ve sular coşarak akmaya başladı."[131]

Tarihçilerin kaydettiklerine göre Kureyşliler bir defasında Ebu Talip'ten kendileri için yağmur duası yapmasını istediler. Ebu Talip bu istek üzerine Hz. Peygamber'in (s.a.a) elinden tutarak Mescidü'l-Haram'a çıktı. Hz. Peygamber henüz genç bir delikanlı idi. O, bulut arkasında çıkan bir güneş gibi idi. Ebu Talip Hz. Peygamber'i (s.a.a) vesile ederek Allah'a dua edince, gökyüzünü bulutlar kapladı ve gürül gürül yağmur yağmaya başladı. Vadiler sel gibi aktı ve herkes sevince boğuldu. Ebu Talip, daha sonra Kureyşlilerin Hz. Peygamber'e (s.a.a) ve onun kutsal ilâhî çağrısına yönelik ısrarlı düşmanlıkları doruğa çıkınca bu kerameti şöyle hatırlattı:

"Beyaz yüzlüdür, yüzü suyu hürmetine bulutlardan yağmur istenir. / Yetimlerin baharı, dulların sığınağıdır.

Benî Haşim'in çaresizleri ona sığınır. / Onun gölgesinde, saadet ve nimet içindedirler."[132]

Bütün bunlar Hz. Peygamber'in (s.a.a) iki önemli koruyucuları olan dedesi ile amcasının katıksız şirkten uzak tevhid ilkesine bağlı ve yüce Allah'a iman etmiş kimseler olduklarını ifade eder. Başka hiçbir şey olmasa bile bu iki tavır ve tutum onlar için övünç ve onurlanma sebebi olarak yeterlidir. Bunlar şunu da kanıtlar ki, Hz. Peygamber (s.a.a) İbrahim Peygamber'den gelen haniflik ilkesinin ve Allah'ı bir bilmenin inanç olarak egemen olduğu bir aile içinde doğup büyümüştür.

6- Annesi Âmine İle

Hz. Peygamber (s.a.a), babasının ölümünden sonra hayatta kalan müşfik annesinin gözetiminin tadını uzun süre tadamadı. Annesi, sevgili kocasını kaybetmişliğin tesellisi olacak olan Abdullah'ın bu yetimini büyütmeyi bekliyordu. Fakat ölüm ona bu fırsatı vermedi. Rivayet edildiğine göre sütannesi Halime, beş yaşındayken Hz. Peygamber'i (s.a.a) ailesinin yanına getirdi. Annesi Âmine o sırada Peygamber'i yanına alıp sevgili eşinin mezarını ziyarete gitmek istedi. Bu vesile ile Hz. Peygamber de Yesribli (Medineli) Benî Neccar kabilesinden olan dayılarını görebilecek, bu yolculuk sırasında onlarla tanışabilecekti. Fakat bu yolculuk Hz. Peygamber (s.a.a) için başka bir üzüntü kaynağı oldu. Çünkü içinde babasının ölüp defnedildiği evi ziyaret ettikten sonra geri dönüş yolunda Ebvâ denen yerde annesini kaybetti. Denebilir ki, Hz. Peygamber'in (s.a.a) küçük yaşta üst üste acı olaylar yaşaması, yüce nefsinin gelişimi ve tekâmülü için Allah'ın takdiri ile atılmış hazırlayıcı ık adımlar olmuşlardı.

Ardından Âmine'nin ölümünden sonra Ümmü Eymen, anne Âmine'nin ölümünden sonra geriye kalan mallarını ve devesini de yanına alarak Hz. Peygamber (s.a.a) ile birlikte Mekke'ye doğru yolculuğuna devam etti. Amacı onu, torununa çok düşkün olan dedesi Abdulmuttalib'e teslim etmekti.[133]

7- Dedesi Abdulmuttalip İle

Hz. Peygamber (s.a.a) dedesi Abdulmuttalib'in kalbinde hepsi de Mekke vadisinin ileri gelenleri olan oğullarından ve torunlarından hiçbirinin sahip olamadığı öncelikte bir yere sahipti. Rivayet edildiğine göre Abdulmuttalip Kâbe'nin avlusunda kendisi için özel olarak seçilen yaygı üzerinde otururdu. Kureyş’ın ileri gelenleri, eşrafı ve oğulları çevresini sarardı. O sırada gözü torunu Muhammed'e (s.a.a) ilişince yanına gelmesi için ona yol açılmasını emreder ve gelince onu kendisi için özel olarak seçilmiş olan o yaygı üzerinde yanı başında oturturdu.[134] Kureyş kabilesinin ileri geleni ve büyüğü tarafından gösterilen bu ilgi, kendini bildiği günden itibaren dikkatleri çeken yüksek ahlâkına ek olarak onun Kureyşlilerin gönüllerindeki değerini yükseltmişti.

Kur'ân-ı Kerim, Hz. Peygamber'in (s.a.a), Rabbinin gözetimi altında geçirdiği bu yetimlik dönemine işaret ederek şöyle diyor: "O, seni yetim bulup barındırmadı mı?"[135] Yetimlik dönemi normal olarak insanın kişilik yapısını geliştirir, onu olgunluğa ve kendine güvenli olmaya hazırlar, karşılaşılacak sıkıntılara ve nâhoş olaylara karşı tahammüllü ve sabırlı olmayı sağlar. İşte yüce Allah seçeceği peygamberini gelecekteki görevini taşıyacak güce sahip olmak için böyle hazırladı, ona gelecekteki görevini taşıyacak güce ulaşmayı, olgun ve kâmil olmasını gerekli kılan büyük risaleti omuzlayacak yeterlikte olmayı bağışladı. Hz. Peygamber'in (s.a.a) kendisi bu gerçeği şöyle ifade ediyor: "Rabbim beni eğitti ve o eğitimimi çok güzel yaptı."[136]

Hz. Peygamber (s.a.a) sekiz yaşına bastığında üçüncü bir acı ile sarsıldı. Bu acı, büyük dedesi Abdulmuttalib'in ölümü idi. Dedesinin ölümü üzerine duyduğu üzüntü, annesinin ölümü üzerine duymuş olduğu üzüntüden daha az olmamıştı. Öyle ki, dedesinin cenazesini son istirahatgâhı olan mezarına kadar izlerken hüngür hüngür ağlamıştı. Dedesinin hatırası hiçbir zaman aklından çıkmadı. Çünkü kendisine çok güzel bakmıştı ve onun peygamber olacağını biliyordu. Nitekim rivayet edildiğine göre, henüz emekleme çağında bir bebek iken Peygamber'i yanından uzaklaştırmak isteyen birine: "Oğlumu bırak, ona mülk gelmiştir." dedi.[137]


GENÇLİK DÖNEMİ

1- Ebu Talib'in Hz. Peygamber'in (s.a.a) Gözetimini Üstlenmesi

Abdulmuttalip, torunu Muhammed'in (s.a.a) bakımını oğlu Ebu Talib'e havale etmesi onun tiğinde torununa yönelik ilgisinin bir belirtisidir. devam etmiştir. Çünkü Ebu Talib'in, yeğeninin bakımını en iyi şekilde yerine getireceğini biliyordu. Ebu Talip gerçi fakir idi; fakat Kureyşliler arasında, kardeşleri içinde en saygın ve ayrıcalıklı konuma sahipti. Üstelik Ebu Talip Hz. Peygamber'in babası Abdullah'ın ana-babası bir kardeşi idi. Bu da onunla Hz. Peygamber (s.a.a) arasındaki bütünlük, şefkat ve sevgi bağlarını güçlendiren bir unsurdu.

Ebu Talip, babası tarafından uhdesine verilen bu sorumluluğu iftiharla ve şerefle kabul etti. Bu sorumluluğunda saygın eşi Esed kızı Fatıma onun yardımcısı idi. Karı-koca, ikisi birlikte Muhammed'in beslenmesini ve giyimini kendilerinin ve öz evlâtlarının aynı türden ihtiyaçlarının karşılanmasına tercih ediyorlardı. Hz. Peygamber de amcasının bu eşinin ölümü üzerine: "Bugün annem öldü!" derken bu gerçeği ifade etmek istemiştir. Ardından Resulullah (s.a.a) ona kendi gömleğini kefen olarak sarmış ve defninden önce lahdine uzanıp yatmıştı.

Abdulmuttalib'in ölümünden itibaren Ebu Talib'in Hz. Peygamber'i (s.a.a) korumakla ilgili zor görevi başladı. O, onu çocukluğundan başlayarak malı ile, canı ile, itibarı ile koruyor, yaşadığı süre boyunca onu eli ve dili ile destekliyordu. Böylece Muhammed (s.a.a) büyüdü ve peygamberlik görevini alarak risaletini yüksek sesle ilân etti.[138]

2- İlk Şam Seferi

Kureyşlilerin âdetlerinden biri her yıl Şam'a ticaret maksadlı bir yolculuk düzenlemektiile Şam'a gitmekti. Çünkü ticaret kazanç elde etmenin başta gelen kaynağı idi. Ebu Talip de bu yolculuklarından birine çıkmaya karar verdi. Karar verirken Hz. Peygamber'i (s.a.a) yanında götürmeyi düşünmemişti. Çünkü onun adına yolculuğun zorluklarından ve çölü aşmanın tehlikelerinden korkuyordu. Fakat yola çıkacağı sırada kararını değiştirdi. Çünkü yeğeninde kendisi ile beraber gitme yönünde büyük bir ısrar gördü. Amcasından ayrılacağı için yüzünü ekşitmiş ve gözlerinden yaş dökülmeye başlamıştı. Hz. Peygamber'in (s.a.a), amcası ile birlikte çıktığı bu yolculuk Şam'a yaptığı ilk yolculuktu. Hz. Peygamber bu yolculuk sırasında çöl boyunca yolculuk yapmanın nasıl bir şey olduğunu ve kervanların güzergâhlarını, hangi yollardan yolculuk yaptıklarını öğrendi.

Bu yolculuk sırasında ünlü rahip Buheyraahîra, Hz. Peygamber'i (s.a.a) görüp onunla buluştu. Rahip, Peygamber'de Hz. İsa (a.s) tarafından geleceği müjdelenen son peygamberin belirtilerini tespit etti. Zira bu rahip Tevrat'ın, İncil'in ve son peygamberin geleceğini müjdeleyen diğer kaynakların içeriklerinden haberdardı. Bu tespit üzerine Hz. Peygamber'i Mekke'ye geri götürmesini ve onu Yahudilerin suikastından korumasını Ebu Talib'e tavsiye etti.[139] Ebu Talip de rahibin sözlerini dikkate alarak tam bir tedbir içerisinde yeğeni Muhammed'le (s.a.a) birlikte Mekke'ye döndü.

3- Koyun Çobanlığı

Ehl-i Beyt İmamlarından (hepsine selâm olsun), Hz. Peygamber'in (s.a.a) çocukluğunda koyun çobanlığı yaptığına dair bir bilgi bize ulaşmamıştır. Fakat İmam Cafer Sadık'tan (a.s) nakledilen bir hadiste genel olarak bütün peygamberlerin bir süre çobanlık yaptıkları bildirilmekte ve bunun hikmeti açıklanmaktadır. Söz konusu hadiste şöyle deniyor: "Yüce Allah'ın gönderdiği hiçbir peygamber yok ki, onu koyun gütme ile görevlendirmemiş olsun. Bu yolla ona insanları idare etmeyi öğretiyor."

Peygamberlerin bir dönem çiftçilik ve çobanlık yapmaları konusunda İmam Sadık'ın (s.a) ayrıca şu sözleri de rivayet edilmiştir: "Peygamberlerin gökten gelen hiçbir şeyi hoşnutsuzlukla karşılamamaları için yüce Allah onların çiftçilik ve çobanlık yapmalarını yararlı görmüştür."[140]

Başka bir rivayete göre ise İmam (a.s): "Resulullah (s.a.a), kesinlikle hiç kimsenin ücretli işçisi olmamıştır."[141] buyurmuştur.

Bu rivayet, Hz. Peygamber'in ücret karşılığında Mekkelilerin koyunlarının çobanlığını yapmadığının kanıtıdır. Oysa bazı tarihçiler Sahih-i Buharî'de yer alan bir hadise dayanarak Hz. Peygamber'in (s.a.a) [ücret karşılığında] Mekkelilerin koyunlarının çobanlığını yaptığını ileri sürmüşlerdir.[142]

Hz. Peygamber'in (s.a.a) çocukluğunda veya gençliğinin başlarında koyun çobanlığı yaptığı kesinlik kazanırsa şayet, bunu İmam Sadık'tan (a.s) gelen hadiste belirtilen gerekçe ile açıklayabiliriz. İmam'ın belirttiği gerekçe, Hz. Peygamber'i yüce mertebeye çıkmasında etkiliarmaya elverişli faaliyetlerle meşgul etmek sûretiyle Kur'ân'daki: "Sen kesinlikle yüce bir ahlâk üzeresin."[143] nitelemesinde kastedilen yüce kemale hazırlamaktır. O yüce kemal mertebesi ki, sahibinin halkı gözetmesini, onları eğitmesini, onlara doğru yolu göstermesini ve kendilerini o yola yöneltmenin zorluklarına katlanmasını gerektiren ilâhî risaletin yükünü taşımaya hazırlanmasını sağlar.

4- Ficar Savaşları

Araplar arasında kan dökmenin yasak olduğu aylarla ilgili savaşma yasağının çiğnendiği birkaç savaş meydana geldi. Bu savaşlara Ficar Savaşları adı verildi.[144]

Bazı tarihçilerin iddiasına göre Hz. Peygamber (s.a.a) bu savaşların bazılarında hazır bulundu ve o savaşlara şu veya bu şekilde katıldı. Fakat araştırmacı bir ilim adamı bu iddiayı şüphe ile karşılıyor ve şüphesini şu sebeplere bağlıyor:

1- Hz. Peygamber'in yaşı ilerledikçe kişiliğinin parlaklığı artıyordu. O diğer Haşimoğulları gibi üstün yiğitliği ile tanınmıştı. Fakat bütün bunlar onların zulüm, fesat ve iç karışıklık içeren bir savaşa katıldıkları anlamına gelmez. Nitekim rivayete göre Haşimoğulları'nın hiçbir mensubu bu savaşlara katılmadı. Ebu Talip, kabilesinden herhangi bir kimsenin bu savaşlarda yer almasını, "Bu savaşlar zulüm, saldırganlık, akrabalık bağlarını çiğnemek, haram ayı helâl saymaktır. Ben ve ailemin herhangi bir ferdi bu savaşlara katılmayacak." diyerek yasaklamıştır.[145] Ayrıca Abdullah b. Cud'an ile o sırada Kureyş ve Kenane kabilelerinin önderi olan Harb b. Umeyye: "Haşimoğulları'nın katılmadığı bir işte biz de yokuz!" diyerek bu savaşlardan çekilmişlerdir.[146]

2- Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu savaşlarla ilgili fonksiyonu hakkında farklı rivayetler vardır. Bir rivayete göre onun bu savaşlardaki rolü sadece amcalarına, karşı tarafa atılacak taşlar sağlamaktan, düşmanlarının attığı taşlara karşılık vermekten ve amcalarının kumanyalarına bekçilik etmekten ibaretti.[147] Başka bir rivayette onun bu savaşlarda karşı tarafa birkaç ok attığı ileri sürülmüştür. Üçüncü bir rivayete göre Hz. Peygamber çocuk yaşta bir delikanlı olmasına rağmen meşhur okçu [veya yaşlılarla alay eden] Ebu'l-Bera'ı mızrakla attan yere düşürdü.[148] OysaKaldı ki, Arapların genç bir delikanlının çatışmalara, savaşlara girmesine izin verip vermediklerini de bilmiyoruz.[149]

5- Hilfu'l-Fudul (Erdemliler Paktı)

Kureyş kabilesi Ficar Savaşları'ndan sonra zayıflığının ve bünyesinde beliren görüş ayrılıklarının farkına vardı. Bunun sonucunda artık eskisi gibi güçlü ve saldırılmaz olarak algılanmadığı için Arapların saldırgan arzularının hedefi olmaktan korkmaya başladı. Bu düşünce ile Zübeyr b. Abdulmuttalip, Hilfu'l-Fudul adlı bir pakt oluşturma çağrısı yaptı. Bu çağrı üzerine Haşimoğulları, Zuhreoğulları, Temimoğulları ve Esedoğulları Abdullah b. Cud'an'ın evinde toplandı. Toplantıya katılanlar ellerini Zemzem Suyu'na daldırarak zulme uğrayanlara yardım edeceklerine, geçim sıkıntısı çekenlere el uzatacaklarına, kötülükten sakındıracaklarına dair anlaştılar.[150] Bu anlaşma cahiliye döneminin en şerefli anlaşması idi. Hz. Peygamber (s.a.a) de bu anlaşmanın yapıldığı toplantıya katıldı. O sırada yirmi yaş civarında idi.[151] Öyle ki, peygamber olduktan sonra bile bu anlaşmayı övdü ve onu şu sözlerle onayladığını belirtti: "İbn-i Cud'an'ın evinde katıldığım anlaşma benim için kırmızı develerden daha sevgili ve değerlidir. Eğer İslâm döneminde böyle bir anlaşma toplantısına çağrılsam, o çağrıyı kabul ederdim."[152]

Bir görüşe göre bu anlaşmaya Hılfu'l-Fudul adının verilmesinin sebebi bu toplantıya katılanlar içindeki üç kişinin adlarının ("fudul" kelimesinin mastarı olan) "fadl" kökünden türemiş kelimeler olmasıdır. Rivayet edildiğine göre bu anlaşmanın yapılmasına şu olay sebep oldu: Zubeyd veya Benî Esed b. Huzeyme kabilesinden bir kişi zilkade ayında Mekke'ye bir ticaret malı getirdi. Bu malı ondan As b. Vail es-Sehmî satın aldı. Fakat aldığı malın bedelini adama ödemedi. Bunun üzerine adam, müşteriyi Kureyş kabilesine şikâyet ederek malının geri verilmesinin sağlanmasını istedi. Fakat Kureyşli müttefikler As b. Vail'e karşı Zubeyd kabilesine mensup olan mal sahibine yardım etmeye yanaşmadıkları gibi onu azarladılar. Zubeyd kabilesinden olan adam gördüğü bu kötü muamele üzerine Ebu Kubeys Dağı'na çıkarak yardım isteme çığlığı attı. Bu çığlığı işiten Zübeyr b. Abdulmuttalip harekete geçerek sözü edilen anlaşmanın yapılması yolunda çağrı yaptı ve böylece bu anlaşma yapıldı. Anlaşma yapıldıktan sonra toplantıya katılanlar hep birlikte As b. Vail'e giderek dâva konusu ticaret malını geri alıp sahibine verdiler.[153]

6- Hatice'nin Malları ile Ticaret

Hz. Peygamber'in (s.a.a) kişiliği Mekke toplumunda parlamaya başlamıştı. Çünkü sahip olduğu yüksek ahlâk, yüce ciddiyet ve gayret, güvenirlik ve doğru sözlülük gibi erdemleri herkesin dikkatini çekmişti. Dolayısıyla insanların kalbinde büyük bir sevgi ekseni durumuna gelmişti.plerinin çekim merkezi olmaya başlamıştı. Kaldı ki o, temiz bir ailenin evlâdı idi. Fakat yoksulluk Ebu Talib'in yakasını bırakmıyordu. Bu yüzden Hz. Peygamber'in (s.a.a) de içinde yaşadığı bu ailenin sorumlusu sıfatı ile Ebu Talip, yirmi beş yaşına giren bu saygın yeğenine Hatice b. Huveylid'in mallarını ortak sıfatı ile satma girişiminde bulunmayı teklif etti. Ebu Talip, Hatice'ye koşarak bu meseleyi açınca kadın büyük bir sevinç içinde teklifi hemen kabul etti. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.a) hakkında olumlu bir izlenime sahipti. O nedenle de Hz. Peygamber'e, mallarının ticareti için yolculuk yapan diğer insanlara verdiğinin iki katını verdi.[154]

Hz. Peygamber (s.a.a) böylece Şam'a doğru yola çıktı. Yolculuğunda Hatice'nin kölesi Meysere yardımcısı idi. Güzel huyu ve ince duyguları sayesinde Meysere'nin sevgisini ve saygısını kazanmayı başardı. Ayrıca güvenirliği ve zekâsı sayesinde yaptığı alışverişten en büyük kârı elde etmeyi becerdi. Yine bu yolculuğu sırasında bazı çarpıcı kerametleri görüldü. Kervan Mekke'ye dönünce Meysere, gördüklerini ve işittiklerini Hatice'ye anlattı.[155] Kölenin anlattıkları Hatice'nin Hz. Peygamber'e (s.a.a) daha fazla önem vermesini, ilgi duymasını sağladı ve onu Hz. Peygamber'le (s.a.a) evlenmeye teşvik etti.

Bazı tarihçiler Hz. Hatice'nin Resulullah'ı mallarının ticaretini yapması için ücret karşılığında tuttuğunu ileri sürmüştür. Oysa Yakubî, en eski ve güvenilir kaynaklardan biri olan tarih kitabında inde bu konuda şöyle diyor: "Hz. Hatice'nin Hz. Peygamber'i (s.a.a) ücretle tuttuğu şeklindeki insanların sözlerinin aslı yoktur. O asla hiç kimsenin ücretlisi olarak çalışmadı."[156]

Nitekim İmam Hasan Askerî'nin (s.a) verdiği bilgiye göre babası İmam Hadi (s.a) şöyle buyurmuştur: "Resulullah, Huveylid kızı Hatice'nin kâr ortağı olarak ticaret amacı ile Şam'a giderdi."[157]


EVLİLİKTEN PEYGAMBERLİĞE KADAR

1- Kutsal Evlilik

Hz. Peygamber (s.a.a) gibi kişiliği ile herkesten e karşı üstünlük kuran olan bir kişinin kendisine münasip, büyük amaçları ve değerleri ile uyum sağlayacak olan, kendisi ile beraber cihat yolculuğunu ve sıkıntılarla dolu çabasını sürdürecek, zorluklarına ve meşakkatlerine sabredecek bir kadın ile evlenmesi gerekirdi. O günlerde Hz. Peygamber'e (s.a.a) ve sözünü ettiğimiz göreve uygun düşecek Hatice'den başka bir kadın yoktu. Bu birlikteliği yüce Allah'ın dilemesi sonucunda, Hz. Hatice'nin kalbi bütün duyguları ile Hz. Peygamber'e yöneldi ve onun yüce şahsına bağlandı. Hz. Hatice (r.a) Kureyş kabilesinin en şerefli, en zengin ve en güzel kadınlarından biri idi. Cahiliye döneminde "temiz hanım" ve "Kureyş'in hanımefendisi" gibi nitelemeler ile anılırdı. Kabilesinin bütün erkekleri onunla evlenmek için güçlü bir arzu içinde idiler.

Hz. Hatice'ye Kureyş kabilesinin önde gelen erkekleri talip oldu. Tekliflerini kabul etmesi için ona maddî vaatler sundular. Fakat o bu tekliflerin hepsini reddetti.[158] Çünkü meseleleri ölçüp tartan üstün bir akla sahipti. Fakat Hz. Peygamber'i (s.a.a) seçti. Çünkü onda asalet, üstün bir seçkinlik ve yüce ahlâk, erdemli meziyetler ve yüce değerlerin toplu olduğunu  gördü. Bu yüzden onun yücelik alanına girmeyi isteyerek kendini ona eş olmak istediarz etti.

Tarihî kaynakların ağırlıkla verdikleri bilgiye göre evlenme arzusunu ilk ortaya koyan taraf Hz. Hatice oldu. Bu arzu üzerine Ebu Talip, ailesini ve birkaç Kureyşliyi yanına alarak Hz. Hatice'yi o sırada velisi olan büyüğünden istemeye gitti. Bu veli, Hatice'nin amcası Amr b. Esed idi.[159] Ağırlıkla kabul edilen görüşe göre bu olay Resulullah'ın (s.a.a) peygamber olmasından on beş yıl önce gerçekleşti.

Ebu Talip bu evlenme teklifi dolayısıyla yaptığı konuşmanın bir bölümünde şöyle dedi: "Şu Beytullah'ın Rabbine hamdolsun. O Rab ki, bizi İbrahim'in çocuklarından kıldı ve İsmail'in soyundan türetti ve bizi güvenli bir hareme yerleştirdi. Bizi insanlar üzerine hükümdar kıldı. Bize içinde yaşadığımız bu beldeyi bereketli ve kutsal yaptı… Görmüş olduğun bu kardeşimin oğlu, kendisi ile ölçüleceği her Kureyşli erkekten mutlaka daha değerlibaskın, karşılaştırılacağı başka her erkekten mutlaka üstündür. Her ne kadar malı-mülkü az ise de ahlâk yönünden hiç kimse ona denk gelemez. Mal-mülk gelip geçici bir nasip, kaybolmaya mahkum bir gölgedir. Bu yeğenimde Hatice'ye karşı bir arzu olduğu gibi, Hatice'nin de ona karşı bir arzusu vardır. Hatice'nin rızası ve emri ile onu senden istemeye geldik. Mihir malı, hemen verilecek olanı ile sonraya kalacak olanı dahil olmak üzere benim yükümlülüğümdedir... Şu Beytullah'a yemin ederim ki, bu yeğenimde büyük bir nasip, yaygın bir inanç ve olgun bir görüş vardır."[160]

Fakat Hatice daha sonra belirlenen mihri kendi malından tazmin etti. Bazı kimselerin: "Ne acayip şey! Mihir erkeklerin kadınlara karşı bir yükümlülüğüdür." demeleri üzerine kızan Ebu Talip şöyle dedi: "Benim bu yeğenim gibi oldukları takdirde erkekler en yüklü paralar ve en büyük mihirlerle talip olunurlar. Ama eğer evlenecek erkekler sizin gibi olurlarsa ancak pahalı mihirlerle evlenebilirler."

Bazı kaynaklarda, Hz. Hatice'nin mihrinin Hz. Peygamber'in (s.a.a) kendisi tarafından karşılandığı kaydedilir. Bu görüşü kabul etmenin bir sakıncası yoktur. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.a) Hatice'ye verilen mihri Ebu Talip aracılığı ile karşılaması mümkündür. Hz. Peygamber (s.a.a) insanların kalplerinde ne kadar yüksek bir konumu olduğunu ve Haşimoğulları'nın ne kadar şerefli ve üstün bir derecenin sahibi olduklarını Ebu Talib'in evlenme teklifi sırasındaki konuşmasından anlamamız mümkündür.

Hz. Hatice'nin Hz. Peygamber'le (s.a.a) Evlenmeden Önceki Hayatı

Hz. Hatice, şeceresi çok eski tarihlere varan, güzel anıya, üstün ahlâka sahip ve Halil İbrahim'in (a.s) dini olan Hanif dine eğilimli bir aile ortamında doğdu. Babası Huveylid, Hacerü'l-Esved'i Yemen'e taşımak isteyen Yemen hükümdarına karşı çıktı. İnancını ve dinî sembolleri savunmakta kararlı bir kimse olduğu için hükümdarın çok sayıda destekleyicisinin olması onu yıldırmadı. Hz. Hatice'nin dedesi Esed b. Abduluzza, haksızlığa uğrayanları destekleme temeline dayanan Hılfu'l-Fudul Antlaşması'nın önde gelen katılımcılarındandı. Bilindiği gibi Hz. Peygamber (s.a.a) bu antlaşmanın önemini vurgulamış ve dayanağını oluşturan değerleri desteklemişti.[161] Hz. Hatice'nin amcasının oğlu Vereka b. Nevfel ise, Hıristiyanlar ve Yahudilerle yakın ilişkiler kurmuş, onların kutsal kitaplarını incelemişti.

Hz. Hatice'nin Hz. Peygamber (s.a.a) ile evlenmeden önceki hayatı hakkında tarihî kaynaklar bize güvenilir ve ayrıntılı bilgiler vermiyor. Bir rivayete göre Hz. Hatice Hz. Peygamber'den (s.a.a) önce iki evlilik yapmış Önceki eşleri Atik b. Âid el-Mahzumî ve Ebu Hale et-Temimî’dir. ve bu evliliklerden Atik b. Âid el-Mahzumî ve Ebu Hale et-Temimî adlarında iki  birkaç çocuğu olmuştu.[162] Oysa başka kaynaklara göre o, Hz. Peygamber'le (s.a.a) evlendiğinde bakire idi. Bu duruma göre Zeynep ve Rukiye Hz. Hatice'nin Hale adındaki kız kardeşinin kızları idi ve annelerinin ölümü üzerine teyzeleri Hz. Hatice tarafından evlât edinilmişlerdi.[163]

Hz. Peygamber (s.a.a) ile evlendiğinde Hz. Hatice'nin (r.a) kaç yaşında olduğu konusunda da tarihçiler arasında ihtilâf vardır. Bu rivayetlerin kimine göre Hz. Hatice o sırada yirmi beş, kimine göre yirmi sekiz, kimine göre otuz, kimine göre otuz beş ve kimine göre kırk yaşında idi.[164]

2- Hacerü'l-Esved'in Yerine Konması

Kâbe'nin Araplar arasında saygın bir konumu vardı. Çünkü cahiliye döneminde ona özen gösteriyorlar, orayı düzenli bir şekilde ziyaret ediyorlardı. Hz. Peygamber'in peygamber olmasından beş yıl önce meydana gelen bir sel Kâbe'yi yıkmıştı. Bunun üzerine toplanan Kureyşliler Kâbe'yi genişleterek yeniden inşa etmeyi kararlaştırdılar ve bu karar üzerine Kureyş ve Mekke ileri gelenleri hemen işe başladılar. Fakat bina yükselip de Hacerü'l-Esved'in konulacağı yere sıra gelince, bu taşı kimin yerine koyacağı üzerinde anlaşmazlığa düştüler. Her kabile bu şerefin sırf kendisinin olmasını istiyordu. Anlaşma olmayınca savaş hazırlığına giriştiler. Her kabile, yandaşı ve müttefiki olan kabile ile bir araya gelerek gruplaştılar. Bu arada Kâbe'nin inşası işini bir yana bıraktılar. Sonra mescide toplanarak meseleyi müzakere ettiler. Uzun müzakereler sonunda, o andan itibaren o toplantıya ilk gelen kimsenin aralarında hakem olmasına ortak karar verdiler ve o hakemin göstereceği çözüme uyacakları yolunda birbirlerine söz verdiler. Tam bu sırada Abdullah oğlu Muhammed'in (s.a.a) yanlarına ilk gelen olduğunu gördüklerinde: "Bu, (Muhammed) Emin'dir; onun vereceği karara razıyız." dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) anlaşmazlığı çözmeye koyuldu. Bunun için Hacerü'l-Esved'i yere serdiği bir elbise üzerine koydu ve her kabilenin elbisenin bir ucundan tutmasını söyledi. Arkasından: "Şimdi hep birlikte taşı kaldırın." dedi. Kabile temsilcileri onun dediğini yapıp da taşı konacağı yerin hizasına kadar kaldırdıklarında, Hz. Peygamber kendi mübarek elleri ile taşı alıp onu konması gereken yere yerleştirdi. Arkasından kabileler çalışmaya devam ederek Kâbe'nin inşası işini tamamladılar.[165]

Bazı tarihçilerin verdiği bilgiye göre Araplar cahiliye döneminde Hz. Peygamber'in (s.a.a) hakemliğine başvururlardı. Çünkü o karar verirken aldatmacadan ve karşısındakilerle tartışmaktan kesinlikle uzak dururdu.[166]

Onun gösterdiği bu ciddî tutum, o kabilelerin vicdanlarında büyük bir etki bırakmış, Hz. Peygamber'in (s.a.a) sosyal konumunu pekiştirmede büyük bir gözetleyici ve yeni bir boyut oluşturmuş, dikkatleri onun liderlik yeteneğine ve idarecilik maharetine çevirmişti. Böylece onun yüce bilgeliğine, üstün zekâsına ve benzersiz güvenirliğine duyulan güven yoğunluk kazanmıştı.

3- Hz. Ali'nin (a.s) Doğumu ve Hz. Peygamber (s.a.a) Tarafından Eğitilmesi

Hz. Peygamber (s.a.a) ile Ebu Talip oğlu Hz. Ali (a.s) arasındaki ilişki yakın akrabalık bağı ile sınırlı değildir. Bu ilişki son derece derin fikrî ve duygusal bir ilişki olarak kendisini gösterir. Hz. Ali'nin annesi Fatıma bint-i Esed, Kâbe'nin içinde doğurduğu oğlunu kucağına alarak Kâbe'den çıktığında karşılaştığı ilk kişi Hz. Peygamber (s.a.a) oldu.[167] Hz. Peygamber bu karşılama sırasında Hz. Ali'yi annesinin kucağından alarak bağrına bastı.[168] Bu olay Peygamber'in ona yönelik ilgisinin ve ona dönük özel yetiştirme sürecinin başlangıcı idi.

Bu yeni doğan bebek, anne-babası ile amcasının oğlu olan Hz. Peygamber'in (s.a.a) kucaklarında büyüdü. Hz. Peygamber O sık sık amcasının evine giderdi. Hz. Hatice (r.a) ile evlendikten sonra bile bu gidip gelmeler aynı sıklıkta devam etti. Hz. Peygamber ona, başka hiç kimseye göstermediği üstün bir duygu ve özen seli ile yaklaşıyordu. Uyanıkken ona okşayıcı sözler söyler, onu göğsünde taşır ve uyutmak için beşiğini sallardı. Uzun yıllar boyunca devam eden bu ilgi, herkesin dikkatini çeken bu büyük şefkat Hz. Ali'nin davranışlarında ve zihnî yapısında etkilerini göstermekten geri kalmadı. Hatta onun diline ve sözlerine bariz belirtilerle yansıdı. Nitekim Hz. Ali (a.s), Hz. Peygamber (s.a.a) ile arasındaki sıkı yakınlığı şöyle ifade ediyor:

"Resulullah'a (s.a.a) ne kadar yakın olduğumu, onun katında nasıl bir mertebeye ulaştığımı bilirsiniz. Çocuktum henüz, o beni bağrına basardı. Yatağına alırdı. Vücudunu bana sürer, beni koklardı. Lokmayı çiğner, ağzıma verir, yedirirdi. Ne bir yalan söylediğimi duymuştur, ne bir kötülük ettiğimi görmüştür... Ben her an deve yavrusu nasıl annesinin ardından giderse onun ardından öyle giderdim. O her gün bana huylarından birini belletir, ona uymamı buyururdu."[169]

Kureyş kabilesi bir dönem şiddetli bir ekonomik sıkıntıya düşmüştü. Bu bunalım sırasında Hz. Peygamber (s.a.a) hemen amcaları Abbas'a ve Hamza'ya Ebu Talib'e bu sıkıntılı döneminde yardım ve destek olmalarını önerdi. Bu öneri üzerine Abbas Talib'i, Hamza Cafer'i yanına alırken, Ebu Talip Akil'in kendi yanında kalmasını istedi. Hz. Peygamber (s.a.a) de yanına Ali'yi (a.s) aldı ve onlara şöyle dedi: "Ben yüce Allah'ın size vermeyip benim için sizin üzerinize seçtiği kişiyi, yani Ali'yi seçtim."[170]

Böylece Hz. Ali (a.s), amcasının oğlu Muhammed'in (s.a.a) evine taşınarak onun gözetimine girdi. Kişiliği bu evde keskin hatlarıyla belirmeye başladı. Ömrünün son anlarına kadar da Peygamber'den hiç ayrılmadı. Hz. Peygamber'in (s.a.a) Hz. Ali'ye (a.s) verdiği önem ekonomik bunalım dönemi ile sınırlı kalmadı. Bu da bize Hz. Peygamber'in başka bir şeyi amaçladığını gösterir. Hz. Peygamber (s.a.a) onu kendi gözetiminde ü önünde eğiterek özel yükümlülükleri için bir şekilde hazırlamak istiyordu. Bu yetişmişlik sayesinde Hz. Ali (a.s) Son Peygamber'in şeriatını korumaya ilişkin büyük bir ilâhî fonksiyonu gerçekleştirme imkânını elde edecekti. O ilâhî fonksiyon ki, yüce Allah onun için yaratıklarının en hayırlısı ve kullarının en seçkinini görevlendirmişti.

İşte böylece yüce Allah, Hz. Ali'nin (a.s) çocukluğunun ilk döneminden itibaren Hz. Peygamber'in (s.a.a) kanatları altında yaşamasının ortamını hazırladı. Bu ortamda, o Hz. Peygamber'in sevgisinden, şefkatinden nasiplenecek, güzel ahlâkının ve yüksek meziyetlerinin örneklerini kişiliğine aktaracaktı. Hz. Peygamber (s.a.a) de ona sevdiği bir oğluymuş gibi davrandı... O, Hz. Peygamber'in (s.a.a) etrafında cereyan eden bütün gaybî gelişmeleri onunla birlikte yaşadı. Çünkü gün boyu tüm hallerinde ondan hiç ayrılmıyordu.[171]

Hz. Ali'nin (a.s) hayatı ile ilgili olarak tarihin önümüze koyduğu bilgiler, gerek peygamberlik öncesinde, gerek peygamberlik döneminde Hz. Peygamber'denin elinden gerek peygamberliği öncesinde, gerek peygamberliği döneminde aldığı ilâhî misyona hazırlık eğitiminin, sırf ona yönelik olan psikolojik ve duygusal olgunlaştırma temrininin çapını derinliğine ve güçlü bir şekilde gözümüz önünde canlandırmakta veır. O hazırlayıcı eğitim ki, onunHz. Ali'yi (a.s) Hz. Peygamber'den (s.a.a) sonra siyasî merciiyete lâyık olmanın ötesinde fikrî ve ilmî merciiyete lâyık konumdaa olduğunu ispatlamaktadır.getirmiştir.

4- Peygamberlikten Önceki Kişilik Özellikleri

Arap Yarımadası toplumunun bütün kesimlerinde toplumsal bağlara ilişkin gevşeme ve kopma belirtilerinin açıkça ortaya çıktığı bir dönemde Hz. Peygamber'in (s.a.a) adı bir yıldız gibi parladı. Bu toplumsal çöküşün tersine Muhammed b. Abdullah'ın (s.a.a) kişiliği günden güne parlaklığını ve yüceliğini arttırıyordu.

Onun tutarlı ve sapmaz kişiliği, davranışlarının ve ahlâkî mükemmelliğinin bütün yönlerinde görülmeye başladı. Bunun yanı sıra bariz cömertliğinde ve soy temizliğinde somutlaşan ailevî asaletin şerefi ile donanmıştı. Bütün bunların üzerinde gaybî yardımın, onu her türlü günahtan ve kötülükten koruyan ilâhî doğrultma gücünün avantajını, desteğini de hesaba katmalıyız.

Hz. Ali (a.s), insanlar içinde Hz. Peygamber'e (s.a.a) en yakın, onu en iyi tanıyan kişi idi. Buna göre onun Peygamber hakkındaki sözü bu konudaki en doğru sözdür. O şöyle diyor: "O sütten kesildiği andan itibaren Allah, meleklerinden pek büyük bir meleği ona eş etmişti. O melek gece-gündüz ona yücelikler yolunu gösterir, âlem ehlinin en güzel huylarını belletirdi."[172]

Rivayetlerde onun çocukluğundan beri putlardan ne kadar nefret ettiği vurgulanır. Nitekim amcası Ebu Talip ile birlikte yaptığı Şam yolculuğunun hikâyesinde onun putlara değer vermeyi reddettiğini görüyoruz.[173]

Hz. Peygamber kendisi ve kişiliğinin inşası için maneviyat ve yüksek değerler açısından zengin ve kendine özgü bir hayat yöntemi seçti. Bunun sonucu olarak hayatının hiçbir döneminde ne bir kimseye yük olmadıdu ve ne çalışmaktan uzak durmadıdu. Henüz taze bir delikanlı iken ailesinin koyunlarına çobanlık yaptı[174] ve gençliğinin baharında ticaret maksadı ile Şam'a yolculuk yaptı.[175] Benzersiz kişiliğinin başka bir yanında mükemmel merhametinde, zayıflara ve fakirlere yönelik titiz ilgisinde somutlaşan insanî güzelliğini görürüz. Bu tarafının en çarpıcı örneği, Zeyd b. Harise’ye karşı tutumudur. Zeyd babasının yanına dönmeyi reddederek Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanında yaşayacağı onurlu hayatı tercih etmiştiden Zeyd b. Harise'dir.[176]

Böylece öğreniyoruz ki Hz. Peygamber (s.a.a), peygamberliğinden önce zekî, erdemli, olgun bir kişi idi. Arap Yarımadası'nın cahiliye toplumunda iİnsanî ve toplumsal ilişkilerin gerektirdiği en yüce dayanaklara sahip olarak Arap Yarımadası'nın cahiliye toplumunda gençlik yıllarını geçirdi. Örnek kişiliği ile o günün toplumlarında yaşayan kendisi dışındaki herkese karşı üstünlük sağladı. Bu konuda Kur'ân-ı Kerim onun için şöyle tanıklık ediyor: "Hiç şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin."[177]


3. BÖLÜM

● Peygamberlik ve Ön Belirtileri

● Peygamberlik Hareketinin Mekke Dönemimdeki Aşamaları

● Haşimoğulları İle Ebu Talib'in Tutumu

● Hicret Öncesi Ferahlama Yılları


 

 

 

 

 


PEYGAMBERLİK VE ÖN BELİRTİLERİ

Kur'ân-ı Kerim'in nasları sağlam, dakik ve İslâm risaleti döneminin olayları ile birliktelik çağdaş özelliğine sahip nitelikteki en sağlam ve dakik bir eski tarihî kaynaktırnasları oluştururlar. Bilimsel metodun gerektirdiğine göre de Hz. Peygamber'in (s.a.a), peygamber olarak görevlendirildiğinde ayetlerin inmeye başladığı ve vefat edinceye kadar inmeye devam ettiği döneminin olayları ile ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim'in naslarını aşmamamız gerekir.

Çünkü hadis ve siyer kitaplarında yer alan tarihî rivayetlerin derlenip yazıya geçilmeleri, anlattıkları olayların meydana geldikleri tarihten daha sonra olduğunu, ayrıca bu rivayetlerin çarpıtılmaya ve tahrif edilmeye açık olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Hâl böyleyken bu faktörleri göz önüne aldığımız takdirde o rivayetleri Kur'ân'ın, sünnetin ve aklın kesin anlamlı açıklamalarına sunarak onlara uyanları alıp, ters düşenleri reddetmemiz, şüphesiz daha doğal ve daha mantıklı bir tutum olacaktır.

Gözden kaçırmamalıyız ki, peygamberlik bir rabbanî elçilik, bir ilâhî görevdir. İnsanlığı hayat boyunca gerekli hidayet/yönlendirme ile desteklemek amacı ile yüce Allah tarafından belirlenir. Yüce Allah bu göreve kulları arasından üstün niteliklere sahip kişiyi seçer. Öyle üstün nitelikler ki, o, seçilen kişiyi kendisinden istenen büyük görevi yerine getirmeye ve onu lâyık olduğu şekilde gerçekleştirmeye lâyık kılmaktadır.

O hâlde yüce Allah tarafından gönderilen elçinin, ilâhî risaleti ve onun hedeflerini tümü ile kavraması; algılama, insanlara iletme, açıklama, uygulama, savunma ve koruma düzeylerinde kendisinden istenen fonksiyonu yerine getirmeye muktedir olması gerekir. Sayılan bütün sorumluluk düzeyleri ise sürekli olarak gelişme çizgisi boyunca bilgi, basiret, marifet, nefis sağlıklığı, batın temizliği, sabır, doğruluk, yiğitlik, huy yumuşaklığı, Allah'a bağlılık, Allah'a kulluk, Allah korkusu, masumluk (rabbanî destek ve doğrultma) ister. Peygamberlerin sonuncusu olan Resul-i Ekrem (s.a.a), peygamberler zincirinden kopuk bir halka değildi. O onların en kâmili ve en büyüğü idi. Dolayısıyla o, onların kemal sıfatlarını en yüksek oranda bir araya getirendir. Allah da elçilik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir.

En büyük ilâhî göreve aday olan kişinin bu görevi üstlenmeden veya onu yerine getirmeye aday olmadan önce o görevi kabullenip uygulamaya tam anlamı ile hazır olması gerekir. Bu gereklilik tartışılmaz açıklıkta bir gerçek ve bu görevin eşyanın tabiatının gerektirdiği bir zorunluluktur. Buna göre son peygamber olan Hz. Peygamber'in, peygamber olmadan önce bu ilâhî sorumluluğu yüklenmenin istediği bütün birikimlere sahip olması, bu rabbanî fonksiyonu gerçekleştirmek için gereken bütün özelliklerle donanmış olması gerekir. Kur'ân-ı Kerim'in aşağıdaki ayetleri, işte bu gerçeği teyit ediyor. Yüce Allah buyuruyor ki:

"Aziz ve hakîm olan Allah, sana ve senden öncekilere işte böyle vahyeder."[178]

"Senden önce de, şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber göndermedik."[179]

"Senden önce hiçbir resul göndermedik ki ona: 'Benden başka ilâh yoktur; şu hâlde bana kulluk edin.' diye vahyetmiş olmayalım."[180]

"Onları, emrimiz uyarınca doğru yola ileten önderler yaptık ve kendilerine hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar, daima bize ibadet eden kimselerdi."[181]

O hâlde vahyin kaynağı yüce Allah'tır ve peygamberler de yüce Allah'ın kendilerine O’onu bir bilmelerinin, O'na kulluk etmelerinin kriterlerini vahyettiği, O'nun emri uyarınca doğru yola ileten önderler yaptığı kişilerdirerkeklerdir. Bunların yanı sıra yüce Allah onlara şeriatın yararlı işler yapmak, namaz kılmak, zekât vermek gibi ayrıntılarını da vahyeder. Çünkü oOnlar kullukta ve yüce Allah'a gerçek anlamı ile teslim olmanın canlı örneği olmakta başkaları için öncüdürler.

Bu konuda yüce Allah'ın özellikle Hz. Peygamber'e yönelik direktifleri Kur'ân-ı Kerim'de şöyle ifade ediliyor:

1- "Şehirlerin anası (olan Mekke'de) ve onun çevresinde bulunanları uyarman ve asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkutman için, sana böyle Arapça bir Kur'ân vahyettik."[182]

2- "Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin, diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din olarak yasallaştırdı. Fakat kendilerini çağırdığın bu (din), Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendine (peygamber) seçer ve kendisine yöneleni doğru yola iletir...[183] İşte onun için sen (tevhide) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma ve de ki: Ben Allah'ın indirdiği kitapların hepsine inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O'nadır."[184]

3- "Kitabı ve mizanı hak olarak indiren Allah'tır."[185]

4- "Yoksa onlar (senin için); 'Allah'a karşı yalan uydurdu mu derler?' Allah dilerse senin kalbini de mühürler. Ve Allah batılı yok eder; sözleriyle hakkı ortaya koyar. Şüphesiz O, kalplerde olanları bilir."[186]

5- "Allah bir insanla ancak vahiy yolu ile veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O, yücedir, hikmet sahibidir. İşte böylece sana da emrimizle Kur'ân'ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola ilettiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru yola iletmektesin."[187]

Hz. Peygamber'in (s.a.a) peygamber oluşundan vefatına kadar onunla aynı dönemde yaşayanlar Hz. Peygamber'in peygamber olmasından önce ve peygamber olduğu sıradaki hayatı hakkında bize sağlıklı ve net bir portre sunmamışlardır. Herhâlde bu konudaki en eski ve güvenilir belgeler Hz. Peygamber'in peygamberliği öncesinde onun yanından hiç ayrılmamış olan ve hayatı boyunca onunla hep birlikte olan amcası oğlu, vasisi ve kendi eliyle besleyip eğittiği Hz. Ali'den (a.s) gelen belgelerdir. Üstelik Hz. Ali'nin nakletmedeki güvenilirlik ve bu örnek şahsiyeti tanıtmadaki titizlik yönü de inkâr edilemez bir gerçektir. Hz. Ali (a.s) Hz. Peygamber'i (s.a.a) anlatırken onun peygamberlik öncesi dönemi hakkında şöyle diyor:

"O sütten kesildiği andan itibaren Allah, meleklerinden pek büyük bir meleği ona eş etmişti. O melek gece-gündüz ona yücelikler yolunu gösterdi. Âlem ehlinin en güzel huylarını belletirdiirtirdi. Ben de her an devenin yavrusu nasıl anasının ardından giderse onun ardından giderdim. O her gün bana huylarından birini belletir, ona uymamı buyururdu. Her yıl Hira Dağı'na çekilir, kulluğa koyulurdu. Onu sadece ben görürdüm, başkası görmezdi."[188]

Bu belge yüce Allah'ın: "Hiç şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin."[189] ayeti ile uyuşuyor. Bu ayet peygamberlik döneminin başlarında indi. Bilindiği gibi ahlâk, ruhun derinliklerine kök salan nefsanî bir melekedir. Birkaç günde kazanılacak bir nitelik değildir. Buna göre Hz. Peygamber'in yüce ahlâk sahibi olmakla nitelenmesi, onun bu sıfatı peygamber olmadan önce taşıdığını ortaya koyar.

Hz. Peygamber'in (s.a.a) peygamberlikten önceki kişiliğinin bazı göstergeleri onun torunlarından İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şu ifadelerinden açıkça anlaşılır: "Aziz ve celil olan Allah, Peygamberi'ni edeplendirdi ve bu edeplendirmeyi en güzel şekilde yaptı. Onun edeplendirmesini kemale erdirince: 'Şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin.' dedi. Sonra kullarını yönetsin diye ona din ve ümmet işini teslim etti."[190]

Şunu da unutmamak gerekir ki, yüce ahlâk tanımlaması, Hz. Peygamber'den (s.a.a) gelen: "Ben ahlâkî erdemleri tamama erdirmek üzere peygamber olarak gönderildim." şeklindeki hadisin kastettiği erdemlerin bütününü içerir. Eğer Hz. Peygamber'in kendisi henüz ahlâkî erdemleri kişiliğinde taşımasaydı, bu erdemleri tamama erdirmesi ondan nasıl beklenebilirdi? O hâlde Hz. Peygamber'in (s.a.a) peygamber olmadan önce bütün erdemlere sahip olduğunu söylemek gerekir. Çünkü ancak o takdirde yüce ahlâk sahibi olmakla nitelendirilmesi doğru ve mantıklı bir niteleme olabilir.

Demek ki, Hz. Peygamber (s.a.a) peygamber olmadan önce dengeli, ölçülü, bilinçli, mutekâmil, ahlâkî erdemleri bütünü ile içeren, yüce sıfatları ve övülmüş fiilleri bir arada bulunduran bir kişiliğin örneği idi.

İlâhî vahyin görüntülerine ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu vahyi nasıl algıladığına işaret eden ayetler, Hz. Peygamber'in (s.a.a) sergilediği güveni, sebatı ve yüce kalbinin algılamış olduğu ilâhî emirlere ve yasaklara tam anlamı ile olumlu karşılık verişini tereddüt kabul etmeyecek bir kesinlikte açıklarlar. Bunu anlamak için Şûrâ Suresi'nin yukarıda sunduğumuz ayetleri üzerinde tekrar düşündükten sonra bu konudaki diğer ayetleri ve bu arada aşağıdaki ayetleri okuyup irdelemek yeterlidir:

1- "Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve azmadı. O arzusuna göre konuşmaz. Söyledikleri vahyedilenden başkası değildir. Bu vahyi, güçlü kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri (Cebrail) öğretti. Sonra en yüksek ufukta iken asıl şekliyle doğruladıu. Sonra (Muhammed'e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu. Bunun üzerine Allah, kuluna vahyini bildirdi. (Gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadı."[191]

2- "De ki: Ben, Rabbimden gelen apaçık bir delile dayanıyorum."[192]

3- "De ki: Ben de tıpkı sizin gibi bir insanım. Yalnız bana... vahyolunuyor."[193]

4- "De ki: Ben, sadece vahiy ile sizi uyarıyorum."[194]

5- "De ki: Bana sadece, sizin ilâhınızın ancak bir tek Allah olduğu vahyedildi."[195]

6- "Sana Oo'nun vahyi tamamlanmazdan önce Kur'ân'ı (okumakta) acele etme ve 'Rabbim, benim ilmimi artır.' de!"[196]

7- "De ki: Eğer doğru yolu bulursam, bu da Rabbimin bana vahyettiği (Kur'ân) sayesindedir."[197]

8- "De ki: İşte bu, benim yolumdur. Ben Allah'a çağırıyorum, ben ve bana uyanlar bir basiret üzereyiz."[198]

İnsan bu ayetlerde verilen mesajları iyice akıl süzgecinden geçirdikten sonra, artık hadis ve tarih kaynaklarına dönüp onların muhkemlerini ve müteşabihlerini irdeleyip değerlendirebilir.

Ahmed b. Hanbel şöyle diyor: Abdurrezzak'ın Muammer'den, onun Zührî'den, onun Urve'den naklettiğine göre Ayşe şöyle dedi: "Peygamber'e (s.a.a) gelen vahyin ilk başlangıcı uykuda gördüğü sadık rüya idi. Onun gördüğü her rüya sabah aydınlığı gibi doğru çıkıyordu. Sonra yalnızlığı sever oldu. Tek başına Hira Mağarası'na kapanır, orada ibadete dalardı. Sonra Hatice'ye döner ve başka bir mağaraya dönmenin azık hazırlığını yapardı. Sonunda Hira Mağarası'ndayken ona hak geldi."

Bu sözlerdein baş tarafında yadırganacak bir husus yok. Tek tuhaflık Ayşe'nin vahyin başlangıcına tanık olmamasıdır. Ayrıca bBu rivayette Ayşe'nin bu bilgiyi kimden aldığı da belirtilmiyor. Çünkü o bu anlattıklarını doğrudan Hz. Peygamber'den nakletmiyordur. Fakat yukarıdaki sözlerin metnin devamında doğal olarak yadırgamaya, tuhaf görülmeye yol açacak unsurlarla karşılaşıyoruz. Şöyle ki:

Ayşe diyor ki: "Sonra Hatice, Hz. Peygamber'i (s.a.a) yanına alıp Varaka b. Nevfel b. Esed b. Abduluzza b. Kusayy'a götürdü. Bu zat Hatice'nin amcasının, yani babasının kardeşinin oğlu idi. Cahiliye döneminde Hıristiyan olmuştu. Arap dilinde yazı yazan biri idi. Bu niteliği ile İncil'den -Allah dilediği miktarda- Arapça bazı parçalar yazıya aktardı. İleri yaşlarında idi ve gözleri kördü. Hatice: 'Ey amca oğlu, kardeşinin oğlunun söyleyeceklerini dinle.' dedi. Varaka: 'Ey kardeşimin oğlu, neler gördün?' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) ona gördüklerini anlattı. Arkasından Varaka: 'Bu, Musa'ya (a.s) indirilen sırdır. Keşke o sırada genç olsaydım! Keşke kavminin seni sürgün edecekleri, buradan çıkaracakları sırada sağ olsam!' dedi. Hz. Peygamber: 'Onlar beni buradan çıkaracaklar mı?' dedi. Varaka: 'Evet, senin getireceğin mesajı getiren herkes mutlaka düşmanlıkla karşılaşır. Eğer gününe erişirsem, seni kararlı bir şekilde desteklerim.' dedi. Fakat aradan çok zaman geçmeden Varaka öldü."[199]

Bu rivayete göre henüz daha sonra Müslüman olmayan Varaka, Hz. Peygamber'in başına ileride neler geleceğini, hatta onun peygamber olacağını biliyor! İlâhî risaletin ve çağrının sahibi olan Hz. Peygamber ise henüz olup biteceklerden habersiz! Sanki Varaka adındaki bu zat ona güven ve moral aşılıyor! Oysa Kur'ân-ı Kerim Hz. Peygamber'in (s.a.a) Rabbinden gelen açık bir delile dayandığını açıkça belirtmiştir. Nitekim bu gerçeği, peygamberlerin insanları doğru yola iletmenin kaynağı olduklarını, onların açık delillerin sahipleri olduklarını, bunun tersinin doğru olmadığını ısrarla vurgulayan daha önce zikrettiğimiz çok sayıdaki ayetler den bildirmektediröğrenmiş oldun. Hâlbuki bu rivayet, Varaka'nın Hz. Peygamber'in peygamber olacağını ondan önce bildiğine ve ona bu yolda güven aşıladığına işaret ediyor.

İşte bu rivayetin içeriği, Ehlikitab'ın Hz. Peygamber'in (s.a.a) peygamberliğine gölge düşürme kampanyalarına kapı açan bahane olmuşturdu. Onlar dediler ki: "Sizin bu rivayetiniz gereğince Peygamberiniz, Allah tarafından gönderilen bir peygamber olduğundan emin değildi. Ancak Hıristiyan bir kişi olan Varaka'nın güven aşılayıcı telkininden sonra bu konuda güvene emniyete kavuşabildi." Hatta onlardan bazıları daha ileri giderek, Hz. Peygamber'in (s.a.a) Varaka tarafından eğitilip yetiştirilen Hıristiyan rahiplerinden biri olduğunu iddia ettiler. Bu iddiayı ileri sürerken de hadis kitaplarında nakledilen ve tarihçilerin birbirlerine aktardıkları bu rivayeti dayanak olarak gösterdiler. Bu durum tür iddiaların ortaya çıkmasına aklın muhkemlerinden, Kur'ân'dan, ve hadisten, bunların tümünden uzaklaşmanın sebep olmuşturduğu bir açmazdır.

Kur'ân mantığını kavrayan, peygamberlerin kişilik özelliklerini öğrenmiş aklı başında bir kimse bu rivayete inanabilir mi? Sırf bu rivayet Hz. Peygamber'in (s.a.a) eşine dayandırılıyor, ondan kaynaklandığı iddia ediliyor diye bu rivayetin içeriğinin doğru olduğuna inanmak nasıl mümkün olabilir?

Taberî tarihinin kaydettiği bir başka rivayet var ki, bundan da daha feci ve muhtevasından daha çok şüphe uyandırıcıdır. O rivayette anlatıldığına göre, Hz. Peygamber (s.a.a) bir defasında uykudayken bir melek geldi ve ona Alak Suresi'nin başlangıç bölümünü öğretti. Rivayet bundan sonra güya Hz. Peygamber'in ağzından şöyle devam ediyor:

"Bunun üzerine uykumdan uyanıp sıçradım, kalktım. Sanki kalbime yazı yazılmıştı. Allah'ın yaratıkları arasında en çok nefret ettiklerim, şairler ve deliler idi. Onların yüzlerine bile bakamazdım. Dedim ki: 'Bu en uzak kişi, -kendini kastediyor- ya şair veya delidir. Sakın Kureyşlilere benim hakkımda bu durumdan söz etmesinböyle bir şey söyleme. Dağın bir tepesine çıkarak oradan kendimi aşağıya atacağım, böylece kendimi öldürüp huzura kavuşacağım.' Bunu yapmak isteği ile yola çıktım. Dağın ortalarına vardığımda gökten gelen şöyle bir ses işittim: Ey Muhammed, sen Allah'ın Resulü'sün ve ben de Cebrail'im."[200]

Hz. Peygamber'in geçirdiği sarsıntı ve korku intihar etmeyi istemesine varacak kadar yüksek bir noktaya ulaşıyor. Oysa yüce Allah onu peygamberliğe, insanları doğru yola iletmeye ve hakka çağırmaya seçmek istiyor. Acaba bu rivayetin içeriği ondan çok çok yükseklerde olduğu apaçık olan bu ilahi makamın taşıdığı ufukla uyuşabilir mi?

Böylece tarihî belgeleri aklın, Kur'ân'ın ve sünnetin kesin bilgilerinin ölçüleriyle ne değerlendirerek vurarak açık sonuçlar çıkarabilir ve bu yolla yapıcı bilimsel eleştiri karşısında duramayan iddiaları bir yana atabiliriz.

Kur'ân'da yer alan açık nasları inceledikten sonra Hz. Peygamber'in vahiy ile ilk karşılaşmasına ilişkin olan bazı hadis ve siyer belgelerini ve bunlara eşlik eden Kur'ân nasları ile asla bağdaşmaz gariplikleri incelediğimizde, söz konusu hadis ve siyer kaynaklarına İsrail kaynaklı uydurmaların sızdığından emin olabiliriz.

Sözünü ettiğimiz uydurma kokan rivayetler ile Biharu'l-Envar adlı eserde yer alan Allame Meclisî'ye (r.a) ait başka bir belgeyi karşılaştırmamız yerinde olur. Dikkatlere sunacağımız bu belge ilâhî vahyin belirtileri ile bunun Hz. Peygamber'in (s.a.a) ruh dünyasında, kişiliğinde ve davranışlarında görülen sonuçları ile ilgilidir.

İmam Ali b. Muhammed HadiNaki'den (s.a) şöyle rivayet edilir:

Resulullah (s.a.a) Şam'a gidip gelerek yaptığı ticareti bırakıp bu ticaretlerden Allah'ın kendisine nasip ettiği kazancı tümü ile sadaka olarak dağıtınca, her gün sabahları Hira Dağı'na giderdi. Bu dağa çıkarak onun tepelerinden yüce Allah'ın rahmetinin eserlerine, O'nun rahmetinin şaşırtıcı görüntülerine, hikmetinin emsalsiz güzelliklerine, göklerin derinliklerine, yeryüzünün köşe-bucaklarına, denizlere, çöllere, derelere bakardı ve bu yaratılış eserlerinden ibret alırdı. Yüce Allah'ın kâinata yansıyan bu varlık belirtileri üzerinde düşünceye dalardı ve Allah'a gerçek anlamı ile ibadet ederdi.

Resulullah (s.a.a) kırk yaşını doldurunca ve yüce Allah kalbine bakıp da onu kalplerin en erdemlisi, en yücesi, en itaatkârı, en korkanı, en boyun eğeni olarak bulunca gök kapılarına izin verdi de açıldılar ve Peygamber göğe baktı. Meleklere izin verdi de indiler ve Peygamber onları gördü. Rahmete emretti de arşın sütunu tarafından Peygamber'in başına ve yüzüne indirildi. Nuru ile taçlanmış meleklerin tavusu Ruhu'l-Emin lakaplı Cebrail'e baktı da o yanına inerek kolundan tutup onu sarstı ve şöyle dedi:

"Ey Muhammed, oku!" Peygamber'in: "Ne okuyayım?" demesi üzerine Cebrail sözlerine şöyle devam etti: "Yaratan Rabbinin adı ile oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku! Rabbin en büyük kerem sahibidir. O ki insana kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti."[201]

Sonra Allah'ın kendisine vahyettiğini ona vahyedip arkasından yükseklere çıktı.

Muhammed (s.a.a) dağdan indi; ama Allah'a karşı beslediği ululaştırma duygusu benliğini kuşatmış, yüce Allah'ın şânının büyüklüğünün etkisi ile vücudunu ateş ve titreme basmıştı... Sonra Kureyşlilerin, vereceği haberi yalanlayacakları ve kendisine delilik isnadında bulunacakları ve şeytanların çarpmasına uğradığı isnadında bulunacakları korkusunu şiddetle hissetti. Başından beri, o insanların en akıllısı ve yaratılmışların en değerlisi idi. En nefret ettiği şey şeytanlar, delilerin hareketleri ve sözleri idi. O nedenle yüce Allah onun göğsünü açmayı ve kalbini cesaretlendirmeyi istedi. Bunun üzerine dağları, taşları ve toprağı konuşturdu. O bunların hangisinin yanına varsa ona şöyle sesleniyordu: "Selâm sana, ey Muhammed. Selâm sana, ey Allah'ın dostu. Selâm sana, ey Allah'ın Resulü. Müjdeler olsun sana! Çünkü yüce Allah seni üstün kıldı, seni güzel kıldı, alımlı yaptı, seni öncesi ve sonrası ile bütün yaratıkların üzerinde üstünlük ve kerem sahibi kıldı. Kureyşliler sana, delisin ve dinden çıkmışsın diyecekler diye üzülme! Çünkü sadece alemlerin Rabbinin fazilet bağışladığı kimse faziletlidir. Sadece bütün yaratıkların yaratıcısının değerlendirdiği kimse değerlidir."

"Kureyşlilerin yalanlamalarından ve Arapların sana karşı haddi aşan edepsizliklerinden dolayı sakın gönlün daralmasın! Çünkü Rabbin seni keramatlerin en son noktasına ulaştıracak, derecelerin en yükseğine çıkaracaktır. Ve yakın zamanda vasin Ebu Talip oğlu Ali ile senin dostlarını nimetlendirip ferahlandıracak, anahtarın ve hikmet şehrinin kapısı Ebu Talip oğlu Ali ile ilimlerini kullarının arasına ve beldelere yayacaktır. Kızın Fatıma ile senin gözünü aydın kılacak. Onunla Ali'den cennetlik gençlerin efendileri Hasan ve Hüseyin meydana gelecektirçıkacaktır. Senin dinin beldelere yayılacaktır. Seni ve kardeşini sevenlerin ödülleri yüksek olacak, hamt sancağı senin ellerine verilecek ve sen de onu kardeşin Ali'nin eline vereceksin. Bütün nebiler, sıddıklar ve şehitler onun altında olacak, naîm cennetlerine giderken o onların hepsinin rehberi olacaktır.[202]

Bu rivayet belgesi ile Taberî tarihinde yer alan daha önce sözünü ettiğimiz rivayet belgesini karşılaştırdığımızda, ikisinin yansıttığı peygamberliğin başlangıcı ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) kişiliği ile ilgili tasvirler arasında büyük bir fark ve uzak bir mesafe olduğunu görürüz. Birinci rivayet belgesi Hz. Peygamber'i kuşkulu, kendisi ile ilgili olarak neler olacağını bilmemekten dolayı şaşkın bir kişi olarak tasvir ederken, ikinci rivayet belgesi onu yolun başından itibaren ilâhî misyonunun geleceği hakkında bilgi, güven ve iyimserlik sahibi olarak tasvir ediyor ki, Kur'ân'ın, sünnetin ve tarihin muhkem bilgileri ile bağdaşan tasvir bu ikinci tasvirdir.


PEYGAMBERLİk hareketinin MEKKE DÖNEMİndeki aşamaları

1- İlk İman Hücresini Oluşturmak

Peygamberlik Hz. Peygamber’e inen ilk ayetler ile vahyi ile ilk karşılaşıldıktan sonra Kur'ân ayetlerinin inişi Kur'ân ayetlerinin iniş süreci başladıyavaş yavaş çıkışa geçti. Öyle görülüyor ki, Hz. Peygamber (s.a.a) Muzzemmil Suresi'nin ilk ayetlerinin inmesinden sonra İslâmî risaleti yayma ve bir İslâm toplumu oluşturma yolunda aşağıdaki adımları atmaya hazırlanmaya girişti. Bu adımlara paralel olarak çok sayıdaki güçlüğü ve beklenen sıkıntıyı göğüslemek için de hazırlık yapmak, plan adımlarını ve işi hususundaki üslûbunu sağlamlaştırmak durumunda idi.

Risaleti doğrultusunda attığı ilk adım ev halkını, ailesini yeni dine çağırmak oldu. Eşi Hz. Hatice'nin (r.a) ona inanması doğaldı. Çünkü Hatice uzun bir ömrü onunla paylaşmış, onda zirve derecesine varmış bir ahlâk yüceliği, bir ruh temizliği ve gök âlemi ile ilişki bulmuştu.

Hz. Peygamber (s.a.a), göğsünde asla putlara tapmanın kirletmediği temiz bir kalp taşıyan amcası oğlu ve himayesinde yetişip büyüyen Hz. Ali'yi (a.s) yeni dine çağırmada zorluğa katlanmadı. O hemen Peygamber'e inandı ve kavminin ilk Müslüman olanı oldu.[203]

Hz. Peygamber'in (s.a.a) Hz. Ali'yi (a.s) seçmesi isabetli ve uygun bir tercihti. Çünkü Hz. Ali (a.s) itaate, boyun eğmeye ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) yardım edene ve destekleyene çok ihtiyaç duyduğu zaman güce ve öne atılmaya yatkın güçlü bir karaktere sahipti. Hz. Ali (a.s) İslâmî davetin ortaya çıktığı ilk andan itibaren bu misyonun tebliğ sürecinde peygamberliğin güçlü bileği, gören gözü ve bu dinin sözcülüğünü yapan çağrı dili oldu.

Buna göre ilk iman eden kişi, Hira Dağı'ndaki yalnızlık dönemlerinde Peygamber'e (s.a.a) arkadaşlık eden Hz. Ali (a.s) idi. Onun arkasından Hz. Hatice geliyordu. Bu ikisi Hz. Peygamber (s.a.a) gibi tevhid ilkesini kabul edip şirk ve sapıklık güçlerine karşı çıkmalarının arkasından Peygamber'le (s.a.a) birlikte namaz kılan ilk kişiler oldular.[204] Bir süre sonra bunlara Zeyd b. Harise katıldı. Bunlar hayrı çok olan topluluğu ve İslâm toplumuna kaynak olan ilk hayırlı çekirdeği oluşturmuşlardı.

2- Mekke Döneminin Aşamaları

İlk İslâm devletinin kurulmasına müsait ortamı hazırlamak için Hz. Peygamber'in denetiminde gerçekleşen İslâm misyonunun tebliğ süreci Hz. Peygamber'in elleri ile ilk İslâm devletinin kurulmasına müsait ortamı hazırlamak için en az üç aşamadan geçti. Bu aşamalar şöyle sıralanabilir:

a- İslâm misyonunun ilk üssünü hazırlama aşaması. Bazı İslâm tarihçileri bu dönemi gizlilik veya özel çağrı aşaması olarak adlandırırlar.

b- Yakın akrabalara yönelik sınırlı çağrı ve putperestlikle sınırlı mücadele aşaması.

c- Yaygın mücadele aşaması.

3- İlk Üssün Hazırlanması Aşaması

Müddessir Suresi'nin başında belirtildiği gibi yüce Allah'tan ayağa kalkıp uyarma emrini aldıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.a) İslâm'a çağırma önderi olarak harekete geçti ve toplumun doğru yola yönlendirilmesi sürecinde ışık kaynağı ve meşale olacak bir iman kitlesi oluşturmak amacıyla elinden gelen çabayı gösterdi. Gaybî yardımla desteklenen, hata ve ayak kaymalarından korunan bu çalışma, üç yıl kadar devam etti. İslâmî hareketin bu aşaması tehlikeler ile, zorluklarla çevrili idi; ama özenli ve yüksek düzeyli idi.

Hz. Peygamber'in (s.a.a) çağrının bu aşamasında uyguladığı yöntemlerden biri bağlılarının seçimini kabile, coğrafî yer ve yaş bakımından çeşitlendirmekti. Böylece ilâhî risaletin yaygın karakterini gözler önüne sermeyi ve toplumun mümkün olan en uç noktasına kadar çağrısının yayılmasını garanti etmek istiyordu. Peygamberliğin başlangıcında çağrısına toplumun mustazaf/zayıf bırakılmış unsurları ile yoksul insanlar olumlu karşılık verdi. Çünkü İslâm misyonu gelişmeye, onurlu hayata ve güvene yönelik bir hareket idi. Zayıfların ve yoksulların yanı sıra eşraf arasındaki temiz vicdanlılar, açık akıllılar ve temiz davranış isteklileri de bu çağrıya olumlu karşılık veriyorlardı.

Kureyş kabilesinin zorba şefleri bu ilâhî misyonun önemini ve kendilerine yönelik tehlikesini hissetmediler. Bu işin birtakım öteden beri görülen, eskimiş kehanetleri ve köhnemiş düşünceleri aşmayacağını sandılar. Bu hafife alma yaklaşımın sonucu olarak, bu çağrıya karşı şiddetli bir mücadeleye girişip ona beşiğinde son vermeyi düşünmediler.

Bu kısa süre zarfında Hz. Peygamber (s.a.a) çağrısına inananlardan aktif unsurlar oluşturmayı başardı. Bu unsurlar çağrının değerlerini insanlara aktarmak üzere üzerlerinde taşıyorlardı. Bunlar İslâmlarına son derece düşkün ve imanları son derece kesin kimselerdi. Bu nitelikleri ile atalarının benimsedikleri şirk ve sapık ahlâk gibi gelenekleri şiddetle reddediyorlardı. Bu yaklaşımlarının sonucu olarak ilâhî misyonu açığa vurmanın sonuçlarına katlanma yatkınlıkları artmıştı.

Rivayete göre Hz. Peygamber ve sahabîleri bu dönemde ikindi namazının vakti geldiği zaman kenar mahallelere dağılırlar ve birer veya ikişer kişi hâlinde namaz kılarlardı. Günlerden bir gün iki Müslüman, erkek Mekke'nin bir kenar mahallesinde namaz kılarken yanlarına müşriklerden iki kaba tavırlı adamerkek geldi. Bu kaba adamlar, Müslümanları yadırgadılar ve ibadetleri yüzünden onları ayıpladılar. Sonunda kavgaya tutuştular ve arkasından orayı terk ettiler.[205]

Anlaşılan, bu türden müşriklerle karşılaşma olayları tekerrür etti.[206] Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.a) rahatça ibadet yapabilmek ve Kureyşlilerin gözlerinden uzak bir şekilde kendisi ile düzenli ilişki kurulabilmesini sağlamak için bazı gizli evlerden yararlanmaya yöneldi. Erkam b. Ebu Erkam'ın evi o sıralarda Müslümanlar için en yararlı sığınak oldu.[207]

4- İlk Karşılaşma ve Akrabaları Uyarma Dönemi

İslâm'ın haberinin Arap Yarımadası'nın her tarafına yayıldığı ve iman eden grubun mücadeleye girişecek bir moral yüksekliğine eriştiği zaman gelince, genel ilân aşamasına geçilmesi gerekmişti. Bu aşamanın ilk adımı, kabile bağlılığının egemen olduğu bu toplumda yakın akrabaları uyarmaktı. Bütün insanları uyarmadan önce onları uyarmanın önceliği vardı. Nitekim yüce Allah'tan: "(Önce) en yakın akrabanı uyar." emri gelmişti.[208] Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) en yakın akrabalarını bir toplantıya çağırarak onlara peygamberlik görevini, bu misyonun amacını ve geleceğini açıkladı. Yakın akrabalar arasında kendilerinden hayır umulan ve iman etmesi ümit edilen kimseler vardı. Karşıtlığını ve isteksizliğini açıkça ilân ederek baş kaldıran bir Ebu Lehep oldu ise de, Hz. Peygamber'i (s.a.a) desteklemeyi ve risaletini korumayı kabul eden bir Ebu Talip (s.a) de oldu.

Rivayet edildiğine göre yakın akrabaları uyarma direktifini içeren ayet inince, Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Ali'ye yemekli bir toplantı hazırlamasını emretti ve aşiretini toplantıya çağırdı. Çağrılanlar kırk kişi idi. Hz. Peygamber (s.a.a) konuşmaya başlayacağı sırada Ebu Lehep lakabı ile tanınan amcası Abduluzza sözünü kesti, tebliğe ve uyarmaya devam etmekten kaçınmasını istedi. Böylece Hz. Peygamber'in bu toplantıyı düzenlemekteki amacını gerçekleştirmesini engelledi ve toplantıyı dağıldı terk etti. Ertesi gün Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Ali'ye verdiği emri ve aşiretine yönelik toplantı çağrısını yineledi. Yemekten sonra Hz. Peygamber (s.a.a) hemen söze başlayarak şu konuşmayı yaptı:

"Ey Abdulmuttalip oğulları! Allah'a yemin ederim ki, ben Arap gençleri arasında benim size getirdiğim bu mesajdan daha hayırlısını getiren birini bilmiyorum. Ben size dünyanın ve ahiretin hayrını getirdim. Yüce Allah bana sizleri O'na çağırmamı emretti. Aranızdan hanginiz bu konuda bana iman edecek ve beni destekleyecek? O her olursa kimse o benim kardeşim, vasim ve aranızdaki halifem olacaktır."

Hepsi sustu, Hz. Ali hariç. O hemen ayağa fırladı ve: "Ey Allah'ın Resulü, Allah'ın sana gönderdiği mesaj konusunda ben senin vezirin, destekleyicin olurum." dedi. Hz. Peygamber (s.a.a) ona oturmasını emretti ve çağrısını tekrarladı. Yine Hz. Ali'den başka ona cevap veren olmadı. Hz. Ali, onun çağrısını bir kere daha olumlu karşılayarak desteğini ve yardım vaadini ilân etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) toplantıda bulunan akrabalarına dönerek şöyle dedi: "Bu, benim kardeşim, vasim ve aranızdaki halifemdir. Sözünü dinleyin ve ona itaat edin." Hz. Peygamber böyle deyince toplantıya katılanlar hemen ayağa kalkarak toplantı yerini terk ettiler. Dağılırken Ebu Talib'e: "Yeğenin sana oğlunun sözünü dinleyip ona itaat etmeni emretti." diyerek onu alaya aldılar.[209]

5- Yaygın Mücadele Dönemi

Bir önceki aşamada Hz. Peygamber'in (s.a.a) ihtiyatlı davranmasına, müşrik ve putperest güçlerle kendisinin ve herhangi bir Müslümanın doğrudan karşı karşıya gelmesinden kaçınmasına rağmen bu aşama sırasında kendisine ve diğer Müslümanlara yönelik kırıcı eleştirilere ve hakaretlere maruz kalıyordu.

Haşimoğulları'na yapılan yeni dine girmeleri ile ilgili çağrı, Arap kabileleri üzerinde derin bir etki meydana getirmiş, geniş çaplı tartışmalara yol açmıştı. Hz. Peygamber'in ilân ettiği ve bazılarının iman ettiği peygamberlik hareketinin doğruluğunu ve ciddiyetini iyice anlamışlardı.

Çağrının başlangıcından itibaren üç -veya beş- yıl geçince ilâhî risaleti açıkça ilân etmesi ve genel uyarı kampanyası başlatması yolunda Hz. Peygamber'e ilâhî bir emir geldi. Böylece mesele gözlerden uzak şekilde gerçekleştirilen ferdî ilişki biçiminden çıkacak ve Hz. Peygamber herkesi İslâm risaletine ve tek Allah'a iman etmeye çağıracaktı. Yüce Allah bu direktifi içeren ayetinde Hz. Peygamber'e (s.a.a), hakaret edenlere ve inatçılara yönelik mücadelesi sırasında atacağı adımlarını destekleyeceğini  doğru yolda attıracağını vaat ediyordu. İnen ayetlerde şöyle buyuruluyordu: "O hâlde sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırış etme! Şüphesiz, alay edenlere karşı biz sana yeteriz."[210]

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) mutlak bir güven ve köklü bir azim içinde bütün şer ve şirk güçlerine meydan okuyarak Allah'ın emrini haykırmak için harekete geçti. Safa tepesine çıkarak her tarafa yaptığı yüksek sesli bir çağrı ile Kureyşlilere seslendi. Hepsi etrafında toplandı. Arkasından onlara dedi ki: "Eğer size: 'Bu sabah veya akşam düşman size saldıracak.' deseydim bana inanır mıydınız?" Kureyşliler bu soruya: "Evet." cevabını verdiler. Bu cevap üzerine Hz. Peygamber: "Öyleyse (bilin ki) ben, sizleri önünüzde bekleyen şiddetli bir azap konusunda uyaran biriyim." deyince Ebu Cehil leheb hemen ayağa fırlayarak Hz. Peygamber'e: "Bugünün geri kalan bölümü sana zehir husranlı bir gün olsun, bunun için mi topladın bizi?" karşılığını verdi. Bunun üzerine yüce Allah: "Ebu Leheb'in elleri kurusun, kurudu da." diye başlayan Leheb Suresi'ni indirdi.[211]

Hz. Peygamber'in bu haykırışı, Kureyşlileri ürküten bir uyarı idi. Çünkü bütün inançlarına yönelik bir tehdit ve Peygamber'in (s.a.a) emrine karşı çıkmalarının akıbetine dönük bir uyarı ve sakındırma niteliği taşıyordu... Böylece bu yeni dinin mahiyeti Mekkeliler için, hatta Yarımada'nın her tarafı için açıklık kazanmış oldu. Çünkü yeni bir devrimin insanlığın hayat akışına gireceğini ve kaçınılmaz olarak değerlerin, kültürün, ölçülerin, sosyal konumların düzeyini gök kaynaklı kriterler uyarınca yükselteceğini ve kötülüklerin kökünü kurutacağını anladılar. Bu yüzden şirkin ve azgınlığın önderleri ile bu yeni din arasında kopan çatışma, bir uzlaşma noktasında noktalanması mümkün olmayan gerçek bir çatışma oldu.

Bu dönem zarfında Arap olan ve olmayan epeyce sayıda kişi İslâm'a girdi. Bunların toplamı kırk kişiye ulaştı. Kureyş kabilesi bu genç devrimin belini kıramadı. Çünkü bu yeni dinin müminleri değişik kabilelere mensuptular. Bundan dolayı Kureyşliler ilk başta barışçı yöntemlerle bu dinin önünü kesmeyi denemek istediler. Fakat Ebu Talip onların bu teklifini güzel bir şekilde reddetti. Ret cevabını alan Kureyşliler Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanından ayrılıp gittiler.[212]


HAŞİMOĞULLARI'NIN hz. Peygamber'e (S.A.A) karşı TUTUMU

Ebu Talib'in Hz. Peygamber'i ve Risaleti Savunması

Hz. Peygamber (s.a.a) hiç duraksamadan İslâm risaletini yaymaya devam etti. Duraksamak şöyle dursun, temposunu artırdı, çalışmalarını çoğalttı. Onunla birlikte kendisine bağlı müminlerin çalışmaları da arttı. Bu gayretlerin sonucu olarak yeni dinin, insanların gözündeki cazibesi de arttı. Bunu gören Kureyşlilerin öfkesi kabarmaya başladı. Bu yeni akımı, yani İslâm'ı durdurmanın, hatta ona son vermenin yollarını bulmaya çalıştılar. Gayretlerini Ebu Talip üzerinde yoğunlaştırmayı sürdürdüler. Bu uğurda ellerindeki bütün kozları kullandılar. Kimi zaman Hz. Peygamber'i çağrısından vazgeçmeye, dininden dönmeye ikna etmesini istediler. Kimi zaman da tehdit ve korkutma silâhına başvurdular ve şöyle dediler: "Ey Ebu Talip, sen bizim büyüğümüzsün, nazarımızda bize göre şerefli ve itibarlı birisin. Senden, amcanın oğlunun bize karşı yaptıklarına engel olmanı istedik. Fakat onun yaptıklarına engel olmadın. Vallahi biz bu yaptıklarına artık sabredemeyiz. Atalarımıza hakaret ediyor, ideallerimizi hayallerimizi aptallıkla damgalıyor, ilâhlarımızı kötülüyor. Ya onu başımızdan savarsın veya onunla ve seninle iki taraftan biri öbürünü yok edinceye kadar sürecek bir çatışmaya gireriz."

Bu şartlar altında Haşimoğulları'nın önderi olan Ebu Talip, Kureyş kabilesinin kesin kararını ve amcasının oğlu ile genç risaletini yok etmek için her yola başvurmaktan çekinmeyeceklerini anlayınca, ikinci defa ortamı yumuşatmayı ve Kureyşlilerin öfkesini dindirmeyi denedi. Bu amaçla amcasının oğlu ile birlikte bu gerginliği giderecek bir tutum arayışına girdi. Fakat Hz. Peygamber (s.a.a) şartlar ve sonuçlar ne olursa olsun, yüce Allah'ın emirlerini uygulamak için İslâm risaletini tebliğ etmeyi sürdürmekte ısrarlı olduğunu dile getirerek şöyle dedi: "Amca, bu adamlar bu davadan vazgeçmem için sağ elime güneşi ve sol elime ayı bile koysalar bu işten vazgeçmem. Ya bu davayı Allah zafere ulaştıracak veya ben onun uğrunda yok olacağım." Bu sözlerin sonunda Hz. Peygamber'in mübarek gözleri doldu ve gözlerinden yaş akmaya başladı. Arkasından da gitmek üzere ayağa kalktı. Amcasının oğlunun dâvasının doğru olduğunu bilen ve ona inanmış olan Ebu Talip bu manzaradan çok etkilendi ve şöyle dedi: "Git, ey amcam oğlu, istediğini söyle. Vallahi seni asla hiçbir şey için teslim etmem."

Kureyşliler azgınlıklarından hiç geri durmuyorlardı. Bir defa daha Ebu Talib'e koştular. Maksat vaatlerle onu Hz. Peygamber'i (s.a.a) yüzüstü bırakmak için ayartmaktı. Ona amcasının oğlunun kendilerine teslim edilmesi karşılığında Mekke delikanlılarının en yakışıklısını vermeyi teklif ettiler. Şöyle dediler: "Ey Ebu Talip, bu Ammare b. Velid adındaki delikanlıdır. Kureyş kabilesi içinde en göze batan, en yakışıklı genç olarak tanınıyor. Onun aklı da, desteği de sana ait olsun. Onu evlât olarak al, senin olsun. Karşılığında bize şu amcanın oğlunu teslim et. O ki, kavminin birliğini parçaladı ve onların ideallerini hayallerini aptallıkla damgaladı. Onu bize ver de öldürelim. Bu teklifimiz bir adama karşılık bir adam vermektir."

Ebu Talip bu zalim pazarlığı tiksinerek reddetti. Onlara şöyle dedi: "Vallahi, bana çok kötü bir pazarlık teklif ediyorsunuz. Bana oğlunuzu vereceksiniz, ben onu sizin için besleyeceğim. Karşılığında ben size oğlumu vereceğim ve siz onu öldüreceksiniz. Vallahi, bu asla olmayacak bir iştir!" Bunun üzerine Mut'im b. Adiy b. Nevfel: "Ey Ebu Talip, kavmin sana insaflı bir teklif yaptı. Fakat senin onlardan gelecek hiçbir teklifi kabul etmek istemediğini görüyorum." dedi. Ebu Talip ona şu cevabı verdi: "Vallahi bana yaptıkları teklif insaflı bir teklif değildir. Fakat sen beni [Peygamber'i] yüzüstü bırakmakm ile o grubu desteklemeyi kavmimin bana karşı birleşmelerini kararlaştırmışsınbir araya getirdin. Ne istiyorsan onu yap."[213]

Kureyşliler bu teklifleri dolayısıyla anladılar ki, Ebu Talib'in Hz. Peygamber'i (s.a.a) yüzüstü ve yalnız bırakmaya razı edilmesinin yolu yoktur. Bu arada Ebu Talip kardeşinin güvenliğini teminat altına almak ve ilâhî risaleti yaymaya devam etmesini sağlamak için hemen koruma amaçlı tedbirler aldı. Çünkü Kureyşlilerin onun hakkında kötülük düşündüklerini gördü. Bu maksatla Hz. Peygamber'e (s.a.a) yönelik tehlikeleri önlemek, onu korumak ve arkasında durmak için Haşimoğulları ile Abdulmuttalipoğulları'na çağrı yaptı. Onlar da Ebu Leheb dışında bu çağrıya olumlu karşılık verdiler. Ebu Talip Haşimoğulları'nın konumunu yüceltti, onları cesaretlendirdi ve Hz. Peygamber'i (s.a.a) korumaya devam etmeleri hususunda onlara azim aşıladı.[214]


Kureyş Kabilesinin Hz. Peygamber'e ve Risalete Karşı Tutumu

İlâhî risalet hareketinin ilk dört senesi zarfında, tevhid ilkesinin ve ona yönelik çağrının yüceliğini, belâgat yönünden mucizeliği, uyarıyı ve tevhit ilkesi karşıtlarına yönelik uyarı ve tehditleri içeren çok sayıda Kur'ân ayeti indi. Bu ayetler dilden dile dolaştı, müminlerin kalpleri bunları topladı, bu ayetler onları işitmek ve kavramak amacıyla uzaktan yakından gelenler için cazibe odağı oluşturdu.

Belâgatın insanlar üzerindeki etkisi çok büyük olduğu için çeşitli yollardan Hz. Peygamber'in (s.a.a) hareketini durdurmaya girişen Kureyşliler, Hz. Peygamber'in (s.a.a) insan toplulukları ile ilişkiye geçip onlara çağrısını sunmasını engellemek istediler. Bu maksatla Mekke'ye gelenlerin Kur'ân'ın inen ayetlerini işitmelerini önleme gayretine başvurdular. Bütün bunlar, o güne kadar denedikleri Hz. Peygamber'i (s.a.a) mülk, saltanat, yüklü mallar, şeref ve şeflik vaatleri ile yolundan döndürme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra uygulamaya konulan plânlardı. Bunlara ek olarak Mekke'ye gelenleri Hz. Peygamber'in (s.a.a) çağrısının doğruluğu konusunda şüpheye düşürmeyi devreye soktular. Bu amaçla Hz. Peygamber'in (s.a.a) başına gelen hâlin aslında bir hastalık durumu olduğunu ve onu tedavi etmeye çalıştıklarını ileri sürdüler. Hz. Peygamber (s.a.a) ise onlara hayrı, şerefi ve kurtuluşu bütünü ile içeren şöyle bir karşılık verdi: "Bir cümle var. Eğer onu söylerseniz, onun sayesinde bütün Araplar size bağlılık sunar ve yine onun sayesinde bütün acemler (Arap olmayanlar) size cizye öder..." Kureyşliler Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu sözü üzerine heyecana kapıldılar ve bu teklifin son çözüme götüreceği hesabı ile: "Baban hakkı için, on kere evet." karşılığını verdiler. Hz. Peygamber (s.a.a), "Söyleyeceğiniz cümle, lâ ilâhe illallah'tır." dedi. Hz. Peygamber'in (s.a.a) bu karşılığı onlar için güçlü bir sürpriz oldu. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Fakat burun kıvırarak ayağa kalktılar ve dağılırken birbirlerine şöyle dediler: "Tanrıları, tek tanrı mı yaptı? Doğrusu bu, tuhaf bir şeydir!"[215]

Bunun üzerine Kureyşliler Hz. Peygamber'e (s.a.a) ve günden güne sayıları artmakta ve Hz. Peygamber'in çağrısı kalplerinde derinlik kazanmakta olan bağlılarına hakaret etmeye, onlar ile alay etmeye başvurdular. Bu tür davranışlardan biri Ebu Leheb ile eşi Ümmü Cemil'in, komşuları olan Hz. Peygamber'in (s.a.a) evinin kapısı önüne diken atmaları idi.[216] Ayrıca Ebu Cehil, Hz. Peygamber'e (s.a.a) sataşmaya, onu çirkin sözler ile rahatsız etmeye başladı. Fakat yüce Allah sürekli zalimleri gözetlemede idi. Nitekim Hz. Peygamber'in (s.a.a) amcası Hamza, bu yapılanları öğrenince kalabalık bir Kureyşli topluluk önünde Ebu Cehil'in hakaretlerine karşılık vererek Müslümanlığı kabul ettiğini ilân etti. Bunun yanı sıra kendisine karşılık vermeleri veya Allah'ın Resulü'ne (s.a.a) ikinci bir sefer sataşmaları ile ilgili olarak Kureyş topluluğuna meydan okudu.[217]

Küfür Dünyası Aklın Sesine Uymaya Yanaşmıyor

Kureyşliler, beceri ve zekâları ile Hz. Peygamber'i ilâhî risaletinden vazgeçirebileceklerini sanıyorlardı. Ama diğer taraftan da insanların onun kutsal çağrısına olumlu karşılık verdiklerini açıkça görüyorlardı. Bu yüzden Utbe b. Rabia, Kureyş ileri gelenlerinin düzenledikleri bir toplantıda, Hz. Peygamber'e (s.a.a) gidip kendisi ile bu çağrısından ne zaman vazgeçeceği konusunu konuşmaya gitti. O sırada Hz. Peygamber tek başına mescitte oturuyordu. Utbe söze başlayarak Peygamber'i (s.a.a) övdü, Kureyş kabilesi içinde itibarlı bir konuma sahip olduğunu söyledi. Arkasından ona sunmayı düşündüğü vaatlerini ve önerilerini sıraladı. Hz. Peygamber (s.a.a) de onu sessizce dinliyordu. Dedikleri şunlardı:

"Ey kardeşimin oğlu, eğer bu getirdiğin din aracılığı ile istediğin mal ise, senin için mallarımızdan toplarız. Böylece aramızda en çok malı olan kişi olursun. Yok, eğer bu din aracılığı ile istediğin şan, şeref ise seni kendimize efendi yaparız. Böylece sensiz hiçbir konuda kesin karar vermeyiz. Yok, eğer bu din aracılığı ile istediğin egemenlik ise seni başımıza hükümdar yaparız. Yok, eğer sana gelen gözlerinin önüne dikilen bir cin ise ve sen de onu kendinden uzaklaştıramıyorsan, senin için tıbbî tedavi ararız ve bu hastalıktan kurtulmanı sağlamak için mallarımızı harcarız..."

Utbe konuşmasını tamamlayınca Hz. Peygamber (s.a.a): "Ey Ebu Velid, söyleyeceklerin bitti mi?" diye sordu. Utbe'nin: "Evet." cevabını vermesi üzerine: "Şimdi beni dinle." dedikten sonra şu ayetleri okumaya başladı: "Hâ, Mîm. (Kur'ân) rahman ve rahim olan Allah katından indirilmiştir. (Bu,) bilen bir topluluk için, ayetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır. (Bu kitap) müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüz çevirdi. Artık dinlemezler. Ve dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır…"[218]

Hz. Peygamber okumaya devam etti. Onu dinleyen Utbe, işittikleri karşısında donakaldı. Yorgunluktan nefes alarak eEllerini arkasına atıp onlara dayandı. Hz. Peygamber (s.a.a) bu suredeki secde ayetine i okuyunca varıp secdeye kapandı ve secdeden sonraarkasından: "Ey Ebu Velid!" dedi, "İşiteceğini işittin, seni o işittiklerinle baş başa bırakıyorum."

Utbe, Hz. Peygamber'e verecek bir cevap bulamadı. Ayağa kalktı ve kavminin yanına döndü. Bir yere oturduktan sonra şunları söyledi: "Vallahi, ben benzerini asla işitmediğim sözler işittim. Vallahi, bu sözler ne şiir, ne büyü ve ne de kehanet idi. Ey Kureyşliler, beni dinleyin ve bunu benim için yapın. Bu adamı tuttuğu yolla baş başa bırakın, kendisi ile tuttuğu yol arasına girmeyin, onu kendi hâline bırakın."

Fakat ölü kalpler için bu teklife olumlu karşılık vermek nerede? Utbe'ye: "Ey Ebu Velid, Allah'a ant olsun ki, Muhammed seni dili ile büyüledi." karşılığını verdiler. Bu karşılığı alan Utbe onlara: "Bu, benim onunla ilgili görüşümdür. Siz neyi uygun görüyorsanız öyle yapın." cevabını verdi.[219]

Büyücülük İthamı

Kureyş kabilesi, İslâmî risalete yönelik mücadelesinde söz birliği hâlinde olmayı, her kafadan bir ses çıkmamasını ve itibarını kaybetmemeyi istiyordu. Bunun yanı sıra yaklaşan hac mevsimi sırasında bu risaletin insanların kalplerine sirayet etmesini durdurma gayesinde idi. Bunun için putperest konumunu korumayı ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) rolünü ve itibarını zayıflatmayı açıkça ortaya koyacak bir yöntem edinme peşine düştü. Bu maksatla toplu hâlde Velid b. Muğire'ye gittiler. Çünkü Velid, ileri yaşta ve geniş bilgiye sahip ileri yaşta bir kişi idi. Maksatları, yürütecekleri mücadelenin yöntemi üzerinde ortak bir karara varmaktı. Fakat ileri sürdükleri görüşler birbirlerinden farklı idi. Kimisi Hz. Peygamber'in kâhin, kimisi deli, kimisi şair, kimisi kuruntuların tutsağı olan bir hasta ve kimisi de büyücü olduğunun iddia edilmesini öneriyordu. Sonra sözü Velid'e verdiler. O da şöyle dedi: "Vallahi, Muhammed'in sözünde tat vardır. Kökü bereketli ve dalları meyve yüklüdür. Bu konuda her ne söylerseniz, asılsız olduğu ortaya çıkacaktır. Bu husustaki en akla yakın söz: 'Bu adam bir büyücüdür, aslında büyüden ibaret olan birtakım sözler ortaya koydu; bu sözler kişi ile babasının, kişi ile kardeşinin, kişi ile eşinin arasını açıyor.' demenizdir." Velid'in bu konuşması bitince Kureyşliler halk arasına sızarak kirli söylentilerini yaymak üzere dağıldılar.[220]

İşkence, Müminleri Sindirmenin Yolu

Kâfir ve müşrik güçler tevhit ilkesini ve imanı idrak etmekte âciz kaldıkları gibi Hz. Peygamber'i (s.a.a) ve hak taraftarlarını İslâmî risaleti yaymaya devam etmekten alıkoymakta âciz ve başarısız kaldılar. Nasıl ki, akılları tevhit ilkesini ve imanı idrak etmekte âciz kaldı ise. Öyle ki, İslâm risaletini durdurmayı ve gözden düşürmeyi amaçlayan bütün gayretleri boşa gitti. Bu yüzden yeni inanç sahiplerine karşı verdikleri mücadelede şiddeti, baskıyı ve işkenceyi yöntem olarak devreye sokmaktan başka çare bulamadılar. Bu amaçla her kabile, bünyesinde bulunan Müslümanlar üzerine çullandı. Onları hapse atmaya, döverek, aç ve susuz bırakarak işkenceden geçirmeye başladılar. Böylece aralarındaki Müslümanları dinlerinden ve Rablerinin risaletini benimsemekten vazgeçirmeyi amaçlıyorlardı.

İşte Umeyye b. Halef, Bilal-i Habeşî'yi yakıcı öğle sıcağında Mekke civarındaki kızgın çöle çıkararak en acımasız işkenceye tâbi tutuyor. İşte Ömer b. Hattab, Müslüman oldu diye cariyesini döverek işkenceden geçiriyor ve âciz kalınca: "Senden özür dilerim, seni dövmeyi bırakmamın tek sebebi yorgun düşmemdir." diye alay ediyor. İşte Mahzumoğulları; Ammar'ı, babasını ve annesini Mekke civarındaki kızgın çöllere çıkararak işkenceye tâbi tutuyorlar. İşkence sırasında Resulullah (s.a.a) yanlarından geçerken: "Ey Yasiroğullları, sabredin, buluşma yeriniz cennettir!" diyor. Yapılan işkencenin şiddeti öyle bir noktaya varıyor ki, Ammar'ın annesi şehit oluyor.[221] Böylece Sümeyye, ilk İslâm şehidi oluyor.

Kureyşlilerin risalete, Resul'e ve ashabına yönelik mücadelelerinde kullandıkları yöntemlerin genel tablosunu çizmeye giriştiğimizde, bu mücadelenin aşamalarını aşağıdaki maddeler bağlamında özetleyebiliriz:

1- Kullanılan yöntemlerin en yaygın olanı, Hz. Peygamber'in (s.a.a) şahsiyetini ve insanların kalplerindeki konumunu alay ve aşağılama konusu yapmaktı. Bu rolü oynayanların başında Halid b. Velid b. Muğire'nin (Halid'in babası), Ukbe b. Ebu Muayt'ın, Hakem b. As b. Umeyye'nin ve Ebu Cehil'in geldiğini görüyoruz.

Fakat ilâhî yönlendirme ve destek, onların bütün gayretlerini boşa çıkardı. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Şüphesiz, alay edenlere (karşı) biz sana yeteriz."[222] "Senden önceki peygamberlerle de alay edilmiş, bu yüzden onlarla alay edenleri alay ettikleri şey (azap) kuşatıvermişti."[223]

 

Back Index Next