Back Index Next

 Dolayısıyla, halife seçiminde ümmetin görüş birliği şart değildir. Halife seçiminin sahih oluşunda ümmetin icması ve görüş birliği şart olmadığı için halife seçiminde gerekli olan görüş sahipleri için de kesin bir sayı şart değildir. Dolayısıyla hatta görüş sahiplerinden bir kişinin uygun görmesiyle bile halife seçimi gerçekleşir.[392] Ebu Bekir b. Arabî (öl. 543 hicrî) de der ki: Halifeye biatte ümmetin bütün ileri gelenlerinin olması gerekli değildir; halife seçiminin gerçekleşmesi için ileri gelenlerden iki kişinin veya birinin muvafakati yeterlidir.[393] Şeyh-i Fakih ve Allame Muhaddis Kurtubî (öl. 671 kamerî) sekizinci meselede, Bakara Suresi'nin 30. ayetinin tefsirinde (Muhakkak ben, yer yüzünde bir halife var edeceğim.) şöyle yazar: Halife seçimi, ancak halkın ileri gelenlerinden bir grupla gerçekleşir." söyleyenlerin görüşlerinin tam aksine, halkın ileri gelenlerinden ve güvenilir şahıslardan birisi bile halifeyi belirtir ve tanıtırsa yeterlidir ve diğerlerinin onun seçimine uymaları farzdır.

 Çünkü Ömer, -Benî Sâide Sakifesi'nde- tek başına Ebu Bekir'e biat etti ve sahabelerden hiçbiri ona karşı çıkmadı. Dolayısıyla, diğer akitlerde olduğu gibi, bu meselenin de gerçekleşmesi için belli sayıda sâlih kişilerin varlığının şart olmaması gerekir. Yine İmam Ebu'l-Mealî der ki: Eğer bir kişi -görüş sahipleri ve halkın ileri gelenlerindenbiri tarafından hilâfete geçirilirse, bu akit doğru ve geçerlidir; böyle bir halifeyi bir olay vuku bulmadan ve hiçbir şeyi değiştirmeden hilâfet makamından almak caiz olmaz. Bu konuda görüş birliği vardır. Ebu'l-Mealî Kurtûbî on beşinci meselede de yukarıdaki ayetin tefsirinde şöyle yazar: Halife seçimi, ümmetin bütün ileri gelenleri ve güvenilir kişileri tarafından veya daha önce geçtiği gibi onlardan biri tarafından gerçekleştirilirse onu kabul edip böyle bir imama biat etmek herkese farzdır.[394] Kadı Azududdin İcî (öl. 756 hicrî) el-Mevakif adlı kitabının üçüncü bölümünde, "İmameti İspatlayan Şeyler" başlığı altında geniş  bir açıklama yapmıştır. Onun bu sözleri özetle şöyledir: İmamet Resulullah (s.a.a) tarafından bir nassla veya icma gereğince bir önceki imamın atamasıyla veya Şia'nın düşüncesinin aksine, halkın ileri gelenlerinin ve görüş sahiplerinin biatiyle gerçekleşir. Bunun delili ise Ebu Bekir'in hilâfete biatle geçmiş olmasıdır... Herhangi bir imamın imameti, seçim ve biat yoluyla gerçekleşmiş olursa, icmaya gerek kalmaz; çünkü buna karşı aklî veya naklî bir delil yoktur; aksine, halkın ileri gelenlerinden ve görüş sahiplerinden bir - ikisinin muvafakati yeterlidir.

Çünkü, sahabelerin dindeki bütün titizliklerine rağmen bununla yetindiğini biliyoruz. Yine Ömer'in Ebu Bekir'e verdiği veya Abdurrahman b. Avf'ın Osman'a sunduğu halifelikte, ümmetin icması bir yana dursun, hatta Medine halkının bile toplanması ve onlara bildirilmesi şart görülmemiş, buna rağmen hiç kimse onları eleştirip itiraz etmemiş ve günümüze kadar da durum böyle devam etmiştir.[395] Seyyid Şerif Curcanî (öl. 816 hicrî) gibi el-Mevakif kitabını şerh edenler Kadı İcî'nin görüşlerini onaylamışlardır.

Resulullah'a (s.a.a) Muhalefet Etse Bile İmama İtaat Farzdır!

Müslim kendi Sahih'inde Huzeyfe'den Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakleder: Benden sonra öyle liderler iş başına gelecekler ki ne benim yolumda hareket edecekler ve ne de benim sünnetimi uygulayacaklar. Onların arasından öyle kişiler çıkacak ki kalpleri, insan bedenlerinde yer alan şeytanların kalpleri olacak." Ben, "Ya Resulullah! Bu gibi liderlerle karşılaşırsam benim görevim nedir?" diye sorunca Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Malını yağmalasa ve sırtına kırbaç vursa bile o lidere itaat et!"[396] İbn Abbas'tan da Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: İmam ve halifesinin hoşa gitmeyen bir hareketini gören kimse sabırlı olmalıdır.

 Çünkü cemaatten bir karış kadar uzaklaşarak ölen kimse câhiliye ölüsü gibi ölmüş olur. Diğer bir rivayette ise şöyle geçer: Hâkim gücün sultasından bir karış dışarı çıkarak ölen kimse câlihiye ölümüyle ölen kimse gibi olur. Yine Abdullah b. Ömer'den Yezid b. Muaviye'nin döneminde vuku bulan Hirre Savaşı'nda şöyle dediği rivayet edilir: Resulullah'tan (s.a.a) şöyle duydum: Zamanın hâkim gücüne itaat etmekten vazgeçen kimsenin kıyamet günü bu çirkin işi için bir özrü olmayacaktır. Bir kimsenin biati üzerinde olmadan ölen kimse câhiliye dönemi ölümüyle ölmüş olur. Nevevî, Sahih-i Müslim'e yazmış olduğu şerhte "Lüzumu't-Taatu'l- Umera..." bölümünde şöyle yazar: Ehlisünnet fakih, muhaddis ve mütekellimlerinin çoğu, halife ve önderin günah işleme, zulmetme, Allah'ın hududunu uygulamama sebebiyle makamından alınmayacağında ve bu nedenle ona karşı kıyamın caiz olmadığında, aksine, bazı hadisler gereğince ona nasihat ve öğüt verilmesi gerektiğinde ittifak etmişlerdir. Nevevî bundan önce başka bir yerde şöyle yazar: Bütün Müslümanların icması gereğince fâsık ve zalim bile olsalar liderlere karşı kıyam etmek ve onlarla savaşmak haramdır. Bu konuda nakledilen ve birbirlerini destekleyen birçok hadis vardır.

Bütün Ehlisünnet mensupları, günah işlemesi ve zulmetmesi sebebiyle bir liderin makamından alınamayacağında görüş birliği içerisindedirler.[397] Kadı Ebu Bekir Muhammed b. Tayyib Bakıllanî (öl. 403 hk.) et-Temhid[398] adlı kitabında imamın makamından alınmasını ve ona itaat edilmemesini gerektiren etkenler hakkında özetle şöyle yazmıştır: Güvenilir kişiler, görüş sahipleri ve hadis kitapları yazarları şu konuda ittifak içerisindedirler: Halife; günah işlemesi, zulmetmesi, halkın mallarını gasbetmesi, insanlara eziyet etmesi, insanların kişisel ve toplumsal haklarına, saygın can ve mallarına el uzatıp şer'î hadleri uygulamaması yüzünden makamından alınamaz. Ona karşı kıyam etmek de haramdır; aksine ona nasihat etmeli, onu Allah'ın azabı ile korkutmalı, Allah'a itaatsizlik etmeyi ve günah işlemeyi gerektiren durumlarda onun emrine itaat etmemelidir. Onlar bu durumlarda, zulmedip halkın malını gasbetseler bile liderlere itaat etmenin farz oluşu hususunda Resulullah'tan (s.a.a) ve sahabeden rivayet edilen birçok hadise dayanmaktadırlar. Meselâ, Hz. Resulullah'tan (s.a.a) nakledilen, "Lideriniz burnu kesilmiş Habeşli bir köle bile olsa, ona itaat edin. İster takvalı olsun, ister zalim, herkesin arkasında namaz kılın." veya "Malını yeseler ve sırtını kırbaçla incitseler bile liderlerine itaat et!" hadisleri bunun en bariz örnekleridir.

Son Asırda Hilâfet Ekolü Mensuplarının İstidlalleri

Genelde Hilâfet Ekolü mensuplarının bu son zamanlarda geçmiş halifelerin hilâfetlerinin doğruluğuna ve İslâmî açıdan geçerliliklerine getirdikleri delil, halifenin Müslümanların şûrasının seçimiyle başa geçirilmiş olmasıdır.  Bazıları da bundan şöyle bir sonuç çıkarmışlardır: Bugün İslâm hükümeti biat alma esasıyla kurulmaktadır. O hâlde Müslümanların hilâfet adına kendisine biat ettikleri kimsenin hükümet ve liderliği İslâm açısından geçerli ve şer'î olup, bütün Müslümanların ona itaat etmesi farzdır. Bunlar, imamet ve İslâm hükümetinin oluşumu konusunda Hilâfet Ekolü'nün görüş ve delilleridir. Şimdi bu görüşleri incelemeye başlamadan önce bu konudaki birkaç ıstılahı incelememiz yerinde olacaktır.

İMAMET VE HİLÂFET KONUSUNUN ISTILAHLARI

 1- Şûra

Arapça'da "et-teşavur", "el-müşavere" ve "el-meşvere" sözcükleri bir kişinin diğer birine müracaat ederek onun görüşünü alması anlamına gelir. "Şaverehu" denildiğinde, "ondan görüşünü söylemesini istedi.", anlamı kastedilmektedir. Veya "Eşare ileyhi bi'r-re'y, yuşi-ru" denildiğinde, onun görüşü şudur, demek istenmektedir. Yine, "İşleri kendi aralarında şûra ile olanlar",[399] bir konunun müşavere için bir gruba sunulması anlamındadır.[400] Bu kökten türeyen sözcükler Kur'ân-ı Kerim'de, Resulullah'ın (s.a.a) hadislerinde ve Müslümanların kullanımında değişmemiş ve

asıl anlamında kullanılmaya devam etmiştir; burada üzerinde duracağımız konu "şûra" ve "müşavere" kelimelerinin İslâm dini ve ahkamında kullanılmasıdır.

2- Biat

a) Arap Lügatinde Biat

Arapça'da biat alışverişi gerçekleştirmek için el sıkışmak anlamındadır.[401] -Alıcıyla satıcı bir alışverişte anlaştıklarında müşteri, alışverişi kabul ettiğini göstermek amacıyla satıcıyla el sıkışır.- "Se-fike yedehu bil biat ve'l-bey ve ala yedehu sefka" cümlesi, alışverişi kabul etmek anlamında onunla tokalaşma anlamına gelir. "Tesafe-ku"[402] ve "tebayeu" dendiğinde, pazarlık ve alışveriş yaptılar denmek isteniyor. Arapça'da bu harekete biat denir. Fakat Araplarda sözleşme ve yemin etme çeşitli şekillerde gerçekleşir.

Örneğin, Kâbe'nin perdedarlığı, hacılara su verme ve  Mekke'deki diğer önemli mevkileri ele geçirme hususlarında Abdumenaf Oğulları'nın kendilerini Abduddar Oğulları'yla savaşmaya hazırlamak için yaptıkları ameller gibi. İbn İshak bu olayı şöyle nakleder: "Abdumenaf Oğulları, birbirleriyle sözleşmek için bir kaba çamur doldurarak Mescidu'l-Haram'da Kâbe'nin kapısının ağzına bıraktılar. Bu maksatla onlarla sözleşenler ellerini o kaba daldırarak ahitleştikten sonra elerini Kâbe'nin duvarına sürdüler; böylece güzel kokulular anlamında "el-Mutabbibin" diye adlandırıldılar."[403] Yine İbn İshak, Kâbe'nin binasının  onarılmasıyla ilgili olarak şöyle der: "Kâbe'nin temeli rükün haddine ulaşınca Hacerü'l-Esved'i yerine koyma iftiharına sahip olma konusunda kabileler arasında ihtilâf baş gösterdi; nihayet ihtilâflar kavgaya dönüştü. Bunun üzerine yemin ederek birbirleriyle savaşmaya hazırlandılar. Abduddar Oğulları'nın ileri gelenleri, bir kabın içine kan doldurup bu konuda ölünceye kadar direneceklerini göstermek için, Adiy b. Ka'b Oğulları'yla ahitleşip birlik ve beraberliklerinin simgesi olarak ellerini kan dolu kaba daldırdılar ve böylece kan yalayanlar anlamında "Lea-ketu'd-Dem" ismini aldılar.[404]

b) İslâm'da Biat

Dediğimiz gibi biat veya tokalaşmak Arapça'da alışverişi gerçekleştirmek anlamına gelir. Fakat İslâm'da, bu deyim, biat eden kimsenin biat edilen kimseye karşı, her iki tarafın bildiği birtakım kurallara uyacağına ve ona itaat edeceğine dair sözleşme anlamındadır. Meselâ, "bayeahu mubayeaten" denildiğinde, bu konu üzerinde onunla sözleşti, demek isteniyor. Allah Teâla Kur'ân-ı Kerim'de buyuruyor ki: "Şüphesiz sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmişlerdir. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Şu hâl-de, kim ahdini bozarsa, artık o, ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş olur. Kim de Allah'a karşı verdiği ahdine vefa gösterirse, artık O da, ona büyük bir ecir verecektir."[405] Burada Resulullah'ın (s.a.a) sünnetinden ve aldığı biatlerden üç örnek veriyoruz:

İlk Biat

İslâm dininde alınan ilk biat "Akabe-i Ulâ" biatidir. Medine halkından Müslüman olan on iki kişi orada Resulullah'a (s.a.a) biat etti. Onlardan biri olan Ubâde b. Samit bu olayı şöyle anlatır: Biz Akabe denilen yerde Resulullah'a (s.a.a) Nisâ Biati yaptık. Bu olay, müşriklerle savaşmanın bize farz oluşundan çok önce vuku buldu. Biz, "Hiçbir şeyi Allah'a ortak koşmayacağız, zina etmeyeceğiz, evlâtlarımızı öldürmeyeceğiz, elimizle ayağımız arasında yalan söyleyip iftira etmeyeceğiz (yani, bir erkekten hamile kalan kadının çocuğunun yalan yere başka bir erkeğe ait olduğunu  söylemeyeceğiz), işlerde Hz. Peygamber'in emirlerine itaatsizlik etmeyeceğiz." Diye Resulullah'a (s.a.a) biat ettik. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Bu ahdinize bağlı kalırsanız size cennet verilecektir; ancak ihanet edecek olursanız dünyada cezasını çekeceksiniz, kıyamete kadar bunu gizleyecek olursanız karşınızda Allah'ı bulursunuz; isterse sizi cezalandırır ve isterse de affeder." Bu biate, Akabe-i Ûlâ Biati adı verildi.

İkinci Büyük Akabe Biati

Kâ'b b. Malik şöyle nakleder: Haccetmek için Medine'den dışarı çıktık. Daha önce Resulullah'la (s.a.a) Teşrik günlerinde (zilhicce ayının 11, 12, ve 13. günleri) Akabe'de görüşmeyi kararlaştırmıştık. Gecenin üçte biri geçmişti. Özenle yüzümüzü herkesten gizlemeye çalışarak grup grup gidip Akabe yakınlarındaki bir derede toplandık. Sayımız yetmiş üç erkek ve iki kadındı. O sırada Resulullah (s.a.a), amcası Abbas'la birlikte aramıza geldi. Hz. Peygamber bir konuşma yaptı, Kur'ân okudu; bizi Allah'a ve İslâm dinini kabul etmeye davet ederek, "Ben, kadınlarınız ve çocuklarınızı savunduğunuz gibi beni savunmanız üzere sizinle biatleşiyorum." buyurdu. Bunun üzerine Berâ b. Ma'rur ayağa kalkarak Resulullah'ın (s.a.a) elini tutup şöyle dedi: "Evet, hak üzere seni gönderene yemin ederim ki, seni, kadınlarımızı savunduğumuz gibi savunacağız. O hâlde ya Resulullah; bizimle biatleş. Vallahi biz savaş erleriyiz..." Ebu Heysem b. Teyyehan da şöyle dedi: "Ya Resulullah! Yahudilerle bizim sözleşmemiz var; biz senin dinini kabul ederek onlarla anlaşmamızı bozduğumuzda günah etmiş oluyor muyuz? Ve acaba Allah bizi zafere ulaştırdığında sen ailenin yanına dönerek bizleri yalnız mı bırakacaksın?!" Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) tebessüm ederek şöyle buyurdu: "Biz öyle bir sözleşme yapacağız ki, kanlarımız, ölümümüz ve yaşamamız bir olacak. Şimdi aranızda benim temsilcim olmaları için güvendiğiniz on iki kişiyi tanıtın bana."

Resulullah'ın (s.a.a) bu sözleri üzerine, dokuzu Hazrec'ten ve üçü ise Evs'ten olmak üzere on iki kişiyi Hz. Peygamber'e tanıttılar. Resulullah (s.a.a) onlara şöyle buyurdu: "Sizler, Hz. İsa'nın havarilerinin, İsa b. Meryem'in temsilcileri oldukları gibi kendi kabileleriniz ve akrabalarınız arasında benim temsilcilerimsiniz. Ben ise kendi kavmimin, yani bütün Müslümanların sorumlusuyum." Temsilciler, "Evet." diyerek kendilerine verilen bu görevi kabul ettiler. Fakat Resulullah'a (s.a.a) ilk olarak kimin biat ettiğinde ihtilâf var. Bazıları ona ilk olarak Es'ad b. Zurare'nin biat ettiğini  söylerken, bazıları da bu şerefe Ebu'l-Heysem b. Teyyehan'ın ulaştığını ileri sürerler.[406]

Rıdvan Biati veya Şecere Biati

Hicretin yedinci yılında, Resulullah (s.a.a) ashabını umre yapmak için seferber etti. Medine Müslümanlarından bin üç yüz veya bin altı yüz kişi Resulullah'ın (s.a.a) bu çağrısına olumlu cevap vererek Hz. Peygamber'le birlikte Mekke'ye doğru yola koyuldu. Resulullah (s.a.a) kurban etmek için beraberinde yetmiş deve getirmiş ve "Ben umre yapmaya gidiyorum, dolayısıyla yanıma silâh almıyorum." buyurmuştu. Kervandakiler Zu'l-Huleyfe denen yerde ihram bağlayarak Mekke'ye doğru hareket edip Mekke'den dokuz mil uzakta Hudey-biye denen yerde toplandılar.  Müslümanların Mekke'ye doğru hareket ettiklerini duyan Mekke halkı dehşete düştü. Hemen Mekke'nin etrafındaki kabilelerden ve kendi taraftarlarından bir ordu hazırlayarak Halid b. Velid'i veya İkrime b. Ebu Cehl'i iki yüz atlıyla Müslümanların Mekke'ye doğru ilerlemelerini önlemeleri için gönderdiler. Resulullah (s.a.a) bunu görünce Kureyş ordusuyla savaşa hazırlanarak Müslümanlara, "Allah Telâ bana sizden biat almamı emret ti." buyurdu. Müslümanlar da gelerek savaştan kaçmayacaklarına dair ona biat ettiler. Bazıları da, ölünceye kadar direneceklerine dair biat ettiklerini söylerler. Kureyş, Resulullah'la (s.a.a) müzakere etmek için bir grup gönderdi. Müzakere için gelenler bu manzarayla karşılaşınca korkarak Hz. Peygamber'le uzlaşıp, ona barış önerisinde bulundular...[407]

Evet, Resulullah (s.a.a) kendi hayatı döneminde ashabından üç çeşit biat almıştır:

1- İslâm'ı kabul etme biati

2- İslâm hükümetinin teşkili için biat

3- Savaş biati.

Elbette Resulullah'ın (s.a.a) almış olduğu üçüncü biat gerçekte ikinci biati yenilemek içindi; çünkü Resul-i Ekrem (s.a.a) ashabını umre için Medine'den çıkarmış; ama bu umre hareketi savaş hareketine dönüşmüştü. Bu ise ashabı Medine'den çıkarırken güttüğü hedefle çelişmekteydi. Dolayısıyla, bu yeni hareket ve istenilmeyen savaş için yeniden biat alınması gerekiyordu. Resulullah'ın (s.a.a) bu hareketi iyi bir sonuç verdi. Kureyş müşriklerinin ve Mekke ahalisinin dehşete düşmesi bunun sonuçlarından biridir. Burada, imama biat ve itaatle ilgili altı rivayete değinip onlarla ilgili kısa bir bilgi vererek bahsimizi bitireceğiz:

1- Abdullah b. Ömer'den şöyle rivayet edilir: Biz, Resulullah'a (s.a.a) itaat edeceğimize ve emrinden çıkmayacağımıza dair biat ettik. Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.a) bize, "Gücün yettiği kadar." buyurdu.[408]

2- Bir rivayette Hz. Ali'nin (a.s), "Gücünüz yettiği kadar." buyurduğugeçer.[409]

3- Diğer bir rivayette Cerir'den naklen Hz. Peygamber'in, "Gücümyettiği kadar, de." buyurduğu kaydedilir.[410]

4- Hermas b. Ziyad'dan[411] şöyle nakledilir: Ben biat etmek için elimi Resulullah'a uzattım. Ama yaşım küçük olduğu için Resulullah (s.a.a) kabul etmedi.[412] Yine İbn Ömer'den şöyle nakledilir: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki:

"Her Müslümanın ister istemez sevdiği ve sevmediği konuda itaat etmesi farzdır. Ama bir günahı işlemekle görevlendirilirse, bu durumda itaat etmesi caiz değildir."[413]

5- İbn Mesud, Resulullah'tan (s.a.a) şöyle nakleder: "Benden sonra, sünnetimi yok etmeye çalışan, bidat çıkaran ve namazı vaktinde kılmayan kimseler size hükümet edecekler." Ben, "Ya Resulullah!" dedim, "Onların dönemini görsem vazifem nedir?" Resulullah, "Ey Ümmü Abd'ın oğlu!" buyurdu, "Benden vazifenin ne olduğunu mu soruyorsun? Allah'a karşı günah işleyen öndere itaat edilmemelidir."[414]

6- Ubâde b. Samit'in naklettiği uzun bir hadisin son bölümünde şöyle geçer: "Allah'a karşı günah işleyen bir kimseye itaat edilemez; o hâlde Rabbinize karşı savaşa girişmeyin."[415] Başka bir rivayette bu hadisini gerisi, "Rabbinize karşı sapmayın." şeklinde geçer.[416]

Resulullah'ın (s.a.a) sünnetinde "biat" kelimesini incelediğimizde biatin şu üç temele dayandığını görmekteyiz: 1- Biat eden, 2- Biat edilen, 3- Bir işi yapmak için itaat edeceğine dair sözleşmek. Dolayısıyla ilk önce yapılması istenen şeyin ne olduğu apaçık belli olmalı, sonra Resulullah'ın (s.a.a) sünnetinde olduğu gibi biat eden kimse, üzerine aldığı bütün vazifeleri kabullenme anlamında elini biat alan kimsenin eline sürmeli; böylece biat gerçekleşmiş olur. Buna göre biat, şer'î bir ıstılahtır. Ama bugün çoğu Müslümanlar, İslâm'da şer'î biatin gerçekleşmesinin şartlarını  bilmemektedirler. Binaenaleyh, İslâm'da biat şu üç şartla gerçekleşir: 1- Biat eden kimse biat etmesi sahih olan kişilerden olmalı ve kendi iradesiyle biat etmelidir. 2- Biat edilen kimse kendisine biat edilmesi doğru olan kişilerden olmalıdır. 3- Biat konusu, yapılması doğru ve helâl olan bir şey olmalıdır. Dolayısıyla, buluğ çağına erişmeyen çocuğun ve delilin biati doğru değildir.

Çünkü İslâm dininde bu ikisi İslâm hükümlerini  uygulamakla yükümlü değillerdir. Yine biat, biat edenin kendi rıza ve iradesiyle yapılmalıdır. Mecbur edilen kimsenin biati doğru değildir; çünkü biat alışveriş gibidir; bir malı sahibinden zorla alıp parasını ödemek doğru olmadığı gibi, zor kullanarak ve kılıcın gölgesi altında alınan biat de doğru ve meşru değildir. Yine açıkça günah işleyen kimseye, Allah'a itaatsizlik etmek ve bir günah işlemek için edilen biat de doğru değildir. Dolayısıyla biat, İslâmî bir ıstılah olup İslâm dininde birtakım hükümleri vardır. Buraya kadar özetle şunları işledik: Arapça'da biat, alışveriş taraflarının alışverişi kabul etme belirtisi olarak tokalaşmaları anlamındadır. İslâm dininde ise biat, biat eden kimsenin biat edilen kimseyle kendi aralarında ararlaştırılan konularda itaat edeceğine dair sözleşmesinin belirtisidir. Biatte şart koşulan şeyler yerine getirilmedikçe İslâm açısından biat gerçekleşmiş olmaz. Biatin şartları şunlardır: 1- Buluğa ermeyen çocuğun biati doğru değildir. 2- Zor kullanılarak alınan biat ve açıkça günah işleyen kimseye biat doğru değildir. 3- Bir günah işlemek için yapılan biat batıldır. Resulullah (s.a.a) üç konuda biat almıştır: İlk olarak İslâm için, ikincisi İslâm hükümetinin teşkili için, üçüncüsü savaş için. Üçüncü konuda alınan biat hakkında Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz, sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmişlerdir. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir."[417]

3- Halife ve Yeryüzünde Allah'ın Halifesi

 Halife ve Hilâfet

"Hilâfet" Arapça'da birinin yerine geçmek anlamındadır.[418] Halife ise birinin yerine geçen ve onun makamına oturan kimseye denir.[419] Kur'ân-ı Kerim'de de bu anlamda geçmiştir: "(Allah'ın) Nuh'un kavminden sonra sizi halifeler kıldığını hatırlayın..."[420] "(Allah'ın) Ad (kavminden) sonra sizi halifeler kıldığını hatırlayın..."[421] "Onların ardından yerlerine kitaba mirasçı olan birtakım halifeler geçti."[422] "Sonra onların arkasından öyle halifeler türedi ki, namaz (kılma duyarlığını) kaybettiler."[423] "(Allah) dilerse sizi giderir ve dilerse, bir başkasını size halife eder (yerinize getirir)."[424] Bu sözcük Resulullah'ın (s.a.a) hadislerinde de bu anlamda kullanılmıştır: "Allah'ım, halifelerime merhamet et. Allah'ım, halifelerime merhamet et. Allah'ım, halifelerime merhamet et." "Ya Resulullah! "Halifelerin kimlerdir, denildiğinde şöyle buyurdular: "Onlar benden sonra gelip, benim hadisimi ve sünetimi rivayet eden kimselerdir." Bu sözcük sahabeler döneminde de bu anlamda kullanılmıştır:

a) Birinci Halife'nin Döneminde

İbn Esîr, Nihayetu'l-Lügat adlı eserinde şöyle kaydeder: Arab'ın biri Ebu Bekir'in yanına gelerek, "Sen Resulullah'ın (s.a.a) halifesi misin?!" diye sordu. Ebu Bekir, "Hayır." dedi. Adam, "Öyleyse kimsin?" dedi. Ebu Bekir, "Ben ondan geriye kalan ve bir işe yaramayan bir şeyim." dedi.[425]

İbn Esîr daha sonra diyor ki: Ebu Bekir'in sözlerinde geçen "Halife" sözcüğü faydasız ve bir işe yaramayan şeye denir; Ebu Bekir tevazuda bulunmak için böyle söylemiştir.

b) İkinci Halife'nin Döneminde

Suyutî (öl. 911 hk.) kendi Tarih'inde "fi nebzi min ahbarihi ve kazayahu" bölümünde şöyle yazar: Askerî el-Evail adlı eserinde, Taberânî el-Kebir'de ve Hâkim Müstedrek'te şöyle kaydeder: Bir gün Ömer b. Abdülaziz, Ebu Bekir b. Süleyman b. Ebu Hesme'ye şöyle sordu: Neden Ebu Bekir mektuplarını "Min halifeti Resulullah" (Resulullah'ın halifesi tarafından) unvanıyla yazıyorken, Ömer hilâfetinin başlarında "Min ha-lifeti

Ebu Bekir" (Ebu Bekir'in halifesi tarafından) unvanıyla yazıyordu? "Emirü'l-Müminin" tabirini ilk kez kim kullandı? Ebu Bekir b. Süleyman buna şöyle cevap verdi: Muhacir kadınlardan olan Şefa bana dedi ki: Ebu Bekir mektuplarını "Resulullah'ın halifesi", Ömer ise kendi mektuplarını "Resulullah'ın halifesinin halifesi" diye imzalıyordu. Nihayet bir gün ikinci halife Ömer Irak'taki valisine bir mektup yazarak oranın durumundan ve halkın hâlinden bilgi edinmesi için bölge halkından sabırlı iki kişiyi yanına göndermesini istedi. O da Ömer'e Lübeyd b. Rabia'yla Adiy b. Hatem'i gönderdi. Bu ikisi Medine'ye gittiler. Mescitte Amr b. As'la karşılaşarak, huzuruna girmemiz için Emirü'l-Müminîn'den izin al, dediler. Amr bunu duyunca, çok uygun bir isimdir, dedi. Amr, Ömer'in huzuruna girerken, "Esselâmun aleyke ya E-mirü'l-Müminin!" dedi. Ömer, "Bu ismi nereden aldın; maksadın nedir?" diye sordu. Amr, olay şundan ibarettir dedi. Sen emirsin, bizse müminleriz. Böylece o günden itibaren mektuplar bu başlıkla yazıldı. Nevevî de Tehzib adlı eserinde şöyle yazar: Ömer halka, "Siz müminlersiniz, ben de sizin emirini-zim." dedi. Ondan sonra Ömer'i "Emirü'l-Müminin" diye çağırdılar. Oysa daha önce onu, "Resulullah'ın halifesinin halifesi" diye çağırıyorlardı. Ama o zamandan itibaren bunun yerine "Emirü'l-Müminin" lakabını kullandılar.[426]

Yeryüzünde Halifetullah (Allah'ın Halifesi)

 İslâm dininde "Halifetullah fi'l-arz" (Allah'ın yeryüzündeki halifesi)[427], Allah Tealâ'nın insanlar arasından seçip halka imam ve önder

kıldığı kimseye denir. Bu terim Kur'ân-ı Kerim'de de bu anlamda kullanılmıştır. Meselâ, "Hani Rabbin, meleklere, 'Mutlaka ben, yeryüzünde

bir halife var edeceğim' demişti."[428] Bazıları bu ayeti şöyle tefsir etmişlerdir: "Allah Tealâ Hz. Adem'i yeryüzünde halife kılmıştır." Ama bazıları da, "Allah Tealâ insanı yeryüzündeki halifesi kılmıştır." diye tefsir etmişlerdir. Aşağıdaki ayet birinci tefsiri desteklemektedir: "Ey Davud, gerçek şu ki, biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile hükmet." O hâlde, eğer birinci ayetin anlamı insan cinsini Allah'ın halifesi kılmaksa, sadece Hz. Davud'un Allah'ın yeryüzündeki halifesi kılınması anlamsız olur. Çünkü bu makam, Allah Tealâ'nın Hz. Davud'dan önce, onun zamanında ve ondan sonra yeryüzündeki halifesi kıldığı insan türüne ait bir makamdır. Yine "Fehkum beynennas bi'l-hakki"(insanlar arasında hak ile hükmet) cümlesindeki "sebebiyet fa'sı",[429] Hz. Davud'un sahip olduğu insanlar arasında hükmetme hakkını, yeryüzünde Allah'ın halifesi olması nedeniyle, yani yüce Allah'ın onu yeryüzünde halifesi kılıp insanlar arasında hükmetme hakkını ona verdiği için elde ettiğine delâlet eder. O hâlde hükmetme hakkının Davud'a bırakılması, onun Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak seçilmesine bağlıdır.

Dolayısıyla, insanlar arasında hükmetme hakkının Allah'ın seçkin kullarından birine bırakıldığına delâlet eden bir ayet bulursak, o veli ve seçkin kulun Allah'ın yeryüzündeki halifesi olduğu anlaşılmış olur; nitekim şu ayet de buna tanıklık eder: "Gerçek şu ki, biz Tevrat'ı içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler, Yahudilere onunla hükmederlerdi."[430] Yine Allah Tealâ son peygamberi Hz. Muhammed'e (s.a.a) şöyle hitap eder: "İnsanlar arasında hükmetmen için biz sana Kitab'ı hak olarak indirdik."[431] Yine buyurur ki: "Sana da (Ey Muhammed,) Kitab'ı (Kur'ân'ı) hak olarak indirdik... Öyleyse aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet."[432] Hz. Davud'un (a.s) insanlara hükmedebilmesi için yeryüzünde halife olması gerektiğini gördük. Yukarıdaki üç ayette de peygamberlerin hükmedebilmeleri için Allah tarafından kendilerine kitap inmesi gerektiğini gördük. Buradan anlaşılıyor ki, Allah Tealâ kitabını taşıyanları yeryüzünde kendine halife etmiştir; bu doğrultuda kitap ve halka ulaştırdıkları din hükümlerini doğrudan doğruya vahiy aracılığıyla Allah Tealâ'dan almış olmaları (Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed -Allah'ın salat ve selâmı onların üzerine olsun- gibi) veya Hz. Davud ve Hz. Süleyman -her ikisi de Hz. Musa'- nın vasisi olup ona gelen Tevrat'ı insanlara ulaştırmaktaydı- gibi din sahibinden ilham yoluyla almış olmaları hiçbir şeyi değiştirmez. Şunu da hatırlatalım ki, "halifetullah" tabiri Ehlibeyt İmamları'- nın rivayetlerinde de bu anlamda geçer.[433]

Back Index Next