Back Index Next

Allah, Halifelerini Halkın Önderleri Kılmıştır

 Allah Tealâ yeryüzündeki halifelerini insanların önderleri kılmış, onlara kitap ve peygamberlik vermiştir. Allah Tealâ, bu alanda İbrahim, Lut, İshak ve Yakub'u şöyle anmaktadır: "Her birini sâlihler kıldık. Ve onları, kendi emrimizle hidayete yönelten önderler kıldık ve onlara hayır kapsayan fiilleri, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyet-tik. Onlar bize ibadet edenlerdi."[434] Yine buyuruyor ki: "Bu, İbrahim'e, kavmine karşı verdiğimiz ispatlı-delillerimizdir... Ve ona İshak'ı ve Yakub'u armağan ettik, hepsini hidayete eriştirdik; bundan önce de Nuh'u ve onun soyundan Davud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa'yı ve Harun'u hidayete ulaştırdık... Zekeriya'yı, Yahya'yı, İsa'yı ve İlyas'ı da (hidayete eriştirdik.)... İsmail'i, el-Yesa'ı, Yunus'u ve Lut'u da (hidayete eriştirdik) Onların hepsini âlemlere üstün kıldık. ...Onları da seçkin ve dosdoğru yola yöneltip-ilettik. ... Bunlar, kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik verdiklerimizdir..."[435] O hâlde Allah Tealâ'nın yeryüzünde kendisine halife kıldığı kimseler insanlar arasında hükmedebilirler. Yine Allah Tealâ insanları Kitabına yöneltmeleri ve onlara dinini ulaştırmaları için halifelerini onların önderleri kılmıştır. Dolayısıyla, Allah'ın halifelerinin en önemli vazifeleri tebliğdir. Nitekim Allah Tealâ Kur'ân-ı Kerim'de buna değinerek şu açıklamayı yapar: "Şu hâlde peygamberlere düşen apaçık bir tebliğden başkası mıdır?"[436] "Peygamber’e düşen, apaçık bir tebliğden başkası değildir."[437] Yine bunların benzerleri Âl-i İmrân: 20, Mâide: 92 ve 99, Ra'd: 40, İbrâhîm: 52, Nahl: 35, Şûrâ: 48, Ahkaf: 35, Tegâbun: 12'de geçmektedir. Yine Allah Tealâ tarafından tebliği, kendisine vahyolan peygamber veya Allah tarafından tayin olan onun vasisinden başkası yapamaz. Böyle bir tebliğin örneğini Tevbe Suresi'nin ilk on ayetinde aşağıdaki şekilde görebiliriz:

a) Tevbe Suresi'nin tebliği olayı Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde ve diğer kaynaklarda kaydedilmiştir. Biz burada Müsned-i Ahmet'ten naklediyoruz. Ahmet, Ali b. Ebutâlib'ten şöyle nakleder: Tevbe Suresi'nin ilk on ayeti Resulullah'a (s.a.a) inince, Ebu Bekir'i çağırarak o ayetleri Mekke halkına okuması için ona verdi. Ama bir süre sonra beni çağırarak, "Ebu Bekir'e git; ona ulaşınca o ayetleri ondan alarak, Mekke'ye gidip halka kendin tebliğ et." buyurdu. Ben Cuhfe'de Ebu Bekir'e yetişip ayetleri Ebu Bekir'den aldım. Ebu Bekir, Resulullah'ın (s.a.a) huzuruna dönerek ona dedi ki: "Ya Resulullah! Benim hakkımda kötü bir şey mi indi?" Resulullah (s.a.a), "Hayır." buyurdu, "Ama Cebrail gelerek tebliğ işini, ancak kendin yapmalısın veya kendinden olan bir kişi yapmalıdır, dedi."[438]

 b) Suyutî Tefsiri'nde Ebu Rafi'den şöyle nakledilir: Resulullah (s.a.a) Ebu Bekir'i Tevbe Suresi'nin ayetleriyle Mekke'ye gönderdi. Sonra Cebrail inerek, "Tebliğ işini kendin yapmalısın ve kendinden olan bir kişinden başkası yapmamalıdır." dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) Ali'yi Ebu Bekir'in peşi sıra gönderdi. Ali Mekke'yle Medine arasında ona ulaşarak o ayetleri Ebu Bekir'den alıp kendisi Mekke'ye götürdü ve hac töreninde halka okudu.[439]

c) Diğer bir rivayette Sa'd b. Ebî Vakkâs'tan şöyle nakledilir: Resulullah (s.a.a) Ebu Bekir'i Tevbe Suresi'nin ayetleriyle birlikte Mekke'ye gönderdi. Sonra peşinden Ali'yi (r.a) gönderdi. Ali (r.a) o ayetleri Ebu Bekir'den aldı. Bundan dolayı Ebu Bekir kalben üzülmüş olacaktı ki Resulullah (s.a.a) ona şöyle buyurdu: "Ey Ebu Bekir! Benim adıma tebliği, ya ben yapmalıyım veya benden olan bir kişiden başkası yapmamalıdır."[440]Bu rivayetlere göre, Resulullah (s.a.a) hicretin dokuzunda hac mevsiminde sahabesi Ebu Bekir'i Tevbe Suresi'nin ilk on ayetiyle birlikte Mekke'ye göndermiş, onları müşriklere ulaştırmasını istemiştir. Ama Allah'ın vahiy meleği Cebrail-i Emin inerek, "Senin adına tebliği, kendin yapmalısın ve kendinden olan bir kişiden baş-kası yapmamalıdır." demiştir. Diğer bir tabirle, Tevbe Suresi'nin ilk on ayetini muhataplara tebliğ etmek Resulullah'ın (s.a.a) şahsının görevidir. Bu önemli görevi ya Resulullah'ın (s.a.a) kendisi yapmalıdır veya kendisinden olan, dininin vasisi Ali b. Ebu Talib yapmalıdır, başkası yapamaz. İleride Allah'ın izniyle kitabımızın "Vasi" bölümünde, Resulullah'a (s.a.a) vasi tayiniyle ilgili rivayetlere değineceğiz. Buradan anlaşılıyor ki Allah tarafından doğrudan doğruya tebliğ Resulullah'a (s.a.a) ve onun vasisine has görevlerden biridir.

Mucize Allah'ın Halifelerine Mahsustur

Bazen Allah Tealâ'nın yüce hikmeti, insanlara imam ve önder kıldığı, Kitap ve dinini tebliğ için seçtiği yeryüzündeki halifesine Allah tarafından tebliğ ettiği konuda doğru söylediğine tanık olması için bir nişane ve belirti vermeyi gerektiriyor. İslâm dininde, diğer insanların benzerini getirmekten âciz oldukları bu belirtiye örfen "mucize" denmektedir. Allah Tealâ Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Musa (a.s) ve Hz. İsa (a.s) gibi peygamberlerine verdiği bazı mucizelere değiniyor. Örneğin, Hz. Musa'nın (a.s) mucizesi hakkında şöyle buyuruyor: "Bunun üzerine asasını bırakıverdi, bir de (ne görsünler) o, açıkça bir ejderha oluverdi."[441] "Elini de çekip çıkardı, bir de (ne görsünler) o, bakanlar için parlayıp aydınlanıvermiş."[442] "Biz de Musa'ya: Asa'nı fırlatıver, diye vahyettik. (O da fırlatıverince) bir de baktılar ki, o, bütün uydurduklarını derleyiptoplayıp yutuyor."[443] "Kavmi kendisinden su istediğinde Musa'ya: Asanla taşa vur, diye vahyettik.

Ondan on iki pınar sızıp-fışkırdı; böylece her bir insan topluluğu su içeceği yeri öğrenmiş oldu."[444] "Bunun üzerine asasını bırakıverdi, bir de (ne görsünler) o, açıkça bir ejderha oluverdi."[445] "Böylece Musa da asasını bırakıverdi, bir de (ne görsünler) o, uydurmakta olduklarını yutuveriyor."[446] "Bunun üzerine Musa'ya: Asanla denize vur, diye vahyettik. (Vurdu ve) Deniz hemencecik yarılıverdi de her parçası kocaman bir dağ gibi oldu."[447] Allah Tealâ, peygamberi İsa b. Meryem'e (a.s) verdiği mucizeyi Mâide Suresi'nde şöyle açıklıyor: "...Ben seni Ruhu'l-Kudüs ile destekledim, beşikte iken de, yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun. Sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim. İznimle çamurdan kuş biçiminde (bir şey) oluşturuyordun da (yine) iznimle ona üfürdüğünde bir kuş oluveriyordu. Doğuştan kör olanı, alacalıyı iznimle iyileştiriyordun, (yine) benim iznimle ölüleri (hayata) çıkarıyordun..."[448] Âl-i İmrân Suresi'nde ise Hz. İsa'dan (a.s) şöyle naklediyor: "Ve ölüyü diriltirim. Yediklerinizi ve evlerinizde stok ettiklerinizi size haber veririm."[449] Yine Allah Tealâ peygamberlerin vasileri olan Davud ve Süleyman hakkında şöyle buyuruyor: "Davud ile birlikte tesbih etsinler diye, dağlara ve kuşlara boyun eğdirdik..."[450] "Süleyman için de, fırtına biçiminde esen rüzgara (boyun eğdirdik) ki kendi emriyle, içinde bereketler kıldığımız yere akıp giderdi... Onun için denizde dalgıçlık yapan ve bundan başka iş(ler) de gören şeytanlardan kimseleri de (emrine verdik)..."[451] Elbette Allah Tealâ'nın bütün önderlere bütün mucizeleri vermesi gerekmiyor; nitekim Allah Tealâ Hz. Hud, Lut ve Şuayb peygamberlere Hz. Musa, İsa, Davud ve Süleyman'ın (a.s) mucizelerini verdiğini söylememiştir. Yine insanlar bazı peygamberlerin aralarında adaletle hükmetmelerine engel olmuşlardır.

Ve yine, Hz. Musa (a.s) ve Hz. Muhammed (s.a.a) ilk başta insanların arasında hükümet etme fırsatı bulamamışlardır; oysa onlar tebliğ için görevlendirildikleri andan itibaren Allah'ın halifelerinin önde gelenlerindendi. O hâlde, Allah'ın Kitabı ve dinini tebliğ için bir vasi tayininde hilâfetle imamet biri, diğerini gerektirmektedir; oysa insanlara hükmetmeyle mucize göstermenin arasında herhangi bir zorunluluk söz konusu değildir. Binaenaleyh, halifetullah veya Allah'ın halifesi sadece Allah tarafından tebliğ için görevlendirilmiş olan kimsedir. Bunlar "halifetullah" (Allah'ın halifesi) sözcüğünün Allah'ın Kitabında geçen anlamlarıdır. "Resulullah'ın (s.a.a) halifesi" deyiminin anlamını ise daha önce Resulullah'ın (s.a.a) hadislerinde gördük. Örneğin bir hadiste şöyle geçiyordu: Resulullah (s.a.a) üç defa, "Allah'ım; halifelerime merhamet et." buyurdu. "Halifelerin kimlerdir?" diye sorulduğunda, "Benden sonra gelip benim hadisimi ve sünnetimi rivayet edenlerdir." buyurdu. Dolayısıyla, "Allah'ın halifesi" Allah Tealâ'nın, kendi dinini tebliğ etmesi için tayin etmiş olduğu kimsedir. Resulullah'ın (s.a.a) halifesi ise, Allah tarafından tayin edilmeden kendiliğinden Resul-i Ekrem'in (s.a.a) hadis ve sünnetini tebliğ eden kimsedir.[452] Evet, Allah'ın halifesi ve Resulullah'ın (s.a.a) halifesi terimleri Allah'ın Kitabında ve Resulullah'ın (s.a.a) sünnetinde bu anlamda kullanılmıştır. Bu terimler Müslümanların arasında ise şöyle kullanılırlar:

Müslümanların Istılahında Halife ve Halifetullah

 Daha önce "halife" kelimesinin lügat anlamında, Ebu Bekir'in "Resulullah'ın halifesi", Ömer'in ise "Resulullah'ın halifesinin halifesi" ve daha sonra da "Emirü'l-Müminin" diye çağırıldığını gördük. Bu kelime son Osmanlı halifesinin dönemine kadar bu şekilde kullanıldı. Aynı zamanda büyük İslâm hükümdarlarını da böyle anıyorlardı:

 

a) Emevîler ve Abbasîler Döneminde

Emevîlerin döneminden Abbasîlerin hilâfetine kadar Hilâfet Ekolü mensupları (Ehlisünnet) büyük İslâm kumandanlarını "halifetullah" (Allah'ın halifesi) diye tanıyorlardı. İşte bu yüzden Haccac, cuma namazı hutbesinde şöyle demiştir: "Allah'ın halifesi ve onun seçkin kulu Abdulmelik Mervan'ı dinleyin ve ona itaat edin!"[453] Abbasî halifesi Mehdi'nin yanında, Emevî halifesi Velid'in zındık olduğu söylendiğinde Mehdi Abbasî itiraz ederek, hilâfetullah makamı Allah'ın yanında onu bir zındığa bırakmasından yücedir, dedi![454] Buradan, Emevîler ve Abbasîler döneminde bu lakabın çok meşhur olduğu anlaşılıyor. Şairler de hükümdarları bu isimle övüyorlardı. Örneğin, Cerir, Ömer b. Abdülaziz hakkındaki bir şiirinde şöyle diyor: Halifetullah ne emredersiniz bize Size karşı beklemiyoruz evimizde [455] Ömer b. Abdülazizin dindarlığı o kadar meşhur olmasına rağmen Cerir'in bu sözlerine itiraz etmemiştir. Mervan b. Ebu Hafsa da, Muin b. Zaide el-Ensarî'yi övdüğü bir şiirinde Abbasî halifesi Ebu Cafer Mensur Devanikî (öl. 151 hk.) hakkında şöyle diyor: Hâşimîler döneminde sürekli Halifetu'r-Rahman'ın uğruna kılıç kuşanmıştım. Onun sınırlarını korur, kılıçlar ve mızraklar karşısında ona siper olurdum.[456]

b) Osmanlı Halifelerinin Dönemi

Osmanlı halifelerinin dönemde, "halife" kelimesi, "Allah" veya "Resulullah" kelimesi eklenmeden Müslümanların büyük padişahı için kullanılırdı.[457]

c) Günümüzde

Günümüzde, Allah Tealâ'nın meleklere, "Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim." buyruğuyla, insan türünün yeryüzünde Allah'ın halifesi kılınmasının kastedildiği meşhurdur.[458] Dolayısıyla "yeryüzündeki Allah'ın halifesi"nden maksat, insan türüdür. "Hulf"kökünden alınan diğer sözcükler de insan türünün halife olması anlamındadır. Yine Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerine kadar Müslümanların büyük önderlerine "halife" denilmesinden, o şahısların Resulullah'ın (s.a.a) yerine Müslümanlara hükümet etmesi kastedilmiştir. Buna göre halife, Resulullah'ın (s.a.a) yerine oturan kişidir. Dolayısıyla sadece Resulullah'tan (s.a.a) sonraki ilk dört halifeye "Hulefai  Râşidin" denmiş, Osmanlı padişahlarının sonuncusuna kadar diğerleri hakkında artık "râşidin" tabiri kullanılmamış ve bu adlandırma günümüze kadar devam etmiştir. Tamamlama Hadis kaynaklarında nakledilen rivayetlere baktığımızda, tedricî değişime uğrayan "halife" kelimesinin, hangi tarihte, ne şekilde ve hangi şartlar altında "Resulullah'ın Halifesi" tabiri yerine "Allah'ın Halifesi" tabiri kullanılarak değiştiğine dair bir cevap bulamıyoruz. Oysa bu kelime için yapılan bu yeni yorum, kökten İslâm ile çelişmekteydi...Yine böyle bir yorumun ortaya çıkmasında Bizans'ın etkisinin olup olmadığını da bilmiyoruz. Bu hususta ancak şunu söylebiliriz ki, "Allah'ın Halifesi" tabiri Benî Ümeyye döneminde kullanılmaya başlamıştır. O dönem şairlerinden olan Ferezdak'a ait bir gömlekte,[459] Ömer b. Abdulaziz'in soyundan Halife Süleyman (Miladî 715-717), "Allah'ın Halifesi" olarak adlandırılmıştır. Yine Halife Hişam (Miladî 724-743) hakkında şöyle nakledilir: Bir gün etrafındaki dalkavuklardan biri Hişam'a sorar: "Kendi halifeni mi çok seviyor, üstün tutuyorsun yoksa Peygamber'i mi?" Halifenin, "Kendi yerime geçecek olan halifemi (veliahdimi) daha çok seviyorum." demesi üzerine yağcılık yapan adam, "Öyleyse Allah'ın katında 'halife' daha üstündür." şeklinde bir sonuç çıkardı.[460] [Bundan da, o tabirin o dönemde kullanıldığı anlaşılmaktadır.] Ayrıca Bizans veya Fars imparatorluklarına ait sikkeler doğru okunduğu takdirde,[461] şunu kabullenmemiz gerekir ki Velid, Süleyman ve Hişam'ın babası Abdulmelik Miladî 7. yüzyılda sikkeler değişmeden önce kendisini "Allah'ın Halifesi" olarak tanıtmıştı. Ancak Abdulmelik'in para reformunun özelliği, -yani üzerine sadece ayet ve hadisler yazılı sikkelerin değiştirilerek yanlarına helifenin adının da konulmasına çalışılmadığı dönemde- yöneticilerin, "Allah'ın Halifesi" tabirini, dalkavukcuların istediği doğrultuda şeraitin alanına yaygınlaştırarak sınırını genişletmek gibi bir politikalarının olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.[462] Fakat Abbasîler bu hususta biraz hadlerini aşarak Me'mun döneminde (Miladî 813-833) Abdulmelik'in para reformundan sonra ilk defa sikkelerin üzerine "Allah'ın Halifesi" tabirini yazarak devlet başkanı kendisini o unvanla adlandırmış oldu. Benî Ümeyye'nin saltatanın sona erdirilmesi olayı (Miladî 750), sonuç itibariyle İslâm âleminde birliğin de son bulması açısından çok önemlidir.

Çünkü Emevî şahzadelerinden biri, Suriye'den kaçıp İspanya'da kendi hükümetini kurmuştu. Ayrıca Fas ve Cezayir'in bir bölümü olan Bahterî, Abbasîlerin kontrolü dışında idare edilmekteydi. Tabii Abbasîler, geniş topraklara sahip olmakla birlikte İslâm'ın kutsal beldelerinin idaresini ellerinde tutarak, hac ziyareti gibi etkinliklere önderlik etmekle düşmanlarına karşı büyük bir ölçüde üstünlüğe sahiptiler. Çünkü hem Şiîler, hem de Sünnîler arasında Mekke ve Medine, sürekli kendi cazibesi korumaktaydı. O nedenle bu iki şehre hâkim olmayanlar, kendilerini "Emirü'l-Müminin" veya "Halife" lakaplarıyla halka tanıtmaya cesaret edemiyorlardı. Ama ne var ki yönetime karşı olan bu gibi adamlar da Abbasîleri bu unvanlarla kabul etmiyorlardı. Nitekim İspanya'da hükümet süren Benî Ümeyye'nin büyüğüne "Halifelerin oğlu (torunu)" [Allah'ın Halifesi'nin oğlu] adını vermişlerdi, Fas'ın İdrisî Şiîlerinin büyüğüne de "Allah Resulü'nün  oğlu (torunu)" adını takmışlardı. Gerçi Haricîler, Cezayir'in Bahterî bölgesininin yönetimini elinde bulunduran Rüstemîler soyunun büyüklerini hiç çekinmeden "Halife" olarak adlandırıyorlardı. Ancak bu tabirden, müminler camiasının önderi gibi Peygamber'in halifesi ve yerine geçen kimse anlamını kastediyorları.[463]

Halife Istılahının Hilâfet Ekolü'nden Ehlibeyt Ekolü'ne İntikali

Resulullah'tan (s.a.a) sonra Ehlisünnet Ekolü'nde "halife" ve "yeryüzündeki halifetullah" kelimelerindeki bütün bu değişiklikler meydana geldi. Ama "halife" terimi, Resulullah'ın (s.a.a) halifesi diye hicretin beşinci yılından itibaren Ehlisünnet Ekolü'nden Ehlibeyt Ekolü mensuplarına intikal etti. Ehlisünnet Ekolü mensupları, "halife" sözcüğünün Resulullah'ın (s.a.a) hadislerinde, ondan sonra kendilerinin kullandıkları yeni anlama gelmeyişine delil getirerek şöyle derler: "Resulullah ümmetini kendi hâline bırakmış ve kendisinden sonra onlar için bir merci tayin etmemiştir!"Ama Ehlibeyt Ekolü mensupları, Resulullah'ın (s.a.a) kendisinden sonra Emirü'l-Müminin Hz. Ali'yi vasi olarak tayin ettiğini vurgulayan hadislerine dayanarak bu iddiayı reddedip şöyle derler: Resulullah (s.a.a) kendisinden sonra Hz. Ali'yi (a.s) daha sonra kullanılan yeni anlamda halife olarak tayin etmiş, ümmetini kendi hâline bırakmamıştır.[464] İki ekol arasındaki bu tartışmalar günümüze kadar devam etmiş. Ehlisünnet'in Resulullah'tan (s.a.a) sonra kullandığı yeni ıstılahın daha önce Resul-i Ekrem'in (s.a.a) buyruklarında geçmesinin imkânsız olduğundan gaflet edilmiştir!

Özet

a) Lügatte, herkesin halifesi, kendisinden sonra işlerini üslenen kimsedir. Bu sözcük Kur'ân-ı Kerim'de, Resulullah'ın (s.a.a) hadislerinde ve ashabın sözlerinde de lügat anlamında geçer.

 b) İslâm'da "halifetullah", ister vahiy alma yoluyla olsun, ister Allah'ın peygamberinden alarak insanlar arasında hükmetme yoluyla, Allah Tealâ'nın, dinini tebliğ etmesi için tayin ettiği kimsedir. Bu halifelerden bazılarının, diğer insanların getirmekten âciz oldukları mucizeleri vardı. Bu sözcük, Kur'ân-ı Kerim ve Ehlibeyt İmamları'nın hadislerinde de bu anlamda kullanılmıştır.

c) Resul-i Ekrem'in (s.a.a) hadislerinde "Resulullah'ın halifesi",onun hadis ve sünnetini tebliğ eden kimsedir.

 d) Müslümanlar, Ebu Bekir'e Resulullah'ın halifesi, Ömer'e ise Resulullah'ın halifesinin halifesi diyorlardı, daha sonra Ömer'e "Emirü'l- Müminin" dediler. Osmanlı İmparatorluğu'nun sonlarına ka dar İslâm hükümeti padişahlarına bu isim veriliyordu. Emevî ve Abbasîler döneminde bu isime "halifetullah" ismi de eklendi. Osmanlılar döneminde padişahlar halife, yani Resulullah'ın halifesi diye çağrılıyorlardı. Bu isim o zamandan günümüze kadar Müslümanların arasında yayılmış ve Resulullah'tan (s.a.a) sonra hükümeti ele geçiren herkese "Resulullah'ın halifesi" anlamında "halife" denilmiştir. Yine Resulullah'tan (s.a.a) sonra dört halife "Hulefa-i Râşidin" diye meşhur olmuştur. Daha sonra "halife" sözcüğü Ehlibeyt Ekolü mensuplarına intikal etmiş ve Resulullah'tan (s.a.a) sonra Osmanlılar dönemine kadar bütün hükümdarlar bu isimle çağırılmıştır. Bu gaflet Müslümanların düşüncelerini tedirgin etmiş ve Ehlisünnet Ekolü mensupları arasında Resulullah'ın (s.a.a), ümmeti kendi hâline bıraktığı ve onlar için bir merci tayin etmediği düşüncesi revaç bulmuştur.

Çünkü Resulullah'tan (s.a.a) sonra kendilerinin kullandıkları bu yeni terim, Hz. Peygamber'in (s.a.a) buyruklarında geçmemişti! Fakat Ehlibeyt Ekolü mensupları, Resulullah'ın (s.a.a), Emirü'l-Müminin Hz. Ali'yi (a.s) kendisinden sonra vasi tayin etmiş olması yönündeki hadislerine dayanarak şöyle demişlerdir: "Resulullah (s.a.a) Hz. Ali'yi, Müslümanların kendisinden sonra "halife" terimi için kullandıkları yeni anlamda Müslümanların halifesi etmiştir." Böylece bu konuda Müslümanlar arasında büyük bir ihtilâf patlak vermiş oldu. Gerçeğin açıklığa kavuşması için, Allah'ın izniyle kitabımızın bir bölümünde, Resulullah'ın (s.a.a) bu alanda ne yaptığını ve neler  buyurduğunu inceleyeceğiz.

4- Emirü'l-Müminin

Daha önce, "halife" için "Emirü'l-Müminin" lakabının Ömer b. Hattab'ın döneminden itibaren kullanıldığını ve bu kelimeden "İslâm dünyasının önderi" anlaşıldığını ve Osmanlı halifeleri dönemine kadar da bu anlamda kullanıldığını söyledik.

5- İmam

Arapça'da "imam" sözcüğü, ister hak olsun, ister batıl olsun, insanların izledikleri, söz ve hareketlerini örnek aldıkları kimseye verilen isimdir. [465]Nitekim Allah Tealâ Kur'ân-ı Kerim'de hak imamla ilgili şöyle buyuruyor: Her insan grubunu imamlarıyla çağıracağımız gün, artık kimin kitabı sağ eline verilirse, onlar kitaplarını okuyacaklar ve onlar, bir hurma çekirdeğindeki ipince iplik kadar bile haksızlığa uğratılmazlar. Kim bunda (dün-yada) kör ise, o, ahirette de kördür ve yol bakımından daha şaşkın bir sapıktır.[466] Batıl imam hakkında ise şöyle buyurur: Bu durumda küfür imamlarıyla çarpışın. Çünkü onlar, yeminleri olmayan kimselerdir; belki cayarlar.[467] İslâm'da imam, Allah'ın emriyle insanları hakka yönelten insan

veya kitaptır. İmamın insan olduğu ile ilgili olarak Allah Tealâ şöyle buyurur: Hani Rabbin, İbrahim'i birtakım kelimelerle denemeden geçirmişti. O da bunları tam olarak yerine getirmişti. (O zaman Allah İbrahim'e): "Seni şüphesiz insanlara imam kılacağım." demişti. (İbrahim), "Ya soyumdan olanlar?" deyince (Allah), "Ahdim zalimlere erişmez." demişti.[468] Yine buyuruyor ki: Ve onları, kendi emrimizle hidayete yönelten imamlar kıldık.[469]

İmamın kitap olmasıyla ilgili olarak da Allah Tealâ şöyle buyuruyor: Ve ondan önce de bir imam (önder) ve rahmet olarak Musa'nın kitabı...[470]

Bu iki ayetten anlaşılan şudur: İslâm'da bir kitabın imam olması için, Allah tarafından insanları hidayet etmek amacıyla peygamberlerine inmiş olması gerekir; Hz. Muhammed'in (s.a.a) kitabı olan Kur'ân-ı Kerim gibi; nitekim ondan önce de Hz. Musa'nın kitabı ve diğer ilâhî kitaplar hidayet için inmişlerdi.[471] İnsanın imam olabilmesi için de Allah Tealâ tarafından tayin edilmiş olması gerekir; nitekim bu alanda Allah Tealâ şöyle  uyuruyor:

"Şüphesiz, seni insanlara imam kılacağım." Allah Tealâ bu makamı kendi "ahdim" diye tanımlamış, imamın kendisine ve diğerlerine  zulmetmemesini, Allah'a karşı isyan ve azgınlık etmemesini irade etmiştir; aksi durumda böyle bir ahit onu kapsamına almaz. Nitekim Allah Tealâ buyuruyor ki: "Ahdim zalimlere erişmez." Yukarıda açıkladıklarımızı göz önünde bulundurarak İslâm'da "imam" şu anlamlara gelir:

a) İmam, Allah Tealâ'nın, insanlara yol göstermesi için peygamberlerine indirmiş olduğu bir kitaptır.

b) İmam, Allah Tealâ tarafından insanlara yol göstermesi ve onları hidayet etmesi için tayin edilen bir kişidir. İmametin şartı ise masum olmak, yani her türlü günah ve kötülüklerden arınmış olmaktır.

6- Emir ve Ulu'l-Emr

"Emir" (yönetim ve hükümet) ve "ulu'l-emr" (yönetici ve hükmeden) sözcüklerinin şer'î bir ıstılah olup olmadığını anlamak için bu sözcüklerin Arap lügatinde, Müslümanların örfünde ve İslâmî naslarda (Kur'ân ve sünnette) kullanışlarını incelememiz gerekiyor:

a) Arap Lügatinde "Ulu'l-Emr"

Sözcüğü Sire-i İbn Hişâm, Tarih-i Taberî ve diğer kaynaklarda şöyle geçer: Resulullah (s.a.a) hac mevsiminde kendisini çeşitli Arap kabilelerine tanıtıyor, onları İslâm'a davet ediyor, kendisinin peygamber olduğunu ve Allah tarafından gönderilmiş olduğunu açıklıyor ve Allah tarafından görevlendirilmiş olduğu şeyi onlara açıklaması için kendisine inanmalarını ve yardımcı olmalarını istiyordu onlardan. Bu görüşmelerin birinde Resulullah (s.a.a) Benî Amir b. Sa'saa kabilesine giderek kendisini tanıtıp onları Allah'ı kabul etmeye davet etti. Onların arasında Beyhare b. Furas[472] isminde birisi, "Vallahi; eğer bu Kureyşli genci tutarsam, onun vasıtasıyla bütün Araplara hüküm sürerim." dedi. Sonra Resulullah'a dönerek şöyle sordu: "Allah Tealâ'nın muhaliflerine karşı seni zafere ulaştırması için sana uyup yardım edecek olursak, senden sonra hükümetin bize geçmesini kabul ediyor musun?" Resulullah (s.a.a), "Hükümet Allah'ındır; onu istediği herkese verir." buyurdu. Beyhare Resulullah'ın (s.a.a) bu cevabını duyunca şöyle dedi: "Biz senin için boğazlarımızı Arab'ın oklarına hedef edelim de, Allah seni zafere ulaştırdığında başkaları mı hükümete geçsin?! Bizim sana ihtiyacımız yok."[473] Beyhare sonunda Resulullah'ın (s.a.a) hükümete ulaşacağını bildiğinden Resul-i Ekrem'den (s.a.a) sonra hükümetin kendi kabilesine geçmesi için Hz. Peygamber'le ahitleşmeye karar verdi. Fakat Resulullah (s.a.a), o günlerde onların her birinin yardımına şiddetle ihtiyaç duymasına rağmen, onun bu önerisini reddetti. Çünkü Beyhare'nin istediği hükümet ve önderlik Resulullah'ın (s.a.a) elinde değil, onu istediğine veren Allah Tealâ'nın elindedir. Resul-i Ekrem (s.a.a), Havze b. Ali el-Hanefî'yi İslâm'a davet ettiğinde, Havze de yersiz isteği karşısında Resulullah'tan (s.a.a) buna benzer bir cevap almıştı. Tabakat-ı İbn Sa'd'da Havze'nin öyküsü özetle şöyle geçer: Resulullah (s.a.a), Havze b. Ali el-Hanefî'ye bir mektup yazarak onu İslâm'a davet etti. Havze, Resulullah'ın (s.a.a) mektubuna şöyle cevap verdi: "Beni davet ettiğin din çok iyi, çok güzeldir. Fakat benim kabilemin şairi ve sözcüsü olduğumu bilirsin; Araplar, benim makam ve mevkiimin yüceliğini bilir, bana saygı duyarlar. Dolayısıyla, sana uymam için hükümetin bir bölümünü bana bırak." Bu mektup Resulullah'a (s.a.a) ulaştı. Hz. Peygamber, mektubu okuyunca şöyle buyurdu: "O, bayır ve kullanışsız bir yerin hükümetini isteseydi yine de kabul etmezdim."[474]Resulullah (s.a.a) Havze'ye verdiği cevapta bayır ve kullanışsız yer tabirini kullanmıştı.

Oysa Havze Hz. Peygamber'den kendisini bir bölgenin veya en azından bir kabilenin hükümetine geçirmesini istemişti. Fakat Resulullah (s.a.a) ona, hatta kullanışsız bir yerin bile hükümetini vermem buyurdu. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) bu buyruğu, Kûfe ve Basra ahalisinin sözlerini hatırlatıyor insana. Diyorlar ki: Bir gün valileri, mescidin zeminini düzeltmek için onların her birinden bir miktar çakıl taşı toplayıp vermelerini istedi. İşlerini gözetmesi için de ahaliden birini onların başına dikti. Bu adam çakıl taşlarını alırken kaba davranıyor, insanları zahmete sokuyordu. Bu yüzden halk şakayla şöyle diyordu: Hükümet ve riyaset, çakıl taşlarına olsa bile pek güzeldir! Gerçekte Havze de Resulullah'tan (s.a.a) çakıl taşlarına bile olsa kendisine bir hükümet vermesini istemişti. Resul-i Ekrem (s.a.a) ise bu makamı bile ona vermem buyurmuştu.

b) Müslümanların Örfünde Ulu'l-Emr

Müslümanların örfünde, "hükümet" ve "önderlik" anlamında "emr" kelimesi daha çok Benî Sâide Sakifesi ve ondan sonra kullanılmıştır. Benî Sâide Sakifesi'nde vuku bulan olayı, buradaki konuşmaları ve her birinin hükümeti ele geçirmek için ileri sürdüğü delilleri bir kez daha gözden geçirelim: O gün Sa'd b. Ubâde, ensara dedi ki: "Emri (hükümeti ve liderliği) yalnız kendiniz ele geçirin." Ensar ise, Sa'd b. Ubâde'ye, "Hükümeti ve liderliği sana vereceğiz." dediler. Tartışmalar yükselince, "Eğer Kureyş muhacirleri kabul etmez de biz Resulullah'ın (s.a.a) akrabalarıyız; o hâlde neden onun hükümeti konusunda bize muhalefet ediyorsunuz? derlerse, ne diyelim?" Veya Ebu Bekir'in ensara karşı, "Bu hükümete ve liderliğe Kureyş'ten başka kimse lâyık değildir." şeklindeki delili. Veya o gün Kureyş hakkında söylediği, "Ondan (Resulullah'tan) sonra hükümet ve liderliğe Kureyş herkesten daha lâyıktır. Bu konuda zalimlerden başka kimse onlara muhalefet etmez." Şeklindeki diğer sözü. Ya da Ömer'in Sakife'de söylediği, "Biz Muhammed'in akrabalarıyız; onun hükümeti konusunda kim bize muhalefet eder?!" şeklindeki sözü ve Hebbab b. Munzir'in ona, "Bu adamla taraftarlarının sözlerini dinlemeyin; aksi takdirde hükümet konusunda hakkınızı kaybedersiniz... Vallahi, siz bu hükümete ve liderliğe daha lâyıksınız." şeklindeki cevabı. Nihayet Beşir b. Sa'd'ın Kureyş hakkında ensara, "Bu hükümet konusunda onlara (muhacir ve Kureyş) muhalefet etmeyi Allah göstermesin bana!" demesi.[475][Bu ifadelerin tümünde hükümet ve liderlik anlamında "emr" sözcüğü kullanılmıştır.]

Back Index Next