Index Next

 


İÇİNDEKİLER

 

 

 

HİDAYET ÖNDERLERİ

 

HZ. FATIMA (A.S)

 

Müellif:

Komisyon

 

(Dünya Ehl-i Beyt Kurultayı)

Tercüme:

Vahdettin İNCE

Tashih - Tatbik:

Abbas AKYÜZ

Musa GÜNEŞ


Dizgi ve Mizanpaj:

Kapak:

Baskı:

ISBN

Adres:

Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de Ehl-i Beyt Hakkında Şöyle Buyurmuştur:

"Allah sadece siz Ehl-i Beyt'ten tüm kötülükleri gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister."

(Ahzâb / 33)

 

Resulullah (s.a.a) Ehl-i Beyt Hakkında Şöyle Buyurmuştur:

"Ben sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum: Allah'ın Kitab'ı ve Ehl-i Beyt'im. Bu ikisine sarıldığınız sürece benden sonra asla sapmazsınız."

(Sahih ve Müsned kitapları)

 



İÇİNDEKİLER

Önsöz. 11

1. BÖLÜM / 21

Birkaç Satırda Hz. Fatıma (a.s) 23

Hz. Fatıma'nın (a.s) Şahsiyetinden İzlenimler 27

Kur'ân Ayetlerinde Fatıma (a.s) 27

1- Risalet Kevseri Hz. Zehra (a.s) 28

2- İnsân Suresi'nde Hz. Zehra (a.s) 29

3- Tathir Ayeti'nde Hz. Zehra (a.s) 31

4- Zehra (a.s) Sevgisi Peygamberliğin Ücretidir 32

5- Mübahele (Lânetleşme) Ayeti'nde Hz. Zehra (a.s) 33

Seyyidü'l-Mürselin (s.a.a) Yanında Hz. Zehra (a.s) 35

Ehl-i Beyt İmamları (a.s), Sahabeler ve Tarihçiler Nazarında Fatıma (a.s) 37

Hz. Fatıma'nın (a.s) Kişiliğinden Görünümler 43

1- İlmi 45

2- Yüksek Ahlâkı 46

3- Cömertliği ve Başkalarını Kendine Tercih Etmesi 48

4- İmanı ve Allah'a Sunduğu Kulluğu. 53

5- Acıma Duygusu ve Şefkati 54

6- Kesintisiz Cihadı 56

2. BÖLÜM / 61

Hz. Fatıma'nın (a.s) Doğumu. 63

1- "Fatıma'nın Anası" Hz. Hatice'nin Kişiliği 63

Ticarî Faaliyetleri 65

2 Hz. Peygamber'in (s.a.a) Hatice İle Evlenmesi 67

Hz. Peygamber'in (s.a.a) Nezdinde Hatice'nin (r.a) Yeri 70

3- Fatıma'nın (a.s) Yaratılmasına Dair İlâhî Emir 72

4-Hatice'nin (a.s) Fatıma (a.s) İle Kurduğu Ünsiyet 74

5- Fatıma'nın Doğumu. 75

6- Doğum Tarihi 76

Hz. Fatıma'nın Hayatının Aşamaları 81

Hz. Fatıma (a.s) Babası Resulullah'ın (s.a.a) Yanında. 83

Fatıma'nın (a.s) Çocukluk Dönemi 83

1) Ebu Talib (a.s) Vadisinde Fatıma (a.s) 84

2) Hz. Hatice'nin Vefatı ve Hüzün Yılı 85

3) Sınanan Fatıma. 87

Fatıma'nın Kocasının Evine Gidinceye Kadar Babasıyla Beraber Kaldığı Dönem   90

1) Medine'ye Hicret Etmesi 90

2- Fatıma (a.s) İle Evlenmek İsteyenlerin Girişimleri 96

3) Ali (a.s) Fatıma'yı (a.s) İstiyor 97

4- Ali ve Fatıma'nın Evlenmelerinin Gökte Emredilmiş Olması 100

5- Nikah Akdi 100

6- Fatıma'nın (a.s) Mihri ve Çeyizi 102

7- Zifaf Öncesi Hazırlıklar ve Düğün Yemeği (Velîme) 103

8) Zifaf Gecesi Töreni 107

9) Hz. Peygamber'in (s.a.a), Düğün Gecesinin Sabahında Hz. Fatıma'yı (a.s) Ziyaret Etmesi 109

10) Evlilik Tarihi 111

Hz. Zehra'nın Ali İle Evlenmesinin Ayrıcalıkları 111

Evlilikten Hz. Peygamber'in (s.a.a) Vefatına Kadar 112

1- Hz. Zehra (a.s) Koca Evinde. 112

A- Ev İşlerinin ve Meşakkatli Hayatın İdaresi 115

B- İmam Ali'ye (a.s) İyi Bir Eş Oluşu. 120

C- Anne Rolünde Fatıma (a.s) 122

2- Devletin Temellerini Atan Hz. Peygamber'in (s.a.a) Yanı Başında Zehra (a.s) 124

A- Mekke Fethinden Önce Zehra (a.s) 124

B- Mekke Fethinde Hz. Zehra (a.s) 127

C- Veda Haccı ve Son Günler 129

D- Veda Saatinde Resulullah'ın (s.a.a) Vasiyetleri 132

3. BÖLÜM / 137

Babasından Sonra Fatıma (a.s) 139

1- Sakife Olayı 139

2- Sakife'nin Sonuçları 152

Hâkim Grubun Seçenekleri 155

Birinci Seçenek: İmam Ali'yi (a.s) Malî Bakımdan Güçsüzleştirmek  155

İkinici Seçenek: İmam'ın (a.s) Muhalefetine Karşı Koymak. 157

Muhalefetin Öncüleri Olarak Âl-İ Muhammed'e Karşı Atılan Diğer Pratik Adımlar 157

3- Hz. Peygamber (s.a.a) ve Fatıma (a.s) Arasında Fedek. 161

4- Fedek'in Gasp Edilmesi 163

5- Hz. Zehra'nın (a.s) Mescid-İ Nebevî'de Yaptığı Konuşma. 166

Fatıma'nın (a.s) Konuşmasına Halife'nin Gösterdiği Tepki 182

Ümmü Seleme'nin, Fatıma'nın Hakkını Savunması 183

Hz. Fatıma'nın, Hz. Ali'ye Şikâyette Bulunması 184

6- İlişkileri Kesme İlânı 186

Fedek'in Sembolik ve Siyasal Anlamı 186

7- Yeni Durum Karşısında İmam Ali'nin (a.s) Alternatifleri 190

Barışçı Karşı Duruş ve Hz. Zehra'nın (a.s) Rolü. 191

8- Hz. Fatıma'nın (a.s) Evine Saldırı 198

9- Hz. Zehra (a.s) İle Yüzleşme. 204

İmamlık Hakkı ve Ehl-i Beyt'e Yapılan Zulümler İle İlgili Sözleri 206

10- Son Günlerinde Fatıma (a.s) 208

Hz. Fatıma'nın (a.s) Hastalığı ve Şehit Olması 212

1- Hasta Yatağında Fatıma (a.s) 212

2- Medineli Kadınların Fatıma Efendimizi (a.s) Ziyaret Etmeleri 213

3- Hz. Fatıma'nın (a.s) Yaptığı İkinci Konuşma. 214

4- Ebubekir ve Ömer B. Hattab'ın Hz. Fatıma'yı (a.s) Ziyaret Etmeleri 217

5- Ahiret Yolculuğundan Önceki Son Saatleri 219

6- Hz. Zehra'nın (a.s) İmam Ali'ye (a.s) Vasiyeti 220

7- İslâm'da İlk Tabut Uygulaması 222

8- Ömrünün Son Anları 223

9- Cenaze İşlemleri ve Defin Merasimi 225

10- İmam Ali'nin (a.s) Hz. Zehra'ya (a.s) Ağıtı 227

11- Cenazeyi Mezardan Çıkarma Girişimi 229

12- Hz. Fatıma'nın (a.s) Şahadet Tarihi 230

Hz. Fatıma'nın (a.s) İlmî Mirası 233

Fatıma Mushafı 235

Fatıma Müsnedi'nden Seçme Örnekler 236

A) İlme ve Sünnetin Tedvinine Verdiği Önem... 236

B) Ehlibeyt'i Tanıtması 238

C) İslâm Şeriatının ve Felsefesinin Kaynakları 248

D) Ahlâk, Edep ve Davranış. 251

E) Hüküm, Siyaset ve Tarih. 257

Dualarından Örnekler 258

Fatımatü'z-Zehra (a.s) Efendimizin Edebî Şahsiyeti 259

Hz. Fatıma'dan (a.s) Hadis Rivayet Eden Raviler ve Muhaddisler 263


Önsöz

Rahman ve Rahim Allah'ın Adıyla

Hamd, her şeyi yaratan ve ona yol gösteren Allah'a mahsustur. Salât ve selâm Allah'ın kulları için rehber olarak seçtiği önderler, özellikle peygamberlerin sonuncusu, elçilerin ve Allah'ın dostlarının efendisi Ebu'l-Kasım Muhammed Mustafa (s.a.a) ile onun mübarek ve tertemiz Ehl-i Beyti'nin üzerine olsun.

Yüce Allah insanı yarattı ve onu akıl ve irade unsurları ile donattı. İnsan aklı ile gerçeği görüp ortaya çıkarır ve onu batıldan ayırt eder. İrade ile de yararına gördüğü, amaçlarını ve hedeflerini gerçekleştireceğini düşündüğü şeyi seçer.

Yüce Allah, bu ayırt edici aklı kulları için hüccet kıldı. Bu akıllara hidayet pınarından feyiz sunarak onları destekledi. Çünkü insana bilmediklerini öğreten, onu lâyığı olduğu kemal yoluna yönlendiren, ona uğruna yaratıldığı ve gerçekleştirilmesi için dünyaya getirildiği amacı bildiren O'dur.

Kur'ân-ı Kerim bize ilâhî hidayetin kriterlerini, ufuklarını, gereklerini ve yollarını açık nasları ile belirtti. Ayrıca bir yandan bu hidayetin gerekçelerini ve sebeplerini açıklarken, öbür yandan onun meyvelerini ve sonuçlarını gözler önüne serdi.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"De ki, asıl hidayet Allah'ın hidayetidir."[1]

"Allah dilediği kimseleri doğru yola iletir."[2]

"Allah gerçeği söyler ve O doğru yola iletir."[3]

"Kim Allah'a sarılırsa, o kesinlikle doğru yola iletilmiştir."[4]

"De ki, Allah hakka iletir. Hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa başkasının kılavuzluğundan yararlanmadıkça kendisi doğru yolu bulamayan mı?"[5]

"Kendilerine bilgi verilenler, Rabbinden sana indirilen mesajın gerçek olduğunu, üstün iradeli ve hamde lâyık Allah'ın yoluna ilettiğini görürler."[6]

"Allah'tan kaynaklanan bir yol gösterme olmaksızın keyfî arzusuna uyandan daha sapık kim olabilir?"[7]

Buna göre hidayetin kaynağı yüce Allah'tır ve gerçek hidayet O'nun hidayetidir. İnsanı elinden tutup doğru yola ve sağlam gerçeğe ileten O'dur.

Bunlar ilmin desteklediği, bilginlerin idrak edip bütün varlıkları ile boyun eğdikleri gerçeklerdir.

Yüce Allah, insan fıtratını kemale ve cemale eğilimli bir yapıda yarattı. Sonra onu lâyığı olduğu kemale yönlendirmekle ödüllendirdi ve ona kemale erdirecek yolu tanıma nimetini bağışladı. Bu yüzden yüce Allah; "Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım."[8] buyuruyor. Nasıl ibadet edileceği bilinmeden bu görev gerçekleştirilemeyeceği için bilmek ile ibadet etmek kemal zirvesine erdirecek tek yol ve yegâne amaç olmuştur.

Öte yandan insanın kemale doğru hareketinde itici enerji olması için onu öfke ve hırs içgüdüleri ile donattığından dolayı, öfkenin ve hırsın ve bunlardan kaynaklanan ve bunların gerekleri olan arzu ve duyguların egemenliğinden kurtulmasından emin olunamaz. Bundan dolayı insan aklının ve diğer bilgi edinme yöntemlerinin yanı sıra sağlıklı algılamayı ve görmeyi garanti edecek araçlara da muhtaçtır. Bu araçlar sayesinde yüce Allah'ın ona yönelik hücceti tamamlanmış, hidayet nimeti kemale ermiş ve böylece serbest iradesiyle iyilik ya da kötülük yolunu seçmesini mümkün kılacak bütün sebeplere sahip olmuş olur.

Bundan dolayı ilâhî hidayet yasası, insan aklını desteklemeyi gerekli gördü. Bu destek ilâhî vahiy ve kulları doğru yola yöneltme sorumluluğunu üstlenmek üzere Allah tarafından seçilen hidayet önderleri aracılığı ile gerçekleşti. Bu desteklemenin izlediği yol, gerekli bilgileri ayrıntılı şekilde sunmak ve hayatın her alanında gerekli olan yönlendirmeleri yapmaktır.

Tarihin başlangıcından itibaren bütün çağlar ve yüzyıllar boyunca peygamberler ile onların vasileri ilâhî hidayet meşalesini elden ele taşımışlardır. Yüce Allah kullarını hiçbir yerde, hiçbir zaman hidayete iletici hüccetsiz, doğru yolu gösterici mürşitsiz ve aydınlatıcı ışıksız bırakmamıştır. Aklın delillerini destekler nitelikteki vahiy nasları açıkça belirtiyor ki, yeryüzü yüce Allah'ın kullara hitap edecek hüccetinden yana boş kalmaz. Çünkü böyle bir boşluk insanlar tarafından yüce Allah'a karşı bahane ve gerekçe olarak kullanılabilir. Buna göre hüccet kullardan önce, kullarla beraber ve kullardan sonra hep vardır. Öyle ki, eğer yeryüzünde sadece iki kişi kalsa, onlardan biri hüccet olur. Kur'ân-ı Kerim bu ilkeyi şüpheye yer bırakmayacak şekilde şöyle vurguluyor: "Sen sadece bir uyarıcısın ve her kavmin bir yol göstericisi vardır."[9]

Yüce Allah'ın nebileri, resulleri ve onların yol gösterici vasileri doğru yola yöneltme görevini bütün aşamaları ile üstlenirler. Bu aşamalar şu maddelerde özetlenebilir:

1- Vahyi tam bir şekilde almak ve ilâhî elçiliği en ince ayrıntısına kadar kapsamak. Bu aşama elçiliği üstlenmek için tam bir hazırlanmışlığı gerektirir. Bundan dolayı elçilerle ilgili seçim, tamamı ile Allah'a ait bir iştir. Kur'ân-ı Kerim'de bu gerçek şöyle ifade ediliyor: "Allah elçilik görevini kime vereceğini daha iyi bilir."[10], "Allah elçilerinden dilediğini seçer."[11]

2- İlâhî elçiliği insanlığa ve elçiliğin hitap ettiği kitleye ulaştırmak. Bu ulaştırma görevi, ulaştırma görevini, ulaştırmanın amaçlarını ve gereklerini bütün ayrıntıları ile kapsamada somutlaşan tam bir yeterliliğin yanı sıra yanlış yapmaktan ve sapmalardan korunmuş olmaya dayanır. Yüce Allah bu ilkeyi şöyle ifade ediyor: "İnsanlar tek bir ümmet idi. Allah peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Onlarla beraber anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hüküm vermek üzere gerçeği içeren kitabı gönderdi."[12]

3- İlâhî risalete inanan bir ümmet oluşturmak ve bu ümmeti hidayete erdirici önderliği destekleyip güçlendirmeye hazırlamak. Bu hazırlığın amacı ilâhî risaletin amaçlarını gerçekleştirmek ve onun yasalarını hayata uygulamaktır. Kur'ân-ı Kerim'in ayetleri bu görevi açık bir dille vurgularken tezkiye (arındırma) ve talim (öğretim) terimlerini kullanarak şöyle diyor: "Onları arındırıp yücelten, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi."[13] Tezkiye, insana lâyık kemal doğrultusundaki eğitimdir. Bu eğitim, kemalin bütün unsurları ile donanmış, elverişli bir örneğin varlığını gerektirir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah'ın Elçisi'nde sizin için güzel bir örnek vardır."[14]

4- İlâhî risaleti, onun için belirlenen süre boyunca bozulmadan, değişmeye ve kayba uğratmadan korumak. Bu görev de ilmî ve ruhsal yeterliliği gerektirir ki, buna "ismet" (yanılgıdan ve hatadan korunmuşluk) denir.

5- Manevî misyonun amaçlarını gerçekleştirmek, fertlerin vicdanlarında ve toplumların kurumlarında ahlâkî değerleri kökleştirmek için çalışmak. Bu da ancak ilâhî kriterleri yürürlüğe koymakla, ilâhî risaletin kriterleri uyarınca ümmetin işlerini yönetmeyi üstlenen siyasî bir yapı kurarak hanif dinin yasalarını topluma uygulamakla mümkündür. Bu yürütme görevi bilge bir yönetim kadrosu, üstün bir cesaret, büyük bir kararlılık, fertlerin psikolojileri ile toplumsal uygulamalarla, fikrî, siyasî ve sosyal akımlarla, yönetim, eğitim ve hayat tecrübeleri ile ilgili tam bir bilgiyi gerektirir. Bunların hepsini evrensel bir dinî devleti yönetmeyi sağlayacak ilmî yeterlilikle özetleyebiliriz. Bu ilmî yeterliliğe dinî yönetimi her türlü sapmadan ve yanlış uygulamadan koruyacak ruhsal yeterlilikte ifadesini bulan "ismet" (yanılmadan ve hatadan korunmuşluk) sıfatını da eklemek gerekir. Çünkü bu yönden bir yetersizlik hâlinde baş gösterebilecek olan sapmalar ve yanlışlıklar yönetimin uygulamaları ve ümmetin bu uygulamalara uyması ilâhî risaletin amaçları ile çelişen olumsuz etkiler meydana getirebilir.

Tarih boyunca gelen peygamberler ile arkalarından gelen seçkin önderler özveriyi gerektiren hidayet yolunu izlediler, meşakkatli eğitim yolunda yürüdüler, ilâhî elçilik görevini yerine getirme yolunda her türlü zorluğa katlandılar, ilâhî elçilik hedeflerinin gerçekleşmesi yolunda kendini ilkelerine ve inançlarına adamış bir insanın feda edebileceği her şeylerini feda ettiler. Bir an bile geri çekilmediler, göz açıp kapatacak bir süre kadar bile yerlerinde saymadılar.

Yüce Allah onların yüzyıllar boyu süren kesintisiz gayretlerini ve cihatlarını peygamberlerin sonuncusu olan Abdullah oğlu Muhammed'in (s.a.a) peygamberliği ile taçlandırdı, büyük emaneti ve bütün aşamaları ile hidayet sorumluluğunu ona yükledi, ondan bu emanetin hedeflerini gerçekleştirmesini istedi. Bu en büyük peygamber bu sarp ve dikenli yolda müthiş adımlar attı, köklü değişimlere yol açan davetler ve inkılapçı hareketler alanında son derece kısa sürede mümkün olan en büyük başarıyı gerçekleştirdi. Yirmi yıl kadar süren geceli gündüzlü çabalarının ve cihadının başlıca kazanımları şu maddelerde özetlenebilir:

1- İnsanlığa süreklilik ve kalıcılık unsurlarını içeren eksiksiz bir ilâhî mesaj sunmak.

2- Bu mesajı yozlaşmadan ve sapmadan koruyan unsurlarla donatmak.

3- İlke olarak İslâm'a, önder olarak Peygamberimize ve hayat yasası olarak şeriata inanan bir ümmet oluşturmak.

4- İslâm sancağını taşıyan ve ilâhî şeriatı uygulayan bir siyasî yapı, bir İslâm devleti kurmak.

5- Peygamberimizin önderliğinde örneğini bulan hikmetli ilâhî önderliğin aydınlık saçan yüzünü sunmak.

Bu ilâhî risalet ve görevin hedeflerini eksiksiz bir şekilde gerçekleştirmek için şunlar zarurîdir:

a) Bu ilâhî risaletin uygulamasını ve onu yozlaştırıp yıkmak için sürekli fırsat kollayan komplolardan korumayı garanti edecek yeterlilikte bir önderliğin devamlı şekilde varolması.

b) İlmî ve psikolojik bakımdan yeterli eğitimci eli ile verilecek sağlıklı bir eğitimin nesiller boyunca sürmesi, bu yeterli eğitimcinin ahlâkta ve davranışta Peygamberimiz gibi örnek olması, ilâhî risaleti bütün yönleri ile kapsayıp bütün davranışlarında ve tutumlarında somutlaştırması.

Bundan dolayı Peygamberimiz (s.a.a) ilâhî bir plân gereğince Ehl-i Beyti'ne mensup bazı seçkinleri hazırlamakla ve bu seçkinlerin isimlerini ve fonksiyonlarını açıkça belirtmekle yükümlü kılındı. Bu seçkin önderler, Peygamberimizin (s.a.a) başlattığı büyük hareketin ve kıyamete kadar hüküm sürecek olan ilâhî hidayetin dizginlerini yüce Allah'ın emri ile teslim alacaklar, yüce Allah'ın ebedîlik bahşettiği ilâhî risaleti cahillerin bozmalarından ve hainlerin tuzaklarından koruyacaklar, yüzyıllar boyunca ve dünya durdukça kriterlerini açıklamayı, sırlarını ve hazinelerini gözler önüne sermeyi üstlendikleri mübarek şeriatın değerleri ve kavramları uyarınca nesilleri eğiteceklerdi.

Bu ilâhî plân, Resulullah'ın (s.a.a) sözlerinde şöyle somutlaşıyor: "Ben size iki değerli emanet bırakıyorum. Bunlara sarıldığınız takdirde kesinlikle sapıtmazsınız. Bunlar Allah'ın kitabı ile benim Ehl-i Beyt'imdir. Bunlar Havuz'da yanıma gelinceye kadar birbirlerinden asla ayrılmayacaklardır."

Ehl-i Beyt İmamları (hepsine Allah'ın selâmı olsun) Peygamberimizin (s.a.a) Allah'ın emri ile kendinden sonra ümmetin önderliğini üstlenmek üzere tanıttığı en hayırlı kimselerdir.

On iki Ehl-i Beyt imamının hayat çizgisi, Peygamber (s.a.a) döneminden sonraki İslâm'ın gerçek çizgisini yansıtır. Onların hayatlarını kapsamlı biçimde incelemek, köklü İslâm hareketinin kapsamlı bir portresini gözlerimiz önüne sürer. O İslâm hareketi ki, Peygamberimizin (s.a.a) vefatının arkasından ateşli enerjisi zayıflamaya yüz tuttuktan sonra ümmetin derinliklerinde içten içe yol almaya başladı. Bu süreçte Masum İmamlar (s.a) ümmeti bilinçlendirmeye, ümmetin enerjisini Peygamberimizin (s.a.a) kutsal devrimini kavrama doğrultusunda harekete geçirmeye çalıştılar. Fakat yönetimin ve ümmetin tutumlarına egemen olan evrensel yasaların müsaade ettiği ölçüde ilerleyebildiler.

Bu râşid İmamların hayatlarında dikkat çeken ortak özellikler şunlar oldu: Peygamberimizin (s.a.a) açtığı çığırı ısrarla izlediler. Ümmet, teveccühünü onlara yönelterek onlarla kaynaştı, onları Hidayet Önderleri ve müminlerin yolunu aydınlatan yıldızlar olarak benimsedi. Onlar Allah'a ve O'nun rızasına ulaştıran kılavuzlar, Allah'ın emrinin kararlı uygulayıcıları, Allah sevgisinde kemale erdirenler, Allah özleminin ateşinde eriyenler, imrenilen insanî kemalin zirvelerine yönelik tırmanışta birbirleri ile yarışanlardır.

Onların hayatı cihadın, sabırla Allah'a itaat etmenin, zalimlerden gelen cefanın çeşitli örnekleri ile doludur. Öyle ki, yüce Allah'ın hükümlerini yürürlüğe koyma uğrundaki kararlı direnişin en üstün örnekleri oldular. Bu direnişin arkasından onurlu şehitliği, onursuz hayata tercih ederek yüce bir mücadelenin ve büyük bir cihadın arkasından Allah'a kavuşma başarısını elde ettiler.

Tarihçiler ve yazarlar, bu İmamların hayatlarını her açıdan ele alıp tam anlamı ile incelediklerini iddia edemezler. Bundan dolayı bizim bu girişimimiz onların hayatlarından bazı kesitler, kişilikleri, davranışları ve tutumları hakkında tarihçilerin kaydettikleri ve araştırma kaynaklarında bulabildiğimiz bazı alıntıları sunmaktan ibarettir. Yüce Allah'ın bu çalışmamızı faydalı kılmasını umarız. Hiç şüphesiz başarının sahibi O'dur.

Ehl-i Beyt hareketi hakkındaki bu incelememiz, İslâm Peygamberi ve elçilerin sonuncusu Abdullah oğlu Muhammed Mustafa (s.a.a) ile başlayıp, vasilerin sonuncusu ve beklenen Mehdi Muhammed b. Hasan Askerî ile son buluyor. Yüce Allah onun ortaya çıkışını çabuklaştırsın ve yeryüzünü adaleti ile aydınlatsın.

Bu kitap, örnek kadın ve masum hidayet önderlerinden üçüncüsü olan Fatımatü'z-Zehra'nın hayatını incelemeye ayrıldı. İslâm tüm boyutları ile onun yaşamında somutlaştı. Resulullah'ın (s.a.) "Âlemlerin kadınlarının efendisi" olarak nitelediği şahsiyettir o. O, iman ve temizlik saçan parlak nur, aşılmaz kale ve tüm insanlığa üstün bir örnek idi.

Bu kutsal projenin gerçekleştirilip gün ışığına çıkarılması için yoğun gayretleri ile katkıda bulunan bütün kardeşlerimize, özellikle Seyyid Munzir Hakim'in (Allah onu belâlardan korusun) denetiminde çalışan yazarlar kurulunun üyelerine şükranlarımızı sunmalıyız.

Son sözümüz, bizi bu kutsal projeyi gerçekleştirmeye muvaffak eden yüce Allah'a dua ve şükürlerimizi sunmak olacaktır. O, kâfidir ve ne güzel yardımcıdır.

 

Dünya Ehl-i Beyt Kurultayı



1. BÖLÜM

 

● Birkaç Satırda Hz. Fatıma (a.s)

● Hz. Fatıma'nın (a.s) Şahsiyetinden İzlenimler

● Hz. Fatıma'nın (a.s) Kişiliğinden Görünümler


 


BİRKAÇ SATIRDA Hz. fatıma (A.s)

• Hz. Fatımatü'z-Zehra (a.s), Hz. Muhammed b. Abdullah'ın (s.a.a) ve Hatice bint-i Huveylid'in (r.a) kızıdır.

Tarihin tanık olduğu en şerefli anne-babanın çocuğu olarak dünyaya geldi. Tarihte hiç kimse onun babası gibi, birkaç yıl içinde, tarihin seyrini değiştirecek, insanlığı değişik alanlarda harekete geçirecek, ileri götürecek etkinlikler gösterememiş, bu denli müthiş eserler bırakamamıştır. Tarihte onun annesi gibi bir anneden hiçbir zaman söz edilmemiştir. Onun annesi bütün varlığını, kendisine sunduğu hidayet ve nura karşılık yüce eşi ve hikmet esaslı ilkeleri uğruna feda etmiştir.

• İşte bu büyük anne ve babanın gölgesinde Fatıma Betül yetişti. Omuzlarında peygamberlik yükünü taşıyan, bu kutsal emaneti hedefine ulaştırmak için dağların tahammül edemediği işkencelere katlanan babasının şefkatinin her an hissedildiği bir evde büyüdü. Babası nereye yönelse, ne tarafa gitse Kureyş'in ve Kureyşlilerin kışkırttıkları ayak takımının ve kölelerin kendisini sürekli olarak gözettiklerini, taciz ettiklerini görüyordu. Küçük yaşına rağmen Fatımatü'z-Zehra (a.s) bütün bunları görüyordu. Annesiyle beraber, bu eziyetlerin babası üzerindeki etkisini hafifletmek için elinden geleni yapıyordu. Utanç verici eziyetleri gözlemledikçe yürek paralayıcı bir acı hissediyordu. İlk Müslümanların gördükleri baskı ve acıları kendisi de bizzat yaşıyordu.

• Hz. Fatımatü'z-Zehra (a.s) ilâhî risaletin tebliği sürecinin karşı karşıya kaldığı zorlukları, sıkıntıları daha çocukluğunun ilk günlerinden itibaren yaşadı. Babası ve annesiyle ve Haşimoğulları'nın diğer mensuplarıyla birlikte Ebu Talib Vadisi'nde sosyal ve ekonomik ablukaya tâbi tutulduğu sırada, henüz iki yaşındaydı.

Büyük zorluklarla geçen üç yıllık ablukanın kaldırılmasından sonra, şefkatli annesinin vefatı sınavıyla karşı karşıya kaldı. Babasının amcasının vefatıyla sarsıldı. O sırada altı yaşına henüz girmişti. Meşakkatlere katlanma, zorluklara karşı koyma ve büyük sıkıntılara tahammül etme hususunda babası için bir teselli kaynağıydı. Yalnızlığında babasına arkadaşlık ediyor, Kureyş azgınlarının ve zorbalarının rencide edici baskılarından dolayı hissettiği üzüntüyü paylaşıyordu.

Mübarek ömrünün sekizinci yılında, amcasının oğluyla ve diğer Fatıma'larla birlikte Medine'ye hicret etti. İmam Ali b. Ebu Talib (a.s) ile evleninceye kadar babası yüce Resul (s.a.a) ile beraber yaşadı. Bundan sonra, Hz. Peygamber (s.a.a) evinden sonra İslâm toplumunun en şerefli evinin temelleri de atılmış oldu. Bu ev, tertemiz nebevî sülalenin barınağı, bereketli Resul (s.a.a) soyunun cömert Kevser'i oldu.

• Hz. Zehra (a.s) ideal bir eşliğin ve yüce anneliğin en görkemli örneğini sergiledi. Hem de İslâm tarihinin en çetrefilli, en zorlu dönemlerinde... Öyle bir zaman ki, İslâm, cahilî bir çevrede ve kabileci geleneğin hüküm sürdüğü bir ortamda kalıcılık ve yücelik yolunu açmak amacındaydı. Çünkü cahiliye toplumu ve kabileci ortamı, kadını insan olarak kabul etmiyor, kız çocuğunu bir utanç, bir ayıp olarak algılıyordu. Bu nedenle Fatıma (a.s) gibi birisi -parlak Muhammedî risaletin kızı, eşsiz ilâhî kıyamın çocuğu olarak- bireysel, ailesel ve toplumsal yaşam tarzıyla, risalet kavramlarını ve değerlerini pratik olarak hayatında somutlaştıran pratik ve gerçek bir örnek sunmak durumundaydı.

Hz. Zehra (a.s) bütün insanlık dünyasına, bir kadın olarak insan-ı kâmil olduğunu, kadınlık doğasının böyle bir mükemmeliyete erişebileceğini, Allah'ın sınırsız kudretine ve akıllara durgunluk veren yaratıcılığına delâlet eden en büyük ayetlerden, en parlak kanıtlardan biri olabileceğini kanıtladı. Çünkü Fatımatü'z-Zehra'ya (a.s) azametten büyük bir pay, görkemlilik ve ululuktan en geniş bir nasip bahşedilmişti.

• Zehra Betül (a.s), Ali el-Mürtaza'ya cennet gençlerinin iki efendisi, Resulullah'ın (s.a.a) oğulları Hasan ve Hüseyin'i, bu iki büyük imamı ve saygı değer mücahit, sabır ve direniş sembolü olan Zeyneb-i Kübra ve Ümmü Gülsüm'ü doğurdu. Beşinci çocuğu Muhsin'i de, babasının ölümünden sonra, evine (Resul'ün evine) yapılan saldırı sonucu düşük yaptı. Muhsin, bu mücahide ve şehit ananın, babasının ölümünden sonra, babasının mesajını sapmalardan ve tahriflerden korumak uğruna verdiği mücadeleye armağan edilmiş ilk kurban oldu.

• Hz. Zehra (a.s) en zor zamanlarda ve en kritik durumlarda babasının ve kocasının (selâm üzerlerine olsun) yanında yer aldı. O, çabaları, cihadı, açıklamaları ve -Hz. Resul'ün (s.a.a), vefatından sonra İslâm'a yardım etme misyonunu kendilerine vermiş olduğu- Ehl-i Beyt-i Resulü eğitmesiyle İslâm'a yardımcı oldu. Nitekim Fatıma (a.s). Hz. Resul'ün (s.a.a) Ehl-i Beyt'inden, onun vefatından sonra, verdiği acılarla dolu bir mücahedenin ardından ona ilk kavuşan kimse oldu. Fatıma (a.s) müşriklere karşı yapılan cihatta, münafıkların komplo ve plânlarının boşa çıkarılması amacına yönelik mücadelede aktif rol aldı. Sapıkların karşısına dikilmekle parladığı gibi, Müslüman kadınların eğitimi alanında da parladı. Kahramanlığın, cihadın, sabrın, şehitliğin, fedakârlığın ve akideyi her türlü değerden üstün tutmanın gerçek bir sembolüydü. Bir insanın, göz kamaştırıcı kemalin doruklarına yükselebileceği en kısa bir zaman diliminde, bu alanların tümünde, öncekilerin ve sonrakilerin ulularını geride bırakacak bir üstünlüğe erişti.

Selâm ona, doğduğu, şehit düştüğü, bütün şeref ve yücelik özelliklerini ve onur süslerini üzerinde taşıyarak dirileceği gün...


hz. fatıma'nın (a.s) şahsiyetinden izlenimler

Fatımatü'z-Zehra (a.s), en büyük Peygamber'in (s.a.a) kızı ve ilk imamın, eşsiz kahramanın eşidir. İmamet tarihinin en kanlı zulümlerine maruz kalan iki imamın annesidir. Fatıma (a.s), son risaletin parlayan aydınlık yüzüdür. Dünya kadınlarının efendisidir. Tertemiz sülâlenin emanet edildiği temiz barınak, Hz. Resul'ün (s.a.a) soyunun yeşerdiği mümbit mekândır. (Allah'ın selâmı hepsinin üzerine olsun.)

Onun hayat hikâyesi, risalet tarihiyle paralellik arz etmektedir. Çünkü hicretten sekiz yol önce dünyaya geldi ve Hz. Resulullah'ın (s.a.a) vefatından birkaç ay sonra da vefat etti.

Hz. Peygamber (s.a.a) Kur'ân'da izlenen çizgiye uyarak tertemiz Zehra'nın büyük makamına işaret etmiş, onun risalet sürecinde öncü konumuna ulaştığını vurgulamıştır. Kur'ân-ı Kerim genelde vahiy Ehl-i Beyti'nin (a.s), özelde Fatımatü'z-Zehra'nın (a.s) faziletlerine ve üstünlüklerine sık sık dikkat çekmiştir.

Kur'ân Ayetlerinde Fatıma (a.s)

Kur'ân-ı Kerim, bazı insanları övmüş, konumlarına ve hak uğruna yaptıkları fedakârlığa yönelik bir onurlandırma olarak gece gündüz okunan ayetlerinde onlardan söz ederek hatıralarını ölümsüzleştirmiştir.

Yüce Allah'ın, ulu kitabında özel olarak andığı, üstün konumlarına ve faziletlerine değindiği kimseler arasında Hz. Peygamber'in (s.a.a) Ehl-i Beyti de vardır. Tarihçiler ve tefsir bilginleri, birçok ayetlerin onları övmek üzere indiklerini söylemişlerdir. Ayrıca birçok surede, hayat çizgilerinin doğruluğunun, karakterlerinin güzelliğinin bir göstergesi olarak onlardan övgüyle söz edilmiş ve insanlara, onları örnek almalarına ilişkin bir çağrı yöneltilmiştir.

1- Risalet Kevseri Hz. Zehra (a.s)

Kevser; bol hayır demektir. Dolayısıyla bu kavram, yüce Allah'ın peygamberi Hz. Muhammed'e (s.a.a) bahşettiği bütün nimetleri kapsamaktadır. Fakat Kevser Suresi'nin son ayetiyle birlikte surenin iniş sebebine ilişkin açıklamalar içeren rivayetleri ele aldığımız zaman, bu bol hayrın, neslin çokluğu ve devamıyla ilgili olduğunu açık bir şekilde görürüz. Bütün dünya, Hz. Peygamber'in (s.a.a) neslinin kızı Fatımatü'z-Zehra aracılığıyla devam ettiğini biliyor. Resulullah'ın (s.a.a) birçok hadisinde de buna açıkça işaret edilmiştir.

Müfessirler bu bağlamda şöyle bir olayı rivayet ederler: "As b. Vail, Kureyş kabilesinin ileri gelenlerine şunları söylüyordu: Muhammed'in soyu kesiktir; kendisinden sonra yerine geçecek oğlu yoktur; o öldüğü zaman kimse ondan söz etmeyecek ve siz de ondan kurtulmuş olacaksınız."[15] İbn Abbas'ın ve müfessirlerin genelinin görüşü budur.[16]

Fahreddin er-Razî, müfessirlerin "Kevser" kelimesinin anlamı hakkında ihtilâf ettiklerini söylemesine rağmen, şunu da ifade etmektedir:

"Üçüncü görüş: Kevser; evlâtların çok olması demektir... Çünkü bu sure, Peygamberimizin (s.a.a) erkek çocuklarının olmamasını bir kusur olarak görenlere cevap mahiyetinde nazil olmuştur. Dolayısıyla kastedilen anlam şudur: Allah ona bir nesil verecek ve bu nesil zaman durdukça devam edecektir."

Sonra şunları söyler: "Şöyle bir bakın! Ehl-i Beyt'ten nicesi öldürüldü?! Bununla beraber dünya Hz. Resul'ün (s.a.a) soyuyla doludur. Peki Ümeyyeoğulları'ndan geriye fark edilen kimse kaldı mı?! Bakın bakalım! Oysa Ehl-i Beyt arasında Bâkır, Sadık, Kâzım, Rıza ve Nefs-i Zekiye gibi nice büyük âlimler var!"[17]

Mübahele (Lânetleşme) Ayeti,[18] Hasan ve Hüseyin'in Hz. Peygamber'in (s.a.a) oğulları olduklarını göstermektedir. Öte yandan Peygamberimizden (s.a.a) aktarılan çok sayıdaki rivayette, yüce Allah'ın bütün peygamberlerin zürriyetlerini, onların kendi sulbünden var ettiği, son Peygamber'in (s.a.a) zürriyetini ise Ali b. Ebu Talib'in (a.s) sulbünden var ettiği vurgulanmaktadır.[19] Sahih hadis kaynaklarında Peygamberimizin (s.a.a) Hasan b. Ali (a.s) hakkında şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Şu benim oğlum seyyittir. Belki de Allah onun aracılığıyla iki büyük grubu barıştıracaktır."[20]

2- İnsân Suresi'nde Hz. Zehra (a.s)

Hasan ve Hüseyin hastalanmışlardı. Hz. Resulullah (s.a.a) birtakım insanlarla beraber onlara hasta ziyaretinde bulundu. Dediler ki: "Ey Ebu'l-Hasan! İki oğlunun iyileşmesi için bir adak adasan olmaz mı?" Bunun üzerine Ali, Fatıma ve Fizze (cariyeleri), Hasan ve Hüseyin iyileşecek olurlarsa üç gün oruç tutacaklarını adadılar. Derken Hasan ve Hüseyin iyileştiler. Ancak evde yiyecek bir şeyleri yoktu. Ali (a.s) Hayber Yahudilerinden Şem'un'dan üç sa' arpa borç aldı. Fatıma (a.s) bir sa'ını öğüttü. Sonra bundan aile fertlerinin sayısı kadar beş ekmek yaptı. İftarlarını açmak üzere ekmekleri önlerine koydular. Tam o sırada bir dilenci kapıya geldi ve şöyle dedi: "Ey Muhammed'in Ehl-i Beyti! Selâm üzerinize olsun. Ben bir Müslüman yoksulum. Bana bir şeyler yedirin ki, Allah da size cennet sofralarından yedirsin." Bunun üzerine yiyeceklerini ona verdiler ve içtikleri sudan başka hiçbir şey yemeden sabahladılar ve ertesi günü de oruçlu geçirdiler. Akşam olup yemeği önlerine koydukları zaman, kapılarına bir yetim geldi. Bu sefer yiyeceklerini ona verdiler. Üçüncü günde de kapılarına bir esir geldi. Ona da diğerlerine yaptıkları gibi muamele gösterdiler. Sabah olunca, Ali (a.s) Hasan ve Hüseyin'in elinden tutarak Resulullah'ın (s.a.a) yanına götürdü. Resulullah (s.a.a) onların açlıktan kuş yavrusu gibi titrediklerini görünce, şöyle dedi: "Sizin bu hâlinizin beni ne kadar da etkiledi, rahatsız etti!" Hemen kalktı ve onlarla birlikte Fatıma'nın yanına gitti. Fatıma mihrabında karnı sırtına yapışmış hâldeydi. Gözleri kaymıştı. Bu durum Hz. Peygamber'i (s.a.a) çok etkiledi. Bu sırada Cebrail geldi ve şöyle dedi: "Al bu sureyi, ey Muhammed! Rabbin Ehl-i Beyt'inden dolayı seni kutluyor." Ardından sureyi okudu.[21]

Şu hâlde Fatıma (a.s), yüce Allah'ın, kâfur kokulu kaselerden içen iyilerden olduğuna, verdikleri sözü tutan, kötülüğü kapsayıcı olan bir günden korkan, isteği olmasına rağmen yiyeceğini başkalarına veren, kendi ihtiyaçları olmasına rağmen başkalarını kendilerine tercih eden... sırf Allah rızası için yoksulları yediren, onlardan bir karşılık veya teşekkür beklemeyen... Allah için her türlü zorluğa sabreden... Allah'ın, kendilerini bu haşin ve şiddetli günün şerrinden koruduğu... kendilerini sevinç ve neşeyle karşıladığı, sabretmelerinden dolayı kendilerine cennet ve ipekler bahşettiği... kimselerden olduğuna tanıklık ettiği biridir.[22]

3- Tathir Ayeti'nde Hz. Zehra (a.s)

Hz. Peygamber (s.a.a) Ümmü Seleme'nin (r.a) evinde bulunduğu bir sırada, Tathir Ayeti nazil oldu. Torunları Hasan ve Hüseyin'i bağrına basmış, babalarını ve annelerini yanına almış ve bir örtünün altına girmişlerdi. Böyle yapmakla Hz. Peygamber (s.a.a) onları diğerlerinden ve eşlerinden ayırmış oluyordu. Onlar bu hâlde iken Tathir Ayeti nazil oldu: "Allah ancak siz Ehl-i Beyt'ten her türlü günahı uzak tutmak ve sizi tertemiz kılmak ister."[23] Hz. Peygamber (s.a.a) ayetin sırf onlara özgü olduğunu belirtmek hususunda bununla da yetinmedi, ellerini örtünün altından çıkarıp göğe doğru açtı ve şöyle dedi: "Allah'ım! İşte bunlar benim Ehl-i Beyt'imdir. Kötülüğü ve günahı onlardan uzak tut ve onları tertemiz kıl." Peygamberimiz (s.a.a) bu sözleri tekrarlarken Ümmü Seleme de bakıyordu. Ümmü Seleme de örtünün altına girmek istedi ve "Ben de sizinle beraber miyim ya Resulallah?" dedi. Peygamberimiz (s.a.a) elinden tutup engelledi ve şöyle dedi: "Hayır, ancak sen hayır üzeresin."[24]

Bu ayetin inişinden sonra Hz. Peygamber (s.a.a) sabah namazı için mescide gittiği zaman Fatıma'nın (a.s) evinin önünden geçer ve şöyle seslenirdi: "Namaz...! Ey Ehl-i Beyt! Allah ancak siz Ehl-i Beyt'ten her türlü günahı uzak tutmak ve sizi tertemiz kılmak ister." Peygamberimiz (s.a.a) altı veya sekiz ay boyunca bunu tekrarladı.[25]

Bu mübarek ayet, Ehl-i Beyt'in günahlardan masum olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü ayetin orijinalinde geçen "er-rics" kelimesi, günah demektir. Ayrıca ayet, sınırlandırma, hasretme anlamını ifade eden "innema" edatıyla başlıyor. Bu da gösteriyor ki, yüce Allah'ın onlarla ilgili iradesi, sırf onlardan günahın uzak tutulmasına ve onların günahlardan tertemiz kılınmasına özgüdür. Bu da masumiyetin özü ve hakikatidir. Nebhanî bu yorumu, gayet açık bir ifadeyle Taberî'nin tefsirinden derlemiştir.[26]

4- Zehra (a.s) Sevgisi Peygamberliğin Ücretidir

Cabir rivayet eder: Bir bedevî Hz. Peygamber'in (s.a.a) yanına geldi ve dedi ki: "Ey Muhammed! Bana İslâm'ı anlat." Buyurdu ki: "Tek ve ortaksız Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın kulu ve resulü olduğuna şahadet etmektir İslâm." Dedi ki: "Bunu bana göstermenin karşılığında benden bir ücret istiyor musun?"

Buyurdu ki: "Hayır, sadece akrabaları sevmeni istiyorum." Dedi ki: "Benim akrabalarımı, yoksa senin akrabalarını mı?" Buyurdu ki: "Benim akrabalarımı." Dedi ki: "O zaman gel, sana bu hususta biat edeyim. Seni ve senin akrabalarını sevmeyene Allah lânet etsin." Peygamberimiz (s.a.a) de, "Amin!" dedi.[27]

Mücahid, bu sevgiyi, Resulullah'a (s.a.a) tâbi olmak, onu tasdik etmek ve onun akrabalarıyla ilişkiyi sürdürmek şeklinde tefsir etmiştir. İbn Abbas ise, Hz. Peygamber'in (s.a.a) akrabalarına yönelik sevgiyi korumak olarak açıklamıştır.[28]

Zemahşerî der ki: Bu ayet nazil olduğu zaman, insanlar dediler ki: "Ya Resulallah! Sevmekle yükümlü olduğumuz akrabaların kimlerdir?" Buyurdu ki: "Ali, Fatıma ve onların iki oğlu."[29]

5- Mübahele (Lânetleşme) Ayeti'nde Hz. Zehra (a.s)

İslâm kıblesine mensup (ehl-i kıble) bütün gruplar, hatta Haricîler;, Hz. Peygamber'in (s.a.a) lânetleşmeye giderken kadınlardan sadece kendisinden bir parça olan Fatıma'yı (a.s), oğullardan sadece iki torunu ve iki gülü Hasan ve Hüseyin'i, kendi olarak da kendisinin yanında Harun'un Musa yanındaki konumuna eş bir konumda olan kardeşi Ali'yi (a.s) çağırdığı hususunda görüş birliği içindedirler. Dolayısıyla zorunlu olarak bu ayette kastedilen kimseler, isimleri sayılan bu kimselerden başkası olamaz. Bunu inkâr etmek de mümkün değildir ve dünyada hiç kimse onların bu onuruna ortak değildir. Müslümanların tarihini inceleyen herkes bu apaçık gerçeği görür, ayetin özel olarak bunlar hakkında indiğini anlar.[30]

Hz. Peygamber (s.a.a) Necran Hıristiyanlarıyla lânetleşmeye bu isimleri sayılanları beraberinde götürmüş ve Necran Hıristiyanlarını yenilgiye uğratmıştı. Peygamber'in (s.a.a) eşleri olan müminlerin anneleri o zaman Peygamber'in (s.a.a) evlerindeydiler. Peygamberimiz (s.a.a) hiçbir tanesini çağırmamıştı. Ayrıca babasının kız kardeşi olan Safiyye'yi de çağırmamıştı. Amcasının kızı olan Ümmü Hani'yi de çağırmamıştı. Ayrıca üç halifenin eşlerinden veya muhacir ve ensardan, hiçbir kimseyi davet etmemişti.

Peygamberimiz (s.a.a) cennet gençlerinin bu iki efendisinden başka Haşimoğulları'ndan ve sahabe çocuklarından hiç kimseyi götürmemişti lânetleşmeye. Aynı zamanda Ali ile beraber yakın aşiretinden hiç kimseyi davet etmemişti. İlk Müslümanlardan kimseyi götürmemişti. Râzî'nin tefsirinde söylediği gibi, üzerinde siyah kıldan bir örtü olduğu hâlde Necran Hıristiyanlarıyla buluşmaya gitmişti. Hüseyin'i kucağına almış, Hasan'ın da elinden tutmuştu. Fatıma arkasında, Ali de Fatıma'nın arkasında yürüyordu. Peygamberimiz (s.a.a) şöyle diyordu: "Ben dua ettiğim zaman, siz, amin, deyin." Bu manzarayı gören, Necran papazı şöyle dedi: "Ey Hıristiyanlar topluluğu! Burada öyle yüzler görüyorum ki, eğer Allah'tan dağları yok etmesini isteseler, Allah dağları yerinden söküp atar. Bunlarla lânetleşmeyin, yoksa helâk olursunuz ve kıyamet gününe kadar yeryüzünde bir tek Hıristiyan kalmaz."[31]

Râzî, bu hadiseyi aktardıktan sonra şöyle der: "Bu ayet, Hasan ve Hüseyin'in, Peygamber'in (s.a.a) oğulları olduklarına delâlet eder. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.a) oğullarını çağıracağını söylemiş ve ardından Hasan ve Hüseyin'i çağırmış. Bu da onların Hz. Peygamber'in (s.a.a) oğulları olmalarını gerektirir."[32]

Seyyidü'l-Mürselin (s.a.a) Yanında Hz. Zehra (a.s)

"Şüphesiz Allah, Fatıma kızdığı için kızar, o razı olduğu için razı olur."[33]

"Fatıma benden bir parçadır; onu inciten beni incitmiş; onu seven de beni sevmiş olur."[34]

"Fatıma benim kalbimdir, bedenimin içindeki ruhumdur."[35]

"Fatıma dünya kadınlarının efendisidir."[36]

Bu ve benzeri tanıklıkları içeren rivayetler, tevatür düzeyine ulaşacak yoğunlukta hadis ve siyer kitaplarında yer almışlardır.[37] Ki bu tanıklıklar, kesinlikle hevâsından konuşmayan,[38] soy veya akrabalık bağının etkisinde kalmayan ve Allah için yaptığı işlerde kınayanın kınamasından korkmayan Allah'ın elçisi Hz. Muhammed'den (s.a.a) rivayet edilmiştir.

Hiç kuşkusuz Allah'ın elçisi, kendisini bütünüyle davasına vermişti. O, insanlar için bir örnekti. Onun kalbinin çırpınışları, gözlerinin bakışları, ellerinin dokunuşları, ayaklarının adım atışları ve fikrinin parıldayışları; kısacası, sözleri, eylemleri ve susarak onayı (diğer bir ifadeyle, sünneti), hatta bütün varlığı dinin işaretlerinden, şiarından biri, şer'î yasamanın kaynaklarından biri, yol gösterici lambalarından biri ve kurtuluş yollarından biri hâline gelmişti.

"Bu özellikler, Fatıma'nın göğsünün üzerinde peygamberlerin sonuncusunun izi ve belirtisidir. Zaman geçtikçe, toplumlar geliştikçe ve Hz. Peygamber'in (s.a.a), 'Ey Fatıma! Kendin için amel et. Çünkü ben Allah'tan gelebilecek bir şeyde sana yardım edemem.' sözlerindeki İslâmî prensip üzerinde düşündükçe, bu risalet izi, bu risalet damgası daha da parlayacaktır."[39]

Resulullah (s.a.a) şöyle der: "Kemale eren çok erkek vardır. Ama kadınlardan İmran kızı Meryem'den, Firavun'un karısı Mezahim kızı Asiye'den, Huveylid kızı Hatice'den ve Muhammed kızı Fatıma'dan başka kemale eren kadın yoktur."[40]

"Fatıma benim bir parçamdır. Onu sıkan şey beni de sıkar, onu ferahlatan şey beni de ferahlatır.[41] Kıyamet günü bütün soylar, nesepler kesilir. Benim nesebim, soyum ve akrabalığım hariç…"[42]

Bir gün Resulullah (s.a.a) Fatıma'nın (a.s) elinden tutarak halkın yanına çıktı ve şöyle dedi: "Şu kızı tanıyan, tanıyordur. Tanımayan da bilsin ki o, Muhammed'in kızı Fatıma'dır. O benim bir parçamdır. Göğsümün içindeki kalbimdir. Onu inciten beni incitmiş olur. Beni inciten de Allah'ı incitmiş olur."[43]

"Fatıma, yaratıklardan en aziz bildiğim varlıktır."[44]

Bu naslar üzerinde biraz düşündükten sonra, bunları Fatıma'nın (a.s) masumiyeti şeklinde tefsir etmemiz zor olmayacaktır. Hatta bu naslar, onun masum olduğunun tanıklarıdırlar. O'nun sadece Allah için kızdığını ve sadece Allah için razı olduğunu gösterirler.

Ehl-i Beyt İmamları (a.s), Sahabeler ve Tarihçiler Nazarında Fatıma (a.s)

İmam Ali b. Hüseyin Zeynelabidin (a.s) şöyle der: "Hatice'nin Resulullah için İslâm fıtratı üzere doğurduğu tek evlât Fatıma'dır."[45]

İmam Muhammed Bâkır (a.s) şöyle der: "Allah'a yemin ederim ki, yüce Allah onu ilimle donatarak başkalarından ayırmıştır."[46]

İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle der: "Fatıma'ya bu ismin verilmesinin nedeni, insanların onun sahip olduğu makamı tanıyamamalarıdır."[47]

İbn Abbas şöyle der: Bir gün Resulullah (s.a.a), yanında Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin olduğu hâlde oturuyordu. O sırada şöyle dedi: "Allah'ım! Bunlar benim Ehl-i Beyt'imdir. İnsanlar içinde katımda en değerli olan kimselerdir. Onları seveni sev, onlara buğz edene sen de buğz et. Onları dost edineni dost edin, onlara düşman olana düşman ol. Onlara yardım edene yardımcı ol. Onları her türlü kirden arınmış, her türlü günahtan masum kılınmış yap. Onları katından Ruhu'l-Kudüs (=Kutsal Ruh) ile destekle."[48]

Ümmü Seleme'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Resulullah'ın (s.a.a) kızı Fatıma, insanlar içinde yüz ve sima olarak en çok Resulullah'a benzeyen kimseydi."[49]

Aişe'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Babası Resulullah dışında Fatıma'dan daha doğru sözlü bir kimse görmedim.[50] Resulullah'ın (s.a.a) yanına girdiği zaman, Resulullah (s.a.a) yerinden kalkar, onu öper, hoş geldin der, elinden tutarak kendi yerine oturturdu. Hz. Resulullah (s.a.a) onun yanına geldiğinde ise, bu sefer o yerinden kalkar, onu öper, elinden tutarak yerine oturturdu. Hz. Resulllah (s.a.a) gizli sırlarını özel olarak ona söylerdi. İşlerinde ona başvururdu."[51]

Hasan Basrî'den şöyle rivayet edilir: "Bu ümmet içinde Fatıma'dan daha çok ibadet eden biri yoktu. Ayakları şişinceye kadar kıyamda durur, ibadet ederdi."[52]

Abdullah b. Hasan, Ömer b. Abdulaziz'in yanına gitti. Yaşı gençti, ama halîm ve ağırbaşlı kimseydi. Ömer b. Abdulaziz derhal yerinden kalktı, onu karşıladı, ihtiyaçlarını giderdi. Sonra göbeğinin şişmanlıktan katlanmış bir boğumundan tutarak acıtıncaya kadar sıktı. Ardından şöyle dedi: "(Bir samimiyet ve sevgi ifadesi olarak) sana karşı yaptığım bu hareketi şefaat esnasında hatırla."

Abdullah b. Hasan oradan ayrılınca, yanındakiler Ömer b. Abdulaziz'i kınadılar ve "Genç bir delikanlıya mı böyle davrandın?!" Dedi ki: "Güvenilir biri bana anlatmıştı. Öyle ki Resulullah'ın (s.a.a) sözünü bizzat duymuş gibi oldum: 'Fatıma benden bir parçadır, onu sevindiren beni sevindirmiş olur.' Ben biliyorum ki, eğer Fatıma yaşasaydı, oğluna yaptığım bu muamele onu sevindirirdi." Orada bulunanlar dediler ki: "Peki karnındaki boğumu tutup sıkmanın anlamı nedir? Ona söylediğin söz ne demekti?" Dedi ki: "Haşimoğulları'ndan şefaat etmeyecek kimse yoktur. Bunun şefaat edeceği kimselerden biri olmayı temenni ettim."[53]

İbn Sabbağ el-Malikî şöyle der: "…Fatıma, üzerine 'Kulunu geceleyin..... yürüten Allah'ın şanı yücedir.' ayeti inen Hz. Peygamber'in kızıdır. Ay ve güneşin üçüncüsüdür. İnsanların en hayırlısının kızıdır. Doğumu tertemiz gerçekleşmiştir. Doğruluğun önderlerinin (âlimlerin) ittifakıyla dünya kadınlarının efendisi, önderidir."[54]

Hafız Ebu Nuaym İsfahanî, Fatıma (a.s) hakkında şöyle der: "Asfiyanın (seçilmişlerin) zahitlerinden, müttakilerin en temiz ve saf olanlarından biridir Fatıma. O, seyyide betül, Resul'e tıpatıp benzeyen ciğerparesidir... Dünyadan ve dünyanın zevklerinden yüz çevirmişti, ilgi göstermiyordu. Dünyanın gizli kusurlarını ve felâketlerini biliyordu."[55]

Abdulhamid b. Ebi'l-Hadid el-Mutezilî şöyle der: "Hz. Resulullah (s.a.a) Fatıma'ya insanların zannettiklerinin üstünde büyük bir saygı gösterirdi. Hatta bu saygı, babaların evlâtlarına yönelik sevgilerinin de ötesindedir. Özel ve genel toplantılarında, bir kere değil, defalarca, bir yerde değil, birçok yerde şöyle demiştir: 'O, dünya kadınlarının efendisidir. O İmran kızı Meryem'e denktir. O mahşerden geçince, Arş tarafından birisi şöyle seslenir: Ey mahşer halkı! Gözlerinizi kapatın, Muhammed'in kızı Fatıma geçsin.' Bu sahih bir hadistir, zayıf bir rivayet değildir. Kaç kere şöyle demiştir: Onu inciten beni incitmiş, ona buğz eden bana buğz etmiş olur. O benden bir parçadır. Onu rahatsız eden beni rahatsız etmiş olur."[56]

Çağdaş tarihçilerden Dr. Ali Hasan İbrahim şunları söyler: "Fatıma'nın hayatı, tarihin eşsiz safhalarından biridir. Burada büyüklüğün, azametin çeşitli örneklerini gözlemleyebiliyoruz. Bir kere o, Belkıs veya Kleopatra gibi büyüklüğünü, azametini, sahip olduğu büyük tahttan veya muazzam servetten veya eşsiz güzellikten almıyordu. Ya da Aişe gibi şöhretini, kendisini ordulara komutanlık edecek ve erkeklere meydan okuyacak düzeye getiren cesaretinden de almıyordu. Biz, dünya ve çevresini bir hikmet ve ihtişam halesine alan bir büyük şahsiyetle karşı karşıyayız. Hikmetinin kaynağı kitaplar, filozoflar ve bilginler değildir. Bilâkis, hikmetinin kaynağı alt üst oluşlarla ve sürpriz gelişmelerle dolu zamanın deneyimleridir. O bir ihtişama, bir görkeme sahipti ki, bunun kaynağı da saltanat veya servet değildi. Tam tersine nefsinin özünden kaynaklanan bir heybete sahipti..."[57]


Hz. fatıma'nın (a.s) KİŞİLİğinden görünümler

Hz. Fatıma'dan söz ederken, gözlerini aydınlığa açtığı andan, gözlerindeki hayat parıltısının söndüğü ana kadarki, kısa sürenin sınırlarını aşmak gerektiğini biliyoruz. Onun kişiliğini, bu başlangıçla bu son arasına sıkıştıramayız.

O, insan düşüncesini temelinden sarsan ve insan düşüncesini kuşakların ötesine taşıyan bir Peygamber'in kızıdır. Aynı zamanda o, hakkın temellerinden biri olan ve insanlık tarihinin en büyük peygamberinin devamı niteliğindeki bir adamın karısıdır.

Fatıma olgun bir akla, kusursuz bir ruh güzelliğine, saflık ve berraklığa, asil ve üstün bir kereme sahipti. Üzerine aydınlığını saçan, kendisinden katkı gören ve düşünce ve ürün olarak kendisini ifade eden bir atmosferde yaşadı. Bir devrime dönüşen risalet misyonu içinde bir çizgi olarak belirginleşti. Böylece kendisi de risalet devriminin temellerinden biri oldu. Öyle ki, onun tarihini doğru anlamadan risalet tarihini doğru anlamak mümkün değildir.

Fatıma (a.s), kadının insanlığını, saygınlığını, kerametini, kutsallığını, (ilâhî emir ve yasaklar hususunda) koruyuculuğunu ve özenini en onurlu bir şekilde temsil etti. Bunun yanında üstün bir zekâya, keskin bir ferasete ve geniş bir bilgiye sahipti. Nübüvvet mektebinde eğitim görmesi, risalet külliyesinden mezun olması onur ve övünç olarak ona yeter. Güvenilir elçi olan babasının Rabbinden aldıklarını, o da ondan aldı. Hiç kuşkusuz o, anne ve babasının evinde, Mekke'deki başka hiçbir çocuğun öğrenemediği şeyleri öğrendi.[58]

Kur'ân'ı seçkin Peygamber'den dinledi. Sonra Ali Mürtaza'dan dinledi. Onlardan dinlediği bu Kur'ân'la namaz kıldı, onunla ibadet etti. Ama bundan önce Kur'ân'ın hükümlerini, farzlarını ve sünnetlerini kavramıştı. Öyle ki, şeref sahibi ve saygın hiçbir kimse onun düzeyine erişememişti.

Zehra (a.s), iman ve kesin inanç üzere yetişti. İnanç bağına bağlılık, ihlâs ve dünyadan uzaklaşmayı esas alan bir anlayışla büyüdü. Yılların geçmesiyle birlikte, rakipsiz bir şeref pınarı olduğunu öğrendi. Havva'nın çocukları içinde onunla şeref bakımından boy ölçüşecek kimse yoktu. Bu erişilmez şerefin yeterliliğine kesin olarak güvendi. Risalet bağrında ve iman atmosferinde bu şerefin parlaklığını ve revnakını gittikçe arttırdı.

Her olgunlukta babasını adım adım izleyerek büyüdü Zehra (a.s). Hatta Aişe onun hakkında şöyle demişti: "Allah'ın yarattıkları içinde söz ve konuşma olarak Resulullah'a (s.a.a) Fatıma kadar benzeyen birini görmedim. Fatıma geldiği zaman, Peygamber (s.a.a) onun elinden tutar, elini öper, ona, hoş geldin der, sonra onu kendi yerine oturturdu. Peygamber Fatıma'nın yanına gittiğinde, bu sefer Fatıma ayağa kalkar, babasına, hoş geldin der, elinden tutarak onu öperdi."[59]

Buradan hareketle Aişe'nin, "Yeryüzünde Hz. Peygamber'in (s.a.a) Fatıma'dan daha çok sevdiği bir kadın daha yoktu." şeklindeki sözünün gerisindeki sırrı anlıyoruz. Yine Aişe bu durumu şu sözleriyle açıklıyor: "Kendi babası dışında, Fatıma'dan daha doğru sözlü birini görmedim."[60]

Böylece Fatıma (a.s) müminlerin, kutsiyeti karşısında ürperdikleri kâmil kadınlığın eşsiz bir tablosu olarak belirginleşti.

1- İlmi

Fatımatü'z-Zehra (a.s), vahiy evinde kendisi için hazırlanan bilgi ve irfanla, kendisini dört bir yandan kuşatan ilim ve irfan güneşlerinin ilmî aydınlatmasıyla yetinmedi.

Babası Resulullah (s.a.a) ve Peygamber ilmi şehrinin kapısı kocasıyla her buluşmasında elinden geldiğince ilim öğrenmeye çalışırdı. Bunun yanında oğulları Hasan ve Hüseyin'i de sürekli olarak Resulullah'ın (s.a.a) meclisine gönderir, onlar döndükten sonra da onları konuşturarak dinlediklerini anlatmalarını sağlardı. Çocuklarına üstün bir terbiye vermek için büyük bir çaba sarf ettiği gibi, ilim öğrenmek için de büyük bir çaba sarf ederdi. Ev işlerinin çokluğuna rağmen, öğrendiği bilgileri diğer Müslüman kadınlara aktarmayı da ihmal etmezdi.

İlim öğrenme ve ilmi yayma hususundaki bu kesintisiz çabaları sonucu, en büyük hadis ravilerinden ve tertemiz nebevî sünnetin aktarıcılarından biri oldu. Nitekim "Fatıma Mushafı" adı verilen, kendisinin en büyük övünç kaynağı olan ve masum evlâtları tarafından bir önceki nesilden miras alınıp sonraki nesile aktarılan kitabı ile ilgili olarak, Fatıma'nın (a.s) mirası bölümünde geniş değerlendirmelerde bulunacağız.

İlminin ve düşünsel olgunluğunun kanıtı olarak dehasının yüksek düzeyini yansıtan iki ünlü konuşması yeterlidir. İki hutbeyle ilgili olarak "Babasından Sonraki Olaylar" bölümüne bakabilirsiniz. Bu hutbelerden birini, Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra sahabenin ileri gelenleri huzurunda Mescid-i Nebevî'de, diğerini ise evinde irad etmişti. Bu konuşmalar, düşüncesinin derinliğinin, köklülüğünün, kültürünün genişliğinin, mantığının gücünün, önderlik kurumunun sapmasından sonra ümmetin geleceğine dair ön görüsünün gerçekliğinin parlak birer örneğidir. Bunun yanında yüksek bir edebe de sahipti. Allah için ve Allah yolunda muazzam bir cihat da veriyordu.

Hz. Zehra (a.s), Allah'tan korkup sakınan ve hikmetli Kur'ân'ın açık ifadesiyle, Allah tarafından eğitilen Ehl-i Beyt'in bir ferdiydi. Allah ona ilimle ayrıcalık tanıdı, bu yüzden "Fatıma" adını almıştı. Benzersizliği yüzünden de Betül (iffette eşsiz) diye isimlendirilmişti.

2- Yüksek Ahlâkı

Fatıma (a.s), "yüksek bir ahlâka, onurlu bir karaktere, üstün bir nefse, ulu bir duyarlılığa, çabuk kavrayan bir anlayışa, keskin bir zihne, yüce bir erdeme, parlak bir üstünlüğe, misk kokan bir nefese, cesur bir yüreğe, bitmek nedir bilmeyen bir heyecana, yüksek bir hamiyet duygusuna, kendini beğenmişlikten uzaklığıyla hayranlık uyandıran bir izzete sahipti. Kibirlilerin tasavvur ettikleri büyüklük onun düzeyine erişmekten çok uzaktı. Büyüklenenlerin ve zorbaların karşısında eğilmezdi."[61]

O, hoşgörü, sükûnet ve geniş göğsüyle, geniş ufuklu vakarıyla, öz güven ve yumuşaklığıyla, ağırlığı ve temkinliliğiyle, sağlam karakteri ve iffetiyle, onurunu korumasıyla bir ahlâk abidesiydi.

Babasının vefatından önce, parlak bir onur ve açık bir hâyâ timsaliydi. Güler yüzlü ve mütebessim bir güzellik abidesiydi. Ama babasının (s.a.a) vefatıyla birlikte yüzündeki tebessüm kaybolmuştu.

Dilinden haktan başka bir söz dökülmezdi, sadece doğruyu konuşurdu. Kimsenin kötülüğünden söz etmezdi. Gıybet etmez, kimseyi arkadan çekiştirmezdi. Kimseyi küçümseyici kaş göz işareti yapmazdı. Başkalarının sırrını saklar, verdiği sözü tutardı. İstişarede doğruyu söyler, onların gerçek hayrını isterdi, başkalarının mazeretlerini kabul ederdi. Yanlışlıkları hoş görürdü. Çok kere sürçmeleri ve kötülükleri hilim ile ve hoşgörüyle karşılardı.

"Kötülükten kaçar, daima iyiliğe eğilimliydi. Güvenilirdi. Sözünde doğruydu. İyi niyetliydi ve sözünde kesinlikle dururdu. İffetin en yüksek doruklarındaydı. Tertemiz bir ünü vardı ve adında en ufak bir leke yoktu. Eğilimleri üzerinde hevâsının etkisi yoktu. Çünkü o, yüce Allah'ın günahları kendilerinden uzak tuttuğu ve tertemiz kıldığı Peygamber'in (s.a.a) Ehl-i Beyt'inin bir ferdiydi."

"Bir kimseyle konuştuğu veya erkeklere hitap etmek durumunda kaldığı zaman, iffetinden ve saygısından bir perde arkasında durarak söylemek istediklerini söylerdi."

"Utangaçlığının, hâyâsının ilginç bir örneği, öldükten sonra kadınların üzerine vücut hatlarını belirtecek şeyler çekilmesini hoş karşılamamış olmasıdır."[62]

Hz. Zehra (a.s) az ile yetinen zühd sahibi biriydi. O, ihtirasın kalbi parçaladığını, işlerde düzensizlik ve dağınıklığa neden olduğunu çok iyi biliyordu. O, hayatının sonuna kadar babasının kendisine söylediği şu sözü prensip edindi: "Ey Fatıma! Ebedi nimetlere kavuşa bilmen için, dünya hayatının acılarına karşı sabret." Basit bir hayata razıydı. Hayatın zorluklarına karşı sabırlıydı. Helâlin azına kanaat getirirdi. Razıydı ve kendisinden razı olunmuştu. Başkasına ait olan, başkasının sahip olduğu şeylere göz koymazdı. Hakkı olmayan bir şeye de gözlerini dikmezdi. Allah'tan başkasından bir şey istemeye tenezzül etmezdi. O, yüzsüzlük etmez onurlu nefsin tam bir timsaliydi. Nitekim babası (s.a.a) şöyle demişti: "Asıl zenginlik gönül zenginliğidir."

O dünyasını bir yana bırakarak kendini Rabbine adayan Hz. Betül'dü. Dünyanın çekici süslerine arkasını dönmüştü. Dünya hayatının aldatıcı güzelliklerine eğilim göstermiyordu ve dünyaya meyletmenin ne büyük felâketlere yol açtığını çok iyi biliyordu. Dünya hayatının zorluklarına sabrederken, dilinden Rabbinin zikrini eksik etmeden sorumluluğunu yerine getirme hususunda muazzam bir sabır örneği sergiliyordu.

Hz. Zehra'nın asıl ilgisi ahirete yönelikti. Dünyanın göz alıcı güzelliklerine değer vermiyordu. Çünkü babasının (s.a.a) dünyadan, dünyanın nimetlerinden, lezzetlerinden ve şehevî arzularından yüz çevirdiğini görüyordu.

O, belâlara karşı sabreden, varlıkta şükreden ve kaderin sonuçlarına rıza gösteren biri olarak tanınmıştı. Babasından (s.a.a) şöyle rivayet eder: "Allah bir kulunu severse, onu musibetlerle sınar. Eğer bu musibetlere karşı sabrederse, onu [kendisi için] seçer, başına gelenlere rıza gösterirse, onu [kulları arasında] seçkin kılar."[63]

3- Cömertliği ve Başkalarını Kendine Tercih etmesi

Cömertliği ve eli açıklığı bakımından tam da babasının yolunda gidiyordu. Kuşkusuz o, babasının (s.a.a) şöyle dediğini duymuştu: "Cömert insan Allah'a yakındır, insanlara yakındır, cennete yakındır. Buna karşılık cehennemden uzaktır. Allah cömerttir, cömertleri sever." Başkalarını kendine tercih etme, Mustafa'nın (s.a.a) bir şiarıydı. Hatta eşlerinden biri şöyle demiştir: "Resulullah (s.a.a) dünyadan ayrılıncaya kadar, hiçbir zaman üç gün üst üste doymadı." Hz. Resul (s.a.a) şöyle derdi: "Eğer istesek doyarız, fakat başkasını kendimize tercih ediyoruz."[64] Hz. Zehra (a.s), başkasını kendisine tercih edenlerin en hayırlısıydı, bu konuda hiç kimse onun düzeyine erişemezdi. Babasının kusursuz bir izleyicisiydi. Zifaf gecesi üzerindeki gelinlik gömleğini bir yoksula verdiği bilinmektedir. "İnsân Suresi" çerçevesinde onun başkasını kendisine tercih etmesinin ve güzel cömertliğinin örneği olarak sunduğumuz olaylar bu konuda yeterli kanıttır.

Cabir b. Abdullah el-Ensarî'nin şöyle dediği rivayet edilir: Bir gün Resulullah (s.a.a) bize ikindi namazını kıldırdı. Namazı tamamladıktan sonra, kıbleye bakan tarafta oturdu, insanlar da etrafında bir halka oluşturdular. Onlar bu şekildeyken Arap göçebelerinden yaşlı bir adam çıkageldi. Üzerinde eskimiş bir elbise vardı. Elbise dökülüyor gibiydi. Adam yaşlılıktan ve zayıflıktan kendini kontrol edemez hâle gelmişti. Resulullah (s.a.a) adama dönerek onu konuşturmaya çalıştı. Adam dedi ki: "Ey Allah'ın Peygamberi! Ben aç biriyim, beni doyur. Çıplağım, beni giyindir. Yoksulum, bana yardım et." Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Sana verecek bir şeyim yok. Fakat hayrı gösteren kimse hayrı işleyen gibidir. Allah'ı ve Resulü'nü seven, Allah ve Resulü tarafından da sevilen, Allah'ı kendine tercih eden birinin evine git. Fatıma'nın evine git." (Fatıma'nın evi Hz. Peygamber'in (s.a.a), eşlerinden ayrı olarak zaman zaman tek başına kaldığı evine bitişikti.) Daha sonra Resulullah (s.a.a), "Ey Bilal, kalk ve bu adama Fatıma'nın evini göster." buyurdu.

Bedevî adam Bilal ile beraber yürüdü. Fatıma'nın kapısına gelince, yüksek sesle bağırdı: "Es-selâmu aleykum, ey nübüvvet Ehl-i Beyt'i! Ey meleklerin inip çıktıkları hanenin ehli! Ey Ruhu'l-Emin Cebrail'in âlemlerin Rabbinin katından vahiy indirdiği mekân!" Fatıma şu karşılığı verdi: "Aleyke's-Selâm, kimsin sen?" Dedi ki: "Yaşlı bir Arab'ım ben. İçinde bulunduğum zorluktan dolayı insanlığın efendisi babana geldim. Ey Muhammed'in (s.a.a) kızı! Benim üzerimde giyeceğim bir elbise, karnımı doyuracağım bir yiyeceğim yok. Bana yardım et, Allah sana rahmet etsin."

Fatıma, Ali ve Resulullah (s.a.a) üç gündü bir şey yememişlerdi. Resulullah (s.a.a), Fatıma ve Ali'nin de bu durumda olduklarını biliyordu. Fatıma, selem ağacı yaprağıyla debbağlanmış koç postunu aldı. Postun üzerinde Hasan ve Hüseyin uyuyorlardı. Fatıma postu adama uzatarak şöyle dedi: "Ey yolcu, al şunu. Belki Allah bundan daha iyisini sana verir." Bedevî şöyle dedi: "Ey Muhammed'in kızı! Ben sana aç olduğumu söyledim. Ama sen bana bir koç derisi verdin. Karnım açken ne yapayım bu postu?!"

Bunu duyunca Fatıma boynundaki gerdanlığa elini attı. Bu gerdanlığı, amcası Hamza b. Abdulmuttalib'in kızı Fatıma hediye etmişti kendisine. Fatıma gerdanlığı boynundan çıkardı ve bedevîye verdi ve şöyle dedi: "Bunu götür, sat. Bakarsın, Allah bunun yerine daha hayırlısını sana verir."

Bedevî gerdanlığı alarak Resulullah'ın (s.a.a) mescidine gitti. Resulullah (s.a.a) ashabının arasında oturuyordu. Dedi ki: "Ya Resulallah! Fatıma bana şu gerdanlığı verdi ve 'Onu sat.' dedi."

Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) ağladı ve şöyle dedi: "Allah bundan daha hayırlısını sana vermez olur mu hiç? Onu sana, Adem'in kızlarının efendisi Fatıma bint-i Muhammed vermiştir?!"

Ammar b. Yasir yerinden kalktı ve şöyle dedi: "Ya Resulallah! Bu gerdanlığı almama izin veriyor musun?" Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Onu satın al ey Ammar! Eğer bütün insanlar ve cinler buna ortak olsalar, Allah onlara azap etmeyecektir." Ammar şöyle dedi: "Gerdanlığı kaça satıyorsun ey bedevî?" Dedi ki: "Karnımı doyuracak et ve ekmek, üzerimi örteceğim ve Rabbime namaz kılacağım bir yemen hırkası ve beni aileme ulaştıracak dinar karşılığında satıyorum…"

Ammar, Hayber Savaşı'ndan sonra Resulullah'ın (s.a.a) kendisine verdiği bütün ganimeti satmıştı. Yanında bir şey yoktu. Dedi ki: "Sana yirmi dinar ve iki yüz dirhem veriyorum. Bunun yanında bir yemen malı hırka, seni ailene yetiştirecek bineğimi ve karnını doyuracak buğday ekmeği ve et veriyorum."

Bedevî dedi ki: "Ne kadar cömertsin, ey adam?" Ammar bedevîyi alıp gitti, söylediklerinin tümünü verdi. Sonra bedevî Resulullah'ın (s.a.a) yanına geri döndü. Resulullah (s.a.a) ona dedi ki: "Karnını doyurdun mu? Üzerine elbise giydin mi?" Bedevî şu karşılığı verdi: "Evet, artık hiçbir şeye ihtiyacım yoktur, anam babam sana feda olsun." Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "O hâlde sana bu iyiliği yapan Fatıma için dua et." Bedevî şöyle dedi: "Allah'ım! İlâh sensin. Biz seni var etmedik. Senden başka kulluk edeceğimiz bir tanrımız yoktur. Sen bizi her yönden rızklandıran rabbimizsin. Allah'ım! Gözlerin görmediği ve kulakların duymadığı şeyler ver Fatıma'ya."

Resulullah (s.a.a) bedevînin bu duasına amin dedi. Sonra ashabına dönerek şöyle buyurdu: "Kuşkusuz Allah dünyada Fatıma'ya bunları verdi. Ben onun babasıyım ve dünyada benim gibi birisi yoktur. Ali onun kocasıdır ve eğer Ali olmasaydı, Fatıma'ya denk biri bulunmazdı. Allah ona Hasan ve Hüseyin'i verdi. Âlemlerde bu ikisi gibisi yoktur. Peygamberler torunlarının gençlerinin efendileridir onlar. Onlar cennet ehli gençlerinin de efendileridir."

Resulullah (s.a.a) bunları söylerken tam karşısında Mikdad, Ammar ve Selman oturuyordu. Dedi ki: "Bundan fazlasını anlatayım mı?" "Evet, ya Resulallah!" dediler. Buyurdu ki: "Ruh (Cebrail) bana geldi ve dedi ki: Fatıma öldüğü ve kabre konulduğu zaman, iki melek kabirde ona sorarlar: 'Rabbin kim?' 'Benim Rabbim Allah'tır.' diye cevap verir. 'Peygamberin kim?' diye sorarlar. 'Peygamberim, benim babamdır.' diye cevap verir. 'Velin kim?' derler. 'Benim velim, şu mezarımın başında duran adamdır.' diye cevap verir."

"Size onun erdeminden daha fazla anlatayım mı? Allah bir grup meleği onu korumakla görevlendirmiştir. Bunlar önden ve arkadan, sağdan ve soldan gelebilecek tehlikelere karşı onu korurlar. Bu melekler hayatı boyunca onunla beraber olurlar. Kabre konulurken, ölürken de onunla beraber olurlar. Ona, babasına, kocasına ve oğullarına çokça salat okurlar. Ölümümden sonra beni ziyaret eden, yaşarken beni ziyaret etmiş gibidir. Fatıma'yı ziyaret eden, beni ziyaret etmiş gibidir. Ali b. Ebu Talib'i ziyaret eden Fatıma'yı ziyaret etmiş gibidir. Hasan ve Hüseyin'i ziyaret eden Ali'yi ziyaret etmiş gibidir. Hasan ve Hüseyin'in zürriyetini ziyaret eden onları ziyaret etmiş gibidir."

Ammar gerdanlığı aldı, misk kokusu sürdü, yemen işi bir hırkaya sardı. Hayber ganimetlerinden payına düşen malı vererek satın aldığı Sehm adlı bir kölesi vardı. Gerdanlığı bu köleye verdi ve ona şöyle dedi: "Bu gerdanlığı götür, Resulullah'a (s.a.a) ver ve seni de ona verdiğimi söyle." Köle gerdanlığı aldı, Resulullah'ın (s.a.a) yanına geldi ve Ammar'ın söylediklerini ona bildirdi. Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Gerdanlığı Fatıma'ya götür ve seni de ona verdiğimi söyle." Köle gerdanlığı Fatıma'ya götürdü ve Resulullah'ın (s.a.a) sözlerini de aktardı. Fatıma gerdanlığı aldı ve köleyi de azat etti. Bunun üzerine köle güldü. Fatıma, "Niçin gülüyorsun ey çocuk?" diye sordu. Dedi ki: Şu gerdanlığın büyük bereketi beni güldürdü. Bu gerdanlık bir açı doyurdu, bir çıplağı giydirdi, bir yoksulu zengin kıldı, bir köleyi azat etti. Sonunda sahibine döndü."[65]

4- İmanı ve Allah'a Sunduğu Kulluğu

Allah'a iman, kâmil insanın değeridir. Allah'a kullukta kemal zirvelerine ulaştırıcı merdivendir. Peygamberler ve veliler, sahip oldukları yüksek iman dereceleri, dünyada verdikleri mücadeleleri ve sırf Allah'a ibadet etmeleri sayesinde onur ve saygınlık yurdunda doğruluk makamlarına oturmuşlardır.

"İnsân Suresi"nde gözlemlediğimiz gibi, Kur'ân-ı Kerim, Fatıma'nın (a.s) ihlâsının eksiksizliğine, Allah'a karşı derin huşu içinde oluşuna, Allah'a ve ahiret gününe olan büyük inancına tanıklık etmektedir. Resulullah (s.a.a) da onun hakkında tanıklıkta bulunmuş ve şöyle demiştir: "Yüce Allah, şu benim kızım Fatıma'nın kalbini ve bütün organlarını kemiklerin uçlarındaki kıkırdaklara kadar iman ile doldurmuştur. Böylece o kendini tamamen Allah'a ibadete vermiştir."[66]

Hz. Peygamber (s.a.a) Fatıma'nın (a.s) ibadetinden de şöyle bahseder: "Fatıma, mihrabında Rabbine ibadet etmek üzere kalktığında, onun nuru parlayarak gökteki meleklere görünür. Tıpkı gökteki yıldızların nurunun parlayarak yer halkına görünmesi gibi. Bu sırada yüce Allah meleklerine şöyle der: Ey meleklerim! Kadın kullarımın efendisi kulum Fatıma'ya bakın. Benim huzurumda ibadet etmekte, benim korkumdan bütün bedeni titremektedir. Bütün kalbiyle kendini bana ibadete vermiştir. Sizi şahit tutarım ki, ben, onun bütün Şiasını ateşten emin kıldım."[67]

İmam Hasan b. Ali (a.s) anlatır: "Anam Fatıma'yı, bir cuma gecesi mihrabında ibadet ederken gördüm. Şafak sökünceye kadar sürekli rükua gitti, secde etti ve hep mümin erkeklerle mümin kadınlara isim vererek dua ettiğini duydum. Uzun uzun dua ediyordu. Kendisi için hiç dua etmiyordu. Dedim ki: 'Anneciğim! Niçin başkaları için dua ettiğin gibi kendin için de dua etmiyorsun?' Dedi ki: Yavrucuğum! Önce komşu, sonra ev."[68]

Cuma gününün son saatlerini duaya ayırırdı. Öte yandan mübarek ramazan ayının son on gecesinde hiç uyumazdı. Evindeki herkesi gecesini ibadet ve dua ile ihya etmeye teşvik ederdi.

Hasan el-Basrî şöyle der: "Bu ümmet içinde Fatıma'dan daha çok ibadet eden bir başkası daha yoktur. Namazda o kadar uzun süre kıyamda kalırdı ki, ayakları şişerdi.[69] Namaz kılarken Allah korkusundan nefes nefese kalırdı."[70]

Fatıma (a.s) hayatı boyunca hiç mihraptan çıkmadı ki. Bütün hayatı sürekli bir secde hâlinden başka bir şey miydi ki? O kocasına iyi davranırken, çocuklarını eğitirken Allah'a ibadet ediyordu. Genel işleri icra ederken Allah'a itaat ediyor, O'na kulluk sunuyordu. Yine yoksullara yardımcı olurken de Allah'a ibadet ediyordu. O evinin diğer halkıyla beraber yoksulları kendine tercih ederken de, Allah'a kulluğun bir gereğini yerine getiriyordu.

5- Acıma Duygusu ve Şefkati

Hz. Zehra (a.s) sevgiyi, acıma duygusunu ve şefkati de babasından almıştı. Babasına (s.a.a) karşı tam bir iyilik timsaliydi. Bütün sevgisini, acıma duygusunu ve bağlılığını ona özgü kılmıştı. Onu (s.a.a) kendine tercih ederdi. Babasının evinin idaresini kendisi üstlenmişti. Evini çekip çeviren oydu. Hz. Peygamber için yararlı olacağını düşündüğü işi yerine getirir, huzur ve rahat içinde olmasının ortamını hazırlardı. Babası Resulullah'ı (s.a.a) memnun edecek şeyi bir an önce gerçekleştirmek için âdeta koşardı. Yıkanması için su döker, yemeğini hazırlar ve elbisesini yıkardı. Bunun yanında diğer kadınlarla birlikte seferlere katılır, yiyecek ve su taşır, yaralılara su verme ve onları tedavi etme işlerine katılırdı. Uhud Savaşı'nda babasının yarasını saran oydu. Kanın durmadığını görünce, bir hasır parçasını alıp yakmış, küllerini yaranın üzerine dökmüş, böylece kanın durmasını sağlamıştı… Medine etrafında hendek kazıldığı sırada babasına bir parça ekmek getirmişti. Ekmeği babasına verince, "Bu nedir ey Fatıma?" diye sormuş, o da şu cevabı vermişti: "Oğullarıma yaptığım ekmektendir. Onun bir parçasını sana getirdim." Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Kızım! Üç günden beri babanın boğazından geçen ilk lokma budur."[71]

Hz. Fatıma (a.s), Resulullah efendimizin (s.a.a) hayatının ilk dönemlerinde önce babasını, sonra annesini, ardından, hayatının en zor döneminde, davet ve Allah yolunda cihadın en çetin sürecinde eşi Hatice Kübra'yı kaybetmesinden dolayı yaşadığı duygusal boşluğu doldurmayı başardı.

Fatıma (a.s) babasına karşı tam bir annelik görevi yapıyordu. Tarihin bize aktardığı olayları göz önünde bulundurduğumuz zaman, Fatıma'nın bu hususta başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Tarihin bize aktardığı olaylar, Fatıma'nın, babasının duygusal boşluğunu doldurduğunu, bu bakımdan onun risaletin ağır yükünü taşımasına yardımcı olduğunu gözler önüne sermektedir. Böylece Hz. Peygamber'in (s.a.a) defalarca söylediği "Fatıma babasının annesidir."[72] sözün arkasındaki sırrı da kavramış oluyoruz.

Gerçekten Hz. Peygamber'in (s.a.a) ona bir anne gibi muamele ettiğini, ellerini öptüğünü, bir yerden Medine'ye geri döndüğünde ilkönce onu ziyaret ettiğini, aynı şekilde bir sefere çıktığı zaman da ona veda ettiğini ve yolculuğuna onun yanından başladığını görüyoruz. Hz. Peygamber (s.a.a) seferlerinde ve yolculuklarında ihtiyaç duyduğu duygusallığı bu berrak kaynaktan alırdı. Yine Hz. Peygamber'in (s.a.a) hayatını incelediğimiz zaman, yorgun düştüğü durumlarda, acı hissettiği zamanlarda, ya da aç olduğu yahut da bir misafiri geldiği zaman sıkça Fatıma'nın yanına gittiğini görürüz. Fatıma'nın da onu (s.a.a) bir annenin çocuğunu karşıladığı gibi karşıladığını, gözettiğini ve bağrına bastığını, acılarını hafiflettiğini, bunun yanında ona hizmet ettiğini ve emirlerine itaat ettiğini görürüz.

6- Kesintisiz Cihadı

Hz. Fatıma (a.s), İslâm ile cahiliye arasındaki savaşın en şiddetli, en keskin zamanında dünyaya geldi. O, gözlerini dünyaya açtığı sırada, Müslümanlar, zorba putperestliğe karşı verdikleri cihadın en ağır koşullarını yaşıyorlardı. Kureyş, Resulullah'a (s.a.a) ve tüm Haşimoğulları boyuna abluka uyguluyordu. Peygamberimiz (s.a.a) cihadın fedakâr fertlerinden biri olan eşi ve tertemiz kızıyla birlikte abluka altındaki vadiye girdi. Kureyşliler onları üç yıl boyunca "Ebu Talib Vadisi" denilen bu yerde kuşatma altında tuttu. Onları bütün temel ihtiyaçlardan yoksun bıraktılar. İşte Hz. Zehra (a.s) çocukluğunun başlarında bu dayanılmaz kuşatmayı, acı veren yoksunluğu ve bu ağır yaşam koşullarını yaşadı. Bunları yaşarken hakkı savundu, ilkeler uğruna fedakârlık göstermenin görkemli bir örneğini sergiledi.

Ağır ve dayanılmaz kuşatma yılları geride kaldı. Hz. Resulullah (s.a.a) bu süreçten zaferle çıktı. Aynı yıl içinde Hz. Hatice vefat etti. Yine aynı yıl içinde Peygamber'in amcası, davetin hamisi ve İslâm'ın yardımcısı Ebu Talib de vefat etti. Hz. Resul (s.a.a) en sevdiği ve en aziz bildiği insanları yitirdikten sonra, gönlü hüzün ve kederin mekânı oldu.

Böylece Hz. Fatıma (a.s), annesinin şefkatini doyasıya hissetmeden, kendisini babasıyla acıları ve zorlukları paylaşır buldu. Amcası ve hamisi öldükten sonra, Kureyş, bütün kinini Resulullah'a (s.a.a) kustu. Ona bu güne kadar yapmadığı eziyetleri yaptı. Hz. Zehra (a.s), kendi gözleriyle Kureyş'in beyinsizlerinin ve azgın çapulcularının Hz. Resul'e (s.a.a) yaptıkları eziyetleri ve işkenceleri, hakaretleri görüyordu. Oysa Hz. Peygamber (s.a.a) onları karanlıklardan aydınlığa, nura çıkarmak istiyordu. Bu arada bu tür muamelelere maruz kalan Hz. Peygamber (s.a.a) Fatıma'nın (a.s) acılarını hafifletmeye ve onu direnmeye teşvik ediyordu: "Ağlama, kızım. Allah senin babanı koruyacak ve onu din ve risalet düşmanlarına karşı muzaffer kılacaktır."[73] Böylece Hz. Peygamber (s.a.a) kızına yüksek bir cihat ruhunu aşılıyordu, kalbini sabır ve zafere güven duygusuyla dolduruyordu.

Hz. Fatıma (a.s), babasının Medine'ye hicret etmesinden sonra, Kureyş'in kibrini ve gururunu hiçe sayan amcasının oğlu Ali b. Ebu Talib ile birlikte Mekke'nin korkulu atmosferinden hicret etti. Ali, onca yolu yaya yürüyerek kat ettiği için ayakları şişmiş bir hâlde "Kuba"da Resulullah'a yetişti.

Babası kutlu İslâm devletinin temellerini attıktan sonra Fatıma (a.s) kocasının Medine'deki mütevazi evine taşındı. Allah yolunda cihadın ve mücadele hayatının zorluklarına sabretme noktasında eşine yardımcı oldu. Bu hâliyle o, eşsiz bir aile örneği sergilemek istiyordu. Hz. Zehra (a.s) hakkı savunma ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) vasiyetini müdafaa etme hususunda meşakkatli ve belirgin bir rol oynadı. Çünkü Peygamber'in (s.a.a) vefatından sonra yiğit bir mücadeleci olarak Ali'nin yanında yer aldı. Ali'nin hayatının en zor zamanlarında sergilediği bu tavrıyla, Ali'nin hayatının iç cephesinin sağlam olduğunu, zayıflık göstermediğini herkese sergilemiş oldu. Ama Fatıma (a.s) ortamı değerlendirmeyi, gerekli olan tavrı belirlemeyi lideri ve eşi İmam Ali'ye bırakıyordu. İmam Ali (a.s) kararlaştırıyor, plânlıyor ve emrediyordu. Bunun akabinde emrine itaat ediliyordu.

Hz. Fatıma (a.s) her cumartesi sabahı şehitlerin kabirlerinin başına geliyor, onlara rahmet ve bağışlanma diliyordu. Haftaya başlarken gerçekleştirdiği bu davranış, onun (a.s) cihada ve şehitliğe verdiği önemi sergiliyordu. Cihatla başlayan, cihada dayanan ve en sonunda şehitlikle taçlanan fedakârlıklarla noktalanan pratik hayatının bir yansımasıydı.[74]


2. BÖLÜM

● Hz. Fatıma'nın (a.s) Doğumu

● Hz. Fatıma'nın (a.s) Hayatının Aşamaları

● Hz. Fatıma (a.s) Babası Resulullah'ın Yanında

 

 



hz. fatıma'nın (a.s) doğumu

1- "Fatıma'nın Anası" Hz. Hatice'nin Kişiliği

Peygamber efendimizin (s.a.a) ilk eşi Huveylid kızı Hz. Hatice, Kureyşli bir anne ve babadan dünyaya geldi. Her ikisi de Arap Yarımadası'ndaki en köklü ailelere mensuptular. Hz. Hatice mensup olduğu bu yüksek nesebin yanı sıra, temiz ve saygı uyandıran bir üne de sahipti. Güzel ahlâkıyla ve erdemli vasıflarıyla biliniyordu. Onun ne kadar saygın biri olduğunun en önemli göstergesi, Hz. Peygamber'le (s.a.a) evlenmeden önce temizliğiyle ve Kureyş kadınlarının efendisi niteliğiyle tanınmasıdır. Bunun yanında Kureyş'in en zenginlerinden ve mevki olarak en yükseklerinden biriydi. O, kalıtım ve terbiye sayesinde dindar bir karakter edinmişti. Babası Huveylid, Haceru'l-Esved'i alıp Yemen'e götürmek isteyen Yemen kralı Tubba'a karşı çıkmış, büyük kuvvetinden ürkmemiş ve kahramanca direnmişti. Bunu yaparken, savunduğu şeyin, dininin en temel ibadetlerinden birini temsil ettiğinin bilinciyle hareket ediyordu.[75]

Hz. Hatice'nin dedesi Esed b. Abduluzza, Erdemliler Paktı (Hilfu'l-Fudul) örgütünün en faal ve en önde isimlerinden biriydi. Bazı Kureyş kabileleri, kendi aralarında böyle bir ittifak kurmuşlardı. Mekke'de zulme uğrayan yerli veya yabancı biri bulunacak olursa, onun yanında yer almayı ve uğradığı zulmü bertaraf edinceye kadar onu savunmayı kararlaştırmışlardı. Resulullah efendimiz (s.a.a) bununla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Abdullah b. Cad'an'ın evinde bir ittifaka tanık oldum ki, bu ittifak benim için kızıl develerden daha sevimlidir. Bu gün İslâm döneminde dahi böyle bir ittifaka çağırılsam kabul ederim."[76]

Amcasının oğlu Varaka b. Nevfel, Hıristiyan ve Yahudi kitaplarını incelemek amacıyla inzivaya çekilir ve bu kitaplardan öğrendiği şeyler içinde hoşuna giden kuralları ve ibadetleri hayatında uygulardı. Bunun nedeni, Varaka'nın Yahudi ve Hıristiyanlarla beraber yaşaması veya Mekke'nin bu iki dinin merkezi olması değildi elbette. Bilâkis, Varaka putlara tapmayı, onların heykellerine ibadet etmeyi bir maskaralık sayıyordu. Bu yüzden içine sindireceği bir dini arıyordu.[77]

Hz. Hatice ilim ve dindarlıklarıyla bilinen köklü bir aileye mensuptu. Akrabaları İbrahim Peygamber'in (s.a.a) hanif dini üzereydiler. Bu yüzden Arap Yarımadası'nda ortaya çıkacak hak dinin beklentisi içindeydiler.[78]

Ticarî Faaliyetleri

Kureyş'in ileri gelenleri, yüksek meblağlarda mal ve para önererek Hz. Hatice'ye evlenme teklifinde bulundular. Ama Hz. Hatice bu önerilerin hiçbirini kabul etmedi.[79] Hz. Hatice uzun süre erkeklerden, onların problemlerinden uzak, gönlü hoş ve vicdanı rahat bir hayat yaşadı. Çünkü onunla evlenmek isteyenlerin çoğu, onun geniş servetinden dolayı onunla evlenmek istiyordu. Bu durum, Hz. Hatice'nin kırk yaşına girmesine kadar devam etti.

Hz. Hatice'nin elinde büyük bir servet vardı. O, bu serveti atıl bırakmadı. Faizin yaygın olduğu böyle bir zamanda faize de yatırmadı. Tam tersine servetini ticaret mallarında kullandı. Bu iş için de iyi ahlâklı ve yetenekli erkekler istihdam etti. Ticaret sayesinde muazzam bir servet kazanma imkânını bulmuştu.

Muhaddislerin rivayetine göre, Hz. Hatice ticaret maksadıyla Şam'a düzenlediği seferlerde bir grup erkeği belli bir ücretle tutardı. Peygamber'le evlenmesinin hemen öncesinde, ona kervanının başında Şam'a gitmesini teklif etti ve başkalarına verdiği ücretin iki katını vereceğini söyledi. Çünkü kadın-erkek bütün insanlar Hz. Peygamber'in (s.a.a) güvenilirliğinden, doğruluğundan ve karakterliliğinden söz edip duruyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.a) amcası Ebu Talib'le istişare ettikten sonra Hatice'nin önerisini kabul etti. Hatice, kafilenin hizmeti ve gözetimi maksadıyla kölesi Meysere'yi de kervanla birlikte gönderdi. Yolculuk son derece başarılı geçmişti. Bundan önceki hiçbir kervanın erişemediği kâr oranına erişmişti. Kervan Mekke'ye girmeden önce Meysere acele ederek Hatice'nin yanına geldi ve olup bitenleri anlattı. Yolda Hz. Muhammed'le rahip Buhayra ve başkaları arasında geçenleri iletti.

Hz. Hatice, keskin zekâsı sayesinde derhal Hz. Peygamber'in (s.a.a) ne büyük bir kişiliğe sahip olduğunu anladı. Henüz semavî risaletle görevlendirilmemişken onun yüksek bir ahlâkî meziyete sahip olduğunu keşfetti. Kendisine evlenme teklifinde bulunan yüksek tabakaya mensup onca erkek dururken, Hz. Muhammed'i (s.a.a) kendisine eş olarak seçti. Erkekler ona evlenme önerirlerken, kendisi gidip Hz. Muhammed'e (s.a.a) evlenme teklifinde bulundu. Kendisinin maddî hayatı ile onun sade hayatı arasında büyük bir fark olmasına rağmen bu evliliği gerçekleştirdi.

Tarih-i Yakubî'de Ammar b. Yasir'in şöyle dediği rivayet edilir: "Hatice bint-i Huveylid'in Resulullah'la (s.a.a) evlenmesinin nasıl gerçekleştiğini en iyi bilen kişi benim. Ben, Hz. Peygamber'in (s.a.a) samimi bir arkadaşıydım. Bir gün Safa ile Merve arasında yürüyorduk. Birden Hatice ve kız kardeşi Hale ile karşılaştık. Hatice Resulullah'ı (s.a.a) görünce, kız kardeşi Hale geldi ve şöyle dedi: 'Ey Ammar! Arkadaşın, Hatice ile evlenmek istemez mi?' Ona dedim ki: 'Allah'a yemin ederim ki, bilmiyorum.' Oradan döndüm ve bu konuşmayı Resulullah'a (s.a.a) aktardım. Bana dedi ki: 'Git, onunla konuş ve kendisini istemeye geleceğimiz günü belirle.' O gün gelince, Hatice amcası Amr b. Esed'i çağırdı. Hatice amcasının sakalına koku sürmüş ve boyamıştı. Sonra Resulullah (s.a.a) başlarında Ebu Talib olmak üzere amcalarından oluşan bir grupla birlikte geldi. Ebu Talib orada bulunanlara bir konuşma yaptı ve böylece Hatice ile Hz. Muhammed'in (s.a.a) evliliği gerçekleşti."

Ammar şunları da söyler: "Hatice, Hz. Muhammed'i (s.a.a) ticaret kervanında çalışmak üzere ücretle tutmuş değildi. Çünkü o, hiçbir zaman birine ücret karşılığında çalışmadı."[80]

2 Hz. Peygamber'in (s.a.a) Hatice ile Evlenmesi

Hz. Muhammed (s.a.a) Arapların en soylu, en üstün, en onurlu ve en güçlü ailelerinden birinin mensubu olarak dünyaya geldi. Büyüdü, gelişti ve delikanlılık çağına geldi. Onunla birlikte hayat beklentileri ve arzuları da gelişiyordu. Yüce Allah, Hz. Muhammed'i (s.a.a) eğitmeyi, hazırlamayı, onu risalet yükünü taşımaya ve tebliğ emanetini yerine getirmeye lâyık hâle getirmeyi diliyordu. Bu yüzden onu özel bir koruma altına almıştı. Hayatını, rabbanî kaderin ön gördüğü biçimde gelişmesi için belli sınırlar içinde çerçevelemişti. Bu çizgi, ona yüklenen sorumluluğa uygundu. Evrensel ilâhî son risaleti taşıma görevini yerine getirmesine el verişli bir kader çizgisiydi bu.

Hz. Muhammed (s.a.a) yirmi beş yaşına gelince, insaniyetine uygun, büyük hedeflerine ayak uydurabilecek, kendisini bekleyen cihat ve sabır yüküne tahammül gösterebilecek ve bu acılı hayatın düzeyine çıkabilecek bir kadınla hayatını birleştirmesi artık kaçınılmazdı. Hz. Muhammed (s.a.a), bu yüksek meziyetlere sahip biri olarak Haşimoğulları'ndan istediği kızla evlenebilirdi. Ancak ilâhî irade, Hatice'nin kalbinin ona (s.a.a) doğru kaymasını irade etmişti. Hatice'nin kalbi bu ulu şahsiyete bağlandı, o (s.a.a) da bu ilgiye karşılık verdi ve Hatice ile evlendi.

Hatice eşine sevgi veriyordu, ama hiçbir zaman sevgi verdiğini hissetmiyordu; bilâkis, her türlü mutluluğu barındıran bir sevgi aldığını düşünüyordu. Kocasına servet vermişti, fakat hiçbir zaman servet verdiğini düşünmüyordu; yer yüzünün bütün hazinelerinden daha değerli olan bir hidayeti eşinden aldığının bilincindeydi. Hz. Resul (s.a.a) ona bir sevgi ve değer vermişti ki, Hatice en yüce mertebelere yükselmişti. Ama Peygamber (s.a.a) ona bir şey verdiğini asla hissetmiyordu. Hatta bir keresinde şöyle demişti: "İslâm, Ali'nin kılıcı ve Hatice'nin malı üzerinde yükseldi." Hatice vefat edinceye kadar başka bir kadınla evlenmedi.

Hatice'nin Hz. Peygamber'le (s.a.a) evlenmesi, Hatice'nin kendi hayatında önemli bir dönemeç ve parlak bir vakıa mahiyetindedir. Hatice, bağımsız bir ruha sahipti. Kendine karşı yüksek bir öz güveni vardı. Kelimenin tam anlamıyla özgür bir kadındı. En yetenekli erkekler gibi, yüksek bir akıl ve olgunluk örneği sergileyerek ticaretle uğraşıyordu. Kendisine büyük servetler vadeden zengin ve eşraftan kimselerin evlilik tekliflerini reddetmişti. Buna karşılık kendisi, yoksul ve yetim Muhammed'e (s.a.a) evlilik teklifinde bulunmuştu. Ayrıca nikâh akdinde belirlenecek mihrin de kendi malından olmasını söylemişti. Hz. Resulullah (s.a.a) Hatice bint-i Huveylid'le evlenmek isteyince, Ebu Talib ailesi ve Kureyş'ten bazı kimselerle birlikte Hatice'nin amcasının evine gitti. Önce Ebu Talib konuştu ve şöyle dedi:

"Bizi İbrahim'in soyu ve İsmail'in zürriyeti kılan, bizi güvenilir hareme yerleştiren, bizi insanlara hâkim kılan ve şu anda içinde bulunduğumuz bu beldemizde bize bereketler veren şu Kâbe'nin Rabbine hamdolsun. Şu benim yeğenim Muhammed, Kureyş'ten kiminle mukayese edilirse edilsin, mutlaka ağır basar. Kiminle karşılaştırılırsa karşılaştırılsın, kesinlikle ondan daha büyük olduğu ortaya çıkar. İnsanlar içerisinde onun bir dengi yoktur. Gerçi malı azdır. Ama mal-mülk gelip geçici bir nasip ve az sonra kaybolacak bir gölgedir. O Hatice'yi istiyor. Hatice'nin rızası ve isteği doğrultusunda onu Muhammed'le evlendirmek için sana geldik. İstediğiniz mihri ise, peşin ya da veresiye (mehr-i muaccel ve mehr-i mueccel) ben vereceğim. Şu Kâbe'nin Rabbine yemin ederim ki, onun büyük bir nasibi, yaygın bir dini ve kusursuz bir görüşü vardır."

Ebu Talib sustu. Sonra Hatice'nin amcası konuşmaya başladı. Ama sözlerini ağzında geveleyip durdu ve Ebu Talib'e cevap veremedi. Âlim bir adam olduğu hâlde, Ebu Talib'in hikmetli ve etkili konuşması karşısında dili tutulmuş, âdeta ne söyleyeceğini unutmuştu. Hatice durumu fark etti ve sözü alarak kendisini Hz. Muhammed'le evlendirdi.[81]

Rivayet edilir ki, Hatice, evlilik işinde amcasının oğlu Varaka'yı vekil kılar. Varaka, Hatice'nin evine müjdeli haberle ve sevinç içinde dönünce, Hatice ona bakar ve şöyle der: "Merhaba. Hoş geldin, ey amcamın oğlu! Herhâlde meseleyi hallettin!" Dedi ki: "Evet, ey Hatice! Tebrik ederim. Sen, senin adına karar verme yetkisini bana vermiştin ve ben senin vekilinim. Yarın inşaallah, seni Muhammed'le (s.a.a) evlendireceğim."[82]

Ebu Talib meşhur konuşmasını yapıp nikâh akdini gerçekleştirdikten sonra, Hz. Muhammed (s.a.a) de Ebu Talib'le birlikte kalkmak için ayağa kalktı. Hatice şöyle dedi: "Evine gelebilirsin? Benim evim senin evindir ve ben de senin cariyenim."[83]

Mübarek evlilik gerçekleştikten sonra, Hz. Muhammed (s.a.a) Hatice'nin evine taşındı. Davet sürecindeki olaylara, Hz. Resul'ün cihadına, sabrına ve acılarına ilişkin somut bir işaret ve konuşan bir lisan gibi tanıklık eden eve...

Hz. Peygamber'in (s.a.a) Nezdinde Hatice'nin (r.a) Yeri

Hz. Muhammed (s.a.a) ve Hatice'nin birlikteliği gerçekleşti. Ailenin temeli atıldı ve sevgi, mutluluk, acıma duygusu, aile sıcaklığı ve uyumu ile dopdolu ev vücuda getirildi. Hatice, kadınlar içinde Hz. Muhammed'in (s.a.a) davetine ilk inanan kimseydi. Onun kutsal hedefleri uğrunda sahip olduğu her şeyi feda etti. Bütün servetini Hz. Resulullah'ın (s.a.a) önüne koydu ve şöyle dedi: "Sahip olduğum her şey senin önünde ve senin emrindedir. Allah sözünün yücelmesi ve dininin yayılması uğruna bu malı dilediğin gibi kullan."

Hz. Peygamber'le birlikte Kureyş'in işkencelerine, boykotuna, kuşatmasına katlandı. Kuşkusuz Hatice'nin bu benzersiz ihlâsı, bu samimi imanı, bu içten sevgisi, Resulullah'tan (s.a.a) gerekli karşılığı alacaktı. Hak ettiği sevgiyle, ihlâsla ve saygıyla karşılık görecekti. Resulullah (s.a.a) onu öylesine derin bir sevgiyle seviyordu ki, ona o denli vefa duygusuyla bağlıydı ki, bu sevgi Hatice'nin ölümünden sonra da devam etti. Diğer eşlerinden hiç kimse Hatice'nin yerini tutamadı. Nitekim Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin kadınlarının en hayırlısı, Hatice bint-i Huveylid'dir."[84]

Aişe'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Hz. Resulullah'ın (s.a.a) yanında Hatice anıldığı zaman, onu övmekten ve onun için bağışlanma dilemekten üşenmezdi. Bir gün yine onu andı. Bu, kıskançlık duygularımın kabarmasına neden oldu. Dedim ki: 'Bir kocakarı değil miydi? Allah sana ondan daha iyisini vermedi mi?' Peygamber (s.a.a) bu sözümden dolayı o kadar öfkelendi ki, saçlarının ön tarafları titriyordu. Dedi ki: Allah'a yemin ederim ki, ondan daha iyisi bana verilmiş değildir. İnsanların inkâr ettikleri bir zamanda o bana inandı, insanların beni yalanladıkları bir sırada o beni doğruladı. İnsanların beni her şeyden yoksun bıraktıkları bir sırada o sahip olduğu her şeyi benim için harcadı. Diğer eşlerim beni evlâttan yoksun bırakırken, Allah ondan bana evlât bahşetti." Aişe diyor ki: "Bunun üzerine kendi kendime şöyle dedim: Allah'a yemin ederim ki, bir daha onun hakkında kötü bir şey söylemeyeceğim."[85]

Bir rivayette Cebrail'in (a.s) Resulullah'a (s.a.a) inip şöyle dediği yer alır: "Yanına gelen Hatice'dir. Rabbinin selâmını ona söyle. Onu cennette gürültü olmayan ve bitkinliğin yaşanmayacağı kamıştan bir evle müjdele."[86]

Hz. Peygamber (s.a.a) ona derin bir saygı beslediği ve takdir ettiği için onun arkadaşlarına da saygı gösterir ve onlara ikramda bulunurdu. Nitekim Enes şöyle rivayet eder: Hz. Peygamber'e (s.a.a) bir hediye verildiği zaman şöyle derdi: "Bu hediyeyi falan kadının evine götürün. O Hatice'nin arkadaşıydı. Hatice onu severdi."[87]

Rivayet edilir ki, Peygamber efendimiz (s.a.a) bir koyun kestiği zaman, "Bunu Hatice'nin arkadaşlarına gönderin." derdi. Aişe bunun sebebini sorduğunda ise, "Ben, onun sevdiklerini severim." derdi.

Rivayet edilir ki, bir gün, Hz. Peygamber (s.a.a) Aişe'nin evinde bulunurken bir kadın gelir. Hz. Peygamber (s.a.a) bu kadını karşılar, onunla sıcak ve samimi bir şekilde ilgilenir. Bir an önce kadının ihtiyacını gidermeye çabalar. Aişe buna şaşırır. Resulullah (s.a.a) şöyle der: "Bu kadın Hatice yaşarken bize gelip giderdi."

Hatice, Allah katında yüce bir makama ve yüksek bir dereceye eriştikten sonra, Resulullah'ın (s.a.a) takdir ve saygısını hak etmişti. Allah ona cennette yüksek bir derece bahşetti. Resulullah (s.a.a) onun cennetteki yerini açıklarken şöyle derdi: "Cennet kadınlarının en üstünleri Hatice bint-i Huveylid, Fatıma bint-i Muhammed, Meryem bint-i İmran ve Firavun'un karısı Asiye bint-i Mezahim'dir."[88]

 

Index Next