0-02   2-45   45-85    85-105    105-145
    Yazdır
 

BEŞİNCİ BÖLÜM:

İnsan acz İçerİsİndedİr; yalnIz allah’a bağlIlIğI oranInda yücelİr

Bu bölümde, insanın kendi benliğine nazaran hakirliği, Hak Teala'ya olan bağlantısına nazaran ise, makamının yüceliği hakkında bahsetmek istiyoruz.

Ey hakikatten uzak kalıp, nefsini ıslah etmekten gafil olan kardeşim! Senin iki yönün var:

1- Kendi nefis ve zatın, başka bir deyişle, senin sen olman yönün ki, genellikle bu yönünü dikkate alırsın. Bu yönünle sen; zail olup giden; değeri olmayıp hesaba katılmayan bir varlıksın; hatta Kur'an-ı Kerim'in deyişiyle, sen hiçbir şey değilsin.

2- İkinci yönün ise senin, ilahî kudret ve gücün mazharı olup, Hak Teala'nın mahluku olma yönündür. Bu yönünden ise yeryüzü, doğu ve batı arasında olanlardan ziyade, arşdan toprağa, yedinci gökten yedinci yere kadar bütün alemle bağlantı halindesin; o halde eğer; iyi bir iş yaparsan bütün alemlerde iyi bir etki bırakırsın, aksi takdirde ise kötü tesirin olur. Arşın altında senin bir misalin vardır. Senin yaptıklarını o da yapar. Sen kötü bir iş yaptığında Allah-u Teala arş ehlinin nezdinde rezil olmaman için misalinin üzerine bir perde çekip onu örter. Ancak iyi bir iş yapacak olursan, Allah-u Teala o perdeyi alır. İşte dualarda yer alan: "Ey güzeli açıp gösteren; kötüyü örten Allah!" cümlesinin manası da budur.

Miftah-ül Felah kitabında Şeyh Bahai (Allahın rahmeti ona olsun), İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğunu naklediyor:

"Her müminin "arş"da bir misali vardır. Bir insan rüku ve secde gibi hayır işlerle meşgul olduğunda, onun misali de kendisi gibi secde ve rüku eder, melekler de onu görüp Allah-u Teala'dan, onun için rahmet ve bağış dilerler, ama o insan bir günahla meşgul olursa, Allah-u Teala onun misalinin üzerine bir perde çekerek meleklerin bundan haberdar olmasını önler."

Yine şüphesiz günlük yaptığın ameller, her gün sabah ve akşamları, Resulullah'a (Allah'ın selamı ve rahmeti ona ve Ehl-i Beyti'ne olsun) ve İmamlara (Allah'ın selamı onlara olsun) özellikle de asrın velisi olan İmam-ı Zaman'a (Allah onun zuhurunu yaklaştırsın) sunulmaktadır. Hayırlı amellerin onları sevindirir, hoşnut eder. Hatta Ehl-i Beyt İmamlarından biri şöyle buyurmuştur:

"Ant olsun Allah'a, bir mümin muhtaç olan kardeşinin ihtiyacını giderdiğinde, onun bu hareketinden ihtiyaç sahibinden daha çok Resulullah (s.a.a) hoşnut olur."

Şüphesiz, Resulullah (s.a.a) ile Ehl-i Beyt (a.s) alemin erkanı olup, melekler dahil diğer bütün varlık alemi onların emri altındadırlar. Eğer birisi alemin sultanını hoşnut ederse, onun emri altındakilere de tesir edip hepsi sultanları sevindiği için sevinirler. O zaman, alemdeki bütün varlıklar bu ihsan sahibi kula dua ederek "Sen bizi sevindirdiğin gibi Allah-u Teala da seni sevindirsin" derler.

Ancak kötü bir harekette bulunursa, Resulullah'a (s.a.a) ve onun Ehl-i Beyt'ine (a.s) kötülük yapmış olur. Bu yüzden de ağaçlar kurur, ürünler bozulur, yağmur azalır ve fiyatlar yükselir. Buna göre ey zavallı insan! Bil ki, senin itaat ve isyanın; amellerini yazmakla görevli olan melekleri; hoşnut veya rencide etmekle kalmıyor bilakis, bütün alemde etki bırakıyor.

Geçmiş ve gelecek, müminlere hayır ulaştırmakta açıklanan hakikat için ayrı bir örnektir: Bir kimse "Allah'ım, bütün mümin erkek ve kadınları mağfiret et" derse hadislerde yer aldığına göre bütün erkek ve kadın müminler "bu şahıs bize mağfiret diledi" diyerek onun için şefaat ederler.

Yine hadislerde, "alim" için göklerde ve yerlerde olan her şey, hatta denizlerdeki balıkların bile mağfiret dilediği yer almaktadır. Allah-u Teala Kuran-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:

"Arşı taşıyanlar ve arşın çevresinde bulunanlar, Rablerine tesbih ve hamd edip ona inanıyorlar ve iman edenlere mağfiret dileyerek, ey Rabbimiz, sen her şeyi rahmet ve ilmin ile kapsamışsın, tevbe edip yoluna tabi olanları bağışla ve onları cehennem azabından koru"[1] derler.

Buna göre, Hak Teala'nın kudretine bağlanarak, ilahi azamete mazhar olduğun ve bu ikinci yönünle bütün alemde etki bıraktığın açıklığa kavuştu. O halde bir hiç sayıldığın birinci yönüne bakarak nasıl gaflete dalıp bu hakikati görmezlikten gelebilirsin. Sen kendi nefsini ihmal etsen bile Rabbin seni başı boş bırakmaz. Kur'an-ı Kerim de bu konuda şöyle buyuruyor: "İnsan başı boş olarak mı bırakıldığını sanıyor.?"[2] İmam Ali (a.s) şu şiirinde ne güzel buyurmuştur:

"İlacın kendindedir, fakat sen görmüyorsun.

Derdin de kendindedir, fakat farkında değilsin.

Küçücük bir cisimden ibaret olduğunu mu sanıyorsun?

Oysa şu koca alem sen de özetlenmiştir.

Sen, ayetleriyle gizli olanın açığa kavuştuğu Mubin kitapsın."

O halde, ey gaflet uykusuna dalan! Uyan ve seni insan yapan bu ikinci yönüne dikkat et. Rabbin de böyle istemiştir. Eğer hak yolundan uzaklaşmış, bedbahtlardan olduğunu görüyorsan bilmelisin ki, "Allah-u Teala, istediğini siler ve istediğini de zapteder, ümm-ül kitap (ana kitap) onun nezdindedir."[3] İnsan kılığında bir şeytan olmaktan kaçın! Aksi takdirde bilmelisin ki, ilahi lütuf ve ihsanı kendinden uzaklaştırmış ve kendi fesadınla bütün alemi fesada çekip, Peygamberler, Allah’a çok yakın melekler ve bütün gök ve yer ehlinin kalbini incitmiş olursun. Yer, onun üzerinde hareket edip yürümenden, gök ise, senin üzerine gölge salmaktan feryat edip, Hak Teala'ya şikayet eder. Hadislerde, yerin, sünnet edilmeyen birisinin idrarından dolayı kırk gün feryat edip Allah-u Teala'ya şikayet ettiği geçmektedir. Oysa bu sadece mekruh bir iştir. Ama, senin halin ne olabilir? Kısacası sen, böyle oldukça Allah-u Teala'yla harp etmektesin. Allah-u Teala'nın mülkü olan bütün her şey sana düşmandır. Onun mülkünden nereye kaçabilirsin ki?! Oysa ki, senden intikam almak için bütün mahluklar, Allah-u Teala'dan izin istemekteler. Sen bu zaaf ve hakirliğinle onların hepsine nasıl karşı koyabilirsin?   

Sana kim yardım edebilir, kim sığındırabilir, oysa sen, Allah'la harbe girmişsin; o halde senin için ondan gayri bir sığınak ve kurtuluş yoktur. Allah Teala, Resulullah'ın (s.a.a) diliyle şöyle buyuruyor:

"O halde Allah'a koşup O'na sığının, ben size açık bir korkutucuyum"[4]

Bir şeyden korkan ondan kaçar; ancak, Hak Teala'dan korkan ise O'na (Allah'a) doğru koşar. Sen de eğer; ona koşanlardan isen, Hz. İmam Sadık'ın (Allah'ın selamı ona olsun) ceddi Resulullah'dan (s.a.a) naklettiği bu hadis-i kudsiye kulak ver. Hak Teala buyuruyor ki:

"Bir kulumun kalbine baktığımda, onun kalbinde bana halis itaat etme sevgisi ve benim rızam olduğunu görürsem, onun durumunu ıslah etmeyi (sorunlarını halletmeyi) kendim üstlenirim."

Yine Resulullah'tan (s.a.a) nakledilen diğer bir hadisi kudsi de şöyledir:

"Kulumun asıl hedefinin bana yönelmek olduğunu görürsem; onun sadece bana dua edip benimle münacat etmekten zevk almasını sağlarım. Bir kulum böyle olunca da bir hataya düşmek isterse, önüne geçip engel olurum. İşte onlar benim hak velilerimdir. Ve gerçek cesurlar da onlardır. Onlar öyle kimselerdirler ki, yer ehlini bir azapla helak etmek istediğimde, onların hatırı için azabı yeryüzü ehlinden uzaklaştırırım."

Bu hadis üzerinde düşün ve Hak Teala'nın yeryüzü ehlinden bu velilerin hatırına azap ve belaları nasıl uzaklaştırdığına dikkat et. O halde, bu velilerin varlıklarının alem için bir sadaka olduğu söylenebilir. Zira alemin helak olmaktan korunmasına, sebep olan onlardır. Kısacası, bu alemin tüm parçaları birbirleriyle bağlantılıdır ve bu alem ise bir insan gibidir. Vücudunun herhangi bir organında meydana gelen bir acı, onun tüm vücuduna yayılır. Bu acı, o organdan giderilince de tüm organlar rahatlığa kavuşur. Hadis-i şerifde şöyle buyrulmuştur:

"Bir kul, bir hamd ettiğinde bütün namaz kılanların duasını kazanır; zira namaz kılanlar; "Semiallahu limen hamideh" yani (Allah'ım, bütün hamd edenlerin hamdını duyar ve kabul eyler) demekteler."

Bir insanın, bütün namaz kılanlarla bağlantı kurup, tek bir söz söylemekle nasıl onların duasını kazandığına dikkat et.

Yine işini sağlam yapan kimse, Resulullah'ın (s.a.a) duasını kazanır; çünkü Resulullah (s.a.a) buyuruyor ki:

"Allah-u Teala, yaptığı işi sağlam yapana rahmet eylesin."

Şüphe yok ki, Resulullah'ın (s.a.a) duası, kesin olarak icabete ulaşır. Allah'ın rahmetini kazanan bir kimse ise, helak olmaktan kurtulur.

Bu asırda; Resulullah'ın (s.a.a) duasını kazanmak için, Peygamber'in döneminde olmayı arzulayıp, bunun artık telafisi mümkün olmayan ve elden çıkan bir nimet olduğunu sananlar, gerçekte yanılmaktadırlar. Çünkü, bu asırda da kolaylıkla, Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) duasını kazanmak mümkündür. Zira, dediğimiz gibi işini sağlam yapan kimse, Resulullah'ın (s.a.a) rahmet duasını kazanır; Veya Şaban ayında bir gün oruç tutan bir adam Resulullah'ın (s.a.a) şu duasına nail olur:

"Şaban ayı benim ayımdır, Allah-u Teala benim ayımda orucuyla bana yardım edene rahmet etsin"

Resulullah'ın (s.a.a) asrımızın halkını, duasının bereketlerinden mahrum edeceği de düşünülemez. Aksine Resulullah (s.a.a), bazı genel vasıflara sahip olanlara dualarda bulunmuşlardır. İsteyen herkes, bu vasıfları kazanarak icabet edilen o duaları kazanabilir.

Kardeşim! kendine dön! Hak Teala'nın rahmetiyle senin için, rahmeti gerektiren ne güzel vasıflar hazırladığını görmen gerekirken sen, kendi gaflet ve aldırmazlığın yüzünden, bütün alemin nefretine yol açan kötü vasıfları edinmek istiyorsun.

Bir mümini inciten kimse, Hz. Resulullah'ı (s.a.a), daha sonra İmam Ali'yi, (a.s) daha sonra İmam Hasan'ı, daha sonra İmam Hüseyn'i ve sonra da diğer masum İmamları ve bilahare alemde bulunan her şeyi incitmiş olur. Dolayısıyla da, alemde bulunan her şey, hep bir dille, bizi incittiğin gibi, Allah-u Teala da seni incitsin diye ona bedduâ ederler; o halde ey kardeşim! Makamın çok büyük olduğu gibi, karşı karşıya bulunduğun tehlikeler de çok büyüktür. Sen ise bütün davranışınla iki yol ayırımındasın: Allah'a yönelirsin veya ondan yüz çevirirsin. Eğer sen O'na yönelirsen O da sana yönelir ve eğer sen O'ndan yüz çevirirsen O da senden yüz çevirir. Allah-u Teala, senden yüz çevirince de artık her şey senden yüz çevirir. Sen devamlı olarak bu iki yol ayırımındasın ve bundan ayrılamazsın. Ey, kendisine yönelenlere yönelip, kendi fazilet ve rahmetlerini bahşeden Rab, devamlı olarak bizim sana ve senin de bize yönelmeni sağlayacak bir hale erişmeği bize nasip et. Ve bizi kendi kudretinle güzel edeple edeplendir. Sen rahmet edenlerin en merhametlisisin. Allah-u Teala'nın selamı ve rahmeti mahlukatın en şereflisi, en üstünü olan, Hz. Muhammed (s.a.a) ve onun pâk Ehl-i Beyti'ne (a.s) olsun.

ALTINCI  BÖLÜM:

HER ŞEY KENDİSİNDEN YUKARIDAKİNE ORANLA KÜÇÜK VE DEĞERSİZDİR

Her şey ne kadar da büyük olsa, kendisinden daha büyük olana oranla küçkütür. Her  zorluk, kendisinden daha zor ve çetin olan bir şey karşısında kolaylaşır; ve asla nazara gelmez. Örneğin, ayağına bir diken batan kimseyi akrep sokarsa, şüphesiz ayağına diken battığını tümüyle unutup aklından çıkarır. Bundan şu sonuç elde edilmektedir ki, Hak Teala her şeyi, daha üstün  ve yüce birine bağlı kılar .

Azamet, güç ve kemalde nihai dereceye ulaşan İmam Ali'ye bakınız; Hz. Muhammed (Allah'ın rahmet ve selamı onlara olsun) anılınca, nasıl kendini küçük görerek "Ben Muhammed'in (s.a.a) kölelerinden bir köleyim" diyor. Bu diğer mahluklarda da rastlanan bir husustur.

O halde; eğer dünya belalarının sana kolay gelmesini istersen, ondan daha zor ve ağır olana bak. İçinde bulunduğun zorluğa, ondan daha zor olan diğer bir zorluk eklenirse ne yapabileceğini düşün. O zaman içinde bulunduğun zorluk, kendisinden daha ağır olana oranla kolay gelecek ve bunu kendin için bir nimet olarak göreceksin o zaman, "bana daha ağır bir zorluk yüklemeyen Allah'a hamd olsun, isteseydi bana daha ağır zorluk yükleyebilirdi" dersin.

Eğer yaptığın bir hayır ameli büyük görmekten kurtulup kendini beğenmeye yol açan sevince kapılmaktan kurtulmak istersen, amelini senden üstün olanların amelleriyle karşılaştır, mukayese et. Veya şimdi bulunduğun makamdan daha üst makama çıktığını farz et; o zaman, bu hayır amelle sevinip övünmek bir kenara dursun, onu özür dilenmesi gereken bir suç ve günah olarak görecek ve onu kendine mal etmekten çekineceksin.

Eğer bu halini, Allah'ın izniyle kendine bir alışkanlık edinirsen, sürekli olarak Hakk'a doğru hareket edersin. Zira onun muhabbetinin sonu yoktur. İhlas ve amelde hangi büyük makama ulaşırsan, ondan daha iyi ve güzelini görürsün. Eğer; bu yolda durmak için bir nihayet ararsan bil ki, bu yolun sonu yoktur. Yani bir engelle karşılaşmadan bir yerde durmak istersen bu doğru değildir. Zira Hak Teala, seni lütuf  ve keremiyle kendisine yakınlaşmaya çağırmaktadır. Ondan gayri neye yönelip, neye razı olabilirsin ki? Ey Allahım; Sen'den başkasına razı olup, Sen'den başkasını gaye edinen gerçekten de zarara uğramıştır.

Buraya kadar yapılan açıklamadan açıkça anlaşılıyor ki, devamlı Allah Teala'ya itaat yolunu katederek, O'na  doğru hareket etmek gerekir. Bu ise itaatin bir yönünden ayrılırken, itaatin diğer yönüne yönelmekle olur. Çünkü Allah-u Teala, farzlara uyulmasını sevdiği gibi, ruhsatlarına da uyulmasını sever. Allah-u Teala'nın sevgisini isteyen birisine, müstehap amelleri  yapmak, O'nun sevgisini kazanmak için tabii bir vesile olduğu gibi, beşeri tabiatın gereği nefsinde itaat etmeye karşı bir yorgunluk ve dolayısıyla nefret korkusu söz konusu olan birisine de o ameli terk etmesi ruhsat, verilmiştir. Allah Teala, böyle hallerde ruhsatına uyulmasını sevdiği için o bunu da kendi muhabbetini kazanmak için, bir vesile kılar. Buna göre bir şahıs; bazen bir ameli yaparken, bazen de aynı ameli terk etmekle, Allah Teala'nın muhabbetini kazanır. İşte bu büyük bir feyizdir.

İmam Ali (a.s) ve İmam Hasan'dan (a.s) nakledilen bu iki hadis arasındaki farktan da bunu anlamak mümkündür. İmam Ali, (a.s) kendisinden nakledilen hadiste: "Eğer Allah'ın rızası olan iki şeyle karşılaşırsam, nefsime en zor olanını seçerim" diye buyuruyor. İmam Hasan da (Allah'ın selamı ona olsun): "Ben nefsime en kolay olanını seçerim" diye buyuruyor. İmam Hasan'ın buyruğu; işte Allah  Teala'nın ruhsatlarına da uyulmasını sevdiği ve ibadette yeterli olanın tercihi yüzündendir. Bir hadiste şöyle buyrulmaktadır:

"Bu din çok sağlam ve  ince bir dindir, yumuşaklıkla ona dalın ve Allah'ın kullarına O'nun itaatini zorlaştırmayın"

Bunun dışında ruhsatı tercih etmek, nefiste diğer bir ibadete hazırlık meydana getirmek içindir. Ama Hz. İmam Ali, (Allah'ın selamı ona olsun) davranışı nefse karşı koymak yönündedir. Bu ise bütün hayırların anahtarı sayılır. Bu sözlerin her ikisi de insanlara doğru yolu göstermek içindir. Yoksa onların Allah yanındaki  makamları, akılların aciz kalıp erişemeyeceği bir makamdır.

Ayrıca bir işin gerektiği şekilde ve halis niyetle yapılabilmesi için, o amel üzerinde düşünmek şarttır. Bu ise genellikle belli bir sürenin geçmesini  gerektirir. Öte yandan ertelenen her şeyde şeytanın bir rolü olup, ertelemede fırsatın kaçırılma korkusu bulunduğuna da dikkat edilmelidir.

O halde bu iki durumla karşı karşıya kaldığın takdirde; yani ertelemede fırsatı kaçırmak korkusu olur ve düşünmeden aceleyle başlamakta da işin halis olmaması ve gerçekte nefsi bir amaçla yapılması, şeytan hileyle ibadet şeklinde gösterdiği işin aslında bir çeşit günah olma korkusu olursa, bilmelisin ki şeytanın etkili olduğu erteleme acizlik, tembellik ve malın elinde kalmasını sevip onun harcanma korkusundan kaynaklanmaktadır. İşte bu, alimi helak eden ertelemedir. Bundan kurtulmak için nefisle mücadele edip onu alt etmek lazımdır.

İşin sağlamlığı için yapılan erteleme ise, Allah Teala tarafından istenilip, emredilmiştir. Bu ise sonunda pişmanlığa sebep olmaz. Zira bu halde Allah  Teala'nın emrine itaat edip, iyilikte bulunan birisi olmuş olursun "Muhsinlere (iyilikte bulunanlara) ise bir sorun yoktur"[5]

Usulü Kafî'de, Cabir'den gelen bir rivayette diyor ki: "Bir gün, İmam Muhammed Bakır'ın (Allah'ın selamı ona olsun) huzuruna vardığımda bana şöyle buyurdu: "Ey Cabir! Vallahi ben çok üzüntülüyüm, kalbim meşakkatlidir"

"Fedanız olayım; niçin üzüntülüsünüz ve kalbinizi meşgul eden nedir?" diye arz ettim. İmam: "Ey Cabir! Allah'ın halis dininin girdiği bir kalp, Allah'dan başkasından uzak kalır." buyurdular. Yine Hz. İmam Ali, (Allah'ın selamı ona olsun) ashabından bazılarına yazdığı mektuplarında şöyle buyurmaktadır: "Allah-u Teala'dan korkan bir kimse aziz olur, doyar, kanar ve aklı dünya ehlinden uzak kalır. Bedeni dünya ehliyledir ama kalbi ve aklı Ahirete yönelmiştir."

O halde eğer bir mümin, Hak Teala'nın lütfüyle alışkanlık kazanıp Allah-u Teala'yı zikretmenin hazzını  tattığı takdirde bu hali kaybetme korkusu onu saracak ve ondan ayrılmaya razı olmayacaktır.

Allah-u Teala bir kuluna yardım etmek isterse, kalbine huzur verir ve onu kendisine bağlı kılar. Ama aynı zamanda kendisinden aşağıda olanlara da bil-araz iltifat etmeği mümkün kılar. Bu kul ise devamlı olarak bir korku içerisinde olup, yalnızca asaleten ve bizzat istenmekte olan asıl maksadına yönelmeği ister. Fakat bu korku, devamlı olarak kalbinde olur dışarı çıkmaz. Zaten İmam Ali, (Allah'ın selamı ona olsun) müminleri "Üzüntüsü kalbinde sevinci ise yüzlerinde." diye tanıtmıştır. Ama yine maslahat gerektirdiğinde, Hz. İmam Muhammed Bâkır'dan, (a.s) Cabir'in naklettiği hadiste olduğu gibi bazen de onu açıklayarak dışarı vurur.

İşte müminin en güvenilir kardeşlerinden kaçmasının anlamı budur. Buna göre, halka yönelerek Hak Teala'ya yaklaşmaya. Çünkü sen henüz tabii isteklerin ve nefsin beşer cinsi ile ilişki kurma sevgisi elinde esirsin. Bu yöne yöneldiğin takdirde nefse kul olursun; nefis için razı ve onun  için gazap edersin. Böylece de Hak Teala'ya kul olmak şerefinden çıkarsın, oysa Hak Teala Kuran-ı Kerim'de, "Cin ve insanları sadece bana kulluk etsinler, diye yarattım" buyurmuştur.

Bununla birlikte işini sağlamlaştırmak için ertelediğinde, zamanı geldiğinde seni o işe muvaffak kılması için Allah Teala'ya tevekkül et. Tembellik ve ihtiras  yüzünden meydana gelen gecikmeden kurtulmak için işini öne geçirdiğinde halis niyetle ve Allah Teala'nın rızası gereğince yapabilmen için yine o'na tevekkül et. Bir işi hemen yapmak veya ertelemek hususunda Allah Tealaya tevekkül ederek doğru bir sebebe dayanan bir şahıs  muhsindir, muhsinlere de bir korku yoktur. Böyle bir şahıs, her iki durumda da Allah Teala'nın rızasını kazanabilir.

Hem amel etme ve hem de ameli terk etmeyle Allah Teala'nın rızasını kazanan bir kul ise, sürekli olarak Allah Teala'ya doğru hareket etmektedir. Allah Teala'nın ise kapısına gelen, O'na yönelen birisini kendisinden uzaklaştıracağını düşünmek dahi yersizdir; böyle bir şey O'nun şanına yakışmaz.

Şunu da belirtmeliyiz ki; bir çok mümin kardeşlerimizin sandığı  gibi Hak Teala'ya yaklaşmanın yolu; sadece namaz kılmak, oruç  tutmak, Kur'an okumak-öğrenmek ve dua edip ziyaretlere gitmek gibi bilinen belli - başlı ibadetlerle meşgul olmak ve bunun dışındaki her şeyin faydasız olup ömrü zayi etmek olduğu düşüncesi, dar görüşlülük ve yanılgıya kapılmaktan başka bir şey değildir.

Bilmelisin ki, şeriatın asıl maksadı mükelleflerin basiretini takviye edip, onların tam bir basiret ve marifetle itaat etmelerini sağlamaktır. O halde basireti güçlendirip, bilinci çoğaltan her şey şeriatın amacına dahil olup, olumlu  bir iştir. Saydığımız ibadetleri yeterli bulup, onlardan öteye geçmemek insanın dar görüşlü olmasına sebep olabilir; bilinçleri vakit, kıble ve benzeri şer'i konulardan öteye geçmez. Bu yüzden de din konusunda onu aldatmak isteyen insan ve cin şeytanları kolaylıkla onu aldatabilirler. Bu da şeriatın hedefleriyle çelişmektedir.

Aksine alış-veriş gibi işlerle topluma katılarak soru, cevap, konuşma tarzı gibi çeşitli hususlarla ilgili adabı ve ince noktaları da öğrenerek bunları da ibadet ve zikirlerine ekleyen bir kimse, gerçek ve kamil bir kişiliğe sahiptir. Vicdan ve tecrübe de  buna en büyük şahittir.

Doğal  bilimler sınıfına giren her bir mesleği öğrenmek, insana aklî konuları kavramakta yeni kapılar açar. Bu da Allah Teala'nın, akli bilgileri hissi bilgilere; uhrevî işleri dünyevi işlere bağlantılı kılmasından kaynaklanır. O halde uhrevî işlere, dünyevi işler olmaksızın ulaşmak isteyen kimse bu hedefe ulaşamaz. Çünkü Allah Teala, uhrevi işlerin kamil olmasını dünyevi işlere bağlı kılmış, Ahirete ulaşmak için amaçlanan dünyayı da Ahiretin bir parçası saymıştır. O halde dünya hakkında gelen kınamalar bunu kapsamına almaz. Bu yüzdendir ki hadisi şerifte "Ahiretini, dünyası için terk eden kimse lanetlenmiştir;" denildiği gibi "Dünyasını, Ahireti için terk eden de lanetlenmiştir." diye nakledilmiştir.

Açıktır ki, terk edeni; lanetlenen dünya, Ahirete ulaşmaya vesile olan dünyadır. Bu ise, gerçekte Ahiretten sayılır ve onu terk eden gerçekte Ahireti terk etmiş sayılır. Ama kınanan dünya ise Ahirete ulaşmaya vesile olmayan boş dünyadır.

O halde ilk bahsi geçen dünya, Ahirete ulaşmak için gereklidir. İnsanı Allah'a yakınlaştıran dünya işleriyle uğraşmak bilinci arttırıp basireti güçlendirmektedir. İşte ticaret konusunda geçen "Ticaret aklın yarısıdır" şeklindeki hadisin manası budur. Yine ayrı bir hadiste; "İbadet on kısımdır, bunların dokuzu ticarette, biri ise diğer itaatlerde karar kılınmıştır." denildiğine rastlıyoruz. Bunu Peygamberimizin (s.a.a) bi’setten önce Şam'a ticaret için gitmesi veya diğer peygamberlerin (Allah'ın selamı onlara olsun) ticaretle meşgul olmaları da bunu onaylıyor. İnsan, bütün kemallerden yoksun olduğu için bu kemallerin hepsine muhtaçtır. Her şeyin bir konuda menfaati vardır. Hepsi de birlikte aklın kemaline, bilinç ve basiretin çoğalmasına yardımcı olur. Her bir şahıs kendi nasibine ulaşabilmesi için ilahi hikmet gereği bu kemallerin tüm alemde dağınık olup, bunların bir çoğunun ise halkın dilinde dolaşıp yaygın olmasını gerektirmiştir.

Bu yüzden hikmetli sözün, söyleyenin kim olduğuna bakmaksızın alınması emredilmiş ve hatta Ehl-i Beyt (Allah'ın selamı onlara olsun) "Hikmeti münafıktan bile alın veya ilmi büyüklerin dilinden öğrenin" diye buyurmuşlardır. Hikmete dayalı olan şeriatın hedefi, her bir kulun hikmet ve marifette kemale ermesi olduğundan dolayı Allah Teala, hikmete ulaşmanın kolay olması için onu tüm alemde yaygınlaştırmış ve aktarıcısına bakmadan öğrenilmesini emretmiştir

Ehl-i Beyt'in (Allah'ın selamı onlara olsun) kendi Şiilerine; "İnsanları hak ile tanıyın, hakkı insanlarla değil" şeklindeki buyrukları da bu doğrultudadır. Yine "Söylenene bakın, söyleyene değil" veya; "İki garip vardır: Biri sefihin ağzından çıkan hikmetli söz, onu kabul edin; diğeri hekim olan birisinin söylediği yersiz söz onu ise affedin" diye buyurmuşlardır. O halde tam kemale ermek sözlerden, işlerden, muamele ve tecrübelerden yararlanmaya bağlıdır. Hatta Ehl-i Beyt (a.s): "Akıl tecrübeleri hıfzetmektir ve tecrübelerin en hayırlısı ise sana öğüt olanıdır. Ve tecrübe kazanılan bir ilimdir" diye buyurmuşlardır.

Geçmiş asırlardakiler hakkında yaptığımız araştırmalar ve edindiğimiz tecrübeler gösteriyor ki, bazı kardeşlerin tavsiyelerine uyup, sadece bilinen bazı ibadetlerle yetinmek, genellikle dar görüşlülük ve bilinçsizliğe yol açıyor, sonuçta ise sahibinin ilerleyip yüksek makamlara ulaşmasına engel oluyor. Bu yüzden bunun da, insanların yüksek makamlara ulaşmasına engel olmak için Şeytan'ın hazırladığı diğer bir tuzağı olduğunu söylemekte yarar vardır.

Daha önce açıkladığımız "Her şey kendisinden daha zor olan başka bir şeye oranla kolaydır" ilkesinin yararlı olduğu bir diğer yer de dünya ve dünyevi hal ve olayların, kıyamet olayı ve hallerine göre çok küçük olması konusudur. Allah'a yönelen bir kimse dünya gamlarını kalbinden çıkarmalıdır. Ne dünyayla ilgili olan bir şeyin ona gelmesiyle sevinmeli ve ne de dünyevi bir şeyi kaybetmekle üzülmelidir. Kendi kendine dünyanın fani olup ve çabucak değiştiğini, bir halde kalmadığını düşünüp akıllı birisinin bunlara gönül veremeyeceğini ve hatta bunların hiç bir değer taşımayan boş şeylerden ibaret olduklarını bilmelidir.

Ayrıca, eğer dünyanın kendiliğinden bir şey olduğunu bile farz etsek, ki zaten Şeytan da insanları bu vesileyle aldatır; fakat bu Allah-u Teala'nın kendi velileri için seçtiği daha güzel uhrevi lezzetlere oranla hiç bir şey sayılıp, onunla mukayese bile edilemez. Buna göre dünyanın eğer bir güzelliği olduğunu farz etsek bile, ancak kıyametteki güzellikle karşılaştırıldığında küçülüp, yok olup gidecektir.

Eğer doğru bir şekilde düşünmeye devam edecek olursanız; dünyaya, Ahirete ulaşmak için değil, fakat dünyanın kendisi için yönelen bir kimsenin gerçekte sırf yokluğa ve zail olup giden batıl bir şeye yönelmiş olduğunu anlarsın.

Ey kardeş, şunu bilmelisin ki: Ehl-i Beyt'in (Allah'ın selamı onlara olsun) gözünde dünya bir hiçtir. Ama eğer senin nazarında dünya bir şey olur, fakat onu ondan daha iyi olan diğer bir şeye ulaşmak için terk edecek olursan, henüz Ehl-i Beyt'in yoluna hidayet olmuş değilsin. O halde; fikrini toparlayıp Hak Teala'ya yalvarın, Dünyayı Ehl-i Beyt'in nazarında olduğu gibi sana da tanıtmasını iste, belki sen de onların yolunu tutup onların sözleriyle amel edenlerden olursun, aksi takdirde biz bir vadi de, onlar ise ayrı bir vadide olurlar. Doğru ve sabit bir fikir olarak dünyanın bir şey olmadığı belli olunca, zorunlu olarak nazarını ve amacını ilahî şeylerle sınırlaman gerekecektir. Bu durumda, eğer tabiatının gereği veya nefsinin hava ve hevesi veya şeytanın aldatması sonucu, senden Allah Teala'nın rızası olmadığı, bazı hareketlerin vuku bulduğu görülürse, bunlar senin kendi irade, kast ve azmin dışında olup daha çok bilmeksizin veya diğerinin hilesi sonucu veya unutkanlık yüzünden iraden dışı veya yanlışlıkla konuştuğun söze benzer. İşte bu takdirde "Camia ziyaretin"de olduğu gibi, senin de Ehl-i Beyt'e hitaben "ben size itaat etmekteyim" demen doğru olur. Çünkü bilinçli olarak iradenle onlardan gayrisine itaat etmiyor, onların düşmanlarını itaate layık görmüyorsun. Bunun dışındaki bazı hareketlerinse, hata veya aldatılma sonucu kendi amaç ve iraden dışı olan hareketlerindir. O halde; sen doğru olarak tövbe edip, doğru olarak af dileyebilirsin. Çünkü sen devamlı olarak itaate devam edip, günaha dönmemek amacındasın o halde hadisi şerifteki "Günaha devam ederek istiğfar eden kimse, Hak Teala'yla alay eden gibidir" kimselerden de olmazsın. Hz. İmam Hüseyin (Allah'ın selamı ona olsun) "Arefe duasın"da işte bu manayı kastetmiştir, denebilir;

"Ey Allah'ım, Sen biliyorsun ki, her ne kadar sana itaat etmekte amel ve karar bakımından devamlı olmamış isem de, niyet ve muhabbet bakımından devamlı olmuşum."

Bütün bunlar dünya muhabbetinin kalbinden çıkmasına bağlıdır. Hiç olmazsa dediğimiz anlamda karar ve azmin yönünden, dünyayı nefsin için istememen gereklidir. Dünya, bu bakımdan akıllı kimsenin amacı olamaz; aksi takdirde kendinin akıllı insanların safında olmayıp, sefih insanlar safına dahil olduğunu bilmelisin. İşte bunu kendi nefsinde iyice sabitleştirdiğinde, söylediğimiz amaca tamamen ulaşmış olursun, bunu ganimet say ve gafillerden olma.

YEDİNCİ BÖLÜM:

HAKKA GİDEN YOL NASIL KATEDİLİR?

Hakka giden yolun takipçisinin, şu bir kaç noktaya uyması gerekir. Bu yolun rehberleri olan Ehl-i Beyt'in, (Allah'ın selamı onlara olsun) açıklamış olduğu bu noktaları bilmek ve amel etmek sayesinde bu yolu katetmek kolaylaşır. Bunları göz ardı etmek ise insanı yoldan alıkoyar.

Bu noktalar şunlardan ibarettir:

1- Bütün hayırlar Hak Teala'nın nezdinde olduğunun bilinci içerisinde olup, ondan gayrisinden hayır talep etmemelisin. Halkdan muaşeret ederken, Hak Teala'nın nezdinde olan hayrı ve onun rızasını kazanmayı amaç edinmelisin. Mesela; amacın sadece halka ihsanda bulunup onlara hayır ve yarar ulaştırmak olmalıdır. Zira Ehl-i Beyt'ten gelen hadislerde olduğu gibi halk, Allah Teala'nın sofrasından geçinen bir aile olarak nitelendirilmiştir. Hak Teala'nın nezdinde ise en sevimli kimse, O'ndan geçinen bir aileye hizmet eden kimsedir. O halde, hadis-i şerifteki Allah Teala'ya en sevimli kimse olmak şerefine ulaşmak istersen bu hususa önem ver ve bil ki, halktan bu yol ile kazandığın şey onlara ulaştırdığın yarardan daha fazladır. Zira sen onların aracılığıyla Hak Teala'ya en sevimli olmak makamına ulaşmaktasın; (bu da sana yeter). Halktan bunun dışında bir karşılık ve yarar bekleme. Hak Teala'nın dışında kalan her şeyden ümit ve beklentini kes.

Muaşeretteki prensibin, insanlara iyilik yapmak ise, bunun ilk aşaması olarak kendini onlardan gelebilecek kötülüklere tahammül etmeğe ve kötülüğe kötülükle karşılık vermemeğe hazırlamalısın. Bu senin onlara yapabileceğin ilk ihsandır. Bu işi yaptıktan sonra yani kendini onlardan gelen kötülüklere karşılık vermemeğe hazırladıktan sonra bununla da yetinmemelisin, zira sen Ehl-i Beyt'e uymak istiyorsun; Ehl-i Beyt'in ahlakı ise kendilerine kötülük yapana, iyilikle karşılık vermek, ihsan etmek, kendilerine karşı zulüm ve haksızlıkta bulunanı affetmek, kendileriyle ilişkiyi kesen kimseyle, ilişki kurmak ve kendilerinden esirgeyene bağışta bulunmaktır. Ehl-i Beyt'e (a.s) uymak istediğine göre, onlar gibi sen de halkın kötülüğü karşısında, onlara iyilikte bulunma  makamına erişmek için, kendi nefsini böyle bir sahnenin vuku bulmasını arzulayan biri olarak hazırlamalısın ki, bu sebeple kötülük yapana iyilikle karşılık verme faziletine erişebilesin, Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.a) ve Ehl-i Beyt'inin (Allah'ın selamı onlara olsun) ahlak ve sireti de budur zaten. Hazreti Ali, (Allah'ın selamı ona olsun) şöyle buyurmuştur:

"Allah Teala yanında en sevimli kul, peygamberine uyan kimsedir."

İşte sen de diğerinin kötülüğüne iyilikle karşılık verirsen herşeyden önce bu yüce makama ulaşırsın; ayrıca kendi acizliğine rağmen, kötülük yapana iyilikle karşılık verdin mi, yüce kerem ve mutlak zenginlik sahibi Allah Teala'nın, senin kötü amellerine ihsan ile karşılık vermesine layık olursun. Dolayısıyla, bu davranışından ötürü Hak Teala da sana böyle karşılık verir.

Allah Teala'nın, kötülüğe iyilikle karşılık vermeyi emretmesi, sana kendisinin böyle davranmağa daha evla olduğunu bildirerek, böyle bir muameleye senin daha fazla muhtaç olduğunu belirtmek içindir. Bu yüzden insanlara böyle davranmayı emretmiştir. Böylece bu davranışından dolayı sana ulaşan menfaat, senin ihsanda bulunarak başka birine ulaştırdığın menfaatten daha fazladır. Dolayısıyla, basiretin olursa kötülüğe kötülükle karşılık vermek bir yana dursun onun sana yaptığı kötülüğünü, gerçekte seni böyle makamlara ulaştırdığı için teşekkürü gerektiren birer ihsan olarak görürsün.

Elbette bütün bunlar bir insandan gerçekten de sana bir kötülük dokunduğu takdirdedir. Ama sen diğerine haksızlık yaptığın halde -genelde olduğu üzere- sonra kendini haksızlığa uğramış olarak gösterdiğin durumlarda ise bu vebaldan kurtulmak için ne yapman gerektiği apaçık bellidir. Zira biz, haksızlığa uğradığını ileri sürerek şikayette bulunmayan bir insan görmedik. İster kötü, ister iyi insan olsun şimdiye kadar gördüğümüz her iki hasımdan hiç birisi diğerine karşı zulüm ve haksızlık yaptığını itiraf etmiş değildir. Takvalı ve salih insanlar bile, birbirleriyle kavga ettiklerinde, her ikisi de diğeri tarafından haksızlığa uğradığını, kendisinin diğerine iyilik yaptığını ve onun kötülüklerine tahammül ettiğini iddia ettiklerini görmüşüzdür. Oysa onların hiçbirisi bile bile yalan konuşmaz, yalana teşebbüs etmeye cüret edemezler. O halde, bunun da kötülüğü emreden nefsin, batıla, hak elbisesi giydirerek sahibini yanıltmak için yaptığı hilelerinden diğer birisi olduğunu düşünmelisin.

İşte bunun içindir ki, Allah Teala mahkemede adilin adaletine itimat edilerek onun kendi lehine verdiği şahadetinin kabul edilmesine izin vermemiştir. O halde biraz insaflı olan kimse, kendisi hakkında düşüncesini suçlamalı ve kendi lehine olan şahadetini Allah Teala'nın kabul etmediği gibi kendisi de kabul etmemelidir.

Ayrıca, ilişkinin temelini; diğerlerinden yararlanmak değil, onlara yardım ulaştırmak esası üzerine kurduğun takdirde, halktan menfaat beklememekle kalbini rahatlatmış olursun. Bu da nefis zenginliğidir. Nefis zenginliği ise büyük bir zenginliktir. Elbette, insanlara ilk iyiliğin onları rahatsız etmemen ve onları incitecek hareketlerden kaçınmandır. Daha sonra, nefsini onlardan gelebilecek acılara tahammül etmeye hazırlamalısın. Sonra da, tek çaban ve amacın onlara ihsanda bulunmak olmalıdır.

Nefsini buna hazırladığın takdirde, onlardan sana bir iyilik ulaşırsa, bu iyiliği onlardan beklemediğin için daha bir zevkli olur. Onların, sana sundukları hediyeden gerçekten gözlerini kesip, iyiliklerini kabul etmeni beklediklerini sezersen onu kabul et. Zira onu kabul etmen de, her ne kadar ona ihtiyacın olmasa bile onlar için ayrı bir ihsandır. Böyle bir hediyeyi geri çevirmen onların kalbini incitir. Bu da onların hakkında kötülük sayılır. Oysa sen onlara kötülük yapmamaya karar vermiş ve buna da emredilmişsindir. Ama onların sana sundukları hediye yalnızca bir örf ve adet icabı olur ve kalben onu kendilerine geri iade etmeni beklediklerini hissedersen, o hediyeyi onlardan kabul et ve sonra senin onlara hediyen olarak tekrar onlara geri iade et. Ama onlar bunu kendilerinden kabul edip sonra ondan daha fazla ve daha değerli bir şeyle karşılık vermeni beklerlerse, imkan dahilinde o ihsanı onlardan kabul et ve sonra daha fazlasıyla karşılık ver. Bu onlara bir ihsandır. Fakat bunu yaparken onların, bu ihsandan karşılık beklediklerinin farkına vardığını belirtme ve işi zahirde olduğu gibi yürüt. Bu senin onlara bir ihsanındır. Kısacası; ey kardeş, Allah-u Teala adalet ve ihsana emrediyor ve bil ki, diğerlerine davrandığın gibi sana davranılacaktır.

Bunu da bilmelisin ki, halka ihsanda bulunmak çok mal harcamakla olmaz. Bir çok mal harcayan, iyilik ve ihsan etmek makamına erişemezler. Nasıl iyilik yapacaklarını bilmediklerinden mal harcamaları kalp kırmak ve incitme vesilesi olur; maksatları iyilik yapmak iken, sonuçta yaptıkları hakaret edici bir sadaka olur. Bütün bunlar da, Ehl-i Beyt'ten gelen emirlerin ihmal edilip, onların gidişatına dikkat edilmediği içindir. Mümin bir kardeşinin ihtiyacını gidermek istersen bilmelisin ki, Ehl-i Beyt, insanlara yardım etmek ve diğerlerinin ihtiyacını gidermek hususunda şu bir kaç şeyi göz önünde bulundurmayı şart bilmişlerdir:

1- Diğerinin ihtiyacını gidermek için yaptığın işin önemi, kendiliğinden anlaşılıncaya dek o işi küçümsemek.

2- Geciktirmeden hemen yapmak;

3- Kendiliğinden bilininceye dek onu gizlemek.

Bunların hepsine riayet etmedikçe, birisinin ihtiyacını hakkıyla gidermiş sayılmazsın; yaptığın iş kusurlu olur, hatta bazen bu hareketinle ihsan yerine, onu incitmiş olursun.

Halk genellikle birisinin ihtiyacını gidermek istediklerinde bu kurallara uymadıklarından amelleri, gereğince kabul olmaz. Yani mal harcamanın acısını tatmalarına rağmen, mümini sevindirmek olan semeresine ulaşamazlar. Birisinin ihtiyacını giderirken önce vaat verir, daha sonra onu askıda bırakıp geciktirir; onun sözünde durmasını bekleyen muhtaç adam, ölümden daha ağır olan bekleme acısını yudumlayıp kıvranıverir, daha sonra bu bekleyişler ümitsizliğe dönüşür; yani beklemenin yanı sıra bir de ümitsizlik acısını yaşar. Ağız açmak, utanmak, beklemek ve ümitsizliğe kapılmak gibi bir çok acıya katlandıktan sonra bu adamın ihtiyacı giderilse bile artık bunun ne faydası var?! Bu durumda bu işin günahı sevabından çok olur.

Bazı rivayetlerde olduğu gibi, Ka'be'nin saygısından daha büyük olan müminin saygısı karşısında "bu küçük bir şeydir" deyip de yaptıkları iyilikleri küçümseyecekleri yerde, "biz sana büyük bir iyilik yaptık" gibi sözlerle adeta karşıdakini Allah-u Teala'nın kulluğundan çıkıp, kendilerine kul olmasını beklerler. Yine ihsanlarının daha halis niyetle olup riyadan uzak olması için halktan gizleyecekleri yerde, onu tüm halka açarak Hak Teala'nın bu hadisteki "Sen gizlemeğe çalış, ben aşikar etmeğe çalışacağım" sözünü gömemezlikten gelirler. Fıtratları bozulmuş olan halkın huyu işte böyledir.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki: İyilik yapmanın temeli, mal harcamak değil, yukarıda saydığımız  hususlara dikkat etmektir.

Birisine iyilik yapmak, işi onun isteği gereğince yürütüp, onun kalbini incitmekten kaçınmaktır. O halde; eğer birisi verdiği hediyeyi kabul etmeni isterse, senin ona iyiliğin onu kabul etmendir. Eğer, iyilik hususunda ondan öne geçmeyi istiyorsan daha iyi bir karşılıkla veya en azından onun misli olan bir şeyle karşılık vermelisin ona. Ehl-i Beyt'in (Allah'ın selamı onlara olsun) tavsiye ve ahlakını inceleyip takip edenlere bu ve benzeri hususlar gizli değildir.

Halkla ilişkilerin, onlara yarar sağlamak, onlara bir menfaat ulaştırmak esasına dayalı olur ve asla onlardan bir şey ummazsan, insanlardan bir şey umacağına, hiç bir zaman kimseyi boş çevirmeyen ve hiç bir vakit cimrilik etmeyen Allah Teala'dan umarsan, O'ndan istersen o zaman, (halka hizmet bahanesiyle) bütün vaktini halka uğraşmakla, onlar için koşup durmakla geçirmemelisin. Zira Ehl-i Beyt'ten sana "Tanışlarını azalt ve tanıdığını da unut" emri gelmiştir. Bu emrin hikmeti ise hiçbir şeyin seni, yaratıcın Allah'a yönelmekten alıkoymamasıdır. Çünkü kalbi Allah'a yönelmekten alıkoyan bütün uğraşılardan arındırarak ibadete koyulmakla kazanılan maneviyat, halkla haşir naşir olmakla kazanılmaz.

Bunun için imamlardan birine (Allah'ın selamı onlara olsun): "Akik çölünden ayrıldın ve yalnızlığa koştun" denildiğinde, "Eğer sen yalnızlığın tadını tatsaydın, kendinden bile kaçardın" diye buyurmuştur. Buna göre, halkla olan ilişkiler ilgili açıklamalardan, onlarla ilişkiye ihtiyaç duyduğunda, davranışın anlattığımız şekilde olması gerekir demek istiyoruz. Maksat, halkın maslahatlarıyla uğraşmayı yegane iş edinmen değildir. O halde, vaktini bölüp ayırman gerekir. Vaktinin bir bölümünü Allah-u Teala'ya dua edip yalvarmaya, diğer bir bölümünü ise Allah'ın rızasını kazanacak şekilde halkla ilişkilerine ayırmalısın; fakat Hak Teala'ya ibadete dua etmeye ve ona yalvarmaya daha çok ehemmiyet verip, onu kendin için bir amaç edinmelisin. Zira asıl senden istenen de budur. Böyle yaptığın takdirde, ikinci iş için ayırdığın vakit de birinciye dönecektir. Aksi takdirde, nefsin zevke yönelecek bu da senin için bir vebal olacak; bu durumda ne dünya ve ne de Ahiret sevabına erişemezsin. İnsanların hep müptela olduğu zulüm, mazlumiyet ve arkadaşlarından şikayet acısını sen de tadacaksın zaten onlar da devamlı olarak senden şikayet etmektedirler. O halde onların rızasını asla elde edemezsin. Kısacası; Allah'a yönelip yalnızca O'na dönmekten gayri bir hayır ve rahatlık yoktur. Ahiret ve dünya zorluk ve üzüntüleri de bununla kolaylaşır. Aksine bütün zorluk, acı ve gamlar, Allah-u Teala'dan gaflet edip ondan yüz çevirmekten kaynaklanıyor. Bunlar Allah yolunu hakkıyla katetmek  isteyen kimselerin, riayet etmesi gereken noktalardan sadece ilkidir.

2- Bir Ehl-i Beyt dostu, Allah-u Teala'nın rızasını kazanmak için, insanların hakkını gözetmek zorundadır. Zira Allah-u Teala'nın rızası için halkın haklarını gözetmek, Allah-u Teala'nın hakkını gözetmek demektir. Halkın haklarını görmezlikten gelmek de, Allah'ın hakkını görmezlikten gelmek sayılır. Bunu gözetmek istersen Hak Teala'nın onlar için farz kıldığı haklara cahil kalmaman ve onların senin üzerinde bir çok hakları olduğunu bilmen gerekir. Bu hakların ne olduğunun farkında mısın?! Allah-u Teala'dan, onları yerine getirmen için yardım dilemelisin. Bunları yapmaktan aciz olsan aciz olduğunu itiraf etmen yeterlidir.

İlk olarak, onlar Ehl-i Beyt mektebine bağlı insanlar iseler, "Hz. Ali'nin Allah'ın velisi" olduğuna inanıyorlarsa, şunu bilmelisin ki, bu inancı taşıyan birsinin senin boynundaki haklarını yerine getirmeği bırak, hatta ne haklara sahip olduğunu tasavvur bile edemezsin. Bu asla mümkün değildir. Zira, Hz. Ali'nin (a.s) Allah'ın velisi olduğuna inanan kimsenin hakkı, mensup olduğu kimsenin hakkına tabidir. Hz. Ali'nin hakkı ise Resulullah'ın (Allah'ın selamı ona ve Ehl-i Beyt'ine olsun) hakkına tabidir. Resulullah'ın (Allah'ın selam ve rahmeti ona ve Ehl-i Beyt'ine olsun) hakkı da Allah-u Teala'nın hakkına tabidir. Allah-u Teala'nın hakkını gözetip yerine getirmek de mümkün değildir. Oysa Resulullah (Allah'ın selam ve rahmeti ona ve Ehl-i Beyt'ine olsun) Ebuzer'e buyurmuştur ki:

"İnsanlar, Allah Teala'nın haklarını yerine getiremezler. Allah Teala'nın nimetlerini halk sayamaz. Ama siz akşam ve sabahleyin devamlı olarak tövbe edin."

Yine Resulullah (Allah'ın selam ve rahmeti ona ve Ehl-i Beyt'ine olsun) Hz. Ali'ye işaret ederek bazı sahabilere buyurmuştur ki:

"Bunun dostuyla dost olun babanız ve çocuklarınızın katili olsa bile; bunun düşmanıyla da düşman olun, babanız ve çocuklarınız olsa bile."

Dikkat et! birisinin Hz. Ali'ye mensup olması ve onu sevmesi, hatta kendi baban ve çocuklarını öldürmek konusunda bile ona, müsamahalı davranıp onu af etmeni farz kıldığına göre bundan küçük olan kusurları affetmenin gerektiği açıktır.

Hayır! Sadece müsamaha ve affetmekle yetinmemeli, bilakis onu sevip ona saygı duyman da farz kılınmıştır. Çünkü onunla dost ol demiştir; dost olmak ise bunları gerektirir. Hz. Ali'ye (Allah'ın selamı ona olsun) mensup olan kimseye, kendini bile feda etsen bu onun hakkı yanında azdır. Şair'in deyişiyle:

"Bu diyarın sevgisi gönlümü çalmış değil.

Bu diyarda bulunan sevgilinin sevgisi deli etmiştir beni."

Sen, Hz. Ali'yi (a.s) sevene müsamaha gösterip, onu affedersen, Hak Teala da, Hz. Ali'ye (Allah'ın selamı ona olsun) olan sevgin hatırına, sana müsamahayla davranıp günahlarını affetmeğe daha layıktır. Çünkü Allah-u Teala'nın, Hz. Ali'ye (Allah'ın selamı ona olsun) olan muhabbeti, senin muhabbetinden daha fazladır. Özellikle eğer o şahıs, Hz. Emir-ül Müminin Ali'nin (Allah'ın selamı ona olsun) emirlerine itaat etmede kusurlu olursa ve sen sadece Hz. Ali'ye (Allah'ın selamı ona olsun) bağlılığı ve muhabbeti hatırına ona saygı gösterirsen, bu senin Hz. Ali'ye olan saygının daha çok olduğunu gösterir. Çünkü; şahsiyeti itibarıyla saygıya layık olan birisine gösterilen saygı, onun kendisi için de gösterilmiş olması söz konusudur; ama böyle bir kabiliyet ve liyakati olmayan şahsa, sırf Hz. Ali'ye (a.s) bağlı olduğu için iyilik yapman, senin Hz. Ali'ye (a.s) saygının daha fazla olduğunu gösterir.

İşte bu, üstlenmekten aciz olduğun gerekli haklardan sadece birisidir. Bunun yanı sıra o adam, Hz. Ali'nin (Allah'ın selamı ona olsun) kendi evladı, mezarının ziyaretçisi, mezarının komşusu, mezarının hizmetçisi, o İmam'ın kendi veya evlatlarından birisinin ismini taşımak gibi bir bağlılığı da olursa, onun hakkı daha fazla olur. Ama akrabalık, komşuluk, arkadaşlık, dua etmek, Kur'an öğretmek veya bir ilim veya bir kemal öğretmek hakkı veya senden yaş bakımından büyük olması veya namazda uyduğun imam veya müçtehidin olursa, sana veya akrabalarından birisine ihsanda bulunur, senden bir şey ister veya sana karşı iyi niyetli olursa ve Hz. İmam Zeynu’l-Abidin'in (Allah'ın selamı ona olsun) hukuk risalesinde açıklanan, kıyamet günü sorulacak olan bu ve benzeri büyük haklara gelince, onların üstesinden gelip bu haklar karşısında kendine bir mazeret bulamazsın.

Bir hadiste: "Üç şey kıyamet günü şikayette bulunacaklar: Terk edilip içinde namaz kılınmayan mescit, evde bir köşeye konup okunmayan üzerine toz konan Kur'an ve sözü dinlenmeyen alim." diye buyrulmuştur.

Burada, kıyamet günü hesap için getirildiğinde, adil ve hakim olan Hak Teala'nın huzurunda, hem Beytullah ve hem Kur'an-ı Kerim ve hem de Allah'ın velisinin insandan şikayet etmek için geldiğinde, onun durumunun ne olacağını düşünebiliyor musunuz?! Acaba bunlardan hangisinin şikayeti dinlenmez veya hangisinin hak ve Allah Teala'nın nezdinde olan hürmeti inkar edilebilir?! İşte bunların hepsi, kıyamet günü yerine getirmediğin için bir mazeret gösteremeyeceğin büyük haklardır.

Ayrı bir hadiste, "Eğer birisi diğerinin yanında hapşırırsa, yanındaki ona "Allah sana rahmet etsin" demezse, kıyamet günü hapşıran adam, ondan hakkını isteyip alacaktır" denmektedir.

O halde, ey kemale ermek isteyen kardeş; Hak Teala'nın sana emanet bıraktığı akıl gözüyle baksan, kusurunu itiraf edip, boynuna gelen haklardan kurtulmağa çalışırsın. Şunu bilmelisin ki, müminler senden her ne kadar hak talebinde bulunurlarsa yine de onların senin boynunda talep etmedikleri bir çok hakları kalır. Bu yüzden Allah'ın seni affetmesi ve onları senden razı etmesi için onlardan özür dilemeye ve elinden geldiği kadar onlara iyilik yapmağa çalışmalısın; Eğer, bu gözle halka bakacak olursan o zaman Allah'ın yolunu kat etmeğe muvaffak olabilirsin.

3- Allah'a yönelip insanlara güvenmemek ve onlardan çekinmek gerekir. Akıl sahibi insan kendi halini düşünüp, kendi işiyle meşgul olan, dilini koruyup, yaşadığı döneminin insanlarını tanıyan kimsedir. Böyle birisi hakkında Hz. Ali (a.s) dua ederek şöyle buyurmuştur:

"Allah, böyle olan kimsenin temellerini sağlamlaştırsın ve kıyamet günü ona eman versin."

Usul-u Kafi'de yer alan bir hadiste, Cabir'den şöyle rivayet edilmiştir. Ben, İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) huzuruna geldim. İmam, "Ey Cabir, vallahi ben mahzunum, kalbim meşguldür" buyurdu. Ben, "fedanız olayım, sizi üzen nedir?" dedim. İmam, "Ey Cabir" dedi "Kalbine Allah'ın halis dini giren kimsenin kalbi, yalnız Allah'la meşgul olur."

Hz. Ali'nin, (a.s) ashabından bazılarına yazdığı mektupta şu cümleler yer almıştır:

"Kim, Allah Azze ve Celle'den çekinse (takvalı olsa) izzet kazanır, güçlenir, doyar ve kanar; ve artık dünya ehlinden ayrılır. Bedeni dünya ehliyledir, ama kalbi ve aklı, Ahiret barınağı olur."

Allah'ın lütuflarına nail olan kimse, Allah'ı zikretmenin tadını tadan bir insan, bu halden çıkmaktan dehşete kapılır, korkar,  bundan ayrılmağa razı olmaz; Allah bir kulunun kalbinde bu hali yerleştirir, onunla meşgul olmaya alıştırır ve bununla birlikte Allah'tan gayrı şeylere ikinci mertebede teveccüh etmesini sağlarsa, böyle bir insanın asıl teveccühü Allah'a yönelmek, onun zikriyle uğraşmak olur ve ikinci mertebede olan uğraşıdan kaçmaya çalışır, ama onun Allah'tan gayrı şeylerden çekinmesinin belirtileri, uzuv ve hareketlerinde görülmez. Hz. Ali, (a.s) mü'minlerin sıfatlarını açıklarken "Hüznü kalbinde, sevinci yüzündedir" diye buyurmuştur.

Elbette bazen bu halini, "İmam Muhammed Bâkır'dan (a.s) nakledilen hadiste görüldüğü gibi, açığa vurması icap eder. Bu da insanın en yakın dostundan bile çekinmesi ve yalnız Allah'a güvenmesi gerektiğini gösterir. İnsan halkla haşır-neşir oluşunu, Allah'a yakın olmak için vesile sayamaz; çünkü bunun en büyük etkisi tabii eğilim ve diğer insanlarla irtibat kurmaktan aldığı zevktir.

Bu ise, görüldüğü gibi Allah'a kulluk etmenin gerektirdiği bir davranış olmayıp, nefsi bir davranıştır ve insanın kendi nefsinin kulu olmasına sebep olur; bu durumda insanı, Allah'a kul olmak şerefinden çıkarır; oysa ki, insanın yaratılışının gayesi, Allah'a kul olmaktır. Bu konuda Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır: "İnsan ve cinleri yalnız bana ibadet etsinler diye yarattım."



[1]- Gafir (Mü'min)/7.

[2]- Kıyamet/36.

[3]- Ra'd/39.

[4]-  Zariyat/50.

[5] - Tevbe/91.