0-02   2-45   45-85    85-105    105-145
    Yazdır
 

SEKİZİNCİ BÖLÜM:

MÜMİN BİR KİMSE RABBİN'DEN, PEYGAMBERİN'DEN VE İMAMIN'DAN BİRER HASLET aLMADIKÇA İMANI KAMİL OLMAZ

Usul-i Kafi, kitabında İmam Rıza'dan (Allahın selamı ona olsun) nakledilen bir hadiste şöyle buyuruluyor:

"Bir müminde üç haslet; (özellik) olmadıkça gerçek mümin olamaz: Rabbin'den (öğreneceği) bir haslet, Peygamberin'den bir haslet, İmamın'dan da bir haslet. Rabbin'den olan haslet sırrını gizlemektir. Hak Teala Kuran-ı Kerim'de buyuruyor ki; "Gaybi bilen O'dur, gaybını (razı olduğu bazı resullerden gayrisine) açıklamaz."[1] Peygamberinden olan haslet halk ile iyi geçinmektir. Çünkü Hak Teala Resul-i Ekrem (s.a.a)'i halkla iyi geçinmeğe emrederek buyurmuştur ki: "Suçları bağışlamak yolunu tut; marufu emret ve cahillerden vazgeç"[2] Allah'ın velisi imamdan olan haslet ise; can ve mal sıkıntılarına sabretmektir."

Kısacası senden, Hak Tealaya, Resul-i Ekrem'e (s.a.a) ve İmam'a uyman istenmektedir.

Hak Teala'nın sıfatına uymak isteyen bir kimse, şüphesiz çok büyük bir durum ve çok önemli bir makam için hazırlanmaktadır. Çünkü Hak Teala, senin de kendi veli ve dostları için hazırlayıp seçtiği cennete gitmeni ister. O halde, orada oturanlarla senin aranda benzerlik olabilmesi için, seni de onların sıfatlarına benzer sıfatlara yöneltmesi gerekir. O makam son derece temiz ve nurludur. O makamda bulunanlar peygamberler, şehitler ve sıddıklardır. Hak Teala'nın hikmeti ise, senin o makam ve ehli ile uyum sağlamadan orada olmanı kabul etmez. Çünkü bu, bir şeyin layık olmadığı yerde bulunmasıdır. Öte yandan sonsuz şefkat ve rahmet sahibi Hak Teala senin ordan başka bir yerde olmana razı değildir. O halde; ilahi lütuf gereği senin de en yüce, en kamil, en değerli olan sıfatlara yöneltilmeni gerektirmiştir. Bu yüzden kendisine isnat ettiği ve kendini onlarla övdüğü sıfatlara uymanı istemiştir. Sonuç olarak, Hak Teala'ya ait olan evde (yani cennette) ancak O'nun sıfatlarıyla sıfatlanan kimse oturmağa layıktır. Öte yandan o evde komşuları, Allah Teala'nın velileri olduğuna göre onların da sıfatlarıyla sıfatlanması zorunludur. İşte bu pâk sıfatlarla sıfatlanmakla temizlenip, cilalanan nefse Hak Teala hitap ederek şöyle buyurur: "Ey güvene eren nefis, razı olarak ve rızasını kazanmış bulunarak Rabb'ine dön ve artık katıl kullarımın arasına ve gir cennetime."[3]

Bu ilahi sıfatlar çoktur. Fakat İmam, bunlardan zikredilen üç sıfatın daha önemli olduğundan dolayı onları seçip imanı onlara bağlı kılmıştır. Bunlardan en hayırlısı ise sırrını gizlemektir.

Genellikle halk kamil olmayıp bir çok eksikliklere sahiptirler. Öte yandan, kemal sıfatlarının güzel ve şerefli olduğu herkesçe malumdur ve herkes bunları arzulamaktadır. Fakat bu sıfatlar, nefsin isteklerine ters düştüklerinden ve halkın genelinin nefisle mücadele gayreti zayıf olduğundan onları elde edemiyorlar. Böyle oldukları içinde, birisinin o sıfatları kazanmaya gayret ettiğini gördüler mi onun o sıfatları kazanarak kendilerinden üstün olmasından korkarlar. Çünkü insan kendi arkadaşından aşağı düşmeyi istemez, aksine üstün olmayı ister. Bunun için de her türlü hileye başvurarak ona engel olmağa çalışırlar. Bir kişinin bir topluma karşı koyamayacağı da açıktır. Bu yüzden mukaddes şerîat; müminin tek kurtuluş yolunun, sırrını gizlemek olduğunu bilmiştir. Bu takdirde artık halkın şerrinden korunur ve yolunu sürdürür.

Şefkatli hekim ve gerçek tabip olan Ehl-i Beyt, (Allah'ın selamı onlara olsun) müminin nefsinin de yol kesici düşmanlarından birisi olduğunu bildiklerinden, onu son derecede sırrını gizlemeğe teşvik ederek, imanın bu sıfata bağlı olduğunu ve Hak Teala'nın da kendisini bununla övdüğünü açıklamışlardır. Amaç ise; nefsin gösterişe olan meylini yok etmektir. Nefis, bu hedefe varmak için çeşitli hilelere başvurur. Örneğin: İnsanın inanç ve amelini diğerlerine açıklamasının onlara yarar sağlayacağını, bu yolla onları sevindireceğini, onların görüşünden yardım alabileceğini, daha başarılı olması için onların dua edeceğini veya yararlanma ihtimali olan diğer birisine nakledeceğini, insana fısıldar. Oysa ki, yapılan amelleri açıklamak iyi olsaydı; Allah Teala da bu işi yapar, sır taşıyıcılar olan az bir gruptan gayri sırrını halktan gizlemezdi. Hikmet sahibi olan iyiyi terk etmez ve mükemmel olandan gayrisini yapmaz. Bundan da insanın inanç ve amelini diğerlerine söylemenin fesad ve hikmete aykırılık olduğu anlaşılır. Sen de hikmete uymak batıldan kaçınmakta, Rabb'in olan Hak Teala'ya uy. Nefis, amelini diğerlerine söylemeyi salah şeklinde gösterse de kötü maksatlıdır. İmam Zeynu’l-Abidin, (Allah’ın selamı ona olsun) Zuhri adındaki birisine şöyle buyurmuştur:

“Her ne kadar yanında mazeret getirme yolun olsa bile, kalplerin çabucak inkar ettiği şeyleri konuşmaktan kaçın; çünkü her inkar edilecek şeyi duyurduğun kimseye yeterli özür getirmek mümkün değildir."

Yine Ehl-i Beyt'e ait olduğu söylenen bir şiirde şunlar yer almaktadır:

Ben ilmimin cevahirlerini gizliyorum ki, cahil birisi ilmi görüp de delalete düşmesin.

Ebu Hasan, (Hz. Ali) (a.s) İmam Hasan (a.s) ve İmam Hüseyin (a.s)'a şöyle buyurmuştur:

"Bir çok değerli ilimler vardır ki, eğer onları açıklasam, Müslüman olan kişiler beni puta tapmakla suçlarlar.

Müslümanlar, kanımı helal diye dökerler ve yaptıkları en çirkin işi iyi bilirler."

Sırrı gizlemenin  övülmesi ve sırrı açmanın kınanması hakkında hadisler ise son derecede çoktur. Sırrı gizlemeği sevip, ifşa etmekten rahatsız olmak hali insana galip oldu mu, herhangi bir durumla karşılaştığında akıl gözüyle bakar ve açıklaması gereken bir durum olursa, gerektiği kadar, Ehl-i Beyt'in emrine uyarak açıklamada bulunur ve bundan dışarı çıkmaz. Çünkü Ehl-i Beyt (Allah'ın selamı onlara olsun) kendileri şöyle buyurmuşlardır:

"Hikmeti, ehli olmayana vermeyin; aksi takdirde, hikmete zulmetmiş olursunuz. Ehlinden ise esirgemeyin, yoksa onlara zulmetmiş olursunuz."

Sırrı gizlemenin iki merhalesi vardır: Birinci merhale, müminin sırrı oluşu. İkinci merhale ise, müminin sırrı gizlemesidir. Yani, mümin sırrı gizleme gücüne sahip olmalıdır. Öyle ki, nefsi onu sırrı ifşa etmeğe zorlamamalıdır. Biz ikinci merhalede konuşmak istiyoruz. Birinci merhalede ise İmam Sadık'ın (a.s) şu buyruğuyla yetiniyoruz:

Bir gün İmam Sadık, (a.s) Mufazzal b. Salih'e şöyle buyurdu: "Ey Mufazzal, Allah'ın öyle kulları vardır ki, halis sırlarıyla Allah Teala ile muamele ederler ve Allah Teala da onlara, halis iyilik ve ihsanıyla muamele eder. Onlar öyle kimselerdir ki, kıyamet günü amel sayfaları boş kalır. Ve Allah Teala'nın karşısında durduklarında, Allah Teala onların amel sayfalarını yaptıkları gizli amellerle doldurur."

Mufazzal, "Ey mevlam, onlara karşı böyle davranılmasının sebebi nedir?" diye arz etmesi üzerine, İmam (a.s) şöyle buyurdu:

"Allah Teala onları, hafız meleklerin, onlarla kendisi arasındakileri bilemeyecek kadar üstün kılmıştır."

Şeyh Ahmed b. Fahd, Uddet-ud Dâi kitabında bu hadisi naklettikten sonra, "Bu yüce makamlardan gafil olma. Çünkü bu makamlar cennetten daha değerlidir" diyor.

Aşağıdaki şiir bunu daha güzel anlatmıştır:

Ariflerin kalbinde öyle gözler var ki onlarla görülmeyen şeyleri görürler.

Sırları söyleyen dilleri var ki ammeleri yazan melekler onları bilmezler.

Kanatsız kalpleri var ki alemlerin rabbinin melekutuna kadar uçarlar.

İkinci haslet halkla iyi geçinmektir. Bu ise Resul-i Ekrem'in (Allah'ın selam ve rahmeti ona ve Ehl-i Beyt'ine olsun) sünnetidir. Daha önce İmam Ali'den, (Allah'ın selamı ona olsun) Allah Teala'ya en sevimli kulun, Resulüne uyan kimsenin olduğunu nakletmiştik. Bu sıfat sırrı gizlemekle aynı hikmeti taşımaktadır. Hatta sözü geçen açıklamaya göre sırrı gizlemek, halkla iyi geçinmenin bir bölümüdür.

Usul-i Kâfi'de, İmam Sadık'dan (Allah'ın selamı ona olsun) nakledilen bir hadiste buyuruluyor ki: "Resulullah (Allah'ın selamı ve rahmeti ona ve Ehl-i Beyt'ine olsun) şöyle buyurmuştur: "Allah Teala bana farz ibadetleri yapmamı emrettiği gibi halkla iyi geçinmeği de emretmiştir."

Yine İmam Sadık, (a.s) Resulu Ekrem (s.a.a)'den şöyle nakleder:

"İnsanlarla iyi geçinmek imanın yarısı, onlara yumuşak davranmak ise yaşantının yarısıdır."

Yine İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur:

"Ebrarla (iyilerle) gizli olarak, kötülere ise açıkta bağlantı kurun. Ama kötülere meyletmeyin, ki azaba uğrarsınız. Bir zaman gelecek ki, din sahibi kimselerden, halkın akılsız olduğunu zannedip, onların akılsız, ahmak demelerine sabredenlerden başkaları kurtulmayacaktır."

Başka bir yerde de İmam (a.s), Resulullah'tan (s.a.a) şöyle nakleder:

"Üç şeye sahip olmayan kimse bir yere varamaz: Onu günahlardan alıkoyacak olan takvaya, insanlarla iyi geçineceği bir ahlaka, cahilin cehaletine karşı koyabileceği sabıra."

Usul-u Kâfi'de yine İmam Sadık'tan (a.s) şöyle buyurduğu nakledilmektedir:

"Kim elini halktan korursa -onlara zulmetmezse- bir eli korumuş olur; ama -bunun karşısında- ondan bir çok eller korunmuş olur."

Bu yüzden bazı doğruluk ve takva iddiasında bulunan kimselerin "ben halka aldırış etmem, kimseye ihtiyacım yoktur, halk da kim oluyor?" gibi insanlarla iyi geçinmemenin bir nişanesi olan sözleri, hep nefsin hava ve hevesine uymaktan ve Ehl-i Beyt'in (Allah'ın selamı onlara olsun) yolunu bilmemekten kaynaklanıyor.

Öte yandan cahil bir kimse insanlara dalkavukluk etmeyi, onlarla iyi geçinmek olarak zanneder ve Allah'ın emrettiği halkla iyi geçinmenin yağcılık anlamına geldiğini zanneder. Oysa ki, bunların birbirinden farklı olduğu malumdur. Kınanmış olan dalkavukluk, kötü işleri iyi göstermeğe veya halktan umduğu bir menfaat için, kötü işi reddetmemeğe denir.

Bu hasletin güzel olup hayra vesile olduğunu gösteren delillerden biri, İmam Zeynu’l-Abidin'in (a.s), Kerbela vakıasından sonra Şam'a esir olarak götürüldüğü sırada, Şam'lı adama karşı gösterdiği yumuşaklıktır.

Hz. Zeynu’l-Abidin'i (a.s), Yezid'e esir olarak götürdüklerinde Şamlı adamla arasında şöyle bir sohbet geçmiştir:

Şam'lı: "Allah'a hamd olsun ki, sizleri öldürdü, bid'atınızı boşa çıkardı ve halkı sizden kurtardı."

İmam (a.s): "Ey yaşlı adam! Kur'an okuyor musun?" Adam; "Evet okuyorum" dedi.

İmam (a.s): "De ki, ona (risalete) karşılık olarak yakınlarımı sevmekten başka sizden bir karşılık istemiyorum" ayetini okudun mu?.

Adam; "Evet" dedi.

İmam (a.s); "Allah, siz Ehl-i Beyt'ten her türlü pisliği gidermek ve sizleri tertemiz kılmak ister" ayetini okudun mu? Adam "Evet" dedi.

İmam Zeynu’l-Abidin (a.s); "Ey yaşlı adam, "Yakınlarının hakkını ver" ayetini okudun mu? Adam; "Evet" dedi.

İmam Zeynu’l-Abidin (a.s); "Biz Peygamber'in yakınları ve onun Ehl-i Beytiyiz" buyurdu.

Bunu duyan yaşlı adam ağlamaya başladı ve elini göğe kaldırıp, Hz. Hüseyin (a.s)'ın katilinden beraat ederek tövbe etti.

Yumuşaklık o yaşlı adamı böylece hayra çekmiştir. İşte şerri önlemek veya hafifletmek için yapılan ve bir çok hayırlara vesile olan yumuşaklık budur. Bu ise dalkavukluktan farklıdır.

İyi geçinmek bazen karşı tarafın şerrini defetmek içindir ve bazen de onu hayra çekmek amacıyla olur. Bütün bunların iyi oluşunda şüphe yoktur. Ama eğer korkudan veya bir etkisi olmamasından dolayı olursa bu durumda iyi geçinmek, şefkat, güler yüzlülük, eziyete tahammül en iyi savunma metodudur. Allah Teala, bu konuda buyuruyor ki: "İyilikle, kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir. Buna da, sabredenlerden ve büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulamaz."[4]

Başka bir ayette ise şöyle buyuruyor: "Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür, ya da içi titrer korkar."[5]

Usul-u Kâfi'de, İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir:

Bir gün Resulullah (s.a.a), Aişe'nin yanındayken, adamın biri içeri girmek için izin istedi. Resulullah (s.a.a), Aişe'ye "Bu ne kötü bir insandır!" buyurdu. Aişe, kalkıp içeri girdikten sonra, Resulullah (s.a.a), o adamın içeri girmesine müsaade etti. Adam içeri girince, Resul-i Ekrem (s.a.a) ona güler yüzlü davrandı. Sohbeti bitince de adam kalkarak oradan ayrıldı. Aişe, "Ya Resulullah" dedi. "Siz bu adamın hakkında öyle buyurduğunuz halde onu güler yüzle karşıladınız -bunun sebebi nedir?-" O hazret, "Ağız bozukluğu yüzünden, insanların kendisiyle muaşeretten hoşlanmayan kimse, Allah'ın en kötü kuludur" buyurdu.

Bütün bunlar bir nevi takiyye olan iyi geçinmek içindir. Takiyyenin methinde ise sayısız rivayetler vardır. Hatta "Allah yanında sizin en üstününüz en takvalı olanınızdır" ayeti de, "Allah yanında sizin en üstününüz, takiyyede en ılımlı olanınızdır" diye tefsir edilmiştir. Ve hatta "Dinin onda dokuzu takiyyedir" denilmiştir.

Usul-u Kâfi'de, Hemmad b. Vakidi-l Fehham şöyle rivayet eder: "Yolda İmam Sadık'la (a.s) karşılaştığımda o hazretten yüzümü çevirerek yoluma devam ettim. Sonra huzuruna çıktığımda "Fedanız olayım, ben bazen sizi gördüğümde rahatsız etmiş olmamak için yüzümü sizden çeviriyorum" diye arz ettim. Bunun üzerine İmam (a.s) buyurdu ki: "Allah'ın rahmeti senin üzerine olsun. Ama falan yerde bir adam beni görünce selam verdi; bu hareketi hiç de iyi bir hareket değildi."

Görüyoruz ki, İmam'ın (a.s) durumunu gözeterek ona selam vermeyen kimse, İmam'ın, kendisine rahmet okumasına hak kazanmıştır; o hazretin durumunu gözetmeyerek selam veren kimseden ise İmam (a.s), "iyi bir iş yapmadı diye yakınmaktadır. O halde bu hadisten ve benzerlerinden anlaşılıyor ki, mümini ağırlamak başkalarının ona düşmanlık etmesine ve fitne çıkmasına sebep olacaksa, bu durumda onu ağırlamak ona saygı göstermemekle olur. Bazen de mümini ağırlamak, onu eleştirmekle olur. Nitekim masum imamlarımızdan bazıları bazı özel ashabı hakkında böyle yapmışlardır. Bu ise geminin soygunculardan kurtulması için Hz. Hızır'ın onu delmesine benzer.

Üçüncü haslet ise sabırdır. Şüphesiz bu dünya müminin zindanıdır. Zindanda rahatlık düşünülebilir mi?

Rivayet edildiğine göre bir adam, kendi sıkıntısını İmam Sadık'a (a.s) yöneltip şikayette bulundu. İmam Sadık (a.s) ona "sabret" buyurdu. Allah sana bir kurtuluş yolu açacaktır." Sonra biraz susup o adama bakarak "Kufe hapishanesinin nasıl olduğunu biliyor musun?" diye sordu. Adam "dar ve pis kokulu bir yerdir ve mahpuslarının durumu tassavur edilemeyecek kadar kötüdür." dedi.

İmam Sadık (a.s): "Bu dünyada hapiste olduğun halde; bir de rahatlık mı istiyorsun?" dedi.

Mümine dünya hayatı, orada çektikleri musibetlerden ziyade, Ahirete özleminden olan dolayı hapis hane olur, ya dünyaya meyletme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğundan ona bel bağlamaması ve ondan nefret etmesi için; hikmet ve rahmet sahibi Allah Teala, onu çeşitli belalara müptela eder ya da sevabı gerektiren itaat ve ameli zayıf olan birisi olur ve Allah Teala şefkat ve merhametiyle onu musibetlere tahammül etmek sevabına kavuşturmak ister ve böylece dünya hayatı ona hapishane olur.

İmam Cafer Sadık (a.s) buyurmuştur ki:

"Eğer insan musibete duçar olmakla, kavuştuğu mükafat ve sevabı bilseydi, makasla etinin doğranmasını bile arzu ederdi."

Yine buyurmuştur ki:

"Müminlerden biri bir belaya tutulur ve buna sabrederse, ona bin şehide verilen sevap verilir."

Yine buyurmuştur ki:

"Bazen kulun Allah indinde öyle bir makamı olur ki, o makama ancak şu iki hasletten biriyle kavuşabilir, ya malının elinden çıkmasıyla veya vücudunun bir belaya duçar olmasıyla."

Demek bir belaya duçar olmak mümin için ya sevap ve manevi makam sayılır ya da cezalandırma ve günahının keffareti; hangisi olursa olsun akıl sahipleri tarafından sevilir ve hoş kabul edilir.

Mükafat olan kısmı bellidir; cezalandırma olan kısmı ise, Ehl-i Beyt'ten gelen hadislerde açıklandığı üzere, Allah'ın keremi'nin mümin kulunu iki defa cezalandırmamayı gerektirdiği için, mümin bir şahısa düşen şey sabretmektir. Çünkü Allah Teala belayı yaratmadan sabrı yaratmıştır.

Usul-u Kafi'de, Hz. Ali (a.s)'dan nakledilen bir hadise göre, Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:

"Sabır üç kısımdır: Musibete karşı olan sabır; itaate sabır; ve günaha düşmemek için sabır.

Kim musibete sabreder ve güzel bir tahammülle onu geride bırakırsa, Allah onun için üç yüz derece yazar, her bir derecenin arası yer ile göğün arası kadardır. Kim bir itaate sabrederse, Allah ona altı yüz derece yazar, bir dereceyle diğerinin arası yerin ortasından arşa kadardır. Ve kim de günaha düşmemek için sabrederse, (direnirse) Allah ona dokuz yüz derece yazar ki, her bir dereceyle diğerinin arası yerin ortasından arşın sonuna kadardır."

Yine Usul-u Kâfi'de, İmam Sadık (a.s)'dan şöyle rivayet edilmiştir:

"Bizler sabredeniz ve Şiamız bizden daha sabırlıdır."

Ravi diyor ki, Ben "canım sana feda olsun; nasıl Şialarınız sizden daha sabırlı olabilir?" diye sorduğumda, İmam (a.s) buyurdu ki:

"Biz (mükafatını) bildiğimiz şeyler için sabrediyoruz,  ama onlar (sırf bize muhabbetleri olduğu için mükafatını) bilmedikleri şeyler için sabrediyorlar."

İmamların şefkatine bak. Şianın küçük musibetler karşısında önemsiz sabırlarını, kendilerinin büyük musibetleri karşısındaki sabırları derecesine çıkarıyorlar. Amaçları kendilerine katarak, onların kopup helak olmalarını önlemektir. Zira onları kendilerinden saymadıkları ve kendi saflarında yer vermedikleri takdirde, onların bir kurtuluş yolu olmadığını biliyorlar. Ehl-i Beyt'le birlikte oldukları takdirde, artık hepsini reddetmek mümkün değildir ve hepsini kabul etmek gerekir. Ama eğer; her biri kendi hükmüne tabi tutulursa, Şiaları kesinlikle kurtulmazlardı. Bu yüzden Şialarından son istekleri, en azından zahirde onlara kendilerini benzetmeleridir. Bu konuda Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:

"Kendisini bir kavme benzetenin, o kavimden olması umulur."

Daha sonra imamlar kendi şefaat ve dualarıyla bunu kemala eriştirmek istiyorlar. Seyyid ibn-i Tavus diyor ki: İmam Mehdi'nin, (Allah zuhurunu yakınlaştırsın) Samırra şehrinde şiilerine şöyle dua ettiğini duydum:

"Allah'ım, şiilerimiz bizdendir. Onlar bizim toprağımızın geri kalanından yaratılmış ve bizim vilayetimizin nuruyla yoğrulmuşlardır. Onların işini bize hevale et. Bizim muhabbetimize güvenerek yaptıkları günahları ört. Hesap anında terazileri hafif olursa, hayırlarımızın fazlasıyla onların terazilerini ağırlaştır."

O hazretin, şiilerinin onlardan koparak yalnız kalmalarını önlemek için, onları nasıl kendilerine katmağa çalıştıklarına dikkat et. Bazen yaratılışta onların kendilerinden olduğunu buyuruyor, bazen onların günahlarının Ehl-i Beyt'in sevgisine güvenmeleri nedeniyle olduğunu söylüyor, bazen de Allah Teala'ya onların eksikliklerini, kendi hayırlarının fazlasıyla doldurması için yalvarıyor.

Kardeşim; bizim bilmediğimiz şeyleri onlar biliyor; onlar, günahın kendisine değil, kime karşı günah işlediğine bak demişlerdir. Onlar, günahlarımızdan kaynaklanan tehlikeyi bildiklerinden ve helak olmamızdan endişelendiklerinden dolayı, bizleri selametliğe götüren kurtuluş yoluna hidayet etmişlerdir. Bu da mümkün olduğu kadar onlara benzemek doğrultusunda çaba harcayarak, bir an bile onlardan ayrılmamayı kendine amaç edinmekle olur.

İmam Rıza'nın (a.s) buyruğu da bu doğrultudadır. Yani İmam'ın sünneti olan zorluklarda sabırlı olmayı, kendine sünnet edinmeğe çalışmaktan bir an bile gaflet etmemelidir. Gerçekte, üç dereceden ibaret olan musibet karşısında sabretmek, itaate sabretmek ve günah karşısında sabretmek, bütün sünnetleri içermektedir.

Burada, Allah Teala'nın bizleri de Ehl-i Beyt'i önder edinerek, onlara uymaya muvaffak kılması ümidiyle, o hazretin, farz derecesinde ehemmiyet verip amelen bağlı oldukları sünnetlerinden bazılarına işaret ediyorum:

1- SÖZÜNDE DURMA

O hazretlerin hayatlarını incelediğimizde, o hazretlerin, bir engelle karşılaşıp vaadini yerine getirememe korkusundan, müminlerin bir vaatte bulunmamalarını tavsiye ettiklerini görüyoruz. Vaadini yerine getirmek ise, o hazretlere göre çok önemli bir konudur.

Bu durumda, mümin bir kimse karşılaşılabilecek olayları kontrol edemeyeceğinden bir vaatte bulunmamalıdır. vaatte bulunduğu takdirde ise kesinlikle vaadini yerine getirmelidir. Aksi durumda Ehl-i Beyt'in (Allah'ın selamı onlara olsun) sünnetinden uzak olup, bununla Ehl-i Beyt'e uyanların simge ve nişanesinden çıkıp (Allah korusun) diğerlerine benzer.

Resulullah'ın, (Allah'ın selam ve rahmeti ona ve Ehl-i Beyt'ine olsun) hayatının son anlarında borçlarını vermesinin yanı sıra, vaatlerini de yerine getirmesi için Hz. Ali'yi vasiy tayin etmesi, bunun apaçık örneğidir. Çünkü o hazrete göre, vaatte bulunmak da borç gibi farz bir hak olarak kabul edilmesiydi. Ölümün gelip çatmasını bir mazeret sayarak, borçlarını vermesi için vasi tayin ettiği gibi, vaadini yerine getirmesi için de vasi tayin etmezdi. Elbette Ehl-i Beyt'in (Allah'ın selamı onlara olsun) sünneti olan, vaadini yerine getirmeye önem vermekten maksadın, bir engelle karşılaşıp mazereti olmanın yanı sıra, vaadini yerine getirmenin de mümkün olduğu takdirdedir. Ama herhangi bir engel söz konusu olmadığı takdirde, vaadini yerine getirmenin gerekliliği apaçık bellidir. Çünkü herhangi bir engel ve mazeret söz konusu olmaksızın vaadini yerine getirmemek, en alçak insan için bile, bir eksiklik ve kabahattir. O halde bunu, diğerlerinin uyması gerekli olan Ehl-i Beyt'in (Allah'ın selamı onlara olsun) sünnetinden saymak doğru değildir.

2- KARŞILIKSIZ İHSAN ETMEK

O hazretlerin sünnetlerinden biri de; farz olandan ve vaadinden fazla ihsan etmektir. Çünkü o hazretler vaadı, farz olarak kabul ederlerdi. Resulullah (Allah'ın selam ve rahmeti ona ve Ehl-i Beyt'ine olsun) vaadini iyi bir şekilde yerine getirirdi. Yani o hazret aldığı borcu geri verirken, aldığı miktardan bir miktar da fazla verirdi. Ehl-i Beyt'in (Allah'ın selamı onlara olsun) sünnet ve gidişatı ise "Câmia" ziyaretinde olduğu gibi, ihsan ve kerem idi. Kısacası onlar, Allah Teala'nın şu ayetinin apaçık örnekleriydiler: "Allah adalet ve ihsana emreder"[6] Hz. Ali, (Allah'ın selamı ona olsun) el emeğiyle bin köle azad etti. Bunun yanısıra onları normal bir hayata kavuşturmak için sermaye de verirdi. Yine o Hazret, Mekkeli bir araba dört bin dirhem vaadin da bulunduğundan dolayı, Resulullah'ın (s.a.a) mübarek elleriyle yaptığı bağı satarak, vaadini fazlasıyla yerine getirdi.

Velhasıl, vaat ve farz hakkı yerine getirirken, az bir şeyle de olsa, fazla ihsanda bulunmanın nefislerde apayrı bir yeri vardır. O hazretler ise, bunu kendilerine bir prensip edinmişlerdi.

3- KENDİSİNİN İHTİYACI OLDUĞU HALDE DİĞERLERİNİ KENDİSİNE TERCİH ETMEK

Allah Teala Kuran-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:

"Kendilerinin ihtiyacı olduğu halde, diğerlerini kendilerine tercih ederler."[7] 

Mümin bir kimse, diğerlerini kendine tercih etmeyi amaç edinmelidir. Aksi takdirde bazen de olsa kendini sevmek ve nefsi hava ve hevesleri onu zulüm ve insanlık dışı hareketlere zorlar. Böyle bir kimse ise mümin olamaz. Çünkü insanlar, mümin kimsenin şerrinden amanda olmalıdır. Ama, diğerlerini kendine tercih etmeyi kendine gerekli kılan kimse diğerlerine zulmetmez. Çünkü, en fazla nefsi onu insafı terk etmeğe zorlar. Ama artık haddini aşıp hakları terk etmez. O halde diğerleri onun zulmünden amanda olurlar.



[1]- Cin/26.

[2]- El Araf/199.

[3]- Fecr/28.

[4] - Fussilet/34-45.

[5] - Tâhâ/44.

[6] - Nahl/90.

[7] - Haşr/9.