0-05   5-30   30-65    65-110

İmam Bâkır'ın (a.s) İmamet Dönemi

İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) yaşamı, aynen İmam Seccad'ın (a.s) yaşamının mantıksal devamıdır. Şimdi artık bir topluluk meydana gelmiş ve Şia kendi benliğine dönmüştür. Kerbela olayı ve ondan sonraki Tevvabin ve Hirre vak'ası gibi kanlı kıyamlar ve halifelerin baskıları neticesinde birkaç yıl dondurulan, çok gizli ve biraz da net olmayan ifadelerle yürütülen Şia daveti, artık İslâm topraklarının bir çok yerinde, özellikle de Irak, Hicaz ve Horasan'da kök salmış durumdadır. Geniş bir kitleyi kendisine bağlamıştır, hatta sınırlı bir çerçevede "teşkilat" denilebilecek bir fikrî ve amelî bağa dönüşmüştür.

İmam Seccad'ın (a.s), "Bütün Hicaz'daki dostlarımızın sayısı yirmiye ulaşmaz."[1] dediği günler çok geride kalmıştı. İmam Bâkır (a.s) Mescid-i Nebevi'ye girdiğinde, Horasan ve diğer bölge insanlarından oluşan kalabalık bir topluluk etrafını sararak, fıkıhla ilgili sorular yöneltiyorlardı. Tavus-i Yemani, Katade b. Diame ve Ebu Hanife ve İslâm topraklarında ün salmış diğer din bilginleri -imamet ehli olmayan-, İmamın her yönlü ilminin yankısını duyup, yararlanmak veya bir takım konularda tartışmak için ona yöneliyorlardı. Kümeyt Esedi gibi bir şairin şaheseri sayılan "Haşimiyat" adlı kasideleri elden ele ve dilden dile dolaşarak Âl-i Muhammed'in (s.a.a) hak, ilim, fazilet ve üstünlüğüne aşina ediyordu insanları.

Diğer yandan da Mervani halifeler, Abdülmelik b. Mervan'ın (ölüm, h: 86) yirmi yıllık iktidarının sona ermiş, hareket ve eylem düşüncesi taşıyan kafaların ezilmiş ve muhalefet alevlerinin söndürülmüş olmasından memnun ve kendilerini emniyette hissetmektedirler. Hem kolaylıkla kendilerine intikal eden hilafet metaının kıymetini bilmemekte, hem de o makam ve mevkiin gereği olan meşgalelerle gün geçirmekte olduklarından dolayı Şiîlikle pek uğraşmıyorlardı. Neticede İmam ve yaranı, rahatsız edici saldırılardan, az da olsa amanda idiler...

Kısacası şartlar, bir kaç yönden Şiîlik ve imamet mektebi lehine değişmişti. Bu durumdan ister istemez şu sonuç çıkarılabilir: İmam Bâkır (a.s) imameti döneminde, Şia'nın faaliyet ve mücadelesini son merhalesine taşımak üzere önemli bir adım attı. Bu adım, İmam Bâkır'ın (a.s) imamet döneminin en belirgin göstergesidir aynı zamanda.

Özetle İmam Bâkır'ın (a.s) İmamet Dönemi

İmam Bâkır'ın (a.s) 19 yıllık imamet dönemi (h:95-114) şöyle özetlenebilir:

Babası -İmam Seccad (a.s)- ömrünün son anlarında onu kendi yerine ve Şia'nın önderliğine tayin eder ve bunu, diğer evlatları ve akrabaları huzurunda gerçekleştirir. Rivayetlerin dilinde ilim veya Resulullah'ın (s.a.a) silahını ihtiva eden bir sandığı ona göstererek buyurur: "Ey Mu-hammed, bu sandığı evine götür."

Sonra da yanındakilere dönerek, "Dirhem ve dinar değil, ilim sandığıdır bu." buyurur.[2]

İmam bu tabirleri kullanarak, ilmî-fikrî (ilim) önderliğin ve inkılâbî komutanlığın (Peygamberin silahı) mirasçısı olarak tanıtır, İmam Muhammed Bâkır'ı (a.s).

Şiîliğin ilkeli ve inkılâbî davetini yaymak için İmam ve samimi dostlarının başlattığı faaliyet, daha ilk günlerde yeni bir şekil aldı. Bu davet, Medine ve Kufe gibi Şia nişin beldelere, özellikle Emevî saltanat merkezinden uzak kalan İslâm topraklarının bazı bölgelerini de katarak Şiî düşünce tarzı kapsamına aldı. Bu bağlamda, Şiî tebligatının en çok etkili olduğu ve rivayetlerde de vurgu yapıldığı yerin Horasan olduğunu görmekteyiz.[3]

Bu yorucu süreç içinde İmam ve yaranını, dur-durak bilmez harekete sevk eden, ısrarla ilâhî vazifeyi hatırlatmasının saikı, sosyal ve düşünsel gerçeğin üzücü bir durumda oluşudur.

Toplum bireyleri, bir yandan, almış oldukları yıkıcı ve kof eğitim neticesinde her geçen gün sosyal yozlaşma batağına gömülüyor ve halkın geneli de yöneticileri gibi, imamet makamının kurtuluş çağrısına kulak asmıyor ve bu durum "Davet ettiğimizde, bize icabet etmezler."[4] cümlesiyle tarihe geçiyordu; diğer yandan da, mezkur sapıklıktan kurtulmak için tutunabilecekleri hiçbir dal kalmamıştı. Bu insanları hidayete götürecek Şia'nın himmet ve çağrısı olmasaydı hepten dalalette kalacaklardı. Yukarıdaki hadisin devamında, bu gerçeğe şu cümle ile vurgu yapmıştır:

"Kendi hâllerine bıraktığımız takdirde ise, başka hiçbir vesileyle hidayet bulamazlar."[5]

Bu sosyal yozlaşma ve dengesizliğin bilincinde olan İmam, düşünsel ve kültürel alanda inhirafın müsebbibi olan satılmış şair ve âlimler karşısına dikilerek serzeniş akımı başlatır. Ola ki o uyuşuk vicdanları veya en azından olup bitenlerden bihaber müritlerinin vicdanlarını uyandırsın.

Dönemin şairlerinden olan Kesir'i şu cümlelerle serzeniş eder:

"Abdülmelik'i översin öyle mi?!"

Kesir de bunun altından çıkmak için pişkinlikle şöy-lesi bir yorum getirir:

"Ben, hidayet önderi olarak övmedim onu. Sadece aslan, güneş, deniz, ejderha ve dağ gibi sözcükler kullanarak aralarında bir benzerlik kurmak istedim. Aslan köpek türünden bir hayvan, güneş donuk bir cisim, deniz cansız bir gövde, ejderha pis kokulu bir sürüngen, dağ ise taş yığınıdır. İmam, bu anlamsız ve yersiz yorum karşısında manidar bir tebessüm eder.

Bu arada, devrimciliği ve ilkeliliğiyle tanınan yüce şair "Kumeyt" kalkarak Haşimi kasidelerinden birini inşat eder. Böylece bu tür sanat karşısında farklı bir sanat ortaya koyarak yorumu, oracıkta bulunanlara ve bu olayı duyacak olanlara bırakır.[6]

Halk nezdinde yüce itibar ve kişilikle anılan İbn-i Abbas'ın meşhur öğrencisi İkrime, bir gün İmamın ziyaretine gelir. İmamın vakar, maneviyat, ruhî ve ilmî enginliğinin etkisinde kalarak, elinde olmaksızın İmamın eteğine sarılıp hayretle şöyle der: "İbn-i Abbas gibi büyük insanlarla haşır neşir olduğum hâlde hiç böyle bir duruma düşmemiştim."

İmam bu söze cevaben buyurur: "Yazıklar olsun sana, ey Şamlıların naçiz kölesi! Şu anda sen, Allah'ın izniyle yücelen ve içerisinde (Allah'ın) ismi anılan evlerdesin."[7]

İmam, uygun bulduğu her fırsatta Şia'nın içler acısı ve perişan durumunu, hakim güçlerin, kendisi ve yaranı üzerindeki baskısını dile getirmekle gafil insanların duygularını dinamize etmeyi, ölü ve durgun kanlarına can katmayı ve de uyuşmuş kalplere canlılık bahşetmeyi hedeflemektedir. Kısacası, insanları ciddi eğilim ve inkılâbî yönelişlere hazırlama gayreti içindedir.

"Nasıl sabahladınız ey Peygamber evladı!" diye soran birine İmamın cevabı şöyledir: "Nasıl sabahladığımızı ve nasıl olduğumuzu bilmenizin zamanı gelmemiş midir?! Bizim durumumuz, Firavunların hüküm sürdüğü toplumda, erkek çocukları öldürülen ve kadınlarına yaşam hakkı verilen İsrail oğulları durumuna benzemektedir. Biliniz ki bunlar (Ümeyyeoğulları), oğullarımızı öldürmekte, kadınlarımızı ise esir etmektedir."

Damarlarda donmuş kanı coşturan bu sözlerden sonra, asıl konudan ibaret olan Şia davasını ve Ehlibeyt hükümetini dile getirir: "Hz. Muhammed'in (s.a.a) Arap olduğuna dayanarak Araplar, her milletten üstün olduklarını savundular ve bu düşünce karşısında her kes boyun eğdi. Kureyş kabilesi, Hz. Muhammed'in (s.a.a) kendilerinden olduğuna sarılarak Kureyş'in üstünlüğünü ileri sürdü ve diğer kabileler buna teslim oldu. Bu iddianın doğruluğuna inanıyor iseler, biz Kureyş'in diğer boylarından daha üstünüz. Çünkü biz Hz. Muhammed'in (s.a.a) evlatları ve Ehlibeytiyiz, bu yakınlıkta da kimse bizimle ortak değildir."

Bu sözlerin tesiriyle bir hayli duygulanan adam, "And-olsun Allah'a, Peygamber ailesine sevgi besliyorum!..." der.

Fikrî, kalbî ve amelî (velayet) yönden tam bir bağlılık sınırına getirdiği adama, İmamın şuur ve bilinç verici son sözü şöyledir: "Öyleyse kendini belalara hazırla! Andolsun Allah'a, bela bizim Şiîlerimize, dağın eteğine doğru yol alan selden daha yakındır. Emniyet rahatlığının önce bize sonra size ulaştığı gibi, bela da önce bize sonra size isabet eder."[8]

İmam ile Şiîler arasındaki ilişki sınırlı olmakla birlikte bir hayli özelliklere de sahipti. İmam bu ilişkilerinde, canlı bir beden ile uzuvları arasında bağlantı sağlayan beyin, diğer aza ve organları besleyen kalp konumundadır.

İmam ile Şiîler arasındaki ilişkiye ışık tutan mevcut bilgiler, bir yandan fikrî eğitimin çok net bir şekilde gerçekleştirildiğini ve öte yandan da ilişkilerin en ince detayları üzerinde bile hesap yapıldığını göstermektedir.

İmamın en yakın dostu ve sırdaşı olan Fuzeyl b. Ye-sar,[9] bir hac mevsiminde İmamın maiyetindedir.

İmam, Kâbe etrafında dönen hacılara bakarak şöyle der: "Cahiliyet döneminde de aynı şeyi yaparlardı! Oysa ki bu insanlar bize doğru akın etmek, bizi sevmek, bize bağlanmak ve yardımlarını bize sunmakla yükümlüdürler. Kur'ân-ı Kerim (İbrahim'in dilinden) şöyle buyurur: "Allah'ım! Halkın kalplerini bunlara istekli kıl."

İmam kendisiyle ilk defa karşılaşan Cabir-i Cu'fi'ye, Kûfeli olduğundan kimseye bahsetmemesini ve kendini Medineli gibi göstermesini tavsiye etmekle, imamet ve Şiîlik sırrını taşıma kabiliyeti olan bu yeni öğrencisine sır saklama dersi verir. "İmamın sırdaşı" unvanını alan da bu yetenekli ve kabiliyetli öğrencidir.

Nü'man b. Beşir şöyle bir olay anlatır: Bir yıl hac ziyaretinde Cabir ile birlikteydim. Son günümüzde vedalaşmak için Medine'de İmam Bâkır'ın (a.s) huzuruna varıp sevinçle yanından ayrıldı.

Kûfe'ye dönerken konakladığımız bir yerde bir adam yanımıza geldi. -Nü'man, gelen adamın özelliklerini ve Cabir'le kısa konuşmasını da nakleder- Cabir'e bir mektup verdi. Cabir, mektubu öpüp gözünün üstüne koyduktan sonra açıp okudu. Mektubu okudukça yüzündeki üzüntü ve hüznün daha bir belirginleştiğini hissediyordum. Mektubu sonuna kadar okuduktan sonra katlayıp eşyaları arasına koydu. Kûfe'ye varıncaya kadar hiç gülmedi, hep mahzundu. Kûfe'ye vardıktan bir gün sonra Cabir'in ihtiramını gözetme amacıyla ziyaretine gittim. Hayretimi giz-leyemediğim bir manzarayla karşılaştım. Cabir çocuklar gibi kamışa binmiş, boynuna koyun ekleminden bir gerdanlık takmıştı ve hiçbir anlamı olmayan şiirler okuyordu. Evden dışarı çıkıp bana baktı ve hiç bir şey söylemedi. Ben de bir şey söylemedim ve elimde olmaksızın bu hâline ağlamaya başladım. Çocuklar etrafımızı sardılar. Cabir hiçbir şeye aldırmadan yürümeye başladı. Nihayet geniş bir araziye vardı. Çocuklar da onu takip ediyordular. Her kes birbirine "Cabir b. Yezid delirmiştir." diyordu.

Birkaç gün sonra Hişam b. Abdülmelik'ten Kûfe valisine bir mektup geldi. Mektupta şöyle diyordu: "Cabir b. Yezid-i Cu'fi'nin kim olduğunu araştır, bul ve boynunu vurup bana gönder."

Vali araştırmaya koyuldu, etrafına sorunca: "Emir sağ olsun! Cabir fazilet, hadis ve ilimden nasibini almış bir insandı. Bu yıl hacca gitmişti, döndükten sonra delirdi ve şimdi kamışlıkta bir kamışa binmiş çocuklarla oynuyor."

Nü'man olayın akışını şöyle anlatır: "Vali mutmain olmak için Cabir'i görmeye gitti. Cabir'i, kamışa binmiş bir vaziyette çocuklarla oynadığını görünce, 'Allah'a şükürler olsun ki beni onun katlinden uzak kıldı.' dedi."[10]

Bu örnek, İmamın yakın ashabıyla olan ilişkisinin keyfiyetini açıklamakla birlikte, teşkilatî bir ilişki ve bağlılığın varlığını ve hükümetin de bu müslih insanlara karşı baskıcı tutumunu yansıtmaktadır. Bu arada -her şeyden çok kendi gücünü korumayı ve konumunu güçlendirmeyi düşünen- egemen güç, İmam ile yakın dostları arasındaki ilişkiden ve toplu etkinliklerinden hepten de habersiz değildi; mevcut istihbaratı değerlendirerek çalışmaların künhüne inme ve karşı taktik geliştirme çabası içindeydi.[11]

Gitgide İmamın ve Şiîliğin genel ortamının, haksızlıklara itiraz ve muhalefet görünümü kendini hissettiriyordu ve bu, Şia İmamlarının yaşam tarihinde yeni bir dönemin başladığını müjdeliyordu.

Tarih, hadis ve siyer kitaplarında, İmam Bâkır'ın (a.s) muhalif ve nispeten sert çıkışlarından bahsedilmiyor ise de bu, o döneme hakim yoğun baskıdan ve İmamın siyasî yaşamından haberdar tek merci olan dostlarının korunması için takiyyenin kaçınılmazlığından kaynaklanmaktadır; ama bunlarla birlikte uyanık düşmanın planlı tepkilerine bakarak herkesin faaliyetinin arkasındaki hakikate ulaşmak mümkündür. Hişam b. Abdülmelik gibi güçlü ve yönetici ruhlu biri -ki Belazuri'ye göre en güçlü Emevî halifesidir-[12] İmam Bâkır (a.s) veya bir başkasına asık surat gösteriyorsa bunun sebebi, karşı tarafın tutum ve davranışlarından bir tehdit sezinlemesi ve varlığını kabullenememesidir.

İmam Bâkır'ın (a.s) düşünce ve teşkilat alanında değil, sadece ilmî alanda faaliyeti olsaydı şayet, halife ve erkanı, kesinlikle şiddet ve baskı uygulamayı çıkarlarına aykırı bulurlardı. Çünkü bu durumda, hem İmamı -ki bunu, Fahh şehidi Hüseyin b. Ali'nin kıyamında tecrübe etmişlerdi- ve hem de azımsanmayacak sayıda olan İmamın dostlarını ciddi bir muhalefete sevk etmiş ve öfkelendirmiş olacaklardı.

Aslında vurgu yapmak istediğimiz, İmam Bâkır'ın (a.s) ömrünün sonlarında egemen düzenin nispeten baskıcı tutumu karşısında İmamın da nispeten sert tepki gösterdiği gerçeğidir.

İmamın Şam'a Sürgün Edilmesi

İmam Bâkır'ın (a.s) son döneminde vuku bulan önemli olayların en meşhuru, İmamın, Emevî saltanatının başkenti Şam'a sürgün edilmesidir. Bu sürgün olayının ardındaki gerçek ise İmamın Emevî saltanatına karşı sürdürdüğü mücadele yöntemini deşifre etmekti. Bu nedenle İmam (bazı rivayetlere göre en yakın yar ve yareni olan genç yaştaki oğlu İmam Sadık (a.s) ile birlikte) yakalanarak Şam'a gönderilir. İmam Bâkır (a.s), Hişam'ın Şam'daki sarayına getirilir. Halifenin kurduğu komplo gereği, imamın saraya girdiği anda devlet erkanının üstlendiği rol ifa edilecekti.

Senaryoya göre önce halife, ardından da devlet erkanı iftira ve hakaret yağmuruna başlayacaktı. Bu komplo ile varılmak istenen iki amaç vardır:

a) Hakaret ve iftiralarla İmamın ruhiyesini zayıflatmak ve böylece de yapılması gerekli görülen her iş için zemin hazırlamak.

b) Karşı ve hasım iki akımın en üst düzey önderleri arasında gerçekleşen görüşmede düşmanı mahkum ve mağlup etmek. Bu mağlubiyet haberini yaymakla da- ki bu, halifenin her türlü emre amade hatip, memur ve casusları tarafından rahatlıkla uygulanabilecek türden bir görevdi- karşı akım ve cephenin faal dinamiklerini pasi-fize etmek ve silahsız konuma getirmek amaçlanıyordu.

İmam Bâkır (a.s) halifenin meclisine girer, teamüller gereği halifeyi "Müminlerin Emiri" lakabıyla selamlaması gerekirken, diğer insanlara yönelip el işaretiyle onları muhatap seçer ve selamlar. Sonra da oturması için halifenin iznini beklemeden oturur. İmamın halife tarafından beklenmedik bu tavrı, halife Hişam'ın kalbindeki kin ve hasedi ateşler. Ve hazırlanan komplo devreye girer.

"Siz (Ali oğulları) her zaman Müslümanların birliğini bozmuş, onları kendinize (itaat etmeye) davet etmekle de Müslümanlar arasında bozgunculuk ve nifak sebebi olmuşsunuz. Akılsızlık ve cahilliğiniz sonucu kendinizi imam ve önder sanmışsınız."

Hişam bu ve benzeri iftira ve hakaretleri sıraladıktan sonra susar ve senaryonun ikinci perdesi açılır. Hişam'ın çanak yalayıcıları ve uşakları da aynı türden hezeyanları tekrar ederek İmam Bâkır'ı (a.s) zemmederler.

Bütün bunlar gerçekleşirken İmam sessiz ve dinlemektedir. Nitekim herkes susar ve İmam ayağa kalkarak Allah'a hamd-ü sena ve Peygambere (s.a.a) selam ettikten sonra kısa ama sarsıcı cümlelerle, onların amaçsız ve yitik bir yaşam içinde olduklarını yüzlerine vurur; hiçbir şekilde özgürlük ve yetki sahibi olmadıklarını, alet ve kul olduklarını bir kırbaç misali başlarına indirir. Sonra da en yüce İslâmî ölçü (hidayet) olan kendi konumunu ve babalarının iftihar dolu geçmişini ve de tarihteki ilâhî sünnet ve yasalarla özdeşleşmiş olan kendi yolunun iyi akibetini vurgulayarak muhatapların sarsılmış ruhiyesini daha bir sarsar:

"Ey insanlar,[13] nereye gidiyorsunuz? Sizin için düşünülen sonuç nedir? Yüce Allah vasıtamızla sizin geçmişlerinizi hidayete erdirdi ve sonuncunuz da bizim elimizle son bulacaktır. Bu günkü saltanat sizin elinizde ise yönetimin geleceği bizimdir; ki bizim devletimizden sonra devlet olmayacaktır. Çünkü akıbet ehli bizleriz. Şanı yüce Allah da akıbetin, takva ehline ait olduğunu buyurur!"

-Mazlumiyeti ve tahakkümü, müjde ve tehdidi, ispat ve reddi bir arada toplayan- bu az ve öz beyan yayılacak ve insanlara ulaşacak olsa, insanları, söz sahibinin hakkaniyetine inandıracak bir cezbe gücüne sahiptir. Bu özlü sözü cevaplamak için öz güven gerekir... Bu ise İmamın muhataplarında olmayan şeydi. Zor ve kaba kuvvetten başka çare kalmamıştı. Hişam da bu doğrultuda hareket eder ve İmam Bâkır'ın (a.s) hapse atılmasını emreder. Yani amelen ruhsal zaaf ve mantıksal yetersizliğini kabullenir. İmam Bâkır (a.s) tutukluluk döneminde de gerçekleri ifşa ederek kendisi gibi zincire vurulmuş insanları etkiler. Zindandaki herkes İmamın sözlerini samimiyet ile kabullenir.

Zindan memurları durumu Hişam'a rapor ederler. Onlarca yıl boyunca ve özel bir titizlikle Şam'ı Ehlibeyti tebliğ ve davetten uzak tutan bir rejim açısından bu durum asla kabullenecek türden değildi. Bu yüzden Hişam, İmam ve maiyetindekiler için en uygun yerin yaşadıkları şehir yani Medine olduğunu, ancak kontrol ve baskıların artarak devam etmesi gerektiğini ve uygun görüldüğünde de son darbeyi indirerek düşmanı kendi evinde öldürme suretiyle zan altında kalmamanın daha doğru olduğunu düşünür...

Hişam'ın emri ile İmam ve maiyetindekiler yol boyunca mola vermeyen posta kervanıyla Medine'ye gönderilir. Yol üzerindeki şehir halkı da, bu istenmeyen kervanla katiyen kimsenin alış-veriş yapmaması, ekmek ve su satmaması hususunda uyarılır.[14] Üç gün üç gece bu minval üzere yol alınır ve nitekim kervanın su ve ekmeği tükenir. Medyen şehrine varılmıştır. Şehir halkı, halifenin emri gereği kapılarını kapatır ve bir şey satmaya yanaşmazlar. İmamın beraberindekiler açlık ve susuzluktan yakınmaktalar. İmam Bâkır (a.s) şehre bakan bir tepenin üzerine çıkar ve yüksek bir sesle şehir halkına haykırır: "Ey zalimler şehrinin insanları! 'Allah'ın sizin için saklamış olduğu, daha hayırlıdır; eğer iman etmişseniz!'[15] ayetinde 'saklamış olduğu' şeklinde ifade edilenden maksat benim!"

Bu haykırışın yankı bulması sonucu gerçekleştirilen yerinde bir uyanıklık ve cesaret halifenin kurduğu komployu bozar. Şehir halkından biri, cahil ve aldatılan hemşehrilerini uyarır ve bu haykırışın, Şuayb peygamberin kendi zamanında dalalete düşmüş insanlara haykırışının aynısı olduğunu hatırlatır. Bu gün, bu mesajın muhatabı olduklarını anlatmaya çalışır. Evet tarih tekerrür etmişti. Mesaj aynı mesajdı, mesajcı aynı mesajcıydı ve muhatapsa aynı muhataptı... Bu yerinde uyarı kalplerde yer bulur. Kapılar açılır ve halifenin emrini ayak altına alarak düzenin düşmanı kabul görür...[16]

Dönemin siyasî durum ve baskısına ışık tutan, dönemin insanlarının aptallaştırılmak istendiğini vurgulayan ve de Emevî saltanatı karşısında İmam Bâkır'ın (a.s) tutum ve yöntemini aydınlatan bu tarihî rivayetin son pasajı şöyledir:

Medyen şehrinde olup bitenler halifeye bildirildiğinde, her şeyden önce halifenin planına muhalefet etme cesareti gösterecek insanları gafletten uyandıran şahsın, ihanetine karşılık öldürülmesini emreder halife. Bu emir gereği uyarıcı insan öldürülür.

İmamın Halifelere Karşı Tutumu

Bütün bunlara rağmen İmam Bâkır (a.s), hakim güce karşı sıcak savaşa girmekten ve yüz yüze savaşmaktan sakınır. Elini kılıcına uzatmaz ve acele edip kılıcın kabzasına sarılanları zamanın gereklerine uymak ve zamanı tanımak gerektiği hususunda uyarır ve hatta köklü hareketi gerektirmedikçe dilini dahi kullanmamayı tercih eder. Duyguların galeyan etmesiyle bıkkınlık geçiren ve üzerindeki baskıya dayanma gücünü kaybeden kardeşi Zeyd'e kıyam izni vermez. Normal yaşam ilişkilerinde ve deneyimsiz insanlar ilişkisinde en çok kültürel ve fikrî faaliyetler üzerinde durur. Bu yöntem aynı zamanda hem ideolojik bir temel, hem de siyasî takiyyeden ibaretti.

Ancak önceden de değinildiği üzere İmam Bâkır'ın (a.s) bu hekimane taktiği seçmesi, "İmamet hareketinin" odaklandığı yönü, yakın dostlarına ve onun yoluna inanan samimi Şiîlere anlatmasına ve kaçınılmaz bir savaş sonucu kurulabilecek İslâmî düzen ve Ehlibeyt hükümetinden ibaret olan Şia'nın yüce ülküsünü yakın dostlarının kalbinde ihya etmesine asla engel değildi. İmam Bâkır (a.s), bu taktiği uygulamasına rağmen bazı uygun zamanlarda, bu yüce ülkü uğrunda dostlarının duygularını harekete geçirmekten de geri kalmıyordu.

Pek de uzak olmayan beklenen geleceği müjdelemek İmam Bâkır'ın (a.s) ümit veren yöntemlerinden biridir. Aynı zamanda bu, Şia'nın tedrici hareketi bağlamında İmamın kendi konumunu nerede ve hangi aşamada gördüğüne de ışık tutmaktadır.

İmam Bâkır (a.s) ile birlikteydik, ev insanlarla doluydu. Yaşlı biri eve girip selâm etti ve dedi: "Ey peygamber evladı! Andola Allah'a, ben sizi ve sizi sevenleri seviyorum. Andola Allah'a, bu sevgi yaşam süslerine olan hırstan kaynaklanmıyor. Sizin düşmanınızı da düşman bilir ve ondan uzak dururum. Bu düşmanlık ve kinimin sebebi, aramızda bir kan davasının varlığı değil. Allah'a andolsun, ben sizin emir ve nehiylerinizi kabullenmiş ve sizin zaferinizin gelip çatmasına göz dikmişim. Feda olayım sana, benim için ümitli misin?

İmam yaşlı adamı çağırıp yanına oturttu ve buyurdu: "Bir gün biri gelip aynı soruyu babam Ali b. Hüseyin'e (a.s) sormuş ve babam da şöyle cevaplamıştı: Bu bekleyiş esnasında ölecek olursan, Peygamberin (s.a.a), Ali'nin, Hasan'ın, Hüseyin'in ve Hüseyin oğlu Ali'nin huzuruna varacaksın; yüreğin serinleyecek, ruhun mesrur ve gözün aydın olacaktır."

"Allah'ın yüce habercileriyle birlikte huzur ve sürur içinde olacaksın... Eğer yaşayacak olsan, bu dünyada gözünü aydınlatacak şeyleri göreceksin. Bizimle birlikte olacak ve bizim yanımızda en yüce makama ulaşacaksın..."

Yaşlı adam bunları dinledikten sonra yola koyuldu. İmam ise ona bakıyor ve diyordu: "Cennet ehlini görmek isteyen bu adama baksın!"[17]

Hatta bazen bundan da ötesini anlatıyor, zafer yılını belirtiyor ve Şia'nın en büyük arzusuna hakikat libası giydiriyordu.

Ebu Hamza Sumali şöyle anlatır:

İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğunu duydum: "Allah bunun (Ehlibeyt hükümetinin kurulması) için 70 yılını belirlemişti. Hüseyin (a.s) öldürülünce Allah insanlara gazap etti ve bu yüzden de onu 140 yılına tehir etti..."

"Biz bu vaadi size (yakın dostlara) bildirdik. Bu sırrı saklı tutmanız gerekirken yaydınız. Bundan sonra da yüce Allah herhangi bir vakit belirlemedi ve vaatte bulunmadı. Allah dilediğini yok ve dilediğini de ispat eder."

Ebu Hamza diyor ki: "Bunu İmam Sadık'a (a.s) anlattım ve İmam da doğruladı..."[18]

Öldürücü baskı ve zulüm ortamında, kalbe sürur veren bir rüya gibi algılanan İslâm düzeninin ve Ehlibeyt hükümetinin teşkili hususundaki açıklamalar, en azından zulüm altında ezilen Şia'nın kalbine ümit ve hareket tohumu ekiyor ve geleceğe kesin gözüyle bakmasını sağlıyordu. Böylece de bu yolu yürümede güçlerine güç ve kararlarına sarsılmazlık veriyordu.

İmamın 19 yıllık önderlik dönemi, kopukluk ve karanlığı olmayan dümdüz bir hat gibi bu hâlde geçti. Fikrî eğitimi, bireyi terbiye, mücadele taktiği, toplumu yapılandırma, siyasî stratejiyi koruma ve devam ettirme, takiyye, daha çok ve kalıcı ümit kıvılcımları icat etmekle dolu dolu 19 yıl... Kısacası yürünmesi zor taşlı yollarda azim ve ciddiyetle 19 yıl mücadele...

Nitekim bu kısa ve bereketli ömür bittiğinde, Alevi kıyamlarının yeminli düşmanları, bu kıyamın öncüsünün dünyadan göçmesiyle rahat bir nefes alacaklarını ve Şia'nın tebliği mücadelesinden rahatlamış olarak ülke içindeki ve sınırlardaki sayısız sıkıntı ve sorunlarla uğraşabileceklerini düşünürlerken, bu ateş ocağının sıcak ve yıkıcı külü, öldürücü son kıvılcımını da Emevî saltanatına bindirir. İnsanları aydınlatmakla ve gerçekleri duyurmakla ömrünü geçiren İmam (a.s) ölümünden sonra da aynı yolu sürdürür. Düşünmeye ve anlamaya susamış olan dostlarına ve cahil bırakılmış topluluğa yeni bir ders ve yeni bir mesaj verir. Bu mesaj da aynen İmamın yaşam planı gibi gürültüsüz ve derindir. Dostlara ve ihtiyaç duyanlara faydalı olacak; ama düşmanın uykusunu bölmeyecek ve parçalamayacaktır. İmam Bâkır'ın (a.s) takiyyesinin bir numunesi ve o özel dönemde İmamın genel tutum ve davranışının göstergesidir.

Büyük Siyasî Girişim

Sonraları İmamın hayatını yazanlar kısa bir hadise sığdırılmış büyük girişimden gaflet etmiş veya görmezden gelmişlerdir. Olay şundan ibarettir. İmam Bâkır (a.s) oğlu Cafer'e (a.s), malının bir kısmını (800 dirhem) ayırmasını ve on yıl boyunca kendisi için düzenleyeceği matem ve ağlama meclisleri için kullanılmasını emreder. Bu matem meclisinin yeri Mina çölü ve zamanı ise hac mevsimi olacaktır.[19] Evet olay sadece bundan ibarettir.

Hac mevsimi, birbirinden uzak ve birbirini tanımayan kardeşlerin buluşma mevsimidir. Binlerce insan o zaman ve o yerde toplu olmanın ve toplu kalmanın mümkün olduğunu deneyerek anlıyorlar. Kalpleri aynı ama dilleri farklı bu insanlar orada aynı dille Allah'ı çağırıyor ve milletlerin bir bayrak altında toplanma mucizesini bizzat görüyorlar. Bütün İslâm âlemine ulaştırılması gereken bir mesaj varsa, bundan daha uygun bir fırsat olamaz.

Ancak hac amelleri peş peşe birkaç gün içinde ve farklı yerlerde yapılır. Bu günler ve yerlerden hangisi daha uygundur?... Mekke, bir şehirdir ve insanlar şehirde hem dağınık, hem meşguldürler. Buna ek olarak da insanlar tavaf, sa'y ve namaz gibi hac amellerini yerine getirmeye uğraşmaktadırlar... Meş'ar-ül Haram ise fırsat ve imkanı kısıtlı Mina yolu üzerinde bir gecelik vakfeden ibarettir.

Arafat, gündüz yapılan vakfe mahallidir; ancak çok kısa süreli. Hareket yorgunluğunun sabahı başlar ve ikindi vakti yeniden harekete başlamanın hazırlığı.

En uygunu Mina'dır. Hacılar Arafat'tan dönerken üç gece Mina'da konaklar. Tanışma, sohbet ve dertleşme fırsatı diğer konaklara oranla çok daha fazladır. Gündüzleri Mekke'den çıkıp topluluklarla diyalog kurma ve meclislere katılma zahmetine katlanabilecek çok az kişi vardır. İmam Bâkır (a.s) için tertiplenecek matem meclislerinin Mina'da gerçekleşecek olmasıyla, herkes doğal olarak bu çölde üç gün konaklayacağına göre hacıların uğrak yeri olacaktı.

Çeşitli bölgelerden gelen hacılar artık yavaş yavaş bu matem meclisleriyle aşina olmuştu. Yıllar geçiyordu ve büyük fıkıh ve hadis âlimleri bir grup Medinelinin hac mevsiminde Mina'da tertiplediği meclise katılıyorlardı. Kimin için tertiplendiği hususunda sorular soruluyor ve "İslâm âleminin en meşhur simalarından biri olan Muhammed b. Ali b. Hüseyin için tertipleniyor. Peygamber soyundan olan büyük bir insan için, fakih ve hadisçilerin öncüsü, fıkıh ve hadis dalında meşhur âlimlerin üstadı İmam Muhammed Bâkır için... Bunun ardından, "Niye her yerden insanlar burada toplanıyor ve her yıl ne hakkında konuşuyorlar? Neyi anlatmak istiyorlar? İmam Bâkır (a.s) doğal eceliyle dünyadan göçmemiş miydi? Onu kim zehirleterek öldürmüştü? Niye öldürmüştü? İmam Bâkır (a.s) ne yapıyor ve neyi savunuyordu?

Bu sorular ise meclis sahipleri tarafından ya da topluluğun arasına dağılmış bilgili insanlar tarafından cevaplanıyordu. Medine ve Kufe'den gelen insanlar, aslında bu tür soruları cevaplamak ve bu eşsiz fırsatı değerlendirecek İslâm âleminin her noktasından gelen insanlara gerçekleri anlatmak ve de İmamlarını ziyaret edip kendi bölgelerinde olup bitenleri ulaştırmak ve gereken emirleri almak için geliyorlardı. Kısacası bu meclisler, o günün şartlarında en büyük iletişim sebebine sahip binlerce kanal aracılığıyla Şiî davetinin gerçekleştiği meclislerdi.

Hayatı da mematı da Allah yolunda olan bu bereket kaynağı İmamın hayatı da mematı da cihat oldu. İmam Bâkır'ın (a.s) amaçladığı da buydu zaten.

Yüce Allah, onu bulunduğu her yerde mübarek kıldı...

Selam olsun ona doğduğu gün, öleceği ve yeniden diri olarak haşredileceği gün.


İmam Sâdık'ın (a.s) İmamet Dönemi

İmam Bâkır (a.s), Ümeyyeoğullarının en müktedir halifelerinden olan Hişam b. Abdülmelik'in saltanatı döneminde 57 yaşında dünyadan göçtü. Müslümanların yaşadığı toprakların hemen her yerinde gözlenebilen kargaşa, kaos ve de Emevî saltanatının sayılamayacak kadar fazla meşgale ve sıkıntısı dahi Hişam'ın, Şiî toplumun çarpan kalbi İmam Bâkır'a (a.s) komplo ve desise kurmasına engel olmadı... Hişam ve adamlarının aracılığıyla İmam Bâkır'a (a.s) zehir yedirildi. Böylece zalim Emevî tağutu, ülkesinin batı ve doğu sınırlarındaki fetih şenliklerinden duyduğu zevk ve sarhoşluğu, ülke içindeki en büyük ve tehlikeli düşmanını öldürmekle zirveye taşıdı...

Önceden de değindiğimiz gibi, İmam Bâkır'ın (a.s) son yıllarında ve oğlu İmam Sadık'ın (a.s) imametinin baş-ladığı yıllarda, Emevî saltanatı en maceralı dönemlerinden birini yaşamadaydı. Bir yandan kuzeydoğu (Türkmenistan ve Horasan), kuzey (küçük Asya ve Azerbaycan) ve batı (Afrika, Endülüs ve Avrupa) sınırlarındaki askerî güç gösterisi, öte yandan Irak, Horasan ve etrafında ve de Kuzey Afrika'da genellikle ya da çoğunlukla horlanan ve zulme maruz kalan yerli halkın ve bazen de Emevî ordusunda görevli Moğol komutanlarının tahrik ve yardımıyla başlatmış olduğu kıyamlar ve bir taraftan da ülkenin her yerinde özellikle de Irak'ta gözlemlenebilen haksız dağılım, Hişam ve Irak'taki güçlü valisi Halid b. Abdullah-ı Kısri'nin savurganlık düzeyini de aşan harcamaları, Horasan, Irak ve Şam... gibi bölgelerdeki kıtlık ve taun hastalığı, en meşhur Emevî halifesi tarafından yönetilen büyük İslâm beldesini ilginç duruma düşürmüştü. Bütün bunlara, bir de İslâm âleminin en büyük zayiasını da eklemek lazım; manevî, fikrî ve ruhî zayia.

Fakirlik, savaş ve hastalığın, Emevî sultanlarının zulüm ve kudret talepliklerinden kalkan bir yıldırım gibi za-vallı halkın tepesine inip yaktığı, kül ettiği bir ortamda fazilet, takva, ahlak ve maneviyat fidanı dikmek ve büyütmek gayri mümkünler zümresinde sayılmaktaydı. Zavallı ve mazlum halkın sığınak ve dayanağı olması gereken âlimler, kadılar, hadis ve tefsir bilginleri sorunlara çözüm üretmemekle kalmıyor; çoğu zaman siyaset adamlarından bile daha tehlikeli olup insanların sıkıntı ve sorunlarına daha bir ekliyorlardı.

Fıkıh, kelâm, hadis ve tasavvuf alanındaki Hasan Basri, Katade b. Düame, Muhammed b. Şihab Zühri, İbn-i Bişr, Muhammed b. Münkedir ve İbn-i Leyla gibi meşhur simalar, aslında mevcut hükümet çarkının dişlileri veya halife ve valilerin elindeki oyuncak konumundalardı.

Bu meşhur simalar hakkında yapılacak olan araştırmaların sonucu çok üzücü ve ibret verici olacaktır. Meşhur simalar ki, kudret, şöhret ve makam gibi alçakça temenniler ahırına girmiş otlanıyorlar ya da korkak, alçak ve rahat düşkünü zavallılar konumunda ve yahut riyakar ve aptal zahitler ve yahut da kelâmî ve itikadî konularda kanlı tartışmalara sebep olmuş âlim kisveli meçhuller olarak bulunur ancak.[20]

Marifet ve ulvî huyların fidanını ihya etmesi ve geliştirmesi gereken Kur'ân ve hadis, egemen gücün elinde alet olmuş veya bu kara günlülerin meyvesiz ömrünün meşgalesine dönüşmüştü. Böylesi baskıcı, karanlık ve zehir zemberek ortamda, bela ve sıkıntı dolu bir dönemde İmam Sadık (a.s) ilâhî emanet yükünü sırtına aldı... Böylesi bir ortamda yolunu yitirmiş, aldatılmış ve zulme uğramış bir ümmet açısından, Şia kültüründeki ilerici mefhumuyla tanımış olduğumuz "İmamet" düşüncesinin ne denli hayati ve zaruri olduğunu tekrar etmeye gerek bile yoktur. İmametin, şu iki hayati meselenin kaynağı olduğunu önceden belirtmiştik.

a) Doğru İslâmî düşünce

b) Tevhit nizamına dayalı adil bir düzen

İmam, her iki görevi yüklenmiştir. Öncelikle mektep açıklanır, uyarlanır ve yorumlanır. Aynı zamanda bu, bilmeden ve bilerek yapılan tahrif ve tasarruflara karşı mücadeleyi de içerir. Daha sonra tevhide dayalı hak ve adalet düzeninin projesi yapılır ve bu doğrultuda ortam hazırlanır. (Böyle bir düzenin var olması durumunda ise yapılması gereken, onun beka ve devamını sağlamak olacaktır.)

Böylesi elverişsiz şartlar altında İmam Bâkır (a.s) bu emaneti yüklenir ve mezkur iki vazifeyi uhdesine alır. Bir anda, iki vazifeyle karşı karşıya kalır. Hangisine öncelik tanıyacaktır dersiniz?

Siyasetin sıkıntılarla dolu olduğu ve Emevî halifesi Hişam'ın bütün sıkıntılarına rağmen onu İmam Sadık'a (a.s) bırakmayacağı ve acı bir intikam almadan rahat edemeyeceği kesindir. Ancak fikrî çalışma, yani tahriflere karşı savaş açma, hakikatte hilafetin şahdamarını koparmak demektir.

Öyle bir hilafet çarkı ki, saptırılmış dine dayanmaksızın var olmaya ve varlığını korumaya gücü yetmeyecektir.[21] O hâlde ne Hişam, ne de alçaltılmış ve saptırılmış toplumun genel ve mevcut durumu yönünde faaliyet gösteren düzenin âlimleri bunu da İmam Sadık'a (a.s) kaptırmamaya gayret edecekti.

Diğer yandan ise, Şia'nın inkılâbî düşüncesini yaymak için durum ve şartlar elverişliydi. Savaş, fakirlik ve zulüm vardı. İnkılâbı besleyen üç etken. Bu, yakın ve hatta uzak bölgelerin ortamını belli bir düzeyde elverişli kılan bir önceki İmamın faaliyet alanıydı aynı zamanda.

İmamın temel stratejisi, tevhidi ve Alevi inkılâbı oluşturmaktı. Bunun gerçekleşmesi için de kifayet edecek kadar insanın imamet ideolojisini tanıması, kabullenmesi ve samimiyetle bunun vukuunu beklemesi gerekir.

Gerekli olan bir diğer husus da yetecek kadar insanın mücadelede sebat ve samimiyet gösteren saflara katılmasıydı. Bu temel stratejinin mantıksal gereksinimi, İslâm âleminin her yerinde Şia düşüncesini yaymak ve benimsetmek için her yönlü bir davetin başlatılmasıydı. Şia toplumunun başarılı ve fedakâr elemanlarını hazırlamak içinde başka bir davet gerekliydi. İmametin asil davetinin zorluğu da bu noktada gizliydi.

Zorbalıktan, haddi aşmaktan ve insanların özgürlük hakkına saldırıdan sakınacak ve de İslâm'ın temel ilke ve ölçülerine riayet edecek türden bir daveti seçecek olsa, insanların bilinç ve idrakine dayanmak ve onların doğal ihtiyaç hissettikleri alanda ilerlemesini ve gelişmesini sürdürmek zorundaydı.

Bu, tam anlamıyla mektebi bir davetti. Bunun aksi de yapılabilirdi; görünüm itibariyle birkaç mektebi şiarla kıyam başlatılabilirdi, pratikte ise diğer egemen güçler gibi güç gösterisine teşebbüs edilecek, ahlâkî ve içtimaî ilkelerinden vazgeçilecekti. İmam Sadık'ın (a.s) başlatmak istediği davette (mektebi davet) ise böyle bir sorun mevcut değildi. İmamet hareketinin uzun sürmesinin sırrı burada yatmaktadır; imamet hareketinin nisbî yenilgisinin de sırrını burada aramak lazım. (Bu görünüşü ilerde tarihî belgelere dayandırarak ve daha detaylı olarak ele alacağız.)

Şartlar ve durumların elverişli olması ve önceki imamın faaliyetinin hazırladığı zeminler (Şia hareketinin uzun ve sıkıntılı yolu göz önünde bulunduracak olsa) İmam Sadık'ın (a.s), Şia'nın yıllarca yoluna göz diktiği sadık bir ümit mazharı olmasını gerektiriyordu. Babalarının faaliyetlerini tamamlayıp ürüne dönüştürecek ve Şiî inkılâbını İslâm âleminin her yerine yayacak Kaim'di. Bu arzu fidanının bakım ve büyütülmesinde İmam Bâkır'ın (a.s) imaları ve bazen açık vurguları da etkili olmuştu.

Cabir b. Yezid şöyle der: Biri gelip İmam Bâkır'a (s.a) kendinden sonraki kıyam edenin kim olduğunu sordu ve İmam Bâkır (a.s), oğlu Cafer Sadık'ın (a.s) omzuna dokunarak "Andolsun Allah'a Âl-i Muhammed'in Kaimi budur!"[22]

Kaim (kıyam eden) demekle amaçlanan nedir? Dinî hükümlerin tebliğ ve beyanı için kıyam etmek mi kastedilmişti? Yoksa bugün "kıyam" sözcüğünden anladığımız mefhum mu kastedilmişti? Belirtmek gerekir ki insanlar ve Şia literatüründe "kıyam" bugün anladığımız mefhumu taşımaktadır. "Kaim", egemen güç karşısında gücünü toplayıp kıyam eden insandır. Bu mefhum, askerî güç gösterisi karşısında güç kullanmayı zorunlu kılmaz; ama saldırının varlığını gösterir. Kahır ve saldırıyla iç içe fikrî faaliyet, fertleri yapılandırma, teşkilat oluşturma ve gizli bir hareketin öncülüğünü üstlenme gibi alanlardaki girişimin habercisidir.

İmam Bâkır'ın (a.s), oğlu Cafer'in (a.s) kıyam edeceğine dair buyruğu kesindir. Şüphesiz İmam Sadık (a.s) saldırı hareketini başlatacaktı; ancak hareket ve kıyamının askerî girişim aşamasına gelip gelmeyeceğini, zafer kazanıp üstün güç olup olmayacağını işlerin gidişatı ve karşılaşılacak olaylar belirleyecekti... Belki de meselenin bu yönüne dikkat edilerek İmam Sadık'ın hareketinin akıbeti ke-sin bir üslûpla değil de ümit verici bir şekilde beyan edilmiştir. Bir başka hadiste Ebu Sabah-i Kenani şöyle der:

İmam Bâkır (a.s), oğlu Cafer'e baktı ve dedi: "Bunu görüyor musun? Bu, Allah'ın 'Yeryüzünde zaafa uğratılanlara minnet koyup onları önderler ve varisler kılmayı irade etmekteyiz!' buyurduğu insanlardan birisidir."

İmam Sadık'ın (a.s) kıyam ve hilafeti hususundaki düşüncenin özel Şiîler arasında yayılmasının sebebi bu açıklamalarının etkisinde kalmak da olabilir. Durum öyle bir safhaya varmıştı ki İmam Bâkır ve Sadık'ın (a.s) yakın ashabı buna kesin gelecek gözüyle bakıyor ve kendilerini müjdeliyorlardı.

Bu yakın dostların ne denli ümit beslediklerini Şeyh Keşşi'nin naklettiği hadis iyice anlatmaktadır.

Şiîlerden biri muhaliflere büyük meblağda borçlanıyor ve ödeyemediği için de kaçmak zorunda kalıyor. Şia'nın büyük şahsiyetlerinden biri olan Zürare imamın huzuruna varıp durumu anlatır ve sonra da sorar: "Eğer "bu iş" yakınsa borçlu biraz sabretsin ve "Kaim" ile birlikte kıyam etsin ve eğer yakın değil ise alacaklılarla oturup anlaşsın."

İmam Sadık (a.s) bu cevapla yetinir: "Olacaktır."

Zürare: Bir yıl sürer mi?

İmam: "İnşallah olacaktır."

Zürare: İki yıl mı sürer?

İmam: "İnşallah olacaktır."

Ve Zürare, bu işin iki yıl içinde gerçekleşeceğine kendini inandırır.[23]

İmamlar ve Şia dilinde kullanılan "bu iş" terimi Şia'nın mevcut geleceğini yani siyasî gücü elde etme veya onun askerî saldırı gibi yakın mukaddimesine girişimde bulunmayı bildiren kinayeli bir tabirdir. "Kaim" ise bu saldırıyı komuta ve önderlik eden kimsedir. "Kaim"'in kıyamının bu özelliklerini önceden bildiren hadisler mevcuttur ve kastedilen kişi de imamların yaşamı boyunca Şia'nın beklediği ve farklı şahıslarda aradığı "Kaim"dir.

Şia'nın üstün şahsiyetlerinden olan Hişam b. Salim, Zürare'nin kendisine şöyle dediğini nakleder: "Hilafet kürsüsü üstünde İmam Sadık'tan (a.s) başkasını görmeyeceksin..."

Hişam şöyle devam eder: "İmam Cafer Sadık (a.s) dünyadan göçtüğünde Zürare'nin yanına gidip bana bildirdiği haberi kendisine hatırlattım ama bunu inkar edeceği korkusunu da taşıyordum."

Zürare dedi: "Ben onu kendi çıkarsamam ve görüşüm uyarınca demiştim."[24]

Bu açıklamaların bütününden elde edilen sonuç şudur: İmam Sadık (a.s), değerli babası ve Şia'lar nezdinde İmamet ve Şiîlik ideallerini gerçekleştirecek zattı. Adeta imamet silsilesi, İmam Seccad (a.s) ve İmam Bâkır'ın (a.s) faaliyetlerini sonuçlandırması Ehlibeyt'in hükümeti ve tevhidi düzeni yapılandırması için İmam Sadık'ı (a.s) zahire olarak belirlememiştir. Bu doğrultuda beklenen, ikinci İslâmî dirilişi İmam Sadık'ın (a.s) gerçekleştirmesiydi. Ondan önceki iki imam bu zor yolun ilk aşamalarını yürümüşlerdi ve şimdi ise son adımı atma sırası ondaydı.

Aslında, önceden de belirttiğimiz gibi bunun ortamı da hazırdı ve İmam Sadık (a.s) bu elverişli koşullardan yararlanarak ağır misyonunu gerçekleştirme faaliyetine başladı ve ömrünün sonuna kadar sürdürdü. Bu süre (33 yıl) içinde karşılaşılan iniş-çıkışlar ve de siyasal ve sosyal değişimler, İmam Sadık'ın (a.s) ve Şiîlerin yaşam koşullarını bir çok kez değiştirdi. Savaşın durumu bazen Şia cephesi lehine ve bazen de aleyhine değişiyordu. Bazen öyle durumlar oldu ki gelişmeleri iyimser olarak değerlendirenler, Şia'nın zaferini çok yakın görüp koşulların askerî güç gösterisi için hazır olduğu hususunda mübalağa ettiler. Bazen de saltanatın baskısı öylesine yoğunlaşıyordu ki yenilgiyi gösteriyordu... İmam Sadık (s.a) her iki durum karşısında da ancak ve ancak bu uzun yolu daha çok kat etmeyi ve kaçınılmaz aşamaları geride bırakmayı düşünen kararlı, yılmaz ve bilgili önderliğinden hiç ayrılmadı. Her zaman her durum karşısında İmamın aşkı, ihlası ve imanı daha bir artıyordu ve İmam da yüklendiği ağır ilâhî misyon yükünü hedefe doğru yaklaştırıyordu.

İmamın Faaliyetinin Gizli Kalması ve Nedenleri

İmam Sadık (a.s) hakkında araştırma yapanların karşılaşacakları en esef verici bir noktaya değinmek istiyorum. Şöyle ki: İmam Sadık'ın (a.s) imamet emanetini yüklendiği yıllardaki yaşamı (ki Ümeyyeoğulları saltanatının son yıllarına müsadif idi) bir gizlilik çemberi içinde kalmıştır. Yüzlerce tarihî rivayetler arasında iniş ve çıkışlı dönemleri görülebilen bu faaliyet dolu yaşam kesitini tarihte ve hadis âlimlerinin sözlerinde düzenli olarak bulabilmek mümkün değildir ve hatta bu dönemde vuku bulan olayların çoğunun zamanı belirtilmemiş ve ayrıntıları şerh edilmemiştir. Bu yüzden karinelere dayanarak, zamanın önemli olaylarını göz önünde bulundurarak ve her rivayeti, mezkur şahıs ve olaylar hakkında diğer kaynaklardan elde edilebilecek bilgi ve bulgularla karşılaştırıp olayın zaman, mekan ve özelliklerini keşfetmek araştırmacılar tarafından gerçekleştirilmesi gereken bir görevdir.

İmamın, dostlarıyla olan ilişkisinin gizliliğinin bir sebebini faaliyetlerinin içeriğinde aramak gerekir belki de.

Normalde gizlilik ilkesine uyularak gerçekleştirilen gizli faaliyet, sürekli gizli kalması gerekir. O gün gizli idiyse, ondan sonra da gizli kalacak ve sırra mahrem olmayanlar bu bilgilere ulaşamayacaklardır. Faaliyet hedefe vardığında ve hareketin öğreticileri ve faal üyeleri gücü ele aldığında gizli faaliyetlerinin inceliklerini kendileri açıklayacaklardır. Bu yüzdendir ki Abbasî faaliyetinin devam ettiği dönemde Abbasoğullarının ileri gelenlerinin teşkilat üyeleriyle gizli görüşmeleri, gizli emirleri ve bu ilişkilerin incelikleri tarihe kayıtlıdır ve herkes de bunları bilmektedir.

Alevi hareketi de hedefe ulaşacak olsa ve hükümet imamların veya onlar tarafından görevlendirilen insanların eline geçmiş olsaydı, bugün Ehlibeyt devletinin çok gizli sırlarından ve her yere yayılan teşkilat kollarından kesinlikle haberdar olacaktık.

Bu gizliliğin bir başka sebebini tarih ve tarihçiler üzerinde aramak lazım. Ezilen ve zulme uğrayan bir kesimin adı ve bir olayı resmi tarihte mevcut ise bunun, hakim ve zalim sınıfın isteği ve yönlendirmesiyle gerçekleştiği kuşkusuzdur. Resmi tarihçiler, zulme uğrayan toplum hakkında bilgi toplamak için koşuşturma ve korkuyla tarihe kaydetme zahmetine niye katlansınlar ki, oysa ki hiç zahmete düşmeden zalim ve hakim sınıfın rahatça ulaşabilir sözlerini tarihe kaydedecek mükafat elde edebilir ve kendilerini tehlikeye atmayabilirler.

Şimdi bu gerçeği bir başka gerçeğin yanına koyacağız: Sonraki araştırma ve raporların kaynağı sayılan ve İmam Sadık (a.s) hakkında beş yüz yıl sonrasına kadar yazılan meşhur ve muteber tarihlerin tümü Abbasî patentlidir. Çünkü Abbasî hükümeti hicri yedinci yüzyılın yarısına kadar hayatını sürdürdü ve meşhur eski tarihlerin tümü bu silsilenin hükümeti döneminde yazılmıştır.

Durum bundan ibaret olunca sonucu tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek. Abbasî döneminde bir tarihçiden, İmam Sadık (a.s) veya diğer imamların hayatıyla ilgili elde ettiği bilgileri doğru ve düzenli olarak kendi tarih kitabına kaydetmesi nasıl beklenebilir?

İmam Sadık'ın (a.s) hayatı hususundaki gizlilik ve tahriflerin bir çoğunun sebebi budur işte.

İmamın Hayatıyla İlgili Beş Ana Hat

İmamın hayatının ana hatlarına bizi ulaştırabilecek tek yol bu gizlilikler arasında o hazretin yaşamının önemli göstergelerini bulmak ve o hazretin bildiğimiz temel düşünce ve ahlak ilkelerinin yardımıyla da hayatının ana hatlarını onunla karşılaştırmaktadır. Bundan sonra, ayrıntıları ve incelikleri belirlemek için tarihten veya başka kanallardan elde edilebilecek karineleri arayıp bulmak gerekmektedir.

Konumuzla bağlantılı olarak İmam Sadık'ın (a.s) hayatındaki önemli ve büyük göstergeler, benim araştırdığım kadarıyla şöyle sıralanabilir:

1- İmamete davet ve tebliğ

2- Şia fıkhı ve Şia'da Kur'ân tefsiri.

3- İtikadî ve siyasal hareketler

4- Alevilerin askerî hareketlerinde İmamın katkı ve rolü

5- İmamın tavsiye, söz, mektupları ve de tağut karşısında öfkeli ve sarsılmaz ruhiyesini haykıran şiirleri.

Önce bu başlıkların her birini bir bölümde inceleyecek ve sonunda, mümkün olduğu kadarıyla İmamın faaliyetlerini, hadis âlimlerinin yöntemiyle değil, tarihçilerin yöntemiyle düzenli bir şekilde sunmaya gayret edeceğiz.



[1]- Şerh'un-Nehc, c.4, s.104. Bihar'ul-Envar, c.46, s.143

[2]- Bihar'ul-Envar, c.46, s.229

[3]- Ebu Hamza Sumalî'nin rivayeti buna örnek teşkil etmektedir. Bihar'ul-Envar, c.46, s.357 ve c.46, s.338

[4]- Bihar'ul-Envar, c.46, s.288.

[5]- Bihar'ul-Envar, c.46, s.288.

[6]- Menakıb-ı İbn-i Şehraşub, c.4, s.207.

[7]- Bihar'ul-Envar, c.46, s.258.

[8]- Bihar'ul-Envar, c.46,s.360.

[9]- İmamın, Fuzeyl hakkındaki övgülerinden haberdar olmak için bakınız: Kamus'ur-Rical, c.97, s.343.

[10]- Kamus'ur-Rical, c.2, s.329. Bihar'ul-Envar, c.46, s.282.

[11]- Cabir'in öyküsü, benzeri nice olaylar ve Medine valisinin İmam Bâkır'ı (a.s) tehdit eden haberini nakleden Abdullah b. Muaviye'nin rivayeti de bu gerçeği açık bir şekilde desteklemektedir. Bu hususta bakınız: Bihar'ul-Envar, c.46, s.246.

[12]- İlk Abbasiler, s.116.

[13]- Böylesi hassas bir görüşmede halifenin etrafında toplanan ve onu savunmaya çalışan en büyük devlet adamlarına "Ey insanlar!" cümlesiyle hitap ederek o tağutî toplumda onları diğer insanlardan ayıran ve onların özel kişiliğini oluşturan sanal değerleri ayak altına alır. Kısa bir hitap vurgusuyla derin ve ilkeli bir savaş örneği koyar ortaya.

[14]- Bazı rivayetler uyarınca yol arasındaki şehirlerin halkına, Muhammed b. Ali ve Cafer b. Muhammed'in Hıristiyanlığı seçtikleri ve İslâm dininden çıktıkları duyurulur. (Bihar'ul-Envar, c.46, s.306)

Buna benzer bir olayı 19. yüzyılda Hindistan'ın kuruluşu hareketlerinde görmek mümkün. Hindistan'ın meşhur ve güvenilir âlimlerinden ve aynı zamanda Müslüman Hindistan direniş önderlerinin ilki olan Mevlâna, mücadele karşıtı bir gurup âlim tarafından "Vahhabî" tanıtılır. Bu iftira her türlü dayanaktan yoksundu, ancak güdülen amaç bu sevilen, sayılan ve mücadeleci âlimin, her şeyden habersiz avam halk nezdindeki itibar ve güvenirliğine gölge düşürmekti. Bu amaca ulaşabilmek için "Vahhabîlik" yaygarası uygun görülmüştü. Sömürü borazanının iğrenç sesinin bir parçası olan Vahhabîlik o günlerde Hicaz'da kulakları tırmalamaya başlamış, itikat ve amel bazında yıkıcılığı, bütün İslâm âleminin kin ve nefretini uyandırmıştı.

Vahhabîlik iftirası en saygın insanları bile zan altında bırakacak düzeydeydi. Avam halk Vahhabîliğin ne demek olduğunu, nereden kaynaklandığını, ne dediğini ve ne yapmak istediğini bilmiyor, anlamıyordu bile.

İngiliz sömürüsüne karşı mücadeleye ömrünü veren bu yüce temiz âlimlerin Vahhabî yani İngiliz maşası olmaları nasıl düşünülebilirdi? Avamın bildiği bir tek şey Vahhabiliğin yanlış ve sapıklık olduğuydu. Bu mücadeleci âlimlerin Vahhabî olduklarını duymaları, avam halk nezdinde onlardan nefret etmek için yeterli sebepti. ("Hindistan Kurtuluş Hareketinde Müslümanlar" kitabına bkz.)

İmam Bâkır ve İmam Sadık'ın (a.s) Şam'a sürgün edilmelerini ve Hıristiyanlığı seçtiklerine dair yayılan iftiraları, yüz küsur yıl önce gerçekleşen Hindistan olayıyla karşılaştırıp günümüz şart ve durumlarına baktığımda esefle şu Arapça mısrayı anıyorum: "İnsanlar her zaman aynıdır ve dönem de sürekli aynı."

[15]- Hûd, 86

[16]- Bihar'ul-Envar, c.46, s.264 el-Kâfi'den naklen.

[17]- Bihar'ul-Envar, c.46, s.361-362

[18]- el-Kâfi, c.1, s.368

[19]- Bihar'ul-Envar, c.46 s.215, 220

[20]- Bu hayretlerin haince ve alçakça ve aynı zamanda da aptalca tutumlarından sadece birini aktarıyorum. Bu örnek onların kişiliğini anlatmaya yetecektir. Hasan Basrî, zalim, kana doymayan, haddini aşan ve namaz bile kılmayan Haccac b. Yusuf'a karşı mücadeleyi caiz görmeyip şöyle dedi: "Benim görüşüm onunla savaşmamamız yönündedir. Eğer bu Allah'ın size musallat ettiği bir bela ise ilâhî belayı kılıçla defetme gücüne sahip değilsiniz. Bu inen bir bela ise sabredin, Allah'ın hükmünü bekleyin, çünkü en iyi hükmedicidir."

Tabakat-ı İbn-i Sa'd, c.1, s.119. Nazariyyet'ul-İmame, Mahmud Süphi'den naklen, s.23

[21]- Öz İslâmî düşünceden sapma sonucu toplumda beliren onca inhirafî davranışlara rağmen din inancının, halkın genelinin ve hatta toplumun ileri gelenlerinin çoğunun davranış ve yaşamasında özel bir yeri vardı. Öz İslâm'a değil de İslâm adına üretilenlere olan genel inanç, üzücüdür ki, halifelerin, iğrenç yaşamlarını sürdürmesini sağlayan ve koruyan bir dinamik olmuştu. Halifelerin ustalıkla kullandıkları dinî inanca bağlılığın bir örneğini "biat" hususunda görmek mümkün. İnananlar, halifelerin yaşamında gördükleri hataların tümünü, halifeye yapılan biat ihtiramına görmezden geliyor ve biate aykırı davranmayı, ahde muhalefet etmeyi haram telakki ediyorlardı. Bu yüzden de halifenin emirlerine muhalefet etmekten kaçınıyorlardı. Bu da hilafet düzeninin devamını sağlayan bir güce dönüşüyordu. Bu, ivedilikle incelenmesi ve dikkat edilmesi gereken bir husustur.

[22]- Bihar'ul-Envar, c.47, s.131

[23]- Rical-i Keşşî, s.158

[24]- Rical-i Keşşî, s.156 157