| ||
|
İnsanoğlunun hayatı boyunca karşılaşabileceği problemleri çözmek için düşünürler, idealist önermelerde bulunabilirler; ancak bu önermelerin büyük bir çoğunluğu sadece kulağa hoş gelen bir dizi idealler olup gerçekle bağdaşmıyor.
Peygamberler ve ilâhî dinlerin eğitilerinin en önemli özelliklerinden biri, önerilerinin gerçek hayata tatbik edebilmesidir. Bu eğitide ilime verilen değer ve önem kadar, amel ve pratiğe de önem verilir; ilim ve amel bütünlüğü.
Peygamberlerin gönderiliş amacı da, zaten insan hayatındaki zorlukları gidermek ve gerçeğe uygun bir çözüm bulmaktır. Bu da ilâhî mekteplerle diğer beşerî mekteplerin belirgin farkıdır. Bu özellik, son ilâhî din olması hasebiyle İslâm'da daha da belirgindir. İslâm hayat gerçeklerini dikkate almakta zirveye ulaşmıştır.
Resulullah'ın (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamlarının hayatı, uydurmalardan ve iftiralardan uzak, cahil kalemlerden ve kin güden yüreklerden arınmış ve sağlam kaynaklardan araştırıldığında, daha sağlıklı sonuçlara ulaşacağımızdan emin olunabilir ve kimlerin izinde ve önderliğinde yaşayacağımızı daha iyi kavramış olacağız.
İslâm tarihinin en önemli dönemlerinden biri, İmam Sadık'ın -a.s- (83-148) dönemidir.
Emevîlerin yıkılıp Abbasîlerin kuruluşu, Ebu Seleme ve Ebu Müslim-i Horasanî'nin kıyamları, yıkılan Emevîle-rin İspanya'da yeni bir Emevî hükümetini inşa etmeleri, bu dönemin önemli siyasî olaylarıdır. Yine aynı döneme ait İslâm'ın gidişatını etkileyebilecek önemli siyasal ve kültürel değişimler de söz konusudur.
Felsefenin ilk İslâm toplumuna tercüme yoluyla girişi, kelam ilmine ait kısır tartışmalar, tasavvufî akımların ve sofilerin yayılışlı, saraya bağlı zahit ve dervişlerin din tüccarlığına başlaması, hilafet(saltanat)in bazı fıkhı mezhepleri resmî mezhep kabul edişi ve fakihlerle(!) kol boyun oluşu, resmî ideolojinin isteği doğrultusunda hüküm veren kadıların ve inanç belirleyen kelamcıların çıkışı, bu dönemin başlıca olaylarındandır.
Bu hadiselerden her biri kendi başına İslâm toplumunda derin yaralara yol açabilir.
İşte böyle fırtınalı ve bunalımlı bir dönemde toplumun realistlerine uygun sosyal, siyasal ve ilmî çözümler üretebilecek, aynı zamanda ilahi kanunlardan ayrılmadan toplumun gerçeklerini tahlil edip ümmeti kurtuluş sahiline ulaştıracak sadık bir öndere ihtiyaç vardı. Kur'ânî gerçekleri açıklayan, sünneti nebeviyi ihya eden, bidatları söküp atan, kelâm, fıkıh ve diğer ilimleri saraylardan değil, ilâhî kaynaklardan ilham alarak hayata tatbik eden bir imama ihtiyaç duyuluyordu, sadık imama, İmam Sadık'a.
İşte o dönem ve İmam Cafer Sadık (a.s).
"Müminler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir." (Ahzab, 23)
"Onları, emrimiz uyarınca doğru yolu gösteren önderler yaptık ve kendilerine hayırlı işleri yapmayı vahyettik." (Enbiyâ, 73)
İmam Cafer Sadık (a.s) hakkında iki farklı görüş ve iki yargı türü söz konusudur. Bu iki tür yargı, farklı iki fikir tarzına sahip gruplar tarafından ortaya atılmıştır.
Bu yargıların şekil, içerik ve kaynak bakımından birbirine çok yakın olmaları, hatta bazı ortak yönlerinin olması ilginç ve dikkat çekicidir.
Bu iki yargı tarzına kısa bir giriş yaptıktan sonra, bunlarla ne kadar aşina olduğunuzu siz de hissedecek ve böyle düşünen, bu düşünceyi söylem hâline getiren ve söylemlerinde de direten niceleriyle karşılaştığınızı göreceksiniz.
Birinci yargı, kendilerini İmam Sadık (a.s) taraftarları ve dostları sananlar -Şia ismini taşıyanlar- tarafından ortaya atılmıştır. Bu yargı özetle şöyledir:
İmam Sadık (a.s) için kendisinden önceki ve sonraki imamların aksine, İslâm dininin hükümlerini yayabilecek ve ilim taliplerine evinin kapısını açabilecek bir ortam ve fırsat doğdu. O bu fırsattan yararlanarak halka açıldı, dini anlatmaya ve din bilgisini yaymaya başladı. İlim ve hakikat aşıklarına kucağını açıp dört bin öğrenciyi bağrına bastı.
Bu mektepte yetişen öğrenciler fıkıh, hadis, tefsir gibi dinî ilimleri; tarih, ahlak ve sosyoloji gibi tabiî ilimleri ilim dünyasına kazandırdı. Başka dinlere mensup olup farklı düşüncelerin savunuculuğunu yapan materyalist, ateist, mülhit ve inkarcılarla bizzat kendisi veya öğrencileri tartışmaya girip ortaya koyduğu delillerle onları etkisiz hâle getirdi. Döneminin kelâm âlimleriyle itikat ve kelâm üzere ilmî mücadelede bulundu ve ilim meydanında, yanlış ve kof düşünce yandaşlarını birbiri ardınca mağlup etti. Sabırlı bir öğretmen gibi yıllar boyu zahmet çekerek uzman ve mümtaz öğrenciler yetiştirdi.
Tesis etmiş olduğu ilim merkezini korumak, İslâmî ilim ve düşünce mektebini yaygın hâle getirmek için siyasete müdahale etmemek zorunda kal"dı. Hiçbir siyasî hareketin mimarı olmamakla kalmadı ve hatta bazen dönemin sultanlarını kendine ısındırabilmek için onların belirlemiş olduğu siyasî çizginin dışına çıkmamaya ve muhalefet sayılabilecek bir davranış içinde olmamaya özen gösterdi. Bu yüzden de sultanların işine müdahale ve itiraz etmemekle birlikte, başkalarını da bundan sakındırdı. Gerektiğinde onların yanına gidip hediyelerini kabul etti. Düzene karşı gerçekleştirilen bir kıyam ya da bir muhbirin yalan haberinden doğan su-i zan sonucu İmama darıldıklarında, öfkelendiklerinde İmam güzellikten yana olup gönüllerini elde etti.
Bu tutuma, kesin delil olarak Rebi Hacib'in rivayeti ve o türden olanlar örnek gösterilebilir. Bu türden rivayetler, İmamı, Mansur karşısında suçundan pişmanlık duyan ve Mansur'a övgüler yağdıran bir insan gibi göstermektedir. Oysa ki Mansur gibi sınır tanımaz bir asinin hakkında İmamın böyle bir şey yapmayacağı ve böyle konuşmayacağı hiç kimseye gizli değildir. Bu rivayetin bildirdiğine göre İmam (a.s); Mansur'u, Yusuf, Eyyub ve Süleyman gibi peygamberlerle aynı kategoride değerlendirdikten sonra kendisinden ve Hasan oğullarından gördüğü kötülükler karşısında sabretmesini şöyle dile getirir: "Süleyman ilâhî bahşiş (hükümet) karşısında şükretti. Eyyub cismî ve ruhî rahatsızlıklara duçar oldu; ama sabretti. Yusuf kardeşlerinden zulüm gördüğü hâlde onları affetti, sen de aynı sülale ve soydansın."[1]
İmam Sadık (a.s) hakkındaki birinci yargı kısaca bundan ibaret. Bu yargıda İmam bir bilim adamıdır, büyük bir öğretmendir, ilim ve tahkik ehlidir, sahili görünmeyen bir ilim okyanusudur ki Ebu Hanife onun hakkında şöyle demiş ve Malik böyle. Ama dini yok etmeğe çalışanlar karşısında direnme, iyiliğe davet ve kötülükten sakındırma vazifesine amel etme açısından, İslâm'ın çizmiş olduğu hattı koruma, din ve insanlık karşıtı otoriteler karşısında tavır koyma bakımından sıfırın bile altındadır... Zeyd b. Ali, Muhammed b. Abdullah ve Fah şehidi Hüseyin b. Ali, hatta bunların maiyetindeki askerlerle bile mukayese edilemeyecek düzeydedir. İslâm toplumunda olup bitenler karşısında asla sorumluluk duymayan ve Müslümanların Mansur tarafından sömürülmesinin, beytülmaldan gasp ettiği milyonlarca dirhem ve dinarın üzüntüsünü yaşamayan biridir.[2]
Oysa ki Taberistan ve Mazenderan dağlarında, Irak ve İran'ın birçok şehir ve köylerinde yaşayan Peygamber evladı; o temiz insanlar ve sıcak kanlar kendilerini, eşlerini ve çocuklarını bir öğün doyuracak yemeğe ve cemaat namazı kılmak için giyecek elbiseye muhtaç idiler. İzleyicileri ölümle burun buruna yaşıyordu, işkence altındaydı, takip ediliyordu, malları yağmalanıyordu, normal yaşam standardının çok altında bir yaşam sürdürüyorlardı.
Bu görüşü savunanlara göre İmam Sadık'ın (a.s), bu durum karşısında hiçbir duyarlılığı yoktu; hiçbir şekilde sorumluluk hissetmez. Yanına gelen İbn-i Ebi'l-Evca veya başka bir inkarcıyı mağlup etmekle yetinmekte ve bununla gönlünü hoş tutmaktadır... Bu mağlubiyet bile onu Müslüman etmez ve öylece ayrılıp gider...
Birinci yargı uyarınca İmam Sadık (a.s) böyle bir kişilik sahibidir.
İkinci yargı ise saldırı mahiyetlidir. Bu ise, İmam Sadık'ı (a.s), imam olarak tanımayanların yargısıdır. Onu, tarihte yaşamış olan inkar edilemez bir hakikat bilir; ancak hakkında yargı sahibi olabilmek için hayatını bilmek ve tarih aynasındaki yüzünü görmek gerektiğini savunurlar. (Taraftarları açısından din ve dünya önderliği anlamına gelen) imamet makamının ona yakışıp yakışmadığı, saygıya mı yoksa aşağılanmaya mı layık olduğu sonucuna varmak ise meselenin ikinci aşamasıdır.
Bu görüşün mimar ve savunucuları, İmam Sadık'ın (a.s) gerçek yüzünü görebilmek için güvenilir ve hatta herhangi bir kaynağa müracaat etmişler midir? Kaynaklar üzerinde tahkik yapmaları gerekirken, İmam hakkındaki duyum ve kuruntularına mı dayandırmışlar yoksa bu düşüncelerini? Bu bölümde değineceğimiz hususları göz önünde bulundurarak konuyla ilgili doğru bir karara varmanız mümkün olacaktır.
Şimdilik İmam Sadık (a.s) hakkında kasıtlı olarak bu yargıyı ortaya atanların amaçlarını açıklamaya devam edeceğiz.
Diyorlar: "İslâm toplumunun (daha doğrusu adı Müslüman toplumun) sınıfsal ayrımcılık ateşinde yandığı, toplumdaki en çarpıcı görüntülerin tuğyan ve adaletsizlik olduğu, dikta yönetiminin elleri halkın namusuna, malına, canına ve dahası beyinlerine, kalplerine ve duygularına musallat olup gitgide insanî özelliklerden yani seçme ve düşünme gücünden uzaklaşan halka her türlü muameleyi reva gördüğü, Mansur'un efsanevi "el-Hamra" sarayının, binlerce virane ve enkaz yanında kendini gösterdiği, Mansur zindanlarında toplumun en haysiyetli insanlarına insanlık dışı işkencelerin yapıldığı bir dönemde... böylesi çekilmez ve karanlık bir dönemde İmam Sadık (a.s), ders vermek, müçtehit ve kelâmcı yetiştirmekle meşgul oluyorsa, demek ki bir rehberin üstlenmesi gereken insanî misyona itinasız veya ondan büsbütün gafildir!..
Farklı iki kesim tarafından dile getirilen İmam Sadık (a.s) hakkındaki her iki yargı da insafsızca, mesnetsiz ve bir o kadar da yüzeyseldir.
Bir yandan İmam Sadık (a.s) taraftarlığı ve izciliğinden dem vurup bir yandan da böylesi bir yargının savunuculuğunu yapmak affedilir türden bir şey değildir.
Ben, İmam Sadık (a.s) ile ilgili bütün delil ve kaynakları buraya dökerek, senetlerini inceleme ve uzlaştırılması gereken rivayetleri uzlaştırarak bir neticeye varmak gibi alışılagelmiş bir tahkik gayesi taşımıyorum. Çünkü bu türden bir araştırma, ilmî oturumların uhdesinedir.
Ben, açıklamasını yaptığım bu iki yargı karşısında üçüncü bir yargının var olduğunu da belirtmek ve şüphe götürmez delillerini, ulaşılabilir kaynaklardan sizlere sunmak amacındayım. Göstereceğimiz kaynak, adres ve (bir çok kez duymuş olduğunuz) rivayetler -ki onları yazan ve söyleyenler bile nasıl bir mesaj taşıdığının farkında olmamışlardır- zaviyesinden bakarak İmam Sadık'ın (a.s) gerçek yüzünü görebilecek ve de yaşamı hakkında adilane bir yargıya varabileceksiniz.
Asıl konuya girmeden önce, mezkur iki yargıdan hiçbirinin sahih ve güvenilebilir bir temele dayalı olmadığının altını çizmekte yarar görüyorum.
Geçen alt bilgide de belirttiğimiz gibi, İmam hakkındaki ilk yargının kaynağı birkaç rivayetten ibarettir. Bunlar, şer'î bir kılıf peşinde koşan fırsatçılar açısından elbette ki kabul edilebilir deliller görünümündedir. İmam Sadık (a.s) gibi biri, her yönlü bir yönetici üslubu ile yalan övgülerden uzak bir şekilde bunları yanıtlaması gerekirken, böylesi bir yağcılıkta bulunabiliyor ise, onun taraftar ve öğrencileri de kendilerini korumak için tasavvuru mümkün her şeyde işbirliği içinde olmalarının bir sakıncası olmasa gerek. İlmî açıdan bu rivayetlerin ne kadar değersiz olduğunu kanıtlamaya bile gerek yoktur; mezkur rivayetlerin içeriği, hiçbir değer ifade etmediklerine en güzel kanıttır bizce.
İmam, kendine yöneltilmiş olan ölüm tehlikesini başka bir şekilde ve daha uygun bir dille uzaklaştırabiliyorsa eğer -ki bunun örneğini makul ve makbul rivayetlerde görmek mümkün-, Mansur gibi bir zalimi yalan sözlerle överek, yağcılık yaparak ve hakikat payı olmayan bir haysiyeti Mansur'a mal etme gayreti içinde niye olsun? Hiç kuşkusuz, yüce imamet makamı, böylesi ahlak dışı nispetlerin zannından bile münezzeh ve beridir. Sözü edilen rivayetlerin ele alınıp senet bakımından incelenmesinin de öğretici ve ibret verici olacağı kanaatindeyiz. Bu rivayetlerin bir kaçında "Rabi-i Hacib"in ismi geçmekte ve hadisin senet silsilesi onunla son bulmaktadır.
Rabi, Mansur'un özel memuru ve o günün tabiriyle kapıcısıydı. Ondan daha adaletli hadis rivayetçisi mi olurmuş efendim? Kaynakların bildirdiğine göre Rabi, Man-sur'un en yakın ve en güvenilir adamıdır. Hicri 153 yılında (İmam Sadık'ın -a.s- şahadetinden beş yıl kadar sonra) vezirlik makamına ulaştı (İmam Sadık'a (a.s) isnat ettiği, hükümetçe değerli yalanların sayesinde gerçekleşmiş olabilir bu terfi). Düzene sadakat ve bağlılığında şüphe edilmeyen Rabi gibi birinin, o türden hadisler naklederek İmam Sadık'a (a.s) dalkavukluk nispeti vermesi veya İmamın çok sert bir şekilde kullandığı ifadeleri yumuşatarak istirham kalıbına dökmesi, beklenmedik bir şey değildir.[3] Asıl beklenmedik olan, akıllı birilerinin kalkıp da düzenin sadık dostunun, halifenin düşmanı hakkındaki sözlerine inanması ve planlanmış alçakça komplonun bir parçası olan Rabi'in Şiîlik iddiasını kabul etmesidir.
İkinci yargı da en az birincisi kadar tutarsız ve ilmî payeden yoksundur; önyargı ve cehalete dayalı olması yönünden de doğu bilimcilerin sözüne benzemektedir. Ay-nı özelliklerle, ruhsuz, dar ve materyalistçe. Ve hatta İslâm, Şiîlik ve İslâm büyüklerinin yaşam tarihi hususunda olduğu gibi Şia İmamları hakkında da bu tür önyargı ve bilgisizliğe dayanan sözleri, değişmez üslubuyla ilk olarak ortaya atanlar yine bu müsteşrikler olmuştur. Onlardan biri,[4] İmam Hasan'ın (a.s) hamasetinden söz ederken şöyle der: "Hilafeti paraya sattı; kadın, güzel koku ve lüks bir hayat içinde ömrünü tüketti".
Bir diğeri,[5] tarihî görüş açısından bakarak İslâm'ı şöy-le yorumlar: "İslâm bir değişim noktası olup muasır toplulukların kölelikten feodalizme geçişini sağlamıştır..."
Bir başkası ise, bu türden kof araştırmalar ve ilgisiz etütlerle cehaletlerini kusmuştur...
Buna binaen, İmam Sadık (a.s) hakkındaki tutarsız ve ilim fakiri bu yargının onlar tarafından ortaya sürülmesi de garipsenmemeli. Daha da ilginç olanı, sözü edilen yargı sahiplerinin kaynağının, bu silsilenin ilk halkasının yontularından başka bir şey olmamasıdır; aksi takdirde İmamların hayatını böylesi mantık dışı bir yöntemle sınırlı tutmak nasıl mümkün olur?
İmam Sadık (a.s) hakkındaki bu iki yargıyı açıkladıktan sonra basiret sahibi insanların kaynaklardan kolayca elde edebileceği üçüncü yargıyı açıklamak istiyoruz. Öncelikle hatırlatmak gerekir ki bu yargı, hem İmam Sadık'ı (a.s), hem de diğer Şia İmamlarını kapsamına alan genel bir yargıdır. İmamlardan her biri, zaman ve mekan şartlarına uygun olarak özel bir amel tarzı seçmiş ise de ruh ve hakikat hep aynı olmuştur.
İmam Sadık'ın (a.s) hayatının ana ekseni hakkında bilgi sahibi olabilmek için "imamet" felsefesini öğrenmek bir zorunluluktur. Şia mektebinde "imamet" adıyla bilinen ve 250 yıl (Hicri 11-260) boyunca belirlenmiş on bir insan[6] tarafından icra ve ihya edilen husus, hakikatte nübüvvetin devamıdır.
Peygamberler bazı hedefler ve programlarla, yeni ideolojilerle, insan yaşamı için yeni bir tasarıyla, insanlık için bir mesajla gönderilirler. Yapıcı bir uğraş ve telaş uğruna yıllarını vererek ilâhî emaneti, zaman ve imkanlar el verdikçe adım adım ileriye taşırlar. Sınırlı bir zaman içerisinde yaşayacak olan insanın, yaşadığı sürece faaliyetlerinin ürününü en mükemmel ve en olgun hâliyle göremeyeceği bir gerçektir. -Ana hatları ve belirleyici yönüyle ona daha yakın ve benzer insanlar tarafından- bu telaş ve uğraş devam ettirilmeli ve bu emanet, emniyet ve beka yurduna ulaştırılmalıdır.
Bu insan veya insanlar peygamberin vasileri ve ümmetin imamlarıdırlar. Büyük peygamberlerin ve yeni mesaj taşıyıcıların hepsinin vasi ve naipleri olmuştur. İmameti her yönüyle anlayabilmek, peygamberin vazifesini ve peygamberliğin felsefesini anlamaya bağlıdır. Bu bağlamda Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve nizamı (yeni mektep, ölçü ve kanunlar) indirdik."[7]
Bu ayet, peygamberliğin neden ve felsefesini, bir başka açıdan da peygamberlerin vazifesini belirleyen ayetlerden sadece biridir.
Peygamberler, dünyayı yeni bir düzen üzere şekillendirmek, çarpıklıkları yok etmek ve kendi dönemlerindeki cehalet ortamında bir diriliş ve öze dönüşü gerçekleştirmek için gönderilmişlerdir. Vahiy ve Kur'ân'ın sözcüsü İmam Ali (a.s), hükümetini kurduğu gün şöyle buyurmuştur: "Hak etmediği hâlde yüce mevkilerde bulunanları aşağı indirin ve sömürülerek aşağıda tutulanları ise uygun yaşam seviyesine yükseltin."
Peygamberlerin gönderiliş felsefesini şöyle özetleyebiliriz: Tevhit ve sosyal adalet üzere kurulu toplumlar oluşturarak insanın yüceliğini korumak, fert ve kesim ayrımı yapmaksızın herkesin özgürlüğünü, hukukî ve kanunî eşitliğini garanti altına almak, sömürü, haksızlık ve stokçulukla mücadele etmek, insanî istidatların filizlenmesi için zemin hazırlamak, insanları ilim öğrenmeye teşvik ederek düşünce ufuklarını açmak, her yönüyle insanın eğitilmesini ve olgunlaşmasını sağlamak ve tarihî tekamül sürecinde değişim ve atıf noktasına ulaştırmak...
Peygamberler, işte bu görevleri yerine getirmek için gönderilmişlerdir. Netice itibariyle imamet de -nübüvvetin devamı ve uzantısı olması hasebiyle- bu emanetin devamı ve imam da aynı vazifelerle sorumludur. Eğer Peygamber efendimiz 250 yıl yaşasaydı ne yapar ve hangi yönde hareket ederdi? Peygamberin vasi ve naibinin amel ve yöntemi Peygamberinkinin aynısıdır. İmametin hedef ve yolu, peygamberliğin hedef ve yoluyla aynıdır. Amaç İslâmî adalete dayalı bir düzen ve toplum oluşturup devamı ve yayılmasını sağlamaktır.
Zamanın gereksinimleri farklı olduğu için her döneme uygun taktik ve yöntemler geliştirip kullanmak bir zorunluluktur. Peygamberimizin bile, İslâm devleti kurulmadan çok önceki ve bu hedefe yaklaşıldığındaki ve de hedefi gerçekleştirdikten sonraki tutum ve yöntemleri farklı olmuştur. Bu aşamaların her birinde kullanılan yöntemin farklı olmasına rağmen değişmeyen bir şey vardı, uğrunda gönderildiği ve gerçekleştirmek için henüz yaşadığı yüce hedef; insanın her yön ve boyutuyla yücelebilmesi, varlığındaki bütün istidat ve enerjilerden faydalanabilmesi için müsait bir çevre ve düzen kurmak ve de onu korumak.
Şia İmamlarının hedefi de Peygamberin hedefiyle aynıydı; aynı özellik ve aynı yönde İslâmî adalete dayalı bir düzen kurmak veya bu kurulu düzenin bekasını sağlamak.
Sosyal bir düzenin oluşturulma veya bekası, ne gibi yapıcı unsurları gerektirir? Önce böyle bir düzeni tasarlayan, planlayan ve teklif eden kılavuz ve yönlendiricinin ideolojisine, sonra zorluklar ve engeller karşısında, düzenin tahakkuk bulması ve yürürlüğe girmesi için icra gücüne ihtiyaç vardır. İmamların ideolojisinin İslâm ideolojisi olduğunu biliyoruz. İslâm ise kendine has özelliklerinden[8] yararlanarak ebedilik kazanan insan mektebidir.
Bu açıklamanın göz önünde bulundurulmasıyla Peygamberimizin (s.a.a) hak halifeleri olan Şia İmamlarının genel programları rahatlıkla anlaşılacaktır. Bu program birbirinden ayrılmaz iki bölümde gerçekleşir. Birinci bölüm ideolojiye, ikinci bölüm ise uygulayım ve toplumsal güç kazanımına aittir.
İmamlar, İslâm ideolojisini asıl konumuna döndürme, belirleme, güç kazandırma ve uyarlama yolunda var güçleriyle çaba sarf ederek mezkur programın birinci bölümünü ifa etmişlerdir.
Cahil kafalar ve garazlı gruplar tarafından çıkarılan bidat ve tahrifleri saptayarak insanlara sunmuş, İslâm ideolojisini toplumunun her geçen gün değişen sosyal yaşamına uyarlamış, karşılaşılan hadiselerden nasıl yararlanabileceğini gelecek nesillere öğretmiş, zorbaların çıkarlarıyla çakıştığından dolayı müphem kalan veya unutturulan bölümlerini ihya etmiş ve normal insanların ulaşamayacağı hususları kusursuz marifetleriyle Kur'ân'dan istinbat etmişlerdir...
Kısacası, İslâm'ı, dinamik ve hayat veren bir din olarak korumak ve nasıl korunacağını öğrencilerine ve gelecek nesillere öğretmek için çalışmış ve zahmetler çekmişlerdir.
Sözü edilen programın ikinci bölümüne dönük olarak imamların faaliyeti şöyle özetlenebilir: Her dönemde İslâm toplumunun siyasî ve içtimaî durumuna uygun gerekli ön hazırlıkları yapıp en kısa zamanda veya ileriye dönük olarak çalışmalar yapıp yönetimi ele almak. Masum imamların yaşamı bunun mücadelesini vermekle geçmiş, bu uğurda yaşamış ve bu yolda da şehit edilmişlerdir. Mevcut tarihî belgeler bu mücadeleye tanıklık etmiş olmasaydı bile Şia, iman ve akidesi gereği bunun aksini düşünemez ve söyleyemezdi... Her hâlükârda, tarihin tanıklığı her araştırmacı için yeterli ve doyurucudur.
İmamet olayı, Peygamberimizin (s.a.a) vefatından bir gün sonra (11. h. yılı safer ayı) ortaya çıkıp İmam Hasan Askeri'nin (a.s) vefatına kadar (h.260 yılı rabi'ul-evvel ayı) Müslümanlar arasında devam etti.
Bu süre içerisinde "imamet" dört dönemde seyretmiştir ve her dönemde, siyasî güçler karşısındaki tutum da farklı olarak gerçekleşmiştir.
Yeni kurulmuş olan İslâm devleti, güçlü ve yaralı dış düşmanların ve de İslâm'ı daha kavrayamamış olan yeni Müslümanların varlığının göz önünde bulundurulmasıyla ikiliği ve kutuplaşmayı kesinlikle kaldıramazdı. Böyle bir toplumun alacağı en küçük darbe dahi düzeni tehdit etmeğe yetecekti. Öte yandan, gelişmeler sonucu ortaya çıkan haktan sapma da, İslâm mektep ve toplumuna karşı herkesten çok sorumluluk taşıyan ve can yandıran Ali (a.s) gibi birinin tahammül sınırını aşacak kadar bariz değildi. Belki de bu sebeplerden dolayıdır ki Peygamberimiz (s.a.a), bu mümtaz öğrencisine, gelişecek olaylar karşısında sabretmesini emretmişti.
Bu dönem, Peygamberimizin (s.a.a) vefatından (h. 11) Hz. Ali'nin (a.s) hilafetine (h.35) kadar ki yirmi beş yılı kapsar. İmam Ali (a.s), Mısır halkına yazmış olduğu mektupta,[9] bu fetret döneminin başladığı günden itibaren içinde bulunduğu durumu şöyle açıklar:
"Bazı grupların İslâm'dan dönüp İslâm'ı yok etmek için davet başlattığını görünceye kadar gelişen olaylardan uzak kalmayı tercih ettim. İslâm ve Müslümanlara yardımcı olmadığım takdirde İslâm'da bir gedik açılacağından ve bir yıkım meydana geleceğinden korktum. Bunun doğuracağı zararların, halifeliği kaybetmekten daha büyük olduğunu gördüm... Neticede ayağa kalktım ve sorunları yok etmek için mücadele başlattım."
Hz. Ali'nin (a.s) bu dönemdeki yirmi beş yıllık yaşamı, İslâm'a ve Müslümanlar toplumuna olan sevgi ve şefkatinden kaynaklanan etkin diyalog, destek ve yardımıyla geçmiştir. İmamın siyasî, içtimaî, askerî gibi alanlarda zamanının halifelerine kılavuzluk etmiş ve sorunların çözümü için öneriler sunmuş olması (ki Nehc-ül Belâğa, hadis ve tarih kitaplarında nakledilmiştir), İmamın bu yöntemi uyguladığına kesin delildir.
Bu ikinci dönem, İmam Ali'nin (a.s) dört yıl dokuz aylık ve İmam Hasan'ın (a.s) da birkaç aylık hilafetinden ibarettir. İnkılâp temeli üzerine bina edilen bir hükümetin ayrılmaz yönü olan zorluklar, tenkitler ve sıkıntılara rağmen bu dönem, İslâmî hükümetin en parlak dönemidir. İslâm'ın insanî donanımlara dönük yaklaşım yöntemleri, mutlak adaleti ve muhtelif boyutlarının uygulanım ve gözetimi, tarihin hiçbir diliminde görülmediği kadarıyla tam bir kararlılık, netlik ve cesaretle uygulanmıştır.
Bu dönem, sonraki iki asır boyunca imamların davet ve uğrunda faaliyet ettiği sosyal düzen ve hükümet için uygulanması gerekli bir model olmuştur. Şia ise değerli bir hatıra gibi onu anmış, kısa olmasından dolayı hayıflanmış ve sonraki düzenleri onunla karşılaştırarak mahkum etmiştir.
Aynı zamanda, eğitilmemiş veya hakikatten saptırılmış toplum ve halk arasındaki inkılâbî ve tam anlamıyla İslâmî bir hükümetin durumunu gösteren eğitici bir ders ve tecrübe olmuştur. Bu sebeple imamlar, uzun vadeli yöntemlere, sıkı ve disiplinli eğitimlere ve de düzenli faaliyetlere yönelmek zorunda kalıyordu.
İmam Hasan'ın (a.s) yaptığı barış (h. 41 yıl) ile İmam Hüseyin'in (a.s) şahadeti (h. 61 yıl) arasındaki yirmi yıllık dönem. Barış olayından hemen sonra Şia'nın yarı gizli faaliyeti amelen başlamış oldu. Bu faaliyetle amaçlanan ise uygun bir zamanda Peygamber ailesini hükümete taşımaktı. Normal bir bakış açısıyla olaya yaklaşıldığında, bunun ulaşılmayacak bir amaç olmadığı anlaşılır ve hatta Muaviye'nin uğursuz yaşamının son bulmasıyla bu olasılık bir ümide dönüşebildi.
Yaklaşık iki asırlık bir çalışma... Farklı aşamalarda kaydedilen başarı ve yenilgilerle, ideoloji çerçevesinde tam bir başarının kazanıldığı, zamana uygun yüzlerce taktikle zenginleştirilen ve de İslâm'ın mükemmel insanının ihlas, özveri ve yüceliğinin binlerce örneğiyle dolu yoğun bir çalışma dönemi.
Hicri 148 yılında şehit edilen İmam Sadık'ın (a.s) hayatı hakkında bilgi sahibi olmak için imamların hayatının dördüncü dönemini daha geniş bir şekilde ele almak gerekir.
Bu dönem İmam Hüseyin'in (a.s) 61 hicri yılında şehit edilmesi ve İmam Ali b. Hüseyin'in (a.s) imametiyle başlar. Ehlibeyt İmamları bu dönemde, ideolojik faaliyetin zorbalarca ve de cahillerce İslâm ideolojisinin ana hatlarında meydana getirilen tahriflerle mücadelenin yanında İslâm hükümetini kurmak, İslâm ideolojisini hayata geçirmek, Kur'ân'ı ve Resulullah'ın (s.a.a) sünnetini ihya et-mek için uzun vadeli çalışmalarını başlattı ve sürdürdüler.
İslâmî düşüncenin yozlaştırılma, saptırılma ve hayata geçirilmesini tahrip etmeye dönük sinsi faaliyetlerin yürütüldüğü bir toplumda, böylesi inkılâbî ve çok boyutlu projenin dakik taktikler ve köklü hazırlıklar gerektirdiği şüphe götürmez bir gerçektir.
Muaviye ve öncesi dönemde, farklı nedenler sonucu İslâmî ruhiye ile aşina olamayan veya aşina olduktan sonra kaybeden, İslâmî düşünce ve insanî vasıflardan yoksun ön-der ve yöneticilerle yönetilip hurafi düşünce ve meşum amaçlar batağına gömülerek İslâm'ın özünden uzak kalan, İmam Hasan (a.s) ve Hüseyin'e (a.s) yardım etme bilincine ulaşamayan ve de Ümeyyeoğullarının baskı ve tehditleri sonucu büyük işlere girişim cesaretini kaybeden insanların, yüce ahlak ve zihniyet bağlamında tam bir dönüşle gerçek kişiliklerine kavuşabilmeleri ve layık kullar olabilmeleri için adı geçen bu yapıcı ve içsel değişimle sonuçlanacak eğitime tâbi tutulmaları kaçınılmazdı. Çünkü, İslâm'ın ikinci dirilişinin ağır yükünü yüklenecekler bu insanlardı. İşte bu inkılâbî sorumluluk, Peygamberimizin (s.a.a) cahilî temellere dayalı toplumda yarattığı inkılâbın sorumluluğunun aynısıydı.
Bir inkılâbın yinelenmesi, icadından çok daha zor ve önemli olabiliyor bazen. Bu ağır sorumluluğun uzun bir süre korunabilmesi için sarsılmaz ruhiye ve iman, güçlü beyin, gerçekçi ve faal düşünce gerekmektedir.
Bu sorumluluğun uhdesinden kim gelebilirdi? Ali oğlu Hüseyin'in (a.s) kıyamını kaldıramayan veya İmam Hasan (a.s) ile uyuşamayan, birliktelik kuramayan Şia mı?
Şüphesiz ham, eğitimsiz ve tecrübesiz güçlerle gerçekleştirilen kıyam ve hareketin akıbeti hüsran ve zarardan başka bir şey olmayacaktır. Tevvabîn kıyamı, Muhtar ve İbrahim b. Malik tecrübesi bunu doğrulayan canlı örneklerdir.
Ali b. Hüseyin (a.s) Kerbela kıyamından sonra iki yol arasında kalmıştı:
a) Heyecan ve duyguları galeyana getirerek -ki bu, onun gibi birinin, dostları ve sevenleri arasında kolaylıkla gerçekleştirebileceği bir husustu- maceraya atılmak ve muhalefet cephesi oluşturmak.
Bu durumda da, köklü değişim için zemin ve şartların olgunlaşmamasından dolayı heyecanın dinmesinden sonra Ümeyyeoğulları düşünce ve siyaset arenasında at koşturacaktı...
b) Ölçülü ve planlı bir yöntemle yüzeysel duyguları kontrol ederek yönlendirmek. Bu durumda, yapmakla yükümlü olduğu işin ilk aşamasını gerçekleştirmiş, kendi ve güvendiği sayılı dostlarının hayatını korumuş, meydanı düşmana bırakmamış ve Ümeyyeoğullarına karşı oluşturduğu cepheyi hayatta olduğu sürece terk etmemiş olacaktı. Gerçekleştirmek istediği yüce hedef ise, İslâm'ın hayatını yinelemek, İslâm toplumu ve düzenini aslına döndürmekti. Bunun için de gizli faaliyete başlayarak imamet düşüncesini tebliğ etmeli ve layık güçleri eğiterek amansız bir mücadeleye girişmeli ve hedefe götüren bu kestirme yolun devamını kendinden sonraki imama bırakmalıydı.
İmam Ali b. Hüseyin (a.s) bu iki yoldan hangisini seçmeliydi?
Kuşkusuz birinci yol fedakârların yoludur. Ancak hareketinin etki şuası, kendi zamanını aşıp baştanbaşa tarihi kapsayan misyon sahibi bir önderin fedakâr olması yeterli değildir; fedakâr olmanın yanında gerçekleri ve ileriyi görebilmeli, sabırlı ve çok dikkatli de olmalıdır... İşte bunlar, İmamın ikinci yolu seçmesini kesin ve kaçınılmaz kılan koşullardı.
İmam Ali b. Hüseyin (a.s), dayanılması daha zor olan, daha çok sabır gerektiren ve aynı zamanda da yiğitliğe yakışan ikinci yola baş koydu. Hicri 95 yılında da bu yolda can verdi.
İmam Cafer Sadık (a.s) bir hadisinde dördüncü İmamın durumunu ve yapıcı rolünü şöyle beyan etmiştir:
"İmam Hüseyin'den (a.s) sonra Ebu Halid Kabuli, Yahya b. Ümmü Tavil ve Cübeyr b. Mutim hariç herkes davadan döndü. Sonra başka insanlar gelip onlara katıldı ve sayıları arttı. Yahya b. Ümmü Tavil Resulullah'ın (s.a.a) camiine girerek halka hitaben şöyle derdi: "Ben size (yol ve gidişatınıza) inanmıyorum. Sizinle aramızda husumet ve düşmanlık vardır."[10] (Mümtehine, 14)
Aşura olayından sonra herkesin davadan dönmesi, ümitli gelecekten meyus olması ve kendi yoluna gitmesi çok ilginç bir olay! Şia'nın bütün ideal ve hedeflerinden sarf-ı nazar edip "Şia" adıyla ve imamlara kalben inanma ve sevgi beslemeyle yetinmek de bir o kadar ilginç. Bu türden Şiîlerin tarihteki varlığından haberdarız, bugün bile Şia'nın ekseriyeti aynı zihniyeti taşımaktadır.
İmam Seccad (a.s) dönemindeki on binlerce Şia'dan sadece üç kişi inancında sebat gösterdi; ancak üç kişi imamların yoluna bağlılığını korudu ve Ümeyyeoğulları hükümetinin gösterişten öteye olmayan Müslümanlık maskesi altındaki vahşi ve gerçek yüzünü görerek kendini kaybetmeyen, paniğe kapılmayan ve çelik iradeyle yollarına devam eden de yalnızca bu üç kişi oldu.
Yahya b. Ümmü Tavil Medine camiine girerek Müslümanlara ve sözde Şiîlere hitaben Hz. İbrahim'in (a.s), döneminin putperestlerine dediği sözü tekrar ederdi:
"Biz sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz, siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir."[11]
Kur'ân-ı Kerim, zamanın münkirlerine söylenen bu sözü Hz. İbrahim (a.s) ve ümmetinden nakletmiştir.
Geçici ve hakir maddî isteklere gönül vermişliklerinden ve bağımlı oluşlarından dolayı peygamberin mesajını kabul etmeyerek muhalefet oluşturanlar karşısında, inkılâ-bî mektep izleyicilerinin ideolojik ve savunma kararlılığıdır işte bu. Her peygamber, davet için attığı ilk adımda bu durumla karşılaşır. Her peygamber, mektebinin ilk sloganını gündeme getirmekle, zamanın insanlarının delalet ü-zere süregelen birliğini parçalamayı ve alçak insanların önderliğinde, hüsran uçurumuna doğru yol alan kafile fertlerinden birilerini veya bir grubu elinden tutup kurtarmayı hedefliyordu. Her peygamber, kendi zamanında oluşturulan batıl cephenin birlikteliğini bozmaya ve fertler arasında ihtilaf çıkarmaya çalışıyor, gaflet içerisinde koyun gibi muti ve emre amade insanlara haykırarak ikazda bulunuyordu. Böylece de engel tanımayan delalet selinin önünde engel oluşturuyordu. Peygamberin davet ettiği yo-la girip sonradan sapıklığa düşenler, maddî ve manevî açı-dan hüsran uçurumuna yuvarlananlar da olmuyor değildi.
Bütün bunlardan şu sonucu çıkarabiliriz: Peygamberler faaliyet alanında bulunmakla, davetlerini ve mücadelelerini başlatmakla kaçınılmaz bir cephe oluştururlar. Bu cephe, kendilerine ve getirmiş oldukları mektebe inanan, hakka ve hakikate açık olan insanlarla heveslerine uyan, naçiz arzulara gönlünü kaptıran, zilletli yaşamlarının mevcut durumuna rıza gösteren ve bunlardan dolayı da elçilere sırt çeviren veya karşılarına dikilenler arasında gerçekleşir. İmam Sadık (a.s), bu kaçınılmaz kutuplaşmayı şöyle beyan eder: "Bizimle olmayan kimse kesinlikle karşımızda olur."
Bu alanda orta yol, emniyet ve selamet yurdu söz konusu değildir. Tevhit safından ayrılan kimse, orta yolu bulduğunu vehmetse bile hakikatte tağut safında yer almıştır. Bu bağlamda tarafsızlık hiçbir mana ifade etmez. İmam Seccad'ın (a.s) dostu, sırdaşı ve gerçek Şia'sı Yahya b. Ümmü Tevil, Şiîlik ve velayet adıyla kendini avutan, bencillik ve çıkarcılık kabuğunda kaybolan, Şiîliğin misyon ve gayelerini ve "Allah'ın velisinin velayetini" tümüyle unutan zamanın Şiîlerine şöyle haykırmaktadır: "Biz size inanmıyoruz, sizden beriyiz; aramızda kin ve husumet vardır."
Şia'nın, imamıyla kaynaşması ve düğümlenmesi anlamı taşıyan gerçek velayet, kuru iddianın yerini tuttuğu, düşünce ve amel yönünden kılıçla bile ayrılmaz bir bütünlük oluşturduğu gün, Yahya b. Ümmü Tavil de Şia mektebinin bir parçası gibi onlarla ve onlardan olacak, mevcut kin ve husumet ise kardeşliğe dönüşecektir ve nitekim de böyle oldu.
İmam Seccad (a.s) ve numunesini aktardığımız Yahya[12] gibi sayılı yaranının sürekli telaş ve faaliyetleri neticesinde, ifası güç bu misyonu omuzlayabilecek layık insanlar zamanla İmama katıldı ve küçük Şia topluluğuna kazandırıldı.
İmam Sadık'tan (a.s) rivayet edilen hadisin devamında İmam şöyle buyuruyor: "Daha sonra insanlar onlara katıldı ve çoğaldılar."
Böylece de İmam Seccad'ın (a.s) görevi başlamış oldu. Değindiğimiz ve ileride daha başka bölümlerini kısaca aktaracağımız İmamın bu amel tarzı ve tutumları, hem kendi, hem de en yakın yaranından bazısının hayatına mal oldu.
İmam Seccad'ın (a.s), hükümet ve rejimi hedef alarak açık bir şekilde saldırıya geçtiğine dair her hangi bir bulguya rastlamış değilim ben; zaten akılcı ve gerçekçi üslup da bunu gerektirir. İmam Musa b. Cafer (a.s) ve diğer bazı imamların kendi dönemlerindeki sultanlara karşı gerçekleştirdikleri eleştirel yaklaşım ve sert çıkışlar, hilafet ve hükümeti kendilerine mahsus bir hak bilerek bunu kanıtlama yoluna gitme gayreti İmam Seccad (a.s) tarafından da gündeme getirilecek olsaydı, kuşkusuz misyonunu ifa edemeden, en güçlü Emevî halifesi Abdülmelik b. Mervan eliyle öldürülür, sonuç olarak da rayına oturmak üzere olan hareket ve çalışmaları da çökertilirdi. Mektep ve düşüncesini hakim kılmaktan başka bir amaç taşımayan, yönetimi ele almak için hiçbir acelesi ve şahsına dönük bir çıkarı olmayan ilâhî önderin bu tür bir girişimde bulunmasının katiyen kabul edilir ve mantıklı bir yanı olmazdı.
İmam, bazı vak'alarla ilgili olarak dönemin hükümetine karşı mektebi tavır koymuş ise de bu, İmamla hükümeti açıkça karşı karşıya getirecek mahiyette değil; sadece tavır ve hareketini tarihe ve aynı zamanda etrafına yansıtacak şekilde olmuştur.
İmam Seccad'ın (a.s), Ümeyyeoğulları saltanatına bağ-lı din âlimlerinden Muhammed b. Şihab-ı Zühri'ye yazdığı eleştirel ve sarsıcı mektup bunun bir örneğidir. Aslında İmam bu mektubu Muhammed b. Şihab'a değil, tarihe ve kendinden sonraki nesillere yazmıştır. Zira Şihab-ı Zühri, iktidara bağlılığı sayesinde maddiyata, şöhret ve makama ulaşmıştı; bütün kazandıklarına sırt çevirecek biri değildi ve ömrü boyunca sırt çevirmediğini, hep onların yanında yer aldığını da gördük. Ümeyyeoğullarını öven kitaplar[13] yazdı, onların çıkarları doğrultusunda öncekilerden hadis nakletti veya bizzat kendisi bu hususta hadis uydurdu.[14]
Bu mektup, İmam Seccad'ın (a.s) durumunu, bulunduğu ortamı ve de olaylar karşısındaki tutumunu açıklayan bir belgedir.
Mektubun içeriği değerli "Tuhef'ul-Ukul" kitabında mevcuttur, dileyenler bakabilirler.
İmamın hükümete karşı tavrının bir başka örneği, Abdülmelik'in mektubuna yazdığı cevaptır. Abdülmelik mektubunda, İmamı, azat ettiği cariyesiyle evlendiğinden dolayı tenkit etmiş ve bu vesileyle İmamın, iç işleri de dahil olmak üzere her işinden haberdar olduğunu vurgulamak istemiş ve aynı zamanda da İmamı kendine ısındırmak için aralarındaki akrabalık bağını hatırlatmıştı.
İmam cevabında, İslâm'ın konuyla ilgili görüşünü, bütün ayrıcalıkların İslâm ve iman ile yok edildiğini hatırlatarak üstü kapalı bir şekilde, mevcut cahilî durumuyla Abdülmelik'i ve cahilî geçmişiyle de babalarını şöyle kınamıştır: "Müslüman olmak horlanma vesilesi olamaz; ancak cahiliyetle horlanır, kınanır insan."
İmamın cevabı halifeye iletildiğinde, oğlu Süleyman da babası gibi İmamın sözlerindeki istihza ve tenkidi fark edince "Sana karşı nasıl da kendisini övmüştür, ey müminlerin emiri!" dedi.
Halife, aptal oğlundan çok daha akıllı ve Şia'nın imamıyla uğraşmanın ne gibi sonuçlar doğuracağını peşinen kestirebilir olduğundan söze şöyle başladı: "Böyle konuşma oğlum! Bu, çığır açar Beni Haşim dilidir."[15]
Bir başka örnek de, Abdülmelik b. Mervan'ın isteğine İmamın şu cevabıdır.
Resulullah'ın (s.a.a) kılıcının İmamın (a.s) yanında olduğu duyumunu alan Abdülmelik, bir elçi göndererek kılıcı kendisine hibe etmesini istedi ve buna karşılık her dileğini yerine getireceğini taahhüt etti.
İmam, böyle bir şeyi yapamayacağını bildirdi. Bunun üzerine halife, tehdit içerikli bir mektup yazıp beytülmal-dan hissesini keseceğini de belirtti. İmamın bu mektuba cevabı şöyle oldu:
"Allah muttaki kullarını her türlü zorluklardan kurtarmayı, ummadıkları yerlerden rızıklandırmayı vaat etmiştir. Allah Kur'ân'da şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki Allah hain ve nankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder."[16] Bu ayetin muhatabı sen misin yoksa ben miyim?"[17]
İmam Seccad'ın (a.s) hayatı, gizli faaliyet, salih insanlar yetiştirme, Şiî düşünce tarzını yayma ve beyinlere hakim kılma ve tahriflerle mücadele ile geçmiştir. Şiîliğin kutsal hedefinden ibaret olan İslâm düzeninin hayata geçirilmesi ve Ehlibeyt hükümetinin tesisi için ilk adımı İmam Seccad (a.s) atmıştır. Bu tutum her ne kadar uzlaşmacı bir görüntü verse de gerçekte durum çok farklıydı. İşte bunun için de gerek İmam, gerekse yaranı, Ümeyyeoğullarının kin ve düşmanlığından doğan her türlü zarar ve ziyanın hedefi olmuştu. Dost ve ashabının bir kısmı şehit edildi; bir kısmı şehrinden, diyarından uzak sürgün hayatı yaşadı ve bir kısmı da zindanlarda esir tutuldu.
Kendisi de en az bir defa, zincire vurularak korumalar gözetiminde perişan bir vaziyette Medine'den Şam'a götürüldü, bir kaç kez muhaliflerin eziyet ve işkencesine maruz kaldı ve hicri 95 yılında Emevî halifesi Velid b. Abdülmelik tarafından zehir verilerek şehit edildi. Allah'ın sonsuz rahmeti ve insanların övgüsü ona olsun.[18]
[1]- Bizzat gördüğüm kadarıyla bu hadisin içeriği sekiz hadiste tekrar edilmiştir; ancak hiç birinde senet nakledilmemiş, sadece olayın kendisi anlatılmış ve bununla yetinilmiştir. Ayrıca ravilerin, olayın gelişim esnasında orada bulunmadıkları kesin olmakla beraber olayı kimden naklettikleri de belli değildir. Sadece bir rivayette olay İmamdan nakledilir, bu rivayetinse senedi muvassak (güvenilir) değildir. (Bkz. Bihar'ul-Envar, Kamus'ur-Rical, c.9, s.509)
[2]- Mansur öldüğünde, altı yüz milyon dirhem ve on dört milyon dinar hazinesinde mevcut idi. (Asr'ul-Ezhar, s.60,70)
[3]- Mansur'un ikinci ve son veziri idi. Zeki, iş bilir, yetenekli ve yönetici ruhlu biriydi. Mansur'un ömrünün sonuna kadar (Hicri 158) vezirlik makamında kaldı. Mansur ve Abbasilere son derece bağlıydı. Mansur ve amcaları arasında cereyan eden dahili ihtilaflar ve saltanat kavgası sonucu gittikçe güçsüzleşen ve hatta yok olma tehlikesiyle burun buruna gelen Abbasi saltanatını bu krizden kurtaran Rabi oldu. Mansur'un son anlarında, Mansur adına hazırladığı vasiyet mektubunu düzenin bütün yönetici, vali ve büyüklerine sunarak Mansur'un oğlu Mehdi için biat aldı ve böylece de hilafeti kimseye kaptırmadan büyük bir hizmete imza atmış oldu. (Asr-ul Ezhar, s.59, 70)
[4]- Yahudi müsteşrik Filip yazmış olduğu "Arap tarihi" kitabında.
[5]- Rus tarihci ve araştırmacı Petroşifski "İran'da İslâm"adlı kitapta.
[6]- Resulullah'ın (s.a.a) vefat yılından İmam Hasan Askeri'nin (a.s) vefatına kadar ki imamlar silsilesi.
[7]- Hadid, 25
[8]- İnsanın asil ve değişmez ihtiyaçları uyarınca tasarlanmış olması, İslâm dininin özelliklerinden biridir.
[9]- Nehc'ül-Belâğa, mektup: 61
[10]- Bihar'ül-Envar, c.46, s.440. Bir rivayette Cabir b. Abdullah Ensarî de bu üç kişiye eklenmiştir. Bir başka rivayette ise Cabir b. Abdullah Ensarî yerine Said b. Musayyib'in ve Cabir b. Mutim yerine Hekim b. Cübeyr'in adı geçmektedir. Ve yine bir diğer rivayette bunlara Said b. Cübeyr eklenmiş ve Cübeyr b. Mutim yerine Muhammed b. Cübeyr b. Mutim'in ismi zikredilmiştir. (Rical-i Keşşi, s. 115)
[11]- Mümtehine, 4
[12]- İmam Seccad'ın (a.s) yaranının tebliğ yöntemini ve uyguladıkları taktikleri içeren bir hadiste, bu yüce insan şöyle anlatılmaktadır: Kunase'de (Kufe şehrinin bir mahallesi) Yahya b. Ümmü Tevil'i gördüm, şöyle haykırıyordu: "Ey Allah dostları, biz, sizin duyduklarınızdan beriyiz. Ali'yi (a.s) telin edene Allah'ın laneti olsun! Biz, Mervanilerden ve Allah diye taptıklarından uzağız."
Birden alçak bir sesle (yakın dostlarına mesaj verircesine) dedi: "Allah'ın velilerine hakaret edenlerle, bizim yolumuzda şüphe edenlerle oturup kalkmayın, bir arada olmayın. Size itaat eden birini, muhtaç bırakacak olursanız ihanet etmişsinizdir."
Peşinde de şu ayeti (Kehf, 29) okudu: "Çünkü biz zalimlere öyle bir ateş hazırladık ki, çadırı onları kuşatmıştır..." (Kamus'ur-Rical,c.9, s.399)
[13]- Tabakat-ı İbn-i Sa'd'da geçen cümleler buna ışık tutmaktadır: "Velid ölünceye kadar Zührî'den bir hayli hadis naklettiğimizi sanıyorduk. Velid öldükten sonra hazinesinden çıkarılıp hayvanlara yüklenen defterleri görünce ve de Zührî'nin bilgileri olduğunu duyunca şaşkınlığımızı gizleyemedik." (Tabakat-ı İbn-i Sa'd, c.2, bölüm: 2, s.135)
[14]- Ecvibet-u Mesail-i Musa Carullah, Allame Şerefuddin Amilî, s.59. Dirasat'un fi'l-Kafi ve's-Sahih, s.261.
[15]- Bihar'ul-Envar, c.46, s.146. Usûl-i Kâfi, c.5, s.95.
[16]- Hac, 38
[17]- Bihar'ul-Envar, c.46, s.95
[18]- İmam Seccad'ın (a.s) yaşamı, dur-durak bilmez faaliyet ve mücadelesinin örnekleri ve de döneminin muhtelif olayları hakkında tahkik ve tetkik, masum imamların hayatının en ibretli bölümlerindendir. Bu hususta özel bir makale sunma ümidiyle.
![]() |