0-05   5-30   30-65    65-110

(1)

İMAMETE DAVET VE TEBLİĞ

Bu konuyu, Şia İmamlarının davetinin en açık özelliği olarak kabullenmek gerekir. Yüce peygamberimizin (s.a.a) dünyadan göçtüğü ilk yıllardan başlayarak imametin bütün dönemlerinde Şiî daveti, Ehlibeytin imametini ispat etmekle başlamıştır... Bu husus Hüseyin b. Ali'nin (a.s) kıyamında ve hatta Zeyd b. Ali gibi imamzadelerin hareketlerinde açıkça görülmektedir. İmam Sadık'ın (a.s) daveti de bu genel strateji dahilinde gerçekleşmiştir.

Bu konunun belgelerini sunmadan önce "imametin" İslâm'daki anlamını ve imamete davetin ne demek olduğunu bilmeliyiz. İmameti tebliğin gerçek içeriğini anlamak imametin anlamını anlamaya bağlıdır.

Mutlak önderlik manası ifade eden "imamet" kelimesi, İslâm kültüründe daha çok özel bir önderlik, yani fikrî ve siyasî gibi sosyal alanlardaki önderlik hakkında kullanılır.

Kur'ân-ı Kerim'de kullanılan imamet kelimesi ve türevleri bu özel anlama dönüktür. Yani fikirsel önderlik veya siyasal önderlik yahut da her iki alanda önderlik anlamınadır. İslâm Peygamberinin (s.a.a) vefatından sonra Müslümanlar birkaç fırkaya bölündü ve bu bölünme fikrî ve siyasî alandaki bölünmelerden kaynaklanmıştı. Bu bölünmenin asıl sebebi ise, siyasî alanda ümmete önderlik meselesiydi, işte bu bağlamda "imamet ve imam" terimleri özel bir önem kazandı. Bu terimler diğer manalarından daha çok "siyasî önderlik" alanında kullanılır oldu ve böylece diğer manalar bu boyutun gölgesi altında kaldı.

Durum öyle bir yere vardı ki hicri ikinci yüzyılda İslâm'ın kelâmî ekolleri bir biri ardınca ortaya çıkıp farklı İslâmî eğilimleri, farklı ideoloji ve ekollere dönüştürdü. Bu ekollerin en önemli meselelerinden biri de siyasî önderlik manasına gelen "imamet" meselesiydi. Bu alanda en çok konuşulan şey imamın yani toplumu yönetenin şart ve özellikleriydi ve bu hususta da her ekolün kendisine has inanç ve görüşü vardı.

Şia ekolünde de -ki bu ekolün izleyicileri açısından İslâmî düşünce akımının temelini oluşturan- "İmamet" siyasal önderlik anlamınaydı. Şia ekolünün imam hakkındaki düşüncesi şöyle özetleniyordu:

İslâm toplumunun siyasî önder ve imamı Allah tarafından seçilmeli ve Peygamber tarafından da tanıtılmalıdır. Fikirsel alanda önder, Kur'ân'ın müfessiri ve herkesten daha çok dinin inceliklerinden haberdar olmalıdır. Yaratılıştan var olan, ahlâkî ve sebebî eksiklik ve noksanlıklardan beri ve masum olmalıdır aynı zamanda. Ve de temiz ve iffetli ailelerden dünyaya gelmiş olmalıdır...

Birinci ve ikinci asır Müslümanları arasında siyasî önder manasını barındıran imamet, Şiîler arasında siyasî önderliğin yanında fikrî ve ahlâkî önderlik manasını da kazanmış oldu.

Şia, imam olarak tanıdığı ve kabullendiği birinden sosyal işlerin idaresini beklediği gibi fikirsel kılavuzluk, dinî eğitim ve ahlâkî tezkiyeyi de bekler. Bu görevleri yerine getiremeyen birini "hak imam" kabul etmez ve başka ekoller açısından yeterlilik ölçüsü addedilen siyasî yönetimin iyiliği, askerî alanda güçlü olmak ve ülke topraklarını genişletmek gibi ölçülerle yetinmezdi.

Şia'nın imamet hususundaki görüş ve anlayışına göre bir toplumun imamı, o toplumun toplu hareketini ve bireysel eğilimini yönlendiren, hem din ve ahlakı öğreten, hem de fertlerin yaşam ve faaliyetine hükmeden üstün güçten ibarettir. Bu açıklama doğrultusunda Peygamber de bir imamdır. Çünkü temelini attığı toplumun fikrî ve siyasî önderliği onun elindedir. Peygamberden sonra da, onun halifesi olacak ve (siyasî önderlik dahil olmak üzere) yüklendiği sorumlulukları yüklenecek bir imama ihtiyaç duyulması kaçınılmazdır. Şia inancı açısından bu halifelik, Peygamberimizin sarih buyruğu gereği Ebu Talib oğlu Ali'ye (a.s) ve onun soyundan gelen masum imamlara aittir. (Daha detaylı bilgi edinmek için konuyla direkt bağlantılı kitaplara bakılabilir.)

Burada değinmemiz gereken bir nokta vardır: Siyasî önderlik, dinî eğitim ve ruhî arınım mefhumlarının İslâmî imamet ve hilafette bir arada bulunuşu (ki İslâmî imamet ve hükümete üç boyut kazandırmıştır), günümüzdeki bazı büyük düşünürlerin açıkladıkları gibi, İslâm'ın bu üç boyutu birbirinden ayırmamasından ve bu üç boyuttan oluşan bir programı insana sunmuş olmasından kaynaklanmıştır.

O hâlde ümmetin önderliği de mezkur her üç alandaki önderlik manasında olmalıdır. İmamın Allah tarafından belirlenmesi gerektiğine inanan Şia'nın, bu inanca gösterdiği delil, imametin taşıdığı geniş mana olmuştur.

Sonuç şudur: İmameti "hilafet ve hükümet" karşıtı zanneden ve de onu sadece manevî, ruhî ve fikrî alanlarda bir yardımcı olarak kabullenen yüzeysel düşünce ve görüşlerin aksine, Şia kültüründe imam "ümmetin önderidir" hem dünyevî işlerde insanların yaşamına düzen vermede ve toplumun siyasî ve içtimaî idaresinde (yani devletin zirvesidir), hem de manevî ve ruhî eğitimde, fikirsel sıkıntılara çözüm getirmede ve İslâm ideolojisini açıklamada (yani bir ideolog).

Konuyla ilgili Şahitler

Çok net ve açık olan bu husus, imamete inananların çoğuna aşina gelmeyebilir. Kur'ân ve hadis kökenli yüzlerce örnekten bir kaçına değinmek uygun olur kanısındayız.

Usul-ü Kâfi'nin "Kitab'ul-Hüccet" bölümünde imametin tanımı ve imamın vasıfları hakkında İmam Ali b. Musa er-Rıza'dan (a.s) nakledilen çok uzun bir hadiste çok değerli ve cezbeli özelliklere yer verilmiştir.

İmametin tanımı hakkında şöyle buyurmuştur:

"Dinin ipi, Müslümanların düzeni, dünyayı abat eden, müminlerin izzet ve yüceliği, peygamberlerin rütbe ve makamı, halifelerin mirası, Allah'ın hilafeti ve peygamberin halifeliği."

İmamı tanımlarken de şu vasıfları sıralamıştır:

"Genel serveti artıran, ilâhî kanun ve yasaları uygulayan, sınırların koruyucusu, Allah'ın insanlar arasındaki emini, yüksek bir tepe üstünde insanları şaşkınlıktan kurtarmak için yanan bir meşale, Allah yolunun davetçisi, ilâhî sınırın savunucusu, münafıkların öfkesinin sebebi, küfrün temelini yıkan, müminlere izzet veren, yönetim hususunda uzman ve tecrübeli, siyaseti çok iyi bilen, Allah'ın emrine uyan, Allah kullarının hayrını isteyen, Allah'ın dininin bekçisi...."[1]

İmam Sadık'tan (s.a) rivayet edilen başka bir hadiste ise açıkça şöyle buyrulmuştur:

"Peygamberin (s.a.a) bütün imtiyaz ve taahhütlerine Ali (a.s) de, diğer imamlar da sahiptir"[2]

İmam Sadık'tan (s.a) rivayet edilen bir başka hadiste "vasilere" itaat etmenin farz oluşu hatırlatılmış ve sonra da "vasiler"in, Kur'ân'da "ulu'l-emr" tabiriyle anılan insanlar olduğu ifade edilmiştir.[3]

Değişik kitapların farklı bölümlerinde dağınık hâlde kaydedilen yüzlerce rivayet, Şia kültüründe imamet teriminin "İslâm ümmetinin işlerinin idare ve yönetimi" anlamına geldiği ve yönetimin gerçek sahiplerinin de Ehlibeyt İmamları olduğu açıkça vurgulanmıştır. Öyle ki araştırma yapacak olan insaf sahibi insanların bu hususta hiçbir şüphesi kalmayacaktır. Çünkü Ehlibeyt İmamları tarafından sürdürülen imamet iddiasının fikrî ve manevî makamın ötesinde ve tam anlamıyla yönetim hakkı iddiası olduğu çok açıktır. Her yere yayılan davetleri de hakikatte yönetimi ele almak için siyasî-askerî mücadeleye davetten ibaretti.

Sonraki dönemlerdeki onlarca yazar ve araştırmacının gözüne görünmeyen[4] bu gerçek, imamların döneminde yaşayan Müslümanlar arasında en açık gerçeklerden biri sayılmaktaydı. Meşhur ve çok usta Arap şairi, en meşhur Şiî şahsiyetlerden biri ve de kararlı Alevi eğilimlerinin şehidi olan "Kûmeyt", meşhur kasidelerinin birinde Ehlibeyt İmamlarını şöyle vasfeder: "Ehlibeyt İmamları, insanları yönetmekle hayvanlara çobanlık etmeyi aynı görmeyen siyasetçilerdir; zamanın yöneticileri ise bunun aksini savunuyor ve uyguluyorlardı.

İmam Sadık'ın (a.s) İmameti Tebliğ Etmesi

Şimdi asıl konuya dönüyoruz, yani İmam Sadık'ın (a.s) da diğer Şia İmamları gibi davetinin öncelikli konusu olarak "İmamet"i seçmesi konusuna. Bu tarihî gerçeğin kanıtı hususundaki en sağlam ve kesin belge, İmam Sadık'tan (a.s) rivayet edilen hadislerdir. Bu hadisler çok net bir şekilde imamet iddiasını beyan etmektedir. İlerde açıklayacağımız gibi, İmam Sadık (a.s) imameti tebliğ ederken, zamanın sultanlarını direkt ve net olarak reddetmesi, velayet ve imametin gerçek sahibi olarak insanlara tanıtması gerektiği bir mücadele aşamasında görüyordu kendini.

Usuller gereği bu hareket, mücadelenin önceki aşamalarının başarıyla noktalanmasından sonra gerçekleştirilebilirdi ancak. Siyasî ve içtimaî bilinç büyük bir kitleye yayılmış, bil-kuvve hazırlıklar her yerde hissedilmiş dikkate şayan bir yelpazede fikrî ortam oluşturulmuş, hak ve adalet sistemi büyük bir topluluk açısından kaçınılmaz bir gerçek olarak kabul görmüştü. İşte bu durum karşısında imam, sarsılmaz kararını nihaî mücadeleye kilitlemişti. Bu aşamalar gerçekleşmeden önce, belli birini toplumun hak imamı olarak gündeme getirmek zamansız ve faydasız olacaktı.

Dikkat edilmesi gereken bir başka husus da, imamın bir çok kez kendi imametini kanıtlamakla yetinmemesi ve kendisiyle birlikte önceki hak imamları topluma tanıtması ve Ehlibeyt'in imamet silsilesinin ayrılık kabul etmeyen bir bütün olduğunu vurgulamasıdır.

Şia düşüncesinde, geçmiş zamanların batıl yöneticilerinin reddedilmesi ve "tağut" kabul edilmesi dikkate alınacak olsa, İmam Sadık'ın (a.s) bu yöntemi, kendi dönemindeki Şiîlerin cihadının önceki dönemlerde sürdürülen cihadın devamı olduğuna işarettir.

Aslında İmam Sadık (a.s) bu beyanıyla kendi imametinin, önceki imamların imametinin kaçınılmaz sonucu olduğuna vurgu yapıyor ve böylece de hem imametini temelsizlik şaibesinden kurtarıyor, hem de kesin ve şüphe götürmez bir kanalla yüce İslâm Peygamberine (s.a.a) dayandırıyordu.

İmametin Tebliğiyle İlgili Çarpıcı Rivayet

Şimdi, İmamın davetinin keyfiyetine dönük birkaç örneğe dikkat ediniz.

Benim bu alanda gördüğüm en mükemmel ve çarpıcı rivayet, Amr b. Eb'ul-Mikdad'ın şu rivayetidir:

"Zilhicce ayının dokuzuncu günüydü; Arefe günü. Hacılar, günün özel amellerini yerine getirmek için Arafat'ta mahşerî bir kalabalık oluşturmuşlardı. Müslümanların yaşadıkları bölgelerin doğal sözcüleri de bir yerde toplanmıştı. Böyle bir yerde söylenecek doğru ve yerinde bir söz, zamanın en geniş toplu iletişim şebekesini oluşturacaktı."

Amr şöyle devam eder: "İmam Sadık'ı (a.s) gördüm; gelip hacıların yanında durdu ve İslâm dünyasının her noktasına ulaştırmak için oradaki herkesin duyabileceği şekilde yüksek bir sesle mesajını üç defa tekrarladı, başka bir yöne döndü ve aynı mesajını üç defa olmak üzere yineledi ve bir başka yöne dönüp yine üç defa tekrar etti ve dördüncü defa... Böylece İmam on iki defa aynı mesajı tekrarlamış oldu... İmamın mesajı şundan ibaretti:

"Ey insanlar! Allah'ın Resulü imamdı; ondan sonra Ali b. Ebu Talip, sonra Hasan, sonra Hüseyin, sonra Ali b. Hüseyin, sonra Muhammed b. Ali ..."[5]

Bir başka hadis, Ebu's Sabah Kinani'den rivayet edilmiştir. İmam Sadık (a.s) bu hadiste kendini ve diğer Şia İmamlarını şöyle tanıtıyor:

"Bizlere itaat etmek yüce Allah tarafından farz kılınmıştır. Enfal da bizimdir, Safv-ul mal da..."[6]

Safv-ul mal, tağutların kendilerine has kıldıkları ve ihtiyaç sahiplerini mahrum bıraktıkları mallardır. Müslüman savaşçıların zaferiyle yenilgiye uğrayan zalimlerin tasarruflarından kurtarılan bu mallar, diğer savaş ganimetleri gibi taksim edilmez ve kâzip bir haşmet ve yalan bir iftihar kazandırması için birinin yetkisine sunulurdu. Oysa ki bu malların İslâm hakimine sunulması ve onun eliyle Müslümanların genel maslahatına olan alanlarda kullanılması gerekiyordu. İmam Sadık (a.s) bu hadiste, enfal ve safv-ul malın sahibi olarak tanıtıyor kendini.

İmamın bu açıklama ile vurguladığı üç husus vardır:

a) İslâm toplumunun asıl hakimi kendisidir.

b) Mezkur malların kendisine sunulması gerekir.

c) İmamın eliyle de doğru alanlarda kullanılması gerekir.

Bir başka hadiste ise kendisinden önceki imamların ismini tek tek sayarak onların imametine ve emirlerine itaat etmenin farz olduğuna şehadet eder.[7]

Sıra kendi adına geldiğinde İmam susmayı tercih eder; ama imamı dinleyenler, İmam Bâkır'dan (a.s) sonra ilim ve hükümet mirasının İmam Sadık'a (a.s) intikal ettiğini çok iyi bilirler. Böylece İmam hem hükümetin kendi hakkı olduğunu gündeme getirir, hem de kanıtsal söz akışıyla yüce babası Ali b. Ebu Talib (a.s) ile olan bağlılığını açıklar. Usul-ü Kâfi'nin "el-Hüccet" bölümünün bablarında ve Bihar-ul Envar'ın 47. cildinde, imamet iddiasını açıkça ve ima yoluyla açıklayan ve imamete davet eden onlarca hadis bulmak mümkün.

Kesin bir başka belge de İmamın (a.s) İslâm topraklarının her yerindeki geniş tebliğ şebekesinden bahseden ve bu şebekenin varlığını kesin kılan şahitlerdir. Bu şahitler öylesine çok ve delillere dayalıdır ki eğer sarih bir hadis olmasaydı bile, konunun kesinliğine gölge düşmezdi.

İmamların hayatı hakkında araştırma yapan biri kendine soruyordu. İmamların, İslâm topraklarında görevli davetçi ve tebliğcileri yok muydu ki Emevî saltanatının çöküşü yaklaştığında imamlar için halktan itaat ve destek sözü alsınlar? Eğer durum bundan ibaretse, imamlar ve Şia arasındaki malî ve fikrî ilişkiler alanında görülen teşkilatî bağlılık nasıl yorumlanabilir? Dünyanın her yerinden Medine'ye taşınan paralar ve mallar, dinî konular hakkında sorulan bunca sorular, her yere yayılmış olan Şiîliğe davet, İslâm topraklarının önemli bölümündeki eşi benzeri olmayan Ali ve Ali oğulları sevgisi neyin nesidir?

Horasanlı, Sistanlı, Kufeli, Basralı, Yemenli ve Mısırlı hadis âlimleri ve ravileri imamın etrafında niye toplanmışlardı?... Bunları gerçekleştiren hangi güçtü acaba? Birbirine uyumlu ve bağlı bu gerçekler yoksa tesadüf sonucu mu meydana gelmişti?

Emevî saltanatının bütün İslâm topraklarında istisnasız ve kesintisiz olarak devam eden karalama propagandalarına, Ali b. Ebu Talib'in (a.s) minber ve hutbelerde İslâm'ın istenmeyen şahsiyeti olarak tanıtılmasına rağmen, İslâm topraklarının en ücra köşelerinde dahi Ali oğullarının eşsiz bir sevgiye mazhar olmaları, Şia inancına göre din ilmini, siyaset ve yönetim ilmini onlardan öğrenmek için uzun yolları kat ederek Hicaz ve Medine'ye yönelmeleri ve de bir çok defa sabırsızlanarak askerî hareket başlatmaları için izin istemeleri, kuşkusuz imamların kurmuş olduğu güçlü ve geniş bir iletişim şebekesinin varlığına bağlıdır.

Eğer Şia'nın silahlanması sadece imamların ilim ve zühdünü kanıtlama yönünde olsaydı, askerî hareket izni istenmesi ne anlama geliyordu?

Tarihte Tebliğ Ağından Bahsedilmemesinin Sebebi

Şöyle bir soruyla karşılaşmak mümkün: Tarihte adı geçen tebliğ ve iletişim şebekesinden hiç bahsedilmemesinin sebebi nedir? Ve niye hiçbir faaliyeti açıkça nakletmemiştir?

Buna şöyle cevap verilebilir: Mezkur davet ve tebliğ şebekesine tarihte rastlanmamasının sebebi, öncelikle İmamın dostlarının "takiyye" ilkesine fazlasıyla bağlı olmalarıydı. Bu bağlılık, mahrem olmayanların bu teşkilata sızmasını engellemek içindi.

Bunun bir başka sebebi de Şia'nın cihadının o aşamada amacına varamaması ve yönetimi ele alamamasıydı, ki bu da bir takım etkenlerin sonucuydu... Eğer Abbasîler de yönetimi ele geçiremeseydiler, onların gizli faaliyetleri ve acı-tatlı anıları da göğüslerinde kalacak, kimsemin bunlardan haberi olmayacak ve tarihte de rastlanamayacaktı.

Bütün bunlarla birlikte, Ehlibeyt'in imametine dönük Şiî davetini açıkça haykıran rivayetlerin sayısı az değil. Bunu bir hadisle örneklendirmek yeterli olacak kanısındayım.

Kufe halkından biri Horasan'a gider ve insanları Cafer b. Muhammed'in (a.s) velayetine davet eder. İnsanların bir grubu bu davete olumlu cevap verir ve itaat ederler. Diğer bir grup ise buna muhalefet edip tekzip yolunu seçerler. Üçüncü bir grup ise ihtiyatlı davranırlar; ne icabet, ne de tekzip ederler... Bir gün ihtiyat edenlerden birinin yolu Medine'den geçer ve bu arada İmam ile görüşür. İmam (a.s) bu adamı zemmederek şöyle buyurur: "Takva ve ihtiyat ehli idiysen, filan yerde hıyanet ederek filan işi niye yaptın, niye ihtiyat etmedin peki!?[8]

Gördüğümüz gibi davetçi Kufe halkındandır; tebliğ bölgesi Horasan, davetçinin adı gizli ve davetin içeriği ise İmam Sadık'ın (a.s) velayetine itaat.

Konuyla İlgili Bir Başka Belge

İmametin tebliği alanında imamların ve Şia'nın görüşünü belirleme açısından dikkate şayan bir diğer belge de, imamlar ve siyasî rakipleri (Emevîler ve Abbasîler) arasında gerçekleşmiş olan tartışmalar ve sözlü mücadelelerdir. Hem kelâmî ve mezhebî deliller diliyle, hem de daha açık ve net bir dille -şiir dili- gerçekleşmiş olan bu tartışmalar, Şia'nın imamet hususundaki tebliğ amacının, yönetimin Ehlibeyt İmamlarının hakkı olduğunu çok net bir şekilde kanıtlamaktadır. Bunun doğal sonucu şudur: Ehlibeyt'in velayetine davetin en açık boyutu, siyasî gücü ehil olmayanlardan geri alıp hak sahiplerine iade etmek için mücadeleye davetten ibaretti.

İmam Sadık'ın (a.s) dönemi, Abbasîlerin hareket başlatması ve sonra da hükümeti ele geçirmeleriyle muasır olması bakımından bu tür tartışmaların en hassas dönemiydi. İmamın bakış açısından Şiî ve Abbasî şairlerin şiirleri de aynı konumdaydı.

Şairlerin ve Şiirin Rolü

Abbasî şairleri, yönetimi ele alma yolunda Şiîlerce sürdürülen faaliyetleri kınıyor ve egemen güçlerin, kendilerini haklı göstermek için sarıldıkları temelsiz ve kof delillere sarılarak Abbasîleri, yönetimin gerçek sahipleri olarak tanıtıyorlardı. Bunun tam karşısında ise Ehibeyt aşığı şairleri görmekteyiz, ki mağlup ve öfkeli kesime mahsus dil ve çıkışlarla galip güçleri (Abbasîleri), işledikleri cinayetlerden ve batıla eğilimlerinden dolayı yerden yere vurup yönetim hakkının Ali oğullarına mahsus olduğunu haykırıyorlardı.

Bir hareketi temsil eden şiirin hicri 1 ve 2. asırdaki yüce konumu ve de bir harekete mensup şairin, hareket bağlamında kendi eğilimlerini yaymada ve ülküleri açıklamadaki öncülüğü ve en etkili rolü oynadığı göz önünde bulunduracak olsa, siyasî hareketlere mensup şairlerin açıklamaları için özel bir defter açılmış olması çok doğaldır.

"el-Abbasiyyun el-Evail" kitabının yazarı Dr. Faruk Ömer, Arapça şiir ve hitabet sanatının filizlendiği dönem olan 1. ve 2. yüzyıldaki edebiyatın hassas ve belirleyici rolünü, mezkur kitabında iyi bir şekilde işlemiştir. O şöyle yazıyor:

"...Edebiyat kalpleri etkiliyor ve insanların sempatisini şu veya bu akıma yönlendiriyordu. Şairler ve hatipler, kendi siyasî düşüncelerini toplumun gündemine oturtan, bunun savunuculuğunu yapan, etkin bir dil ve açık bir yöntem ile siyasî eğilimlerin hakkaniyetini delillere dayandıran ve rakiplerinin delillerini çürütmeye çalışan gazeteler konumundaydı."[9]

Mesela Abbasoğulları taraftarları olan bir şair, hilafetin, Abbasoğullarının meşru hakkı olduğunu kanıtlamak için onların Peygamberle olan akrabalığını dile getiriyor ve Peygamberin mirasının, bu soya ait doğal mülk olduğunu iddia ediyordu. Bunu da şöyle kanıtlıyordu: Miras hususunda İslâm'ın emri şudur: Amcalar varken, kız yoluyla dünyaya gelen çocuklar mirastan pay alamazlar. O hâlde Peygamberin yönetim mirası, amcası Abbas'a ve ondan sonra da oğullarına intikal eder. Bir şair şöyle diyordu: "Nasıl mümkün olur, olacak iş mi ki, kızın çocukları amcaların mirasını sahiplensin!?"

Şunu diyenler de vardı: "Amca varken, amca oğulları mirası sahiplenemez."

Ehlibeyt aşığı şairler ise, bunun karşısında çoğunlukla mazlumiyet hissinden kaynaklanan coşturucu duygularla yoğrulmuş şiir ve kasideleriyle bu tür kanıtları reddediyor ve Şia İmamlarının hakkaniyetine dair deliller getiriyorlardı. Mesela Seyyid Himyeri meşhur kasidesinde Gadir-i Hum olayını haykırıyor ve şöyle diyordu: "...Ben kimin mevlası isem, bu (Ali) onun mevlasıdır; ama günümüz muhalifleri buna razı ve ikna olmadılar..."

Abbasî şairin dile getirdiği "amcanın mirasçı olması" olayına Cafer b. Osman-ı Taî şöyle cevap veriyordu: "...Kız mirastan tam yarım pay alır, oysa ki bu mirastan amcaya hiçbir şey verilmez..."

Peygamberden miras alma hususunda ise Di'bil-i Hüzaî kasidesinde şöyle diyordu: "...Peygamberin mirası onları hüsrana uğrattı, çünkü her yönden korku ve ölüme yem oldular!..."

Şiirlerin İçeriği

Abbasoğullarının yaşamıyla ilgili kitaplarda ve hicri 2. yüzyıl tarihinde yüzeysel bir araştırma yapan herkes, şiir diliyle yapılan bu tür siyasî tartışmaların yüzlercesini bulacaktır. İmamlar dönemindeki Şiî edebiyatının genellikle siyasî ve kelâmî konuları içerdiği rahatlıkla söylenebilir. O şiirlerde, bugün yaygın olan Farsça methiyelerdeki gibi hayal ürünlerinden bir eser bulunamaz.

Her iki tarafın (Abbasî ve Ehlibeyt aşıklarının), kendi iddialarının hakkaniyeti hususunda söylediği kanıtsal şiirlerin içeriğinin ne derece sağlam ve güvenilir olduğu hiç önemli değil; önemli olan, o günün toplumunda siyasî ve itikadî olarak tamamen saflarını ayıran bu iki hasım kanadın ne dediği ve neyi savunduğuydu.

Açıkça görüldüğü gibi her iki tarafın kanıtlamaya çalıştığı şey, hükümet ve yönetim hakkının kendilerine ait olduğudur. Her iki tarafın şiirinde "Peygamberin mirası" olarak vurgulanan şey ilim, takva ve züht gibi Peygamberin manevî mirası değildir. Çünkü bunların hiç biri de ihtilaf ve çekişme olduğunda "mirasta önceliklilik" kuralıyla çözümlenecek türden bir "hak" değildir. Sahiplenilmek istenen tek şey Müslümanların velayet ve yönetim hakkıdır.

Bunu, İmam Sadık (a.s) dönemindeki Seyyid Himyeri, Cafer b. Osman ve Kumeyt gibi şairlerin şiirlerinde görmekteyiz. Bunlar, şiirlerinde "imamet" temasını işleyerek ve bu hususta Abbasîleri savunan şairlere cevap vererek kaybedilmiş siyasî gücü geri kazanmak ve ehil olmayan rakiplerini siyaset alanından uzaklaştırmak doğrultusunda her yönlü bir faaliyet sürdürüyorlardı...

Bu sözümüze, Kumeyt, Di'bil ve Farazdak gibi büyük Ehlibeyt aşığı şairlerin ustalıkla yoğrulmuş şiirlerinde bir hayli örnek bulmak mümkündür. Ancak biz konunun aydınlanması açısından birkaç örnekle yetindik.

Mektupların Rolü ve İçeriği

Bu bölümü bitirmeden önce, iki hasım hareketin manevra alanının ne kadar geniş olduğunu göstermek için şiir alanı dışında gerçekleşen başka bir yönteme de dikkat çekmek istiyorum.

Abbasî hükümetinin başladığı günlerde, Abbasîlere karşı askerî bir hareketi komuta eden ve meşhur Alevi simalarından biri olan Muhammed b. Abdullah-i Hüseyni (Sahib-i Nefs-i Zekiyye lakabıyla meşhur olmuştur), Abbasî halifesi Mansur'a bir mektup gönderir.

O günün şartlarında hasım tarafların hatta sıcak savaş aşamasında bile hazırladıkları kanıtsal mektuplar, hedefe yaklaşmada önemli bir rol oynuyordu. Çok seri bir şekilde halka dağıtılan ve içeriği herkes tarafından bilinen bu mektuplar, halkın desteğini kazanmada ve moralleri güçlendirmede göz ardı edilemeyecek bir etkiye sahipti. Bu yüzden de halkın beğeneceği ve kabul edeceği deliller içermekteydi.

Muhammed'in Mansur'a yazmış olduğu mektupların birinde, Alevilerin yönetimi ele almak dışında bir taleplerinin olmadığını ve bu hedefe varmak için de insanları imamet ilkesine davet etmekle hakim düzene karşı mücadeleye çağırdıklarını vurgular. Altını çizmek istediğim asıl cümle şudur:

"Şüphesiz ki babamız Ali, Peygamberin vasisi ve Müslümanların imamıydı; onun çocukları hayatta olduğu hâlde hükümet hakkını ondan miras almanız nasıl düşünülebilir?"[10]

Bu cümlenin, mektupta getirilen Abbasîlerin yaygın sözüne cevap mahiyetinde olabileceği ihtimali yüksektir. Abbasîlere göre hilafet, Allah ve Resulünden (s.a.a) Abbas kanalıyla kendilerine intikal eden mirastı. Peygamberle akrabalıktan başka hiçbir meziyeti olmayan bu silsile, mantıksal dayanaktan yoksun bu kanıtı öne sürerek yönetimlerinin insanlar nezdinde kabul görmesini sağlamaya çalışıyordu.

Muhammed ise mektubunda buna cevap vererek rakibin delilini çürütüyor. Bu mektubunda ilk olarak imam tabiri, mefhumu ve kullanım alanı ve ikinci olarak da Alevi büyüklerinden olan Muhammed'in iddiası açık bir biçimde görülmektedir.



(2)

ŞİA FIKHI VE ŞİA'DA KUR'ÂN TEFSİRİ

İmam Sadık'ın (a.s) faaliyetinde görülen net ve ana hatlardan biri de budur; hem de diğer imamların yaşantısında görülenden daha belirgin, daha sarih ve daha sahih bir şekilde. Öyle ki Şia fıkhı "Caferi fıkhı" adını almıştır. İmamın siyasî faaliyetlerini görmezlikten gelenler bile, dönemin en geniş ilmî ve fıkhî havzasına veya bu havzalarından birine sahip olduğunu kabullenmişlerdir. Bu arada, İmam Sadık (a.s) hakkında araştırma yapanların çoğunun gözünden kaçan şey bu işin siyasî mefhumu olmuştur. Benim amacım ise bu boyutu ele almak ve aydınlatmaktır.

Hilafetin İslâm'daki Konumu

Öncelikle hilafetin İslâm'daki yerini iyi tespit etmek gerekir. İslâm'da hilafet, sadece siyasî boyutla sınırlı değil; siyasî-dinî önderliktir. İslâmî hakime (yöneticiye) halife lakabının verilmesi de bu gerçeği vurgulayacak niteliktedir. Halife, Peygamberin yerinde oturan şahıstır; Peygamber ise dini getiren, ahlakı öğreten ve aynı zamanda da siyasî önder ve yöneticidir.

O hâlde İslâm'da halife, siyasetle birlikte insanların dinî işlerini de yüklenen önderdir.

Satılmış Âlimlerin Zalimlere Faydası

İlk halifelerden sonraki yöneticiler, dinî bilgilerinin az olması veya tümüyle bundan yoksun olmaları sonucu doğan boşluğu kendilerine bağlı din âlimleriyle doldurma gayreti içinde olmuşlardır. Satılmış fıkıh, tefsir ve hadis âlimlerini kendilerine bağlayarak mevcut boşluğu doldurmuşlardır.

Hükümetin emrine amade bu zümrenin, yöneticilere sağladığı bir başka yarar da, zalim yöneticilerin isteğine uygun olarak dinin hükümlerini "maslahatlar gereği" bahanesiyle değiştirmeleri olmuştur. İlahları uğruna, Allah'ın hükümlerini içtihat adı altında tahrif etmeleri işin ne denli vahim olduğunu göstermeğe yeter de artar bile.

Eski yazar ve tarihçiler, genellikle siyasî güçlerin isteğiyle gerçekleşen hadis uydurma ve re'ye göre tefsirin tüyler ürperten bazı örneklerine değinmişlerdir. Bunların bazılarına ileriki sayfalarda değineceğiz. Hicri birinci yüzyılın sonlarına kadar daha çok rivayet şeklinde gerçekleşen bu hizmet, yavaş yavaş fetva şekli de almıştı artık. Emevî dönemin sonlarında ve Abbasî dönemin de başlarında bir çok fakihin kıyas ve istihsan gibi bidat yöntemlerini kullanarak kendi görüşlerine göre -daha doğrusu egemen güçlerin isteğine göre- İslâm'ın hükümlerini yorumlaması bundan kaynaklanıyordu.

Kur'ân tefsiri alanında da aynı hiyanet gerçekleşiyordu. Müfessirin, kendi görüşüne göre Kur'ân'ı tefsir etmesi, insanlar nezdindeki ilâhî hükümleri rahatlıkla değiştirebilecek ve insanları egemen güçlerin isteğine inandıracak bir yöntemdi.

Fıkıh, hadis ve tefsirin iki temel akıma bölünmesi çok eski dönemlere dayanır. Bunlardan biri az bir para karşılığında bir çok gerçeği kendi çıkarları uğruna tahrif eden gasıp hükümetlerce yönetiliyordu; diğeri ise, ilâhî hükümleri doğru şekilde açıklama maslahatı üstünde maslahat görmeyen ve ister istemez her adımda egemen güçle ve de satılmış fakihleriyle karşılaşan asil ve emin bir akımdı. İşte bu akım, o günden bu yana çoğunlukla gayr-i resmi ve illegal görülmüştür.

Caferî Fıkıhla Başka Fıkıhların Farkı

Bu bilgiler ışığında İmam Sadık (a.s) dönemine bakacak olsak, "Caferî fıkıhla" resmî ve legal tanınmış fa-kihlerin fıkhı arasındaki farkın, sadece yüzeysel dinî inanç farklılığı olmadığı daha belirginleşecektir.

Caferî fıkhı iki yönden ataktaydı: Birincisi ve önemlisi, egemen güçlerin dinî bilgilerden yoksun oluşu ve tabiatıyla da insanların fikrî işlerini yönetme alanındaki acizliğiydi; diğeri ise, yöneticilerin çıkarı uğruna oluşturulan resmî fıkıhtaki tahrif ve sapma konularını belirlemekti.

İmam Sadık (a.s) fıkıh, İslâmî öğretiler ve Kur'ân tefsiri gibi ilmî faaliyetiyle hükümete savaş açmıştı. Halifelerin hükümetinde önemli bir yeri olan dinî kurum ve resmî içtihat, İmam Sadık (a.s) tarafından suçlanıyor ve hükümet de dinî alanda fakir ilan ediliyordu. İmam tarafından sürdürülen mücadelenin bu boyutuna, Emevîlerin ne kadar dikkat ettikleri hususunda açık ve kesin bir belge mevcut değil. Ancak Abbasî halifelerin ve özellikle de yeterince zeki olan, ömrünü Emevîlere karşı mücadeleyle geçiren ve de Ehlibeyt taraftarlarının mücadele yöntemi hususunda önemli bilgilere sahip olan Mansur'un, İmam Sadık (a.s) tarafından yürütülen dolaylı mücadelenin etkin rolüne dikkat ettiği açıktır.

Bir çok rivayette de belirtildiği üzere, İmamın ilmî ve fıkhî faaliyetlerine dönük Mansur'un sınırsız baskı, tehdit ve sınırlamaları bu duyarlılıktan kaynaklanıyordu. Ayrıca Mansur'un, Hicaz ve Irak'ın meşhur müçtehitlerini kendi hükümetinin çatısı altında toplamaya dönük aşırı ısrarının da bu ihtiyaçtan kaynaklandığı bilinen bir gerçektir.

İmam Sadık (a.s), dostlarıyla olan konuşmalarında "halifelerin dinî bilgiden yoksun oluşlarını", İslâm açısından yönetim hakkına sahip olmadıklarına delil gösteriyordu. Yani imamın fıkıh ve Kur'ân derslerinin ana mesajı gerektiğinde açık olarak da dile getiriliyordu.

İmam Sadık (a.s) bir hadisinde şöyle buyuruyor: "Biz itaat edilmesi Allah tarafından farz kılınan insanlarız. Oysa ki sizler, o insanlara itaat ediyorsunuz ki insanlar, onların cehaleti yüzünden Allah katında mazur olmayacaklardır."[11]

İmam bu hadisinde şuna dikkat çekmektedir: Ehil olmayan yöneticilerin cahillikleri yüzünden yoldan sapmış ve Allah'ın yolu dışında başka bir yola koyulmuş olan insanlar, Allah katında "Biz kendi isteğimizle yanlış yola düşmedik, yöneticilerimizin cahilliği bizi bu yola itti" türünde bir mazeret getiremeyecekler. Çünkü böyle önderlere uymanın kendisi ilk hatadır ve sonraki hatalara mazeret olamaz.[12]

İslâmî toplum önderliğinin siyasî, fikrî ve ideolojik boyutları içermesi gerektiği hususu, hem İmam Sadık'tan (a.s) önceki, hem de sonraki imamların eğitsel faaliyetlerinde açıkça görülen bir gerçektir.

Bir rivayette, İmam Ali b. Musa er-Rıza (a.s) yüce ceddi İmam Muhammed Bâkır'ın (a.s) dilinden, imamet silsilesindeki silahı, İsrailoğulları arasındaki tabuta benzeterek şöyle buyurur:

"Bizim aramızdaki silah, İsrailoğulları arasındaki tabuta benzer; o kimin yanında olsaydı, peygamberlik (bir başka rivayette ise hükümet) onlara ait olurdu. Bizim aramızda da silah kimin yayında ise, imamet ve önderlik ona ait olur." (Hadisin sembolik yönüne ve tabirin derinliğine dikkat ediniz)

Bu hadisi rivayet eden şahıs İmama sorar:

"Silahın, dinin ideolojik bilgisine sahip olmayan birinin yanında olması mümkün mü?"[13]

İmam bunun cevabında buyurur: "Hayır"[14]

İmam bir yandan din bilgisini ve Kur'ân'ı doğru anlamayı imametin şartı olarak vurgularken, diğer yandan da ilmî faaliyetiyle din bilgisine ilgi duyan insanları etrafında toplayarak ve dini -hükümetin satılmış âlimlerinin saptırarak öğrettiği gibi değil- olması gerektiği gibi öğreterek kendi din bilgisini ve hilafetin de cahilliğini kanıtlar. Böylelikle de sürekli, derin ve sessiz saldırısıyla mücadelesine yeni bir boyut kazandırır.

Önceden de değindiğimiz gibi, önceki yıllarını Alevi mücadelesi ortamında ve Ali (a.s) oğullarının dostlarıyla geçiren ve de onların birçok sırlarını bilen ilk Abbasî halifeleri, bu derslerin saldırı ve atak yönünü Emevî seleflerinden daha iyi anlıyorlardı. Bu yüzden Mansur, İmam Sadık'ın (a.s) insanlarla bir arada bulunmasını, onlara dini öğretmesini ve halkın da İmamın yanına gelip soru sormasını uzun bir süre yasaklamıştı.

Büyük ve meşhur Şia şahsiyeti Mufazzal b. Ömer bu baskı ve yasağın boyutunu şöyle özetler:

"Evlilik ve boşanma gibi hususlarda sorusu olanlar bile, İmamın cevabına kolaylıkla ulaşamıyorlardı."[15]


(3)

İTİKADÎ VE SİYASAL HAREKETLER

Emevîlerin son dönemlerinde, İmam Sadık'ın (a.s), Alioğullarının imametini yayma ve İslâmî ölçüler doğrultusunda imameti açıklama hedefini takip eden geniş bir iletişim ağı oluşturup yönlendirdiğine değinmiştik. İmamet meşalesini yaymakla görevli olan bu iletişim şebekesi, İslâm topraklarının en ücra köşelerinde ve özellikle de Irak ve Horasan etrafında çok etkin olup büyük başarılara imza atmıştı.

Ancak bu, imametin sadece bir boyutu, hem de naçiz boyutuydu. İmam Cafer Sadık (a.s) ve diğer imamların yaşamında dikkat çeken en önemli, en inkılâbî ve aynı zamanda en meçhul konu ise, gizli oluşum konusuydu. Önceden de değindiğimiz gibi, böyle bir oluşumun varlığını kanıtlamak için açık belgelerin peşinden koşmak gerekmez. İmamlardan veya yakın dostlarından birinin açıkça siyasî-fikrî oluşumun varlığını itiraf etmesini beklemek safdillik olur. Bu tür faaliyetler, itiraf edilecek türden şeyler değildir.

Aslında bu faaliyetler alanında makul olan, bu gizli faaliyetin varlığından düşmanın haberdar olması ve bu doğrultuda İmamdan veya dostlarından bilgi istemesi durumunda, bunun bir iftira olduğunu niteleyerek yalanlamaktır. Bu, gizli çalışmaların vazgeçilmez özelliği olup her zaman için geçerlidir. İmamların yaşantısı etrafında araştırma yapanlardan beklenen de, gizli faaliyetin varlığı hususunda, ikna edici delil ve belgeye ulaşmadıkça bunu kabul etmemeleridir.

Tarihte mevcut olan nice ipuçları vardır ki ilk bakışta normal insanların dikkatini çekmeyebilir, normalmiş gibi algılanabilir; ancak dikkat edilecek ve yoğunlaşılacak olsa, bu ipuçları, bir çok gizli çalışmaların habercisi olacaktır. İmamların iki buçuk asırlık tarihine böyle bir bakış açısından bakılacak olsa, imamların emriyle yürütülen gizli faaliyetlerin varlığı takriben kesinlik kazanacaktır.

Teşekkülün Anlamı ve Teşkilatçı Simaların Çalışmaları

Bahsettiğimiz oluşumdan amaçlanan şeyin, bu günkü çağrışımının (bölge ve şehirlere... dönük düzenli ekip ve komuta kademelerinin bütünü) olmadığı ve olamayacağı açıktır. O günkü deyimiyle teşkilat; bir grup insanın ortak bir hedef doğrultusunda kenetlenmesi ve bir merkeze bağlı olarak farklı alanlarda faaliyet göstermesinden ibarettir.

Bunlar, İmam Ali (a.s) döneminde, en fedakâr ve en üstün Müslüman olan Ali'nin (a.s) haklılığına inanan ve İslâm Peygamberinin (s.a.a) bu husustaki emrini unutmayan, ilk günden itibaren tepkisini gösteren ve İmam Ali'ye (a.s) olan bağlılıklarını açıkça duyuran seçkin sahabiden oluşuyordu. Sonraları büyük bir maslahat gereği İmam Ali'nin (a.s) susmayı ve hatta halifelerle yardımlaşmayı tercih etmesiyle, onlar da İslâm toplumundaki normal yaşantılarını devam ettirdiler; ancak doğru bildikleri şeyden asla ödün vermeyerek Ali Şia'sı olarak kaldılar. Salman, Ebuzer, Übeyy b. Kâ'b, Mikdad, Ammar, Hüzeyfe... bu fikrî ve amelî akımın onur duyulan simaları arasındadır.

Tarihin ışık tuttuğu kadarıyla bu topluluk, Şia düşüncesini (fikrî ve siyasî önder olması hasebiyle İmama itaat etmenin gerekliliği inancını) maslahat ve hikmete uygun yöntemlerle insanlar arasında yayıyor, taraftar kazanıyor ve sayılarını artırıyorlardı. Bu ön çalışma, Ali (a.s) hükümetinin kurulması için gerekliydi.

Hicri 35 yılında İmam Ali'nin (a.s) yönetime gelmesinden sonra, hükümet ve imamet alanındaki Şiî ölçülerine inanan ve bu ölçüler doğrultusunda sarsılmaz bir imanla İmamı kabul edenler, -geçmiş 25 yıllık dönemde direkt ya da endirekt olarak İmam Ali'nin (a.s) tarafından eğitilen, Şia topluluğu oldu sadece- İmam Ali'nin (a.s) önderliği altındaki alanda yaşıyor ve pratikte de Şiî düşüncesi doğrultusunda adım atıyorlardı. Diğer insanlar ise, mezkur fikrî ve ruhî bağlılıktan yoksun idiler.

Ammar, Malik Eşter, Hücr b. Adiyy, Sehl b. Hüneyf, Kays b. Sa'd ... gibi o günün Müslümanlarının İmam Ali'ye (a.s) karşı davranışlarının bir şekilde, Ebu Musa Eş'arî, Ziyad b. Ebih, Sa'd b. Vakkas... gibilerinin ise davranışlarının daha başka şekilde olması, İmam Ali'nin (a.s) taraftarları arasındaki ikiliğin göz önünde bulundurulmasıyla yorumlanabilir ancak.

İmam Hasan'ın (a.s) barış olayından sonra Şiî düşüncesini yaymak ve bu birbirine kenetlenen topluluğu örgütlemek çok önemli bir girişimdi. Çünkü bu atılım, zalim Emevî sultanın tahakküm ve baskısı altında yaşayan bu topluluğa dinamizm kazandıracaktı. Baskı ve zulüm, baskı altında yaşayan ve birbirine bağlı güçlerin pasifize edilmesine ve dağılmasına sebep olacağı yerde daha bir azim, bağlılık ve kararlılık getirmesi her zaman için geçerli kuraldır. Şia'nın asil ve güvenilir güçlerini bir araya toplamak, Emevî düzenin amansızca sürdürdüğü Şia düşmanlığı sonucu bu topluluğa yönelmiş olan tehlikeleri geri püskürtmek, sınırlı ama derin bir alanda öz İslâmî düşünceyi yaymak, bilkuvve güçleri kazanıp Şia topluluğuna katmak ve de Emevîlerin cahilî düzenini yıkıp yerine İslâmî ve Ehlibeytî bir düzen kurmak için yerinde ve uygun bir zamanlamayla kıyam başlatma fırsatını beklemek İmam Hasan'ın (a.s) stratejisi ve ayrıca barışı kaçınılmaz kılan son sebepti.

Barış olayından sonra Musayyib b. Necibe ve Süleyman b. Surad-i Hüzaî öncülüğünde bir grup Şia, Kufe'den yeni dönüp fikrî ve siyasî faaliyetin merkezi olarak Medine'yi seçen İmam Hasan'ın (a.s) huzuruna varır ve askerî güçleri yeniden yapılandırma, Kufe'yi ele geçirme ve Şam ordusuna saldırma gibi teklifleri gündeme getirirler. İmam (a.s), gelen ziyaretçiler arasından bu ikisini seçer ve onlarla özel olarak görüşür.

Bu görüşmede nelerin konuşulduğuna dair hiçbir bilgi mevcut değildir, ancak bu özel görüşmeden sonra düşünce ve planlarının yanlışlığını kabul etmişlerdi. Musayyib ve Süleyman, arkadaşlarının yanına döndüklerinde kısa ve üstü kapalı bir cümle ile askerî kıyam konusunun reddedildiğini, Kufe'ye dönüp işleriyle meşgul olmaları gerektiğini söylerler. İşte İmamın benimsediği strateji sonucu bu askerî teklif İmam tarafından reddedilmişti.

Şia'da İlk Siyasî Oluşumun Temeli

Asrımızın çok zeki tarihçisi olan Hüseyin bu karineleri göz önünde bulundurarak Şia'nın büyüklerinden olan Musayyib ve Süleyman'ın İmam Hasan'la (a.s) özel görüşmesinde, Şia'daki siyasî teşkilatın temelinin atıldığına inanır.

Kabul etmek gerekir ki, Şia teşkilatının kurulması için ilk adım bu görüşmede atıldıysa da bunun projesi İmam Ali (a.s) tarafından hazırlanmış ve bunu yakın dostlarına şöyle duyurmuştu:

"Beni kaybettiğinizde öyle şeyler göreceksiniz ki ölümü arzular olacaksınız. Adaletsizlik, düşmanlık, tekelci tavır, ilâhî hukukun hafife alınması, can güvenliği korkusu... Durum böyle olunca, kendinizi toplu olarak ilâhî bir bağla koruyun ve parçalanmayın. Direniş namaz, (Allah'ı anma) ve takiyyeyi (gizli çalışmayı) alışkanlık edinin ve bilmiş olun ki Allah, kullarının her an başka bir renge girmesinden hoşlanmaz. Haktan ve hak ehlinden vazgeçmeyin; çünkü bizim yerimize başkasını seçen herkes, dünyasını kaybedecek ve günahkar olarak dünyadan ayrılacaktır."[16]

İmam Ali (a.s) bu sözünde, Emevî döneminin en önemli olumsuzluklarını açıklamakta ve bu durum karşısında birlik beraberliğe ve örgütlenmeyi emretmektedir. İmamın bu buyruğu, Şia kanadına ait en önemli belgelerdendir aynı zamanda, İmam Hasan'ın (a.s), iki seçkin Şia büyüğüyle görüşmesinde temeli atılarak hayata geçirilen husus, bu proje olmuştur. Şüphesiz ki Şiîlerin tümü, çok zekice gerçekleştirilen bu projeden haberdar değildi. Bazı dostların İmam Hasan'a (a.s) itiraz etmelerinin sebebi de, bu çalışmadan haberdar olmamalarıydı. İmamın bir çok defa bu eleştirilere cevap olarak "Belli mi olur, belki de bu, sizin için bir imtihan ve (düşmanınız içinse) izmihlal noktasıdır..." buyurması, seçilen siyaset ve tedbire gizli bir işaretti.

Tarihçilerin kayıtlarına göre, Muaviye'nin yirmi yıllık zulüm ve baskı yönetimi boyunca ülkenin her yerinde Ehlibeyt karşıtı propagandalar tüm hızıyla devam ediyorken ve Emir-ül Müminin Ali'yi (a.s) tel'in etmek yaygın bir sünnete dönüştürülüp sürdürülürken, İmam Hasan (a.s) ve İmam Hüseyin'in (a.s) net olarak görülebilen bir faaliyeti yoktu; sadece bir bağlılık ve birlikte hareket gözlemleniyordu ki bu da, Hicaz ve Irak'ın her noktasında Şia düşüncesinin güçlenmesine ve Şiîlerin artmasına imkan sağlıyordu. Barış olayından yirmi yıl geçtikten sonra, bu bölgelerin düşünce yapısı ve alanına bakacak olursak, karşımıza çıkan tablo şöyle olacaktır:

Kufe'nin en ünlü ve tanınan simaları, Şia büyükleridir. Mekke ve Medine'de ve hatta bazı uzak bölgelerde Şiîler, zincir halkaları gibi birbirine bağlı ve birbirinden haberdardılar. Birkaç yıl sonra Şia'nın önde gelen büyüklerinden biri (Hücr b. Adiyy) öldürüldüğünde, ülkeye hakim amansız baskıya rağmen bazı noktalarda itirazlar yükselir, Horasan'daki meşhur bir sima öfkeli itirazı sonucu, üzüntü ve kahrının şiddetiyle can verir.[17]

Muaviye'nin ölümünden sonra binlerce kişi İmam Hüseyin'e (a.s) mektup yazarak kıyam için Kufe'ye davet ederler. İmam Hüseyin'in (a.s) şehit edilişinden sonra on binlerce insan intikam gruplarına katılarak Emevî hükümetine karşı savaşırlar.

İslâm tarihi okuyan bir insan ister istemez, şu soruyla karşılaşacaktır: Şia düşünce ve eğilimlerinin bu denli yayılmasının, birbirine bağlı ve aynı yönde hareket eden Şiîler tarafından yürütülen düzenli bir örgütsel faaliyet dışında gerçekleşmiş olması düşünülebilir mi, böyle bir sonuca varmak makul mu?

Şia düşüncesinin yayılması kesinlikle düzenli bir faaliyetin ürünüdür. Yüzlerce vali, kadı, Kur'ân kârisi ve hatip tarafından yürütülen Emevî düzenin propaganda, komplo ve siyasetinin karşısında durabilmek ve hatta bir çok defalar propagandaların asılsız olduğunu kanıtlamak ve komploları bozmak, ancak aynı yönde hareket eden ve fertleri birbirine kenetlenmiş gizli bir faaliyetle gerçekleşebilir. Bu düzenli ve gizli faaliyet, Muaviye'nin ölümüne doğru daha atak konumdaydı. Bunu şöyle örneklendirebiliriz:

Medine valisi, İmam Hüseyin'in (a.s) faaliyetleri hususunda Muaviye'yi bilgilendirirken şöyle yazar:

"İlgili görevli Ömer b. Osman'ın raporuna göre, Irak ve Hicaz'ın ileri gelenlerinden bir grubu Hüseyin b. Ali ile temas hâlindedir ve kıyam edeceğine dair endişe etmekteyiz. Bu hususta yaptığım araştırma sonucu, muhalefet bayrağı kaldırmaya kararlı olduğu haberine ulaştım. Görüş ve emrini bildir..."[18]

Iraktaki Oluşumların Faaliyeti

Kerbela vak'asından ve İmam Hüseyin'in (a.s) şehadetinden sonra Irak'taki örgütsel Şiî faaliyeti daha bir düzen, disiplin ve canlılık kazanmıştı ve bu, Kufe'deki çoğunun, Emevî düzeninin darbesinden gaflet ederek Aşura savaşına katılamamalarından duydukları üzüntünün etkisinden kaynaklanıyordu. Bu Şiîlerin ruh halleri, faaliyetin düzenlilik ve canlılığını gerektiriyordu; acı ve üzüntüleri ise, bu canlılığa daha başka bir renk kazandırıyordu...

Çağın meşhur tarihçisi şöyle yazar:

"O topluluk (Şia) sürekli silah toplamak, savaş hazırlıkları yapmak ve insanları -Şia olsun veya olmasın Hüseyin'in intikamını almaya- gizli olarak davet etmekle meşguldü. Bu davete olumlu cevap verenler, gruplar hâlinde onlara ekleniyordu ve Yezid b. Muaviye ölünceye kadar da bu durum devam etti."[19]

Cihad'uş-Şia kitabının yazarı açıkça şu görüşü savunur:

"Şia topluluğu, İmam Hüseyin'in (a.s) şehadetinden sonra siyasî bağlar ve mezhebi inançların bütünlük kazandırdığı düzenli bir teşkilat olarak ortaya çıktı. Bu teşkilatın önderliği ve savaşçı güçleri sürekli olarak bir araya geliyorlardı. Tavvabin kıyamı ise bu teşkilatın ilk somut örneğidir."[20]

Tarih üzerindeki araştırmalar ve de bu tarihçilerin görüşlerinden elde edilen sonuç şudur: Muaviye dönemindeki ve de İmam Hüseyin'in (a.s) şahadetinden sonraki olayların projesi, yönlendiricilik ve yöneticiliği Şiîlerin elindeydi. Niceleri vardı ki insanî duygular gereği veya Emevî düzenden rahatsız olduğundan veya daha farklı sebeplerden dolayı Şiîlerle birlikte hareket edip savaşlarda omuz omuza savaşıyor veya Şiî boyutlu girişimlere katılıyorlardı ve gelişen o hassas olaylarda, aktif ya da pasif rol alıyorlardı. İşte dikkat edilmesi gereken husus, bu insanları Şiî olarak algılamamaktır.

Bu açıklama ile vurgu yapmak istediğim husus şudur: Şia, İmam Ali'nin (a.s) döneminden İmam Hüseyin'in (a.s) şehit edildiği döneme kadar, düşünce ve amel olarak hak imamla arasında sağlam ve belirli bağı olan insanlar hakkında kullanılıyordu.

İmam Hasan'ın (a.s) barış olayından sonra, İmamın emriyle Şiî teşkilatını kuranlar, düşünce ve amel bakımından bu bağlılığı taşıyan insanlardı. İşte bunlar, kendileri gibi aynı düşünce ve ideolojiyi taşımayan insanları, çok yönlü tebliğ ve davetleri ile Şiî teşkilatının içine çekmişlerdi. Elinizdeki kitabın ilk sayfalarında, Aşura olayından sonra müminleri üç-beş kişiyle sınırlandıran İmam Sadık'tan (a.s) rivayet ettiğimiz hadis, Alevi-Haşimi devletinin kurulması yönünde bilinçli ve belirleyici bir sorumluluk taşıyan gerçek Şiîlere işaret etmektedir.

İmam Seccad'ın (a.s) zahiri koruyarak gizli faaliyeti sonucu bu üç-beş kişilik ekip, bilkuvve güçleri bulup kendine cezbetti ve yayıldı. İmam Sadık (a.s) mezkur hadisinde bunu şöyle buyurur: "...Daha sonra insanların onlara katılmasıyla çoğaldılar..."

İmam Seccad, İmam Bâkır ve İmam Sadık'ın (Allah'ın selâmı üzerlerine olsun) dönemlerinde, hilafet düzeninin ileri gelenlerini korkutan ve bazen de kaba kuvvet ve sert tepkiler göstermelerine sebep olan, bu ekibin şüphe uyandıran davranışları olmuştu.

Şia Kime Denir?

Kısacası İslâm'ın ilk asırlarında ve imamların döneminde, Peygamber Ehlibeyti'nin sevgisini yüreğinde taşıyan veya onların hakkaniyetine ve davetlerinin doğruluğuna inanan ama imam merkezli faaliyet ve harekete katılmayan insanlara Şia denmemekteydi. Şia olmanın kesin ve temel şartı, imam ile fikrî ve amelî bağı korumak, gasp edilmiş hakkı yeniden ele almak ve Alevi-İslâmî düzeni kurmak yönünde imamın önderliğindeki fikrî, siyasî ve de askerî faaliyetlere katılmaktı. İşte bu bağın Şia kültüründeki adı "velayet"tir.

Aslında Şia, baskı dönemindeki diğer muhalif parti ve örgütler gibi İmam önderliğinde belli faaliyetler gösteren, gizlilik ve takiyye ilkesiyle varlığını sürdüren "imamet" akımının adıdır...

İmamların, özellikle de İmam Sadık'ın (a.s) hayatını dakik olarak inceleyecek olsak, varacağımız öz ve usare bundan ibaret olacaktır. Önceden de değindiğimiz gibi bu, delillerle kanıtlanacak türden bir şey değildir. Gizli tutulmak istenen bir evin kapısına "Bu, gizli bir evdir." yazılmaz elbet. Faaliyetin gizli oluşundan dolayı deliller de gizli tutulmuştur, ancak bunun varlığına kesinlik kazandıracak karineler olmaksızın da böyle bir şeyin varlığı kesin kabul edilmemelidir.

O hâlde yapılması gereken karine, şahit ve işaretlerin izini sürmektir.

Oluşumların Varlığına Yönelik İp Uçlar

İmamların yaşantısıyla ilgili rivayetlerdeki veya ilk asırdaki yazarlarının sözlerindeki "bab, vekil ve sır sahibi" gibi çok manalı tabirler, dakik araştırmacının dikkatini çekmektedir. Hem Şia'nın büyük hadisçilerinin, hem de başkalarının rivayetlerinde, imamların dostlarından bazıları "sır sahibi", bazıları "bab" ve bazıları "vekil" olarak tanıtılmıştır.

Şia'nın seçkin hadisçisi ve "Rical" âlimi İbn-i Şehraşub, İmam Seccad'ın (a.s) hayatından bahsederken "Yahya b. Ümmü Tavil onun babıydı"; İmam Bâkır'dan (a.s) bahsederken, "Cabir b. Yezid-i Cu'fi onun babıydı"; İmam Sadık'tan (a.s) bahsederken, "Muhammed b. Sinan onun babıydı" unvanlarını kullanır.

Rical-i Keşşi'de Zürare, Büreyd, Muhammed b. Müslim ve Ebu Basir hakkında "sırrımın emanetçisi" tabiri kullanılmıştır.

Hadis kitaplarında Mualla b. Hüneys hakkında, İmam Sadık'tan (a.s) "vekil" unvanı nakledilmiştir. İmamdan nakledilmeyen ve Şia'nın eski yazarlarının sözlerinde görünen unvanlar, şüphesiz imamların hayatı hakkındaki araştırmalarının ürünüdür ve böyle bir unvanı kullanmış ise onun özelliklerine ulaşmıştır kuşkusuz.

Özetle diyebiliriz ki, bu manalı tabirlerin seçimi, imamların yaşantısındaki önemli ve hassas faaliyetleri anlatmaktadır.

"Kapı, vekil ve sırdaş" tabirleri üzerinde biraz düşünülecek olsa, imamların zahirî faaliyetlerin yanında gizli faaliyetler yürüttükleri veya zahirî faaliyetlerin hakikatinin gizli faaliyetlere dönük olduğu anlaşılacaktır. Şimdi bu üç tabir üzerinde bir nebze de olsa yoğunlaşmamız faydalı olacaktır, inancındayız.

Sırdaş, Sır Emanetçisi

Bir insanın sırrı yoksa, sırdaşı da olmayacaktır. İmamların yaşantısındaki bu sır nedir? İmama inananların ve dostlarının tümünün taşımaya layık olmadığı veya güç yetiremediği ve ancak sayılı birkaç kişinin taşıma liyakatine varabildiği bu sır neyin nesidir?

Her şeye uzaktan bakan son dönem Şiîlerin dilinde bu sır, "imamet"ten ibarettir. Peki imametin sırrı nedir? Gaybî ve tabiat ötesi sırlar mıdır yoksa? Harikulade işleri yapma gücü, mucize göstermek ve gayb âleminden haber vermek midir acaba?

Böylesi yüce insanların böylesi bilgi ve güce sahip olmalarının bilim ve akıla ters düşen yanı olmamakla ve bu iddia, İslâmî dünya görüşünde insan ve dünyadan elde edilen bilgiyle çelişmemekle birlikte, "İmamın sırrının" tabiat ötesi hususlarla sınırlı tutulmasını kabul edemem.

İmamın mucize getirdiği ve gaibden haber verdiği kanıtlanabilirse, imamın davetinin doğruluğunu kanıtlayan en güzel ve en ektili delil olacaktır.

İmam, sırrı gizli tutmanın fazileti hakkında öyle tekit ediyor ki Şia'nın hadis kitaplarında "Bab-ul kitman=sırrı gizli tutma babı"[21] unvanıyla özel bir bölüm açılıyor. Bunun sebebi nedir? Bunun deşifre edilmesi ve yayılması durumunda, Şia ve imam için büyük bir tehlike oluşturacak türden bir sır olması gerekir ve bu da gaybî ve tabiat ötesi şeylerin dışında bir şey olmalıdır.

Şia perspektifinde İslâm'ın yorumu, fıkıh ve hükümlerle ilgili özel görüş ile bağlantılı bir şey midir yoksa? Emevî ve Abbasîlerin uyguladıkları baskı döneminde bu öğretilerin tedbir ve ihtiyatla öğretilmesi, herkese anlatılmaması ve bu bilgilerin ehil olmayanlara ulaştırılmaması gerektiği elbette ki söz konusudur. Ancak yine de bu, "İmamın sırrı" olamaz. Çünkü bu öğretiler, özel olmakla birlikte o günün büyük Müslüman ülkesinin birkaç şehrindeki yüzlerce fıkıh ve hadis merkezinin gündeminde idi. Şiîler de bunları, birbirlerine anlatma, yorumlama ve öğretmeyi bir vazife kabul edip bu hususta gayret sarf ediyorlardı. Kısacası bu öğretiler özel olmakla birlikte imamın sırrı değildi.

Bu öğretilerin özel olması, onların sadece imamın özel birkaç ashabı tarafından bilinmesi ve başka kimsenin ulaşamayacak şekilde gizli tutulması anlamında değildir. Bunlar, Şia topluluğu arasında yaygındı ve hatta Şia olmayanlar bile bazı özel durumlarda onlara ulaşabilirdi.

Bahis konusu olan sırlar, İmamın kurduğu teşkilatla bağlantılı hususlardır. Kılavuz ve önder ideolojisiyle bir devrim yaratma hedefi güden ve bu doğrultuda siyaset ve düşünce meydanında savaşım veren bir topluluğun kendine has bazı sırlarının olması çok doğaldır.

Öngörülen taktikler, büyük atılımların zamanı ve yeri, etkin unsurların isim, adres ve görevleri, etkili mali kaynaklar, önemli ve hassas bazı olay ve gelişmelerin belge ve raporları... gibi hususlar sadece önderin dışında herkese kapalı kalması gereken sırlardır. Aksi takdirde bu sırların uzun ya da kısa vade de deşifre edilmesi ihtimali doğacaktır. İşte bu tür sırları yüklenme liyakatine varan insanlar "sırdaşlar" veya "sırrın emanetçileri"dirler. Bu sırdaşlar tarafından sırların hatta Şiîlere aktarılması, düşmana ulaştırılmasıyla aynı ayardadır; bu ise çok büyük ve zararlı bir hatadır; öyle ki bu hata, bir topluluğun yok edilmesine sebebiyet verebilir. İmamın sırrını başkalarına açan kimse pratikte düşmanın işini yapmış sayılır. Bu açıklamadan sonra İmamın "Bizim sırrımızı açan kimse, bizimle savaşanlardan daha zararlıdır."[22] buyruğunu daha kolay anlayabileceğiz.

Bab ve Vekil

İmamın Şiîlerle olan çok gizli ilişkilerinde, bazen teşkilat sırlarının imam ile Şiîler arasında aracılarla taşınması gerekiyordu. Bu, tamamen makul bir tedbirdir. Hac mevsiminde, uzak şehirlerden gelen kervanların Medine'yi ziyaretinde... yabancı gözlerin ve kulakların vasfedilmesi mümkün olmayan bir tamahla İmamın Şiîlerle olan ilişkisini keşfetmeye pür dikkat kesildiği bir esnada, İmamın direkt olarak ilişkiye girmesi, halifenin casusları tarafından rahatlıkla keşfedilebilirdi ve bu da Şia teşkilatının bütün sırlarının deşifre edilmesine yol açan bir ip ucu olabilirdi. Böylesi kritik anlarda İmamın bizzat kendisi aracı unsurları sükunete davet ediyor ve bazen de itap ederek kendinden uzaklaştırıyordu.

İmam, Süfyan-i Sevri'ye şöyle buyuruyor:

"Sen hükümet tarafından takibe alınmışsın ve halifenin casusları bizim etrafımızda dolaşmaktadırlar. Seni kovmuyorum; ama bizden uzak dur."[23]

Yolda karşılaştığı ve takiyye ilkesi uyarınca kendinden yüz çeviren Şia'sı hakkında Allah'tan rahmet ve mağfiret diliyor ve benzer bir durumda kendisine selam veren bir başkasını ise itap ediyor.[24]

Bu tür yerlerde İmam ile İmamın işaret ve emrine veya bilgi ve sırrına ihtiyaç duyan insanlar arasında birilerinin aracı olması gerekmektedir. İşte bu aracı hakkında "bab" unvanı kullanılmıştır. Kural gereği bu aracının, İmamın en uzman, en yakın, haber ve bilgi bakımından en verimli dostu olmalıdır. Bal arısı gibi olmalıdır, eğer yabancı haşereler onun içinde ne olduğunu bilseler onu parçalar ve içinde taşıdığını alırlar.[25]

Hükümet tarafından bu aracıların izinin sürülmesi ve feci şekilde intikam almaları bir rastlantı değildir. İmam Seccad'ın (a.s) babı olan Yahya b. Ümmü Tavil feci şekilde öldürülüyor.[26] İmam Bâkır'ın (a.s) babı olan Cabir b. Yezid-i Cu'fi'nin, halifenin Kufe valisine gönderdiği fermanla öldürülmesi istenirken, Cabir kendini deliliğe vurarak ölümden kurtulur. İmam Sadık'ın (a.s) babı olan Mu-hammed b. Sinan da aynı tehlikelerle karşı karşıya olmalıydı ki -bir çok kez İmam tarafından övgü ve razılığıyla ödüllendirildiği hâlde- İmam zahirde onu kendinden uzaklaştırıyor. İmamın, defalarca kendisinden razı olduğunu bildirdiği -ve bunun da çok yakın dostları tarafından duyulduğu- meşhur bir hadis rivayetçisini kendisinden uzaklaştırmasının, güçlü ihtimalle örgütsel taktik dışında bir sebebi olamaz.

"Vekil"in konum ve kaderi de bundan farklı olmayacaktır. İmamın yetki ve emrine sunulan malları korumak, toplamak ve taksim etmekle görevli olan "vekil" de teşkilat bağlamında bir çok sırlar taşımaktadır. Bunların en değersizi belki de bu malları verenlerin ve alanların isimlerini biliyor olmasıdır. Bu bilgilerin elde edilmesi, imamın teşkilatının düşmanları açısından küçük bir lokma değildir. İmam Sadık'ın (a.s), Medine'deki vekili Mualla b. Hüneys'in ibret dolu kaderi ve İmamın Kufe'deki vekili Mufazzal b. Ömer hakkındaki takiyye dolu açıklamaları bu iddiamızın çok net ve açık örneklerindendir.

Şia'nın büyük şahsiyetlerinde görülebilen "bab, vekil, sır emanetçisi" unvanları, Şia gerçeğinin karanlık ve aydın projesini, İmam ile Şia arasındaki ilişkilerin mahiyetini ve sonuç olarak da Şia'nın örgütsel faaliyetinin keyfiyetini göstermektedir.

Bu projede Şia, omuz omuza hareket eden kararlı bir topluluktan ibarettir. İlham veren kutsal bir merkezin etrafına toplanmıştır; ondan bilgi ve emir alır, ona haber ve rapor sunar, ümidini ona dikmiştir ve gözü onun işaretine dönüktür. Kahredici duygularının kabarmasını bile -ki zaafa uğratılan ve mücadeleye kararlı bir topluluk için bazen haksızlık ve adaletsizlikler karşısında çok doğaldır bu- onun hekimane tavsiyesi ile dizginleyen, sır saklama, az konuşma, unvansız ve makamsız yaşama, birbirleriyle yardımlaşma, inkılâbî züht ve takva... gibi faaliyet yöntemlerini onun eğitimiyle kutsal ve ilâhî bir vazife kabul eden ve hayata geçiren bir topluluktur Şia.



[1]- Usûl-i Kâfi, c.1, s.198

[2]- Usûl-i Kâfi, c.1, s.196

[3]- Usûl-i Kâfi, c.1, s.264, hadis: 480

[4]- Son on yıllarda müsteşriklerin ve de Müslüman Şia veya Sünnî yazarların yazdıkları kitaplarda istisnasız olarak Şia imamlarının hükümet karşısındaki rolü olumsuz, ilgisiz ve uzlaşmacı ve hatta siyasetten uzak olarak tanıtılmıştır. Aşağıdaki kitaplara bakılabilir:

Nazariyet'ül-İmamet-i Lede'ş-Şia, et-Teşeyyü ve't-Tasavvuf, el-İmam'us-Sadık ve'l-Mezahib'ul-Erbaa, el-Abbasiyyun'el-Evail.

[5]- Bihar'ul-Envar, c.47, s.58

[6]- Usûl-i Kâfi, c.1, s.264 (Bab'u Farz'i Tâat'il-Eimme, Hadis: 6)

[7]- Usûl-i Kâfi, c.1, s.264 (Bab'u Farz'ı Tâat'il-Eimme, Hadis: 2)

[8]- Bihar'ul-Envar, c.47, s.72

[9]- el-Abbasiyyun'el-Evâil, s.104

[10]- Taberi, c.6, s.195 (Cihad'uş-Şia kitabından naklen, s. 43

[11]- Usûl-i Kâfi, c.1, s.186

[12]- Kur'ân-ı Kerim birçok ayette uyanlar ve uyulanlar arasında gerçekleşecek olan bu tür çekişmelere değinmiş; ancak bunun mazeret olmayacağına vurgu yapmıştır. Örnek olarak aşağıdaki ayetlere bakılabilir: Bakara, 167; Şuara, 91-102; Sebe, 31-33; Nisa, 97.

[13]- Hadiste geçen "mezaya" kelimesinin "dinin ideolojik bilgisi" anlamında anlamlandırılması, büyük hadis uzmanı Allame Meclisi'nin "Mir'at'ul-Ukûl" kitabından alınmıştır.

[14]- Usûl-i Kâfi, c.1, s.238

[15]- Menakib-ı İbn-i Şehraşub, c.4, s.238

[16]- Tuhef'ul-Ukul, A'lemi basımı, s.82

[17]- Sulh-i İmam Hasan (a.s)

[18]- Siret'ul-Hüseyn, s.118, A'yan'uş-Şia ve Ahbar'ut-Tival'dan naklen.

[19]- Cihad'uş-Şia, s.28, Tarih-i Taberi, c.7, s.46 naklen

[20]- Cihad'uş-Şia, Bayan Simurt Muhtar el-Leysi, s.27

[21]- Rical-i Keşşi, Mustafavi baskısı, s. 380

[22]- Rical-i Keşşi, Mustafavi baskısı, s. 380

[23]- Menakıb-ı İbn-i Şehraşub, c.4 s. 248

[24]- Usûl-i Kâfi, c.2, s.219

[25]- Bu tabir hadisten alınmıştır.

[26]- Ölmeden önce ayağını kesip sonra öldürmüşler. Bu nurlu yüzü daha iyi tanımak için Rical-i Keşşi'ye bakılabilir.