0-06   6-65   65-110   110-160   160-210   210-265   265-320   320-375   375-423
    Yazdır
 

9. Oturum

 

 

İRFAN EKOLÜ ÜZERİNE
İNCELEME VE ELEŞTİRİ

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."

 

Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm

(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)

"Artık kim azmışsa ve şu yakın hayatı yeğlemişse, onun barınağı cehennemdir. Ama kim Rabbinin divanında durup hesap vermekten korkmuş ve nefsini tutkulardan men etmişse, onun barınağı da cennettir."[1]

Tasavvufi düşüncede kamil insanla ilgili mevcut önemli meselelerden biri de insanın kendi nefsi ve kendi "benlik"iyle olan irtibatıdır. Bunun aynı zamanda İslami bir mesele olduğunu da hemen hatırlatmak yerinde olacaktır. Yâni nefs-i emmareye karşı çıkış, benlik, bencillik ve heva ve hevese karşı, mücadele ediş esası hem irfan ve tasavvuf, dili ve düşüncesinde vardır, hem de yüce İslami talimatlarda mevcuttur. Hatta bu esasın hem İslam'da hem de tasavvufta bulunduğunu söylemek dahi bir yere kadar yanlış bir ifade sayılır. Zira İslami tasavvufçular da bu meseleler konusunda bizzat İslam'dan ilham almışlardır! Nitekim mezkur meseleler çevresinde kullanılmış olan deyim ve tanımlamalar bütünüyle İslami ıstılahlardır. Meselenin bu noktasında bir konuyu önemle vurgulamanın ve bu konuyla ilgili bir noktayı açıklamanın gerekli olduğu inancındayız:

Arapçası "nefs" olan "ben" ya da "benlikle mücadele "nefisle cihad" olarak tanımlanmıştır. Hatta nefs, insanın içinde yaşayan düşman olarak tabir edilir. Bakınız Sa'di ne demekte:

"Nefsinin düşmanıyla oda arkadaşısın

Nasıl? Yabancıyla savaşa tutuşmuşsun?!"

Bu tabir de Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) şu hadis-i şeriflerinden iktibas edilmiştir:

"En tehlikeli düşmanın, iki böğrün arasında yerleşmiş bulunan nefsindir."[2]

Sa'di, Gülistan'ında şöyle bir kıssa anlatır. Arifin birinden, Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) bu hadis-i şeriflerinin ne manaya geldiğini sordular. Hz. Resulullah (s.a.a) nefsi niçin insanın en büyük ve en tehlikeli düşmanı olarak tanımlamış? Arif cevap verdi: "Bunun sebebi şudur: Düşmanın kim olursa olsun; ona iyilik eder, isteklerini yerine getirirsen dost olur seninle. Halbuki nefs, tam tersinedir; isteklerini yerine getirdikçe düşmanlığı daha da artar sana!..."

Görüldüğü gibi nefse düşman gözüyle bakılmıştır. Bu nefs; bizim "ben", "bencillik","nefsine düşkünlük" ya da kendi kendisine tapacak kadar "egoist" olma şeklinde tabir ettiğimiz şeydir. Şimdi kötü bir şey olarak tanımlanan bu "ben"ve "bencillik"in ne olduğunu inceleyelim biraz.

Bencilliğin İlk Merhalesi

Bencilliğin bir çeşidi ve bir derecesi; kendi kendinin ekseni olmaktır, yâni hep kendini düşünmektir. Bu anlamda kişi her şeyi kendisi için yapar, bütün gayesi ve davranışları kendi ihtiyaçlarını temin için tezahür eder. Burada şahıs sadece kendisini düşünmektedir, kendi kendisinin ekseni olmuştur, sabahtan akşama kadar yaptığı her şey, gösterdiği bütün çaba kendi hayatını temin edebilmek içindir. Kişinin "kendisi için" ve "bu hadde kadar" göstermiş olduğu bu "bencillik", ahlak dışı denilebilecek kadar kötü bir davranış mıdır acaba? Cevap şudur: Bu, ahlaki bir davranış değildir; yâni insani değer olarak tanımlanabilecek bir davranış türü değildir. Ancak, ahlak dışı bir davranış da olmadığı unutulmamalıdır.

Bir hastalık ya da anormallik de değildir...

Kur'an-ı Kerim insan için üç makam tanımıştır:

1- Hayvandan aşağı.

2- Hayvanla aynı.

3- Hayvandan üstün.

İnsanoğlu kimi zaman insaniyetten uzaklaşarak hayvaniyet gösterir; bu onun hayvanlaştığı, hayvanla aynılaştığı durumudur. Kimi zamansa değer kazanarak yücelir, bu durumda sadece hayvandan değil, meleklerden dahi üstün olur. Bazen de insan menfi değerlerin peşine gider, bu değerleri elde edince sıfırın altına iniverir; bu da onu hayvandan da beter kılar.

Sonuç olarak insanın yaptığı işleri üç tür ve değere ayırmak mümkündür:

1- Ahlaki davranışlar -hayvandan üstün-

2- Ahlak dışı davranışlar -hayvandan aşağı-

3- Ne ahlaki, ne de ahlak dışı olan davranışlar -hayvan-

Güvercinleşmiş, koyunlaşmış bir insan düşünelim; yâni sadece kendisini düşünmekte, sırf kendisi için yaşamaktadır. Bu, hayvanlık derecesidir, böyle bir insanın davranışında ahlak unsuru arama, yoktur çünkü... Ancak bu sınırlar dahilinde "ahlak dışı" ya da "ahlaksız" da diyemeyiz ona.

Bencilliğin İkinci Merhalesi

Kimi zaman da adam yine kendisini düşünmekte, karnını doyurmaya çalışmaktadır; ancak belli bir noktadan sonra bir çeşit ruhsal bozukluklara müptela olmakta ve insani hasletleri, hayvani hasletlerinin emrine girerek kişiyi her şeyi kendisi için istemeye kadar götürmektedir.

Kursağında yem toplayan bir güvercin, doymak için yapar bunu; bu normal bir davranıştır. At, karnını doyurabilmek için otlar, yem yer, bu da normaldir. Keza bu hadde kalmış ve bu merhaleyi aşamamış bir insanın sırf hayvani (maddi) ihtiyaçlarını karşılayabilmek için göstereceği davranışlar da bir hayvan için normaldir, çünkü -bu merhale ve bu durumda- o bir hayvandır.

Ancak insan, kimi zaman da "hırs"a müptela olmakta, gözünü hırs bürümektedir. İşin bu noktasında "Karnını doyurabilmek" gerekçesi sözkonusu olmaktan çıkmıştır artık. Şimdi o doymak için değil, daha fazlasına, sonra yine daha fazlasına sahip olabilmek için toplamakta ve istemektedir her şeyi. Ne kadar olursa olsun, elinde ki az gelir ona, habire artırmak, habire çoğaltmak ister, bununsa ne haddi vardır ne sınırı... Adı hırstır bunun, tamah ve tamahkarlıktır... Öte yandan iş almaya değil de vermeye gelince, bir bağış ya da ihsanda bulunma sözkonusu olunca eli sıkılaşıverir, hiç yanaşmaz ! Bu da bir başka hastalık, bir başka marazdır ki cimrilik ya da pintilik olarak tabir ederiz.

Hz. Resul-i Ekrem de (s.a.a) bir hadis-i şeriflerinde bunu pintilik ve cimrilik (şuhh) olarak ifade etmişlerdir ki bu da yine Kur'an'ın tabiridir: "...Ve nefislerinin cimriliğinden korunmuş olanlar..."[3] Yâni cimri, pinti, nekes ya da hırslı kişi ruhsal bir bozukluğa yakalanmıştır; psikolojik bir durumdur bu. Adama hakim olmaya görsün; ne benliği ne düşüncesi, ne de iradesi kendi elinde, emrinde olmaz artık. Tersine, canına ve kanına işlemiş olan, örneğin, para aşkı gibi bir bozuk psikoloji hakim olur bütün benliğine. Akla ve hesaba uygun bir tarafı da yoktur bu davranışın; mantıksızdır da... Çünkü eğer kişide akıl ve mantık olsa, parayı nerede harcaması gerektiğini de kestirebilmesi ve hiç olmazsa kendi menfaati için yeri geldiğinde harcaması gerekir. Mutluluğu, için hayrı ve kendi faydası için yapması gerekir en azından... Fakat müptelası olduğu "cimrilik" marazı izin vermez buna. İşte bu, ahlak dışı ve ahlaka aykırı bir davranıştır; cimrilik ya da hırs, hayvanlıktan daha aşağı bir mertebe olduğundandır ki bunlara "ahlaksızlık" ve "hastalık" halleri demekteyiz.

Bencilliğin Üçüncü Merhalesi

İnsan nefsi sadece hırs, cimrilik vb. marazlara müptela olmaz, bazen bedeni hastalıklardan çok daha tehlikeli ve çok daha karmaşık hastalıklara da yakalanıverir. Bunlar akla mantığa sığmayan, ancak ve ancak hastanın bozuk psikolojik durumuna uyan davranışlar olarak gözlemlenir. Günümüzde bu hastalıklara psikolojik ukdeler denilmektedir; mesela kıskançlık gibi... Kıskançlık hali, tamamiyle akla ters düşen mantıksız bir davranış türüdür. Kıskanç insan, bütünüyle kendisini unutacak bir hale gelir. Yâni kendi mutluluğunu düşüneceği yerde sürekli başkalarının mutsuzluğunu arzu eder. Kendi mutluluğunu düşünse dahi başkalarının mutsuzluğunu kat-kat arzular. Hangi mantıkla bağdaşır bu? Hiçbir hayvanda böyle bir halet, böyle bir davranış biçimi göremezsiniz; hiç bir hayvan yoktur ki bütün arzusu diğer bir hayvanın mutsuzluğunu görebilmek olsun!... Hayvan denilen mahlukatın bütün arzusu kendi işkembesini doyurabilmekten ibarettir, hepsi bu... Halbuki insanda, bir hayvanda dahi görülmesi mümkün olmayan bu tür iğrenç davranışlar pekala gözlemlenebilmektedir; insan pekala tekebbür gösterip büyüklük taslamakta, benliğinde psikolojik ukdeler besleyebilmektedir. Bu tür bozukluklar insanın şuur altında, nefsinin batınında gizlidir; kendisi dahi habersizdir bunlardan!

Evet, bizzat insanın kendi nefsinin sebep olup meydana getirdiği sorunlardır bunlar.

"Öz"e Kanış

Kimi zaman kendi nefsi aldatır insanı; insan kendi kendisini kandırmaya başlar! Nasıl bir olaydır bu, insan nasıl olur da kendi içinden aldatılabilir? Kur'an'ın kullandığı tabirdir bu: "Yakub, olsa olsa, dedi nefisleriniz yaptığınız işi size güzel, o güç işi kolay göstermiş..."[4]

Tasvil, yâni kendi kendini kandırma, aldatıp iğfal etme tabiri, Kur'an-ı Kerim'de geçen son derece yerinde ve dakik bir tabirdir. Kur'an'da bu ifadeden, herkesin kendi nefsi tarafından kimi zaman kandırıldığı anlaşılmaktadır. İnsanın nefsi bir şeyi istemeye görsün; onu öylesine bezeyip süsler öylesine çekici ve güzelmiş gibi gösterir ki insan o şeyin gerçekten güzel olduğunu zanneder. Bu, insanın içindeki "benlik"inden başka bir şey değildir.

Hakikaten fevkalade ilginç bir tabirdir bu. Psikoloji biliminin bir hayli ilerlemiş olduğu çağımızda bu meseleler giderek daha derinlemesine anlaşılmaktadır. Hatta psikologlar bugün şu noktayı da saptamış durumdadırlar: Bazı delirmelerin sebebi ne sinirsel ne de biyolojiktir; kimi delirginlik vakıalarının tek sebebi insanın iç dünyası ve ruhi durumuyla ilgilidir. Mesela insan kimi zaman hayatın bazı zorluklarına tahammül edememekte, bu durumda psikolojik olarak rahatlamak ve dertlerden, baskılardan kurtulabilmek için aklın üzerine sünger çekmektedir. Bakınız şair ne diyor:

"Akıllı takımından kime rastladıysam bir derdi var

En iyisi delirmek, onun da bir keyfi var."

Evet, mesele insanın kendi nefsinin oyununa gelmesidir; nefsinin başkasına değil, kişinin bizzat kendisine oyun hazırlaması ve onu aldatmasıdır. Başlıbaşına önemli bir konudur bu.

Tasavvufta bu mesele üzerinde yeterince durulmuş ve konu, gerçekten nefis bir şekilde irdelenmiştir. Özellikle nefsin insanı ahlak dışı davranışlara iterek kişide hastalıklara yol açması ve onu hayvandan da aşağı bir mertebeye düşürmesi konusu fevkalade güzel bir ifadeyle açıklanmış; hatta insanı hayrete düşürecek noktalara dikkat edilmiştir. Bu dikkat ve basirete şaşırmamak, takdir etmemek mümkün değil gerçekten; yirminci yüzyıl psikoloji biliminin nice araştırmalarla daha henüz ortaya koyabildiği psikolojik meseleleri, tasavvufçular bundan bin sene önce gündeme getirmiş ve şaşırtıcı bir dikkat ve incelikle konuyu açıklamışlardır. Gerçi bütün bunların kaynağı Kur'an'dır ve tasavvufçular da yine Kur'an'dan almışlardır böylesine bir ilhamı... Ancak mezkur meselelerde bunca ilerleyebilen tasavvuf ehlinin gayet yetenekli ve basiretli olduğunu kabul etmek gerekir. Bu insanlar Kur'an'da sözü geçen bir meseleyi, o meseleyle ilgili bir tek kelime ve bir tek ipucundan yola çıkarak dikkatle takip etmekte ve pekala sonuç almaktadırlar. Bunu şöyle örneklendirebiliriz:

Tasvil, yâni nefsin kendi kendisini aldatmasıyla ilgili bir konu vardır ki Mevlana bunu pek güzel açıklar Mesnevi'sinde.

Gizli Ruhsal Ukdeler

Batıni şuur denilen şeyin varlığı günümüzde tartışmasız olarak kabul edilmiştir. İnsanın batıni şuurunda kendisinin dahi inanmayacağı kötülük ve çirkinlikler yatar. Bunlar, şuuraltında gizlidir; açığa çıkmadığı içindir ki insanın kendisi dahi bunların varlığından habersiz kalır. Şuur atlında yatan şeyler, ancak bazı özel şartlarda ve harekete geçirici bir sebep ya da olayla açığa çıkar. İşte o zamandır ki insan hayretten donakalır; kendisinde, kendi varlığında böylesi eğilim ve davranışların da var oluğunu -inanmak istemese de- büyük bir hayretle müşahede eder.

Kimi zaman insan kendine pek inanır ve güvenir; kendi kendisini şöyle bir gözden geçirdiğinde kalbinin tertemiz olduğunu görür. Ne kine rastlar kalbinde, ne nefrete; ne kimsecikleri kıskanmakta, ne de birilerine karşı kibirlenip tekebbür taslamaktadır... Ancak, zaman gelir ki şartlar, onun varlığında nice hasetler, nice kin, nefret, kötülük ve çirkinlikler taşıdığını hayretle görüverir. Nitekim tasavvufta güzel bir beyitle dile getirilir bu:

"Ejderhadır nefs, kim demiş öldüğünü?!

Ortam müsait değil, ondan bu ölgünlüğü!"

Yılan, kış mevsiminde yarı cansız bir hale gelir, adeta donar. Öyle ki, dokunsanız kıpırdayamayacaktır bile. Bir çocuk bile bu durumda oynayabilir onunla. Durumu bilmeyen biri bu yılanın nasıl olup da böylesine ehlileştiğine şaşar. Ancak gün ışığı altında şöyle bir ısınmaya görsün, bütünüyle değişiverir, canlanır. Mevlana, meşhur yılan hikayesinde bunu anlatırken şu yerinde beyti kullanır işte:

"Ejderhadır nefs, kim demiş öldüğünü?!

Ortam müsait değil, ondan bu ölgünlüğü !..."[5]

Mesnevi'nin bir başka bölümünde insanın şuuraltındaki gizli eğilimlerinden söz ederken, bugün psikoloji uzmanlarını hayrete düşüren şu muazzam tabirleri kullanır:

"Eğilimler, köpekler gibi uyumuştur

Hayırla şerr gömülüdür içlerinde...

Güçleri kalmadığından uyumuşlardır böyle

Tıpkı kütük gibi cansız bir halde..."

Köpekleri görmüşsünüzdür; kimi zaman 5-10 köpek bir arada serilip yatarlar; başlarını ön ayakları üzerine koyup gözlerini kapatırlar öyle uslu uslu yatarlar ki gören kuzu zanneder onları.

"Fakat bir leş kokusu gelmeye görsün

Hırs "Sûr"u üfürülüverir bu köpeklere

Karşı sokakta bir eşek ölse, leşi

Yüzlerce uyumuş köpeği uyandırıverir uykudan!"

Evet, öylesine kuzu kuzu uyumuş olan bu köpeklerin uyanması için bir leş kokusu yeterlidir. Kokuyu alır almaz davranırlar, ortalığı velveleye verir, gürültü koparırlar. Gözleri yuvalarından fırlayacak gibi olur, vücutlarındaki her tüy, hırstan birer diş haline geliverir adeta!

"Gizli-kapalı hırslar, bilinmedik eğilimler

Ortaya çıkıverir ansızın yüreklerden, yenlerden!

Her köpek, kılına kadar diş kesiliverir de

Hileyle kuyruğunu oynatıp durmaya başlar.[6]

Ardından, şöyle der:

"Yüzlerce böyle köpek uyur senin vücudunda

Av olmadığındandır bu uykuları da !..."

Ne kadar büyük bir gerçek!

Kur'an ve Hadislerde Nefisle Cihat

Buraya kadar mesele tamamiyle doğru ve gerçekten dakik bir şekilde beyan edilmiş... Meselenin buraya kadar ki kısmını Kur'ani ve hadisi deliller de teyid etmektedir. Kur'an'ın da, sünnetin de buyruğu budur; nefsle, nefs-i emmare ile elbette savaşmalı, cihad etmelidir:

"Artık kim azmışsa, dünya yaşayışını üstün tutmuşsa; artık cehennemdir onun yeri-yurdu. Ve ama kim Rabbinin durağından korkup da, nefsi, dileğinden çekmişse, şüphe yok ki cennettir onun yeri-yurdu."[7]

"...Gördün mü dileğini mabud edineni?..."[8]

Ve başka bir ayet-i kerimede Hz. Yusuf'tan (a.s) naklen şöyle buyrulur: "Ve ben kendimi, hiç kötülükte bulunmam diye tamamiyle temize çıkaramam, ancak Rabbim acırsa, kötülük yapmam."[9] Hz. Yusuf (a.s) kendisinden emindir elbet; ama yine de o bile "Ben kendimi hiçbir kötülükte bulunmam diye temize çıkaramam" demekte ve ancak Allah Teala'nın yardımıyla kötülüklerden tamamiyle sakınabileceğini ifade etmektedir. Zira o da bilmektedir ki insanoğlunun nefsi denilen şey son derece karmaşık bir mekanizmadır, katman katmandır adeta... Bir bakarasın, mesela onuncu katmanda insanın fark edemediği, bilmediği bir kötü hassa ya da davranışa temayül yatmış olabilir. Bu cihetle Hz. Yusuf (a.s) dahi, nefsinden tamamiyle emin olmamakta, hiçbir kötülüğün zuhur etmeyeceğini söylememekte ve nefsini bütünüyle temize çıkarmasının mümkün olmadığını buyurmaktadır. Zaten mü'minin belirgin bir vasfıdır bu; inanmış insan, asla tamamen güvenmez nefsine, nefsinin hiçbir kötülüğe bulaşmayacağını iddia etmez hiçbir zaman.

"Nefisle cihad" deyimi, İslam'a mahsus bir ıstılahtır. Sahabeden bir grup, bir gazve dönüşü Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) yanına vardığında, Resulullah (s.a.a) onlara bakar ve "Aferin o topluluğa ki küçük cihattan başarıyla dönmüşlerdir ve büyük cihat onları beklemekte."[10] buyururlar. Sahabe, "Ya Resulullah, büyük cihad nedir?" diye sorduklarında, hazret, "Nefisle cihad!" buyururlar.

Evet, buraya kadar hepsi doğru. Ancak nefisle cihad ya da kişinin kendi benliğiyle mücadele merhalesi mevzuunda; "ben"in ve "benlik"in yenilmesi, bencilliğin alt edilmesinin nasıl gerçekleşebileceği konusunda kimi irfan ve tasavvuf büyüklerinin önermiş oldukları yöntemleri İslam teyit etmez. Nefsin isteklerini kırmak için uygulanan çok zor riyazet ve çile yöntemi, bunlardan biridir, İslam bu noktaya gelince duruverir, "Vücudunun, senin üzerinde hakkı vardır" der. Hz. Resulullah'ın (s.a.a) döneminde de bir grup ashap bu zor riyazetleri uygulamak istemiş, ancak, Resulullah'ın (s.a.a) şiddetli tepkisiyle karşılaşmışlardı. Ne var ki kimilerinin bu yönteme başvurduğu görülmektedir. Halbuki İslam, bu derece çile ve eziyeti tasvib etmemiştir. Burada bir parantez açarak bu meseleyi biraz açıklamaya çalışalım, riyazet ve nefisle mücahede konusu iki şekilde olur:

1- Riyazet yöntemi: Burada çileye kapanan şahıs, vücudunu zorlar; katlanılması güç tahammülü zor işler yükler bedenine. Mesela çok az yemek yer ve çok az uyur. Bu yöntem daha çok Hint murtazları arasında yaygındır.

2- Bizzat nefs ve ruhla mücadele yöntemi: Bu yöntemi, nefsin isteklerinin tam tersine davranmak şeklinde özetleyebiliriz. Bir yere, bir sınıra kadar doğrudur bu. Ancak bu yöntemde de İslam mantığıyla bağdaşmayan, İslam'ın kamil insanına yaraşmayan uygulama ve aşırılıklar vardır.

Melami Yöntemi

Bunlardan biri, adına "Melami yöntemi"[11] denilen ve kimi tasavvufçular tarafından uygulanan yöntemdir. Bütün tasavvufçular bu yöntemi uygulamamışsa da bu yöntemin bütün tasavvufçular üzerinde az ya da çok, belli etkiler bıraktığı bir gerçek... Melami yöntemi, tamamen iki yüzlülük ve riyakarlık yönteminin karşısında yer alır. Riyakar insanın batını kötüdür, iyiymiş gibi görünür, kendini iyi göstermeye çalışır. Melameti ise iyi insandır, ancak halkın kendisine ilgi duymasını önleyebilmek için kendisini kötüymüş gibi gösterir. Yâni mesela, şarap içmez, ama içermiş gibi gösterir; zina yapmaz, ama öyle davranır ki halk onu fasık ve zinakar bir insan zanneder!

Neden?

Melameti niçin böyle davranır?

Melametinin bu soruya verdiği cevap şudur: "Nefsimi öldürmek için."!!!

Gerçekten nefse karşı şiddetli ve zor bir savaştır bu... Nefs, halkın ilgisini toplamak, insanlar tarafından takdir ve beğeni kazanmak ister; halk arasında itibarı olsun ister. Melameti ise nefsin bu isteğine karşı çıkabilmek için halkın gözünden düşürür kendisini, bilerek ve kasten kendi aleyhinde kötü zanna sebep olur.

Adam hırsız değil aslında, ama hırsızmış gibi gösteriyor kendini! Nitekim bu amaçla gidip halkın malını alıyor, başka bir yere götürüyor... Gelip bulsunlar ve onun çaldığını zannedip dayak atsınlar diye!... Eğer bulamazlarsa götürüp yerine koyuyor, bu defa da şarap şişesi taşıyor yanında!... Halbuki şarap içen biri de değil!...

Peki, İslam mantığına uyan bir davranış mıdır bu?

Hayır.

İslam şöyle der: "Mü'minin ırzı, namus ve haysiyeti onun elinde dileğince oynatabileceği bir oyuncak değildir. Mü'min kişi ırzını, namusunu, şeref ve haysiyetini zan altında bırakacak davranışlarda bulunmaz, böyle bir hakka sahip değildir esasen?... İslam, eğer iyi bir insan değilsen kendini iyiymiş gibi gösterme, ikiyüzlülük yapma; ama kötü olmadığın halde kötüymüş gibi de gösterme kendini, der. Zira bu iki davranış yekdiğerinden farksızdır, ikisi de yalan ve yapmacıktır, her iki amelde de pratik olarak "yalan" ve "riya" eylemi vardır.

Yüksek ve mukaddes manevi anlamların irfan ve tasavvuf edebiyatında fısk-u fucur elbisesi giydirilerek sunulmasının ve bu yüce gerçeklerin şahit, maşuk, mey ve ney gibi unsurların diliyle beyan edilmiş olmasının en belirgin sebeplerinden biri bu yönteme başvuranların yapmadıkları ve yapamayacakları bazı şeyleri adeta yapıyorlarmışçasına göstermek istemiş olmalarındandır. Hafız'da çok görülür bu. Ancak Hafız kimi yerde kendisinin riyakar ya da Melameti olmadığını hatırlatır:

"Ey gönül, kurtuluş yoluna hayırla varmak istiyorsan

Dindarlık taslama, ama fesatla da övünme!"

Kısacası Melametlik yolu nefse karşı verilen bir nevi sufiyane bir mücadele yöntemidir ki İslam bu yöntemi reddeder. Burada şunu da hemen hatırlatalım ki Melametlik inancı bütün mutasavvıflar arasında yerleşmiş değildir; tersine, çoğu tasavvufçular şeriat adabına riayet etmiş, dini bütün kimselerdir. Hace Abdullah Ensari ve benzerleri örnek verilebilir buna. Ancak, başta Horsan tasavvufçuları gelmek üzere kimi tasavvufçular da Melametiliği benimsemişlerdir.

Tasavvuf ve İzzet-i Nefs

Tasavvuf okulunda sûfi, nefisle mücadele edebilmek, nefsi ehlileştirip onun kendisine tasallutta bulunmasını önleyebilmek için, kimi zaman alçaltıcı ve oldukça aşağılayıcı işlere katlanır. Mesela kendi haysiyetini müdafaa etmesi gerekirken, bunu yapmaz; izzet-i nefsini kasten aşağılatıp kendini küçük düşürür. "Mü'minin izzeti" denilen kavram kimi tasavvuf tarikatlarında hiçbir mana ve kıymet taşımaz. Nitekim çoğu tasavvuf tarikatlarında salik- tasavvufa giren kişi- kendi mürşidi ve şeyhine hizmet merasimlerinde, aşağılık ve iğrenç işler yapmaya mecbur edilir. Mesela bir müddet hayvan pislikleri toplatılır kendisine, çöpçülük ve tuvalet temizleyiciliği gibi işler yaptırılır ve bütün bunların nefsi öldürmek için yapılması gerektiği anlatılır. Ancak, nefsi öldürmek amacıyla katlanılan bu uygulamalar kimi zaman İslam'ın sınırlarını da aşmakta, İslam'ın izin vermediği şeyler de olabilmektedir pekala.

Şu vakıaya dikkat ediniz:

İbn-i Ebi'l Hadid, tasavvuf ulularından Şeyh İbrahim Ethem'in[12] şöyle dediğini nakleder: Hayatım boyunca hiçbir şey şu üç olayda olduğu kadar mutlu etmedi beni:

1- Çok hasta olduğum bir gündü. Koma halinde camide yatıyordum, ayağa kalkabilecek durumda değildim. Mescidin bakımıyla uğraşan hademe gelip herkesi dışarıya çıkardı. Yerimden kıpırdayacak mecalim olmadığından, beni de ayaklarımdan tutup leş gibi sürükleyerek dışarıya attı. Ne kadar sevindiğini, bu olayın beni ne kadar mutlu ettiğini anlatamam. Zira nefsimin onuru kırılmış, burnu iyice yere sürtülmüştü.

2- Bir defasında da denizdeydik, gemiyle yolculuğa çıkmıştım. Gemide türlü maskaralıklarıyla yolcuları güldüren bir soytarı, vardı. Herkes güverteye toplanmış, onu seyretmekle meşgulken bir ara "Evet" dedi, "Falan yerde filan kafir vardı, ben gidip sakalından tuttum keferenin, şöyle çekiverdim bir güzel!... "...Bunları söylerken bir yandan da gözlerini yolcular arasında gezdirip sözünü ettiği kefereye benzer bir suje aramaktaydı. Bu sırada gözü bana takıldı; benden daha çirkin, benden daha meymenetsiz birini bulamamış olacak ki gelip sakalıma yapışıverdi. "İşte şöyle" dedi ve sakalımdan tutup beni sürükleyerek yolcuları güldürdü. O sırada ben için-için seviniyordum, çok mutlu olmuştum. Zira onun bu davranışı nefsimi bir güzel hırpalamış, incitmişti.

3- Bir keresinde de bir kış günüydü, dışarıya çıkmıştım. Hırkama şöyle bir baktım; o kadar bitlenmişti ki hırkamda tüyün mü, yoksa bitin mi daha fazla olduğunu anlayabilmek mümkün değildi. Beni çok mutlu eden üç olaydan biri de bu olmuştur işte!

Evet, tasavvufta nefisle mücadeledir bunlar, ama nefisle mücadelenin böylesine İslam izin vermemektedir.

Neden?

Zira İslam, usül olarak bir müslümanın kendisini bu kadar küçük düşürmesine izin vermez, kişinin kendi kendisini bunca aşağılamasına müsaade etmez. Yukarıdaki olayda serdeden davranışlar her iki yönüyle de -İslami usüle- aykırı ve hatadır. Adamın biri, halkı güldürmeye çalışmakta ve bunun için soytarılığa tenezzül etmektedir; başlıbaşına uygunsuz bir davranıştır bu. Ardından bir hata daha yapmakta ve karşıdakine -İbrahim Ethem- hakaret etmektedir. Ancak hatanın en büyüğü, muhatabının bu davranışa hiçbir tepki göstermeyip onun kendisini aşağılamasına göz yumması, üstelik bundan zevk duymuş olmasıdır!... Hayır, İslam, "mü'minin nefsi azizdir" der, mü'minin izzet-i nefsine saygı gösterilmesi gerektiğini söyler. İslami usül ve İslami mantık gereğince İbrahim Ethem'in bu olaya tepki göstermesi ve kendisini aşağılayan soytarıya karşı koyarak olayı kınaması gerekirdi! Mezkur usül ve mantık, bunu farz kılmıştır ona!

Diğer bir sufi de şöyle anlatır: Mübarek Ramazan ayında birisi evine, iftara davet etti beni. Akşamleyin iftar vaktine doğru evine gittim ama beni içeri almadı. Ertesi gün yine iftara davet etti, gittim yine içeri almadı. Öbür gün yine aynı şekilde ve sonunda bir gün adam bana çıkışıverdi, "Ne biçim adamsın sen!" dedi, "Her gelişinde kapıdan geri çevirdiğim halde sen ertesi gün tekrar geliyorsun!..." Evet, köpek de böyledir... İslam, insanın izzet-i nefsini bunca aşağılamasına, kişiliğini bunca ayaklar altına alıp kendi haysiyetini bunca lekelemesine müsaade etmez. Zira İslam da nefs sözkonusu olduğunda nefsi öldürme de söz konusudur elbet, nefs-i emmareyle mücadele ve mücahede edilmelidir. Ancak İslam, nefisle mücadeleyi ne kadar önemsemiş ve mühim saymışsa izzet-i nefse değer vermeyi, kendine güven duymayı (kuvvet-i nefs) ve nefsin kerametini de bir o kadar mühim saymış, hatta bu hususa daha fazla önem vermiştir. Mü'minin nefsi İslam nezdinde aziz ve muhteremdir. Hatta İslami ahlak, bütünüyle nefsin keramet ve şerafetini korumasını ister insandan; nefsinin asalet ve yüceliğine leke düşürememesi gerektiğini buyurur.

Evet, İslam bir yandan nefsinle mücadele et, ona karşı diren derken, bir yandan da nefsinin asaletini lekeleme, onun yüceliğine gölge düşürme der.

Nasıl olur bu?

İnsanda iki nefs mi var ki, birine saygı duyup, diğerine düşman kesilsin?

Cevabı açıktır bunun. İnsanda, mücerret anlamda iki ayrı şahıs gibi iki ayrı nefs mevcut değildir. İnsanda bir nefs vardır, ancak bu nefsin yüce ve aşağılık dereceleri sözkonusudur. Yüce ve üstün derecede bulunduğunda saygıdeğer ve azizdir; aşağı dereceye indiğinde ise aşağılık ve kötüdür. Ayağını yorganına göre uzatmaz, haddi aşmaya, sınırı çiğnemeye kalkışırsa önüne geçmek gerekir. Tasavvufta yeterince dikkate alınmayan ve gereğince beyan edilmeyen nokta da budur işte. Bu yüzdendir ki tasavvufun nefisle cihad dediği yerde sadece nefs-i emmareye değil, nefs-i şerife karşı da mücadele edilmiş ve insan haysiyeti, insanlık onuru denilen değer alabildiğine horlanmıştır.

İnsanın Gerçek "Ben"i

O halde meselenin bu noktasında insanın gerçek "ben" inin ne ve kim olduğu sorusuna bir cevap aramak zaruri olmaktadır.

"Ben" nedir?

İnsanın gerçek "ben"i kimdir ve nasıldır?

Felsefeciler bu konuda kendilerine has, özel bir görüş öne sürer ve her insanın gerçek "ben"i, onun ruhu ve psikolojik yapısıdır derler.

Günümüzde psikoloji bilimi hiç olmazsa şu noktaya kadar varabilmiştir: Senin "kendin" olarak kendinde varlığını hissettiğin "ben"in, gerçek "ben"inin bir kısmı, bir parçasıdır aslında. Yâni kişi, kendi varlığının algılayabildiği kadarına "ben" demektedir, bu algılanan ben dışında bir de algılamadığı, ama aslında var olan bir "bilinçsiz ben" vardır. O halde "ben"inin büyük bir kısmından senin dahi haberin yoktur, zira "ben"inin bu kısmı senin şuuraltında gizlidir.

Tasavvufçular bu noktada gerçekten fevkalade başarı göstermiş ve çağımızın psikoloji uzmanlarını geride bırakan dikkatli ve dakik bir yaklaşımla meseleyi ele alıp felsefecilere şiddetle karşı çıkarak insanın "ben"inin onun ruhundan ibaret olmadığını; "ben"in ruhtan öte bir gerçek olup meselenin felsefecilerin zannettiğinden çok daha etraflı ve derin olduğunu söylemişlerdir. Şebisteri'nin de demiş olduğu gibi:

"Ben"in, canından ve teninden üstündür senin

Zira ten ve can, "ben"in birer parçasıdırlar.

Tasavvufçular, insan ancak Rabbini bulduğu zaman gerçek "ben"inini de bulabilir derler. Ben'in varlığına delalet eden şeyler, Allah'ın varlığına delalet eden şeylerden ayrı ve farklı değil asla. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de de böyle buyurulmuştur:

"Ve o kişilere benzemeyin, Allah'ı unutmuşlardır da, O da kendilerini unutturmuştur onlara; onlardır buyruktan çıkanların ta kendileri."[13]

Evet, tasavvufçular, insanın "ben"inin, felsefecilerin tesbit ettikleri şeyden çok daha derin ve onun ötesinde olduğunu fark edebilmişlerdir.

Bilindiği gibi Muhyiddin Arabi, İslam tasavvufunun babasıdır. Yedinci yüzyıldan bu yana gelmiş geçmiş bütün namlı tasavvufçular -ister Farsça, ister Arapça yazmış olsun- onun öğrencisi olup onun düşünce okulunda yetişmiş kimselerdir. Tasavvuf, onun sayesinde fikri alanda bir hayli gelişme göstermiştir. Tasavvufun babası olarak bilinen Muhyiddin de felsefecilere karşı çıkmış, Ebu Ali Sina ve benzerlerini şiddetle eleştirmiştir ve şöyle demiştir:...[14]

Şebisteri' de aynen Muhyiddin gibi sözler sarfetmiştir bu konuda.

Mevlana Celaleddin-i Rumi, Mesnevi'nin bir bölümünde bu hususu çok güzel bir beyanla dile getirir:

"Sen! Ey mücadelede kendini kaybeden?

Başkalarını kendinden bilmedin.

Sen, görünenin "kendin" olduğunu söylüyorsun

Vallahi böyle değil işin aslı.

İnsanlardan bir an ayrılıp da yapayalnız kalmaya gör,

Üzüntüden gına gelir, dertlenir, sıkılıverirsin.

Bu "sen" kimsin ki bunca yalnız, "biricik"?

Kendinin güzeli, mutlusu, sarhoşusun böyle?[15]

Kur'an'da şöyle buyrulur: "...Şüphesiz, ziyana düşenler o kişilerdir ki kıyamet günü kendilerini ve yakınlarını ziyana sokarlar; bilin ki budur apaçık ziyan..."[16]

Evet, en büyük kayıp, insanın kendini kaybetmesi, "kendi"ni yitirmesidir.

İbadetin ruhu, gerçeği ve bütünüyle aslı Allah'a yöneliştir; bu ise gerçek "kendi"yi biliş ve hakiki "ben"i buluştan başka birşey değildir.

O halde tasavvufçular meseleyi buraya kadar iyi kavramış ve açıklamışlardır. Ancak, maalesef nefisle cihad konusunda aynı dikkati gösterememiş ve esasen lekelenmemesi gereken izzet-i nefsi de hiçe sayan bir cihad açmışlardır nefse karşı. Nefsin bu yönünü korumaları, nefsin izzet ve kerametini yüceltmeleri gerekirken nefsin bütününe karşı cephe almış ve esasen insanı yüce makamlara ulaştıran bu boyuta gereken önemi vermemiş, bu hususa oldukça az değinerek İslam'ın, meselenin bu boyutuyla ilgili düsturlarından pek az ilham almışlardır.

Kur'an ve Hadisler Işığında İzzet-i Nefs

Evet, İslam'da nefisle mücadele vardır:

"Nefsinizi heva ve heveslerinden nehyediniz"

"Nefs-i emmare gerçekten hata edicidir, serkeştir."

"Andolsun ki kim nefsini, özünü iyice temizlemişse kurtulmuş, muradına ermiştir."

"Ölmeden önce ölünüz."

Buyrukları da yine İslam'ın buyruğudur; ancak İslam'da "nefsin izzeti" denilen bir değer de mevcuttu, Kur'an'da bu değerden de söz edilir:

"...Ve Allah'ındır izzet ve üstünlük ve peygamberinin ve inananların."[17]

Keza Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar: "Birisinden bir şey istediğinizde zilletle değil, izzetle isteyin; izzet-i nefsinizi çiğnemeden ve çiğnetmeden isteğinizi dile getirin."[18]. Bu hadis-i şerifte de izzet-i nefsin korunması, ona leke düşürülmesi ve kişinin her hangi bir şeyi elde edebilmek için kendisini alçaltmaması buyurulmaktadır. Bu durumda siz; "Ben, nefsimi kırmak için birinden bir şey isteyince dilenci gibi ister, bu raddede alçakgönüllülük gösteririm" diyebilirsiniz; ancak İslami bir davranış biçimi olmayacaktır bu. İslam, "Eğer birinden birşey isteyeceksen izzet-i nefsinle iste; kendini alçaltmadan, kendini küçük düşürmeden dile getir ihtiyacını" der.

Bakınız Hz. Ali (a.s) savaş meydanında ne diyor: "...Ya aşağılığa razı olun, şerefsizliği göze alın; yahut kılıçları kanlarla sulayın da suya kavuşun. Kahrolarak, alçalarak yaşamak ölüm; kahrederek ve yücelerek ölmek ise dirim ve hayattır size..."[19]

Şair, bunu şöyle dile getirir:

"Efendi olduğum halde kölelik etmem ben

Utanç bilirim böyle bir hayatı, istemem.

Ölmüş bir tenle, dostların ağlayışı

Düşmanların güldüğü bir canlı olmaktan yeğdir elbet"

Keza İmam Hüseyin (a.s) "Zilletle yaşamaktansa, izzetle ölmek yeğdir!" buyururlar.[20]

Görüldüğü gibi, İmam Hüseyin (a.s) "Nefsimizle cihad gereği Yezid'e ve İbn-i Ziyad'a itaat etmemiz gerekir, zira böylece nefsimizin isteğine karşı gelmiş ve nefsimize karşı mücahede etmiş oluruz" dememektedir! İslam asla izin veremez buna; Hz. Hüseyin (a.s) der ki:

"İbn-i Ziyad denilen o alçak, ya zillete boyun eğmemi, ya da kılıçlara karşı durmamı istemiş benden!... Bunlardan birini tercih etsin, demiş... Heyhat!... Zillete boyun eğene, alçakça yaşamayı tercih edene yazıklar olsun! Ben kim, zillete boyun eğmek kim?! Allah Teala, bizim zillete boyun eğmemize razı olmaz! (Dikkat ediniz; benim prensiplerim demiyor, duygularım izin vermez demiyor; inancım izin vermez, İslam izin vermez, diyor) Allah Resulü (s.a.a) buna razı olmaz! Ne terbiyem izin verir buna, ne eğitim tarzım... Ben Ali'nin (a.s) oğluyum; Fatıma'nın (a.s) evladıyım; onlar yetiştirmiş, onlar eğitmişlerdir beni! Zehra'nın (ona selam olsun) göğsünden süt emmişim ben; o süt, zillete boyun eğmeme izin vermez asla!"[21]

"Ben asla zilletle el uzatmam ve köleymişçesine kaçmam; ne teslim olurum, ne zillete katlanırım!..."[22]

Evet; bu gibi tabirler Kur'an'da, hadiste, İmamların (a.s) konuşmalarında, özellikle İmam Hüseyin'in hitabelerinde pek çoktur.

Gençlere Tavsiye

Söz buraya gelmişken, daha önce Cavid Camii'nde konuşmamda değinmiş olduğum bir noktayı tekrar hatırlatmak isterim:

Bir toplantıda, "Hayat; inanmak ve cihad etmektir" cümlesi üzerinde durmuş ve son günlerde habire İmam Hüseyin aleyhisselam'a atfedilerek zikrolunan bu cümlenin, Hz. Hüseyin'e (a.s) ait olduğuna dair İslam'i kaynaklarda hiçbir rivayete rastlanmadığını belirtmiştim. Burada tekrar belirtiyorum; bu cümlenin İmam Hüseyin'e (a.s) ait olduğuna dair hiçbir senet ve kaynak mevcut değildir; İmam Hüseyin'in (a.s) sözü değildir bu... Bu cümleyle ifade olunan mana yanlış olduğu gibi; Hz. Hüseyin'in (a.s) mantığına da ters düşmektedir.

İslam mantığı bu değildir asla; insanoğlunun hayatı inanmak ve inandığı şey uğruna mücadele etmekle özetlenemez. İnanç mevzu bahis değildir İslam'da. İslam'da mevzu bahis edilen şey ancak "hakk"tır. İslam inancına göre hayat, kişinin hakkı tanıyıp bulması ve hakk uğruna cihad etmesidir. Hayatın inanmak ve inancı uğruna mücadele etmekten ibaret olduğu görüşü batıya ait bir görüş olup, sonradan İslam alemine sirayet etmiştir. Bu cümlenin İmam Hüseyin'e (a.s) ait olmadığını söylediğimde bazı gençlerin alındığını gördüm; bu nedenle meseleyi tekrar açıklıyorum: Biz bugün gençleri mutaassıp ve tutucu değil, gerçekleri arayıcı bir telaş ve hakikatçilik üzere gördüğümüz için onlara, geçmişe oranla daha fazla saygı duymaktayız. Gördüğümüz odur ki gençler hakikati aramakta, nedenini araştırmaksızın inanmamakta ve sebebini tam bilmediği bir şeyde, sırf kendisi ona inandığı için taassup gösteren bir tavır sergilememektedir. Bu yüzden hürmete şayandırlar diyoruz. Yoksa, eğer genç nesil de taassup gösterir ve nedenini bilmeden, ne derece doğru olup olmadığına bakmadan inanıp kafasına yerleştirirse bir şeyi, bu durumda bu genç nesille eski nesil arasında ne fark kalır?! Eskiler de öyleydi, onlar da bir takım inançlara sahipti elbet; şu farkla ki, bugün siz falan cümleyi beğenmişsiniz, onlar filan cümleyi!...

O da hiçbir delil olmaksızın sıkı sıkıya yapışmış inancına, siz de... Oysa ki ne İslam mantığıyla bağdaşmakta, ne de herhangi bir kaynak kitapta ya da senette mevcut... Bu durumda, İslam düşmanı birinin, usta bir muhalifin bir gün karşınıza dikiliverip "Beyefendi, Hz. Hüseyin'in (a.s) bu sözü söylediğine dair herhangi bir kaynağınız var mı? Varsa nerede, hangi kitapta?" dediğini düşünün, ne yaparsınız? Adam haklı; öyle ya, eğer İmam Hüseyin (a.s) söylemiş diyorsanız mutlaka bir kaynağı, senedi ve isbatı olmalı bunun! Siz arayacak ve hiçbir kaynakta böyle bir cümleye rastlayamayacak ve kalkıp bana gelerek bu cümlenin İmam Hüseyin'e (a.s) ait olduğunu ispatlayacak bir senet ya da kaynak var mı diye soracaksınız, varsa göster diyeceksiniz. Ben bunun hiçbir kaynakta geçmediğini söyleyince, işte o zaman "Arkadaş, bunu şimdiye kadar ne diye söylemediniz bize?!" diye alınacak, çıkışmaya başlayacaksınız... Benim gibilerine öfkelenecek ve işin buraya kadarını neden söylemediniz, niçin açıklamadınız, düşmana karşı neden mahcup duruma düşürdünüz bizi... deyip duracaksınız!...

Kaldı ki eğer siz bu cümlede bir yiğitlik ve kahramanlık görüyor ve bu yüzden beğeniyorsanız, Hz. Hüseyin'in (a.s) bundan yüz kat daha fazla yiğitlik taşıyan, bütünüyle kahramanca olan nice sözleri olduğunu da bilmeniz gerekir. Onun şu meşhur sözü; "Zilletle yaşamaktansa izzetle ölmek yeğdir!" cümlesi, "Hayat, inanmak ve inancı uğruna mücadele etmekten ibarettir." Gibi bir deyimdeki manadan çok daha üstün ve yiğitçe değil midir?

Ya da Hz. Hüseyin'in (a.s) Aşura günü vuruşa vuruşa söylediği şu recezi:

"Ölüm, utanca düşmekten yeğdir.

Utanç, cehennem ateşinden yeğ."[23]

Ve yine onun Aşura günü söylemiş olduğu şu cümle:

"İbn-i Ziyad denilen o alçak ya zillete boyun eğmemi, ya da kılıçlara karşı durmamı istemiş benden!... Bu ikisinden birini tercih etsin demiş... Heyhat!... Zillete boyun eğene,alçaklığı tercih ederek yaşayana yazıklar olsun!... Ben kim; zillete boyun eğmek kim!? Allah Teala zillete boyun eğmemize razı olmaz! Allah Resulü (s.a.a) buna razı olmaz! Gördüğüm eğitim, aldığım terbiye, içtiğim mutahhar sütün hakkı... izin vermez buna!.."

Ya da kıyam için harekete geçtiğinde söylemiş olduğu:

"...Bizimle can vermeye hazır olanlar, Allah'a kavuşacaklarına tam bir inançla inanmış bulunanlar bizimle gelirler, ben yarın hareket ediyorum inşallah!"[24]

Buna benzer daha nice cümleleri vardır Hüseyin'in (a.s). Mesele çarpıcı bir şiar bulmaksa biz müslümanların slogan ve şiar fakiri olmadığımızı hatırlatmak gerekir. Eğer slogan fakiri bir millet olsaydık, yâni yiğitlik taşan; kahramanlık çağrıştıran canlı şiar ve hitabelerimiz olmasaydı "Şu cümleyi de Hz. Hüseyin (a.s) demiş deyiverelim- neüzübillah- diye düşünülerek böyle bir eksikliği(!) doldurma yoluna gidenler olabilirdi belki (Allah korusun). Oysa Allah'a şükür bizde bu gibi slogan ve şiarlar fazlasıyla var, başkaları muhtaçtır müslümanların sloganlarına, Müslümanlar başkalarının sloganına muhtaç değil!...

O halde yabancıların sloganlarına özenmek niye?! Üstelik yanlış sloganlara!...

Genç neslin tutucu olması hiç doğru değil! Bu cümlenin Hz. Hüseyin'e (a.s) ait olmadığını tekrar söylüyorum; yüzde doksan yakinle diyorum ki Hz. Hüseyin'e (a.s) ait değil. Ancak, biri bir kaynak gösterir ve bu cümlenin Hz. Hüseyin'e ait olduğunu ispatlarsa ben şu kürsüye çıkıp yanıldığımı söylemeye hazırım!... Beyanlarımıza dikkat etmemiz şarttır; eğer bir şey söyleyeceksek bunun belli ve güvenilir bir kaynağı olup olmadığını araştırmamız; güvenilir kaynaklara dayanarak, senet ve delille konuşmamız icab eder. Bu hususta söylenecek daha pek çok şey var; ancak vakit darlığı sebebiyle maalesef bu kadarını yeterli buluyorum.

O halde konuyu şöyle toparlayabiliriz: Nefsle mücadele etmeli, onun heva ve heveslerine kapılmamalı, yersiz ve meşru olmayan isteklerinden onu caydırmalı, ancak ona zulüm de etmemeli; izzet ve şerefini lekelememelidir. Tasavvufa yöneltilebilecek eleştirilerden birini bu teşkil eder. Meseleyi İslam'i ölçülerle ele alıp İslam'ın mihengine vurduğumuzda tasavvufun nefisle mücadelede aşırıya kaçtığını, nefsi emmareyle (nefsin kötülüklere eğilimi boyutu) birlikte izzet-i nefsi de ayaklar altına düşürdüğünü görmekteyiz. Tasavvuftan söz ederken bu nokta da hatırlanmalı ve ıslah edilmelidir.

 

Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.

(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiç bir güç ve kuvvet yoktur.)

 

 

10. Oturum

 

 

KUDRET EKOLÜ ÜZERİNE
İNCELEME VE ELEŞTİRİ

(1)

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."

 

Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm

(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)

"...Nice peygamberler gelip geçti ki onlarla beraber birçok bilginler de- onların safında- savaşa giriştiler, Allah yolunda başlarına gelenlere dayandılar; ne gevşediler, ne zayıflık gösterdiler, ne de boyun eğdiler, ve Allah sabredenleri sever..."[25] 

 

Kamil, üstün, yüce, örnek, ideal... insan mevzuuyla ilgili olarak ele alacağımız diğer bir düşünce okulu da "Güç Okulu", kuvvet ve kudreti esas alan düşünce sistemidir. Bu düşünce okulunda kamil insan "güç"lü insanla eşittir; ideal insan, güç sahibi insandır; üstün olan, kuvvetli olandır. Aynı mantıktan hareketle kamil olmayan, eksik ve noksan olan herşey güçsüzdür; güçsüzlük eksikliktir.

İnsanlar arasında kim daha güçlüyse o daha mükemmel, daha yüce ve daha üstündür; kim daha zayıfsa o daha eksik ve aşağıdır. Bu dünya görüşüne göre esasen hakk ve adalet kavramları gerçek kavramlar değildir, hakikati olmayan, anlamsız birer kelimeden ibarettir. Gerçek olan ve anlam taşıyan tek bir şey vardır; o da: Kuvvet!

Bizim düşüncemizse şudur: Meseleyi güçlü ve zayıf olarak ele almak yerine; şunun ya da bunun galip geleceğini düşünmek yerine neyin hakk, neyin batıl olduğuna bakmak, hangisinin adil, hangisinin zalim olduğuna dikkat etmek gerekir. Bir noktada hakkın batıla galebe çalması mümkündür; ancak bunun tersi de pekala vuku bulabilir; yâni batıl da hakka üst gelebilir. Bu arada şu noktayı da hemen belirtelim ki Kur'an-i mantığa göre nihâi zafer daima hakkındır; batılın hakka karşı elde edebileceği zaferler ise mutlaka geçicidir. Ancak karşı karşıya gelen iki güçten yenenin hakk, yenilenin ise her zaman batıl olduğu, galip gelen tarafın, dolayısıyla adil de telakki edilmesi gerektiği gibi bir düşünce İslam mantığına aykırıdır.

Kudret Ekolünün Tarihi

Güçlü olanın yaptığı her şeyi, sırf güçlü yapmıştır diye adilane kabul eden bu dünya görüşü, insanlık tarihinde epey eskilere dayanır. Bu görüş, Sokrat öncesi bir görüştür, Sokrat'tan çok daha önce, ileri sürülmüştür. Sokrat'ın yaşadığı yıllar, yaklaşık İsa'dan 400 yıl öncelerine dayanır; bu hesapla, Sokrat döneminden günümüze değin 2400'ya da 2500 yıl geçtiği söylenebilir. Felsefe biliminde kendilerinden "sofist" adıyla söz edilen antikçağ Yunan felsefecilerinden kimi düşünürler, Sokrat döneminden çok daha önce bu düşünceyi savunmuş, özellikle sosyal meselelere daima böyle bir bakışla yaklaşmışlardır. Ancak Sokrat, Eflatun ve Aristo gibi filozofların ortaya çıkmasıyla bu felsefe akımı zayıflamış ve sofizm eski itibarını kaybetmiştir. Sofizmin bütünüyle değerini yitirişi ise Hıristiyanlığın doğduğu yıllara rastlar. Hıristiyanlığın gelişiyle sofizm adeta iptal edilmiştir. Zira Hıristiyanlık, sofizmin tam karşısında yer almaktaydı; güçlüyü değil, zayıfı savunuyordu. Hatta yalnızca "kuvvet"e karşı olmakla kalmıyor, "zayıflık"ı da her şeyiyle savunuyordu! Hıristiyanlık, "zayıflık" şiar edinmekte, "sana bir tokat atana, yüzünün öbür tarafını çevir" demekteydi!... Savunmayı selbeden bu düşünce, bir nevi "zayıflık"ın propagandasıdır.

Velhasıl Hıristiyanlığın gelişiyle sofistlik düşünceye yer kalmamış, ondan sonra da İslam gelmiştir.

İleride daha ayrıntılı bir şekilde açıklayacağımız gibi kuvvet hususunda İslam'ın kendine has bir mantığı vardır. Ancak şurası muhakkak ki İslam'ın sözünü ettiği kuvvet, hakk ve adalete müsavi bir değer değildir. Yâni İslam, kuvveti hakla eşitlemez, "kuvvet=hak=adalet"tir demez. Batılıların "kuvvetin hakkı" dedikleri kavramı reddeder, kuvvetin hakla özdeş ve eşanlamda ele alınmasına karşı çıkar. Neticede hakkın kuvvet, kuvvetin hakk olduğu düşüncesi tekrar hortlayıverdi batı dünyasında. İlk defa politik felsefede kendini gösteren bu düşünce, yine bu sahanın sınırlarında kalarak politikaya mahsus bir düşünce haline getirildi.

Tanınmış İtalyan felsefecisi Makyavel, siyasi felsefe düşüncesini bu temel üzerine kurmuştur. Makyavel, "Siyasette yegane temel unsur, güçlü ve egemen olmaktır; siyasi sahada hedeflere ulaşabilmek için güç ve hakimiyet dışında hiçbir asl tanımamak gerekir"der. Ona göre siyasal amaca ulaşabilmek için yapılan her türlü ahlaksızlık meşrudur; bu kabilden olmak üzere siyasette yalan, hile, sahtekarlık, yalan yemin, ihanet, hakkı çiğneme vb. şeyler gayet normal karşılanmalıdır. Makyavel'in ardından, bir çok düşünür bunu siyasetin temel kavramı ve esası olarak ele almakta gecikmedi. Bununla da yetinmeyerek, mezkur düşünceyi ahlakın temel prensiplerinden biri olarak kabul ettiler. Böylece dilediklerini yapabilmeleri yolunda politikacılara yeşil ışık yakılmış ve her türlü ahlaksızlık, esasen insani ahlakın ta kendisi olarak yorumlanmıştı!...

Felsefe sahasının tanınmış isimlerinden biri olan Alman düşünür Nietzsche de kuvveti ahlakın temel ilkesi saymıştır.[26]

Bakon'un Görüşü ve Etkileri

Bahsimizin ayrıntılarına girmeden önce önemli bir önbilgi vermenin faydalı olacağı inancındayım. Bundan, yaklaşık dört yüzyıl önce biri Fransız, diğeri İngiliz olan iki büyük düşünür, özelde felsefe ve mantık, geneldeyse bütün bilimleri etkisi altına alan bir görüş sürdüler öne. Fransız düşünür Dekart'la (Descartes) İngiliz düşünür Bakon (Bacon)'un geliştirdiği bu düşünce, kendilerine daha sonraları "modern bilimin öncüleri" unvanını kazandıracaktı. Bu iki düşünürün, özellikle Bacon'un, bilim konusunda öne sürmüş olduğu teori, kendilerinden önceki teorilerin bütünüyle yeniden gözden geçirilmesine ve düşünce sahasında köklü değişikliklere sebep oldu. Bu yeni düşünce bir yandan bilim sahasında gözle görülür ilerlemeler ve terakkilere yardımcı olup insanoğlunun tabiata olan hakimiyetini kat-kat artırmış, ancak yine aynı düşünce, öbür yandan insanoğlunun fesada gömülmesine sebep olmuştur! Yâni bu nazariye bir taraftan insanoğlu eliyle tabiatı mamur ve bayındır bir hale getirirken, bir taraftan da insanı, yine insanın kendi eliyle fesada boğmuş, zavallı ve bedbaht kılmıştır.[27]

Nasıl bir nazariyedir bu?

Bacon'dan öncesine kadar gelmiş geçmiş bütün büyükler, felsefeciler ve özellikle dinler, bilimin güç ve egemenlik kazanmada değil, hakk ve gerçeğe ulaşmada, gerçeğin keşfinde kullanılması gereken bir araç olduğuna inanmakta ve insanı bilimle uğraşmaya ve ilim elde etmeye teşvik etmekteydi. Ancak, insanı bilime teşvik eden dinler ya da felsefelerin amacı onu güçlü ve egemen kılmak olmamıştır. Onlar "Ey insan, alim ol, bilgi elde et, öğren! Zira bilgi, gerçeğe ulaştırır seni" demiş, gerçeğe ulaşmada faydalı bir vesile olduğu içindir ki insanları öğrenmeye çağırmışlardır. Nitekim mezbur dönemlerde bilim, hakikate ulaşabilme yolunda faydalı bir araç olduğundan bilime saygı da duyulur, kutsanırdı. Bilim mukaddestir, çünkü insanı gerçeğe götürüyordu; dolayısıyla mukaddes bir hakikatti o da... Bilim mukaddesti, çünkü insanoğlunun menfaatlerinin ötesinde, maddi çıkarları aşmış bir şeydi. Nitekim, daima "bilim mi daha iyi, yoksa servet mi?" diye sorulurdu. Arapça olsun, Farsça olsun; bizim edebiyatımızda da bu mukayesenin sık-sık yapılmış olduğunu görürsünüz. Bilimle servet kıyaslanır ve sonunda bilim tercih edilir. İşte bir örnek:

"İdris'e bilim, Karun'a ise servet verildi

Biri toprak altında diğeri göğün ötesinde şimdi!

Keza Hz. İmam Ali de (a.s) Nehc-ül Belağa'sında ilimle serveti kıyaslar ve ilmi servete tercih ettiğini söyler.[28] Daha önce de belirtmiş olduğum gibi ilme kutsal bir gözle bakılır, onun maddi menfaatlerin üzerinde bir kıymete haiz olduğu kabul edilirdi. Nitekim öğretmenlik mesleğinin kutsal sayılması bu esasa dayanır. "Bana bir harf öğretenin kölesi kesilirim..." sözü de Ali b. Ebu Talib'in değil midir?

Kur'an'a şöyle bir bakınız; ilmin yüceliğinden nasıl söz etmekte ve bilimin kutsallığını nasıl yüceltmektedir, görünüz... Hz. Adem'in (a.s) yaratılış hikayesine, ona Esma-ül Hüsna'nın öğretilmesine ve meleklerin kendisine secde edişine dair ayetleri mütalaa ediniz:

"Ey melekler, secde edin Adem'e... Zira o, sizin bilmediğiniz bir şeyi bilmekte..."[29]

Bacon ise ilmin insanoğlu için bir eğlence aracı olduğunu söyleyecekti. O, hakikati bulabilmek amacıyla bilim peşinde koşanların yanıldıklarını, bilimin, onların zannettiği gibi mukaddes birşey olmadığını iddia etti. Ona göre bilim, insanoğlunun yaşam düzeyini yükseltebilmesi amacıyla öğrenilmeliydi, bilim, ancak bu amaçla istifade edilirse faydalı olabilirdi. Bilim, bu anlamda insanın işine yaradığı ölçüde faydalıydı. Başka bir deyişle mukaddes olan "hakikatin keşfi için elde edilen bilim değil, insanoğlunu tabiata egemen kılmada yardımcı olacak bilim"di. Zira bu bilim, insana güç kazandıracak ve doğayı onun egemenliği altına geçirecekti.

Böylece bilim; semavi boyutunu, dünyevi ve maddi boyuta bırakmış oluyordu.

Bilim yön değiştiriyor, bilimsel araştırmalar başka bir boyuta yöneltiliyordu. Artık bilimsel araştırmalar daha çok tabiatın sırlarını keşfetmeye, rumuzları çözmeye yönelikti.

Doğanın sırları teker-teker keşfedilmeliydi...

Neden?

İnsanoğlunun doğaya daha fazla egemen olabilmesi için!

Peki, insan tabiata hakim olunca ne olacaktı?

Daha iyi yaşayacaktı!

Bunun anlamı neydi?

Bu, refah demekti. Yâni daha müreffeh bir hayata kavuşacak ve refah düzeyi yükselecekti.

Bir bakıma insanoğlu için gayet faydalı bir nazariyeydi bu aslında... Zira böylece bilim, insanoğlunun tabiata daha fazla hakim olmasını, dolayısıyla da tabiattan daha fazla faydalanabilmesini sağlıyor, bu amaçla tabiatın sırlarını keşfetme yolunda kullanılıyordu. Mezkur nazariye bu açıdan faydalı olmuştu, evet, ancak diğer taraftan aynı nazariye bilimin kutsallığını yitirmesine ve artık ilahi bir değer olarak anlaşılmamasına sebep olmuştu. Bunun ne anlama geldiğini anlayabilmek için bugün dini medreselerimizde tahsil etmekte olan öğrencilerimizin durumuna bakmak kafi olacaktır. Bilim, gerçek anlamda sahip olduğu değeri taşımaktadır hâla onların nazarında, onlar bugün de geçmişteki usul ve yöntemlerle tahsillerini sürdürmekte ve ilme, layık olduğu değeri vermektedirler. İlim, onların nazarında, mesela "Adab-ul Mutaallimin"[30] ve sair değerli eserlerde beyan edilen o fevkalade kıymete haizdir hâla. Sözkonusu kitaplar, hadis ve rivayetlerden bahseden eserlerdir; onlar, bu tür kitapları da tahsil ettiklerindendir ki, ilim onların nezdinde ülviyetini yitirmemiş, kıymet ve kadasetini kaybetmemiştir. Mesela bir medrese öğrencisi abdest almadan sınıfa girmez; hadis ve rivayetlerden aldığı bir edep ve terbiyedir bu. Zira ilim tahsil edilen yer ve ilim tahsil ettiren şahıs bir ülviyete haizdir, okul ve öğretmenin pek yüce ve muhterem bir makamı vardır. Bir medrese öğrencisi için öğretmeni saygıdeğer birisidir, o, gerçekten bütün ruhuyla bunu hisseder ve duyar, öğretmenine gönülden saygı taşır.

İlmi, dünya malı için tahsil eden biriyse, içten içe kendisine karşı bir mahcubiyet duyacak ve kendisinden utanacaktır, "para için öğrenmiş veya öğretmiş olmak"tan sıkıntı duyacaktır. Keza, insanlara bir şeyler öğretmek isteyen bir alim ya da medrese hocası, bunu sırf belli bir ücret elde edebilmek amacıyla yapmaz, böyle bir tutumu ilim ve alime hakaret bilir, para için öğretmesi halinde ilmin makamını düşürmüş olacağını idrak eder. Halbuki Bacon ve benzerlerinin yöntem ve amaçlarıyla tedris edilen bugünkü yeni eğitimde, bilim hiçbir yücelik ve kutsallık taşımamaktadır. Bu eğitim sisteminde bilim, bütün ülviliğini yitirmiştir. Bugünün eğitim sisteminde ilim tahsil etmekte olan bir öğrenci için tahsil ettiği ilmin yegane değeri, gelecekte ona daha müreffeh bir hayat sağlayacak olmasından ibarettir! Bu eğitim sistemi anlayışıyla okula adımını atan bir ilkokul, ortaokul,lise ya da üniversite öğrencisi için amaç, mesela ya mühendis, ya da doktor olmaktır. Bu branşlarda elde edeceği bilimi ise sadece "daha rahat bir hayata kavuşabilmek için" istemektedir, hepsi bu!... Keza bir esnaf ya da tüccarın yanına çırak olarak giden birisiyle onun arasında hiçbir fark yoktur!

Çünkü her ikisinin de amacı para kazanmak, daha müreffeh hayat şartlarına sahip olmaktır.

Bu anlayışla tahsil etmekte olan bir öğrenci için, öğretmeni de aynı durumdadır. Öğretmen, onun nazarında "öğretme mesleği"yle geçimini kazanan biridir. Öğretmeni gelecek ona ders verecektir; zira bunun karşılığında ayda şu kadar maaş almaktadır; o halde "öğretmek"le görevlidir... Evet, onun nazarında öğretmeni budur, bundan daha fazla bir değeri yoktur... Nitekim bugün kimi öğrencilerin, öğretmenlerin ardından rahatça küfür savurabildiğini görmekteyiz! Üstelik utanç da duymamaktadır bu davranışından; onun nazarında artık normalleşmiştir bu!...

Bacon, işte bu nazariyeyle çıktı sahneye, "kuvvet için ilim" dedi, "bilim, kuvvetin hizmetinde olmalıdır" dedi; bilimi, egemenliğin bir vesilesi olarak tanımladı ve tanıttı. "Bilim, ancak daha fazla güçlenebilmek için elde edilmeye değer, başka bir şey için değil!" diyerek çıktı ortaya. Bu düşünce tarzının kötü etkileri, hemen başlangıçta göstermedi kendisini... Ancak "bilim"in, kendisine "daha fazla güç" kazandırmasını isteyen ve onu sırf bu amaçla kullanan insan, giderek her şeyin "güç"ve "kuvvet"in egemenliği altına girdiğini gördü hayretle. Bu anlayış onu öyle bir noktaya getirmişti ki, sadece bilim değil, bilimle birlikte her şeyde, evet, neticede kendisi de "güç" ve "kuvvet"in egemenliği altına girivermişti! Nitekim bugün dünyanın çarkı "güç"le döner olmuştur; herşey "güçlü"nün hizmetinde, herkes "güçlüler"in egemenliği altındadır. Bilim, hiçbir zaman ve çağda bugünkü kadar esir olmamış; bugünkü kadar güçlüler ve kuvvetlilerin hizmet ve sultası altına girmemiştir! Keza dünyanın en ileri ve en seçkin bilginleri de, günümüzün "en kötü durumdaki esirleri"ve "en bahtsız tutsakları" durumundadırlar! Bunu apaçık görebilirsiniz; Eınstaine bir bilgindir, evet, ama onun ilmi Amerikan süperinin hizmetinde değil midir bugün? Başka bir deyişle Eınshtaine bugün bu süper gücün kuklası ve hizmetkarı haline getirilmiş, onun tarafından kullanılır bir "alet" olmuştur. Mevcut "ilmi anlayış"la, alet olmamazlık da edemez. İster emperyalizmin, ister sosyalizmin tahakküm sınırları dahilinde olsun, ilim bugün dünyanın her yerinde "gücün hizmetinde" ve "güçlünün emrinde"dir... Günümüzde dünyaya hakim olan şey "ilim" değil, "güç" tür; "bilgi" değil, "zorbalık"tır! Dünya, "güçlülerin dünyası" durumuna getirilmiştir. Bu cihetle, şimdilerde sıkça kullanılan "Günümüz dünyası, bilim dünyasıdır" ibaresi tashih edilmeli ve "Günümüz dünyası kuvvetin egemen olduğu bir dünyadır" şeklinde söylenmelidir.

Zira halihazırda dünya bilimin değil, kuvvetin elindedir; alimin değil, kuvvetlinin güdümündedir. Bugün, bilim vardır; ancak "hür bir bilim" değil, "kuvvetin ve kuvvetlinin hizmetinde" olan bir bilimdir bu. Binaenaleyh bilim bugün "esir" durumundadır, tutsak edilmiştir, "kuvvetin tutsağı"dır. Bugün dünyanın neresinde yeni bir şey icad edilse, nerede yeni bir buluş gerçekleştirilse, nerede yeni bir teknik geliştirilirse onu hemen alır "kuvvet" hizmetine sokarlar! Egemen güçler bu buluş ve teknikten, her şeyden önce daha fazla insanı daha kolay şekilde öldürmeyi mümkün kılacak daha korkunç ve daha öldürücü yeni silahlar yapma yolunda faydalanmaya bakarlar; ilk düşündükleri şey budur! Herhangi bir buluş ve geliştirilebilecek yeni bir teknik karşısında ilk akıllarına gelecek olan şey, ondan "insanları öldürebilme yolunda kullanılacak" daha etkin silahlar yapabilmektir. Mezkur buluş ve tekniklerden bu amaçla azami ölçüde faydalanırlar; eğer falan buluş ya da teknik, sözkonusu öldürücü silahlar yapmada işlerine yaramayacak birşey olursa, işte ancak o zaman diğer insanların da bu buluş ya da teknikten faydalanmasına müsaade ediverirler! Bilimin bugün insanlığın hizmetinde olduğunu zannetmek ancak safdillik olacaktır. "Kuvvet"in işine yarayacak her bilim, kuvvetin tekeline geçmektedir hemen; egemenin gücünü artırabilecek her buluş ve teknik, onun sultası altına alınmaktadır derhal!... Hatta bu buluş ve teknikleri çoğu kez yıllarca herkesten gizli tutar, büyük bir sır olarak saklarlar; "kuvvet"in ona ihtiyacı vardır çünkü... Varsın insanlığın da ihtiyacı olsun, önemli değildir onlarca!... O buluş bir sır olarak gizli tutulur, ta ki kuvvetin onu kullanacağı bir zaman gelip çatıncaya kadar... İşte ancak o zamandır ki insanlar böyle bir şeyin de var olduğunu anlayıverirler!!!

Bacon nazariyesinin ürünü bu olmuştur işte. Bacon'un göstermiş olduğu bu yol ister istemez neticede Makyavell'in yoluyla birleşmekte, özellikle de Nietzsche gibilerinin yoluyla noktalanmaktadır.

Nictzsche'nin Darvin Nazariyesinden Yararlanması

Meselenin bu noktasında, Nictzsche hazretlerinin ustaca bir tahrifle takdim edip insanoğlunun başına bela etmeye çalıştığı diğer bir nazariyeden bahsedeceğiz: Darvin nazariyesi...

Darvin aslında dindar bir Hıristiyan'dır, tanrıya inanan, dinine can-u gönülden bağlı bir Mesihi'dir.[31] Konuşmalarında olsun yazılarında olsun, tanrıya gönülden inandığını ve İsa Mesih'e derin bir saygı beslediğini sarih ifadelerle belirtmiş olan Darvin'in teori ve ilkeleri çoğu kimse tarafından aslından çok daha farklı gösterilerek tahrif edilmiş, saptırılmış ve neticede Darvin'in de asla tasvip etmediği ve etmeyeceği bugünkü noktaya gelmiştir.

Maddeciler ve materyalistler, Allah'ı inkar edebilmeye çalışmak gibi abes ve çirkin bir gayeyle Darvin'in tekamül nazariyesini kullandılar, bu nazariyeden su-i istifade ettiler. Darvin nazariyesinin materyalistlerce kötü amaçla kullanıldığı en önemli saha ahlak sahası olmuştur. Başka bir deyişle örnek insan, mükemmel insan ya da bizim "kamil insan" dediğimiz ideal insan tipini kendi istedikleri şekil ve vasıfla sunabilmek için bu nazariyeyi kullanmışlardır! Bilindiği üzere Darvin'in dört temel kuralından biri "canlı kalabilme kavgası" ya da "yaşama savaşı"dır. Ona göre bütün canlılar kendilerine düşkündürler; bu yüzden her canlı kendi varlığını sürdürmek ve canlılığını korumak ister. Başka bir deyişle varlığını sürdürebilmek için her canlıda bir korunma mekanizması vardır ve bu mekanizma "tabii"dir, içgüdüseldir. Bu da onun ister istemez bir "yaşama mücadelesi"ne katılması demektir. Darvin'in "hayatın dört aslından biri" olarak tanımlamış olduğu bu ilke gereği, madem ki her canlıda kendini koruma ve varlığını sürdürme temayül ve çabası vardır, o halde her canlı bunu yapabilmek, yâni yaşamını sürdürebilmek için diğer canlılarla mücadele edecek, savaşacaktır. Buradan çıkarılacak sonuç şudur: Mücadele, kavga ve savaş; hayatın temel unsurudur... Her canlı, yekdiğeriyle daima niza ve savaş halindedir. Çünkü hayat, bir "var olabilme kavgası"dır. Bu acımasız savaşta ancak "güçlü" olanlar yaşama hakkına sahiptirler. "zayıf" olansa yok olmaya mahkumdur! Tabiat tıpkı bir kalbur gibidir, bütün canlılar bu kalburda elenir durur. O halde sözünü ettiğimiz savaş da tabiidir, çünkü tabiatın kalburudur! Tabiat, yaşamaya ve varlığını sürdürmeye layık olanı seçebilmek için durmaksızın bu elemeyi yapacaktır. Bu eleme, "iyi"nin ve "güçlü"nün tespitidir. İyi ve güçlü ise bu "varlığını sürdürebilme" kavgasından muzaffer olarak çıkmayı ve rakiplerini saf dışı bırakmayı başarabilendir.

Darvin'in bu teorisi olduğu gibi kabul edilmiş ve eleştiriye uğramamış değildir tabii. Kimileri, bazı canlıların, hemcinslerinden daha güçlü ve daha iyi olmadıkları halde yine de hayatlarını sürdürebilmiş olduklarını söyleyerek Darvin'in bu nazariyesini eleştirmiş ve hayatın sürekli bir "çatışma" dan ibaret olmadığını söylemişlerdir.

Ancak Nietzsche efendi bunları görmezlikten gelerek hayatın salt bir "yaşam kavgası" ve "varlığını sürdürebilme savaşı" olduğunu iddia etmekten vazgeçmedi. Vazgeçmek bir yana, meseleyi daha da saptırarak bunun bütün canlılar için geçerli bir "hayat şartı" olduğu genellemesine gidip insanı da içine alan bir saha çizdi ve bu sahada insanoğlunun temel hayat şartının savaş, niza ve çekişme olduğunu iddia etti! Bunu, "hayatın temel ilkesi" sayacak kadar hem de!... Sonra da şu vecizeyi yumurtlayıverdi: "Varlığını sürdürebilme çabası, hayatın temel ilkesi olduğuna göre, ancak güçlü olan kazanacak ve ancak güçlü olan varlığını idame ettirebilecektir. Bu onun hakkıdır da... Çünkü o, diğerlerinden daha güçlü olduğunu göstermiştir.!..

Kamil insan konusunda da aynı mantıkla hareket ederek "Tabiat, üstün insana doğru ilerlemektedir, tabiatın bizatihi akışı bu yöndedir." der.[32] O gelecekte tabiatın kendiliğinden kamil insanı meydana getireceğini söyler!

Nitezsche'den "Kamil İnsan nedir?" diye soracak olursanız vereceği cevap şudur:

"Kamil insan, güçlü olan insandır! Zayıf olmadığı gibi zaafları da yoktur onun."

Sahi, Nietzsceh'e göre zaaf nedir peki?

Bugün bizim adına dostluk, ülfet, sevgi beslemek, ihsan ve bağışta bulunmak, yardımlaşmak, insanlara iyilik ve hakka hizmet etmek... dediğimiz şeyler, Nietzscehe'nin nazarında birer "zaaf"tırlar ve insanı zayıflaştırıcı özellikleri vardır!...

Nietzsche bütün bu ahlaki faziletleri bir kalemde silip atar ve "Bunlar ahlak değildir"der. Bu ahlaki faziletleri o kadar tahkir eder ki neticede "Fazilet denilen bu şeyler insanlığın ilerlemesine engeldir; insanın tekamüle varmasına kamil,güçlü ve üstün insan örneğinin ortaya çıkabilmesine mani olan şeylerdir" diyecek noktaya vardırır! Onun nazarında kamil insan, bizim "kemal" olarak nitelendirdiğimiz bu sıfatlara sahip olmayan insandır. Zira bizim "kemal" adıyla sözünü ettiğimiz bu özellikler Nietzscehe hazretlerinin nazarında birer beşeri zaaftan ibarettir sadece!!! Bu yüzdendir ki Nietzsche "Sokrat da düşmandır, Mesih de!" demektedir!...

Ona göre ahlakı öven ve insanları iffete, namuslu olmaya; dürüst, adil ve sevgiyle davranmaya çağıran Sokrat kötüdür; çünkü insanları kötü şeylere (!) davet etmektedir. İsa Mesih'e gelince; o, Sokrat'tan da kötüdür. Zira ömrü boyunca insanlara birbirini sevmeyi, yekdiğerine ülfet ve kardeşlikle yaklaşmayı öğütlemiş ve bu zararlı (!) şeyleri aşılayıp durmuştur! Nietzsche "Bunlar fazilet ve erdem değil, insanın zaaflarıdır" der, "İnsan bu gibi şeylerden ne kadar uzak dursa kemale o kadar yaklaşmış olur. Zira kemal demek, güç ve kuvvet demektir; eksiklik ve zaaf ise "güçsüzlük"tür ancak! Adına ahlak denilen erdemler, kişinin zaafından kaynaklanan değersiz davranışlardan ibarettir!"

Evet... Nietzsche hazretlerinin o güzelim vecizeleri işte bunlar... Dünyaya "düşünür" olarak tanıtılan bu zat, meseleleri işte bu derece saptırmış, sapıklıkta bunca ilerleyebilme bedbahtlığı göstermiştir.


[1]- Naziat, 37-41.

[2]- Mehaccet-ül Beyzâ, c.5, s.6.

[3]- Haşr, 9.

[4]- Yusuf, 83.

[5]- Mesnevi, s.289.

[6]- Mesnevi, s.289.

[7]- Nâziat, 36-41.

[8]- Casiye, 23.

[9]- Yusuf, 53.

[10]- Vesail-üş Şia, c.11, s.122.

[11]- Melamet, Arapça bir kelimedir; aşağılanmak ve hor görülme anlamına gelen "levm" kökünden türetilmiştir, 9.y.y'da kurulan bu tasavvuf tarikatına mensup olanlara, Horasan'da kurulduğu için Horasaniler ya da Türkçüdeki deyimiyle "Horasan erenleri" denir.-çev-

[12]- İbrahim Ethem önceleri kral oğlu idi. Bulunduğu ortamdan kaçıp tek başına bir köşeye çekildi ve kendi nefsiyle cihat etmeye koyuldu.

[13]- Haşr, 19.

[14]- Kasette düşüklük vardır.

[15]- Mesnevi, s.360.

[16]-Zümer, 15.

[17]- Münafıkun, 8.

[18]- Nehc-ül Belağa, 325. hutbe.

[19]- Nehc-ül Belağa, 51. hutbe. (A. Gölpınarlı'nın Türkçe çevrisine bkz: s.222)

[20]- Mülhakat-ı İhkak-ul Hakk, c.11, s.149.

[21]- Lühuf, s.85, Nefes-ül Mehmum, s.149.

[22]- el-İrşad, s.235.

[23]- Nefes-ül Mehmum, s.128, Bihar-ül Envar,c.78, s.219.

[24]- Lühuf, s.53, Keşf-ul Gumme,s.184.

[25]- Al-i İmrân, 146.

[26]- Çıldırarak ölen bu fevkalade yetenekli yazarın aslında, mezkur fikirlerle, çılgınlığın alametlerini daha işin başında gözler önüne serdiği söylenebilir.

[27]- Bkz: Fransis Bacon'un, Aristoteles'in Organon adlı eserini eleştirerek onun yine yeni bir mantık öneren "Novum Organum" adlı eseri -çev-

[28]- Nehc-ül Belağa, Hutbe: 147.

[29]- Bakara, 34. ayet-i Kerimeye mealen.

[30]- Dini medrese ve yüksek medreselerde okutulan kitaplardan biri -çev-

[31]- Hatta ölüm döşeğindeyken İncil'i göğsünün üzerine koyup sıkıca kucakladığı herkesçe bilinir.

[32]- Bizim "kamil insan" dediğimiz ideal insan tipinden Nietzsche "üstün insan" diye söz eder ve kendi dünya anlayışına pek uygun bir tabirle onu "süpermen" adıyla adlandırır.