0-06   6-65   65-110   110-160   160-210   210-265   265-320   320-375   375-423
    Yazdır
 
TAKDİM
ALLAH'IN ADIYLA

İnsan bireyleri ve bu bireylerden oluşan toplumun yaradılışına uygun bir şekilde mutlu yaşamasını temin etmek, tüm mekteplerin amacıdır. İster ilahi dinler ister beşeri sistemler, felsefeleri ve yasalarıyla insanı muhatap alır ve onu eğiterek hedeflediği son noktaya varmasını sağlar. Bunun için de birey ve toplum olmanın gerektirdiği bütün vazifeleri harfiyen uygulamak için gerekli ve geçerli bütün yöntemleri ve malzemeleri kullanır. Birey ve toplumu arzulanan kemale ulaştırmakta başarının sırrı, birey ve toplumu bütün yönleriyle en mükemmel şekilde tanımaktan geçer. İnsanın doğasını iyi tanıyıp zaman ve mekan sınırlarından soyutlanarak insan eğitme metodunu iyi kullanan sistem en başarılı sistem olacaktır.

İnsanı tanıdığını iddia eden ancak gerçekte tanımamış mektepler de tarih boyunca var olmuştur. Kimileri ömrünü bitirmiş ve kimileri de can çekişmektedir. Bir de çıkarları uğruna toplumu sürü gibi görüp kendini insanların ilahı sananlar var ki sunmuş oldukları sözde mektepler ve düşünceler insanlığın, değil mutluluğunu bedbahtlığını sonuçlandırmaktadır.

İlahi dinlerin sonuncusu olan İslam dini, hem insan yetiştirme programını hem de bu programla kendini yetiştiren canlı insan örneklerini sunmuştur ki marifet ve ilmin derinliklerine inen onları bulsun, inemeyenler ve madde dünyasının hissiyat araçlarına tutsak olanlar da göz ve kulaklarıyla bunları tanısın ve onlara izcilik ederek derinleşmesini öğrenebilsinler.

Günümüz dünyasında fikirlerin çatıştığını ve insanın geleceğinin bu fikirler sayesinde şekilleneceğini bilmek yeterli değildir. Bu çatışma içinde fikirlerin doğruluğunu saptama ve özgürce yaşayıp-anlatmak, çağdaş bir insana yakışan bir vasıftır.

Elinizdeki kitabın muhtevası, varmayı amaçladığı konu ve vermeyi tasarladığı mesajla kitaba verilen isim arasında mütenasip bir bağlantı vardır. Bu hem yazarın fikri tecessümünün bir ifadesi hem de okuyucunun tecessümünün mükafat ya da mücazatı olacaktır. Bu açıdan okuyucu, belki de bir önsöze gerek kalmaksızın kitabın son sayfasını çevirdiğinde yapacağı muhasebeyi bu kitabın ismini mütalaayla elde edebilecektir.

Üstad Mutahhari'ye yabancı olmayan bugünün Türkçe okuru, onun büyük bir dikkatle inceleyip gerçek değerini saptamaya niyetlendiği her şeyi, her düşünce, tefekkür ve her mesajı ancak ve ancak İslam mihengine vurduktan sonra tespit ettiğini ve son sözü akli ya da hissi temayüllerine kapılarak değil, İslami bilgilerden aldığı sonuçlara bakarak söylediğini bilirler. Bu açıdan onun izlediği bu ilahi yöntemin daha doğru ve yerinde neticeler vereceğini görebiliriz; zira birey ve toplumun yaratılışını ve doğasını en iyi tanıyan onların yaratıcısıdır.

Bu eser, şehit Üstad Murtaza Mutahhari'nin konuşmalarından derlenmiş, konuşma üslubuyla yazı gramerinin çatıştığı düşük cümlelerin -Farsça'sında ve anlam tamamen mahfuz olacak şekilde- imla ve benzeri usullerle düzeltilmesi dışında hiçbir ekleme ya da eksiltme olmaksızın kitaba geçirilmesi faydalı görülmüştür. Bu arada kitabın ilk orijinalini almayı ve Üstadın kendi tashihinden geçen nüshayı çevirmeyi daha uygun bulduğumuzu hemen belirtelim. Bu nedenle, elinizdeki Türkçeleştirilmiş metinde, üstadın ilgili eserinin 10. baskısının esas alınmış olduğunu belirtmekte fayda vardır.

Bu eserde şehit Üstad Mutahhari'nin mükemmel insan örneklerinden müteşekkil bir tablosu var adeta. Muhtelif ekoller, farklı dünya görüşleri bu tablonun renkleri; bu ekollerin tanımladığı "kemal" insan ve nihayet "kamil-mükemmel- insan" ise kullanılan bütün malzeme...

Ancak, tabloya yine İslam ahkamının fırçası hakim; hükmü ilahi'den başka ilhamı yok ressamın burada. Bu sebeple tablonun tamamlanmış haline bakıldığında en cazip rengin O'nun rengi olduğu, bu cihetle de O'nun rızası için kemale yürüyen ve neticede kamil olup mükemmelleşen bir yürüyen ve neticede kamil olup mükemmelleşen bir insan portresi ortaya çıkmaktadır. İşte bu portre İNSAN-I KAMİL"dir.

KEVSER


 

1. Oturum

 

 

İNSANIN RUHSAL
KUSURLARI

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."

 

Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm

(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)

Hani bir zaman Rabbi, İbrahim'i bir takım kelimelerle sınadı. O, bunları yerine getirip tamamlayınca dedi ki: "Ben seni insanlara imam edeceğim." İbrahim, "Soyumdan da imam kıl" dedi. Allah: "Benim ahdim zalimlere erişmez" buyurdu."[1] 

Bahsimizin ana mihveri ve ele almayı kurduğumuz konu; İslam nazarında mükemmel insandır; buna insan-ı kamil, örnek insan, en yüce ya da ülvi insan da diyebilirsin.

Mevcut olan pek çok şey gibi insanın da kamili ve gayri kamili vardır, mükemmel insan da vardır, mükemmel olmayan insan da. Aynı şekilde salim insan olduğu gibi salim olmayan, kusurlu insan da mevcuttur. Salim insan da iki çeşittir:

1- Kamil insan.

2- Kamil olmayan insan.

İslam nazarında kamil ve örnek insanın niteliklerini ve nasıl olduğunu bilmek her Müslüman'ın şer'i vazifesidir. Zira İslami bir model, örnek ve numune biçimi söz konusudur. Başka bir deyişle, eğer biz mükemmel bir Müslüman olmak ve insanlığımızı kemale erdirmek istiyorsak -ki her Müslüman muvazzaftır bununla, zira İslam'ın hedefi kamil insan meydana getirmektir- bunun ancak İslami bir eğitim ve terbiyeyle mümkün olacağını unutmamamız gerekir.

Bu durumda, işe şu sorularla başlamak yerinde olacaktır: Mükemmel insan nasıldır? Kemale ermiş bir insan -ruhen ve manen- ne gibi özelliklere sahiptir? Mükemmel bir insanın manevi siması hangi nitelikleri taşır? Mükemmel insanı tanıtan belli başlı nitelikler nelerdir? Ancak bu sorulara gerekli İslami cevaplar bulabildiğimizde toplumumuzu, bireylerimizi ve kendimizi mükemmelleştirebilmemiz mümkün olacaktır. Aksi takdirde İslam nazarında kemale ermiş insanın nasıl ve ne demek olduğunu bilmeksizin tam ve mükemmel bir Müslüman olabilmemiz, başka bir deyişle -nispi de olsa- insani kemale varıp "mükemmel insan" olabilmeyi başarmamız imkansızdır.

İSLAM'DA MÜKEMMEL İNSANI TANIMANIN YOLLARI

İslam nazarında mükemmel insanı tanımanın iki yolu vardır:

1- Birinci derecede Kur'an-ı Kerim'de, ikinci derecede sünnette kamil insanın nasıl tanımlanıp, hangi özelliklerle beyan edildiğine bakmak. Bu tabir Kur'an ya da sünnette "kamil insan" şeklinde değil de "kamil Müslüman" veya "kamil mü'min" ifadeleriyle de beyan edilmiş olabilir. Ancak sonuçta maksat yine "kamil insan"dan başka bir şey olmayacaktır; zira "kamil Müslüman"ın "İslam'da kemale ermiş insan" ve aynı şekilde "kamil mü'min"in "imanda ve imanla kemale ermiş insan" olduğu açıktır. Binaenaleyh kamil insanı tanımanın birinci yolu Kur'an ve sünnetin bu hususta ne gibi tanımlamalarda bulunduğuna bakmak ve bu iki İslami esasın "kamil insan" portresini hangi çizgiler ve özelliklerle tasvir ettiğini araştırmaktır ki hem Kur'an'da hem sünnette bu mevzuyla ilgili yeterince açıklayıcı malzeme mevcuttur.

2- Kişiliğini tamamen Kur'ani ve İslami usullere göre yetiştirip gerçek anlamda birer İslami kamil insan olabilen kişileri tanımak ve onları örnek almak. Zira İslami kamil insan bir hayal ürünü değildir, sadece zihni ve hayali olarak farzedilen ve pratikte var olmayan, hayata geçmemiş ve faraziyeden ibaret kalmış bir ideal değildir. Aksine, bu gibi insanlar yaşamış, gerçek hayatta bu mertebeye erişmişlerdir; tam anlamıyla kemale ereni olduğu gibi bundan bir ya da iki derece aşağı mertebelere varanlar da bulunmuştur.

Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.a) hazretleri İslam dininin örnek kamil insanıdır, keza onu takiben Hz. Ali (a.s) de İslam'ın mükemmel insan örneklerinden bir diğerini teşkil eder. Binaenaleyh onları tanımak, İslam'da mükemmel insan hakkında yeterince bilgi verecek, mükemmel insanın nasıl ve nice olduğunu anlamamıza yetecektir.

Ancak, mesela Ali'yi (a.s) tanımak İslam'da kamil insanı tanımaktır derken kastedilen onun adı, nesebi, soyu, sopu vb. nüfus kütüğünü ilgilendiren bilgileri öğrenmek ve bilmek değildir tabi. Evet, Ali'nin (a.s) tüzel ve herhangi birisi gibi hukuki bir kimliği vardır; nüfus cüzdanındaki Ali'dir (a.s) bu; yâni ismi Ali'dir; Ebu Talib'in oğlu Abd'ul Muttalib'in torunudur, annesi Esed İbn-i Abd'uluzza'nın kızı Fatıma'dır, Hz. Fatıma'nın (a.s) kocasıdır, Hasan ve Hüseyin'in (a.s) babasıdır; şu tarihte doğmuş, şu tarihte dünyadan göçmüş, şu, şu savaşlara katılmıştır vs. Bunlar nüfus kütüğünü ilgilendiren bilgilerdir; yâni mesela biz Hz. Ali (a.s) için bir nüfus cüzdanı çıkarttırmak istediğimizde bu bilgilere baş vururuz. Ancak bu nüfus cüzdanındaki bilgilerle Ali'yi (a.s) İslam dininin kamil bir insanı olarak tanıyabilmek kabil değildir; Ali'yi tanımak, onun kişiliğini tanımaktır, şahsiyetini tanımaktır, şahsını değil. Bu anlamda biz Ali'nin kişiliğini tanıyabildiğimiz ölçüde İslam'ın "kamil insan"ını tanıyabilmişiz demektir.

Aynı şekilde bu kamil insanı kendimize örnek aldığımız, yolunu izlediğimiz ve kendisini -lafta değil- amelde ve pratikte öncü, rehber ve imam olarak kabul edip ona uyduğumuz ölçüde de onun Şia'sı -izleyicisi, yolunda giden- olmuş oluruz. Yâni Ali'nin yolunda gidebilmek ancak hayatın her safhasında onu örnek alıp kendini bu kamil numuneye göre yetiştirmekle mümkündür. Şehid-i Evvel'in de demiş olduğu gibi: Şia, Ali'nin yolunda giden, ona uyan ve yaşamını onun esas aldığı esaslara göre düzenleyene denir ancak. Yâni sırf Hz. Ali'yi (a.s) sevmekle, ona muhabbet beslemekle; kısacası lafla Ali (a.s) Şia'sı olunamaz.[2] Şehid-i Sani "muşayeet" kelimesiyle ifade ediyor bunu; muşayeet "onunla, onun ardında, onun ardı sıra yürümek" anlamına gelir. O halde Ali (a.s) Şia'sı Ali'yi muraat edendir ancak, yâni -lafla değil- amelde ona uyan, ona benzeyen kimsedir.

Demek oluyor ki insan-ı kamili tanıyabilmenin iki yolu vardır, faydasının ne olduğunu da gördük bunun. O halde bu konu yalnızca ilmi açıdan etkisi olabilecek felsefi ve bilimsel bir konu olmayıp pratik faydalar içeren bir konudur. Eğer Kur'an'ın -ve sünnetin- açıklamaları ya da Kur'an'ın yetiştirmiş olduğu şahsiyetler aracılığıyla İslam'ın kamil insanını tanıyamadıkça İslam'ın tayin etmiş olduğu yolda yürümemiz, gerçek manada bir Müslüman olmamız ve toplumumuzu İslami bir toplum haline getirmemiz mümkün değil demektir. O halde İslam'ın kamil ve örnek insanını tanımak bizim için vazgeçilemez bir zaruret mesabesindedir.

KEMAL VE TAMAMIN FARKI

Meselenin bu noktasında akla şöyle bir soru gelmektedir: Kamilin manası nedir? Ne demektir kamil? Bazı şeyler vardır ki ilk bakışta çok sarih ve net gibi gelir insana, ancak üzerinde biraz dikkatle durulduğunda bu net gibi görünen şeyin, pek çok karmaşıktan daha fazla açıklığa kavuşturulmaya ihtiyacı olduğu görülür.

"Kemal" ve "tamam" kelimeleri Arapça iki lügat olup anlam itibarıyla birbirine yakındırlar -eş anlamlı değil, benzer anlamlı diyoruz- ve yine Arapça'da bu iki kelimenin zıt anlamını karşılayan ancak bir tek kelime mevcuttur; aynı kelime kimi yerde kemal'in, kimi yerde de tam'ın zıddı olarak kullanılır. Farsça'da ise bu iki kelime bulunmaz, her ikisinin de anlamını verebilen ancak bir kelime mevcuttur. Mevzubahsimiz olan "kemal" ve "tamam" kelimeleri Arapça'da kimi yerde "kamil" ve "tamm" şeklinde de geçer ve her iki kelimenin karşıtı olarak "nâkıs" (eksik) kelimesi kullanılır. (Nitekim Farsça'da) mesela şu kamildir, bu nâkıstır denilir; aynı şekilde şu tam ya da tamamdır, bu nâkıstır şeklinde ifade edilir.

Her iki kelimenin de bir arada kullanıldığı şu ayet-i kerimeye dikkat ediniz:

"Bugün dininizi ikmal (kamil) ettim ve size olan nimetimi tamamladım"[3]

Görüldüğü gibi Kur'an-ı Kerim burada "dininizi ikmal ettim, ve size olan nimetimi tamamladım" ifadesini kullanmıştır, zira burada ikmal yerine tamamlamak ve tamamlamak yerine ikmal tabiri kullanılarak "dininizi tamamladım" ve "nimetimi ikmal ettim" denilmiş olsaydı Arapça gramer kurallarına aykırı olmuş olacaktı.

Bu iki kelimenin yekdiğerinden farkı nedir? Bu farkı tespit edemediğimiz sürece konuya başlayabilmemiz kabil olmayacaktır; her şeyden önce bu iki kelimenin anlamları arasındaki farklılıktan doğan ince nüansı tespit etmemiz şarttır.

Herhangi bir şeyin meydana gelebilmesi için gerekli her şey mevcutsa o şey için "tamdır, tamamlanmıştır" denilir. Yâni tam vücut bulması için gerekli olan bazı şeylere sahip değilse bu durumda onun mahiyeti "nâkıs" yâni eksik olmuş olur. Mesela tamamı değil de, yarısı, üçte birisi, üçte ikisi vb. meydana gelmiştir, yâni henüz bütünüyle meydana gelmemiş, tam olarak vücut bulmamıştır demektir. Bir proje üzerinden inşa edilmesi düşünülen binayı, ya da bir camiyi ele alalım. Mesela inşa edilmesi düşünülen bina, bir cami binası olmuş olsun; bu bina için büyük bir salonun yapımına, salon için de duvar, tavan, kapı, pencere vb. malzemelere ihtiyaç vardır. Böyle bir bina için gerekli malzeme ve işler tamamlandığında, bina "tamamlanmış"tır denilir. Bunun karşısındaki kelime ise "nâkıs" -ya da Türkçe'siyle "eksik"- tir ki bu da "tam"ın zıt manasını verir.

"Kemal" ise bir şeyin "tam" ve "tamam" olduktan sonra varabileceği bir üst merhaledir; ondan da üst, ve yine daha üst... merhaleler onun "kemal"ini tavsif eder. Bir şey kemale ermemiş ve kamil olmamış olduğu halde pekala tamamlanmış olabilir. Yâni kemal yokken "tam" mevcut olabilir; fakat tamamlanmış bir şey "kamil" de olursa bir basamak yukarı çıkmış, bir merhale öteye varmış demektir.

Kemal -ya da mükemmelleşme- "dikey yönde" bir ifadedir, tamamsa "yatay bir cihette" seyreder. Yâni eğer bir şey yatay cihette nihayete erer ve son bulursa tamamlandı denilir; dikey bir harekette cereyan ederek son bulan şeyler içinse "kemal" tabiri kullanılarak "kamil" -ya da mükemmel- oldu, ikmal ya da "kemal buldu" şeklinde ifadelerle beyan edilir. Mesela filancanın aklı kamil oldu, aklen mükemmelleşti denilir; yâni daha önce akılsızdı demek değildir bu . Hayır, daha önce de aklı vardı, ancak "şimdi bir derece ilerlemiş, bir merhale yukarıya yükselmiştir" denilmek istenir. Ya da "filancanın ilmi kamil oldu" denilir; bu, "onun daha önce de ilmi vardı ve bu ilminden istifade etmekteydi, ancak, şimdi bu ilmi mükemmelleşti, bir derece daha yükseldi ve ilmini kemale erdirme yolunda, "kemalde bir merhale" daha kaydetti" demektir.

Buraya kadar anlattıklarımızı şöyle toparlayabiliriz: Tam bir insan vardır, bunun karşı anlamını "eksik" insan tabiri verir. Eksik insan, yatay anlamda tamam değildir, yâni "yarı tam"dır, "eksik"tir, eksiği vardır; tam bir insan değil de, yarım bir insandır, çeyrek bir insandır vb. Sözün kısası "tam" bir insan değildir o. Bir de şu durum söz konusudur: Adam "tam" bir insandır, ancak "tam insan" olabilen birisi mükemmelleşebilir de; yâni kamil ve daha kamil de olabilir... Ondan daha üstün bir insanın bulunamayacağı bir kemal derecesine de varabilir. İşte buna "tam kamil" insan denilir ki insaniyetin en üst derecesi, en yüce makamı ve merhalesidir bu.

"İNSAN-I KAMİL" TABİRİ

Hicri yedinci yüzyıla kadar İslam edebiyatında "kamil" ya "mükemmel insan" tabiri kullanılmış değildir, bu tabir mezkur tarihten sonra kullanılmaya başlanmış olup Avrupa'da da bir hayli revaçtadır bugün. Ancak onu ilk kullanan yine İslam dünyasıdır. Müslümanlar arasında bu tabiri kullanan ve ondan ilk defa "kamil -ya da mükemmel-insan" şeklinde söz eden şahıs tanınmış arif Muhyiddin Arabi (Endülüsi-yi Tai)dir.

Muhyiddin Arabi irfanın babası sayılır. Yâni Farsça konuşup Farsça yazmış olan İranlılar da dahil olmak üzere hicretten yedi yüz yıl sonra ortaya çıkan muhtelif dil ve milletlere mensup İslam arifleri Muhyiddin Arabi'nin öğrencileridirler. Hepimizin yakından tanıdığı meşhur Mevlana irfan ekolünde Muhyiddin'in yanında hiç kalır. Muhyiddin, Arap asıllı olup bugün adına İspanya denilen Endülüs ahalisinden ve Hatem-i Tai'nin evlatlarındandır. Hayatı boyunca İslam ülkelerinin hemen hepsine seyahat etmiş, sonunda Şam'da dünyadan göçmüştür. Türbesi bugünkü Şam'dadır. Türbesinin Şam'da olması itibarıyla ona "Şamlı" da denilmiştir.

Muhyiddin Arabi'nin Sadreddin Konevi adlı bir öğrencisi vardır ki kendisinden sonra en tanınmış ariflerden biridir.

İslami irfanın ciddi bir ilim olarak, üstelik en karmaşık ve en çetrefilli ilimlerden biri sıfatıyla gündeme getirilmesi işi Muhyiddin Arabi ve onun yazmış olduğu kitaplara açıklamalar yazan öğrencisi Sadreddin Konevi'ye aittir. Sadreddin Konevi, meşhur Mevlana'yla muasırdır; Mevlana, onun cemaat imamlığı yaptığı mescide gider, arkasında namaza dururdu.

Muhyiddin Arabi'nin fikirleri Sadreddin Konevi aracılığıyla Mevlana'ya intikal etmiştir. Bugün bu zeminede yazılıp çizilenlerin büyük bir kısmı asılsızdır; İslam irfanı bambaşka köklerden gelir aslında, apayrı manalar taşır. Günümüzde malum gazete ve dergilerin kendilerinden uydurarak düzüp koştukları o saçmalıkların İslam irfanıyla hiçbir alakası yoktur.[4]

Onun ciddi ve düzenli bir şekilde ele aldığı en önemli mevzulardan biri de "kamil insan" meselesiydi. Tabii onun bu meseleyi irfani bir bakış açısında ele almış olduğu unutulmamalı. Çok mükemmel, benzeri pek nadir bulunan, edebi şiir kitabı "Gülşen-i Raz" kitabının sahibi ünlü Mahmud Şebusteri'den sorulan sorulardan biri de insan-ı kamille ilgilidir. O da soruyu irfani boyutundan yanıtlamıştır. Bahsimizin daha sonraki bölümlerinde bu meselenin tekrar açılması zarureti doğarsa biraz daha teferruatlıca ele almaya çalışacağız bu noktayı inşallah.

Görüldüğü gibi bu meseleyi ele alıp "kamil insan" unvanıyla gündeme getiren ve konuya tamamen irfani bir açıdan yaklaşan ilk şahıs Muhyiddin Arabi'dir. Ondan başka bu konuyla ilgilenenler yok değildir. Ancak her biri kendilerine has bir bakış açısıyla ele almışlardır meseleyi.

Biz bu konuyu Kur'ani açıdan ele almak istiyoruz. "Kamil insan"ı Kur'ani açıdan inceleyebilmek ve Kur'an nazarında mükemmel insanın kim ve nasıl olduğunu açıklığa kavuşturmak için her şeyden önce "tam insan" ve "nâkıs=eksik insan" terimleri üzerinde durmak gerekir. Bu merhale anlaşılmadıkça onun devamı olan merhaleyi kavramak güçleşecektir.

CİSMİ VE RUHİ KUSURLAR

İnsanları "tam ve sağlam insan" ve "eksik ve kusurlu insan" olarak iki grupta ele almak kabildir. "Sağlam" ve "kusurlu" tabirleriyle kastedilen şey kimi zaman maddi ve cismi bir mana taşır, insanın vücut ve beden yapısıyla ilgili bir durumu ifade edebilmek için kullanılır bu tabirler. İnsanların vücutça da yekdiğerlerinden farklı; kiminin sağlam ve kiminin de kör ve hasta ya da özürlü olduğu açıktır. İnsanın ya uzvi bir özrü vardır, ya da hastadır; mesela âmâdır, falan uzvu özürlüdür vs. Ancak bütün bunlar bir insanın sadece "şahsı" ile ilgili bir durumu ortaya koyar.

Hiç dikkat ettiniz mi? Bir insanın kör olması; sağır, felç ya da çirkin olması, boyunun kısa vs. olması o insan için bir fazilet ya da bir ayıp sayılmaz. Bütün bunlar bir kimsenin şahsiyetine, kişilik ve insaniyetine leke düşüren olaylar olarak görülmez ve bu gibi cismi olaylar "şahsiyet eksikliği" sayılmaz. Mesela adını herkesin duymuş olduğu ve kimilerince peygamberlerden bir alt kademede olduğu iddia edilen şu tanınmış Yunan filozofu Sokrat son derece çirkin bir insandır! Fakat bugüne değin kimse onun bu çirkinliğini insanlığında bir kusur olarak algılamamış ve vücutça çirkin oluşunun onun karakterinin de çirkin olduğuna delalet ettiğini iddia etmemiş ve çirkinliği yüzünden Sokrat'ı kınamamıştır. Ebu'l A'la Muarri[5] âmâ idi! Yine muasır olan Taha Hüseyin[6] de âmâ bir zattı. Şimdi kişinin "şahs"ını ilgilendiren bu özür onun "şahsiyetini" de ilgilendirir, uzvi eksikliği onun karakter ve kişiliği açısından da ayıplanacak bir kusur sayılır diyebilmek mümkün müdür? Elbette ki hayır! Bu da her insanın iki boyutu olduğunu gösterir:

1- İnsanın öznesi ya da şahsı.

2- İnsanın şahsiyeti ya da karakteri. Yâni her insan vücut ve ruh denilen iki ayrı boyuta sahiptir, ruhu cisimden ayırmak gerekir. Ruhu cisme tabi ve onun bir parçası şeklinde yorumlayanlar apaçık bir yanılgı içerisindedirler.

Esasen meseleyi şöyle bir soruyla ortaya koymak daha doğru olacaktır: Acaba bir insanın vücudu sapasağlam olduğu halde ruhu hasta olamaz mı? Vücutça sağlam bir insan ruhi bir hastalığa yakalanamaz mı? Başlı başına ele alınması gereken bir konudur bu... Ruha hiçbir asalet tanımayan ve ruhu inkar ederek onunla ilgili bütün hassaları doğrudan doğruya sinir sisteminin etki ve tepkileri olarak yorumlayanlar onun tamamen cisme ve bedene tabi bir şey olduğunu iddia ederler. Eğer ruh hastaysa cisim hasta demektir, cismin hasta oluşu sebebiyle ruh hastalanır ancak, o halde ruh hastalıkları denilen şeyin cismi hastalıklarından başka bir şey olmadığını derler.

Ancak şunu hemen belirtelim ki meselenin hiç de böyle olmadığı; bir insanın bedeni açıdan kan dolaşımı, kandaki akyuvar ve alyuvarların yapısı, sinir sistemi, vücudun vitamin dengesi, metabolizma faaliyetleri vb. bakımlardan sapasağlam olmasına, hatta asabi yönden de sağlam olup hiçbir sinir hastalığına müptela bulunmamasına rağmen ruhi bir hastalığa yakalanmasının, mesela ukde, aşağılık kompleksi, kapris vb. ruh bozukluklarına duçar olmasının mümkün bulunduğu anlaşılmıştır günümüzde. Bilim, ukde ve komplekse sahip insanların gerçekten hasta olduklarını tespit etmiştir artık; yâni bedeni tamamen sağlam olduğu, fiziksel hiçbir hastalığı bulunmadığı halde ruhi yapısında bozukluklar meydana gelmiştir der.

Bu sebeple bazı ruh hastalarını maddi ilaçlarla tedavi edebilmek mümkün değildir. Mesela tekebbüre kapılan bir insanın gerçekten hasta olduğu, bunun ruhi ve psikolojik yapısından meydana gelen birtakım bozukluklardan kaynaklandığı anlaşılmıştır. Tekebbür gibi bir psikolojik hastalığa yakalanmış birisinin yeyiverince iyileşeceği ve tekebbürünün tevazua dönüşeceği bir ilacı eczanelerde bulabilmek mümkün müdür? Ya da taş kalpli olan, acıma duygusu nedir bilmeyen gaddar bir insanı iğne ve ilaçla tedavi edip şefkatli, merhametli ve yufka yürekli bir insana dönüştürmek kabil midir? Elbette ki hayır! Bu gibi hastalıkların kendilerine has tedavi yöntemleri mevcuttur ama bu yöntem bilinen anlamda fiziki tedavilerden tamamen farklıdır.

Hatta kimi zaman vücuttaki bir hastalık psikolojik yöntemlerle tedavi edilmekte, kimi zaman da psikolojik bir hastalık vücut yoluyla iyileştirilmektedir. Vücutla ilgili bir hastalığın telkin ve benzeri psikolojik takviyelerle iyileştirildiği çok görülmüştür. Oldukça ilginç bir olaydır bu. Bütün bunlar, insanın beden ve ruhun terkibinden müteşekkil bir yaratık olduğunu ortaya koymaktadır. Beden mutlak anlamda tabi ve bağımlı olmadığı gibi ruh da bedene mutlak anlamda bağımlı olmayıp ondan müstakil bir varlık arz eder. Hekimlerin de söylemiş olduğu gibi bu iki şey sürekli birbirlerinden etkilenirler; vücut psikolojik yapıyı, psikolojik yapı da vücut yapısını etkiler. Bu da insanoğlunun psikolojik sisteminin bağımsız bir sistem olduğunu, cismin bir parçası olmadığını gösterir.

Konumuz kamil insan olmasına rağmen öncelikle "sağlam insan" ve "özürlü insan" terimleri üzerinde durduk. Bu zaruri girişten amaç, daha önce sözünü ettiğimiz sağlamlık ve özürlülük durumlarının vücutla ya da psikolojik yapıyla alakası olmadığını belirtmek ve önce bu meseleyi açıklığa kavuşturmaktı. Yoksa "Şu insanın vücudunun bütün organları sapasağlamdır" gibi bir neticeye varacak olan tıbbi bir tartışmaya girmek değil maksadımız. Esasen vücut ve beden meselesi, ele aldığımız konu itibariyle mevzuumuzun haricinde kalmaktadır.

Buraya kadar elde ettiğimiz sonuç, insanın ruhen ve psikolojik açıdan sağlam olabileceği gibi bunun tersinin de geçerli olabileceğidir. Nitekim bu mevzuyla ilgili bazı terimler Kur'an'da geçer ve mesela "Kalplerinde ve ruhlarında hastalık vardır..."[7] buyurulur. Yâni "Gözlerinde hastalık vardır" şeklinde buyurmuyor, "Kalplerinde hastalık vardır" diyor. Kur'an'da bahsi geçen bu "kalp" bilinen anlamda tıbbın sahasına giren kalp değil, insan ruhu ve psikolojik yapısıdır.

Kur'an hakkında da şöyle buyrulur: "Kur'an'ı mü'minlere şifa ve rahmet olsun diye indirdik, Kur'an mü'minlerin şifasıdır."[8]

Emir-ül Mü'minin (a.s) fakirliğin belalardan birisi olduğunu belirterek "Fakirlikten daha kötü olanı, vücudun hastalanması, vücut hastalığından daha kötü ve şiddetlisi ise kalbin ve gönlün hasta olmasıdır." [9] der.

Kur'an'ın öngördüğü programlardan biri de sağlam insanlar meydana getirmek olduğuna göre "kamil insan"dan önce "sağlam insan" olmayı amaçlamak ve sağlam mı yoksa özürlü, kusurlu ve eksik bir insan mı olduğumuzu tespit etmek zorundayız.

RUHİ HASTALIKLAR

İnsan ruhunda sarsıntılara sebep olan şeylerin başlıca neler olduğunu kısaca belirtelim:

Psikoloji biliminin tespit etmiş olduğu bulgulara göre umutsuzluk ve mahrumiyetler, psikolojik hastalıklara sebep olmaktadır. Yâni insanoğlunun duçar olduğu ruh hastalıkları, psikolojik bozukluklar, ukdeler, kompleksler vb. rahatsızlıkların çoğu mahrumiyet ve eksiklik duygularından kaynaklanmaktadır.

Bilindiği gibi Freoud özellikle cinsel konularda olmak üzere ifrata varacak derecede bu noktayı esas almıştır düşüncelerine. Ancak, mahrumiyet ve yoksunluğun insan ruhunda hastalıklara yol açtığı da bir gerçek... Birine karşı garaz besleyen bir insanın bu garazı zamanla kine dönüşür ve ondan intikam almak ister, giderek öyle bir noktaya varır ki sonunda onu kanlar içinde yere sermedikçe huzur bulamaz, sakinleşemez bir hale gelir. İnsanda görülebilen bu kin, nefret ve intikam hissi nedir, nereden kaynaklanır? Başlı başına bir konudur bu!

Kıskanç insan, başkalarının bir hayra, bir nimete eriştiğini görmeye tahammül edemez, onu, elindekilerden mahrum bırakabilmek arzusuyla yanıp tutuşur. Kendisini düşünmez. Sağlam bir insanda haset ve kıskançlık yoktur, gıpta etmek ve imrenmek vardır, o kendisini düşünür, içinde bulunduğu durumun değerlendirmesini yapar ve ilerlemeye çalışır. İlerlemeye çalışan, kendisini düşünen bir insanın bu davranışı ayıplanacak bir kusur değildir, söz konusu davranışta bulunan insan salim insandır. Fakat bütün düşüncesi başkalarını düşürmek ve onların geride kalmasını sağlamak olan bir insanın bu davranışı hastalıktır, anormaldir; böyle bir insan hastadır. Böylelerini görmüşsünüzdür belki; kimi zaman işi öyle bir noktaya kadar götürürler ki karşıdakine yüzde elli zarar verebilmek uğruna kendilerini yüzde yüzlük bir zarara uğratırlar!

HASET HASTALIĞINDAN BİR ÖRNEK

Tarih kitapları bu konuyla ilgili ilginç bir hikayeden bahseder, pek meşhur bir hadisedir. Nakledildiğine göre halifelerden biri döneminde oldukça zengin bir adam, bir gün pazarda bir köle alıp evine getirir. Kölesine bir köle gibi değil de tam bir efendi gibi davranır; en güzel ve en pahalı elbiseler alır ona, en nefis yiyecekleri ikram eder, bol bol para verir, dilediğince harcamasını ister. Kısacası adeta öz oğluymuş gibi davranır. Ancak kölenin dikkatinden kaçmayan bir nokta vardır, ona bunca iyi davranan efendisi hep düşünceli bir haldedir, daima kederlidir. Bir gün efendisi, ona yapabileceği en büyük iyiliği de yapar, kendisini azad edeceğini söyleyerek iyi bir iş kurup sermaye olarak kullanabilmesi için yüklüce bir para da vereceğini bildirir. Kölenin sevincine diyecek yoktur.

O gece adam kölesini yanına çağırıp kendisiyle dertleşmek istediğini söyler ve içini döküp anlatmaya başlar: "Bak evladım" der "Sana bunca ummadığın iyiliklerde bulundum, hatta seni azad etmeye ve sermaye olarak kullanabileceğin yüklüce bir para da vermeye niyetlendim. Bütün bunları niçin yaptım biliyor musun?" Köle "Hayır" der, adam "Sana bunca iyilikte bulundum, karşılığında bir ricam var sadece" der, "Bu ricamı yerine getirecek olursan sana verdiğim her şey helalin olsun derim, ancak ricamı yerine getirmezsen hakkımı helal etmem sana. Üstelik isteğimi gerçekleştirmen halinde bugüne kadar verdiklerimden kat kat daha fazlasını vereceğimi de bilmiş ol!" Köle "Emriniz baş üstüne; siz benim efendimsiniz, her emrinizi yerine getirmeye hazırım. Siz yeniden hayata kavuşturdunuz beni, ne isterseniz yaparım..." diye cevap verince, adam, "Yok, öyle olmaz" der "Bana söz vermen lazım; istediğimin ne olduğunu öğrendikten sonra vazgeçmenden korkarım!"

Bunun üzerine köle o ne isterse yapacağına dair yemin edip söz verir, adam ondan söz aldıktan sonra "Şimdi iyice kulak ver bana." der ve ekler: "Benim tayin edeceğim bir zaman ve mekanda başımı keseceksin, tamam mı?!"

Köle hayretten donakaldı, kulaklarına inanamaz, "Aman efendim! Nasıl olur?!" der de fayda etmez, efendisi kararlıdır. Böyle bir şeyi kabul edemeyeceğini anlatmaya çalışır, fakat efendisi kendisine vermiş olduğu sözü hatırlatarak köleyi ikna eder.

Gece yarısına doğru adam gidip köleyi uyandırır, eline keskin bir bıçak verip ardı sıra gelmesini söyleyerek evin damına çıkar, oradan da atlayıp bitişikteki evin damına çıkar, oradan da atlayıp bitişikteki dama geçerler. Adamın komşusunun evidir bu. Oracıkta para dolu bir keseyi kölesine verip "Bu para senin olsun" der, "Benim başımı burada keseceksin işte; daha sonra dilediğin yere gitmekte serbestsin artık." Köle şaşkınlıktan donakalmıştır. "Neden sizi öldürmemi istiyorsunuz?" diye sorar, efendisi "Üzerinde durduğumuz bu dam, komşumun evinin damıdır" der ve ekler: "Ben bu komşumu fena halde kıskanırım; gözüm götürmez işte, adamı görmeye bile tahammül edemiyorum, ölürüm daha iyi! Biz birbirimizin rakibiydik ticarette. Ama herif beni geride bıraktı şimdi, her hususta benden ileri! Hırsımdan yanıp yanıp kül olasım geliyor, tahammül edemiyorum ben bu adama! Sonunda bu çareyi akıl ettim, kendimi öldürmek suretiyle onun üzerine bir cinayet yüklemeye karar verdim; böylece onu zindana atacaklar ben de rahatlamış olacağım nihayet. Başka türlü rahatlayamam... Bu cinayet muhakkak onun üzerinde kalır, çünkü birbirimizin rakibiydik. Yarın cesedi bulduklarında "filancanın evinde bulduk. Zaten rakiptiler birbirlerine; o halde kesinlikle bu öldürmüştür adamcağızı!" diyerek onun yakasına yapışacak ve cinayet suçuyla idama götüreceklerdir sonunda. Benim istediğim de bu zaten!"

Köle duydukları karşısında hayretten donakalır. "Bir insan ancak bu kadar alçalabilir; senin gibi ahmak ve alçak birinin hakkı da ölümdür zaten" diyerek onun isteğini yerine getirir, başını kesip paraları da alarak uzaklaşıp gider. Çok geçmeden cesedi komşunun damında bulurlar. Adamcağızı yaka paça tutup zindana atarlar. Fakat bir yandan da "Eğer katil bu adamsa onu ne diye kendi evinin damında öldürsün ki?... Bu işte bir iş olmalı..." demektedir herkes.

Nitekim çok geçmeden olayın iç yüzü anlaşılır. Vicdanı rahatsız olan köle, kadıya başvurup gerçekleri anlatır, "Yakaladığınız adam suçsuzdur, onu kendi isteğiyle ben öldürdüm, bu adamcağıza katil damgası vurabilmek için planladı her şeyi. Kıskançlıktan yanıp tutuşuyordu, sonunda kendi hayatına kıyacak kadar ileriye götürdü işi" der. Mesele böylece anlaşılınca katil zanlısı komşu ve köle serbest bırakılır, olay da tarih sayfalarına geçer bütün enteresanlığıyla.

Bu vakıa bir gerçektir, işte bu bir hastalıktır; insan müptela olabiliyor buna... Kıskançlık hastalığıdır bu, hasettir...

Kur'an-ı Kerim "Andolsun ki kim özünü iyice temizlemişse kurtulmuştur, muradına ermiştir."[10] buyurur; görüldüğü gibi Kur'an'ın insanla ilgili ilk programı onun nefsini tezkiye ve terbiye etmektir, ruhunu hastalıklardan kurtarmak; komplekslerden, karanlıklardan, rahatsızlıklardan, sapma ve sapıklıklardan arıtmak ve "çirkinleştiren değişimlere uğramak"tan korumaktır.

ÇİRKİNLEŞTİRİLMİŞ İNSAN

"Çirkinleştiren değişimler" meselesi üzerinde biraz durmakta fayda var. Kur'an'da "mesğ" tabiriyle geçer bu. Nedir bu "çirkinleşme"? Ne demektir "çirkinleştiren değişimlere uğramak"?! Eski kavimlerden birinin çok günah işlediği ve günahlarda ısrar edişleri sebebiyle peygamberlerinin lanetine uğradığı ve şekillerinin değiştirildiği, çirkin bir şekle sokuldukları anlatılır, hayvana dönüştükleri söylenir. Pek çok kimse duymuştur bunu; mezkur ümmet maymuna dönüşmüştür mesela; ya da kurt, ayı vb. bir hayvan haline gelmiştir. Buna "mesğ" edilmek, yâni kötü bir değişime uğrayarak çirkin bir hale gelmek denir.

Burada, "acaba bu insanlar gerçekten çirkin bir değişime mi uğradılar, yâni hayvan mı oluverdiler?" sorusu geliyor akla... Burada bir incelik var; farz edelim ki insan fiziki olarak değişmiyor, yâni hayvan şeklini almıyor da manevi ve ruhi açıdan hayvanlaşıyor... Mümkündür bu; hatta kötülük, aşağılık ve ruhi çirkinlikte eşi benzeri görülmemiş bir hayvana da dönüşebilir.

Nitekim Kur'an bu hususta "...Onlar dört ayaklı hayvanlara benzerler, hatta daha da sapıktır onlar..."[11] der. Nasıl mümkündür bu? Gerçekten bir insan ruhi açıdan bir hayvana dönüşebilir mi? Evet, dönüşebilir! Zira insanın şahsiyetini meydana getiren unsurlar onun ahlaki ve ruhi yapısıdır, psikolojik özellikleridir. İnsani ahlaktan mahrum olan, insanlık ruhunu yitirip bütünüyle yırtıcı hayvanlara mahsus özellikler kazanan bir insan "çirkinleşmiş" ve çirkin bir değişime uğramış demektir, gerçekten hayvanlaşmıştır, hayvana dönüşmüştür artık.

Bir domuzu ele alalım mesela; ruhuyla vücudu mütenasiptir, yâni bir domuzdur o, domuza mahsus özellikleri vardır tabiatıyla. Bir insan da bu özellikleri taşıyor olabilir, bütünüyle domuza has hasletler kazanabilir. Böyle bir insan "çirkinleştiren bir değişime" uğramıştır işte, insanlıktan çıkmış, domuzlaşmıştır. Mana itibarıyla; batında ve hakikat gözüyle bakıldığında o bir domuzdur ancak, başka bir şey değil.

O halde nâkıs ve kusurlu insan kimi vakit çirkinleşme merhalesine kadar varmaktadır, değişime uğramakta, insanlık hasletlerini yitirmektedir. Bunlara pek az kulak verir çoğumuz; kimileri de daha geç inanmak için bunları mecaz sanır; ancak gerçektir hepsi de.

İmam Seccad (a.s) devrinde yaşamış olan bir zat şöyle anlatır: "Arafat'ta İmam Seccad'la (a.s) birlikte idik. Yüksek bir yerden baktığımda Arafat meydanının dalga dalga, insanlarla dolup taştığını gördüm. İmama "Elhamdülillah hacılar pek ziyade bu yıl" dedim, İmam "Feryatlar ziyade, bağrışanlar çok, hacıysa pek az"[12] buyurdular. Sonra nasıl oldu anlayamadım; İmam nasıl bir görüş verdi bana, kalbimdeki hangi gözü görür hale getirdi bilmem; bana "Bir de şimdi bak." buyurdular, baktım... Hayretten küçük dilimi yutacaktım neredeyse; meydan hayvanlarla doluydu, tam bir hayvanat bahçesiydi gördüğüm! Birkaç insan da vardı ki hayvanlar arasında şuraya buraya hareket halindeydiler. İmam "Görüyor musun?" buyurdular, "İşin batını budur işte!"

Mâna ve batın ehli nazarında gün gibi aşikar olan bir gerçektir bu, inanmayan modern akıllar ise hatayı aynada değil, kendilerinde aramalıdırlar. İnsanların batınını görebilen, hakikatini idrak edebilen kimseler günümüzde de vardır.

Tıpkı dört ayaklı hayvanlar gibi yiyip içmekten, yatıp uyumaktan ve cinsel ilişkide bulunmaktan başka bir amaç ve haz tanımayan, hayatı ve yaşamanın amacını bunlarla özetleyip bunlardan ibaret sayan bir insan gerçekten hayvan değil de nedir? Böyle bir insan gerçekten "çirkinleştirici bir değişim"e uğramamış mıdır? Bütün ruhuyla bir hayvana dönüşmemiş midir?! İnsanlık gerçeğini unutmuştur böyleleri, insani hasletlerini bütünüyle bırakmış ve kendilerine hayvani hasletler kazandırmışlardır. Nebe' suresinde şöyle bir ayet yer alır:

"Şüphe yok ki ayırma gününün vakti de tayin edilmiştir. O gün sur üfürülür de gelirsiniz bölük bölük. Ve gök açılmış, kapılar haline gelmiştir; ve dağlar yürütülmüş, seraba dönmüştür..."[13]

Evet... Kıyamet Günü insanlar bölük bölük haşr olunacaklardır... Ehl-i Beyt İmamları (a.s) mükerrer defa "bu bölüklerden sadece birinin insan şeklinde haşr olunacağını" bildirmişlerdir! Diğer gruplar karıncalar, maymunlar, akrepler, yılanlar, kaplanlar vb. şeklinde haşr olunacaklardır.

Neden? Allah-u Teala'nın bir insanı sebepsiz yere hayvan kılığına sokması mümkün müdür? Elbette ki hayır. Ancak dünyadayken akrepleşen, şunu bunu iğneleyip zehrini dökmeyi adet edinmiş olan, üzmekten ve eziyet etmekten zevk duyan kimselerdir ki maskeleri düşecek, gerçek yüzleri ortaya çıkacak ve dünyada edinmiş oldukları kişilik ve dolayısıyla bürünmüş oldukları hal ile, yâni akrep şekliyle haşr olunacaklardır. Aynı şekilde gerçekte maymunluğu tercih eden ve dünyadayken maymunluktan başka bir şey yapmayıp iyiden iyiye maymunlaşan insanlar da maymun haline getirilecek ve bu gerçek kimlikleriyle haşr olunacaklardır.

Dünyadayken köpekleşenler kıyamet günü köpek halinde haşr olunacaklardır, gerçek budur...

"Kıyamet günü insanlar niyetleriyle haşr olunacaklardır."[14] arzularına, maksatlarına, gerçek sıfat ve gerçek hasletlerine göre hesaba çekileceklerdir. Siz bu dünyada nesiniz, hangi durumdasınız, konumunuz, kimliğiniz nedir? Ne almak istiyorsunuz, istekleriniz nelerdir? İstekleriniz bir insanın istekleri midir, insanca mıdır? Yoksa yırtıcı bir hayvanın veya bir kuşun istedikleri midir sizin de istedikleriniz? İstekleriniz ve arzularınız neyse siz de osunuz işte! Ve, olduğunuz gibi haşr olunacaksınızdır! Sair tapınmalardan men edilmiş olmamızın sebebi de budur işte; Allah'tan başka kime ve neye tapıyorsak o bizim aslımızdır, gerçek kişiliğimizdir. Paraya mı tapınıyoruz, pulperest miyiz? O halde para bizim gerçek mahiyetimiz olmuş, varlığımıza işlemiş demektir; bütünleşivermişizdir onunla. Bu para, kıyamette kıpkızıl olacak nesnedir işte; Kur'ân'ın da buyurmuş olduğu gibi dünyada bu nesneye tapan ve bütün varlıkları servet aşkıyla yoğrulanlar ahirette de bu nesneyle bütünleşiverecektir, ayet-i kerimede zikredilmiş olduğu gibi:

"...Altını, gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanları acı bir azapla müjdele! O gün cehennem ateşinde bunların üzeri kızdırılıp alınlarına, yanlarına, sırtlarına bastırılacak ve işte bunlardır kendiniz için biriktirdiğiniz şeyler" denecek, tadın biriktirdiklerinizin âzabını."[15]

Kimileri, artık madeni para geçersiz oldu, kağıt paralar çıktı piyasaya diyebilirler, idrak yetersizliğidir bu. Ahiret dünyasında varlıkların mahiyetleri farklıdır; para, onu sevenin cehennemi olacaktır deniliyorsa bunun altını, gümüş ve kağıdı söz konusu olmaz artık, o kağıt onun cehennemi olacak, yakacaktır, mesele budur.

Bunlar insanı çirkin bir değişime uğratan sebeplerdir işte. Bu gece konuşmamın mihverini sağlam ve eksik insan, salim ve ayıplı insan mevzularına ayırmaktan amacım şu neticeyi ortaya koymaktı: Ukdeli insan ayıplı insandır, özürlüdür, hastadır. Herhangi bir maddeye tapan bir insan -dikkat ediniz, maddeyi kullanan ve maddeden ihtiyaç ölçüsünde istifade eden insan değil, dünyadaki nesnelerden birine tapan insan diyoruz- ayıplı ve kusurlu insandır, hastadır; değişmiş ve çirkinleşmiştir.

RAMAZAN AYININ İNSAN YETİŞTİRME PROGRAMI

Bütün geceleri ihya edilmesi gereken, dua ve Allah'a yöneliş geceleri olan bu mübarek Ramazan ayının esas amacı insanı programlamak, onu yetiştirmek ve düzelmesini sağlamaktır. Yâni maksat ayıplı, özürlü ve kusurlu insanların ayıplarını gidermelerini, sağlam ve salim birer insan olmalarını sağlamak ve salim insanları da kamil insan merhalesine vardırmaktır.

Ramazan ayının ana programı nefsi tezkiye etmek, ayıplar, eksiklikleri ve kusurları gidermek, hastalıkları iyileştirmektir, Ramazan ayının amacı insani akıl, iman ve iradeyi hayvani ve nefsaani şehvetlere hakim kılmaktır; dua ve Hakka yönelmektir, Allah'a yöneliş, ruhu O'na doğru yüceltmektir. Aksi takdirde bütün Ramazan boyunca, otuz gün açlığa dayan, susuzluk çek, uykusuzluk çek, geceleri ibadete koyul, o camiden şu camiye, o hutbeden bu hutbeye koşturup dur, sonra da bir bak ki Ramazan bayramı gelivermiş!... Ne çıkar?! Neye yaradı bütün bunlar?! Ramazan gelip geçmiş ama adam zerrece olsun değişmemiş, hatta beter bile oluyor bazıları...

İslam, boşu boşuna ağzınızı yumup öylece oturun demiyor ki!... Oruçtan maksat, insanların bu vesileyle kendilerini ıslah edebilmelerine yardımcı olmaktır. Nitekim rivayetlerde "Oruç tutanlar arasında öyleleri vardır ki tuttukları oruçtan, açlıktan başka nasipleri yoktur" ifadesi geçer. Otuz gün boyunca helal yiyeceklere ağız kapamanın sebebi bir eğitimden geçmiş olmak ve ağzına haram lokma almamayı,haram laf etmemeyi, gıybette bulunmamayı, yalan söylememeyi, küfretmemeyi öğrenmektir; helal lokmayı harama tercih edebilmeyi başarmaktır!

Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) huzuruna gelen oruçlu kadının hikayesini duymuşsunuzdur; Resulullah (s.a.a) ona süt -ya da herhangi bir yiyecek - ikram eder ve içmesini söyler. Kadın "Ya Resulullah, oruçluyum ben" der, Peygamber "Hayır" buyururlar, "Oruçlu değilsin sen; al ve iç!..." Kadın yine oruçlu olduğunu söyler, bu durum üç kez tekrarlanır, üçüncü defada Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) "Nasıl oruçlu olabilirsin ki; daha bir saat önce mü'min kardeşinin etini yedin ya!..." der ve, "Onun etini yediğini görmek istiyor isen kus (mideni boşalt)" buyururlar. Kadıncağız Peygamberin dediğini yapınca ağzından et parçaları dökülmeye başlar...

Yâni bedenin ağzını helale kapayacak, ama ruhun ağzını harama açık bırakacak, öyle mi!?...

Değil mi ki bir insan yalan söylediğinde ağzından pek şiddetli bir koku yükselir de yedi göğün meleklerini rahatsız eder? Bazen cehennemin neden onca kötü kokacağını soruyorlar; cevabı açıktır bunun, cehennemin pis kokuları dünyada meydana getirdiğimiz ufunetlerdir; ardarda düzüp koştuğumuz yalanlar, ettiğimiz çirkin küfürler ve yaptığımız iftira ve töhmetlerdir. Hele iftira en kötüsüdür bunların... Çünkü iftira hem yalandır hem de gıybet; ikisinin çirkinliğini bir arada taşır, iki büyük günahı bir arada işlemektir.

Vay o kimsenin haline ki bir Ramazan ayını nice iftiralarla geride bırakır, bu mübarek ayda din kardeşlerine töhmetler atar...

Ramazan ayı, bir araya toplanma ve topluca ibadet etme ayıdır, nifak ve tefrika ayı değildir bu mübarek ay!..

 

Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.

(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiç bir güç ve kuvvet yoktur.)

 

 

2. Oturum

 

 

İNSANİ DEĞERLERİN OLGUNLAŞMASINDA
UYUMUN GEREKLİLİĞİ

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."

 

Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm

(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)

Hani bir zaman Rabbi, İbrahim'i bir takım kelimelerle sınadı. O, bunları yerine getirip tamamlayınca dedi ki: "Ben seni insanlara imam edeceğim." İbrahim, "Soyumdan da imam kıl" dedi. Allah: "Benim ahdim zalimlere erişmez" buyurdu."[16]

 

Her varlığın kendine göre "kamil"i vardır; kemal durumu her mevcudata göre farklıdır. mesela "kamil insan"la "kamil melek" aynı şeyler değildir. Bir meleğin, melekliğin en üst derecesine varması ve bir melek için mümkün olan en mükemmel kemale ulaşmasıyla bir insanın insanlığın en yüce mertebesine vararak mükemmel insan olması iki ayrı olaydır.

İNSANIN KEMALİ İLE DİĞER VARLIKLARIN
KEMALİNİN FARKLI OLUŞUNUN SEBEBİ

Meleklerin varlığından bizi agah kılanlar; onların halis akıldan, halis "düşünce"den yaratıldıklarını haber vermişlerdir. Yâni topraktan gelmiş olanların özelliklerini taşımazlar; maddi, şehevi, asabi vb. boyutları yoktur meleklerin... Hayvanlarda da böyle bir "halis"lik vardır, ancak onlar meleklerin tam tersidirler, yâni sırf "topraktan"dırlar ve Allah-u Teala'nın Kur'an'da" ilaahi ruh" adıyla zikrettiği ruhtan tamamen mahrumdurlar. Hem meleklerin hem hayvanların sahip olduğu her şeye sahip olan tek yaratık insandır, hem melekutidir o, hem mülki; bu ikisinin terkibidir. Usul-ü Kafi'de rivayet olunan bir hadis-i şerifin tabiriyle insan hem ülvi, hem süfli bir yaratıktır.[17] Ehl-i Sünnet ravilerince beyan edilmiş pek çok rivayette de aynı tabir geçer. Keza Mevlana bu hadis-i şerifi şiir kalıbında beyan etmiş ve çok güzel bir ifadeyle her iki kelimeyi de -ülvi ve süfli- Mesnevi'de şöyle kullanmıştır:

"Hadis-i şerifte şöyle buyurulur: Yüce yaratan, mahlukat-ı alemi üç türlü yaratmıştır.

Bunlardan bir bölüğü sırf akıl, bilgi ve cömertlikten yaratılmıştır; bunlar meleklerdir, secdeden -Allah'a itaatten- başka şey bilmezler.

Mayalarında heva ve hevesten, hırs ve tamahtan eser yoktur; Allah aşkıyla yaşayan mutlak nurdurlar.

Diğer bölük ise bilgi denilen şeyden tamamen yoksundur hayvan -misali- işte; otlayıp semirir yalnızca...

Ahırdan ve attan başka hiçbir şey görmez gözü: ne kötülüğün ne olduğunu bilir, ne de üstünlüğün...

Üçüncü bölüğüyse insanoğlu teşkil eder. Yarısı melek, yarısı eşektir onun.

Eşek olan yarısı "süfli"liğe temayüllüdür, diğer yarısı "ülvi"liğe eğilim gösterir.

Çatışmada bu ikisinde hangisi üstün gelirse odur o insan..."

Evet... Mevlana'nın şiire döktüğü bu hadis-i şerifte de buyurulmuş olduğu gibi mahlukatın bir bölüğü mutlak nurdan, diğer bir bölümü de öfke ve şehvetten yaratılmıştır. İnsan ise bir karışımdan ibarettir; kamil insan, kamil hayvandan farklıdır, mesela ideal ve mükemmel bir atın kemali ile -kamil insan- kemalleri- farklıdır. Kamil insan, kamil melekten de farklıdır. Kamil insanın bu farklığının sebebi, yukarıda da belirtmiş olduğumuz "zatındaki terkip"den, yâni özü itibarıyla bir "karışım" dan ibaret oluşudur:

"Şüphe yok ki biz insanı yarattık bir katre karışık sudan, denemek için onu..."[18]

Evet... Biz insanı bir katre döl suyundan yarattık, bunda (bugünkü tabiriyle bu "gen"de) pek çok karışımlar, pek çok yetenekler vardır. Onu deneyeceğimiz bir merhaleye varmıştır. Yâni kemalin öyle bir derecesine varmıştı ki biz onu hür, irade sahibi ve ilahi göreve layık olacağı bir şekilde yarattık ve onu sınamaya soktuk, denedik. Hamurunda- genlerinde- muhtelif karışımlar ve yetenekler olduğundan deneriz kendisini, not veririz ona; mükafatlandırır ya da cezalandırırız onu. Halbuki diğer mevcudat böyle bir liyakate sahip değildir:

"...Ve onu görür ve duyar bir hale getirdik; sonra yolu gösterdik ona; ister şükreder, ister nankör olur..."[19]

İnsan hürriyetini, bağımsızlık ve muhtariyetini bu hürriyet ve bağımsızlığın sebep ve kaynağını bundan daha güzel ve bundan daha sarih bir beyanla ifade edebilmek kabil değildir: "Onu sınamaya tabi tuttuk..." Görür, duyar ve bilir bir hale getirdik onu...", "Ona yolu gösterdik..." ...O halde o, kendi yolunu kendisi seçecektir..." Doğru yolu gösterdik ona ister şükreder, ister nankör olur."

Demek ki kamil insan, Kur'an'da da buyurulmuş olduğu gibi "bir katre karışık sudan yaratılmış, karışık bir mayadan yoğrulmuş olan insandır; onun kamilini diğerinin kamilinden ayıran bu "terkip oluş"tur. İşte kamil insan, kamil melekten farklıdır.

DEĞERLERİN OLGUNLAŞMASINDA
UYUMUN GEREKLİLİĞİ

İnsanın kemali denge ve teadülünde saklıdır, yâni yapısında mevcut bulunan onca yetenekler arasında meydana getireceği dengedir onun kemali. Kamil insan, yapısındaki onca yeteneklerden yalnızca birine eğilim göstermez, diğer yeteneklerini ihmal edip herhangi bir yeteneğine önem vererek yalnızca onu geliştirmez, kamil insan bütün yeteneklerini gereğince kullanıp onları uyumlu ve dengeli bir şekilde geliştiren insandır. Ulema "Esasen "adl"in hakikati de denge ve uyumdur" der. Uyum diyoruz; çünkü insanın kemale erebilmek için bütün yeteneklerini kullanması ve bunların hepsini geliştirmesi yetmez; bu kullanım ve geliştirimin uyumlu olması da şarttır:

Meselenin daha kolay anlaşılabilmesi için basit bir örnekle başlayalım işe: Bir bebeği ele alınız; gelişme çağında bulunan bu bebeğin vücudu, kolları, elleri, ayakları, başı vardır; başında gözleri, kulakları, ağzı, burnu, dişleri vardır; bu dış organların yanında iç organları vs. vardır. Şimdi sağlam bebeği tanımlayalım: Bütün organları uyumlu ve dengeli bir şekilde gelişmiş olan bebek sağlam bebektir. Şimdi bir de şu karikatürlerde çizilen bir tip düşünelim; burnu fazlaca gelişmiş bir insan mesela... Vücudunun diğer organları gelişmemiş de, yalnızca burnu gelişmiş olsun... Vücuduyla eşit büyüklükte bir burun... Ya da gözleri veya kafası gelişmiş, ancak, bedeni gelişmemiş olsun... Bedeni gelişmiş de kafası gelişmemiş vs. Böyle birisi, evet, gelişmiş olabilir; fakat uyumsuz ve dengesiz bir gelişmedir bu.

Kamil insan, bütün insani değerleri birlikte gelişmiş olan insandır, gelişmemiş bir değeri kalmamıştır. Bütün değerleri ve boyutları yekdiğeriyle uyumlu ve dengeli bir şekilde gelişmiş, neticede her yönüyle mükemmellik kazanmıştır, kamil insan budur işte! Kur'an bu insanı "imam" olarak tabir eder:

"O zamanlar Rabbi, İbrahim'i bazı sözlerle sınadı. O, bunları yerine getirip tamamlayınca dedi ki: Ben seni insanlara imam edeceğim. İbrahim, soyumdan da imam kıl, dedi. Allah: "Benim ahdim zalimlere erişmez" buyurdu."[20]

Evet... İbrahim (a.s) bir çok ilahi sınavları başarıyla geride bırakıp da bütün bu imtihanlardan gerekli notu aldıktan sonra İmam oldu. Üstelik bir değil, iki değil... Pek çok sınavdan geçti. Onun oğlu İsmail'i (a.s) Allah yolunda kendi elleriyle kesip kurban etmeye hazırlanması, bu ilahi imtihanlardan biriydi yalnızca...

Bunun Allah emri olduğunu öğrenir öğrenmez hemen icrası için hazırlandı; ancak fiilen amel safhasına gelince "İkisi de buna boyun eydiler, alnını toprağa koydu."[21] İbrahim oğlunun başını kesmek; İsmail de kurban olmak için hazırlanınca Allah-u Teala hükmünü bildirdi:

"Ona seslendik: Ey İbrahim! Rüyana sadık çıktın, biz de iyilik edenleri mükafatlandırırız. Muhakkak ki bu senin için apaçık bir sınamaydı..."[22]

Evet... Ey İbrahim, amel buraya kadar... Bizim istediğimiz buraya kadardı... Yâni gerçekten oğlunu kesmeni istememiştik senden; maksadımız seni sınamak ve emrimiz karşısında göstermiş olduğun itaatin hangi raddeye kadar tezahür edeceğini ortaya koymaktı.

Neticede ateşe atılmak, öz oğlunu kurbangaha götürmek vb. daha nice imtihanları başarıyla geride bıraktıktan sonra "...Muhakkak ki İbrahim tek başına bir ümmetti, Allah'a karşı itaatli ve hanifti, müşriklerden değildi..."[23] hitabına liyakat kazanma ile bir kavme, bir millete karşı tek mertebesine ulaşmaktadır: "Biz seni imam kıldık insanlara..."[24] Kur'an-ı Kerim bu buyruğuyla "Sen şimdi insanlara imam olacak, örnek, öncü, rehber ve numune olacak bir merhaleye vardın"; başka bir deyişle "Sen kamil bir insansın artık, kemale ermek isteyenler seni örnek almalı ve sana benzemeye çalışmalıdırlar" demektedir Hz. İbrahim'e (a.s)...

Hz. Ali (a.s) de kamil insandır; çünkü bütün insani değerler gelişmiş ve kemale varmıştır onda, gelişmeleri doruğunda ve yekdiğeriyle uyumlu ve dengeli olmuştur; her üç şartı da kendinde topladığından kamil insan diyoruz ona. Yâni bütün insani değerler en mükemmel haliyle ve yekdiğeriyle dengeli bir şekilde gelişmiş, neticede kemale ermiş demektir. Bu denge ve uyumu diğer bir örnekle açıklamaya çalışalım.

Denizlerdeki med ve cezir olayını bilmeyen kalmamıştır bugün; ayın tesiriyle yeryüzündeki denizler sürekli bir med ve cezir olayı yaşar, bir o yana, bir bu yana çekilirler.[25] İnsan ruhu ve haliyle toplumlar için de böyle bir med ve cezr olayı söz konusudur; insan ruhu sürekli bir med ve cezr halindedir, bir oyana, bir bu yana... Toplum da böyledir; bir cihetten diğerine, bir haletten öbürüne doğru hareket halindedir hep; bu olay kişilerin, ya da olayların akışı neticesinde vuku bulur. Ancak biz meselenin bu boyutuyla ilgilenmeyeceğiz burada, söz konusu hayvani çekimler ve maddi cazibe ve etkileşimler şimdilik konumuz haricinde yer alan bahisler durumundadırlar.

Hatta insanoğlunun insani değerleri için de kimi zaman aynı durum söz konusu olabilmektedir. Mesela kimi insanlar vardır ki eğilimleri gerçekten insanidir, insanca temayülleri vardır, fakat bu temayüllerden yalnızca birinin çekimine kapılır ve öylece ilerleyip giderler, diğer insani değerleri bütünüyle ihmal edip unutuverirler. Böyleleri tıpkı daha önce de sözünü ettiğimiz gibi yalnızca kulağı, gözü, burnu veya herhangi bir uzvu gelişmiş, diğer bütün uzuvları geri kalmış olan karikatür insanlara benzerler. Toplumlarda görülen sapma ve yozlaşmalarının ana sebebi genellikle uyumsuzluk ve dengesizlikten kaynaklanır. Bir toplumun bütün fertleri yalnızca batıl yolda oluş yüzünden sapmaz; yâni toplumdaki bütün sapmaların esas nedeni sırf batılda olma değildir her zaman... kimi vakit insanlar bir "hak" da ifrata kaçtıkları, bir doğruda aşırı gittikleri için saparlar- (ki genellikle toplumlar için böyle olmaktadır.) ve fesada bulaşırlar.

BİR DEĞERİN OLGUNLAŞMASI BAĞLAMINDA
AŞIRILIĞIN ÖRNEKLERİ

1- İbadet: İslam dininin yüzde yüz onayladığı insani değerlerden biri "ibadet"tir. Burada kastedilen özel anlamda ibadettir.[26] Yâni Allah'la halvet etme, O'nu anma, yakarma ve O'na hamd-u senada bulunmadır; İslami asıllardan olan namaz, dua, gece namazları vb. ibadetler gibi İslam'ın bir parçası olan ve dinden tecrit kabul etmez İslami değerlerdir kastedilen.

Evet ibadet gerçek bir değerdir. Ancak dikkatli davranılmaması halinde bir de bakarsınız ki toplum bütünüyle sırf bu değerin çekimine kaptırmış kendisini ve İslam yalnızca ibadet etmekten, camiye gitmekten, müstehap namaz kılıp, müstehap gusüller almaktan, dua ve tespihten ve güzel sesle Kur'an okumaktan ibaret oluvermiş?... Neticede toplum öyle bir çekimin yörüngesine girmek ve aşırıya kaçmakla diğer değerlerini kaybetmiş olur; toplumdaki değerler menfileşmeye, sonra da "çirkinleştirici bir değişime" uğramaya başlar. Nitekim İslam tarihinde böyle akımın moda olduğu vakidir! Tertemiz insanlar, hiçbir garaz ve kötü maksatları olmaksızın kendilerini bu akıma kaptırmış ve neticede dengelerini yitirmişlerdir. "Ben insanım, Allah-u Teala beni insan olarak yaratmıştır, melek olarak değil; melek olsaydım öbür taraftan gitmem gerekirdi..." diyememişlerdir. İnsan, varlığındaki muhtelif düşünceleri geliştirmesi gerektiğini, üstelik bunları uyumlu ve dengeli bir şekilde bir arada bulundurmanın şart olduğunu kavrayamamıştır.

Bir gün Hz. Resulullah'a (s.a.a) gelip "Ashabınızdan bazı kimseler kendilerini bütünüyle ibadete vermişler, dediler." Resul-i Ekrem (s.a.a) bu haberi duyunca pek rahatsız oldular hemen camiye gittiler, içeriye girer girmez "Ne oluyor bazılarına?" dediler sert bir ifadeyle "Duydum ki ümmetim arasında böyleleri türemiş... Ben sizin peygamberiniz olduğum halde böyle davranmadığımı görmez misiniz? Ben hiçbir zaman bütün gecemi sabaha kadar ibadetle geçirmem, gecenin fazla bir kısmını uyku ve istirahatla geçiririm, Ben ailemle ilgilenir, haklarını eda ederim. Asla her günü oruçla geçirmem; bazı günler oruç tutar ve bazı günlerse mutlaka oruç tutmam, bu yolu tutturup gidenler benim sünnetimden çıkmışlardır!..."

Evet... İslami değerlerden birine olan aşırı eğilimin diğer İslami değerleri unutturduğunu ve ümmetinin herhangi bir cazibeye kapılarak bir yörüngede şartlandığını gören Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) derhal olaya müdahale etmekte ve bunun İslam ve sünnette yeri olamayacağını duyurmaktadır.

Amr İbn-i As'ın Abdullah ve Muhammed adlarında iki oğlu vardı. Bunlardan birisi tıpkı babasına çekmişti; dünya malına, mevki ve makama tapardı. Amr İbn-i As Muaviye ve Hz. Ali (a.s) hususunda oğullarıyla meşverette bulunduğunda Abdullah "Ali'yi destekle, o hak üzeredir" der, Muhammed ise "Ali'den hayır yok, iyisi sen Muaviye'den yana çık" diye tavsiyede bulunurdu ona.

Abdullah'ın ibadete aşırı düşkünlüğü vardı. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) döneminde Abdullah bir gün peygamberle yolda karşılaştı; Hz. Resulullah (s.a.a) "Abdullah" buyurdular "Senin geceleri sabaha kadar ibadetle geçirdiğini, gündüzleri de hep oruçlu olduğunu söylediler bana, ne dersin?" Abdullah "Evet ya Resulullah, doğru söylemişler, öyledir" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.a) "Ama ben böyle yapmıyorum, bunu kabul etmiyorum, doğru değildir." buyurdular.

Toplum kimi zaman da zühde kayar ve bu boyuta aşırı temayül gösterir. Evet, zühdün İslami değerlerden biri olduğunda şüphe yok, son derece faydalı ve fevkalade müsbet etkileri bulunan bir değer olduğu da su götürmez bir gerçek... Bir toplumun, bu değere sahip olmaksızın saadete kavuşması, ya da bu değeri taşımaksızın İslami bir toplum sayılabilmesi mümkün değildir. Ancak, bizzat bu değer de kimi zaman bütün toplumu her şeyiyle kendisine müteveccih kılarak diğer bütün değerleri unutturmakta ve her şeyi kendisine münhasır kılıp kendisinden başka hiçbir değere hayat şansı tanınmamasına sebep olabilmektedir. Takvada aşırıya kaçmanın bir neticesidir bu... Aşırıya kaçılması durumunda benzeri menfi bir neticeye sebep olan diğer bir değer de "insan sevgisi" ve "topluma hizmet verme" yönündeki temayüldür.

2- İnsanlara Hizmet: İslam'ın da teyid ettiği gibi gerçekten her şeyiyle insani bir duygu ve insanca bir değer olan esaslardan biri de Allah kullarına hizmet etmektir.

Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) bu konuda sayısız tekid ve işaretlerde bulunmuşlardır. Kur'an-ı Kerim de aynı meselenin ehemmiyetine defalarca değinmiş, insanların birbiriyle yardımlaşması ve sosyal işbirliğinde bulunması hususunda sarih hükümlerini bildirmiştir: "Yüzlerinizi doğuya, batıya çevirip durmanız hayır sayılmaz ki; hayır ve itaat sahipleri Allah'a inanan; son güne, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden, Allah sevgisiyle yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, isteyenlere ve esirlere mal veren, namaz kılan, zekat veren, ahdettikleri zaman ahdlerine vefa eden, sıkıntı ve şiddet vakitlerinde sabreden kişilerdir. Onlardır sözleri doğru olanlar, onlardır sakınanlar..."[27]

Görüldüğü gibi Kur'an-ı Kerim halka ve insanlığa hizmeti büyük bir değer olarak kabul etmektedir, bu değeri inkara kalkışmak imkansızdır. Fakat kimileri şair Sa'di gibi "İbadet, halka hizmettir, başka bir şey değil! diyebilmektedir. (Sa'di'nin amelde böyle olmadığını, bunun şiir dili olduğunu da hemen belirtelim) ancak meseleye böyle yaklaşanların kabul ettikleri slogana bir örnek vermektir amacımız. Halka hizmeti her şeyin üzerinde tutan ve diğer bütün değerleri nefyeden bir zihniyettir bu; yâni "varsa yoksa halka hizmet" anlayışı!!

Kimileri, ibadetin değerini inkar etmek istemektedir; zühd, takva, ilim, cihad vb gibi İslam'da mevcut olan fevkalade yüksek insani değerlere bir butlan çizgisi çekmek ve bunları yaşanılan hayatın dışına itmek istemektedir. Onlara göre her şey hizmetten ibarettir, başkaca insani bir değerden söz edilmez!..

Bugün özellikle bazı aydınlarımız fevkalade muazzam bir mantık neticesi keşfettiklerini sanarak mal bulmuş mağribi gibi bu keşiflerine dört elle sarılırlar, "insaniyet", "insancılık" ve "insan sevgisi" gibi adlar verdikleri bu değeri bütün değerlerin üzerinde tutarlar.

Ne demektir "insancılık"? Nedir insan sevgisiyle kastedilen şey?

İşte: Hakka hizmet, halkçılık... İyi, tamam; halka hizmet edelim, ama halk kimdir?

İnsanlara hizmet etmek Allah'ın kullarına yardımcı olmak elbette güzel bir şey, hatta insanlık ve İslamlık görevidir de bu.

Fakat burada "hangi insanlar?" diye sormak gerekmez mi?

Bu hizmet, söz konusu insanların "kim" ve "nasıl" oluşuna "nasıl bir insan" ve "nereye kadar insan oldukları"na bakılmadan mı yapılacaktır?

Meseleyi biraz daha açalım:

Farzedelim ki Allah kullarının, yâni halkın karnını doyurduk, üst-başını düzelttik, doyurup giyindirdik... Ya sonra? Çünkü işin buraya kadarı insanın hayvani yönüne hizmetten ibarettir; yâni henüz insani değil hayvani bir hizmet güdülebilmiştir ancak... Biz bütün değerleri "Allah kullarına - halka- hizmet" ten ibaret bilir ve her şeyi bu değerin tekeline verirsek; Allah kullarına verdiğimiz değer bu kadardan ibaret olur ve bu hizmetle "insanlığa olan borcumuzu ifa" etmiş olduğumuzu zannedersek; ne kendimiz ne diğerleri için başkaca hiçbir değer ve liyakate kail olmazsak bütün halk bir "koyun sürüsü" ve Allah kulu onca insan yalnızca mesela bir "at sürüsü"nden ibaret olmuş olmaz mı?

Bu durumda "insancıllık" ve "insan sevgisi" adına ortaya atılarak yaptığımız bütün iş bir hayvan sürüsünün karnını doyurup üzerini giydirmektir; hepsi bu!

İnsanların ekmek, giyim vb. geçim meselelerinin hallini küçümsüyor ya da gereksizdir diyerek reddediyor değiliz; hayır, bu da gereklidir ve yapılmalıdır. Ancak işin aksak tarafı insanın varabileceği en yüce amacı "karın doyurmaktan ibaret sayıp onu bir hayvan mesabesine indirgemek ve bütün "insani amaç ve değerler"i bir lokma ekmekte hülasa ederek insanı bu hayvani merhalede "işte son durak" diyerek durdurmak ve kendi haline bırakmaktır.

O zaman bizim başarabildiğimiz o yüce hizmet kendimiz gibi hayvanlara yardımcı olmaktan; ve diğerlerinin varabilecekleri en üstün değer ve yapabilecekleri en yüce şey de bizim gibi hayvanlara hizmetten başka ne olacaktır?

Hayır, bu kabul edilemez...

İnsana hizmet, yüce bir değerdir; ama insaniyeti olan insana ve insanca olmak şartıyla!... Bunu her zaman belirtmişimdir; Patris Lumumba da insandır, Musa Çumbe de! Eğer mesele insana sırf insan olduğu için hizmet etmekse ve "o da insandır, bu da; o da Allah'ın kuludur, bu da!" denilecekse o zaman ne diye bu ikisi arasına fark koyuyor, ikisini birbirinden ayrı görüyoruz ki?

Maksat sırf insana, yalnızca halka hizmet etmiş olmaksa o zaman Muaviye'yle Ebuzer'in ne farkı kalır birbirinden? İkisi de insan, ikisi de halktan değil midir?!

Hayır, kabul edilemez bu!... Daha önce bahsi geçen diğer meselelerde de olduğu gibi burada da ifrat ve aşırılık vardır...

3- Hürriyet: Bu konuda verilebilecek örneklerden biri de hürriyettir, özgürlük değeridir. Hürriyet en yüce ve en büyük insani değerlerden biridir; başka bir deyişle insanın maneviyatı ve onun hayvani boyutunun ötesindeki şeyler demektir. Hürriyet de bir değerdir insan için; maddi değerlerin üstünde bir değer hem de! Dikkate değer bir noktadır gerçekten; insanlık mayasından zerrece nasibi olanlar aç ve çıplak kalmaya, en zor şartlar altında yaşamaya razıdırlar, ama bir insanın esiri olmaya, mahkum olarak yaşamaya asla...

Hür yaşamayı her çeşit esarete tercih ederler...

"Kitapname-i Danişverân" adlı kitapta gayet ilginç bir hikaye anlatılır. Bilindiği üzere ne yazık ki Ebu Ali Sina bir ara vezirlik yapmıştır.[28] Hikayeye göre:

Ebu Ali Sina görkemli vezir esvapları içinde debdebe ve şaşaayla giderken bir lağım temizleyicisine rastlar. Adamcağız o sırada bir lağım kuyusunu boşaltmakla meşguldür. Dehası gibi kulakları da keskin olan Ebu Ali Sina, lağım temizleyicisinin kendi kendine mırıldandığı şu türküyü duyar:

"Hatırını sayar, kıymetini bilirim ey gönül

Hoşça vakit geçirmen ne de hoş gerçekten...,

Bu cümleleri duyan Ebu Ali Sina gülmekten kendini alamaz; adam hem en pis işle uğraşıyor hem de günlüne çok hoşça vakit geçirttiğini söyleyerek nefsini minnette bırakıyordu!

Ebu Ali Sina atını durdurup adama seslenir: "El Hak, gönlüne hoşça vakit geçirmedesin hani!.. Bundan iyisi can sağlığı!.. İnsaf be adam!" der.

Onun giyim kuşamını, debdebe ve ihtişamını anlamıştır; sultanın veziridir, karşısındaki... Hiç çekinmeden "Ben bu mesleği, senin gibi başkalarına kulluk etmemek için seçtim" der Ebu Ali Sina'ya; "Hür bir lağım temizleyicisi olmak, senin şu andaki durumunda bulunmaktan, hatta dünyanın bütün nimetlerinden daha evladır!.. Çünkü kula kulluk etmedesin sen, kulun hükmüne mahkumsun alt tarafı!..."

Derler ki Ebu Ali Sina bu sözler karşısında mahcubiyetten mum gibi eridi, bütün vücudunu ter bastı; bu mantıklı söz karşısında verecek hiçbir cevap bulamamıştı çünkü. Bu yüzden hemen oradan ayrıldı.[29]

Nasıl bir gerçektir bu?! Ne demek vezirlik karşısında lağım temizleyiciliği?! Adam onca debdebe ve şaşaayı; dizili sofralar, koşulu atlar, el pençe divan duran hizmetçiler ve uşakları elinin kenarıyla itecek ve hürriyet namına lağım temizleyiciliğini bu hayata tercih edecek, öyle mi?!

Henüz topraktan sıyrılamamış, dünya ve dünyalıktan kopamamış hayvani mantıkta bu gerçeğe yer yoktur!... O mantık kabul edemez bu gerçeği, çünkü kavrayamaz!..

Hürriyet elle tutulur, gözle görülür bir nesne midir ki? Böyle bir meslekte hürriyetten nasıl dem vurabilir insan?

Hayır; hürriyet, duyu organlarıyla algılanamaz ve bu mesleğe münhasır da değildir elbet; ama insanoğlunun bilinçli yüksek vicdanı nezdinde hürriyet, lağım temizleyiciliğini esarete tercih ettirecek kadar aziz ve değerlidir!

Hürriyet hakikaten insani bir değerdir, büyük bir değer hem de... Bazı toplumlarda bütünüyle unutulmuş, gözardı edilmiştir maalesef...

Ancak kimi zaman da bunun tam tersi olmakta ve bu duygu insanoğlunda öylesine uyanıp öylesine şahlanmaktadır ki her şey "hürriyet" oluvermekte, her şey "hürriyet"le tabir edilmekte ve bütün değerler, hatta insan ve insanlık bile bir anda "hürriyet"le yorumlanır olmaktadır! Diğer değerler bütünüyle hasır altı olmakta ve "hürriyet" bütün kıymet, ölçü ve değerlerin yerine ikame edilmektedir.

Bu anlayışta hürriyetten başkaca bir "değer"e hayat hakkı tanınmaz...

Adına hürriyet denilen bir değer -öylesine ölçü ve hadle- sahneye gelir ki; kendisinden başka her şeyi silip süpürüp atar, başkaca değer tanımaz, diğer bütün değerler onunla -hürriyet- yok olup gidecek bir şekilde gündeme getirilmiştir çünkü.

Bu hususta zikredebileceğimiz diğer bir örnek de "adalet"tir, "hikmet" ve "irfan" gibi,değerler için de aynı şey söylenebilir...

4- Aşk: Kimileri aşk üzerinde pek fazla durur mesela, her şeyi aşka münhasır kılar. İrfan ve tasavvuf edebiyatında, irfanla ilgili gazellerde işlenen yegane konu "aşk"tır; "aşk, yegane insani değermişçesine ele alınır tasavvufçularda:

"Şöyle bir görünüverince O, meleğin, "Aşk'a sahip olmadığı anlaşıldı."

Melek bilmedi "aşk"ın ne olduğunu

Bilmek istiyorsa eğer- İnsanın toprağına dökülen o gülsuyundan içmeli bir yudum en azından. İrfan ehli ve tasavvufçular, aşktan başka değer tanımazlar, hatta akla bile önem vermezler; önem vermemekle de kalmaz, akla karşı çıkarlar. İrfan ehli, akla karşı savaş açmışlardır. Bakınız Hafız ne diyor:

"Arif, meydeki gizli sırrı keşfetmiştir

 Herkesin renginden, her yakutun kızıllığından anlar ne cevher olduğunu.

 Gül bahçesinin ne olduğunu seher kuşu bilir ancak.

İki satır okuyan herkesin bileceği mâna değildir bu

 Ey akıl defterinden aşk ayetini öğrenmeye çalışan,

Bunca araştırmadan sonra korkarım "bilmiyor oluşundan başka bir şey öğrenemeyeceksin!"

Şiirde geçen gül bahçesinden maksat, kemallerin bütününün zatı, yâni zat-ı Hak'tır. Şiirin sonunda ise Ebu Ali Sina'ya hitap edilmektedir, bilindiği gibi İşaretler'in sonunda aşktan söz eder; esasen insan ve insanlık bütünüyle "aşk" oluvermiştir artık. Akılsa "ayak bağı" ve "köstek"ten ibaret olduğundan tamamen reddedilir... Kimi zaman da tersi olur bunun; yâni bu sefer de "akıl" ve "düşünce" gelir sahneye; akıl ve düşünce her şey oluverir. Nitekim Ebu Ali Sina, bu konular gündeme geldiğinde "Bırakınız bunları, bunlar hayale benzer şeyler, akıl bineğiyle ilerlemek lazım..." der.

Evet... Bütün bunlar, insanda mevcut olan türlü değerlerdir; akıl, aşk, sevgi, adalet, hizmet, ibadet, hürriyet vb. değerlerin hepsi de vardır insanda, hepsi de insani değerlerdir.

O halde hangi insan "kamil insan"dır şimdi?..

Tam anlamıyla ve sırf "abid" olan mı ?

Yoksa sadece halis bir "zahid" olan mı?

Tam bir mücahit olan mı yoksa?

Ya da:

Tam anlamıyla hür olan?

Tam anlamıyla aşık olan ?

Tam anlamıyla akıllı olan?

Hangisi?

Bu insanlardan hangisi "kamil insan"dır? Hangisi "kemale ermiş olan örnek insan"dır?

Evet, tek başına hiçbirisi kamil insan değildir bunların...

Kamil insan, bütün bu değerleri bir arada taşıyan ve bütün bu değerleri benliğinde geliştirebilmiş olan insandır; mükemmel insan bütün bu değerlerin, bünyesinde, en iyi şekilde ve aynı zamanda yekdiğeriyle uyumlu ve dengeli bir şekilde geliştiği kimsedir... Hz. Ali (a.s) gibi...

NEHC-ÜL BELAĞA'NIN KAPSAMLILIĞI

Nehc-ül Belağa'ya bir bakınız; Hz. Ali'nin (a.s) kitabına... Hz. Ali'nin kitabı yerinde bir tabir değil aslında.[30]

Nehc-ül Belağa'da insanın her boyutuna rastlamak mümkündür!

Bu kitabın bir bölümünü açıp okuduğunuzda karşınıza geçip sizinle konuşanın Ebu Ali Sina olduğunu sanırsınız...

Başka bir bölümüne baktığınızda Mevlana Celaleddin Rumi ya da Muhyiddin Arabi'yle karşılaşırsınız adeta...

Diğer bir bölümü okurken karşınıza Firdevsi çıkar birden; destanlar yaratan bir kahraman, ya da iliklerine kadar özgür bir hürriyet aşığıyla yüz yüze gelirsiniz!

Sayfaları çevirdikçe hiç ummadığınız, birbirine hiç de benzemeyen yüzler geçmeye başlar gözlerinizin önünden:

Bir kahraman, dünyayı terk etmiş bir abid; dünyadan ve maddiyattan elini eteğini çekmiş bir zahid, bir rahip... Ve daha nice simalar bu kitabın sayfalarında dolaşır durur... O, bütün insani değerlere sahiptir çünkü... Zira söz, sözü söyleyenin ruhunu yansıtır. Ali büyük mü büyük, bizse ne kadar da küçüğüz...

Geçmişte, yaklaşık bundan elli yıl öncesine kadar bizim Müslüman toplumumuza ibadi ve zühdi bir temayül hakimdi. Herhangi bir yerde herhangi bir vaiz hutbe mi okuyacak, minbere çıkıp vaaz mı edecek; hemen Nehc-ül Belağa'da zühdle ilgili 20 dolayındaki hutbeden birini okumaya başlardı, o günlerde minbere çıkan her vaiz bu hutbelerden birini okurdu mutlaka. Mesela:

"Ey insanlar, dünya geçici bir uğraş yeridir; kalıcı olan ve hiç değişmeyense ahiret yurdudur ancak. O halde o kalıcı yere varabilmek için geçin şu geçitlerinizden... Sırlarınızı bilmeyenlere açmayın sırlarınızı, bilenlerin önünde yırtmayın gizliliklerinizin örtüsünü; kalplerinizi alıp çıkarın şu dünyadan, bedenleriniz dünyadan çıkmamışken... Denenmektesiniz şu dünyada siz; ahiret ve ebediyet için yaratıldınız hepiniz..."[31]

Evet, okunan yalnızca bu gibi ibadet, zühd ve ahiretle ilgili hutbelerdi; diğer hutbeleri okunmuyordu Nehc-ül Belağa'yı toplum kaldırmıyor, kabul etmiyor, ilgi göstermiyordu çünkü, başka değerlerin akımına kaptırmıştı kendisini. İnsanların kendini kaptırdığı değerlerle ilgili hutbeler okunmaktaydı genellikle, diğer kısımlarından ise söz edilmiyordu hiç. Yüzyılda bir kez de olsa birisi kalkıp da Emir-ül Mü'minin'in Malik Eşter'e yazmış olduğu emirnameyi okumaya yanaşmazdı. Halbuki bu emirname sosyal ve siyasi bakımdan gerçek bir hazineydi. Ancak toplum ruhen böyle bir temayülden mahrumdu, böyle şeylere istek yoktu, şevk yoktu. Hz. Ali'nin (a.s) Hz. Resul-i Ekrem'den (s.a.a) naklettiği şu hadis-i şerife dikkat ediniz:

"Bir toplumda zayıflar güçlülerin karşısına dikilip dili sürçmeksizin haklarını istemedikçe, o toplumun kutsiyete varıp pak olması; kusur, ayıp ve kötülüklerden kurtulabilmesi mümkün olamayacaktır."[32]

İslam ümmeti 50 yıl öncesine kadar bu hadis-i şerifin manasını kavrayacak ruha sahip değildi; bu hadis-i şerifin heyecanını yaşamaktan uzaktı. Esasen bu beyandaki değeri kavrayamazdı da, çünkü toplumda tek değer hakimdi, "tek değerli" bir toplumdu. Toplum bütünüyle bu değere kaymış durumdaydı.

Hz. Ali'nin sözlerine gelince... Onun sözlerinde, konuşmalarında, tarihinde ve kişiliğinde bütün insani değerleri bir arada bulabilmek mümkündür.[33]


[1]- Bakara, 124.

[2]- Lüm'a metni, vakf babı.

[3]- Mâide, 3.

[4]- Yazarın bu konuşmayı İslam inkılabı öncesinin İran'ında yaptığı; bugün aynı durumun pek çok İslam diyarlarında görüldüğü; İslam'la alakası olmayan bir çok gazete ve derginin özellikle Ramazan ayında, Mevlana vb. İslam bilginlerini gerçekte olduklarından çok daha değişik şahsiyetlermiş gibi vererek saptırmaya çalıştığı hatırlanmalıdır. -çevirenin notu-

[5]- Ahmed b. Abdullah b. Süleyman, Arab'ın ünlü şairi ve lügat dalında görüş sahibi biridir ki dört yaşında çiçek hastalığına yakalanması sonucu görme gücünü kaybetmiştir.

[6]- Mısırlı araştırmacı ve edebiyyat uzmanı Taha Hüseyin üç yaşında âmâ olmuştur.

[7]- Bakara, 10.

[8]- İsrâ, 82.

[9]- Nehc-ül Belağa, Hikmetli sözler, 388.

[10]- Şems, 9-10.

[11]- A'raf, 179.

[12]- Bihar-ül Envar, c.24, s.124.

[13]- Nebe, 18-20.

[14]- Müsned-i Ahmed, c.2, s.392.

[15]- Tevbe, 34-35.

[16]- Bakara, 124.

[17]- İlel-uş Şerayi', s.4, bab. 6, Vesail-üş Şia, c.11, s.164, hadis. 2.

[18]- İnsan, 2.

[19]- İnsan, 3.

[20]- Bakara, 124.

[21]- Saffat, 103.

[22]- Saffât, 104-106.

[23]- Nahl, 120.

[24]- Bakara, 124.

[25]- Denildiğine göre ayın denizler üzerindeki etkisi, eski zamanlarda da bilinen bir olaydır.

[26]- Genel anlamda ise İslam, Allah'ın rızasını kazanmak maksadıyla yapılan her işi ibadet kabul eder. Bu anlamda ailesinin rızkını temin ve toplumun ıslahı için çalışıp çabalayan ve helal yoldan geçimini sağlamaya çalışan bir insanın bu faaliyetleri de ibadet mesabesindedir.

[27]- Bakara, 177.

[28]- Bu hususu esefle belirtmek gerekir. Çünkü vezirlik uğraşı, ilmi çalışmalara zaman ayırma fırsatını almıştır ondan. Ömrünün büyük bir kısmını vezirlik vb. uğraşlara harcamamış olsaydı, onun yetenek ve dehası heder olmaz ve insanlığa, bugün vermiş olduğunun kat-kat fazlasını kazandırırdı. Nitekim Molla Sadra -rahmetullah aleyh- gibi büyükler böyle bir bilginin ömrünü vezirlikte harcamış olmasını teessürle karşılamışlardır hep.

[29]- Kitapname-i Danişverân, c.1, s.113, baskı: 2.

[30]- Çünkü Hz. Ali'nin (a.s) konuşma, hutbe, mektup ve emirnamelerinin tümünü ihtiva etmiyor Nehc-ül Belağa... Seyyid Rezi'nin derlediği bir "seçmeler"den ibaret olup Hz. Ali'nin konuşmalarının sadece az bir kısmını kapsamına almıştır. Bilindiği gibi Seyyid Rezi bir edebiyat uzmanı olduğundan maalesef yalnızca işin edebi kısmıyla ilgilenmiş ve Emir-ül Mü'minin'in (a.s) gerçekten edebi dalda birer eşsiz şaheser sayılan konuşma ve mektuplarından ancak bir bölümünü zikretmekle yetinmiştir. Bugün eldeki Nehc-ül Belağa'da sadece 229 hutbe vardır. Halbuki Muruc-üz Zeheb'in yazarı Mesudi, Seyyid Rezi'den yüz yıl önce yaşamış ve bu tarihi kitabında birkaç cümle zikretmiştir ki kitabını yazmaya başladığı 333'te Hz. Ali'ye ait 480 civarında hutbenin ellerde dolaştığından söz eder. Bununla birlikte nasıl oluyor da bazıları kalkıp Nehc-ül Belağa'nın Seyyid Rezi'den sonra yazıldığını söylerler.

[31]- Nehc-ül Belağa, Muhammed Abduh, 201. hutbe.

[32]- Nehc-ül Belağa, 53. mektup.

[33]- Bu arada şunu da hemen belirteyim ki kendi toplumumuzu kutsamak değil amacım. Gerçi toplumumuzda bazı değerler belirmiş durumda şimdi, bu sevindirici bir şey elbette. Ancak beni korkutan şey bu değerlerin zamanla tek yönlü bir boyut kazanması ve diğer değerlerin mahvına sebep olmasıdır...