0-06   6-65   65-110   110-160   160-210   210-265   265-320   320-375   375-423
    Yazdır
 

Özetle Nietzsche'nin Görüşü

Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi amacıyla, bunların görüşlerini ele alan felsefe tarihi kitaplarından bazı kısa paragraflar aktarmanın faydalı olacağı inancındayız. Mezkur görüşleri inceleyen pek çok felsefe tarihi kitabı var bugün; bunlar arasında Füruği'nin derleme eserinin diğerlerinden daha iyi olduğu söylenebilir. Bu sebeple onun "Avrupa'da Hikmetin Seyri" adlı eserinden nakilde bulunacağız. Bakınız ne diyor Füruği bu eserinde:

"Dünyanın gelmiş geçmiş bütün düşünürleri bencillik ve kendini beğenmişliği ayıplamış, başkalarına sevgi, saygı ve şefkat beslemeyi övmüşlerdir. Nietzsche ise bütün bu düşünürlerin tersine bir davranış örneği sergileyerek bencillik ve kendini beğenmişliği tasvip edip övmüş; insanlara sevgi ve şefkat göstermeyi bir kişilik zaafı telakki ederek ayıplamıştır!"

Sevgi ve şefkat duygularının bir kişilik zaafı olup olmadığı mevzuu üzerinde daha etraflıca durmamız kaçınılmazdır). Öte yandan Nietzsche, Schopenhaver'un "Evrende esas olan, varolma ve varlığın istediğidir" ilkesini benimsemiş; ancak, bunun "kötü" bir şey olduğu hususunda Schopenhaver'e katılmayarak varlığın varomak istediğini, bu isteğin de yerinde ve makul bir istek olduğunu öne sürüp her var olanın isteğinin yine "varolma" olduğunu, bununsa "güç"ten başka birşey olamayacağını söylemiştir.

Nietzsche'in önce iktibas, sonra da tahrif ettiği yegane nazariye değildir bu. Nietzsche, Darvin nazariyesinde de aynı şeyi yapmıştır. İlkin Darvin'in "Yaşama Çabası" ilkesini benimsemiş, ardından bu nazariyeyi "çatışma" temeline oturtarak, başkalarının "Darvin'in yanlış nazariyesinin sonucu" olarak değerlendirdiği bu ilkeyi doğru kabul etmek suretiyle "İnsanlar, yekdiğerini mağlup edebilmek için alabildiğine güç kazanmalı, sürekli hemcinsleriyle boğuşarak onlara üst gelmeye çalışmalıdır demiştir!..."

İnsanlık dünyasının iyiliğini isteyen bütün düşünürler, toplumda "çoğunluğa" öncülük tanımış ve "ekseriyet"in istekleri gözardı edilmemelidir diyerek her şeyi "umumun hayrına olacak şekilde" düzenlemeye çalışmışken Nietzsche bunun tam tersini yaparak halkın çoğunluğunu aşağılamış ve azınlığını teşkil eden güçlülerin daima haklı olduğunu söylemiştir. Nietzsche'in bütün fikirleri "ben" ve "ben"in güçlü olması gerektiği esası üzerine kuruludur. Bu ferdiyetçi nazariyeye göre kişi gücüne güç katmalı, kendisini, yalnızca kendi "ben"ini düşünmeli, "ben"inin bütün arzularını yerine getirmeye çalışmalı ve "ben"ini azami tatmin yolunda hemcinsleriyle çatışmayı ayıp addetmemelidir. Hayatın iyi mi, yoksa kötü mü olduğu; hayat gerçeğinin ne olabileceği... gibi soruları ona göre saçmadır; "zira bunları kavrayabilmek imkansızdır" der.

Kimileri, "Keşke şu dünyaya gelmez olsaydık, öylesi daha iyi olurdu..." demekte. Belki de haklılar, kim bilir?... Bildiğim bir şey varsa o da dünyaya gelmiş olduğumdur. İyi ya da kötü; orasını bilemem, ama şunu biliyorum ki şimdi dünyadayım ve yaşıyorum! O halde dünyadan azami ölçüde faydalanmalı ve bütün arzularımı tatmin etmeye çalışmalıyım; günümü gün etmek yegane kardır bana (Muaviye'de tıpkı böyle bir inanca sahipti; dünya nimetleri içinde yüzüyoruz, yüzdükçe yüzeceğiz, diyordu).

O halde beni bu gayeme (şahsi faydacılık ve gününü gün etme) ulaştırabilecek herşey (acımasızlık, gaddarlık, zulüm, hile, yalan, aldatma, niza ve cidal de dahil) iyidir; beni bu gayeden alıkoyacak ya da bu gayeye ulaşmama engel teşkil edecek olan şeyler ise (ki bunlar iyilik, doğruluk, dürüstlük, samimiyet, sadakat, erdem ve takva da olabilir pekala, ama yine de:) kötüdür!... Bir toplumda bütün insanların eşit olduğu; hangi kabileden, hangi millet ya da ırktan olursa olsun herkesin "eşit haklar"a sahip bulunduğu düşüncesi yanlıştır! İnsanlık dünyasının ilerlemesine engel olan, insanlığın terakki esasına ters düşen bir düşüncedir bu!... Halkın bütününe eşit haklar tanıyamazsınız, herkesi eşit ve bir göremezsiniz.! Halk "yöneten_efendiler" ve "yönetilen-köleler" şeklinde ikiye ayrılmalıdır. Şeref ve asalet, ancak yöneten efendilere mahsus haklardır. Çünkü onlar "herşey"dirler! Yönetilen köle çoğunluğun ise şeref ve asaleti olamaz, hakları yoktur buna! Çünkü onlar yöneten efendilerinin emrinde çalışan ve sadece onların isteklerini yerine getirmekle muvazzaf bulunan birer uşak ve hizmetkardan ibarettirler. İnsanoğlunun hayatını sürdürebilmesi ve dünyanın ilerleyebilmesi gibi temel gerekleri yerine getirebilecek olanlar işte bu "yöneten efendiler"dir. Yöneten efendiler azınlık bir gruptur; o halde çoğunluk onlara tabi olmalı ve onların emrinden çıkmamalıdır... Mevcut bütün sosyal kurumlar, kuruluşlar ve medeniyet, işte bu asil ve saygın azınlığın terakkisi için vardır. Yoksa, bugün çoğunun da yanlış düşündüğü gibi; güçlü azınlık tabaka ya da yöneten iktidar sahipleri halka hizmetle mükellef değildirler, keza konumları -güç ve iktidar- bunu iktiza etmez. Yâni güçlü azınlık, güçsüz çoğunluğa hizmet ve onların da ilerleyebilmesini sağlamakla yükümlü değildir; tersine, çoğunluk-güçsüz olduklarından ve böyle bir "kusur" taşıdıklarından- onların hizmetinde olmak ve efendilerinin daha da ilerleyebilmesini sağlamak için vardır! Toplumun "efendi"leri ve "sahip"leri olan seçkin üstünler ve güç sahipleri alabildiğine gelişmeli ve gelişmelerine yardımcı olunmalıdır ki onların arasından "daha üstün" ve "daha güçlü" insanlar çıkabilsin. Zira insanlık bu "güç sahipleri" sayesinde ilerleyecek ve gelişebilecektir ancak. "Devlet, iktidar ve toplum gibi şeyler, işte bu güçlülerin refahını sağlayabilmek için vardır aslında... Zayıflarsa onlara hamallık etmekle yükümlü bulunan dört ayaklı hayvanlar hükmündedir"[1]

Sa'di bir şiirinde şöyle der:

"Koyunlar çoban için değil,

Çoban koyunlar içindir, koyunlara hizmet etmek için vardır çobanlar..."

Nietzsche ise bunu reddetmekte ve "koyunlar çobana hizmet için vardır" demektedir. Yâni yönetenler, yönettiklerine hizmet ve onların terakkisini sağlamakla yükümlü değildirler. Tersine, yönetilen çoğunluk, kendisini yöneten güç sahiplerine hizmet ve onların daha fazla gelişebilmesini, daha çok semirebilmesini sağlamakla muvazzaftır. Zira ilerlemeye layık ve ilerleyebilme yeteneğine sahip olanlar ancak "güç sahipleri"dirler. (Burada, daha iyi nesillerin eğitimiyle ilgili, Batı kaynaklı bir başka nazariyeyi de hemen hatırlatmak yerinde olacaktır. Alexıs Carrel, "Meçhul Varlık: İnsan" adlı eserinin son bölümlerinde gelecek nesillerin eğitimiyle ilgili bazı nazariyeler öne sürerken "Bu nesiller ıslah edilmeli ve zayıf insanlara üreme hakkı tanınmamalıdır" der.):

"Bugüne değin geçerliliğini korumuş bulunan ahlak kuralları; toplumların azınlığını teşkil eden güç sahipleri, eşraf ve soyluları dediğim aristokrat sınıfın değil, çoğunluğu teşkil eden avamın lehine olacak şekilde düzenlenmiştir. Bu sebeple toplumlara hakim olan mevcut ahlak kuralları bütünüyle iptal edilip değiştirilmeli ve aristokratların lehine olacak şekilde yeniden düzenlenmelidir. İyilik, güzellik ve doğruluk gibi kavramlar gerçek mahiyet taşımazlar, uyduruk ve izafi kavramlardır bunlar... Gerçek mahiyeti olan yalnız birşey vardır; o da, herkesin "Güce talib" olduğu ve "Kudretli olmayı arzuladığı"dır. Dinler insanlığa ihanet etmişlerdir! Güçsüzlere yardım etmeli, zayıfların elinden tutmalı, tebaalara iyi davranmalı ve adaleti gözetmeye çalışılmalıdır demişlerdir! Din diye bir şeyin olmadığı ilk çağlar çok daha iyiydi aslında! Çünkü o çağlarda orman kanunu hakimdi; zayıf ve güçsüzün yaşama hakkı yoktu. Güçlü, zayıfı yiyor; böylece zayıf nesil ortadan kaldırılmış oluyordu!"!!!

"İlk çağlarda dünya güçlülerin elindeydi; işler, güç sahiplerince çekilip çevriliyordu. Güçsüz ve zayıflar onların eli altında hizmet eden kölelerden başka birşey değildi. Ancak şu da var ki güçlüler az, güçsüzlerse sayıca pek çoktu. Bu yüzden türlü hilelerle,akla hayale gelmez nice oyunlar, nice desiselerle güçsüzleri kendilerine tabi kılarak kendi gelişmeleri ve terakkileri yolunda bu çoğunluğu "kullandılar". Köleleştirilen çoğunluk ise güçlülerin sultasından ve kudret sahiplerine köle olmaktan kurtulabilmek için acıma, şefkat, alçakgönüllülük, iyilikseverlik, samimiyet, adalet, bağış ve cömertlik gibi kavramlar ortaya atıp bunları iyilik, güzellik ve doğruluğun gerekleriymişçesine zihinlere yerleştirdiler. Bunu da dinler vasıtasıyla yapabilmiş; "Allah"ve "Hakk" diyerek her şeyi bu iki kavramın dört duvarı arasına hapsetmişledir." (Bu,dinin güçlüler tarafından uydurulmuş olduğunu iddia eden Marx'ın tam karşısında yer alan bir düşüncedir!...)

Marx, "Güçlüler, zayıfları kullanabilmek için dini icad ettiler" derken Nietzsche bunun aksini söylemekte ve "Dini icad eden güçlüler değil, onu güçlülere karşı bir silah olarak kullanmak isteyen zayıflardır" demektedir. Her ikisi de dine karşıdır; ancak, Nietzsche güçlülerden yana olduğu için dini, zayıfların icad ettiğini söylemekte; Marx ise kendisini ezilenler ve zayıflardan yana gösterdiğinden, güçsüzlerin kendilerine karşı ayaklanmalarını önleyebilmek amacıyla dinin güç ve iktidar sahipleri tarafından uydurulmuş olduğunu iddia etmektedir. Fakat netice itibariyle değişen birşey yoktur; her ikisi de dini kendi amaç ve dünya görüşleri açısından yorumlamış, din ve ahlaktan söz eden herkese hiddetle saldırmışlardır. Nietzsche'in Sokrat, Budha ve İsa gibilerine karşı bütün gücüyle saldırıya geçmiş olmasının ardında yatan sebep, gerçekte Marx'inkinden hiç de farklı değildir. İşte:

"Hıristiyan ahlakı, kölelik ahlakıdır; aristokrasi ve efendilik-kölenin karşıtı anlamında- ahlakını yazık etmiştir. Kardeşlik, eşitlik, barış içinde yaşama, yekdiğerinin haklarına saygı gösterme, kadın hakları, alın teri karşılığı vb. gibi günümüzde yaygın bir şekilde inanılan bu kavramlar bütünüyle yalan, uydurma ve aldatmacadan ibarettir; insanı zaafa, fakirliğe yoksulluğa ve nihayet tükeniş ve mahvoluşa götüren illetlerdir. Bu sistem yıkılmalı ve yerine ağalık ve efendilik sistemi ikame edilmelidir. Tanrı ve ahireti zihinlerden silmek, acıma ve merhamet gibi kavramları bir kenara bırakmak gerekir! Acıma duygusu denilen şey bir zaaftan ibarettir. Alçakgönüllülük ve başkasının emri altında olmayı kabullenmek alçaklıktır. Yumuşak huylu olmak, ağırbaşlı davranmak,sabır gösterip göz yummak ancak gevşeklik ve iradesizliktir! Erkekçe davranmak gerekir, erkek dediğin güçlü ve üstün olmalıdır. Üstün insan ise iyiden de üstündür, kötüden de! Her ikisini de aşmıştır, azimli ve iradelidir."

Evet, Nietzsche'in düşünceleri özetle bunlar. Batıda bu ve benzeri düşünce akımlarına pek sık rastlanır. Böylesi marazi akımlar ve vebaların bizim toplumlarımızda peydahlanmamış olması hepimiz adına sevindiricidir. Bunca illetli düşünce akımlarının hep Batıdan kaynaklanıp başka yerlere de gerçekte yine Batıdan sirayet etmiş olması da doğrudan doğruya Batılı ve Avrupalının yapısıyla ilgili bir hadisedir aslında. Çünkü Avrupa insanının ruhu budur, Batılının yapısı böyledir... Kalkar insan hakları beyannamesi çıkarırlar; insanları kandırmak, haklarını daha kolay ellerinden alabilmek için!... Avrupalının eğitim, terbiye ve ahlakı "Makyavelist ahlak"tır, "Nietzsche"çi ahlaktır. Bugün dünyanın dört bir yanında sömürü emperyalizminin icra sahasına koymuş olduğu uygulamaların -adı ve şekli ne olursa olsun- istisnasız olarak hepsi de bu ahlaktan kaynaklanmış olup tümünün temelinde bu esas yatar. İster Amerikalı ister Avrupalı olsun; değişen birşey yoktur. Batılı insan sömürgecidir, Batı insanının ahlak, terbiye ve eğitim temelleri bütünüyle "sömürme" ve tahakkümde bulunma zihniyetinden beslenir!

Binaenaleyh insan hakları gibi cafcaflı laflarla karşımıza dikilip medeni (!) şeyler söylediklerinde onları hayranlıkla izleyen ve Batıdan ya da Batılıdan duyduğu sözlere can simidi gibi sarılıp her cümleye gıptayla ve ciltlerce yorumlar yazanlarımız büyük bir yanlış içerisindedirler. Amerika'nın Vietnam'da neler yaptığını bütün dünya gördü; Nietzsche'in felsefesinden başka bir şey miydi bunlar? Amerika'nın Vietnam sahnesinde sergilediği cinayetler Nietzsche'in fiile geçen nazariyesinden başka bir şey miydi? Elbette hayır! Russell de Nietzsche gibi düşünür, Sartre da! Esasen bütün Batılı düşünürler, üç aşağı-beş yukarı, temelde aynı çirkin görüşleri paylaşırlar. Aralarında hiç mi iyisi yoktur? Elbette vardır; fakat böyleleri istisnadır, pek nadir bulursunuz. O da ya şark kökenlidir, ya da şarktan bir şeyler işlemiştir içine.

Nietzsche "Nefsine hakim olmak da neyin nesiymiş?!"der, "Nefsi azami ölçüde tatmin etmeli, içinden gelen her isteği yerine getirmelisin; canının çektiğini yapabilmelidir insan!... Başkasına tapınmak niye?! İnsan ancak kendisine tapmalı, kendisinden başka bir buyurucu ve tanrı kabul etmemelidir. Zayıf ve güçsüz insanlara asla yardım eli uzatılmamalıdır; böylece bitecek, yok olup gideceklerdir! Onları kendi hallerine bırakın tükenip giderlerse ne âlâ; böylece bir mesele daha halledilmiş demektir! Zira ancak güçlü olan insan üstün insandır; üstün insan dediğin kudretli olmalı, kudretli yaşamalı, canının her istediğini yapmalı, hiçbir arzu ve isteğine gem vurmaksızın yaşamaya bakıp gününü gün etmeli, kendisinden başka ne efendi ne de tanrı tanımamalı, buna engel olacak her maniayı en acımasız yöntemlerle yolu üzerinden kaldırabilmeli ve bu yolda hiçbir tehlikeden korkmaksızın gereğinde vuruşmalı ve savaşmalıdır.

Nietzsche'in kadın konusunda da bir hayli ilginç görüşleri var! Bakınız ne diyor:

"Kadın ve erkeğin insan olarak eşit haklara sahip olduğu ve kadının hakkını gözetmek gerektiği gibi laflar saçmalıktır, bütünüyle yanlıştır. Aslolan erkektir; erkek savaşçı olmalı ve kadından sadece bir eğlence aracı ve ona çocuk doğuracak bir vesile olarak faydalanmalıdır!"

Nietzsche'in tanımladığı bu insan -ya da daha yerinde bir tabirle: erkek- bugün dünyamızda "ideal insan" örneklerinden biri olarak sunulmaktadır maalesef; bu da onun kamil insanıdır işte!...

Bu düşüncenin tam karşı kutbunda yer alan bir başka düşünce ekolü ise zaaf ve zayıflığı esas alan, ideal değer olarak "güçsüzlük"ü kabul eden görüştür. Bu düşünce ekolünde güçsüzlük ve zaaf, "doğru" ve "iyi" değerler olarak tanımlanmıştır. Bu görüşün taraftarları dün de vardı, bugün de var... Özellikle zaaf ve güçsüzlüğü bunca teşvik ve tervic eden bugünkü Hıristiyanlık, bu tavrı sebebiyle her zaman eleştirilmiştir. "Sana bir tokat atana yüzünün öbür tarafını çevir" diyen bir görüş, zaaf ve pısırıklıktan başka neyin propagandasıdır ki?!

Kudretle İlgili İslam'ın Mantığı

Peki, bu hususta İslam ne demektedir? İslam mantığı kudretin mi propagandasını yapar, yoksa güçsüzlüğün mü?

Yoksa her ikisini de red mi eder?

Meselenin bu noktasında her şeyden önce İslam mantığındaki "güç" kavramıyla Nietzsche ve benzerlerinin sözünü ettiği "güç" arasında, sınırları belli ve önemli farklar bulunduğu hatırlanmalıdır. İslam perspektifinden "güç" meselesine yaklaşılacak olursa, İslam'ın elbette "güç"ten ve güçlü olmaktan yana olduğu görülecektir. Ne var ki, Nietzsche'in mantığına ağ örmüş olan "güç" değildir bu; onun çok çok fevkinde bulunan, insanlığın bütün yüce erdemlerini ve insan olmanın bütün mükemmel sıfatlarını kendisinde toplayan bir güçtür İslam'ın sözünü ettiği... Öyle bir güç ki sevgi gücü doğar ondan; öyle bir güç ki acıma, merhamet, şefkat ve ihsan güçleri fışkırır her yanından!...

Evet, İslam "güç"ü elbette ki tasvip eder ve müslümanı güçlü olmaya çağırır. Kur'an ve rivayetlerde güç ve kudret üzerine bahisler vardır. Esasen İslam'ı yeterince inceleyenler, hiçbir dinin, İslam da olduğu kadar kendine uyanları güçlü olmaya davet etmediğini itiraf etmişlerdir.

Wıll Dorant, "Medeniyet Tarihi" adlı eserinin on birinci cildinde İslam medeniyeti tarihinden söz ederken "Hiçbir din, İslam'da olduğu kadar insanları güçlü ve kuvvetli olmaya davet etmemiştir" der. Bu zeminede verilebilecek daha pek çok örnekler vardır.

Kur'an-ı Kerim, Meryem suresinin 12. ayetinde Hz. Yahya'ya (a.s) hitab ederken şöyle der: "...Ey Yahya! Azim ve kuvvetle kitabı al!" Başka bir ayette ise mü'minlerin yılmak nedir bilmeyen güçlü insanlar olduklarını bildirerek kalplerinde gevşekliğe yer olmadığını hatırlatır: "Nice peygamberler gelip geçti ki birçok mü'minle beraber -batıla karşı- savaştılar. Onlar, Allah yolunda başlarına gelen -savaşın zorluklarına- dayandılar; ne zerrece gevşediler, ne zayıflık gösterdiler ne de boyun eğdiler. Ve Allah, sabredenleri, mukavemet gösterip direnenleri sever..."[2]

Başka bir ayet-i kerimede Allah yolunda savaşanları anlatırken "Şüphe yok ki Allah, kendi yolunda, yan yana, kurşunla kenetlenip kurulmuş bir duvar gibi saf kurarak savaşanları sever." buyurur.[3]

Yine başka bir ayette Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) ashabını anlatırken "...Onunla beraber bulunanlar kafirlere karşı çetindirler, kendi aralarında merhametli..."[4] der. Güçlü ve mukavemetli oluşu öven, azmi ve cesareti yücelten daha pek çok ayet vardır Kur'an'da...

Başkalarının insanı horlayamayacağı, zillete düşürüp aşağılayamayacağı kadar güçlü ve üstün olmak anlamına gelen "izzet" sıfatı İslam'da pek övülmüş, müslümanlar izzetli olmaya davet edilmiştir. Bakınız Kur'an düşmana karşı mukabele mevzuunda neler buyurmakta: "Allah düşmanlarını, size düşman olanları ve bunlardan başka daha sizin bilmediğiniz, fakat Allah'ın bildiği düşmanları korkutmak -ve caydırmak- için onlara karşı kullanmak üzere gücünüz yettiği kadar kuvvet ve besili at hazırlayın..."[5]

"Sizinle savaşıp vuruşanlarla, Allah yolunda siz de savaşın vuruşun; fakat haddi aşmayın, zulmetmeyin, şüphe yok ki Allah, haddini aşanları, zulmedenleri sevmez."[6]

(Yukarıdaki ayet-i kerimede, düşmana karşı, onunla vuruşurken dahi hak ve adaleti gözetmeyi unutmayın denilmektedir. Yâni mesela, "düşman savaşı sürdürdüğü sürece siz de savaşı sürdürebilirsiniz" buyurulmaktadır. Eğer düşman silahını bırakır ve "teslim oldum" derse ona karşı silah kullanılmaz artık, aksi takdirde Allah'ın hududuna tecavüz edilmiş olacaktır. Keza İslam, "Savaşta çocukları, kadınları ve ihtiyar erkekleri öldürmeyin, onlara saldırmayın, savaş meydanını terk edenlere ilişmeyin; ancak sizinle savaşa tutuşanlara karşı bütün gücünüzle ve en kuvvetli bir şekilde vuruşun"der.)

Kur'an'da mukavemet, kuvvet ve cesaretle ilgili bu gibi ayetler pek çoktur; bunlar, savaşı ve İslam'ın savaşla ilgili düstur ve prensiplerini açıklar.

Burada korku, gevşeklik ve zaafı kınayıp kuvvet, mukavemet ve cesareti öven hadislerden birkaçını da zikretmemiz yerinde olacaktır. Ancak, İslam'ın sözünü ettiği güç, kuvvet, mukavemet ve cesaretle Niezsche'in kastettiği kavramların asla aynı şeyler olmadığını, bambaşka maksatlarla kullanıldığını ve apayrı sonuçlar doğuracağını da tekrar hatırlatalım. Nitekim Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) "İki şey vardır ki mü'mine hiç yakışmaz" buyururlar:

1- Paraya "her şeyim" diyecek kadar bağlanıp cimrileşmek.

2- Korkmak... Mü'minin korkak olması mümkün değildir, zira inanan kişi Allah'tan başkasından korkmayacak büyüklükte bir cesaret taşır." [7]. Resulullah (s.a.a) bir duasında buna işaret ederek: "Allah'ım! Cimrilik ve korkaklıktan sana sığınırım!"[8] buyururlar.

Hz. Ali (a.s) mü'mini anlatırken "Mü'minin ruhu, granitten daha sağlam ve dayanıklıdır" der[9]

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurur: "Allah Teala her şeyi mü'minin kendi irade ve tercihine bırakmıştır, ancak bir şey müstesna: Zillet!..." Aşağılanmaya göz yummak alçalışa rıza göstermek, kısacası zillete boyun eğmek mevzuunda mü'mine tercih hakkı tanınmamış ve mü'minin zillete asla rıza gösteremeyeceği hatırlatılmıştır. Mü'min daima aziz ve yücedir; alçalması, alçaklığa rıza göstermesi mümkün değildir. Mü'min dağdan daha yüce, doruklardan daha üstün ve izzetlidir. Zira dağı kazmayla kazabilirsiniz; fakat mü'minin ruhundan zerrece koparabileceğiniz ve böylece ruhunu küçültüp kendisini zelil edebileceğiniz bir kazma bulabilmeniz mümkün değildir."[10]

İmam Bakır (a.s) "Allah, mü'mine üç özellik vermiştir" der:

1- Dünya ve ahirette izzet.

2- Dünya ve ahirette kurtuluş

3- Zalimlerin yüreğinde heybet..."[11] Yâni mü'minin, zalimi ürküten ve karşısındakinin heybet ve azametinden kokuya kapılmasına yol açan bir hali ve özelliği vardır. Gayur, (gayretli olma, hamiyet, hak ve haklıdan yana) olma hususunda bir rivayet vardır; zira gayur olmak, hamiyet ve haklıdan yana çıkmak da bir güç ve bir kuvvettir; bunun tersi, yâni gayur olmama, hamiyetsizlik, haksızlığa ve hakka ta'rize karşı suskunluk ise bir zaaf ve güçsüzlüktür.

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyururlar: "İbrahim, gayur ve hamiyetli bir peygamberdi, haktan ve haklıdan yana çıkardı daima. Ve ben, ondan daha gayur, daha hamiyetli; hakkı ve haklıyı koruma ve haktan yana çıkma hususunda ondan daha gayretliyim... Mü'min ve müslümanı desteklemeyen onu her halükarda himaye etmeyen, mü'min ve müslüman kardeşine arka çıkmayanın Allah burnunu koparsın (onu zelil ve zebun etsin)".

Yine Hz. Resulullah (s.a.a) Sa'd hakkında, "Sa'd, gayur ve hamiyetlidir; ve ben ondan daha gayur, daha hamiyetliyim..." der. Başka bir rivayette de "Allah gayurdur. (hakkı ve haklıyı korumada, onlardan yana çıkmada gayretlidir.)" buyururlar. "Gayur olma" mevzuunda daha pek çok rivayet ve hadis vardır.

Pakistanlı İkbal'in Musolini hakkında çok güzel bir cümlesi vardır. Şöyle der ikbal: "Musolini, demiri (teknik güç ve silahı kastediyor) olanın ekmeği de olur; bir lokma ekmeğin olsun istiyorsan, demire sahip ol; yâni iyi yaşamak istiyorsan silah ve kudrete sahip olmalısın, demiş... Bense, "demire sahip olanın" değil "bizzat demir olabilen"in ekmeği vardır, diyorum"!...

Hakikaten yerinde bir söz... İkbal, demir gibi bir iradeden söz ediyor ve yaşamak için silah gücü değil, irade ve azm gereklidir diyor. Musolini'nin dayanağı maddi güç ve silahtır; bu ikisine sahip olanın ekmeğe de sahip olacağını söylüyor. İkbal ise maddi güce değil, manevi güce inandığını söyleyerek "Aslolan insanın ruhu, azmi ve iradesidir; o halde "demirleşebilen" insan, ekmeğe de sahip olabilir" diyor. Nitekim geçen satırlarda Hz. Ali'nin (a.s) bir cümlesine değinmiş ve onun, "Mü'minin ruhu, granitten daha sert, en sağlam kayalardan daha sağlamdır" dediğini hatırlatmıştık. İkbal de aynı anlama değinmiş, insanın maddi araçlarla değil, manevi ve ruhi özelliklerle, Allah'a iman besleyişin inancıyla güçlenebileceğini ima etmiştir.

Bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere, İslam zaaftan değil, güçlü olmaktan yanadır, Müslümanın azimli ve iradeli bir inançla güçlenmesini istemektedir. Nehc-ül Belağa'da, Hz. Ali (a.s) Müslümanın güçlü olması gerektiği yolunda sık sık hatırlatmada bulunur, İslami bir toplumda zaafın asla yakışık alamayacağını söyler. Nehc-ül Belağa'nın 27 ve 29. hutbelerinde bununla ilgili pek güzel bir ifade vardır: "Ciddiyet, gayret ve çalışkanlık olmadıkça hakkını elde edebilmek mümkün değildir; zulme uğrayan kişi, zalimin önüne dikilmedikçe, bu yolda savaşıp çaba göstermedikçe hakkına nasıl kavuşabilir ki?"[12] der.

Hak "Verilir" Midir, "Alınır" Mıdır?

Meselenin bu noktasında önemli bir hatırlatmamız olacak... Batılılar, "Hak verilmez, alınır!" derler. Cidden önemli bir sorudur bu... Hak "verilir" midir, yoksa "alınır" mıdır? Yâni insanlar, hak sahiplerinin hakkını hep kendi rızaları ve reyleriyle mi onlara verirler; yoksa hak sahipleri mi kendi haklarını aramalı ve almalıdır?! Bir görüşe göre hak alınmaz, verilir... Başkasının hakkına konan birisi, onu hak sahibine iade etmelidir, bunu yaparsa görevini yerine getirmiş, hakkı teslim etmiş olur. Ancak, bunu yapmaz ve gasbettiği hakkı sahibine iade etmezse bu durumda yapacak birşey de kalmaz; yâni hak sahibi, hakkını zorla alma hakkına sahip değildir!...

Kısacası, hak "alınır" değil, "verilir"dir demektedirler...

Bugünkü Hıristiyanlığın temel ilkesidir işte bu. Şöyle demektedir Hıristiyanlık, hak sahibine: "Senin hakkının geri verilmesini isteyeceğiz; hakkını verin ona diyeceğiz, bunu rica edecek, gerekirse yalvaracağız... Ama sakın ola ki sen, hakkını elde edebilmek için kıyam etmeyesin!... Bu, insanlığın şanına yakışmaz; hakkını elde edebilmek için zora başvurman, insanca ve medeni bir davranış olmaz! Çünkü hak, alınmaz; verilir!..."

Evet, Hıristiyanlığın görüşü budur!...

Kimilerine göreyse, hak verilmez, ancak alınır. Çünkü, "Birinin hakkını elinden alan kimsenin onu kendiliğinden tekrar geri vermesi mümkün müdür? derler...

İslam nazarında ise hak, "hem verilir, hem alınır"dır. Yâni hakkı aramak için her iki cephede mücadele verilir, İslam'ın "hakk arama" anlamı budur. İşi gasbedenin vicdanına bırakmadığı gibi gasba uğrayanın çabasına da terk etmez... İslam'ın kendine has talim ve terbiyesi vardır. Bununla kişiyi eğitir ve başkasının hakkına tecavüz etmemesini, etmişse hakkı hak sahibine iade etmesi gerektiğini öğretir ona; haktan, haklıdan yana olması gerektiği anlayışıyla yetiştirir Müslüman'ı. Ancak, bununla da yetinmez ve meseleyi bütünüyle onun vicdanına havale etmez; hakkı elinden alınana, hakkını araması gereğini hatırlatır ve ona, "Hak verilmez, alınır; sen de hakkını alabilmek için çalış ve gerekirse kıyam et, hakkını gasbedene karşı ayaklan!"der.

Hz. Ali'nin (a.s) Malik-i Eşter'e yazdığı meşhur mektubunda, Hz. Resul-i Ekrem'den (s.a.a) rivayet etmiş olduğu pek güzel bir hadis-i şerif vardır:

"Allah'ın salatı ona ve soyuna olsun, Resulullah'tan bir değil, bir çok yerde şu hadis-i şerifi duydum: Zayıfın güçlü karşısında kekelemeksizin, dili ağzına dolaşmaksızın dikilip hakkını isteyemediği bir toplum ne temizliğe ulaşır, ne kutluluğa varır!"

Yukarıda zikredilen hadis-i şerifte pek hassas bir nüans vardır, "dili dolaşmadan, ürkmeksizin hakkını istemek"ten söz edilir... Yâni hakkını aramayan "zayıf"ı, zayıf olarak tanımaz; onun bu davranışını şiddetle kınar ve reddeder. İnsanların, kendi haklarını dahi talep edemeyecek kadar zayıf -bir ruh yapısına sahip- oldukları bir topluma, İslami toplum denilemeyeceğini söyler.

Büyüklerimiz nasıldı geçmişte? Kendilerine "üstün insan" dediğimiz kamil örneklerimiz nasıl insanlardı? Kemalin en üst mertebesine varan, mahlukatın en üstünü olan Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) efendimiz nasıldı acaba? Efdal-ı mahlukat olan o eşsiz insanın en belirgin özelliklerinden biri ruhi ve bedeni açıdan güçlü oluşu değil miydi? Tarih onun ruhi açıdan güçlü oluşunu göstermektedir.

Resulullah'ın (s.a.a) Ruhi ve Bedeni Gücü

"Muhammed, Yeniden Tanınması Gereken Peygamber"[13] kitabının yazarı iki konu üzerinde güzel tespitte bulunmuştur. (Bu kitap bir çok açıdan  eleştirilebilir, ancak yabancı bir yazarın ulaşabileceği fazlaca kaynağın olmaması yüzünden belki de bazı hatalar yapmıştır.) Onlardan biri, Resulullah'ın (s.a.a) siyasal ve sosyal açıdan her yerden ümidinin kesildiği şartlar altında, şartların tamamen aleyhinde olduğu durumlarda, muzaffer olmasına dair hiç bir zayıf ihtimalin bulunmadığı koşullarda bile kendini kaybetmemesiydi. Resulullah'ın (s.a.a) iradesi, asla ve bir zerre dahi sarsılmayan bir dağ gibiydi. Bu yirmi üç yıl süresince Peygamberin ruhi gücü gerçekten çok ilginçti. İnsan, İslam tarihinde bunun örneklerini okudukça hayret eder. Resulullah'ın (s.a.a) döneminde yaşıyan bir şair –ki hatırladığım kadarıyla Hassan b. Sabit'tir- bunu şöyle açıklar:

"Himmeti vardı ki yüceliğinin sonu yok.

En küçük himmeti zamandan da büyüktü."

Resulullah (s.a.a) zahiri ve bedeni olarak da çok güçlüydü. Bir kahramanın, bir savaşçının beden yapısına sahipti. Güçlü ve cesurdu, ne şişman ne de zayıftı. Etli bir bedeni vardı ama bir sporcunun bedeni gibi sert ve sağlamdı.[14]

Ali (a.s), Resulullah'ın (s.a.a) cesaretini şöyle anlatır: "Şartlar üzerimize çullandığında Resulullah'a (s.a.a) sığınırdık."[15]

Sekiz yıl önce (1345 yılında) ilk defa hacca şerefyab olduğumda, Mekke'de ilginç bir rüya gördüm. Rüyamda Resulullah'ı (s.a.a) arkadan gördüm ve rüya aleminde Hz. Ali'nin (a.s) "Şartlar üzerimize çullandığında Resulullah'a sığınırdık." sözünün sebepsiz olmadığını anımsadım.

Resulullah (s.a.a) böyle güçlü ve cesurdu, güç ve cesareti de överdi. Bunlardan çıkaracağımız sonuç güç ve kudretin İslam'da övüldüğüdür. İslam, güç ve kudreti insan için bir değer kabul eder.  

 

Bir konuya ayrıntılarını bir sonraki oturumda açıklamak üzere özetle değiniyorum. Güç, İslam'da "insani bir değer" olarak tanımlanmıştır, nice insani değerlerden biri de, her bakımdan, bütün müspet boyutlarıyla güçlü olmasıdır insanın!... Nitekim İslam'ın "kamil insan" dediği, bütün bu insani değerleri her boyutuyla kendisinde toplayabilmiş olan insandır zaten.

Nietzsche hazretleri ise onca değer arasında bula bula o kadarını bulmuş, maddi güçten başka bir şey göremediğinden bir tek bu dala tutunup kalıvermiş... Netice malum...

Nietzsche felsefesinin anlayışıyla İslam arasında şu belirgin fark vardır: Nietzsche'e göre insanlık için sadece bir değer vardır; güç ve kudret... Diğer değerler, bütünüyle bu değere feda edilmiştir. İslam ise güç ve kudreti yegane temel değer olarak kabul etmez; "insan için daha nice yüce değerler vardır ve güç de bunlardan sadece biri durumundadır" der. Üstelik, İslam'ın tanımladığı güç, Nietzsche'ninki gibi "insan için herşey" mesabesinde olmadığından, diğer insani değerlerin yanında yer alıp onlarla birlikte olunca apayrı bir görünüm de kazanmaktadır tabii...

 

Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.

(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiç bir güç ve kuvvet yoktur.)

 

 

11. Oturum

 

 

KUDRET EKOLÜ ÜZERİNE
İNCELEME VE ELEŞTİRİ
(2)
SEVGİ EKOLÜ

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

"Hamd, bütün varlıkları yaratan, alemlerin Rabbı Allah'a mahsustur. Salat ve selam Allah'ın kulu, Resulü, habibi, seçkin kıldığı, O'nun sırrını koruyan, elçiliğini tebliğ eden efendimiz, peygamberimiz ve mevlamız Ebu'l Kasım Muhammed'e ve onun tertemiz, masum Ehl-i Beyti'ne olsun."

 

Eûzu billahi min-eş şeytan-ir recîm

(Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım)

"Şüphe yok ki Allah; adaleti, lütuf ve keremde bulunmayı ve yakınlara ihsan etmeyi emreder; çirkin olan kötü şeylerle haksızlığı nehyeder; öğüt alasınız diye size öğüt vermededir."[16]

 

Geçen bölümde güç ve kudreti esas alan görüşe göre kamil insanın ne olduğu üzerinde durmuş ve kudretçi dünya görüşünde kemalin güç, eksikliğin ise acz ve güçsüzlük olarak yorumlandığını söylemiştik. Bu dünya görüşünde "iyi" ve "kötü" kavramları dahi "kuvvet"le ölçülüp, "güç"le değerlendirilmektedir. Güç, iyi demektir; güçlü olmak, iyi olmaktır, güçlülük iyilikle özdeştir. Aynı anlayışa göre kötü olan, güçsüz olandır, o halde "güçsüzlük" kötülüktür. Bilindiği gibi, felsefeciler meseleleri "kemal" ve "noksanlık" açısından değerlendirir, kemalcılarsa meselelere "iyi" ve "kötü" ölçüleriyle yaklaşırlar. Kudretçi dünya görüşü, her iki grubun da ölçüsünü reddeder ve her şeye ancak "güç" ve "zaaf" ölçüleriyle yaklaşılabileceğini savunur. Başka bir deyişle felsefenin kemal dediği şey, bu okulda "güç ve kuvvet" olarak isimlendirilmiştir; aynı zaviyeden bakıldığında kemalin tersi olan "eksiklik"in de "güçsüzlük"le özdeştirildiği görülecektir. Keza kelamcıların "iyi" ve "kötü" adını vermiş oldukları genel geçer ölçünün bu okuldaki adı yine "güç" ve "güçsüzlük"tür. Meseleyi "hakk"la "batıl" ölçülerine götürecek olsanız durum yine aynı olacak; "güç" hakkı, "güçsüzlük" ise "batıl"ı karşılayan kavramlar haline gelecektir!!!

Bu okulun "adalet" ve "zulm"e uyguladığı ölçü de yine "güç" ve "güçsüzlük"ten ibarettir. Bu sebeple birbirinin karşısında yer alan, yekdiğeriyle herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşen iki kişiden hangisi daha güçlüyse bu dünya görüşüne göre o, diğer şahsa nazaran hem daha kamil, hem daha iyi, hem daha haklı, hem de daha adildir; binaenaleyh güçsüz olan ya da güçsüz olduğu için yenik düşen tarafsa nakıs, kötü, haksız ve zalimdir!!!

İlk Eleştiri

Görüldüğü gibi bu dünya görüşü iki büyük yanlıştan beslenmektedir. Bunlardan biri her şeyi "güç"ten ibaret zannedip "güç"le değerlendirerek diğer insani değerleri bütünüyle reddetmektir.

Evet, güç ve kudret de insani değerlerden biridir, günümüz felsefecilerinin "valeur"[17] dedikleri, bizim felsefecilerimiz tarafından da "kemal" olarak tanımlanan şeyin bir parçasıdır neticede... Başka bir deyişle "güç" de bir kemaldir; ancak kemal sadece "güç"ten ibaret değildir!

Nitekim bizim felsefecilerimiz "Vacib-el Vücud"un zatından söz ederken önce O'nun "Mutlak Varlık" olduğunu, mutlak varlığınsa "kemal" demek olup, dolayısıyle, kemal olan her sıfatın "Vacib-el Vücud"un zati sıfatı da olacağını ispatlar ve "güç"ün de bu sıfatlardan biri olduğunu söylerler. Çok net bir burhandır bu; güç, bizatihi kemaldir, yâni öz yapısı itibariyle "kamil"liği vardır. İlim, irade, azm ve hayat nasıl birer kamal ise güç de böylesine bir kemal olduğuna göre, bu kemal sıfatının insanda da var olduğu aşikardır.

Güç yegane kemal değildir derken bundan "güçsüzlük" ve "zaaf"ın tasdik edildiği şeklinde bir anlam da çıkarılmamalıdır. Güçsüzlüğü savunan ve zaaf propagandası yapan okullar elbette ki hata içerisindedirler, bunu tasvib edebilmek asla mümkün değildir. Ancak, gücün yegane kemal olmadığı da unutulmamalıdır. Nitekim Hak Teala'nın zati sıfatı kudretten ibaret değildir. Zat-ı Hakk'ın pek çok kemaliyye sıfatı ve pek çok Esma-ı Hüsna'sı vardır ki "güç" bu kemaliyye sıfatlardan ancak biridir; "kadir olma" ya da muktedirlik de Esma-ı Hüsna'nın bütünü değil, bir parçasıdır.

İkinci Eleştiri

Bu dünya görüşünün diğer önemli hatası da ilkinden daha önemsiz sayılmayacak büyüklükteki "gücü yanlış tanımlama" hatasıdır. Mezkur okulun bütün insani değer ve kemalleri bir kalemde silip atarak her şeyi "güç"le açıklaması bir yana dursun; bu okulun onca "kudret taraftarlığı"na rağmen kudretin ne olduğunu dahi anlayamamış olması ve bu kemali sıfatın gerçekte ancak bir merhalesinden ibaret olan "hayvani güç"ü, kudretin bütünü zannetmesi de bir hayli ilginçtir!... Hayvani güç, hayvanın kaslarındaki güçten başka birşey değildir. Hayvanın bütün gücü bundan ibaret olduğu gibi bütün arzuları da nefsani ve şehevidir sadece... İnsanı bu noktada hayvandan ayıran ve onu daha üstün bir kademeye getiren şey, insanda var olup hayvanda mevcut bulunmayan bir "güç"tür ki bu güçle hayvani güç arasında hiçbir benzerlik yoktur!... İşte bu gücün varlığı nazara alındığında Nietzsche'in dediği gibi "sırf kudretten yana" bir düşünceye sahip olsanız dahi, elde edeceğiniz netice Nietzsche'in zannettiğinden çok daha farklı olacaktır! Nietzsche insanın güce tabi olması gerektiğini hatırlatırken "O halde elden geldiğince güçlü olmalı, güçlü olduğunda ise zayıfı acımadan ezebilmeli; nefsinin isteklerine gem vurmamalı ve canının her çektiğini yerine getirerek dünya lezzetlerinden maksimum faydayı sağlamaya çalışmalısın." der. Halbuki yukarıda sözü geçen "insana mahsus güç" bambaşka bir netice verir.

Ruhi Güç

Meseleyi İslami ölçülerle daha rahat kavrayabilmek için Hz. Resul-i Ekrem'den (s.a.a) şu hadiseyi hatırlamak yeterli olacaktır; hadis kitaplarında bu vakıa şöyle anlatılır:

"Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) Medine'de bir sokaktan geçerken bir grup delikanlının bir taşın etrafında toplanmış olduğunu gördü. Gençler bu taşı halter gibi kullanarak kuvvetlerini ölçüyor ve birbirleriyle yarışıyorlardı. Taş bir hayli ağırdı, onu daha çok kaldırabilenler kuvvetleriyle övünmekteydiler. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) onlara yaklaşarak "Benim hakem olmamı ister misiniz?" buyurdular. Delikanlılar bunu sevinerek kabul edeceklerini söyleyince de "Pekala" buyurdular, "Beni hakem seçtiğinize göre, taşa gerek kalmadı! Bu taş olmaksızın da hanginizin daha güçlü olduğunu tespite yetecek bir ölçü ve kıstas bildireyim mi size?..." Gençler büyük bir merak ve heyecanla "Evet ya Resulullah!" deyince "Her kim" buyurdular, "nefsinin bir günaha meylettiğini görür de ona karşı mukavemet ederse; bir günah, bir kötülük veya bir harama karşı nefsinden yükselen şiddetli arzuya rağmen direnip onu bastırır ve nefsine galip gelirse, işte o, en kuvvetli olanınızdır!"

Hz. Resulullah'ın (s.a.a) bu hadisede işaret buyurdukları güç "irade gücü"dür; insana mahsus bu gücü, hayvani istek olan "nefsi temayül" gücünün karşısına çıkarmaktadır Peygamber-i Ekrem (s.a.a)... Bununla da, kuvvetin pazu gücünden ibaret olmadığını, bunun hayvani bir güç çeşidi olduğunu hatırlatmak istemektedir. İnsanoğlunun gücünü onun kollarındaki kas gücüyle eşitlemek elbette ki doğru bir tesbit olmayacaktır. Kuvvetin bu boyutu, hayvanla insanın müştereken taşıdığı bir "güç boyutu"dur yalnızca. Nitekim bu da bir kemaldir, fiziki güçte de kemal vardır elbette. Ancak, insanın kaslarındaki güçten çok daha üstün bir güç boyutu daha vardır ki, o da nefsani istek ve şehevi temayülleri bastırabilme kudreti olan "irade gücü"dür.

İslami ahlak ve İslami irfan edebiyatımızda iradeden bir "güç" olarak söz edilmesinin sebebi, onun "arzulara karşı direnebilme yeteneği"nden başka bir şey değildir. Nitekim Resulullah (s.a.a) bir hadis-i şeriflerinde "İnsanların en güçlü, en yiğit ve en cesur olanı, nefsinin isteklerine galip gelebilendir" buyururlar.[18]

Görüldüğü gibi burada da yiğitlik, güç ve cesaret bir arada geçmektedir. Sa'di'nin de deyişiyle:

"Varsa yiğitçe gücün, bir gönül fethet dostum,

Sırf bileğine sıkılık değil yiğitlik elbet !...

Evet, yiğit dediğin güçlü olmalı. Ancak, başkalarının gönlünü kırmak, ya da sırf bileğine sıkı olup diğerinin suratını dağıtmak mıdır yiğitlik sadece?... Yiğit güçlü olmalıdır, evet; fakat irade gücüdür bu... Güç, tahripten başka, imar da edebilmeli; gerektiğinde yıkabilmeyi becerdiği gibi, kurabilmeyi de becerebilmelidir! O halde asıl yiğitlik, güçlü olduğu halde kendisini kontrol edebilmek ve her şeye rağmen nefsani arzularına gem vurarak karşısındakinin gönlünü alabilmektir. Mevlana'nın da demiş olduğu gibi:

"Öfke ve şehvet anında hani yiğit, nerede?

Bana bu yiğit lazım işte! Hani ya o...? Nerede?!"

Mevlana bu şiirde yiğitliği tanımlamakta ve bu sıfata yerinde bir yorum getirerek gerçek yiğitliğin, kişinin kendi nefsine karşı verdiği mücadele sırasında belli olacağını belirtmektedir. Öfkelenen kişi tepeden tırnağa korkunç bir yangına tutulmuştur aslında; kendi içindeki bu tehlikeli yangını söndürebilmeyi başarırsa yiğittir ancak; bunu başarabildiği ölçüde güçlü ve kuvvetlidir. Keza gerçek kudret; şehvetin galeyana gelip de kişinin bütün iradesini elinden almaya çalıştığı bir anda onun önüne dikilmek ve yiğitçe bir kıyamla iradesini kullanıp şehvetin esiri durumuna düşmekten kurtulabilmektir!... Bütün ahlakiyatçıların "iyi vasıflar" olarak nitelediği; Nietzsche gibilerininse "bunlar zaaftır!" diyerek insana zararlı olduğu hükmüne varıp reddettiği ahlaki değerler doğru kıstaslarla değerlendirilecek olursa bunların gerçekten fevkalade birer güç unsuru olduğu görülecektir. Evet, kimi zaman, gerçekte zaaf olan bazı şeyler kuvvet zannedilmekte ve yanlışlık yapılmaktadır. Ancak, böylesi yanlışlıklara duçar olunmaması için ahlakiyatçılar" duyguların akıl ve imanla birlikte harekete geçirilmesi gerektiği"ni vurgulamışlardır daima... Yâni duyguları tahrik etmek ya da sadece duygulanmak yeterli değildir; bu durumda "hissi davranmış olma"nın yanlışlıkları çıkacaktır ortaya elbette. İşte bu yanlışlıkları önleyebilmek için kişinin sırf hissiyattan hareketle yola çıkmasına engel olmak ve o andaki duygunun, mantık ve inancı ölçüleriyle de bağdaşıp bağdaşmadığına dikkat göstermek gerekir.

Yerli ve Yersiz Hissi Davranışlar

Sa'di bunu şöyle açıklar:

"Yırtıcı kaplana acımak

Zulümdür koyunlara ancak!"

Doğrudur; azgınlaşmış bir kaplan ya da kurta acımak, koyunlara zulüm olacaktır ancak. Yüzlerce koyunu acımadan parçaladığını bildiğiniz bir kurdun haline nasıl içiniz yanabilir ki? Elbette böyle bir davranış, onun zulmüne ortaklık olacaktır! Kıssadan hisse çıkarılacak olursa zalimlere acıyanların, gerçekte mazlumlara karşı acımasız ve katı kalpli olacağı, binaenaleyh kendisinin de kolayca mazluma zulmedebileceği neticesi çıkar ortaya!...

Böyle bir acıma ise zaaftır tabii!...

Zalime acıyan bir insan, gerçekte zayıf bir insandır.

Nitekim zina yapan erkek ve kadınlarla ilgili hükmü açıklayan bir ayet-i kerimede de açıkça belirtilmiştir bu...

Evli bir erkek zina yaparsa cezası recmdir; yâni taşlanarak öldürülür. Evli olduğu halde zina yapan bir kadın için de hüküm aynıdır.

Kur'an-ı Kerim, zina ile ilgili cezalandırmaların amme önünde yapılmasını, böylece insanlardan bir bölüğünün bu sahneleri görmesinin sağlanmasını emreder. İşte bu sahneleri müşahede sırasında ruhen zayıf olanlar acıma duygusuna kapılır ve bir insanın gözleri önünde sopaya yatırılmasına ya da idam edilmesine dayanamayarak -aklıyla değil, hisleriyle- galeyana gelip "İnsaf edin birazcık canım! Acıma duygusu diye bir şey yok mu sizde?!" deyiverir.

"...Eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız onlara uygulanan azaba mü'minlerden bir grup da şahit bulunsun, -onların akıbetini görsün-"[19]

Bu İlahi bir cezalandırmadır. İlahi cezalandırma ise bütün bir insanlığın hayrına olacak şekilde tanzim edildiğine göre böyle bir cezaya çarptırılanın haline acımak ve ona karşı merhamet duygusuna kapılmak aslında merhamet değildir. Zira insanlık suçu işleyen birine karşı acıma duygusuna kapılmak, bütün bir insanlığa karşı katı kalpli davranmış olmaya eşittir. Bu durumda ona mı acımak gerekir, yoksa onun acımadığı insanlığa mı?!

Yeri gelmişken, günümüzde de sık sık tartışma konusu edilip ikide bir gündemde tutulmaya çalışılan şu idam meselesi üzerinde duralım biraz da... Kimileri idam cezasına şiddetle karşı çıkar ve bunun insanlık dışı bir davranış olduğunu söyleyerek "Kimse ölüm cezasına çarptırılmamalı; hatta bir cani bile, ne kadar cinayet işlemiş olursa olsun idama mahkum edilmemelidir!" derler. Bunu söylerken de "Çünkü, caniyi idam değil, ıslah etmek gerekir" gibi eksik bir gerçeği öne sürmeyi de unutmazlar tabii... Apaçık mügalata yapmaktır bu. Bir toplumda insanlar elbette ki eğitilmeli ve ıslah edilmelidir; kişi, cinayet işlemeden önce bu eylemden caydırılacak şekilde belli bir eğitime tabi tutulmalı ve onun mesela bir "cani" olmasına engel olunmaya çalışılmalıdır. Bunu biz de reddetmiyoruz zaten... Ancak mesele bu kadarla bitmiyor ki... Zira:

1- Sözkonusu eğitim ve ıslah mekanizmalarının toplumda ideal bir yeterliliğe sahip olamama ihtimali var (ki bugün mevcut toplumların büyük çoğunluğunda aynı durum vardır). Hatta eğitim yetersizliği ve ıslah imkanlarının az oluşu bir yana, bugünkü toplumların çoğunda insanları fesada iten ve suça sevk ve teşvik eden sayısız sebep ve unsurlar mevcuttur!...

2- Toplumda bireylerin eğitim imkanları sağlanmış ve ıslah edici insanlar vardır ki onca eğitim ve terbiyeye rağmen pekala cinayet işleyebilmektedirler!... Böylelerine ne yapmak gerekir bu durumda? Onları hangi "caydırıcı sebep"le durdurabilirsiniz? Ölüm cezasının kaldırıldığı bir toplumda (bugün çoğu toplumlarda oluğu gibi ıslah imkanları işlerliğe konulmadığında ya da konulmuşsa bile yetersiz kalması yüzünden) "fiilen ıslah edilmemiş caniler" hemen harekete geçmeyecek midir?

Önceleri kulağa pek hoş gelen bu insancıl (!) hareketi tasvib etmemiz halinde kişinin bir caniye dönüşmesine sebebiyet vermiş olmaz mıyız? Bu ise caniyi cinayete teşvik etmektir açıkça!... Zira o şöyle düşünecektir: "Toplum şimdiye değin beni ıslah etmeye çalışmadı... Çocukluğumda babam, büyüdüğümde ise ne o, ne de bir başkası benimle uğraşmaya ve beni eğitmeye yanaşmadı." Ve eğer ıslah olmaya niyeti varsa en iyimser ihtimalle "O halde en iyisi cinayet işlemek..." diyecektir, "Zira bu durumda beni yakalayıp hapse atarlar. O zaman da belki orada bizi ıslah ederler de, biz de adam olmuş oluruz"?!

Kaldı ki caninin böyle düşünebileceğini zannetmek de fazlaca iyimserlik olacaktır...

Kimi zaman da "hırsızın elini kesme" hükmünü eleştirir ve bazı dar görüşlüler "El kesmek de neyin nesi oluyor? Çağdışı ve insanlığa aykırı bir uygulama bu vs." diye velvele koparırlar. Dar görüşlülükten başka birşey değildir bu aslında... Hırsızın eli kesilmemelidir diyenler gazetelere şöyle bir göz atacak olurlarsa, her gün vuku bulan onlarca hırsızlık ve çalınan nice mal-mülk bir yana, bu hırsızlıklar sırasında nice canlara da kıyıldığını ve vahşice cinayetler işlendiğini göreceklerdir. Halbuki hırsızlığa yeltenen birisi, kanunun pençesine düşebileceğini ve bu durumda dört parmağının da kesileceğini bilir ve bundan emin olursa, üstelik ömrünün sonuna kadar hırsızlık suçunun canlı yüzkarasını -parmaklarının kesikliğini de- hep taşıyacağını göz önünde bulundurur ve toplumda dışlanacağını düşünürse bu suçu aynı rahatlıkla işeyebilecek midir yine?

Bir ya da iki hırsızın parmakları kesilmeye görsün; kaç kişi cüret edebilecektir bir daha çalmaya?!

Bundan 50-60 yıl öncesi Mekke'ye giden hacılar, ya da meseleyi yakından duyanlar bilirler; o yıllarda Arabistan'da hırsızlık had safhaya varmıştı. Hacc kafileleri silahlı oldukları ve beraberlerinde askeri korumalar bulundurdukları halde yine de eşkıyaların korkusundan, iki bin kişiden az adamla yola çıkmaya cüret edemezlerdi. Bunca tedbire rağmen yine de her yıl nice kafileler eşkıyaların saldırısına uğrar, kafilenin malı-mülkü talan olur ve yüzlerce de hacı adayı canlarını yitirirdi.

Suudi hükümeti bu hadiseler karşısında aciz kalınca çareyi had uygulamada bulup kendisine İslami bir devlet süsü de vererek (çünkü amacı İslami kısası uygulamak değil, çığırından çıkan eşkıyalık hadiselerine son vermekti aslında!) yakaladığı eşkıyanın parmaklarını kesiverince kervan soygunu diye birşey kalmadı. (Suudilerin bu uygulamayı neden yaptıklarını açıklamıştık.) Gerçi neticede âdi hırsızlıkların kökü kesildi ama burada şunu da hemen hatırlatalım ki İslami bir uygulama süsü verilerek Arafat ve Mina gibi hacıların yoğun olduğu yerlerde yapılan had uygulamaları aslında Suudilerin "İslam'ın işlerine gelen tarafını uygulamaları"ndan başka birşey değildi. Nitekim o yıllardaki kervan soygunlarının önemli sebeplerinden biri, devrin Suudi yöneticilerini akıl almaz israfları yanında zavallı halka çektirilen aşırı fakirlikti. Bu durum bugün de aynen devam etmektedir. Bugün Arabistan'da zengin kesimi tümüyle kral ailesinden ya da krallığa yakın çevrelerden ibarettir.

Suudiler, İslami bir hassasiyetle değil, sırf bir yöntem olarak bunu uyguladılar ve eşkıyalıklar son buldu! Artık hacıların yere düşürdüğü kıymetli şeylere dahi dokunmaya cüret edemiyor kimse!

Uygulama kısmen icra edilen bir had olduğu halde bunca etkili olması düşündürücü değil midir? Hırsız, artık hırsızlığa yeltenememektedir, çünkü hemen cezalandırılacağından emindir bu durumda...

O halde suçlunun cezalandırılmasına dayanamayıp ona merhamet göstermek, hem suçluyu suçunu tekrarlamaya teşvik edecek, hem de onun suç işlemiş olduğu toplum ya da bireylere karşı kişinin katı kalpli olmasına sebebiyet verecekti.

Neticede görüldüğü gibi gücü onca savunan ve ideal insan örneğini güçlü insan olarak takdim eden kudretçi dünya görüşü sadece diğer insani değerleri tanıyamamakla kalmamış, savunuculuğunu yaptığı "kuvvet"in idrakinden de aciz kalmıştır. Bu okulun savunduğu şey aslında kuvvetin kendisi bile değil, onun bir boyutu ve sadece bir kısmı olan "fiziki kuvvet"tir.

Hadislerde Gerçek Güç

Gerçek kuvvet ise kişinin kendisini aşarak başkalarının yardımına koşmasıdır. Muktedir bir ruha sahip olan insan, oğluna öğütte bulunurken "Mazluma yardımcı ol, zalime düşman kesil!"[20] diyebilen insandır.

Evet, Hz. İmam Ali'nin (a.s) cümlesidir bu... Oğulları Hz. İmam Hasan ve Hüseyin aleyhisselamlara vasiyette bulunurken, gücünüzü mazlumun yardımına koşmada,düşenin elinden tutmada ve zalimin karşısına dikilmede kullanın, der. Gerçek güç budur işte. Yoksa Nietzsche hazretlerinin insanoğluna tavsiye ettiği kıskançlıklar, bedhahlıklar, kin ve nefretler güç değildir asla; bunlar, olsa olsa beşeri marazlar ve zaaflardır ancak. İnsanların kötülüğünü isteyen, şuna buna kalbinde kin besleyen, intikam duygularıyla yanıp tutuşan, insanlara eziyet ve işkence etmekten zevk alan sadist vb. birisinin güçlü, hatta sağlam olduğu nasıl iddia edilebilir? Bunlar güç değil, zaaftırlar; bu hassalara sahip bir insan için ancak "hasta" tabiri kullanılabilir. Sağlam bir insan güçlü olduğu nisbette kıskançlıktan uzaklaşır; kişinin gücü arttıkça nefret ve intikam olguları zayıflar... Gerçek güçle bu marazi hassalar arasında ters bir orantı vardır yâni...

Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) fevkalade zarif ve çarpıcı bir cümlesi vardır, adeta uzman bir psikolog dikkatiyle şöyle buyurur İmam: "Güçlü oluş, kini giderir."[21] Evet, kendisini yeterince güçlü hisseden birisi, diğer insanlara kin beslemez. Bunun karşı kutbunda zayıf insan yer alır; zayıf insan daima başkalarına kin güdecek, herkesi kıskanacaktır, benliğinde zaaf duygusuna kapılmanın tabii neticesidir bu.

Zaaf konusunda Hz. Ali'den (a.s) nakledilen pek güzel bir cümle vardır ki bu cümlede de "gıybet"e işaret edilir. Emir-ül Mü'minin'e hangi çeşit insanların gıybete düşkün oldukları ve başkalarını çekiştirip durmaktan zevk aldıkları sorulduğunda "Zaaf ve acz içindeki insanlar..." diye cevap verir [22]

Zaaf ve acz içinde bulunan insanların yapabilmeye muktedir oldukları maksimum eylem gıybetten ibarettir, bunun ötesine güçleri yetmez. Ruhen güçlü olan ve herhangi bir zaaf ya da acz taşımayan bir insanın gıybete tenezzül etmesi muhaldir. Böyle birisi gıybeti çirkin bulur, başkalarının ardı sıra kötü konuşmayı zaaf ve korkaklık addeder. Hz. Ali'nin (a.s) gıybeti bir zaaf belirtisi sayması ve güçlü insanın asla gıybete tenezzül etmeyeceğini belirtmesi hayli ilginç bir tespittir. Ali (a.s) zinayı da bir zaaf belirtisi sayar o; "Zina, namus gayreti taşımayan aciz insanlara mahsus bir ameldir" der ve "Yeryüzü kurulandan beri zerrece iffet ve namus gayretine sahip bir insanın zina yaptığı ya da başkalarının iffetine göz diktiği görülmemiştir"[23] buyurur. Bundan da zinaya, ancak namussuz insanların tenezzül ettiği neticesi çıkar ki, namussuzluk da bir zaaftır aslında. Başkalarının namusuna önem vermeyen birinin kendi namus anlayışının da gevşek olacağı apaçık ortadadır.

Ama Nietzche efendi bu gibi güçleri güç olarak tanımamaktadır, ona göre güç sadece pazu ve silah gücüdür, demir ve çeliğin eziciliğidir. Onun güçlü insanı, uzmancadır, iri yapılı bir hayvan gibidir, güçlüdür, ama insanın ruh gücünden ne haberi vardır böylesinin, ne de nasibi!

Binaenaleyh İslam okulunda kuvvet de insani bir değer ve kemaldir, İslam'ı kamil insanının simasının bir çizgisidir. İslam, zayıf insanı beğenmez, Allah Teala gevşek ve güçsüz insanları sevmez[24]

O halde İslam'da sadece güç değil, onun yanında başka değerler de gereklidir, buna ilaveten, İslam'ın meşru bildiği kuvvetle Nietzche efendi, tasavvufçular, Makyavel ve benzerlerinin meşru saydığı kuvvet pek farklıdır. İslam, insandaki meşru güçleri tanır ve onları takviye eder, ama bunun sonucu Nietzche'nın tahmininden çok farklı olur. İslam'ın "güç" bildiği şey, neticede toplumun hayrına olan şeydir.

Nietzche ise, insanın acıma duygusunu "zaaf" telakki eder, halbuki ona "mesele acımak değil, cömertliktir, bağış ve büyüklüktür, hayra vesile olmaktır!" demek gerekir. Meseleye bir de bu açıdan baksana Nietzche efendi! Meseleyi bir de "Güçlü bir insanın mı topluma hayrı dokunur, zayıfın mı? Hayra sebep olmak güç müdür, yoksa zaaf mı?" şeklinde değerlendirsene efendi!! Hayra sebep olmak tabii ki güçle mümkündür; zaafla değil! Şimdi sevgi okuluna gelelim:

Sevgi Ekolü

Bu ekol daha çok Hindistan'da tebliğ olunmuş ve bir yere kadar da Hıristiyanlar tarafından yayılan bir düşünce okuludur. Hıristiyanlar her ne kadar dinlerini sevgi dini olarak tanımlarsalar da, onlarınki zaaf ve "zaaf severlik"tir aslında. Ama Hint ekolü "sevgi ekolü" olarak adlandırılabilir. Sahi, sevgi ekolü nedir?

Sevgi ekolünde insanın kemali insanlara hizmet ve onlara iyilikte bulunmaktır, yâni Nietzche'nin tam karşı noktası! Nistzche ne diyorsa, bunlar onun tersini söylemektedir. Bunlar, "esasen mükemmel insan, hemcinslerine iyiliği dokunabilen insandır" derler. İnsanlık, bireyin hemcinslerine hayrının dokunmasıdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi her ne kadar batılılar pratikte bu aslı uygulamıyorlarsa da, insanlık derken onlar da, insanlara iyilikte bulunmayı kastederler. Yâni orada da basın ve yayının "insanca" veya "insanlık dışı" derken kastettiği mihver anlam budur. (Tabi bu arada tekrar vurguluyorum: batılılar bu anlamı kastetseler de bu anlam ve mananın batıda bugün hiçbir geçerliliği yoktur.) Mesela "falan şey insancadır" derken "insanlara faydası vardır" denilmek istenir, "insanca değil" derken de "insanlığın hayrına değildir" denilmektedir. Kısacası bu görüşe göre insanlık, insanlara hizmetten başka birşey değildir. Bazen bizim şairlerimiz arasında da bu mübalağaya rastlanır, mesela Sa'di bir şiirinde şöyle demektedir:

"İbadet, insanlara hizmetten başka şey değildir,

İbadet tesbihten, seccadeyle abadan ibaret değildir"

Tabi burada Sa'di'nin başka bir amacı var, onun kastettiği kimse; ibadeti takkeyle tespih ve seccadeden ibaret gören ve insanlara iyilikte bulunma gibi bir kaygı taşımayan tasavvufçu ve derviş görünümlü yoz insanlardır. Aslında Sa'di'nin kendisi de bir derviş ve tasavvuf ehlidir, ama burada yoz tasavvufçuları kastetmekte, insanlara iyilikte bulunma kaygısı taşımayan dervişleri eleştirmektedir. Ancak, önce mübalağalı bir girişte bulunmakta ve "İbadet, insanlara iyilikte bulunmaktan başka şey değildir" demektedir.

Bazen başkaları bunu daha uygunsuz ve yanlış tabirlerle dile getirir ve mesela "İçki iç, minber yak; ama başkalarını incitme!" derler.

Bunlara göre dünyada bir tek yanlış ve çirkin davranış vardır, o da, insanları kırmak. Yegane iyilik de insanları razı etmektir! Sevgi okulunun özetle sözü şudur: Yegane iyilik, insanlara iyilikte bulunmak, yegane kötülükse insanları incitmektir!

Kur'an da İyilik ve Özveriye Davet Eder

Şimdi bu okulun değerlendirmesine gelelim. İnsanlara iyilik ve ihsanda bulunmanın İslam nazarında insani bir değer olduğu şüphesiz. İnsanların kaygısını sinede taşımak ve onlara hizmeti vazife telakki etmek elbette ki İslam nazarında bir kemal ve olgunluktur, aynı zamanda pek yüce bir kıymet ve değer de taşır. Ama İslam bunun saltlaştırılıp tekelleştirilmesine karşıdır. Bunu biraz açalım şimdi:

Kur'an-ı Kerim şöyle buyurur: "Şüphe yok ki Allah; adaleti, lütuf ve keremde bulunmayı, yakınlara ihsan etmeyi emreder, fahşadan -insana yakışmayan bütün çirkin ve hayasızca amellerden- kötülüklerden ve zorbalıklardan sakındırır. Size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz"[25]

Görüldüğü gibi, Allah Teala Müslümanları adalete çağırmaktadır. Adalet, insanların hak ve hukukuna riayet edip kimsenin hakkını çiğnememektir. Ayrıca ihsanda bulunmak da emredilir ki, sosyal açıdan değil de, ahlaki açıdan bakıldığında adaletten de üstün bir ameldir ihsan. Allah Teala, sadece insanların haklarını çiğnemeyin demiyor, aynı zamanda kendi meşru haklarınız hususunda fedakarlık ederek insanlara iyilikte de bulunun diye emrediyor.

Kur'an'ın emirlerinden olan fedakarlık ve özveri başkasını kendine yeğlemek demektir; kendi ihtiyacı olduğu halde başkasının ihtiyacını gidermeyi tercih etmektir. Fedakarlık ve özveri, insanlığın en görkemli tavırlarından biridir ve Kur'an'da da fevkalade övülen bir davranıştır. Nitekim Mekke'ye hicret eden muhacirleri kendilerine yeğleyen Medineli ensar hakkında Kur'an şöyle buyurur: "...Kendilerinde bir ihtiyaç olsa bile -kardeşlerini- öz nefislerine tercih ederler."[26] veya bir başka yerde, adına "Hel Eta" da denilen "İnsan" veya "Dehr" suresinde Hz. Ali (a.s) Hz. Fatıma (a.s), Hasan ve Hüseyin ve tüm Ehl-i Beyt (hepsine selam olsun) yaptığı muazzam özveri karşısında onları fevkalade överek şöyle buyurmaktadır: "Kendileri pek ihtiyaç duydukları halde, yemeklerini yoksul, yetim ve esire yedirirler de "Biz size ancak Allah'ın rızası için yedirmedeyiz, sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne de bir teşekkür!"[27]

Bu ayetin nüzul sebebini bütün Müslümanlar duymuştur. Hasan ve Hüseyn'in (a.s) hastalanması üzerine Hz. Ali'yle (a.s) Hz. Fatıma (a.s) üç gün oruç adağında bulunur ve adaklarını yerine getirirler. Hz. Ali (a.s) çalışıp biraz arpa getirir, Hz. Zehra (a.s) bundan ekmek pişirir. İftar sırasında bir miskin -fakir- kapıyı çalar, ekmeklerini ona verirler. Diğer iki gecede de bir yetim ve bir esir kapıyı çalar ve yegane iftarlıkları olan ekmeklerini onlara verirler, ki bunun üzerine yukarıdaki ayetler nazil olur.

Kısacası mesele ihsan ve fedakarlıkta bulunmak, özveri taşımaktır. İslam tarihi bu tür fedakarlık örnekleriyle doludur.

Bir Sevgi Örneği

Sevgi ve merhamet duyguları, İslam'ın daima benimsediği şeylerdendir. Şu meşhur olayı her müslüman duymuştur: Bir gün Hz. Resulullah (s.a.a) evladını kucağına almış, onu öpmekte sevip okşamaktayken orada bulunan- sahabelerden- biri "Benim on tane çocuğum var ve şimdiye değin hiçbirini bir tek defa olsun öpmüş değilim!" der.[28] Rivayette Hz. Resulullah'ın (s.a.a) bu sözden çok rahatsız olduğu, yüzünün ifadesinin değiştiği ve "Başkasına merhamette bulunmayana Allah Tela merhamet etmeyecektir!" buyurduğu,[29] bir başka rivayette de "Allah senin kalbinden merhameti kazımış, ne gelir elden?!" dediği geçer.

Bu konuda daha pek çok hadis ve rivayet mevcuttur. Emir-ül Mü'minin Hz. Ali'nin (a.s) hayatı bunun en bariz örneğidir, başlı başına sevgi ve merhamet timsalidir o; zayıfın karşısında Hz. Ali'nin (a.s) merhamet ve sevgi deryası coşuvermektedir.

Batıda İnsani Duygular

Daha önceki bahislerimde doğulu ve batılı tiplerin ruhi yapısına değinmiş ve batılıların genellikle katı kalpli olduklarını vurgulamıştım. Bizzat batılılar da bunu itiraf etmekte; sevecenlik, samimiyet, içtenlik ve fedakarlık gibi tavırları "doğulu olmanın özelliği" olarak tanımlamaktadırlar. Hatta ebeveynin kendi evlatlarına, evladın ebeveyne, kardeşlerin yekdiğerine karşı sevgi duyduğu çok az görülür onlarda. Doğulular da bunun farkına varmış olacak ki "İnsani duygular sadece doğuda var, batıdaki yaşam çok ruhsuz ve kupkuru! Orada kendi aralarında adalet vardır, sosyal adalet vardır; ama duygu, sevgi, ihsanda bulunma ve benzeri şeylerden eser yoktur orada demekteler."

Dostlardan biri anlatırdı, mide ameliyatı için Avusturya'ya gitmiş, oğlu da orada tahsil ediyor. "Ameliyattan sonra nekahat devresi tamamlanınca oğlumla bir lokantaya gittik, bana çay, kahve ısmarlamakta, etrafımda fırıl fırıl dönmekteydi. Yakın masalardan birindeki bir karı-kocanın dikkatle bizi izlediğini farkettim" diyor, "Oğlum yanlarından geçerken ona bir şeyler söylediler, döndüğünde ne konuştuklarını sordum. Oğlumdan benim kim olduğumu, niçin bana bunca hizmet ettiğini sormuşlar. Babası olduğumu söyleyince "olabilir" demişler, "Babana bunca hizmet niye?!" Oğlum onların mantığıyla cevap verebilmek için "Ben burada onun gönderdiği parayla okuyorum, o para göndermezse halim ne olur?!" demiş, onlar pek şaşırarak "Yâni çalışıp kazandığı parayı sana mı veriyor hâlâ?!" diye sormuşlar, oğlum olumlu cevap vermiş, bu yüzden acayip mahluklar görüyormuşçasına hayretle bizi seyrediyorlardı oradan, derken, dayanamayıp bizim masaya geldiler. "Bizim de bir oğlumuz var, yıllardır yurt dışında okuyor." dediler (tabi oğlum daha sonra onların hiç evlatları olmadığını ve bunun yalan olduğunu öğrendi.) Otuz yıl önce birbirleriyle tanışıp nişanlanmışlar, biraz birbirimizi tanıyalım, sonra evleniriz demişler ve 30 yıldır bir türlü evlenmeye fırsat bulamamışlar!

Merhum Ayetullah Burucerdi'nin Almanya'ya gönderdiği rahmetli Muhakkıki bey çok ilginç bir olay anlatır, şöyle derdi: Bizim zamanımızda orada müslüman olanlar arasında bir profesör de vardı. Bilgili ve araştırmacı bir insandı, sık sık görüşürdük. Ömrünün son yıllarında kansere yakalandı, hastahanede yatıyordu. Oranın Müslümanlarıyla kendisini ziyarete gittiğimiz bir gün bize içini döküverdi, "Hastalığımın ilk günleri kanser teşhisinde bulundular" dedi, "Karımla oğlum gelip, madem ki kansersin, öleceksin demektir; hadi bize eyvallah" deyip gittiler! Adamcağızı o hasta haliyle orada bırakıp gidiyorlar! Profesörün kimsesi olmadığından sık sık ziyarete giderdik. Bir gün hastahanede öldüğünü haber verdiler. Cenazesini almaya gittik. Oğlu da gelmişti. Biz "Hiç olmazsa babasının cenazesine gelmiş" diye düşünürken, o gidip cenazeyi hastahanenin kadura bölümüne satmış, parasını alıp gitmeyi bekliyormuş!!

Adaletin Fedakarlığa Önceliği

Maksadım burada gerçek hayat hikayeleri anlatmak değil, evet, batılıların duygu fakiri olduklarında hiç şüphe yok! Asıl üzerinde durmak istediğim şey, bizim de adını "duygu" dediğimiz bir çok şeyin aslında duygu olmadığı, gerçekte çoğu bencillikleri de duygusallık ve insanlık telakki etme hatasına kapıldığımızdır.

Duygusallık ve şefkatli olma; insanın kendi meşru hakkını başkaları yararına kullanması demektir. Böyle bir adamın daha önce bir sınıfı tamamlaması gerekir, o sınıf nedir? İşte: Böyle biri her şeyden önce, başkalarının haklarını çiğnememeli, herkesin hakkına saygı göstermeli, kendi hakkını arayabilmeli ve sonra da kendi hakkını diğer insanların lehine kullanabilmelidir. Bunu başarabilen insan hissiyat ve duygu sahibidir, ancak böyle biri için "sosyal duygulu insan" tabiri kullanılabilir.

Halbuki öyleleri de vardır ki, kendi haklarına hiçbir zaman kanaat etmezler; durmadan para kazanmanın peşindedirler, helal haram bilmezler, kimsenin hakkına saygı göstermez, herkesin hakkını çiğnerler. İşte böyle biri, günün birinde bir arkadaşı için birkaç bin tümen[30] para harcayınca biz bunu duygusallık, şefkat ve sosyal duygu zannediyoruz, hayır, onunki sosyal duygu değil, bencilliktir, duygu sömürüsüdür, isim yapmaktır. Kendisini cömertmiş gibi gösterip başkasına karşı büyüklenmek isteyen birinin bu tür bir davranışı insanlık değildir ki. Nice insanların hakkını hukukunu çiğneyip, işine geldiğinde, bir insan için bunları biraz harcayıveren biri "insansever" değildir ki! Bizim yaptığımız -bu tür- şeylerin çoğu insan severlik sayılmaz gerçekten!

Bir başka örnek vereyim; mesela kimimizde bir huy vardır, adını da "konukseverlik" koymuşuzdur, "Biz mert adamızdır, mert adamın kapısı da herkese açıktır!" deriz. Her gün misafir vardır, biri gelir öbürü gider, yemeğe kalır, yatıya bile çağırılır... Bu, esasen çok güzel ve iyidir, ama başkalarına zulmetmemek şartıyla! Evimizde eşimiz olarak bulunan kadıncağızın da şer'an bir hakkı vardır, biz ona evde çalışmasını emredemeyiz, bunu kendi isteğiyle yapar ancak; ama biz "misafirimiz var!" diye onu sıkıntılara sokuyor, zahmetlere düşürüyor, bunun adına da "misafirperverlik" diyoruz! "Bizim kapımız herkese açıktır!" diyoruz... Ama, başkalarına zulmederek birilerine yapılan bu "misafirperverlik" misafirperverlik değildir ki!

Hz. Ali (a.s) evde, eşi Hz. Fatıma'ya (s.a) yardım ederdi. Hz. Zehra (s.a) ev işini kendi seçerdi, eşi ona zorla ev işi yaptırmazdı, sevgili eşini zahmete düşürmek istememekteydi çünkü.

Bir insanın evine her gün misafir getirmesi ve günün birinde eşinin "yorgunum ben" demesi karşısında parlayıp "O halde çık git evden!" diye gürlemesi nasıl "misafirperverlik" olabilir?!

O halde bu tür davranışlar da sosyal duygu değildir aslında. Ama bu arada gerçekten ve samimi bir özveri olursa, o başkadır elbette. Davranışlarının sosyal duygu temeline dayalı olmasını isteyen biri her şeyden önce adil olmalı, yâni başkalarının hakkını çiğnememelidir. Bu şartla fedakarlıkta bulunması ve mesela kendi haklarından feragat etmesinin hiçbir sakıncası yoktu. Büyük alimlerimiz arasında öyleleri vardır ki, kimsenin hakkına tecavüzde bulunmamaya büyük özen göstererek yaşamışlardır. Böyleleri; evlerinde bir kez olsun eşi veya çocuklarına bir tek defa dahi emrivakide bulunmamışlardır [31]

Büyük taklit mercii ve merhum Ayetullah Hacı Şeyh Abdulkerim Hairi'nin üstadı olan rahmetli Mirza Muhammed Taki Şirazi (r.a) hazretlerinin kendi evinde de kimseye bir tek defa emir vermemiş olduğu pek meşhurdur. Hatta bir defasında rahmetli hastalanıyor; eşi de pirinç çorbası yapmış ona, yemeği ocağa koyup gidiyor hanımı, o da hasta, öylece yatıyor ve yerinden kalkacak hali de yok. Birkaç saat sonra evdekiler gelmediğinde, çorbanın ocakta öylece durduğunu görüyorlar. Yerinden kalkamadığından, hiç kimseye emrivakide de bulunmak istemediğinden öylece bırakmış. "Eşime seslenir de o çorbayı bana getir" desem şer'an doğru olur mu?" endişesi duymuş. Eşi mutfakta kendi rızasıyla çalışıyor, ama ondan çorbayı istemesi bir emrivaki olabilir diye düşünüyor.

Demek ki duygu, özveri; ancak bencillik, çıkar planları ve gösteriş için olmaması şartıyla değerlidir.

Gerçek Bir Özveri Örneği

Sadr-ı İslam Müslümanlarının Mute savaşında gösterdikleri bir davranış vardır ki cidden şaşırtıcı ve takdire şayandır. Mute savaşında birkaç kişi ağır yaralanıyor, sürekli kan kaybediyorlar, kan kaybettikleri için de susuyorlar tabi. Bir müslüman, yaralılara su vermek için kırbayla oraya gidiyor. Yaralılardan birine vermek için eğildiğinde o, biraz ötedeki bir yaralıyı göstererek önce ona su yetiştirmesini istiyor. Ona gidince o da diğer bir yaralıyı gösteriyor. O yaralıya su vermek isterken onun can verdiğini görüyor! Bir diğerinin başucuna gidince onun da öldüğünü görüyor. Karşılaştığı birinci yaralının yanına gittiğinde onun da can teslim ettiğini görüyor. Fedakarlık budur işte; kendisi şiddetle ihtiyaç duyduğu halde, başkasını kendisine yeğlemektedir gerçek fedakarlık!

Sevgi Ekolüne Eleştiri

Sevgi ve bu sevgiden doğan "salt hizmet" okulunun eleştirilmesi gereken iki boyutu var. Sevgi ve hizmet elbette ki insani bir değerdir; ama insani değerlerin tamamı değil, bu değerlerin bir parçasıdır sadece! Daha önce güç ve kuvvet okuluna yönelttiğimiz iki nokta burada da geçerlidir:

Bu eleştirilerden ilki, bu okulun da tek boyutlu olması ve diğer değerleri unutup her şeyi sevgi ve hizmete hasretme hatasına düşmesidir. Sevgi, bağışlama ve cömertlik insan için bir kemaldir. Felsefeciler de bunların kemal sıfatlarından olduğunu kanıtlamışlardır. Bunların kemal olduğundan ötürü de Allah Teala'nın zat-ı vacibinin sıfatlarındandır ve Allah Teala "mutlak feyiz sahibi"dir. Bu mezkur vasıfların kemal olduğu kuşkusuzdur. Bunların hatası, diğer değerleri büsbütün unutup "varsa yoksa insanlara hizmet ve onları sevmek!" demeleri ve insanlığı bu boyutla kısıtlamalarıdır.

Diğer taraftan güç okulu nasıl "güç"ü tanımlamadan hataya kapılmış, "gizli ve maddi güç"ten başka bir güç tanımayarak ruhi, ahlaki, manevi, fikri güçleri hiç hesaba katmamıştıysa, bu okulda da aynı hata göze çarpmaktadır.

İnsanlara hizmet ve onlara iyilik ne demektir sahi? İnsanların neyine ve niçin hizmet? Evet insanlara hizmet etmek iyidir, ama hangi insana, neden ve nasıl? Mesela insanların midesine mi? Evet, aç insanlar elbette ki doyurulmalıdır, hiç şüphe yoktur bunda. Aç doyurulmalı, çıplak giydirilmelidir; insanoğlu açlıktan, soğuktan ve sıcaktan korunmalı, başını sokacak bir evi, barkı da bulunmalıdır, özgür değilse özgürlüğüne kavuşturulmalıdır; bütün bunlar doğrudur ve hepsi de Allah'ın kullarına hizmettir. Ama burada şu soru söz konusudur: Netice ne olacaktır? Nihâi gaye nedir? İnsanların sırf bir ihtiyacını karşılamış olmakla onlara iyilik ve hayırda mı bulunmuş oluruz gerçekten? İnsanlar kendi kendilerine hizmette bulunmuyor, kendi kendilerine düşmanlık ediyorlarsa ne olacak? Yâni kendi can düşmanları kendileri olacak şekilde cehaletle davranıyorlarsa, saadet yolunu bilmedikleri gibi kötü yolda ve kötülük yolunda yürüyorlarsa, bunu görmezden gelip "Bu durum bizi ırgalamaz, biz mideleri doyuralım, yeter" diyebilir miyiz? "Midesi doysun da, ondan sonra ne yapacaksa yapsın, hangi yolu tutacaksa tutsun, nasıl olacaksa olsun" mu demek gerekir?! Yoksa insanlara yapılan bir hizmet "insanlığa bir hizmet olduğu sürece"mi değerlidir? Yâni insani değerlere bir hizmet olursa mı değerlidir yoksa? Allah'ın kullarına yapılacak bir hizmet, elbette ki insani değerler doğrultusunda ve bu değerlere paralel olursa gerekli ve değerli olabilir. İnsani değerler doğrultusunda gerçekleşmeyen bir hizmetin hiçbir olumlu anlam ifade etmeyeceği apaçık ortadadır.

İnsanlara Hizmet, İmanın Başlangıcıdır

Burada şu noktayı iyi kavramak gerekir: Bazıları "Allah'ın emirlerinin tamamı, bütün ibadetler ve esasen imanın esası, insanlara hizmettir; iman da, esasen inananlara hizmet edebilmek için gereklidir netice itibariyle! Allah'a ibadet etmeliyiz, çünkü bu ibadetin ışığında inanlara daha iyi hizmet imkanı doğmaktadır." demektedirler. Onlara göre bütün dinler, bütün ilahi emirler ve insanlık tarihinin büyüklerinin emir ve düsturları hep insanlara hizmetin gerçekleşmesi içindir. İnsanların "ne için var olduğu"nu ise düşünmezler. Evet, insanlara hizmet gereklidir, ama kendilerine hizmet edilen bu insanlar ne yapacaktır sonra? Planı, programı nedir o insanların? Hiçbir plan ve program yoktur bu düşüncede!

Durum bu olmamalıdır, iman insanlara hizmetin başlangıç ve öncülü değildir asla; ibadet, insanlara hizmet için emredilmiş değildir asla; bilakis," insanlara hizmet imanın başlangıcı ve ibadetin öncülü" durumundadır. İnsana hizmettir ki akıllı olmanın mukaddimesi ve diğer insani değerlerin başlangıç ve hazırlığıdır. Yâni biz, insanları iman çizgisine sokabilmek için hizmette bulunmalıyız, onları Allah'a ibadete yöneltmek, diğer insani değerlere kavuşmalarını sağlamak için hizmet götürmeliyiz, başka bir gayeyle değil.

İnsanlara hizmet imanın başlangıcıdır; iman,insanlara hizmetin başlangıcı değil! Bunlar yekdiğerinden ayrı da değildir. İslam budur işte; İslam okulunun görüşü budur ve dikkatle bakılacak olursa bunun ne kadar dakik ve doğru bir görüş olduğu da kolayca anlaşılır.

Eğer insanlara hizmet, imanın bir başlangıcı ve öncülü olmazsa bütün insanları "insan oluşları"ndan soyutlayarak değerlendirmemiz gerekecek ve "insancıl" değil, sırf "insanoğlu" olduğu için yaklaşmamız gerekecektir onlara. Daha önce de belirttiğimiz gibi o zaman Çumbe'yle Lomumba'ya aynı gözle bakmamız gerekecektir. Çünkü her ikisi de insandır, midesi vardır, ikisi de aç ve çıplak kalabilirler; yâni zooloji açısından bu iki canlı arasında hiçbir fark yoktur.

Bazı ciddi dergileri okuduğumda bir bakıyorum kimileri, İslam irfanını övmüş olabilmek için "Bizim ariflerimiz pek büyük insanlarmış, büyük şeyler söylemişler" diyor; "Nedenmiş o?" diye sorduğumuzda "Çünkü irfanın gayesi halka hizmettir" diye cevap veriyorlar.

Ama gerçek hiç de böyle değildir! İrfanın nihâi gayesi halka hizmet değildir asla! İrfan yolunun başlangıcı veya ilk menzillerinden biri halka hizmet olabilir, evet, halka hizmet etmek irfanda vardır ve olması da gerekir; ama halka hizmet, irfanın nihâi hedefi değildir. Halka hizmet, irfanın nice öncül ve mukaddimelerinden biridir sadece, şer'i deyişle beyan etmek istersek, bunu şöyle ifade edebilmemiz de mümkündür: Allah'a yakın olmak, Allah'ın kullarına hizmet etmenin mukaddimesi değildir; insanlara hizmet etmek Allah'a yakın olmanın ve O'nun rızasını kazanmanın mukaddimesidir.

Demek ki sevgi okulunun da iki kusuru var: Biri, sevgiyi yegane değer telakki etmesi, diğeri de sevgiyi insanlığın nihâi noktası sanmasıdır. Başka bir deyişle bu okul, insanlığın ulaşabileceği en yüce doruğu insanlara hizmet ve onları sevmek şeklinde tarif etmektedir. Ama İslam bunu kabul etmemektedir. İslam, insanlara hizmet ve onları sevmeyi gerekli bilmekte ve bunu bir değer olarak kabul etmektedir, ama İslam nazarında nihâi değil, ön değerlerden biridir bu. Yâni insanın kat etmesi gereken yolun sonu "halka hizmet"e çıkmaz; "halka hizmet" meselesi bu yolun katedilmesi gereken bir kısmıdır sadece, işe buradan başlanabilir, ama iş bu noktada bitmez asla, insanın nihâi gayesi başka şeydir.

Vela havle vela kuvvete illa billah'il aliyyil azîm.

(Yüce ve ulu Allah'a dayanmayan hiçbir güç ve kuvvet yoktur.)


[1]- Avrupa'da Hikmetin Seyri, s.198, bölüm: 3.

[2]- Al-i İmrân, 146.

[3]- Saf, 4.

[4]- Feth, 29.

[5]- Enfal, 60.

[6]- Bakara, 190.

[7]- Camiu-s Saadat, c: 2, s: 111

[8]- Camiu-s Sağir, c.1, s.58.

[9]- Nehc-ül Belağa, Hikmetli Sözler: 333.

[10]- el-Kafi, c.5, s.63.

[11]- el-Mevaiz-ul Adediyye, s.103.

[12]- Nehc-ül Belağa, Hutbe: 29.

[13]- Kitabın yazarı Romanyalı Konistan Virjil Giyorgiyo'dur.

[14]- Mekarim-ul Ahlak, s:12.

[15]- Nehc-ül Belağa, Garip sözler bölümü: 9.

[16]- Nahl, 90.

[17]- İngilizcede value, werth ve italayancada valere şeklinde geçen bu lugat, aslında Batı dillerinde Hint- Avrupa dil grubunun "güç" anlamını dilegetiren" wall" kökünden türetilmiştir. İlk biçimi "güçlü olmak" anlamında "La valere" iken, daha sonra "diğer" anlamında "La volor" deyimi türetilmiştir; maddeci kavramdır,-çev-

[18]- Bihar-ül Envar, c.70, s.76.

[19]- Nur, 2.

[20]- Nehc-ül Belağa, 47. mektup.

[21]- Belağet-ül Hüseyin, s.89.

[22]- Nehc-ül Belağa, Hikmetli Sözler: 461.

[23]- Nehc-ül Belağa, Hikmetli Sözler: 305.

[24]- el-Kafi, c.5, s. 59.

[25]- Nahl, 90.

[26]- Haşr, 9.

[27]- İnsan, 8-9.

[28]- İşte Nietsche'in okulu da budur zaten! Çocuğu öpmek ona merhamet göstermektir, merhametse Nietzch'e göre zaaftır, güçlü bir adam asla bu tür zaaflar göstermez!

[29] - Camiu-s Sağir, c.2, s.183.

[30]- Tümen: İran para biriminde 10 riyal=1 tümendir -çev-

[31]- Tabi, kendi şahsi işleriyle ilgili konularda böyleydiler; evlat eğitimi ise elbette ki bundan farklı bir durumdur, "Bana bir bardak su getir de içeyim!" demenin, çocuğun eğitim ve terbiyesiyle ilgisi yoktur.