0-02   2-25   25-46    46-67    67-106    106-137    137-166

8. Bölüm

Zor Ayrılış, Acı Firak...

Ali'nin babasından ayrılmak istemediğini ve babasının da aynı duyguyu taşıdığını çok iyi biliyorum.

Ama İmam (a.s) bu ayrılığın çok geçmeden ebedî vuslata dönüşeceğini; dahası, ceddi Hz. Resulullah (s. a.a) ve Hz. Ali'nin (a.s) bu görüşmeyi sabırsızlıkla bek-lediklerini hatırlatınca, Ali'nin nasıl huzurla dolduğunu ve nasıl hafiflediğini apaçık görmüştüm.

Şimdi onun kadar ben de hafiflemiştim işte.

İkimizin de yükü hafiflemişti çünkü.

Düşmanın meydana çıkmaya niyeti yoktu.

Bir koşuda karşılarına dikildik.

Aliekber meydan okumaya başladı. Karşısına çıkacak er istiyordu.

Ah, savaş meydanını hiç bu kadar sevmemiştim!

Karanlıkların perdesi yırtılacak, güneş olanca parlaklığıyla ufukta boy gösterecek ve zulmet, aydınlığa bırakacaktı yerini!

Hak olanın, hak davası için batılın tepesine tepesine vurmasını görmek, nasıl da haz veriyor bana.

Hele bu çorbada benim de bir tuzum olursa.

Savaşmak için en uygun zaman, çarpışmak için en ideal mekân, vuruşa vuruşa can vermek için en harika ortam!

— Gelin ey yarasalar ordusu! Bir değil, bin gelin! Düşmana sırt çevirmeyi öğrenmedik biz atalarımızdan! O leş torbası murdar bedenleriniz dururken kılıcımın kınla ne işi var artık?!

Aliekber'in bu defaki haykırışı o kadar neşeli ve aceleciydi ki...

Onun bu sefer öldürmeye değil, ölmeye koştuğunu bir tek ben biliyordum şimdi.

Cenazeleri toplayıp kendi karargâhlarına götürmüşlerdi ama savaş meydanı yer yer kan lekeleriyle doluydu hâlâ.

Güneş, ateşten bir tepsi gibi tam tepemizdeydi şimdi...

Düşman, bizim moralimizi bozmak için gözlerimizin önünde kırbalarını havaya kaldırıp içindeki suları yere boşaltıyordu!

Dilim damağıma yapışmış, susuzluk canıma tak etmişti.

Ama Ali, susuz değildi artık.

Fırat'a zerrece temayülü kalmamıştı, biliyorum.

İmamın (a.s) bakışlarından doyasıya içmiş, Kevser'in kendisini beklemekte olduğu müjdesini almış ve İmamının; "Aferin oğul" demesini sağlamıştı.

Babasının parmağındaki akik taşlı yüzükte ne vardı bilmiyorum; ama Ali'nin onu emmesi mutlaka anlamlıydı.

Keyfine diyecek yoktu Ali'nin!

Fırat için değil, şahadet özlemiyle yanıp tutuşuyordu şimdi.

Onu bunca neşeli ve vurdumduymaz görmemiştim hiç!

Onu tanımayan, ölüme değil; düğüne gidiyor sanırdı!

Meydan, ayaklarımın altında ufaldıkça ufalmış, otuz bin kişilik ordu gözlerimde küçüldükçe küçülmüş, tarumar edilmesi gereken bir yumak pamuğa dönüşüvermişti.

Ali neşeyle at koşturup kılıç sallıyor, kendisiyle boy ölçüşebilecek savaşçı istiyor; ama kimse meydana çıkmaya cüret edemiyordu.

Sonunda, yine iki koldan; ama bu kez daha kalaba-lık iki ordu, ihtiyatla bize yaklaşmaya başladı.

Bizi kuşatmaya almışlardı şimdi.

Ali'n, bu kuşatmayı önlemek için hiç bir şey yapmamıştı!

Düşmanı cesaretlendirmek istiyordu!

Ani bir hareketle üzerlerine yürüyor, bizim yöneldiğimiz taraftakiler çil yavrusu gibi dağılmaya, gerisin geriye kaçmaya başlıyorlardı.

Koca ordu, onun bir hareketiyle sağa sola yalpalanan, bir sahilden diğerine çarpan azgın dalgaları andırıyordu.

Bu sırada, onun artık yavaşça İmama (a.s) bakmadığını fark ettim.

Daha önce, her fırsatta ona kaçamak bir bakış fırlattığı hâlde şimdi bilakis, hiç bakmamaya çalışıyordu.

Ali, bizatihi babasının kendisiydi şimdi!

Bütün varlığıyla "Hüseyin"leşivermişti o!

Durmadan meydan okuyor, ama kimse onunla kar-şılaşmaya cesaret edemiyordu.

Ali'nin buna tahammül edemeyeceğini biliyordum.

O, asla ilk saldıran taraf olmamıştı. Önce düşmanın saldırısını beklerdi hep.

Ama şimdi durum farklıydı.

Etrafımızı saran onca kalabalıktan bir tek kişi çıkmamıştı bizimle savaşabilecek...

Biraz daha beklesek, biz de onlara benzemiş olacaktık.

Birden, o malum işareti verdi bana.

"Var gücünle atıl!" diyordu.

Yayından fırlayan ok misali atıldım.

Her şey bir anda değişivermişti.

Ali'nin kılıcı inanılmaz bir hızla inip kalkıyor, her inişinde bir can alıyor, sonra da, göz açıp kapayıncaya kadar yerimizi değiştirip diğer tarafa saldırıyorduk.

Olgunlaşmış narlar gibi sapır sapır yere düşen kel-leleri sayacak fırsat yoktu artık.

Dünyayı bütün kötülerden temizlemeye ve zulmün kökünü hemen şuracıkta kurutmaya azmetmişçesine savaşıyordu Ali.

Nadide bir mahsulün tam orta yerinde çıkan zararlı otları orakla biçen ve biçtikçe neşelenen bir bahçıvanı andırıyordu.

Ne tarafa yönelsek, göz açıp kapayıncaya kadar boşalıyor, öndekiler kanlar içinde yere yuvarlanırken, arkadakiler çil yavrusu gibi dağılıveriyordu.

Birden, üzenginin gevşediğini hissettim.

Etrafımız bomboştu!

Meydan cesetlerle doluydu...

Başsız cesetler, sahipsiz kollar, başlar, kanlı tolga-lar, kılıçlar, kalkanlar ve mızraklarla dolu geniş meydanda bir tek biz kalmıştık şimdi.

Ali'nin kılıcından taze kan damlıyordu.

İmamın (a.s) nurlu yüzüne memnuniyetle yayılan tebessümü görür gibiydim âdeta.

Binicisiz atlar nasıl da uzaklaşmadaydılar dört nala...

Kimi gemi azıya almış, kimi gördüğü sahneler karşısında ürkerek meydanı süratle terk etmeye başlamıştı.

Bu tür çarpışmalarda, meydanda kalabilmek her a-tın kârı değildir. Binicisi savaşçı olmayan, sağrısı kan-la ıslanmayan, kılıç şakırtıları, savaş naraları ve canhıraş feryatlara kulağı alışkın olmayan ve yere düşen ce-setleri soğukkanlılıkla çiğneyip geçemeyen atlar, böyle yerlerde fazla duramazlar.

Zaten buradaki atların çoğunu tanıyordum ben...

Bunların çoğuyla Bedir'de, Uhud'da, Âdiyât suresinin nüzulüne sebep olan o muhteşem baskında ve çoğuyla da, daha sonraları Cemel, Sıffin ve Nehrevan'da karşı karşıya gelmiştik çünkü.

Zaten burada yaşadıklarımız, onların bir uzantısı, devamıydı aslında.

Evet Leyla; Kerbelâ, Bedir'den Uhud'a, Cemel'den Sıffin'e ve oradan ta Nehrevan'a kadar yaşanan hakikatlerin bir uzantısıydı.

Bedir'le Uhud'da alınamayan öçleri, İmamdan almaya gelmişlerdi burada...

Hayber fatihi, Allah'ın Arslanı Hz. Ali'nin (a.s) kılıcını o savaşlarda tadanlar...

Ebu Süfyan'la onun çömleğini yalayan çömezleri başta gelmek üzere bütün münafıklar ve soyu bozuklar, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sevgili Hüseyin'ini (a.s) tek-ü tenha yakalamışlardı bu ıssız belâ çölünün ortasında...

Evet Leyla; Aliekber'ine Kerbelâ'da inen o kılıçlar, şimdi değil, çok önceden bilenmişti hınçla...

Boynunda Müslümanların kılıcını görmediği sürece Müslüman olmamakta direnen ve ancak Mekke fet-hinde ele geçirilirse canını kurtarmak için kelime-i şahadet getiren, ama gerçekte İslâm'ı asla kabul etmediği herkesçe bilindiğinden, kalbinin İslâm'a ısınması için kendisine bütçeden, "Muellefe't-il Kulub" aidatı bağlanan Ebu Süfyan'ın torunu Yezid, Hz. Resululla-h'ın (s.a.a) torunu İmam Hüseyin'den (a.s) intikam almaktaydı burada...

Murtaza Ali'ye (a.s) kin besleyenler, bu kinlerini onun ailesine kusmaktaydılar Kerbelâ'da...

Neyse... Bu söz uzadıkça uzar Leyla... Derin mi derin bir yara, acı mı acı bir vakıadır çünkü...

Evet... Meydan ansızın boşalmış, etrafımızda kimsecikler kalmamıştı.

Cesetlerle dolu meydanın orta yerinde bir tek biz vardık şimdi.

Sen bilmezsin Leyla; savaş meydanlarında böylesine yiğitlikler gösteren bir cengâverin, meydanın orta yerinde birdenbire tek başına bırakılması hayra alâmet değildir.

Tuhaf bir duygu sarmıştı o sırada içimi...

Bu sessizlik bir fırtınanın habercisiydi.

Ve...

Yanılmadığımı anlamakta gecikmedim.

Er meydanlarının "er"likten en uzak, mertliğe hiç sığmayan en umulmadık kalleşliklerden birine uğramıştık:

Yakın mesafeden ok ve mızrak yağmuru!..

Ağla Leyla. Ağla... Artık sus demeyeceğim sana...

Hem, kim ağlama diyebilir ki Aliekber'e ağlayana?

Nasıl söylesem şimdi bunu sana, Leyla?

O oklardan birinin Aliekber'in boğazına saplandığını görünce, can evimden vuruldum!

Dizginler ansızın gevşeyiverdi.

Ali'nin sıcak kanı yelelerimden süzülüyordu.

Güneşi Vurmuşlardı Leyla...

Ali'n, Ali'n, İmamın Ali'si... Eyerden düşmemek için yavaşça eğilip kollarını boynuma doladı...

Göz açıp kapayıncaya kadar ikimize de onlarca ok saplanmıştı.

Ama öldürücü olan, Ali'nin boğazındakiydi...

Allah'ım! Ona değil benim ciğerime saplansaydı keşke...

Er meydanlarının kükreyen arslanını vurmuşlardı namertçe!..

Ali'nin çektiği acıyı düşündükçe kahroluyordum.

Ne yapacağımı bilemeden bir iki adım ileri geri gidip gelmedeydim.

Ali'yi düşürmemeye çalışıyordum.

Ve akbabalar ordusu, bir alçaklık örneği daha sergileyerek topluca saldırıya geçtiler. Ali'nin can çekişmekte olduğunu görmüşlerdi çünkü.

Ben savaş meydanlarında büyüdüm Leyla.

Bir arslanın kanlar içinde yere serildiğini görünce, yüreği kin ve haset dolu sırtlanlarla çakalların bir anda nasıl arslan kesiliverdiğini ve akbabalarla birlikte onun tepesine nasıl üşüştüklerini bilirim...

Gerisini anlatamam artık sana Leyla... Mahşer gününe kadar da anlatmayacağım kimseye...

Ta ki Rabb-ul âlemîn, kıyamet günü o manzarayı bütün mahlukatın gözlerinin önüne serinceye kadar...

Silme göz yaşlarımı Leyla...

Silme o titrek ellerinle; anlatmayacağım diyorum.

Senin gözyaşlarını kim silecek şimdi?

Kim teselli verecek sana Leyla?...

Beni düşünme sen...

Bu yaralar tek tesellim benim; bunca yarayla sabaha çıkmam ben nasılsa...

Şimdi sen söyle n'olur, ağıtlarınla su serp birazcık ikimizin de yüreğine.

Hz. Hamza'nın şahadetinde de duymuştum böyle ağıtları ben...

Vurulan Güllere Ağıt...

Güneşimi semalarda vurdular

Ak kumrumu al kanlara boğdular!

Ayırdılar beni nazlı yârimden

Biricik Ali'mden, Aliekber'imden

Benim Ali'm Peygamber evlâdıydı

Hüseyin'imin şanlı yadigârıydı.

Zeyneb'in nazenin yeğeniydi o

"Hala, Ali'n kurban!" diyeniydi o!

Halan kurban olsun Ali'm, boyuna!

Neler geldi yiğidimin başına?!

Varın haber verin, ceddi ağlasın,

Muhammed Mustafa, Cibril ağlasın!

Fâtıma gözyaşı döksün Ekber'e,

Aliyy-ül Murtaza! Hak sabır vere!

Bir teselli verin İmam Hüseyin'e,

Ekber'i oklandı, düşüyor yere!

Sakine ağlasın, Leyla ağlasın

Hüseyin'im ağlasın, Zeynep ağlasın!

Yeryüzü, gökyüzü matem içinde

Al'ekber oklanmış, kanlar içinde!

Başınız sağ olsun ey Ehl-i Resul!

Allah'ım! Kurbanın!.. Sen kabul buyur!


9. Bölüm

Son Kucaklaşma

İnsanların ağıt yakmasına, dizlerini ve göğüslerini döverek ağlamasına nasıl da şaşardım önceleri...

Ama benim de azizimi kaybetmemiş olmamamdandı bu...

Göğsüne vurmak ne ki, yüreğim parçalanıyor benim şimdi.

Aliekber'imi elimden aldılar...

Gözlerimin önünde güneşi okladılar...

Dolunayımı vurdular...

Çırağımı üflediler...

Yıldızımı paramparça ettiler...

Ben ağlamayım da kimler ağlasın şimdi?

Fili yere yıkar bu dert, at dediğin ne ki?

Dün gece kendinden geçip oraya yığılıverdin öylece. Göğsüne vura vura o ağıtı okudun, okuyup ağladın; ağladıkça yeni ağıtlar yaktın Leyla!...

Keşke Kerbelâ'da hiç bulunmasaydım ben!

Görmeseydi gözlerim keşke orada gördüklerini!...

O zaman bu ağır haberin rivayetini ben taşımazdım işte.

Keşke kervanımız Medine'den ayrılırken sen o ağır hastalığa yakalanıp da düşmeseydin yataklara. O zaman bütün olanları bizzat kendi gözlerinle görür, beni bu ağır haberin yükünden kurtarmış olurdun.

Ama hayır!... Neler söylüyorum ben?

Dayanamazdın ki sen o sahneleri bizzat görmeye...

Takat getiremezdin ki Ali'nin öylesine namertçe oklanışını seyretmeye...

Tahammül edemezdin ki Hüseyin'inin (a.s) o perişan hâline...

Şimdi bunları duyarken, bir gidip bir gelen şu garip canın, bir daha gelmemecesine giderdi o zaman.

Bugünleri de mi görecektim Leyla?

Hz. Resulullah'ın (s.a.a) atı diyerek bir zamanlar teberrüken boynuma sarılanların oklarıyla can verdi binicim...

Ben de can çekişmekteyim işte onların oklarıyla.

Keşke Ali'yle birlikte ben de can verseydim orada!

Can verseydim de, görmeseydim Ehlibeytin şu perişan hâlini!...

Ölseydim de keşke, görmeseydim şu bir gecede saçlarının nasıl ağardığını...

Yaşlı kadınlar gibi yüzünün kırışlarla dolduğunu...

Belinin büküldüğünü...

Bir "Ali'm!", bir "Hüseyin'im!" diye kendinden geçip yere yığıldığını...

Ah! Kalmasaydım keşke Ali'den sonra!...

Ama...

Neler diyorum ben? Ne gelir elden?

Yüce Allah'ın takdiri böyle yazılmışsa, benim kısa bir süre sağ kalıp da o facianın canlı şahitliğini yapmam takdir olunmuşsa, sabretmekten ve tam bir teslimiyetle bu acıya katlanmaktan başka şey yakışır mı bana?

İmam da Kerbelâ'da aynı şeyi yapmadı mı?

Ah!

Orada olup da İmamı (a.s) görecektin Leyla...

Takdir-i ilâhîye Hüseyince teslimiyetin ne kadar zor olduğunu.

Aliekber'inden sonra yeryüzü üzerinde hâlâ nefes alıyor olmanın insana ne kadar zor geldiğini görecek ve onun inanılmaz sabrına ve takatine bizzat şahit olacaktın.

Ali oklandıktan sonra... Boğazını parçalayıp geçen o ölüm okundan sonra eyerin üzerinde iki büklüm olup da yere düşmemek için boynuma sarılınca...

Dizginler parmaklarından sıyrılıp da kılıcı elinden düşünce...

O sırtlanlar ordusunun vahşice naralarla nasıl saldırıya geçtiğini gören İmam, o küçük tepenin üzerinden doludizgin bize sökün etmiş.

Ama o bize ulaşıncaya kadar sırtlanlar ordusu savunmasız Aliekber'i çoktan paramparça etmişlerdi bile...

Bir anda bir asrın kinini boşaltmışlardı kılıçlarıyla, hançerleriyle, saldırmalarıyla...

Göz açıp kapayıncaya kadar lime lime olmuştu yiğit Ali'nin o vücudu...

Akrepler kusmuşlardı kinlerini acımasızca...

İmam (a.s) ulaştığında, arslan gören sırtlanlar gibi her biri bir tarafa kaçmış, Aliekber'in cansız vücudu yavaşça yere kayıvermişti.

İmam tarifi imkânsız bir acıyla; "Aliekber! Oğlum!" diye haykırmış ve henüz hızını alamayan Zü'lcenah'tan bir sıçrayışta atlayarak bize doğru koşmuştu.

Vücudumdaki oklar ve aldığım kılıç yaralarına rağ-men ben ölmemiştim henüz; ama yarı cansız bir hâlde yere yığılmıştım.

Ve olanlara ilk anda inanmanın şaşkınlığıyla, Ali'nin kanlar içindeki cansız vücuduna sürüyordum yüzümü.

Bir defacık olsun kalkmasını, o gökler dolusu sevgiyle bakan gözlerini son bir kez bana çevirebilmesini görmek için.

Ama nafile...

Yelemden süzülerek gözlerimi dolduran kanları silemiyordum...

O kanlı gözyaşları arasında İmamın (a.s) silvetini seçebildim.

Telaşla diz çöküp Ali'nin başını kollarına aldı.

O sırada Ali'sine nasıl baktığını görecektin Leyla!...

Oğlunun, biricik Ali'sinin lime lime doğrandığını görünce, boynu bükülüverdi İmamın... Gözleri doldu... Ali'nin boynundaki oku çekip çıkardıktan sonra yüzünü sevgiyle onun kanlı yüzüne dayadı.

Hıçkırarak ağlıyordu İmam... "Ali'm!" diyordu, "Koçum! Yiğidim! Nasıl kıydılar sana?"

"Nasıl kıyabildiler Allah'ın Resulü'ne (s.a.a) bunca benzeyen bir insana?!"

"Nasıl mateme boğabildiler deden Resulullah'ı?"

"Nasıl yasa boğabildiler Fatıma Zehra'yı?!"

"Aliyy-i Murtaza'ya ne diyecek şu güruh mahşerde?"

"Ah, oğul! Boynumu bükük bıraktın gidişinle!"

İmam (a.s) gözyaşları içinde Ali'sini kokluyor, öpüyor, onun uzun saçlarını okşuyordu.

Yüzü ve sakalı Ali'nin kanına boyanmıştı.

Doğrulup bir âh çekti.

Dağlar, tuzla buz oldu âdeta nazarımda.

Ve tekrar eğildi lâleler bahçesine inen kumrular gibi. Kanlar içinde lime lime olmuş Ali'sinin vücuduna şefkatle sarıldı, var gücüyle bağrına basıp öptü, öptü... Kokladı, kokladı; elvan elvan şahadet kokuyordu Ali...

Buram buram Resulullah (s.a.a). Elvan elvan Mu-hammed-i Mustafa (s.a.a)...

Ceddiyle görüşüyordu, belli...

İmamı o hâlde görünce, kendi hâlimi büsbütün unuttum. Bütün gücümü ayaklarımda toplayıp, yaralarıma aldırmadan güç belâ doğruldum.

Sarsıla sarsıla gözyaşı döküyordu İmam (a.s): "Ali'm, Ekber'im! Dağlar arslanı yavrum! Senden sonra ben dünyayı neyleyim?! Bekle beni Ali'm! Pek yakında baban da kavuşacak sana!"

Güneş parlıyor muydu hâlâ o sırada, bilmiyorum...

Bildiğim tek şey, güneşin vurulduğuydu.

Fırat akıyor muydu hâlâ, bilmiyorum...

Bildiğim tek şey, utancından bütün suların kuruduğuydu.

Ne Ali babasından ayrılmak istiyordu, ne İmam (a.s) oğlundan.

Ama takdire her ikisi de rıza vermişti ezelden...

Aliekber'in şerha şerha dudakları âdeta şöyle haykırıyordu o sırada; "Vallahi söylediklerin doğru çıktı baba! Dedem Resulullah'la (s.a.a) birlikteyim şimdi! Kevser'den içirdi bana! Ebediyen susuzluğu tatmayacağım ben artık!"

Ali'nin dudakları gülümsüyor gibiydi.

İmam (a.s), Ali'nin pâk naaşından vakarla doğruldu. Dağlarca keder ve hüzün vardı yüreğinde.

Ufka dikilen bakışları soruların en zorunu soruyordu Ali'sine: "Nasıl kıydılar sana Ali'm? Nasıl?! Resulul-lah'ın (s.a.a) nur çehresinin elma yarısı olan o dolunay yüzüne nasıl vurabildiler Ali'm?"

"Annem Fatıma'nın (a.s) ahından korkmadı mı şu zalim kavim? Ceddim Resulullah'ın (s.a.a) gazabından çekinmedi mi şu sefiller güruhu?"

"Kolay mı güneşi vurmak?! Enbiyanın timsaline el kaldırmak?! Âlullah'ı katletmek?!"

"Ebediyen mutsuz olacaklar... Ebediyen huzursuz olacak sana kıyanlar. Ebediyen bereketsiz olacak bu topraklar, huzur yüzü görmeyecek artık bu belde... Kendileri gibi evlâtları da ilelebet huzura hasret kalacak, yüzleri gülmeyecek hiçbirinin..."

İmam (a.s) kollarına almak istediyse de hemencecik bıraktı Ali'nin pâk naaşını.

Paramparça etmişlerdi çünkü.

Bir tarafından tutsa, öbür tarafının azaları kopup düşebilirdi.

Tarifi imkânsız bir kederle doğruldu İmam...

Gözünü ufuklara dikerek bir süre öylece kalakaldı.

Cesedine de acımamış, naaşına da kusmuşlardı kinlerini...

"Şahit ol Ya Rabbi!"

Mahzun bir hâlde çadırlara yöneldi İmam (a.s)...

Ama ben çadırlara fazla yaklaşmaya cesaret edemedim.

Atı binicisinden, binicisini de attan sorarlar...

Bunu biliyorum...

İşte bu yüzden fazla yaklaşamadım çadırlara.

Beni Aliekber'siz gören halası Zeyneb'e ne diyecektim?

Ağabeyi Aliekber'in atının böylesine şerha şerha yaralı, kanlar içinde ve binicisiz olarak düşe kalka geldiğini gören Sakine'nin yüzüne nasıl bakacaktım?

Ya küçük Rukayye?

Ona ne diyecektim?

Giderken nasıl da ağlayarak ön ayaklarıma sarılmış ve "Ukab, n'olur ağabeyimi götürme!" diye yalvarıp durmuştu.

Beni görür görmez o minik adımlarıyla koşacak ve tıpkı giderken yaptığı gibi hemen gelip ön ayaklarıma sarılacaktı, biliyorum.

Hayır, bu hâlimle çadırlara fazla yaklaşamazdım ben.

Ayaklarıma sarılarak; "Ukab! Ağabeyimi getirmedin mi? Ağabeyim nerede, hani?!" diye sorup tatlı diller dökecek olan minik Rukayye'yle Sakine'ye ne diyecektim şimdi?

Biraz ötede durdum, kimseye görünmemeye çalıştım. Bu haberi benim kanlı yelemden, vücudumdaki oklardan anlayacaklarına, varsın İmamın (a.s) ufuklarda takılı kalan o masum ve keder dolu bakışlarından anlasınlardı...

Binicimin şahadet habercisi olamam ben.

Dünyam kararmıştı... Hem... İmam (a.s) varken, bu haberi götürmek bana düşer miydi?

Zaten çadırlara doğru gelirken, göz yaşlarının ıslattığı o mübarek yüzünü yanağıma dayayıp, sarsıla sarsıla ağlamış, kanlı yelemle yanaklarımı okşayarak; "Peki, öyle olsun!" demek istememiş miydi İmam?

Zaten beni bu hâlde görenler, Aliekber'in başına geleni kolaylıkla tahmin edebilecek ve "Atı böyleyse, binicisine kim bilir neler yaptılar?!" diye olduğu yerde yığılıp kalacaklardı.

Ama İmam (a.s) onları yatıştırabilir, biraz da olsa sakinleşmelerini sağlayabilirdi.

Bense, şu hâlimle yaralarına tuz biber olurdum za-ten. Bu nedenle hiç görünmemek en iyisi.

Çok geçmeden, Haşimoğulları gençlerinden birkaçının Ali'nin naaşına doğru geldiğini gördüm.

Ortalarında beli bükülmüş, rengi sararmış, asırların acısını yüklenmişçesine adımları ağırlaşmış yaşlı bir adam vardı. Kabzasında duran kılıcına yaslanarak yürüyordu.

İmamdı bu! Nasıl da çöküvermişti birdenbire Allah'ım?!

Ali'nin lime lime olan naaşını götürebilmek için iki kişi yetmezdi; bunu gören İmam, yanında birkaç kişi getirme gereğini duymuştu.

Haşimoğullarının gençleri bütün yarımadada meşhurdur. Daima vücutları dik, bakışları neşeli ve metindirler. Şimdi boynu bükük, bitkin ve mateme boğulmuş bir hâlde yaklaşan şu gençlerin Haşimoğulla-rından olduğuna kim inanır?

Ali'nin naaşını hep birlikte kaldırabilmek için çok uğraştılar. Parça parça olmuş o mübarek naaşı yek vücut hâlde omuzlarında taşımaları pek güç bir işti doğrusu.

Artık benim burada beklemem için hiçbir sebep yoktu. Ali'nin kanlar içindeki naaşını çadırlara götürüyorlardı işte.

Benden soracakları bütün soruların cevabı Haşim-oğullarının omuzlarında, tekbir ve tehlil (lâ ilâhe illel-lah) sesleri arasında onlara doğru gidiyordu şimdi.

Ben de çadırlara gidebilirdim artık. Bu acı haber, İmamın omuzlarında benden önce ulaşacaktı çünkü.

Zeynep...

Çadırlardan birini şehitlere ayırmışlardı.

Aliekber'in kanlar içindeki lime lime olmuş naaşı-nı, şüheda çadırına götürdüklerinde, kadınlardan birinin telaşla koştuğunu gördüm.

Zeynep'ti... Kerbelâ'nın dişi arslanı...

Kendi oğullarının kara haberinde gözyaşlarını herkesten gizleyen Hz. Zeynep, hüngür hüngür ağlıyor; "Ali'm! Halan kurbanın olsun yiğidim!" diye koşuyordu.

Tahammülü çok zor bir manzaraydı bu.

"Ali'm! Canım yavrum! Oğlum! Nasıl kıydılar sana civanım?!"

Diğerlerinin kendisini engellemesine fırsat vermeden Ali'nin kanlar içindeki naaşına kapandı:

"Aman Allah'ım! Neler getirdiler civanımın başına? Ali'm, nasıl kıydılar sana Ali'm?! Nasıl kopardılar dalından henüz açmayan goncamı? Gençliğinin baharını nasıl hazana çevirebildiler? Nasıl? Ali'm! Oğlum! Bir tanem! Kara gözlerine kurban olduğum! Sensiz ne yaparız biz şimdi yavrum!? Deden Resulullah'a (s.a.a) ne cevap verecek sana kıyanlar?!"

Ah! Zeyneb'in ağıtları dayanılır gibi değildi Leyla!

O, öylesine acıyla; "Oğlum! Yavrum! Ali'm!" diye haykırmasaydı bile, o dövünmesi, o perişan hâli, herkesin onu Ali'nin annesi zannetmesine yeterliydi.

Keşke orada olsaydım, deme Leyla. Sen zaten oradaydın... Zeynep, Leyla'ydı Kerbelâ'da!...

İmamdan (a.s) başka kim girebilirdi ki onunla Ali-ekber'i arasına?

İmam (a.s) yavaşça omuzlarından tutup onu kaldırırken...

Şefkatle bağrına basıp; "Yüce Allah bütün bunlara şahittir bacım, her şeyi görmede O! Sabret! Adalet, bir gün yerini bulacak elbet!" diye gözyaşlarını silip, onu yatıştırmaya çalışırken, Zeyneb'in Ali'ye uzanan çaresiz ellerini görecektin Leyla!

Sicim gibi gözyaşları döküyor, gözlerini bir türlü a-yıramıyordu Ali'sinden...

Ya ben?

Ali ye mi ağlıyordum o sırada, Zeyneb'e mi yoksa?

Bilemiyorum...

İmamın (a.s); "Onları Kerbelâ'ya getirdiğine pişman mı oldu yoksa?" diye düşünmemesi için kendi oğullarının kanlar içindeki naaşı çadırlara getirildiğinde, bir damla dahi gözyaşı dökmeyen ve kendisine başsağlığı vermeye gelen İmama (a.s) şefkatle sarılarak sevgi ve sabır dolu bir sesle; 'Allah seni başımızdan eksik etmesin ağabey! Bunlar ne ki, bin oğlum olsa uğruna feda!' diyerek ağabeyine gülümseyen Zeynep'ti çünkü bu!..

Ali'nin naaşını görünce, beni rahat bırakırlar sanmıştım. Ama bu feci şekilde parçalanmış naaşı fazla seyretmemeleri için İmamın oradaki kadınlarla çocuk-ları çadırdan çıkarması üzerine, ağlayıp figanlar ederek bana doğru koşmaya başlamıştı hepsi de!

En önde de küçük Sakine'yle Rukayye var hem de!

Aman Allah'ım!

Korktuğum başıma gelmişti işte!...

Sırtımdaki boş eyerin hesabını nasıl verecektim ben şimdi Zeyneb'e?..

Rukayye o minik elleriyle ayağıma sarılmıştı bile işte!

Aman Allah'ım!

Kim dayanabilir bunca acıya?

Sırtıma, sağrılarıma ve boynuma saplanan oklar değil; şu masum yavrucakların bakışlarındaki sorular öldürecek beni...

İmam; "Sakin ol yavrum!" dediğinde, Sakine şöyle hıçkırıyordu:

— Mümkün mü baba? Ağabeyimi nasıl o hâle getirdiler?!"

— Sabırlı ol yavrum! Unutma ki hepimiz Allah'tanız ve hepimizin dönüşü sonunda yine O'nadır. Ağabeyin de Rabbine döndü Sakine'm, ağlama yavrum. Senin göreceğin çok felâketler var daha!

Neler söylüyordu İmam?!

Ne demek istiyordu Sakine'ye?!

Aliekber'in şahadetinden daha büyük bir acı olur muydu?

Bundan daha büyük acılar mı vardı yani bizi bekleyen?!

Yeleme sarılan kadınların hıçkırıklarıyla bu düşüncelerden sıyrıldım.

Korktuğum şey başıma gelmişti işte.

Başımı öteye çevirip, başka tarafa bakıyormuş gibi yaptım.

Benim de ağladığımı görmelerini istemiyordum.

Bu sırada adını bilmediğim küçük bir erkek çocuğu gelip, Sakine'nin yanında durdu. Boyu göğsüme ancak varıyordu. Ellerini vücudumdaki kanlara bulayıp elbiselerine sürmeye başladı, bir yandan da sessizce ağlıyordu.

Niçin böyle yaptığını anlayamadım; ama gözyaşla-rımı da engelleyemedim.

Bakışlarına dikkat ettiğimde, gözbebeklerinde kendimi değil; Aliekber'i gördüm. Demek ki bana bakarken Ali'yi görüyordu o, onun paramparça doğranmış kanlar içindeki naaşını, toza toprağa bulanmış yüzünü seyrediyordu bende...

Rukayye...

Büyükleri atlatmak, onları sineye çekmek kolay; ama şu çocuklar... Olmuyor...

Öyle bakıyorlar ki birden...

O masum bakışları, o kahredici gözyaşları, o dayanılmaz boyun büküşleri, "Biz kimsesiz. Ne yapacağız şimdi şu çölün ortasında?" diye diye bağrımı delen o ıslak kirpikleri...

Hele o ufacık boylarına rağmen döktükleri dilleri...

Şu Rukayye meselâ...

Üç dört yaşlarında ya var, ya yok...

Ama öldürse, onun kahrı öldürecek beni...

Nasıl da ağlıyor, nasıl da bükmüş o ince boynunu öyle...

Ayağıma sarılmış, bırakmıyor...

Bir yüzüme, bir ayaklarımdan süzülen kanlara, bir kanlı yeleme bakıp ağlıyor, ağlıyor...

Hele o diller...

Nasıl da dil döküyor öyle...

Dayanmak mümkün değil.

Allah'ım! Tez elden canımı alaydın da duymaz olaydım şu masum yavrucağın sözlerini, onun dilinden dökülen her kelime koca bir mızrak gibi parçalıyor böğrümü:

"Ağabey! Neredesin? Aliekber'imiz hani? Ukab, ağabeyime no'ldu, sen söyle! Neden onu da getirmedin ya? Nerede düşürdün ağabeyimi Ukab?"

"Hani arkadaştık seninle? Peki sevgili abim hani? Nerelerde kaldı, başına neler geldi?"

"Bu kanlar kimin Ukab? Niçin her yanın oklanmış senin? Ağabeyim nerede? Evimizin çiçeği, odamızın çırağı..."

Şu küçücük çocuk nerede öğrendi bunları Allah'ım?

Şu bir gün zarfında o kadar ağıtlar yakıldı ki, ağıt yakıp gözyaşı döken yaslı kadınların yanında, Rukayye on yaş birden büyümüştü sanki...

"Ukab! Ağabeyimin kara kartalı! No'ldu sana böyle? Senin hâlin buysa, ağabeyimin başına neler geldi kim bilir? Eyvah ki, eyvah!"

"Ağabeyi N'olur gel... Gel de havaya at beni, sakalınla boğazımı gıdıkla, omuzlarına al beni, kollarımdan tutup çevir beni, tek elinle havaya atıp yakala beni."

"Ağabey, neredesin? Gel, n'olur!.. Babam sensiz ne yapacak şimdi? Onca düşmanla nasıl baş edecek şimdi? Ukab! Ağabeyim nerede?"

Ah...!

Şunun dilleri öldürecek beni!

Biri gelip şu Rukayye'yi götürmezse, dertten düşüp öleceğim şuracıkta.

Onun o tatlı dilleri, diğer kadınların da yarasını deşiyor, şimdi daha şiddetli ağlıyorlar.

Sakine Rukayye'ye sarılıyor, birlikte ağlaşıyorlar...

Halaları Zeynep gelip her ikisine de sarılıyor...

Gözyaşı... Matem... Yas... Keder... Acı, elem, azap... Ayaklarımın önünde yığılıveriyor üçü de...