0-02   2-25   25-46    46-67    67-106    106-137    137-166

5. Bölüm

İmam ve Me'mum[1]

İmam Hüseyin'le (a.s) Aliekber arasındaki ilişki, basit bir baba oğul ilişkisinden ibaret değildi asla. Bambaşka bir ilişki vardı bu baba-oğul arasında.

Çoğuna göre uzun denilebilecek ömrüm boyunca, hiçbir babayla evlâdı arasında bunca derin bir duygu, sevgi, şefkat, itaat ve bunca yakınlık ve ünsiyet görmedim ben.

O ikisi arasında gördüğüm bu istisna alâkaya, öteden beri hayran olmuşumdur.

Hatta bazen bunun bir baba-oğul ilişkisi değil de, pek maharetli bir bahçıvanla pek nadir bir çiçeğin ilişkisi olduğunu düşünmüşümdür.

İki aşığın ilişkisi...

İki vurgunun, iki tutkunun...

Mumla pervanenin...

Biri diğersiz edemeyen kırk yıllık iki kalender can dostunun...

Evet, kesinlikle basit bir baba-oğul ilişkisi değildi bu.

Yekdiğeri uğruna her an can vermeye hazır iki fedainin...

İmamla me'mumun...

Muradla müridin...

Aşıkla maşukun...

Sevenle sevilenin...

Güneşle gündüzün ilişkisi tıpkı.

İmam Hüseyin'in (a.s) kimi zaman ona bakışını ha-tırlıyorum da... Boyuna, bosuna, yürüyüşüne, davranışlarına, hatta gözkapaklarının hareketlerine bile öylesine tutkunca bakardı ki, yıllardır sevgilisinin özlemiyle tutuşmuş bir aşığın vuslat demi sanırdın...

Ve Aliekber... Hem tutkunun, hem tutulmuşluğun en bâriz timsali.

Kalpten kalbe yol vardır derler; ama onunla İmamın kalbi arasında yol bulamazsın. Mesafe olmayınca, yol mu kalır?

Aşura öncesiydi.

İmam atının üzerinde, bir an gözlerini yumduktan sonra; "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn! Elhamd-u lillahi Rabb-il âlemîn!" diyerek gözlerini açtı.

— Hepimiz Allah'tanız ve sonunda herkesin dönüşü O'na olacaktır. Hamt, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

Bu sırada onun yanı başında, sırtımda oturmuş hâlde duran Aliekber tedirginlikle sordu:

— Babacığım, uğrunuza canım feda! Ne oldu da birdenbire bu ayet-i kerimeyi okuyup, sonra da Allah'a hamdettiniz?

İmam (a.s), sevinçle ışıldayan bakışlarını oğlu Ali-ekber'e dikti ve dedi:

— Eyerin üzerinde bir an uykuya dalıvermişim. Bir atlının bizim ölüm haberimizi getirdiğini gördüm. "Bu kavim gidici! Ölüm onların ardı sıra yürümekte!" diye bağırıyordu. Bunun, şahadet müjdemiz olduğunu anladım!

Ali'n, o kara kirpiklerini aşağı indirdi, bakışlarıyla babasının eline bir buse kondurarak dedi:

— Babacığım! Biz hak üzere değil miyiz?

— Elbette yavrum! Canımı elinde tutan ve bütün dönüşlerin kendisine olduğu Rabbime yemin ederim ki, biz hak yoldayız; hak üzereyiz ve esasen hakkın özü biziz!

— Ölmekten korkmamız için hiçbir sebep yok o zaman!

Baba, oğlunun bu kararlı sözlerine gülümseyiverdi memnuniyetle. Daha da öte hatta; İmamın (a.s) ruhunun gülümsediğini hissettim o sırada.

Zülcenah'ı bana yaklaştırarak elini Ali'nin omzuna koydu ve dedi:

— Allah senden razı olsun Ali'm! Rabbim de bilir ya, ben senden pek razıyım. Yüce Allah, babandan taraf en iyi mükâfatla mükâfatlandırsın seni yavrum!

Ah! Sakin ol Leyla! Yine çizmeyi aştım, biliyorum.

Ama sen böyle ağlayınca, anlatamıyorum işte.

Ne diyordum? Ha evet, baba-oğul ilişkisiydi işte bu! Ama o ikisi arasındaki deryalarca tutkunun bir köşesiydi bu sadece.

Var edilmişler silsilesinin en uç zirvesinde duran ve zirvelerde nazlı nazlı süzülen yavrusunu kıvançla izleyen baba...

Ah! Ağlama Leyla! Ağlayacağın çok şey var daha...

Ben mi? Benim gözyaşlarım elimde değil ki...


Ezan-ı Muhammedî

Mertliğin alnından vurulduğu, ne insanlıktan, ne Müslümanlıktan eser kalmadığı bir zamandı...

Hakikat ve maneviyatın bir pula satıldığı o pusatlarla kaplı çölde Hür b. Yezid-i Riyahi'nin bizim safımıza geçmesi, İslâm'ın hakkaniyetini ispatlayan bir ayet oldu âdeta. Hür, bizimle savaşmak için gelmişti çünkü. Yolumuzu ilk kesen düşman birliklerinin komutanıydı o. Fırat'ın suyunu üzerimize ilk kesen de yine oydu!

Ama Hür, İmamın Allah ve Resulü (s.a.a) nezdin-deki makamını çok iyi biliyor, onun "imam" ve "hidayet çırağı" olduğunu inkar etmiyordu.

Bu yüzdendir ki, daha bizim saflarımıza geçmeden çok önce, bir öğlen namazı vakti İmama (a.s) gelerek; "Namazı sizin imametinizde kılmamıza izin verin." demişti de, kendisi ve askerleri İmamın arkasında eda etmişlerdi namazlarını.

"Peki onlar, henüz abdestlerinin suyu kurumadan nasıl kılıç çektiler İmama?" diye soracağını biliyorum.

Ama bu, benim değil; insanlık tarihinin bile cevaplamaya utandığı, çünkü verecek hiçbir cevap bulamadığı sorudur işte!

İnsanlık tarihinin çok net ve çok kısa bir sergüzeş-tidir Kerbelâ...

Ne diyordum Leyla?

Ah! Evet, Hür; "Namazı sizin imametinizde kılma-mıza izin verin." diye rica edince, İmam (a.s) Aliek-ber'e dönerek; "Ezan oku!" dedi.

Onca müezzin, onca kari ve hafız varken, niçin ille de Aliekber?

Aliekber'in okuyacağı o ezanla İmam (a.s) arasında ne tür bir ilişki vardı sahi?

Aliekber'in okuduğu ezanda nasıl bir duygu arıyordu İmam?

Bunu, düşünceyle bulabilmek ne mümkün!

İmam, Hz. Resulullah'ı (s.a.a) özlemişti o sırada belki de...

Belki de İslâm'ın heybetini görmek istemişti Ali-ekber'in o servi duruşunda.

Ya da Aliekberi'ni karşısındakilere göstermek ve onunla gurur duyduğunu vurgulamak istemişti?

Sevgili dedesi Hz. Resulullah'ın (s.a.a) en bariz nişanesiydi çünkü o.

Belki de şu dünyada duyacağı son ezanı, canından çok sevdiği Aliekber'inin sesiyle dinlemek istemişti, kim bilir?

Aliekber'in yaşlı gözlerini babasına dikerek; "Allah-u Ekber!" diye haykırışında, nice destanlar gizli olduğunu kim bilebilir ki?

O sırada, o ikisinin bakışlarıyla birbirlerine neler söylediklerini kim duyabilir, duysa bile kim anlayabilirdi ki?!

Ama... Leyla!...

Aliekber zırhını giyinip silâhlarını kuşanırken orada olsaydın keşke! Orada olsaydın da görseydin keşke!

Orada olsaydın da görseydin o sahneyi sen de...

İmam (a.s) nasıl da özenle, itinayla hazırlıyordu A-liekber'ini er meydanına... Düğüne hazırlarcasına giydirip kuşandırıyordu civanını...

Aman Allah'ım! Sana bunca özen ve itinayla hazırlanan şu kurbanı, şu naçiz hediyeyi, kabul buyurmaz olur musun hiç?!

"Habibim" dediğin sevgili Resulünün (s.a.a) biricik Hüseyin'i bu... Biricik yavrusunu, canından çok sevdiği Aliekber'ini nasıl da canla başla giydirip kuşandırıyor, bak...

Sana kavuşacak...

Yüce dergâhına kabul buyurmaz mısın ya Rabbi?!

Hüseynî kervan cennet; karşısına dikilen güruhsa, tam cehennem...

Oğul babadan, baba oğuldan neşeli...

İmamın (a.s) yarenleri gitmişti birer birer...

Gelip İmamdan (a.s) cihat izni istemiş, desturu alır almaz inanılmaz bir şevkle er meydanına koşup, yiğitçe çarpışmış ve teker teker şehit düşmüşlerdi.

Ashabından kimse sağ kalmamıştı İmamın şimdi. "Biz yaşadıkça sizin veya Ehlibeytinizin bu kurbangâha gelmesine razı olamayız!" deyip, izin isteyen o yarenler bu aşk meydanında muazzam bir sınav vermiş ve göz kamaştırıcı başarılarla Rablerinin dergâhına kanatlanmışlardı.

İmam (a.s) ile Ehlibeyti'nden başka kimse kalmamıştı şimdi o azgınlar deryasının karşısında.

İmam, zırhını giyinip silâhlarını kuşanmış ve savaş meydanına çıkmaya hazırlanmıştı.

Ama bu sefer de Ehlibeyt ve Haşimoğullarının yiğitleri etrafını sararak yalvarmakta ve; "Biz yaşadıkça tahammül edemeyiz buna, önce bizi gönder!" diye sarılmaktaydılar İmamın kollarına.

Aliekber babasının önünde diz çökmüş, onun sağ elini avuçlarının içine almış, sessiz ama deryalar dolusu anlamlı bakışlarla; "Önce ben" diye yalvarıyordu.

Haklısın Leyla! Ağlama diyemem sana.

Her zaman; "Önce siz!" diye yalvaran Aliekber, şimdi; "Önce ben" diye yalvarmadaydı işte.

İşte o zaman İmamın (a.s) Kerbelâ'yı çoktan kat-etmiş olduğunu anladım.

Çünkü imamdı o, her zaman ve her yerde en önde, en ileride...

Yakınlarının gençleri ellerine sarılıp cihat izni için yalvarırken İmam (a.s), Aliekber'e çevirdi birden bakışlarını...

Kendisinden önce kalbini göndermek istiyordu Sevgili'nin huzuruna, besbelli.

Aliekber de bunu anlamış olacak ki, bakışlarındaki hüzün ansızın dağıldı, neşeyle gülümsedi.


İsmailler Kurbangâhta

İmam (a.s) kendi evinden hediyeler gönderiyordu şimdi...

İsmail'lerini kurbangâha verirken en iyisini seçmek, en iyisinden işe başlamak istemişti belki de.

Belki de; "Henüz kendi oğlum varken, yeğenlerimi gönderemem!" diye düşünmüştü.

"Hüseyin'in (a.s) oğlu varken, Hasan'ın (a.s) oğlu niye? Abbas'ın oğlu, Zeyneb'in oğlu niye?!" denilmez miydi o zaman?

İmam (a.s) kendi ailesinden ilk şehidin, kendi oğlu olmasını istemişti belki de.

Kendi oğlunu şehit vermeyen bir imam, başkalarından, oğullarını şahadete göndermesini bekleyebilir mi sahi? O hüccetti insanlara, yani kesin delil...

Her durumda ve bütün şartlarda en mükemmel davranış örneklerini sergilemek ve insanlara "Nasıl ya-şaması, ne yapması ve nasıl ölmesi gerektiği"ni bizzat kendi fiil ve davranışlarıyla öğretmek için seçilmişti...

Hem...

Aliekber; "Babacığım, senden sonra bir lahza dahi yaşamak istemem ben!" dememiş miydi?

"Babacığım! Sensiz hayatın ne tadı var?! Senden sonra güneş doğmaz olsun!" dememiş miydi?

"Uğruna canım feda! N'olur, destur!" diye yalvarmamış mıydı?

"Fedan olayım!" diyen oydu işte. Evet, ama babasının o sıradaki bakışlarını görmedin ki sen...

Her lahza defalarca feda olmadaydı babası böyle bir oğla...

Oradakiler, Aliekber'in eğilip babasının elini öptüğünü gördüler; ama ben, İmamın (a.s) Aliekber'i tepeden tırnağa bütün varlığıyla buselere boğduğunu gördüm o sırada.

Çadırlarda bulunan Ehlibeyt, Aliekber'in cihat ruhsatı aldığını duyar duymaz onun yanına koşup etrafını sardılar.

Eyvahlar olsun! Ne velveleydi o!

Ah! Keşke orada olsaydın da görseydin o velveleyi Leyla!...

Ama hayır...

İyi ki orada değildin sen.

Yoksa, oğlunu kendi ellerinle o azgın katiller güruhunun ortasına nasıl gönderecektin ki?

Aliekber'ini...

İtinayla büyütüp, özenle yetiştirdiğin; herkesin gıpta ettiği o nadide çiçeğini...

Dünyanın bütün hasenatı onda bir araya gelmişti âdeta... Aliekber'i görünce, dünyada başka çiçek yok sanırdın.

Boy-bos derler ya... Serviyi kıskandıran...

Gerçek anlamda bir erkek güzeli...

Haşimoğullarının Yusuf'u...

Muhammed-i Mustafa'nın (s.a.a) ikinci bir nüshası.

Erdem ve fazilet timsali...

Fazilette, amcası Ebu'l Fazl-il Abbas'la boy ölçüşür.

Genç Aliekber... Civan mı civan, mert mi mert, yiğit mi yiğit. Hayran olmamak elde değil gerçekten...

Ah! O vedalaşma sırasında iyi ki yoktun Leyla!

Güneşi, batacağı ufkun kızıllığına doğru yolcu etmek ne kadar da zor gerçekten.

Kimse ayrılmak istemiyordu ondan.

Bırakmak istemiyorlardı dedeleri Hz. Resulullah'a (s.a.a) onca benzeyen güzeller güzeli, yiğitler yiğidi, civanlar civanı Aliekberlerini...

Küçük Sakine koşarak gelip, ağabeyinin beline do-ladı minik kollarını.

Rukayye, ağabeyinin çizmelerini silip parlatıyordu özene bezene...

Amcası Abbas... Ebu'l Fazl-il Abbas... Gururla okşuyordu ağabeyi Hüseyin'in gözbebeği Aliekber'inin saçlarını... Sürekli okşuyor, övüp duruyordu yeğenini.

Çocuklar gibi sevinçliydi nedense. Bakışları, yeğeniyle ne kadar gurur duyduğunu anlatmaya yetiyordu zaten.

Aliekber o sırada; "Amca, benim için öl." dese, E-bu'l Fazl-il Abbas hemen oracıkta ölürdü Leyla, biliyor musun?...

Ne kadar övünsen azdır Aliekber'inle.

Yine mi ağlıyorsun Leyla?

Orada olmaman çok iyi oldu!

Abbas'la Aliekber'in vedalaşmasına hangi yürek dayanır ki, ana yüreği de dayanabilsin?

Zeynep mi? Evet, o da oradaydı...

Onu hatırlatınca, beni de ağlattın işte.

Kerbelâ'da olsaydın, ne yapacaktın sahi?

Evet, sen Kerbelâ'da olup da ne yapacaktın ki?

Aliekber'ine analık mı edecektin?

Onu cepheye uğurlarken, ağlamayacak mıydın?

Ah-u figanlar edip, yumrukla göğsünü dövmeyecek miydin?

"Ali'm! Anan kurban o servi boyuna! Nereye gidiyorsun Ali'm?!" diye haykırmak istemeyecek miydin?

Evlâdını bağrına basıp, gözyaşlarınla onun zırhını ıslatmayacak mıydın?

"Senden sonra dünyam kara benim!" diye boynunu büküp ağlamayacak mıydın?

Zeynep de aynısını yaptı işte!

Orada olmadığına hayıflanma Leyla! Senin yapaca-ğın her şeyi Zeynep yaptı işte!

Evlâdına gözyaşı döken bütün anaların gözyaşlarına yemin ederim ki, sen orada olsaydın bile, yine de herkes Zeyneb'i onun annesi zannedecekti.

Zeynep...

Büyük kadın...

Sevgi, şefkat, cesaret ve yiğitlik timsali.

Ne de güzel koymuş onun ismini koyan.

"Zeyn" (Arapça'da) "süs", "ziynet" demek; "eb" de baba. "Zeyneb" babasının süsü, ziyneti demek yani...

Allah'ın Arslanı Hz. Ali'yy-ül Murtaza'nın (a.s) süsü Zeyneb...

Annesi Sıddıka-i Kübrâ'nın...

Hakkında, Kevser Suresi ve Ebrâr Ayetleri inen ör-nek İslâm kadını Hz. Fatıma Zehra'nın (a.s) "Süs"ü...


Faziletler Babası

Ah!

Zeynep gibisi var mı dünyada?

Ağabeyi Hüseyin'in (a.s) dayanağı.

Yeğeni Aliekber'in görkemli halası.

"Erdemler Babası" Abbas'ın medar-ı iftiharı.

Vefakâr kız kardeşi...

İmamına sadık fedâi!...

Kerbelâ'da Avn ile Muhammed'i gören, bilhassa onların o yiğitçe çarpışmalarından sonra nasıl şehit düştüğüne şahit olanlar; "Bu genç delikanlıların annesi yok mu? Hüseyin'in (a.s) bu iki yeğeninin annesi yok mu?" diye soruyorlardı.

"Yere düşen her şehit için ağıtlar yakıp, başucuna koşan bir kadın vardı. Bu iki gencin başucuna niçin hiçbir kadın gelmedi? Niçin onlara ağıt yakan bir ana çıkmadı? Anneleri vardıysa, neden ah-u figan etmedi, karalar giyinip; 'Yavrularım!' diye bağrına vurmadı, saçlarına el atıp başına toprak savurmadı?!" diyordu düşmanlar.

Şaşırmakta haklıydılar tabi.

Onlar şehit olup da kanlar içinde yere yığılınca, dayılarından, yani İmam Hüseyin'den (a.s) başka koşan olmamıştı başuçlarına...

Hâlbuki Zeynep orada, çadırının önünde bekliyordu. Ağabeyi Hüseyin'di (a.s) onun ve İmamı...

İmamına, sevgili ağabeyi Hüseyin'e (a.s) minnet addedilir diye, zerrece tepki göstermemişti oğullarını şehit verirken...

Ama Aliekber'e öyle bir sarılmıştı ki o... Orada olup da görecektin Leyla! Ancak İmam (a.s) ayırabilirdi onu Ali'sinden...

Kendi oğulları birer birer gözlerinin önünde lime edilirken, kılı dahi kıpırdamayan ve o sırada duygusunu bastırmayı becerebilen Zeynep, Aliekber'i meydana uğurlarken takatini yitirmiş, bir ağabeyine, bir Ali'sine baka baka ağlamış, ağlamıştı.

Onu ancak İmam (a.s) ayırabilirdi Aliekber'den.

Çadırlardaki kadınlarla çocuklar ah-u figan ettikleri ya da korkutucu bir hadiseyle karşılaştıkları zaman, İmam (a.s) Aliekber'i gönderir ve o da onlara teselli vererek sakinleşmelerini sağlardı.

Ve şimdi teselli ve sükunu uğurlamadaydılar aralarından...

Dehşete kapılan çocuklarla kadınları yatıştırması i-çin kim vardı gönderilecek şimdi?

Kim teselli verecekti ah-u figan edenlere?

Kim sakinleştirecekti şimdi ah-u zâr eden anaları, dövünen bacıları, ürken çocukları?...

Ve dahası...

Evlât dağı gören herkese Aliekber'ini gönderip teselli veren İmam Hüsyin'e (a.s), kim teselli verecekti şimdi?

Ağla Leyla, ağla...

Yoksa yüreğin patlayacak, biliyorum...

Zeynep'le diğer Ehlibeyt kadınları, Aliekber'in savaş meydanına gitmesini önlemeye ve onu vazgeçirmeye çalışıyorlardı.

Biri kemerinden asılmış, biri koluna yapışmıştı; biri zırhından tutmuş, biri (Sakine) ayağına sarılmıştı...

Ve Zeynep kolunu Aliekber'in boynuna dolamış, yeğenine sıkıca sarılmış; "Nereye gidiyorsun servi boy-lum? Ay endamlım, güneş yüzlüm, ey dedem Resulul-lah'ın (s.a.a) eşsiz emaneti, ey ağabeyim Hüseyin'in gözünün nuru, gönlünün sevinci, ey Haşimoğullarının güneşi!" diye gözyaşları içinde diller döküyordu.

Eline, omzuna, boynuna, beline, kollarına, hatta ayaklarına sarılmış olan bunca kalbi, bunca duyguyu, bunca vefa ve sevgiyi nasıl silkelesindi Aliekber şimdi?

Onca kalbin, onca gönlün, onca buruk yürek ve bükük boynun ağırlığını hangi pehlivan taşıyabilirdi ki?

İşte bu yüzden İmam (a.s) yetişiverdi Ali'nin imdadına:

— Bırakın onu azizlerim! Bırakın Aliekber'i yarenler! O, Rabbi'yle buluşmaya gidiyor, görmüyor musunuz? Ahdine vefa etmeye, alnı açık, yüzü ak olarak Yüce yaratıcısının dergâhına varmaya hazırlanıyor...! Rabbinin aşkında eriyip, fani olmuş pek değerli bir kuldur o! Onu şimdiden Rabbi uğruna, O'nun aşkı yolunda ölmüş bilin! Allah yolunda kılıçların saldırısına uğramış, mızraklara hedef olmuş, lime lime kanlar içinde toprağa serilmiş olarak görün şimdiden Ali'yi! Şimdiye kadar bütün sınavlarından yüzünün akıyla çıktı o. Bu sınavını da aynı izzet, onur ve şerefle vermesini ve bu zor sınavdan da yüzü ak çıkmasını istemez misiniz onun?

Ah Leyla! İmamın (a.s) bu sırada Zeyneb'e sarılarak şefkatle söylediği o cümleyi duyup da yanıp yakılmamak elde mi?

— Zeynep! Bacım... Zeyneb'im benim! Ali'mizin yöneldiği şu kurbangâhı Hz. İsmail (a.s) bile gıptayla seyretmiyor mudur şimdi? Sevgili dedemiz Hz. Resu-lullah'la (s.a.a) buluşmaya giden Ali'mizi ağlayarak mı uğurluyorsun?

Ben mi? Nasıl ağlamam şimdi Leyla; çünkü o sırada...

Evet, kardeşi Zeyneb'i yatıştırabilmek için bunları söylediği sırada İmam da ağlıyordu çünkü.

Ama sessiz ve metin...

Diğerlerine göstermemeye çalıştığı o mazlum gözyaşlarıyla...

Hz. Peygamber (s.a.a) de küçük İbrahim'ini kaybettiğinde ağlamadı mı?

Ağlamamak elde mi?

"Ağlamayan yürekte merhamet olmaz!" diye buyurmadı mı Efendimiz (s.a.a), ağladığı için kendisini kınayan taş yürekli gaddar cahiliye geleneği taraftarlarına?


Melekler Ağlıyor

Kaldı ki... Melekler de ağlıyordu o sırada.

Göklere saf saf dizilen meleklerin ağladığını gördüm ben.

İmamın (a.s) son cümlesi üzerine kollar gevşedi, Ali'ye sarılan yürekler acıyla dağlandı, eller gevşedi. Zeyneb'in ister istemez Ali'yi bırakıp; "Ağabey!" diye haykırarak İmama sarılması, ortalığı matem yerine çe-virdi.

Gözyaşları...

Dövünmeler...

Yere kapanıp güçsüz yumruklarla toprağın bağrına bağrına vurmalar...

Ben giderim yâne yâne.

Aşk boyadı beni kane...

Ama, ya İmam?

Aliekber'e özenle zırhını giydirip itinayla ona silâhlarını kuşandırırken, onu can-u gönülden kendi elleriyle hazırlayıp uğurlarken, İmam da büsbütün vazgeçebilmiş miydi Ekber'inden, Ali'sinden?

O zaman, sevgili dedesi Hz. Resulullah'tan (s.a.a) yadigâr kalan "Edîm" kemerini Aliekber'in beline bağlayıp da tokasını sıkarken, kendi beli neden bükülüvermişti İmamın?

Ali'ye çelik tolgasını giydirir, onun o kara saçlarıy-la gür sakalını itinayla düzeltirken, İmamın (a.s) kendi saçı-sakalı neden perişandı öyle?

Neden ağarıvermişti bir anda öylesine saçları?!

Çifte su verilmiş ağır Mısır kılıcını oğlunun beline takarken, neden kendi beli bükülmüş gibi geldi bana?!

Aliekber'in binmesi için yularımdan tuttuğu ve elini de babasının omzuna koyarak üzengiden eyere sıçradığında, İmamın (a.s) ne kadar şefkat dolduğunu ve dizleri bir lahza olsun titrememesine rağmen bakışlarıyla biricik Ali'sini nasıl öpüp kokladığını, fark et-mediğimi mi sanıyorsun?

Bu nasıl bir "baba-oğul" ilişkisiydi ya Rabbi? Birbirlerinden güç alıyor, birinin bakışlarıyla diğerine enerji aktarılıyordu.

Bu ikisinde iki değil, bir tek yürek olsa gerek.

Bakışlarıyla konuşuyor, bakışlarıyla anlaşabiliyor, bakışlarıyla vedalaşıyorlardı.

Eyere oturmadan önce babası; "Şöyle biraz yürü de seyredeyim seni." demişti Aliekber'e.

Sevgili dedesi, fahr-i kâinat Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) yürüyüşünü artık hiç göremeyeceğini biliyordu çünkü İmam (a.s)...


Ayın On Dördü Gibi

Aliekber meydana doğru yürümeye başladı.

Dolunay mı desem, servi mi desem, yıldızların gökyüzünde kaynaması mı desem? Bilemiyorum...

Bu sırada İmamın gözlerinin dolduğunu gördüm, sağ avcunu havaya doğru tutarak münacata başladı:

— Şahit ol ya Rabbi! Kulların arasında suretiyle, siretiyle; fiziğiyle, ahlâk ve davranışlarıyla, hatta konuşması ve yürüyüşüyle sevgili Peygamberine en çok benzeyen şu gençtir işte... Sen de bilirsin ki biz Ehlibeyt, ne zaman sevgili dedemiz Hz. Resulullah'ı (s.a.a) özleyecek olsak, onun firakıyla yanıp tutuşan yüreğimize ne zaman bir nebzecik su serpmek istesek, Aliekber'e bakar, onu seyreder, onunla konuşurduk. Şimdi bu genç sana geliyor işte... Şu zalim kavmin kılıçlarıyla ve susuz olarak...

No'ldu sana Leyla? Niye fenalaştın birden öyle?

Hata bende... Bu kadar anlatmamalıydım sana... Bunca yüklenmemeliydim dünyalar dolusu gam ve ke-der yüklenen o zayıf yüreciğine. Ama ne gelir elden?

Onu ne kadar çok sevdiğimi sen de biliyorsun.

Gündüzün ortasında ansızın karanlık çöker de gece oluverirse, hiç susmam artık!

Asıl şaşılacak şey, güneş vurulduğu ve yıldızlar teker teker oklanıp yere düştüğü hâlde, hâlâ gündüzlerin "gündüz" diye biliniyor olması...




[1]- Me'mum: İmama uyan