0-02   2-25   25-46    46-67    67-106    106-137    137-166

6. Bölüm

Kerbelâ Çadırlarında...

Ve şimdi çadırlardan çok uzaktaydık...

O azgınlar güruhunun tam karşısında...

Ve en acı olanı, biraz ötede Fırat'ın gürül gürül akması...

Ve şu ümmetin Peygamberinin (s.a.a) en aziz evlâdının susuzluktan dudaklarının çatlamış olması...

Ben de susuzum...

Susuzluktan kavruluyor içim dışım...

Çölün ne demek olduğunu bilirsin.

Her saat başı birkaç yudum su içmeden dayanabilmek mümkün mü?!

Ve biz, günlerdir susuzuz...

Dile kolay; günlerdir...

Kurda, kuşa esirgenmeyen Allah'ın nehri, Allah Resulü'nün Ehlibeyti'nden esirgeniyor burada.

Kertenkeleler bile serbestçe sahile yanaşıp içebiliyor Fırat'ın suyundan...

Ama aynı su bize yasak...

İnanılır gibi değil, biliyorum; ama bu dehşetengiz cinayeti işleyenlerin çoğunun "sahabe" ve "tâbiîn" adıyla anılmakta olduğunu bilmek, daha fazla kahrediyor beni.

Bizi susuzluktan daha çok yakıp kavuran şey bu gerçekti işte...

Aman Allah'ım...

Yarın Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) yüzüne nasıl bakacak şu ümmet?

Ve bu büyük faciayı oturup seyredenler nasıl; "Şe-faat ya Resulallah!" diyebilecekler mahşerde?!

Yeryüzü durdukça, bu inanılmaz zulmü kınamayan ve bu olayın katilleriyle müsebbiplerini her gün lânetlemeden yastığa rahatça baş koyabilenler, Hakk'ın huzuruna vardıklarında ne yapacaklar?!

Rahman'ın sevgili Resulü'nün (s.a.a) en azizlerine reva görülen şu katliamı; "Geçmişte vuku bulmuş bir hataydı, oldu-bitti." diyerek tanımlayan ve; "O kavmin her ikisinin de sevabı ve günahları kendilerine aittir, biz onlar hakkında fikir belirtemeyiz." diyerek işin içinden kazasız-belâsız sıyrılmayı yeğleyenler, dünya ve ahiretin kaza ve belalarına yakalanıp da "ya Allah" dedikleri ve yeri geldiğinde, "ya Resulallah!"... diye ya-kardıkları zaman arşın meleklerinden ne cevap alacaklar acaba?

Her kavmin, peygamberinden sonra saptığını duy-muştum; ama bu kadar erken olabileceğini hiç mi hiç düşünmemiştim.

"Andolsun zamana ki, insanoğlu zarardadır..."[1]

O koca Kerbelâ'da, benle Aliekber'in yapayalnızdık şimdi...

Karşımızdakiler mi?

Onlar bizden değildi ki, düşmandı bize...

Bizi öldürmeye, Yezid'in rızasını kazanabilmek için Allah'ı, Kitab'ı ve Sünnet'i çiğnemeye gelmişlerdi buraya...

Bu tarafta sadece benle Ali'yiz şimdi. Safımız bundan ibaret.

Karşımızdaki saflardaysa göz alabildiğine düşman. Otuz binden fazla...

Tepeden tırnağa silâhlı, gözünü kan bürümüş azgın güruh ordusu...

Resulullah'ın (s.a.a) halifesi (!) nin askerleri! Resu-lullah'ın (s.a.a) ailesinin bütün erkeklerini kılıçtan geçirme emri almışlar halife (!) den!...

Göz alabildiğine atlı, süvari; göz alabildiğine mızrak ve kılıçtan seli... Birazdan üzerimize yığılacaklar...

Askerleri saymak mümkün değil; ama ben hayatımda bunca atı bile bir arada görmedim.

Çeliğin güneşte nasıl parladığını, gözleri kör eden onca çelik silâhın yankısıyla karşılaşınca anladım.

Kamaşmaktan da öte, kör edici bir parlayış...

Vahşi naralarıyla bizi korkutmaya çalışıyorlar.

Ama nafile...

Şahadete azmettikten sonra ha bir kişiyle savaşmışsın, ha bin kişiyle, ne fark eder?!

Bir de olsa, bin de olsa, şu kılıçların getireceği şey sadece "ölüm" değil mi?

Alabilecekleri tek şey "bir can" değil mi?

Dahası, Rabbinin rızasına koşan ve bir an önce ceddi Resulullah'la (s.a.a) buluşabilmek için can atan Aliekber'in aradığı da bu değil mi zaten?

Onun, gözlerini kırpmadan ve inanılmaz bir soğukkanlılıkla o güruha yaklaştığı lahzaları hiç unutmam. Tam karşılarına gelince, durmuş ve gözlerini bir an dahi onlardan ayırmaksızın hafif bir mahmuzla meydanı dolaşmamı istemişti.

Dünyanın bütün atlarının gücü bende toplanmıştı sanki. Ben bir iki şahlanıştan sonra meydanı süratle dolaşırken, o recez (meydan) okumaya başladı.

Recez, ama ne recez!..


Resulullah'a En Çok Benzeyen İnsan

Hz. Resulullah'ı (s.a.a) karşımda sandım birden...

Hayber kahramanı, Allah'ın Arslanı Hz. Ali (a.s) idi bu recezi okuyan sanki!

Damarlarında onların kanı vardı işte!

O, salabet, ceberut ve celâliyle düşman ordusunun yüreğine korku düşürmüştü.

"Hey! Siz! Bir avuç insanın önüne binlerce askerle çıkan ödlekler ordusu!" diye haykırmak istiyordum ki, Aliekber'in gür sesiyle irkildim:

"Ben Aliekberim! Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin'in, Ali'siyim ben! Allah'a yemin ederim ki, Peygamberin velâyetinin sancaktarları biziz!"

"Allah'a yemin ederim ki, o şerefsiz düşman (Ye-zid) hükmedemeyecektir bize! Sizi değil, şu çölün kumları sayısınca üzerimize ordu salsa, diz çökertemez hiçbirimize!"

"Allah Resulü'nün Ehlibeyti'yiz biz! Ya Allah yolunda şerefle yaşar, ya Allah yolunda şerefle can veririz! Babam, İmamdır benim! Allah'a yemin ederim ki, son nefesime kadar onu sizin karşınızda şu kılıcımla savunur ve kıyasıya çarpışırım sizinle!"

Doğrusunu istersen; onun bu meydan okuyuşu, benim de cesaret ve gücümü kat kat artırmış, düşman saflarındaysa bir kasırga etkisi yaratmıştı. O korkaklar ordusunun tavşan yüreklerinin sesini duyar gibiydim!

Ah, Aliekber'le olduktan sonra bütün dünyayla savaşmaya hazırdım ben!

Bu sırada Aliekber'in; "Nereye dönersen dön, Allah'ı karşında bulursun." dediğini duydum.

Aliekber, kahramanca meydan okuyor ve kendisiy-le savaşacak er istiyordu; ama düşman ordusundan bir tek kişi bile onun karşısına dikilme cüreti gösterememişti henüz.

Sa'd oğlu Ömer hangi komutana gitse, adam bir bahane öne sürerek Ali'nin karşısına çıkmaktan kaçınıyordu. Yezid ordusundaki onca serseri, ayyaş ve gaddar katillere rağmen Ali'nin karşısına çıkarabilecek bir tek adam bulamamıştı Sa'd oğlu.

Bu arada, Tarık b. Tubeyt'e ilişti gözü.

Tarık, o bölgenin en tehlikeli kabadayılarından biriydi. "Tarıkta yürek var; ama kafa yerine kuş beyni bile bulamazsın." denilirdi onun için.

Sa'd oğlu, Tarık'a yanaşıp askerlerin önünde; "Şu delikanlının işini bitirebilirsen, Musul Valiliğine atanmanı sağlarım." dedi.

Tarık neye uğradığını şaşırmıştı. Musul Valiliği de-ğil, bir köye muhtar olmaya bile razıydı o. Ama Sa'd oğlu Ömer'in lakayt bir tavırla "şu delikanlı" diye bahsettiği genç, Aliekber'di. Onun ne yaman bir savaşçı olduğunu anlamak için babasının Hüseyin (a.s), dedesinin de Allah'ın Arslanı Ali (a.s) olduğunu hatırlatmak yeterliydi.

Tarık o güne kadar birçok kabadayıyı haklamıştı; ama bu kez durum çok farklıydı, Haşimoğullarının meşhur Aliekber'i vardı karşısında. Ömer'in bu emrivakisini nasıl reddedecekti şimdi...

Bir süre bakışlarını Ömer'in gözlerinin içine dikip öylece baktı, aradığı bahaneyi bulmuştu:

— Sen sözünü tutmazsın Ömer, bilirim seni! Re-sulullah'a en çok benzeyen insan olan şu genç savaşçının önüne sürüp kanıma girecek, Musul Valiliği falan da vermeyeceksin, biliyorum!

Bu bir nevi pazarlıktı. Ömer fırsatı kaçırmayarak elini kaldırıp, askerlerin önünde yüksek sesle bağırdı:

— Söz veriyorum! Hey! Hepiniz şahit olun, şeref sözü veriyorum!

Tarık bu vartayı nasıl atlatacağını düşünürken, ya-nındaki samimi arkadaşı kulağına bir şeyler fısıldadı. Tarık Ömer'e dönüp alaycı bir sırıtışla:

— İstemez! Doğru söylüyorsan, Rey'le birlikte Musul'u da kendin için ayarla!

Ve ardından bir kahkaha patlattı:

— Ama, sıkıysa tabi! Hah! ha!

Ömer, Tarık'ın zaafını yakalamak için elinden geleni yapıyordu, küçümseyici bir bakış fırlatarak, tahrik etmeye başladı onu:

— Ne o? Korkuyor musun yoksa?

— Benim korkmadığımı bilirsin! Hem, daha önce de söylemiştim sana, bu kervandakiler arasında ikisiyle savaşmayacağım diye. Biri Ali oğlu Abbas, biri de bir saattir meydanda hasım bekleyen şu Hüseyin oğlu Ali!

Tarık'ın adamları onu tasdiklercesine başlarını Sal-layıp homurdandılar.

İşler sarpa sarıyordu. Tarık'ı razı edemezse, Aliek-ber'in karşısına çıkaracak savaşçı bulamayacaktı. Bu nedenle sesine âmirâne bir ton vermeye çalıştı:

— O hâlde, Müslümanların halifesi ve müminlerin emiri adına şu meydana çıkmanı emrediyorum sana!

Tarık ise, kahkahasıyla ortalığı çınlattı:

— Neler söylediğinin farkında mısın sen? Ne halifesi, ne emiri be adam?! Eğer Yezid gerçekten halifeyse, Hz. Peygamberin Ehlibeyti'ni niye öldürüyoruz burada? Müminlerin emiri ha? Hah! ha! Biz buraya müminleri öldürmeye gelmedik mi Ömer? Yezid'e bu makam ve mansapları biz verdik be adam! Şimdi sen kalkmış bana da mı "halife"den bahsediyorsun? Halifeymiş! Hadi oradan sen de!

— Bu sözlerinle kendi durumunu zorlaştırıyorsun Tarık. Emir emirdir, karşı gelme!

— Benim kimseden emir almayacağımı bilirsin! Ben buraya emir değil, sarı altınlar almaya geldim!

— Rica ediyorum Tarık... Şu delikanlı, ordunun moralini sıfırlıyor, baksana... Lütfen bir şeyler yap...

— Ha, şöyle! Ama verdiğin sözü tutacağından emin değilim yine de!

Sa'd oğlu Ömer alelacele parmağındaki mühürlü yüzüğü çıkarıp, hışımla Tarık'ın eline tutuşturdu:

— Al, bu da garantisi! Daha ne istiyorsun? Hadi, bitir işini şu delikanlının artık!

Onlar böyle tartışıp dururlarken biz meydanda, kızgın güneşin altında süratle dolaşıp duruyor, karşımıza çıkacak bir hasım bekliyorduk.


Aliyy-ül Murtaza Oğlunun Hamaseti

Binicim de benim gibi kan ter içinde kalmıştı. İkimiz de susuzluktan telef olmak üzereydik.

Aliekber bütün bir orduya meydan okumaktan yorulmuş, ama karşımıza hâlâ bir tek kişi dahi çıkamamıştı.

İşte bu sırada ansızın bir atlının dört nala bize doğru yaklaştığını gördüm.

Ok yaydan fırlarcasına düşman ordusunun içinden sökün edivermişti birden bire.

İriyarı binicisini tanımakta gecikmedim... Tarık'tı bu. Uzun mızrağının yarı ortasını sağ koltuğunun altında tutmuş, süratle bize doğru geliyordu.

Bizi gafil avlamak istediği belliydi.

Aliekber bu sırada durmuş, ona bakıyordu.

Kıpırdayacak mecalimiz yoktu, bu işler an meselesiydi çünkü.

Aliekber'in bir taş sessizliğiyle öylece kaya gibi dimdik eyerde oturduğunu görünce, gafil avlandığımızı hissettim.

Hiç kıpırdamıyordu. Gafil avlanmıştı galiba.

Bari ben bir şeyler yapıp, onu bir ani saldırıdan kurtarayım dedim; ama çok geçti artık.

Tarık, yıldırım hızıyla hemen yanı başımızdan geç-mişti bile!

Tek hatırlayabildiğim şey, binicimin hafifçe sağa kaykılıp, sonra yine önceki pozisyonuna dönmesi oldu.

Yine hiç kıpırdamadan öylece duruyordu.

Aman Allah'ım! Yoksa?!

Ani bir hareketle başımı sağ tarafa çevirerek, ok gibi uzaklaşmakta olan Tarık'a baktım.

Oh!

Aliekber'in mızrağı, göğsünden girip sırtından çık-mıştı.

"Ölmeye bile fırsat bulamadı!" derler ya, tıpkı öyle... Bir göz açıp kapayıncaya kadar olup bitmişti bütün bunlar!

Tarık, hızla uzaklaşan atının üzerinde dimdik duruyordu.

Derken, iki büklüm oldu. Sonra da gevşeyen parmaklarından yuların kaymasıyla birlikte o, hızla bir külçe gibi yere düşüp metrelerce yuvarlandı.

Her şey çok ani olmuş, o meşhur Tarık göz açıp kapayıncaya kadar kanlar içinde cansız, yere seriliver-mişti işte!

Düşman ordusu, kitle hâlinde donup kalmıştı âdeta.

Koca Kerbelâ'da gürül gürül akan Fırat'ın coşkun sesinden başka hiçbir ses duyulmuyordu.

Vahşice naralar atan şu binlerce kişilik ordu, hepten dilini yutmuştu sanki.

Ali'nin hafif bir mahmuz işaretiyle yerimden oynadım, yavaş yavaş sağ cenaha doğru ilerlemeye başladık.

Bu sırada ötede, uzakta, İmamın (a.s) bize baktığını gördüm. Zülcenah'la küçük bir tepenin üzerinde durmuş, bir kaya misali oturduğu eyerden vakarla bizi izliyordu.

Tarık'ın kısa bir çarpışmaya bile fırsat bulamadan böylesine ağır bir yenilgiyle ve gözü açık gitmesi, oğlunu kahretmiş, çılgına çevirmişti. Gözlerini kan bürüyen delikanlı, öfke içinde bize doğru at koşturuyordu.

Elinde uzunca bir kılıç vardı.

Babası gibi hantal, insan azmanı denilecek kadar iri yarıydı.

Ama, arslana koşan tavşana benzettim o sırada onu nedense...

Babası gibi o da bizi gafil avlamak istemiş ve aniden üzerimize saldırmıştı.

Aliekber yine öylece dimdik duruyordu eyerin üzerinde.

Zerrece korku duymaksızın, bir kaya gibi güçlü, kendinden emin, sakin ve sessiz...

Her şey bir çırpıda olup bitmişti.

Tarık'ın oğlunun atı ok gibi tam yanı başımdan geçerken, ayaklarımın önüne bir kelle düşüverdi!

Tarık'ın oğlunun kellesiydi.

Hâlâ şaşkınlıkla bana bakıyordu.

Bu ne süratti öyle?! Ali'nin ne zaman kılıcını kaldırdığını ben bile görmedim.

Başsız gövde, atın üzerinde gidiyordu hâlâ...

Çok geçmeden o da yere yuvarlanmış, sahibinin başını göremeyen zavallı at ürkerek bir iki adım gerilemişti.

Nedendir bilmem, kimse gelip de bu baba oğlun cesedini götürmeye cüret edemedi.

Aliekber'in sürati, cesareti ve mahareti herkesi şaşkına çevirmişti.

Böyle şeyler ancak masallarda olur, efsanelerde anlatılırdı.

Ama Kerbelâ gerçek bir efsaneye tanık oluyordu şimdi işte.

Damarlarında Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ve Haydar-ı Kerrar Aliyy-i Murtaza'yla (a.s) Sıddıka-i Kübra Zehra-ı Ethar Hz. Fatıma'nın (a.s) kanını ve canını taşıyan Ali-ekber'le bizi uzaktan vakarla seyreden İmam (a.s) için-se, tamamen doğal ve basit vakıalardı bunlar.

Aliekber'in şimşeği andıran kılıcıyla cehenneme yuvarlanan üçüncü kişi, Tarık'ın 2. oğlu Talha oldu.

Onu, Mısra b. Galip izledi.[2]

Her ikisi de, tıpkı öncekiler gibi göz açıp kapayıncaya kadar kanlar içinde toprağa serilivermişti!

Ama şu Mısra b. Galib'in çehresi pek aşina gelmişti bana... Fırsat olsa, onu daha önce nerede gördüğümü soracaktım atından, ama bunu hiçbir zaman soramayacağım ondan artık. Çünkü Aliekber'in kılıcı bu kez çok daha farklı ve ilginç bir destan yaratmış, binicisiyle birlikte atını da ikiye biçmişti!

Bu inanılmaz darbe karşısında, düşman ordusundan yükselen hayret dolu sesleri hiç unutmam.

Bu olayı görünce, düşman saflarının en önünde duran birçok kişi hemen o sırada atının başını çevirip süratle Kerbelâ'yı terk etmiş, Sa'd oğlu Ömer'in muhafızları bu askerlerin bir kısmını zorla geri çevirmişlerdi.

Doğrusu ben bile şimdiye değin Hz. Ali'den (a.s) başka, binicisiyle atını bir anda ikiye biçen böyle bir darbe görmüş değildim.

Bu nedenledir ki, Mısra'nın gözlerinin fal taşı gibi açılması gayet doğaldı. Bu darbeden birkaç saniye sonra bile Mısra'nın, vücudunun ikiye ayrıldığına ve vücudunun ortasından rüzgarın geçeceğine kendisinin bile inanmadığını biliyorum.

Düşman ordusu dehşete kapılmıştı. O büyük ordudan çıt çıkmıyordu şimdi.


Resulullah'ın Evlâtları Böyledir...

Aliekber'in teker teker ve kolayca devirdiği bu adamlar, alelâde kimseler değildi çünkü.

Her biri tanınmış bir kabadayı, meşhur birer savaşçıydı.

Ama düşmanı dehşete düşüren şey, öldürülenlerin kimliği ve sayısı değildi sadece.

Çok kısa sürede yenilmeleri ve "öldürülüş şekilleri" de başlı başına korku ve dehşet sebebi olmuştu şimdi.

Karşımıza çıkanların hiçbiri savaşacak mecal dahi bulamamıştı çünkü.

Bu da, karşılarındaki bu genç kahramanın gerçek anlamda bir "savaş teknikleri ustası" olduğunu ve bu işi gerçek uzmanlardan öğrendiğini ortaya koyuyordu.

Binicisiyle birlikte ikiye ayrılan at, onun aynı zamanda çok acı bir kuvvete de sahip olduğunu göstermişti.

O kadar alçakgönüllü ve sade görünüşlü olması beni de yanıltmış, onun savaş meydanında böyle harikalar yaratabileceğini hiç düşünmemiştim.

Ağla Leyla, ikimiz de ağlamakta haklıyız...

Yeteneklerini gizler, övünmekten ve övülmekten hiç hoşlanmazdı.

Onun yaman bir savaşçı olduğunu duyanlar da, duydukları gerçeğin böylesine bir zirve olabileceğini akıllarından dahi geçiremezlerdi şüphesiz.

Fazla söze ne hacet? Doğrusunu istersen karşımız-daki otuz küsûr bin kişilik ordu fiilen yenilmişti artık.

Meydanın kayıtsız şartsız bir tek galibi vardı: Hüseyin b. Ali'nin (a.s) oğlu, Aliekber!

O, yenilmesi imkânsız bir kahraman ve karşısındaki kalabalıksa, onun ezici gücü ve inanılmaz savaş mahareti karşısında kıpırdayacak mecal dahi bulamayan bir "bozguna uğramış sefiller ordusu"ydu!

Bu sırada yine uzaktan bizi izleyen İmama takıldı gözüm...

Baba-oğul arasında gidip gelen o güçlü bakışlar ve İmamın memnuniyetle, gülümseyen bakışlarıyla Ali'sine söylediği o "aferin"ler mi veriyordu yoksa bu olağanüstü güç ve kuvveti ona?

İmamın (a.s) o tatlı tebessümü...

Memnuniyetini ifade eden o derya derini bakışları.

İnanç sahibi her insan, onun bu tebessümünü kazanabilmek için bir değil, bin kez ölümü kucaklasa yeridir.

O başı bulutlara değen yüce dağdan bu lâle bahçesine ulaşan tarifi imkânsız esinti, çölün tandırı andıran sıcağında -susuzluk da dahil- her şeyi unutturuyor ve Ali'nin gücüne güç katıp direncini pekiştiriyordu.

"Bu iş böyle giderse, düşman ordusu ya teker teker ölecek veya birkaç saat sonra çil yavrusu gibi dağılacak" diye düşündüm o sırada.

Aliekber böyle savaşmaya devam ederse, çok geç-meden düşüncemde haklı çıkacağımdan emindim.

Ama bu nAmertler ordusu, o güne kadar hiç bozulmamış olan "Arapların savaş geleneği"ni bozdular alçakça.

Uzakta olmasına rağmen birden, İmamın (a.s) bakışlarının değiştiğini ve renginin hafifçe sarardığını fark ettim.

Endişeyle bizim arkamızda bir yere bakıyordu.

Aliekber de ondaki bu ani değişikliği görmüştü.

Ani bir hareketle geriye döndük.

Namertler ordusu, iki koldan topluca saldırıya geç-mişlerdi!

Çok çirkin bir manzaraydı bu. Müşrik Arapların bi-le kitabına sığmayan bir namertlikti...

Her koldan bin kişilik süvari saldırıyordu.

İki bin süvarinin kaldırdığı kesif toz bulutu, savaş meydanının görüntüsünü bütünüyle değiştirmişti.

Bu gidişle, korkunç bir hezimete uğrayacağını ve ölümüne çarpışılan geleneksel teke tek savaşla Aliek-ber'i yenebilmenin imkânsız olduğunu anlayan Sa'd oğlu Ömer, o güne değin hiçbir savaşta görülmemiş bir kalleşlik daha yaparak bir tek savaşçının üzerine iki bin atlı salmıştı.

Ortalık nal sesleri ve korkunç naralarla inliyordu şimdi.

Bu tür savaşları görmediğin için; sen orada olsan, deprem oluyor sanırdın...

Tepeden tırnağa silâhlı bin atlı Muhkem b. Tufey-l'in, bin atlı da İbn-i Nevfel'in komutasında, sel gibi üzerimize gelmedeydi...


Yarasaların İhaneti

Şunu hemen söyleyeyim ki, bu iki bin atlıyla savaştığımız süre boyunca; "Aliekber susuz... Yorgun... Uykusuz. Nice yakınlarının ve en samimi arkadaşlarının ölümüne şahit oldu şu 48 saatte. Buna rağmen inanılmaz bir güç ve enerjiyle nasıl da savaşıyor!? Ya yorgun, susuz, uykusuz ve matemli olmasa nasıl savaşırdı acaba?" diye düşündüm hep.

Ve şunu da anladım ki, benim ona gereğince destek olmam ve tam iki bin atın şecaat ve gayretiyle o meydanın altını üstüne getirmem gerekiyordu...

Aliekber bu defa, daha önceki teke tek çarpışmalarda olduğu gibi kaya misali dimdik ve hareketsiz durmadı, Hafif bir işaretle hareket emri verdi.

Yayından fırlayan ok gibi sağ cenaha doğru kanatlandık.

Onunla olduktan sonra bir kişiyle çarpışmak da birdi, bin kişiyle çarpışmak da.

O güne kadar öyle koştuğumu hatırlamıyorum.

Onca at, mızrak ve kılıç seline doğru balıklamasına hem de!...

Çarpışma çok sert ve ani oldu. İlk anda birkaç at, sahibiyle beraber yere yuvarlandı. Arkadan gelen bir çok atlı da hızını alamayarak, onlara çarpıp yerlere ka-paklandılar.

Ali, göz açıp kapayıncaya kadar birkaç kişiyi haklamıştı. Ben sıçrayıp da yerlere kapaklanan atların üzerinden geçerken o, inanılmaz bir süratle dört bir yana uzanıyor, yöneldiği her yanda mutlaka birilerini deviriyordu.

İki bin kişilik ordu dehşete kapılmıştı.

Ben nereye yönelsem, önümdekiler sağa sola kaçışmaya çalışıyor, dar bir koridorda sert bir çelik sesleri arasında savaşçıların ard arda yere yuvarlandıklarını görüyordum.

Müthiş bir sahneydi...

Onlarca ölü saydım, ondan sonra saymayı bıraktım artık. Ali durmadan kılıç sallıyor ve onun her hareketinde en az bir kişi atından yere yuvarlanıveriyordu çünkü. Onca ceset ve yere kapaklandığı için ayaklar altında debelenen onca at arasından sıçrayarak sürekli ve çok hızlı bir şekilde yer değiştiriyorduk.

Üzerimize sıçrayan kanlarla, ikimiz de tepeden tırnağa kan içinde kalmış, o hâlimizle korkunç bir görünüm almıştık. Bu kan gölünün ortasında Azrail gibi ilerliyorduk.

Aliekber durmadan, yorulmadan, usanmadan kılıç sallıyor; kimi zaman nara atarak, kimi zaman haykırarak, kimi zaman da nefes tazelercesine bir soğukkanlılıkla, ritmik ve yavaş sesle zikirler söyleyip tekbirler getiriyor, her kılıç darbesini bir zikirle süslüyordu.

Ah! Orada olacaktın da, görecektin Leyla! Nasıl da çarpışıyordu arslanlar gibi!

Ya ben? Ondan aldığım cesaretle inanılmaz bir enerji bulmuş, adetâ kanatlı bir küheylan olmuştum.

O korkunç çarpışma ve o inanılmaz hengâmede bile fırsat buldukça, kısa bir bakış fırlatıyordu İmama.

İşte o zaman Aliekber'in bu bitmez tükenmez enerjisinin kaynağını keşfettim!

Bu nadide çiçek, bütün enerjisini güneşten alıyordu! İkimiz de bir fil kadar güçlü ve dayanıklı, bir panter kadar atak ve çeviktik o sırada.

İki cenah birbirlerine karışmış olduğundan, kaç kişinin sağ kaldığını anlayamadım. Vaktin nasıl geçtiğini de. Birden, etrafımızın boşaldığını fark ettim. Önümüzde kimse yoktu!

Dehşete kapılan ordu bozguna uğramıştı, herkes kendi canını kurtarmaya çalışıyordu. Yerde inleyen yüzlerce yaralı ve göz alabildiğine meydanı dolduran cesetlere aldıran yoktu bile.

Savaş tandırı giderek soğuyordu. Kısa bir mola demekti bu. Savaşlarda bu molalara sık sık rastlanır. Kaleme alınmayan sosyal bir sözleşme gibidir. Bu kısa molalarda, taraflar cenazeler ve yaralılarını kaldırırlar. Kuvvetlerini yeniden derleyip toparlar, orduya bir çeki düzen verirler.

Aliekber'in nefes tazelemesi ve babasıyla görüşebilmesi için iyi bir fırsattı bu...


7. Bölüm

Güneş Vuruluyor...

Ah, orada olacaktın da görecektin Leyla!

Ne muhteşem bir karşılaşmaydı bu...!

Dünyanın en nadide güllerinden ve anaların doğurduğu en nadide arslanlardan biri olan bir oğul... Yaralanmış... Vücudu yaralar içinde, yorgun, susuzluktan kavrulup kül olmuş, dudakları çatlayıvermiş olgun nar misali...

Ve bir baba...

"Bütün dünya bir yana, Aliekberim bir yana!" derecesine âdeta... Bir an önce yiğit oğlunu, yaralı bağrına basıp, anaları kıskandıran bir şefkatle okşayıp koklayabilmek için yüreği kıpır kıpır...

Çatışmanın sonuna kadar o küçük tepeden inmeyen ve bakışlarını bir an olsun üzerinden ayırmayarak kalbini, hatta bütün varlığını, gücünü ve enerjisini bu bakışlarda toplayarak oğluna aktarmak isteyen sevgi ve metanet timsali emsalsiz bir baba...

Ve uğruna bir değil, binlerce kez neşeyle ölüme koşmaya hazır; bir değil, bin Kerbelâ'ya her lahza amade, her babanın rüyası olan emsalsiz bir oğul...

Bu amansız savaşta kendisini bir lâhza olsun yalnız bırakmayan babasının üzengideki ayaklarını öpebilmek için, ayağı üzengiden toprağa değiyor...

Ama baba, kimseye üzengi öptürecek bir insan de-ğil. Meleklerin secde ettiği gerçek "insan"...

Oğlundan önce, o iniyor yere...

Ah! Nasıl unuturum o sahneyi?

Bulutlarla yüce dağların dorukları mı desem; meleklerin binler, yüz binler hâlinde yeryüzüne nüzulü mü desem?

Güneşle ay toprağa ayak bastı sanırdın.

İmam (a.s), her biri bin rahmet olan kanatlar misali kollarını açıp Ali'sini kucakladı.

Yıllardır onu böylesine bir kez kucaklayabilmek için beklemişti sanki...

Güneşle gündüz buluşmuştu âdeta.

Ve; bir asrı geride bırakmış olan ben biliyordum sadece bu hasretle kavrulan sarılmanın ne derin bir okyanus olduğunu.

Nasıl sarılmasındı İmam?

Sevgili dedesi Resulullah'ı (s.a.a) görmüştü âdeta bir an... Böylesine yaralar içinde, tepeden tırnağa al kanlara gark olmuş!

Ve Aliekber, o hazretin yaşayan timsaliydi.

Onu sevip de Ali'ye vurulmamak mümkün müydü sahi?

Ve Aliekber... Asırların susuzluğunu giderircesine nasıl da hasret gidermede. Deryalar dolusu huzur ve güç alıyor bu enerji kaynağından âdeta...

İki dağ kavuştu.

İki şahin kucaklaştı.

Ayla güneş öylesine yoğruluverdi ki birbirinde ne o kaldı, ne de bu... Bütün bir uzayda ışıyan emsalsiz bir nur patlaması oldu âdeta...

Ayrılmak istemiyorlar hiç. Kollar gevşemiyor nedense...

"Hiç bitmesin bu sarılış, böylesine varsınlar mahşere!" diye gözyaşları içinde Rablerine yakaran melek-lerin ilâhî terennümlerle dolu temennilerini duyar gibiyim âdeta...

Bu sırada, İmamın (a.s) bir sorusuna Aliekber'in verdiği cevabı duydum ve işte o zaman can evimden vuruldum Leyla: "Susuzum baba! Susuzluk mecal bırakmıyor bende."

Ah, ağlama Leyla! Dur da anlatayım, ne olur...

Hayretler içinde kaldım o sırada. Fırat hâlâ gürül gürül akıyordu çünkü. Ve Hz. Resul-i Ekrem'in (s.a.a) biricik Aliekberi susuzluktan yanıp kavrulmadaydı iki adım ötede!

Onun çok sakin bir sesle söylediği bu sözü Fırat duymadı.

Duysa, o koca ırmak oracıkta kururdu mutlaka.

Kurda, kuşa; kâfire, müşrike açık olup da Allah'ın en has kullarına bir yudum suyun ulaşamıyorsa, ırmak olmanın ne anlamı var? Kurursan daha iyi değil mi?

Taşlarla çakıllara çarpan suyunun sesini Aliekber-ler duyup da hasretle tutuşmaz hiç olmazsa o zaman!

İmamın senden incinmemiş olur hiç olmazsa!

Vurma öyle bağrına Leyla!... Yolma saçlarını, ne olur...

Susuzluğun ne kadar zor olduğunu, ancak Kerbe-lâ'da susuz şehit olanlar bilir...

Bir de ben...

Oradaydım çünkü.

Onlarlaydım çünkü.

Hem, ben bir atım; susuzluğa ve yorgunluğa ne kadar dayanıklı olduğumu çöller de bilir.

Ama o cehennemin ortasında... O belâ çölünün ka-vurucu tandırında benim bile dilim dışarı sarktıktan sonra... Gerisini, var sen düşün artık...

Susuzluk nedir bilir misin? Bazen dilin, damağın kurur; ama bir yudumla geçecek bir susuzluktur bu.

Bazen midenle bağırsaklarının kuruduğunu hissedersin. Bu da, birkaç yudum suyla geçen bir susuzluktur...

Ama bir susuzluk da var ki, yüreğinin yağlarını eritiverir; ciğerlerinin sökülmeye başladığını, içinde korkunç bir yangının alevlendiğini hissedersin...

Bu susuzluk çok zordur işte. Nice atların bile bu sınırın ilk adımında nasıl yanıp kavrulduğunu ve yere serilip nasıl can verdiğini bizzat görmüşümdür ben.

Bir ırmağı içsen, suya kanmayacağını sanırsın...

Her şeyi su gibi görmeye başlarsın artık, sudan gayrı bir düşünce bile uğramaz olur zihnine. Her serabı suya, her sesi su sesine benzetir zihin...

O güne kadar suyu nasıl lâlettayin kullandığını ha-tırlar, kahrolursun...

Niçin ömrünün sonuna dek yetecek kadar su içme-diğin veya suyun bu önemini neden daha önce hiç düşünmemiş olduğun şeklinde çocukça düşünceler gelir aklına.

Susuzluğun ilk cinnetleridir bu.

Bu noktada her şeyini bir yudum suya feda etmeyecek çok nadir canlı vardır.

Ahdin, sözün, dinin, imanın, kararın, sözleşmenin, kanunun ve kuralın bini bir yudum su olur o sırada.

Haklısın...

Kerbelâ'da böyle olmadı ama!...

Kerbelâ'nın bin nice yıldır dillerden düşmemesi de bu yüzden değil mi zaten?

O hamasî destanı yaratan kahramanların, göğün en süslü yıldızları olması da bu yüzden değil mi işte?

Kerbelâ'nın susuzluk ve kılıçlar cehennemini, Fırat'ın suyuyla gelecek cennete kim değişir şimdi.

Seyyid-üş Şüheda'nın (a.s) saflarındaki askerlerin, Talut'un ırmakla sınadığı o seçkin savaşçılar ve o "seçkin inananlar"dan daha üstün olmasının nedeni budur işte...


Kerbelâ!

İblisi utancından mosmor eden örnek!

Şeytana secdeyi öğreten "çamurla sıvanması imkânsız güneş"ler diyarı!

Düşman çok namertçe bir yöntem izliyordu.

Güneşin âdeta kumlara yapıştığı, gökten lav yağarcasına, yerden ateş kaynarcasına ortalığın tandırdan farksızlaştığı bu ıssız çölde çekilecek susuzluk en sert çelikleri bile eritmeye, en güçlü iradeleri bile gevşetmeye yeterdi.

Bir yudum suyun bir yudum hayat olduğu bu dayanılmaz şartlar altında imanın, dinin, inancın nice ta-kıyye kılıfları bulduğunu bilmeyen kim var?

Ama Kerbelâ'da, Yezid ordusunun karşısına dikilen bu bir avuç insanın, daha yerinde bir tabirle bu "efsane insanlar"ın imanı, dini ve inancı herkesinkinden farklıydı.

Onlar, çok farklı insanlardı çünkü.

İnançları da çok farklıydı.

Allah'a verilen sözden, Resulü'yle (s.a.a) yapılan a-hitten asla dönülmemesi gerektiğine inanıyor, inandıkları gibi yaşıyor ve böyle bir yaşamı tehlikeye sokabilecek her şeyle ölümüne savaşmayı en büyük izzet, onur ve şeref biliyorlardı.

"Kerbelâîleri üstün ve farklı kılan da buydu işte.

Destan ötesi bir olay yaşanıyordu şimdi burada.

İmam Hüseyin'le (a.s) Aliekber güçlü birer savaşçıydılar, zor eğitimlerle yetişmiş, nice örslerden geçmişlerdi; erkekti onlar...

Ama ya kadınlarla küçük çocuklar?

Ya Zeynep?

O dağların salabetini andıran direnç timsali, Ali'nin kızı olmayı hakketmiş o arslan misali yiğit kadın... Bütün ömrüce yürüyeceği yolu şu birkaç günde yürümüş, tandırdan farksız olan Kerbelâ'da kızgın güneşin altında günlerin susuzluğuna rağmen bir kez olsun çarşafını başından çıkarmamış, o sıcağa rağmen örtü ve hicabına zerrece halel getirmemişti.

İnanılmaz bir kadındı o!

Kevser'e mazhar olan "Hicabın canlı timsali Hz. Fatıma Zehra'nın (a.s) arslan kızı"ydı o!

Onca belâ ve musibete yiğitçe katlanmış, "of" bile dememişti.

Alev mızraklarına göğüs germiş, düşmana "bir yudum su!" diye yalvarmamıştı.

İki gün zarfında iki kadının ömrü kadar gözyaşı dökmüş, sessizce figan etmiş, bağrını dövmüş, en azizlerinin birer birer şehit düşüp, kanlar içinde kızgın kumlara serilişine bizzat şahit olmuş, bir günde bir asrın derdini çekmiş, bir asrın kahrını yüklenmişti.

Bağrı taşlı, gözü yaşlıydı o!

Ne kadar da acı çekmişti şu kısa süre zarfında?

Bütün kadınlara teselli vermiş, babalarını veya kardeşlerini kanlar içinde can verirken gören bütün çocuklara ana kesilmişti.

Saatlerce o masum yavrucakları kucağına almış, ö-püp koklamış, sakinleşmelerini sağlamıştı.

Ne kadar da acı çekmişti Zeynep o gün?

Defalarca tökezlemiş, defalarca yerlere kapaklanmış, defalarca tam yüreğinden vurulmuştu.

Ya Rabbi! Cennet, anaların ayağının altındaysa eğer, Zeyneb'in şu varlık âlemindeki yeri nasıldır acaba?

Ah!

Meleklerin Âdem'e secdesini, Kerbelâ'yı görenler anlayabilir ancak.

Önünde güneşin secdeye kapandığı bu destanımsı "iyiler"e secde etmeyen şeytanları nasıl dergâhından kovmaz insan?

"Rabbin"e en muazzam yönelişlerle yönelip, O'na en muhteşem "Lebbeyk"leri diyen şu örnek müminleri görür de, nasıl "gerçek yakîn"e varmaz insan?

O ayakların tozunu sürme yapıp da gözüne çekmemek elde mi Leyla?

Varlık âleminin gerçek incileri, Hak Teala'nın gerçek sevgilileri olan bu nadide varlıklara reva görülenleri hatırlayıp da gözyaşı dökmemek elde mi Leyla?

Mümkün mü kan ağlamamak onlara?...

Evet, Aliekber susuzluğun son raddesini çoktan aşmıştı; ama yine de o şartlar altında babasından su isteyecek biri değildi o Leyla.

Bir an; "Babasından gaybî bir keramet bekliyor belki de" diye düşündüm o sırada.

Olmuş bir olaydı çünkü.

Küçükken, hiç de mevsimi olmadığı hâlde babasından bir kez üzüm istemişti de, İmam (a.s) elini şöy-le havaya doğru kaldırıp, benim göremediğim bir asmadan dopdolu bir salkım dererek küçük Ali'ye uzatıvermişti gülümseyerek.

Nasıl da neşeyle almıştı o salkımı...

Bana da yedirmişti o yüzümden...

Bunları ne diye anlatıyorum ki sana ben?

Sen nice kerametlerine şahit değil miydin İmamın zaten?

İşte bu nedenle, Aliekber de babasının kerametini bildiğinden ondan su istemiş olabilir diye düşündüm bir an.

Hem... Koca "Kevser", İmamın babasıyla annesinin mülkü değil miydi sanki? Böyle bir babadan bir yudum su istemekten daha tabiî ne vardı?

Ama, hayır! Yüz bin kere hayır!

Aliekber'in babasından bunu bekleyeceğini düşün-mek bile çok büyük bir hataydı!

Babası aynı susuzluktan kıvranır da hiç şikayet et-mezken...

Ehlibeyt'in kadınlarıyla çocukları susuzluktan telef olur da İmamlarından su istemezken...

Aliekber'in böyle bir talepte bulunması, mümkün müydü hiç?

Asla, Leyla! Asla!

O ikisini daha iyi anlayabilmek için kulaklarımı diktim, iyice başımı yanaklarına dayayıp ikisinin de yüzüne sürdüm.

Bu işin sırrını oracıkta çözemezsem, Kerbelâ'daki diğer atlardan ne farkım kalırdı benim?

Ah... Bambaşka bir dünyanın insanıydı şu babayla oğul!

Onları anlamak insan aklının kârı değilken, ben nasıl anlayabilirdim ki?!

Akıl dünyası değildi çünkü bu; aşk dünyasıydı.

Gönül dünyasıydı bu baba-oğlun dünyası!

Vefa, sadakat, kulluk, teslimiyet ve bir o kadar da korkusuzluk, yiğitlik ve hamaset...

Su değil; "Kevser Suyu" istiyordu Ali'n!...

Allah aşkına öyle ağlama, n'olur...

Rabbine aşıktı Ali'n Leyla!

Ceddi Resulullah'la (s.a.a) babası Ali'yi (a.s), annesi Fatıma'yı (a.s) özlemişti o...

Bu özlemle yanıp tutuşmadaydı. Kevser'e kanmak istiyordu Ali'n... Sevgililer sevgilisine kavuşmak.

Yiğit kullara vaat edilen o muhteşem şerbeti içmek istiyordu doyasıya!...

Sevgili yaratıcısı Allah'ın aşkıyla yanıp kavrulduğundandır ki, Fırat'ın hasreti hiç yoktu onda. Rabbinin hasretiyle yanıp tutuşuyordu çünkü!

Ya baba?

Onunla asla ayrılık yaşamayacağından emindi.

O aşkı bizzat babası öğretmişti ona çünkü!

Bu nedenledir ki, o ürkütücü meydanda kıyasıya çarpışırken gözünü babasından ayırmıyordu hiç.

Elindeki çifte su verilmiş Mısır çeliğinden yapılma kılıçla değil de, babasının bakışlarından yakaladığı o muazzam şimşekle vuruyordu karşısındaki sefiller güruhuna.

Bu yüzdendir ki, aldığı yaraların farkında bile olmuyordu Ali...


Hüseyin'in (a.s) de Oğlu Var...

Gözü İmamın (a.s) gözlerinde... Babasının kirpikleriyle vurulmuş bir kere... Başkaca hiçbir şeye ve başkaca hiçbir şeyle vurulması mümkün değil artık.

Ali'nin onca vahşi savaşçı arasından sağ çıkması, onca can aldığı hâlde hâlâ can vermemiş olması, nedendi biliyor musun?

İmamın (a.s) kalbi hâlâ ondan kopmaya razı olamamıştı da, ondan!

Evet, Allah Teâla (c.c) sevdiği kullarının kalbinin kırılmasını istemez. Hele kendisini, hiç kırmaz onları...

Babası, çağının İmamıydı Ali'nin...

İmamın bunca gönül verdiği ve ayrılığına henüz razı olmadığı birini kim ayırabilirdi ondan?

Ama, bunlar benim kalbimin sözleri Leyla... Dedim ya, ben anlayamadım onları, anlamak da mümkün değil zaten. Apayrı dünyaların insanıydı onlar...

Yoksa; İmamın (a.s) Allah yolunda bir Aliekber'i değil, bin Aliekber'ini gözünü kırpmadan vermeye her an hazır olduğunu sen daha iyi bilirsin...

Ama ben zayıfım işte, elimden gelmiyor sarsılmamak...

Kolay mı kurbangâha gönderilişini seyretmek Ali-ekber gibi bir güneşin?!

Bu sırada ayrılık vakti gelip çattı.

İmam (a.s), Ali'yi ilâhî buluşmaya hazırlıyordu:

— Oğlum, Ali'm! Dedem Resulullah (s.a.a) birkaç adım ötede, bak! Bizimle buluşmayı pek istiyor...

İmamın (a.s) bununla, Ali'yi yatıştırmak istediğini biliyordum.

Ama ya kendisi? Ona kim teselli verecekti biraz sonra?!

Güneşin hiç batmadığı bir ufukta, kim parlar güneşten başka?

Evet, yine kendisi teselli verdi kendisine:

— Git oğul! Allah yârin olsun! Birazdan ben de katılacağım size! Ali'm! Dedeme benim de selâmımı söyle, ikindiyi bulmadan geleceğim, de!

Her ikisi de rahatlamıştı şimdi.

Güneş yakmıyordu artık.

Bütün gökyüzü ağlamaya başlamıştı çünkü.

Ayrılık vaktiydi...

Vedalaşma anı gelip çatmıştı.

Ali, son bir kez babasına var gücüyle sarılmak ve onu doyasıya öpmek istiyor, ama utanıyordu.

Babası dayanamaz, ayrılmak istemezdi o zaman... Bu da, Hz. Resulullah'ı (s.a.a) bekletmek demekti.

Ama kopamıyordu bir türlü babasından...

İmam (a.s) her şeyi anlamıştı...

İlâhî rahmet kapıları olan kollarını Ali'nin boynuna doladı.

Yüzünden, alnından ve yanaklarından öptü emsalsiz güneşini.

Öptü, öptü...

Ali de fırsatı kaçırmayıp hasretle öptü babasını!

Büyüdüğünden beri hasretti böyle bir sahneye... Nasıl da rahatlamış, hafifleyivermişti birden.

Kolları ayrıldığında ikisinin de yüzü ıpıslaktı.

İkisi de gülümsüyordu göz göze.

Zaman durmuş gibiydi...

Ses yoktu...

Nefes yoktu...

Mekân yoktu.

Allah'ım! O ne hâldi öyle?

Biri elini ötekinin omzuna koymuş, diğer eliyle de; "Allah kuvvet versin! Haydi oğul!" dercesine pazısını sıkıyordu hafifçe.

N'olur ağlama öyle Leyla. Sakin ol biraz, n'olur...

Bak, yine dayanamayıp kendinden geçtin işte.

Allah'ım! N'olur sabır ver bana... Bana ve şu garip Leyla'ya...

Ana yüreği bu... Ağlamakta da haklı, yanıp yakılmakta da!


[1]- Asr, 1-2

[2]- Bu inanılmaz çarpışmaların bütün teferruatı, olaya şahit olan yüzlerce ravinin nakliyle tarih ve maktel kitaplarında mevcuttur. Daha geniş bilgi arayanlar, kitabın sonunda verdiğimiz kaynaklara başvurabilirler.