0-02   2-25   25-46    46-67    67-106    106-137    137-166

Önsöz

Allah'ın selâm ve salatı Resulü'ne (s.a.a) ve onun tertemiz ve pâk Ehlibeyti'ne olsun.

İnsanoğlunun yaşam tarihinde birçok önemli dönüm noktaları olmuştur. Bunlardan bazıları insanlığın geleceğine ışık tutacak ve insanı tekamüle erdirecek olaylardır, bazıları ise insanlığın yüz karası ve utanç tablolarıdır.

İnsan kendi geçmişine baktığında, önemli olan bu olayları analiz edip boyutlarını tanımaya çalışıyor.

İnsanoğlunun, özellikle Müslümanların tarihinde, önemli bir yeri vardır kuşkusuz Kerbelâ olayının...

Kerbelâ olayı tahlil edildiğinde, görülecek ki bu olay, ne sırf tarihî bir vakıa, ne salt bir kahramanlık destanıdır; ne sırf siyasî ve ideolojik, ne de salt kavmî ve sosyal bir hadisedir.

Bütün bunlar vardır Kerbelâ'da; ama Kerbelâ bun-ların hiçbiri değildir.

Kerbelâ olayı insanlık tarihinin süflî ve ulvî boyut-larının en uç noktalarından başlayıp yine en uç noktalarına kadar hülâsa edildiği başlı başına ve derli toplu bir "insanoğlunun şaşırtıcı tarihi"dir.

Kerbelâ, Resulullah'ın (s.a.a) irtihâlinden hemen sonra başlayan ve Hz. Ali'nin (a.s) şahadetiyle doruğuna tırmanan sapma ve "ok yaydan çıkarcasına Allah'ın dininden çıkma"ların kaçınılmaz bir neticesidir.

Ahdini çiğneyen ve Peygamberinin her iki emanetine de ihanet eden bir ümmetin, kavmî ve cehlî sapıklıklarının nerelere varabileceğini gösteren bir "ibre" ve o hak Resulün (s.a.a) ümmetinden olduğunu iddia eden herkes için dehşet verici bir "ibret"tir.

Allah Resulü'nün (s.a.a) hicretinden henüz 60 yıl gibi kısa bir zaman geçmişken, ümmetin, o hazretin dinine, Allah'ın kitabına ve Resulü'nün soyuna kustuğu kin ve düşmanlığın inanılmaz tablosudur.

Putları Hz. Resulullah (s.a.a) tarafından zevale uğratılan kafir ve müşrik yakınları, Emir-ül Müminin Hz. Ali'yy-ül Murtaza'nın (a.s) kılıcıyla cehennemi boylayan bir kavmin münafıklarının; Allah'ın dinini kendileri için eğip bükmeleri sonucu hortlattıkları cahiliyetin neye mal olabileceğini bütün çıplaklığıyla gözler önüne seren inanılmaz bir "bilanço"dur.

Dini politize edip gerçek hayattan soyutlayanlar, gerçekte Allah'ın dinine ve Resulü'nün pâk Ehlibeyti'ne (a.s) geçit vermemeye kalkışan aşağılık yaratıkların, "Peygamberin Halifesi" unvanıyla Peygamberin evlâdını ve ümmetin imamını nasıl katlettiklerini gösteren canlı bir şahit ve tüyler ürpertici bir senettir.

Kerbelâ, İslâm'ın toplumun hayatından soyutlanması hâlinde yönetenlerin ve yönetilenlerin ne hâle geleceğinin bir göstergesidir.

Yezîdî zulme karşı Hüseynî adalet kıyamının; zalimin alçaklık ve namertliği karşısında Ehlibeyt mazlumunun gösterdiği insânî yiğitlik, kahramanlık ve mertliğin tüyler ürpertici destanıdır.

Her çağa hayat mesajı veren, insanlara insan olma ve insanca yaşamanın bedelini öğreten muazzam bir okul; Süfyanîlerle Muhammedîler arasında öğretici bir "kıyam ve mücadele" sembolüdür Kerbelâ...

Allah'ın dininin değiştirildiğini, İslâm'ın tersine bir gömlek gibi ümmete giydirildiğini, ahlâk ve dinî vecibelere boyun eğmeyen bir eğlence düşkününün ümmete musallat olduğunu gören İmam Hüseyin'in (a.s); dedesi Hz. Resulullah'a (s.a.a) babası Ali'yy-ül Murta-za'ya ve şanlı annesi Hz. Fatıma-ı Zehra'ya (s.a) yaraşır bir "cesaret" ve "yiğitlik" örneği sergileyerek, Alla-h'ın dinini kurtarma ve uçuruma yuvarlanmak üzere olan ümmete bir kurtuluş meşalesi olma gayreti ve hamasetinin toprak tenler için inanılmaz bir tecellisidir Kerbelâ...

Ve nihayet kıyamına; en azizlerini en tehlikeli meydanlara sürerek ve en azizlerinin şahadet ve esaretlerini bilip yakîn ederek başlayan ve ilâhî aşk meydanında bütün pervaneleri kıskandıran bir parlaklıkla yanıp tutuşarak, "Hüseynî"liğe susamış sevdalı gönüllerin hiç sönmeyen meşalesi kesilen Ehlibeyt-i Re-sulullah'ın (s.a.a) Hüseyin'inin (a.s) şanlı destanıdır Kerbelâ...

Elinizdeki eserde, Kerbelâ'nın İmam Hüseyin'inin (a.s) Aliekber'inden (a.s) bir kesit aktarmaya çalıştık sizlere.

Bununla, müminlerin Hz. Resulullah'ın (s.a.a) mu-tahhar Ehlibeyti'ne (a.s) reva görülen zulme ağlayıp gözyaşı dökmesini istedik öncelikle...

İnsanoğlunun en samimi ifadesi olan gözyaşlarını, en değerli şeyler için akıtmasına vesile olabilirsek ve bu gözyaşlarıyla Kerbelâ ve Aşura'nın bilincine varılmasında bir köprü kesilebilirsek, çabamız boşa gitmemiş demektir.


Tevfik Allah'tandır.


1. Bölüm

Hayvanların da Dili Vardır...

Kim demiş hayvanların dili yok diye? Kalbi olan canlının dili olmaz mı hiç? Yüreğe sığmayan nice dert-lerini nasıl dile getirir o zaman? Rabbine nasıl raz-u niyazda bulunur O'nu tesbihte? Kalbinden taşan acıları dilinin küheylanına bindiremezse, çatlamaz mı yüreğin sabır taşı?

Hele benim acım!... Hele benim derdim!...

Bak, anlatması bile zor işte. Hatırlaması bile pek zor, inan...

Nice bir zaman güneşi omuzlarımda taşıdım ben. Yıldızlar gözümün önünde birer birer yere düşerken, güneşle birlikte kan ağladım sessizce.

Ama güneş de vurulunca...

Vurulup da yere düşünce...

O acı olayı her gün hatırlamak, sana anlatırken o büyük hadiseyi her gün yeniden yaşamak ve her gün bir kez daha ölmek benim kara yazım olsa gerek. Baş-tan beri benim alınyazım da buydu zaten. Ama yü-celer yücesi Yaradan'ın takdiri böyle olmasaydı, bu olayın vukuu kesinlikle imkânsızdı elbette.

Tepeden tırnağa bütün vücudum yaralar içindeydi; kan teknesine düşmüş gibiydim. Her yanımdan kan süzülüyordu. Ölümüm muhakkaktı. Nasıl sağ kalabildiğime ben de şaşıyorum doğrusu. Allah-u Tealâ'nın takdiri işte... Yoksa, kesinlikle gidiciydim ben.

O biricik insanla hâl diliyle gönül sohbetine koyulduğum o uzun yolculuk boyunca kendi kendime hep konuşup durdum. "Ölümden, hem de mutlak bir ölüm-den kurtulmamın nedeni, herkese seni anlatmakla görevli olmamdı galiba" diyordum kendisine.

Şimdi de öyle düşünüyorum aslında; evet, o belâ çölünde kopan o fitne fırtınasından sağ kurtulabilmemin tek sebebi, o olayın canlı şahitliğini yapabilmem ve o dehşetli vakıanın görgü tanığı olabilmemdi kesinlikle.

Otur Leyla! Asırlarca dert çekmiş, nice Eyyupların acısını bir günde ve bizzat yaşamış olan garip Leyla... Tarifi imkânsız kederlerle dolu o yaşlı gözlerini, böylesine hüzünle dikme bana, n'olur! O yanıp kavrulan yü-reciğinin, şu gam dolu bakışlarının yükünü çekemem ben Leyla!

Taşıyamam vallahi ben bunca ağırlığı. Fil olsa yere kapaklanır bunca acının ağırlığı altında.

Her gün yaralarıma merhem sürdün özenle, her gün yaralarımı tımar edip okşadın şefkatle...

Ve buna karşılık ben...

Beni her görüşünde yaralarının tazelenmesine sebep oldum senin...

Beni her görüşünde bir yarayla daha vurulmuş oldu ciğerin...

Öyle bakma, n'olur... Kolu kanadı kırılmış bir kadının böylesi kederli bakışlarına kim tahammül edebilir ki?! Senin gibi büyük bir kadını şu zincirlere vurulmuş hâliyle görüp de yere yığılmamak, şu gözyaşlarına şahit olup da hayatta kaldığına bin pişman olmamak mümkün mü?

Allah'ım! Ne kadar da zormuş gerçekten... Şu "Ey-yup sabrı" denilen... Hz. Eyyup (a.s) olsaydı, dayanabilir miydi bunca acıya gerçekten?

Görüyor musun Leyla, beni ağlattın işte... O dehşet son sayfalarını gel de benim gözlerimden oku şimdi. Kapanmak üzere olan şu defterden...

Yaşama gücü kalmadı bende artık. Sırf şu yükü in-dirmek, şu emaneti menzile kadar götürebilmek ve son satırları bizzat yazabilmek için hayattayım birkaç dakikalığına...

Bu can, bu kırık kafeste durmaz artık...

Hele sürücüsüz kaldıktan sonra...

Ah!

Hatırlaması bile zor gerçekten, anlatması bile imkânsız hepten! Unutmak ama, bütünüyle imkânsız onu!

O kanlı macerayı anlatmaktan daha zor bir görev var mı?

Oturup da bir yiğidin mersiyesini o yiğidin annesine okumaktan, annesinin yanında bir yiğide ağıt yakmaktan daha zor bir şey tasavvur edebiliyor musun?

Bir at, binicisinin vurulduğunu nasıl söylesin annesine?

Söylemeliyim ama... Son görevim bu benim çünkü. Yerine getireceğim, son vazife...

Söyleyeceklerim bitince, son nefesimi de vermiş olacağım böylece.


Ölümsüz Hayat

Bir zamanlar en büyük arzum, ölümsüz olmaktı. Sonsuz bir hayat... Şimdiyse en büyük arzum, bir an önce can verip kurtulmak...

Atlar arasında yaygın bir mesel vardır. Bir at çok yaşayacak olsa, "Peygamber bineği olsa gerek!" derler.

Doğrudur ama...

İnsanlar "hayat iksiri"ni nasıl ölümsüzlük olarak bilirlerse, atlar da "Peygamber bineği olma"yı ölümsüzlük sayarlar.

Bir ata; "Nasıl ölümsüz olabilirim?" diye soracak olsan, gülümseyerek; "Olmaz öyle şey" der; ama "Peygamber bineği olursa, o başka!" diye hemen eklemeyi de ihmal etmez.

Ama bu da zaten imkânsız değil mi?

Çünkü Hz. Peygamber (s.a.a) şunun şurası birkaç yıl zuhur etti; ama ben kendimi bildim bileli bu deyim atlar arasında hep yaygın olagelmiştir.

Bu arzuyla yaşamış ve sonunda bu hasretle mezara girmiş nice atlar bilirim...

Ama bu "imkânsız arzu"; iki cihan serveri Hz. Resulullah'ın (s.a.a) dünyaya ayak basarak yeryüzünü Muhammedî ıtırla elvan elvan doldurmasının ardından "mümkün bir hayal" oluverdi! Babam "Eyezdeb"le, onun babası "Kabil" bu arzuyla yaşadılar; çünkü bizim soyumuz olan "Fırtına Atlar" arasından bir atın, "Peygamber atı" olacağını duymuşlardı.

Onlar bu arzularına ulaşamayıp hasretle dünyadan göçtüler; ama ailemize ulaşan o kadîm haber doğru çıktı ve babamla dedemin yolunu gözleyip durdukları talih kuşu benim başıma konuverdi!

Ah! Sevinçten uçacak gibiydim o sırada.

Seyf b. Zîyezen beni beş yaşındaki minik Muham-med'e (s.a.a) hediye edince, onu itinayla sırtıma bindirmişlerdi; ama ben binicimin kim olduğunu bildiğimden sevinçten şaha kalkmış ve arka ayaklarım üzerinde yaylanarak göklere kanatlanmak istemiştim.

Peygamberin (s.a.a) amcaları bu sırada korkarak o-nu indirmek istemiş, ama o güneşler güneşi gülümsemesiyle onlara el sallayarak; "Korkulacak bir şey yok! Bu at, beni tanıdığı için birdenbire coşuverdi, sevincinden böyle yapıyor! Ukab[1], sahibini sırtından atmayacak kadar akıllıdır!" demişti.

Nasıl da bilmişti bunu! Ben onu sırtımdan atar mıydım hiç? Aklı başında hangi mahluk sırtındaki talih kuşunu ürkütür?

Hem; eğer o Muhammed (s.a.a) değildiyse, benim Ukab olduğumu nereden bilmişti? Seyf benim adımı onlara söylemiş değildi ki daha.

İnanmayacaksın ama her şeyi unutmuştum o sırada; hatta ölümsüzlüğü bile! Ölümsüz bir hayatı ne yapacaktım artık? Üstelik, bana ölümsüz bir hayat verilmiş olsaydı bile minik Muhammed'i (s.a.a) bir lahza olsun sırtımda taşıyabilmeyi o hayata tercih ederdim ben! Ama yüceler yücesi sevgili Yaradan, hem Hz. Peygamberi (s.a.a) vermişti bana, hem de uzun ömrü.

Nitekim o iki cihan serverinin bereketiyle nimet ve mutluluk yağmur gibi yağdı bana. Hz. Peygamberden (s.a.a) sonra, kendi vasiyetiyle, Hz. İmam Ali'nin (a.s) atı oldum. O hazretten sonra İmam Hasan'ı (a.s) ve ondan sonra da İmam Hüseyin'i (a.s) sırtımda taşıma şerefine kavuştum.

Daha sonra İmam Hüseyin (a.s) "Zülcenah"a sahip olunca beni, oğlu Aliekber'e hediye etti.

Aliekber...!

Hz. Resulullah'ın (s.a.a) tıpatıp aynısı. Bir elmanın iki yarısı sanki!

Bu uzun ömrün sırrını anlayan ilk at ben olsam gerek. Güneşleri sırtımda taşıdığım bu 110 yıl boyunca zamanın nasıl geçtiğini fark etmedim bile. Kimine pek uzun gelebilecek bu yılları bir an yaşadım ben.

Ta ki, Kerbelâ'ya ayak basıncaya kadar...

Aşura tırpanı savrulunca, anladım ne kadar uzun yaşamış olduğumu.

O güzel günler, nasıl geçtiğini bile fark edemediğim o tatlı yıllar, bir çırpıda tırpalanıverdi acımasızca.

Ağlama Leyla!...

Gerçi o hadiseyi hatırlayıp da ağlamamak elde değil; ama ne gelir elden ?..

Yüz on yıl boyunca hiç yaşlanmamış olan ben, A-şura günü yüz binlerce yıl ihtiyarlamış olduğumu hissettim.

Evet, o faciadan bu yana, yani şu birkaç gün zarfında; tarih boyunca gelmiş geçmiş bütün atların acısını tek başıma yaşadım ben.

Çökmemek, yıkılmamak, volkan üzerine düşen bir damla yağmur gibi bir anda eriyip yok olmamak elde mi bunca elemden sonra?

Yaşamak ne kadar da zor gelir oldu bana...

Binlerce yıl yaşamışçasına, bitkin asırların derdini çekmişçesine yorgun ve bezginim Leyla.

Bu bitkinlik ve tükenmişliğin tek merhemi ölümdür artık.

Ölümü nasıl özlediğimi bir bilsen şimdi...


2. Bölüm

Güneşin Doğuşu

Nerede kalmıştık? Dün gece nereye kadar anlattım sana? Nerede kaldığımızı hatırlamıyorum hiç. Gece yarısına doğru senin hıçkırıklarını duyarak uyandım.

Bitkin adımlarla düşe kalka pencereye doğru yaklaştım, seccadede oturmuş buhar bulutu misali gözyaşı döküyordun.

Rabbine neler diyordun o sırada, kim bilir? Öylesine içten yakarıyordun ki... Öylesine yakıcıydı ki göz yaşların...

İkide bir dayanamayıp derin bir ah çekiyor ve hıçkırarak secdeye kapanıyor, bir süre öylece secdede kaldıktan sonra ağır ağır başını secdeden kaldırıyor ve tekrar gözyaşları içinde dua edip, Rabbine yalvarıyordun.

Ve ben...

Sabaha kadar şu pencerenin kenarından senin göz yaşı seline uyup ağladım, ağladım...

Seni gecenin bir yarısında secdeye kapanmış, öyle ağlar görünce, Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) gece yarıları sevgili dedesi Hz. Resulullah'ı (s.a.a) özleyerek ağlayışını hatırladım.

Ve sevgili oğlun Aliekber'in dünyaya gelişini...

Hz. Resulullah (s.a.a) vefat ettiğinde, en çok minik Hüseyin (a.s) etkilenmiş ve biteviye ağlar olmuştu. O sırada küçük bir çocuktu o; ama dedesinin ölümü onun minik kalbinde bir hançer yarası açmış ve büyüyünceye kadar da iyileşmemişti. O kadar ağlamış, o kadar boynunu büküp dudaklarını yummuş ve o kadar hıçkırmıştı ki, melekler bile sonunda dayanamayıp ağ-lamışlardı onunla.

Yüce Allah onu bu büyük acıyla tanıştırırken, hem hayatın gerçeklerini ona öğretmiş, hem de daha sonra çekeceği acı ve yükleneceği sorumluluklarda, onun güçlü ve dayanıklı olmasını irade etmişti.

Yüceler yücesi sevgili Yaradan, Resulü'nün (s.a.a) göz nuru ve cennet gençlerinin efendisi ve baş tacı olan Hasan'la Hüseyin'i çok, ama çok seviyordu çünkü.

Nitekim daha sonra, yani büyüyüp de baba olduğunda ona Aliekber'i verecek ve bir elmanın yarısı gibi Hz. Resulullah'a (s.a.a) benzeyen bu mübarek evlâtla Hüseyin'inin gözlerini aydın, yüreğini ferah tutmuş olacaktı.

Hz. Hüseyin (a.s), ne zaman sevgili dedesi Hz. Re-sulullah'ı (s.a.a) özleyecek olsa, oğlu Aliekber'e bakar ve tarifi imkânsız bir zevkle onun Muhammedî simasını, Muhammedî endam, ahlâk, bakış, konuşma ve yürüyüşünü seyrederek hasret giderir, ceddi Resulul-lah'ın (s.a.a) tükenmez Kevser'inden coşup akan bu eşsiz pınarla, ceddine olan susuzluğunu giderirdi.

Evet, sevgili Yaradan, Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) teselli bulması ve sevgili dedesi Hz. Resulullah'ı (a.s) her özleyişinde ona bakması için Aliekber'i hediye etmişti size.

Ve sen, onun annesi olma şerefine kavuştun Leyla! Hangi kadın sana imrenmez, hangi kadın sana gıp-ta etmez ki artık?

Aliekber'i dünyaya getirdiğinde, onu gören birçoklarının gayr-i ihtiyari bir heyecanla ona "Muham-med!" ve sana da "Âmine Hatun!" diye seslendiğini hatırlıyor musun?

İnanılmaz bir benzerlikti gerçekten...

Hem... Sadece benzerlik değil... Aliekber dünyaya geldiğinde, bahçemiz baştanbaşa Resulullah'ın (s.a.a) o hoş ıtırıyla elvan elvan ıtırlaşıvermişti.

O gün nasıl heyecanlandığımı hatırlıyorsun, değil mi?

Saatlerce kişnemiş, toprağı oynak oynak eşip tepmiş ve Rabb-ul âlemîn hazretlerinin henüz lütfetmiş olduğu minik Muhammed'i, yani kundağa sarılı sevgili Aliekber'i görünceye kadar o hâlim öylece sürmüştü. Nihayet ev halkının rahatsız olması üzerine o nurlu bebeği getirip bana göstermişlerdi de ancak böyle sakinleştirebilmişlerdi beni!

Hz. Muhammed'in (s.a.a) ta kendisiydi o! Tıpatıp aynı! Hz. Muhammed'i (s.a.a) benim gördüğüm yaşta hiçbiriniz görmediniz. Sizin evde onu beş yaşındayken gören kim var? Güneşi bile kıskandıran o güzellik, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) nurundan başka şey değildi elbet. Hz. İmam Hüseyin'in (a.s) sulbüne, sevgili yavrusu Aliekber'e geçivermişti olanca parlaklılığıyla.

Ben onu sırtımda taşırken de şahit oldum buna. Aliekber'le Medine sokaklarından geçerken, Resululla-h'ı (s.a.a) görebilme şerefine nail olanlar hayretten parmaklarını ısırıyor ve o hazreti yeniden görmüşçesine büyük bir hazla Aliekber'i seyrediyorlardı.

Kerbelâ'da da tıpkı böyle oldu, hiç unutmam; biraz sakin ol, sil şu gözyaşlarını da, anlatayım:

Önceleri epey bir süre hiç kimse tanımıyordu onu. Yüzü örtülüydü çünkü; başına siyah bir sarık sarmış, boynuna da bir şal atmıştı. Siyah saçlarını ortadan yiv-me ayırmıştı, yarısı omuzlarına, yarısı da sırtına yayılıvermişti. Hiçbir şey söylemeden er meydanını dolaşıyordu. Sırtımda dimdik oturmuş, ayaklarını sıkıca sağrıma kenetlemişti. O çarpıcı heybetiyle düşman ordusunu dehşete düşürmüştü.

Bu korkusuz ve heybetli savaşçı kimdi acaba?

Savaş meydanında bizim ayak seslerimizden başka ses yoktu, kimseden çıt çıkmıyordu.

Bütün gözler merak ve tedirginlikle bizim üzerimize dikilmişti.

O koca ordu bizim hareketimize ayarlıydı sanki. Biz hangi tarafa yönelsek, başlar ve bakışlar gayri ihtiyari bir hareketle o tarafa doğru çevriliyordu.

Rüzgar, onun yüzündeki örtüyü savurdukça gözler yuvasından fırlayacakmışçasına açılıyor, meraklı bakışlar üzerimize çivileniveriyordu öylece...

Ayın on dördü derler ya... Aliekber için hiç de abartma değil.

Babası, Hüseyin onun... Aliyy-ül Murtaza evlâdı, kadınlar ulusu Fatıma-ı Zehra'nın yavrusu... İki cihan serveri Hz. Resulullah'ın, fahr-i kâinat Muhammed-i Mustafa'nın gözünün nuru, biricik torunu.

Rüzgarla nikab arasında ne de ilginç bir yarış vardı o sırada.

Ve rüzgar örtüyü sıyırıverdi...

Zifiri karanlıklar içinde muhteşem bir dolunay çıktı ortaya.

Düşman ordusunda velvele kopmuş; askerler de, komutanlar da neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Kimi gayr-i ihtiyari ağlıyor, kimi var gücüyle haykırıyordu:

— Aaa!

— Vallahi Peygamber efendimiz bu!

— Hayır! Olamaz!

— Ta kendisi işte! Hz. Resulullah değil mi o?

— Ne yapacağız şimdi?!

Sa'd oğlu Ömer dehşete kapılmıştı. Meydandaki atlının kim olduğunu çok iyi biliyordu o; ama bir an onun Hz. Peygamber (s.a.a) olduğunu zanneden şu orduyla ne yapacaktı şimdi?! Ordu bir anda izmihlâle kapılmış, moraller bozulmuş, her kafadan bir ses çıkmaya başlamıştı.

Duruma müdahale etmez ve hemen bir şeyler yapmazsa, çok geç olabilirdi.

Karşısındaki şu atlıya kılıç çekecek, onun karşısına dikilecek kimseyi bulamayacaktı bu gidişle...

Atını mahmuzlayıp, süratle birliklerin önünden geçti; var gücüyle haykırıyordu:

— Delirdiniz mi siz? Peygamber öleli yıllar oldu be! Aklınızı mı kaçırdınız aptallar?!

Birlik komutanlarından biri öne çıkıp, titrek bir sesle fısıldadı:

— Eğer Peygamber değilse, kim bu atlı peki? Ben Resulullah'ı defalarca görmüş biriyim, bu atlı o! Evet, o! Gençleşerek yeniden zuhur etmiş işte!

Bu sırada orta yaşlı askerlerden birisi haykırdı:

— Muhammed o! Yeniden zuhur etmiş! Ben şu gözlerimle defalarca gördüm Peygamberi! İşte o! Ta kendisi! Hüseyin'i çok sevdiği için bizimle savaşmaya gelmiş, kaçın!

Bir başka birliğin komutanı da Sa'd oğlu Ömer'e yaklaşarak dedi:

— Doğru! Hiç şüphem yok. Peygamberin ta kendisi o! Ben de defalarca görmüştüm onu!

Onlar böyle tartışıp dururlarken, biz meydanda er bekliyorduk. Koca savaş meydanı ayaklarımın altında ezildikçe ezilmiş,küçüldükçe küçülmüştü...

Karşımızda çok kalabalık bir azgınlar ordusu vardı.

Hepsinin gözünü kan bürümüştü...

Ama binicim gibi, ben de zerrece korkmuyordum onlardan.

Biz güneştik çünkü.

Onlarsa yarasa!

Ben sırtımda nur taşımadaydım.

Onlarsa iliklerine kadar azgınlık ve zulmet.

İnanmayacaksın belki; ama, o koca meydan dar geldi o sırada bana. Bir an önce şahlanıp ok gibi fırlamak ve o katiller ordusunun tamamını ayaklarımın altında ezip geçmek istiyordum.

Sabırsızlığım ve ikide bir şaha kalkışım bu yüzden-di işte!

Sa'd oğlu Ömer askerlerine dönüp, var gücüyle ba-ğırdı:

— Delirdiniz mi siz? Aklınızı başınıza alın aptallar! Peygamber değil, onun torunu Aliekber bu! Dedesine benziyor işte! Onu öldürene çok büyük ödüller ve çil çil altınlar verileceğini biliyor musunuz?!

Arşı titreten, yüce Yaradan'ın gazabına yol açan korkunç bir itiraftı bu.

Hem güneş olduğunu söylüyor, hem de onu vurana büyük bir ödül var diye bas bas bağırıyordu.

Yarasalar ordusunun komutanı "ödül"ü hatırlattıysa da öne çıkan olmadı.

Ah, bu gece bunları anlatmayı, anlatıp da birine içimi dökmeyi ne kadar da istiyorum! Ve sen, bir o kadar sararmış, solmuşsun, bitkin ve eziksin. Ha bire akan göz yaşların, yüzünde minik iki ırmak yatağı oluş-turmuş kenarındaki tuz beyazıyla.

Seni bunca hayata küskün, yorgun, bitkin ve ezik görmek dayanılır gibi değil. Sırtını duvara verip de uzaklara, belirsiz bir noktaya dalıp gittiğini ve bu arada kendin dahi farkında olmaksızın nasıl gözyaşları döktüğünü görüp de kahrolmamak elde değil.

Saçların ne kadar da erken ağardı öyle...

Mazlumların erken ağaran beyaz saçları, zalimlerin çok çabuk kararan zifiri yüreklerinin şahididir.

Uyu; evet, uyu biraz Leyla!...

Senin derdin sana yeter zaten, bir de beni dinleyerek derdini tazeleyip yaranı deşmiş oldun.

Günlerdir uykusuzsun, uyu da kendine gel biraz.



[1]- Ukab: Arapça bir kelime olup "kartal " demektir.