0-02   2-25   25-46    46-67    67-106    106-137    137-166

3. Bölüm

Güneşin Çocukluğu

Bilirsin; baba tarafından senin üçüncü deden olan Ürve b. Mesut Sakafî, Meryem oğlu İsa'ya (a.s) çok benzemesiyle meşhurdu ve sadr-ı İslâm'daki en tanınmış ve kavminin en ileri gelen 4 isminden biriydi.

Annen Meymune, Ebu Süfyan'ın ve büyükannen de Ebu'l As b. Ümeyye'nin kızı olduğundan, düşmanlarınız, senin Aliekberi'ne göz dikmişlerdi.

Düşmanlarınızın başında da, Ümeyyeoğulları vardı çünkü.

Ve Ümeyyeoğulları, yani Emevîler, Arap tarihinin gelmiş geçmiş en ırkçı ve en kavmiyetçi ailesiydiler.

Ümeyyeoğullarından olanları, diğer kabilelerden ve bu cümleden olmak üzere tabiî ki Haşimoğulların-dan da üstün sayıyor ve Hz. Resulullah'a (s.a.a) rağmen bu kör taassuplarında ısrar ediyorlardı.

Evet, her ırkçı gibi onlar da çok cahil ve çok tutucuydular.

Emevîleri diğer Arap kabilelerinden ve Arapları da diğer milletlerden üstün sayıyorlardı.

Canından çok sevdiğin biricik Aliekber'in de, demin de belirttiğim gibi şu veya bu şekilde onlarla akraba sayıldığından, cahiliye dönemi taassubunu dirilt-miş olan o kör ve zalim kavim, yani Yezid ordusu, ırkçılık taassubuyla Aliekber'i kendi safına çekmek istiyordu.

Madalyonun bir tarafı bizzat Aliekber'in kendisiydi; çünkü o, gerçekten ailesi için bir kıvanç ve gurur kaynağıydı.

Koca Arap yarımadasında Aliekber'e imrenmeyen kim vardı ki?

Güzellik desen onda, çalım ve heybet desen onda, cesaret ve kuvvet desen onda, Muhammedî huy ve nebevî ahlâk desen yine onda...

Fizikî ve ahlâkî yapısıyla, taşıdığı o emsalsiz yürek ve insanî kemalleriyle ceddi Hz. Resulullah'a (s.a.a) azamî derecede benzeyen bir "emsalsiz yiğit"ti o.

Madalyonun diğer yüzüyse, daha önce de belirttiğim gibi anne tarafından Emevîler ile olan akrabalığıydı.

Çünkü seninle Emevîler arasında kan bağı vardı ve sen, ne de olsa "Sakif Kabilesi"nden sayılıyordun.

Bunları ne diye sana anlatıyorum sanki?

Sen bunları benden daha iyi biliyorsun zaten.

Ama olayın senin bilmediğin tarafı, Kerbelâ'da vuku buldu.

Aliekber'in Kerbelâ'sının bütün boyutlarını sen bil-miyorsun Leyla.

Hilafet olayında, Muaviye'nin tavrını ve sorusunu sen de duymuşsundur.

Hani o meşhur Yeşil Sarayında, yanındakilere; hilafete en layık olanın kim olduğunu sormuştu da, adamları; "Elbette ki sen!" diye cevap verince, Muaviye şeytanca bir bilgiçlik ve kavmiyetçi bir taassupla başını sallayarak:

"Hiç de öyle değil!" demişti. "Şu anda halifeliğe en layık olan aday, Hüseyin'in oğlu Aliekber'dir. Çünkü ceddi Resulullah'tır (s.a.a) onun, Haşimoğullarının cesaret ve yiğitliğini, onların cömertlik ve eli açıklığını ve Sakifoğullarının güzellik ve yakışıklılığını taşımaktadır o!"

Evet, Muaviye'nin bu sözü o günlerde kulaktan ku-lağa bütün Arap yarımadasında yayılmış, bu ilginç ter-cihi duymayan kalmamıştı.

Bu vakıayı o zamanlar ben de duymuş olduğumdan, Kerbelâ'da düşmanın Aliekber'e amanname göndermesine pek şaşırmadım.

Bu aman mektubuyla; "Sen bizdensin, seni öldürmek istemiyoruz, bize sığın" demek istiyorlardı.

Aliekber'i hiç mi hiç tanımadıklarını da, o zaman anlamıştım işte.


Sevgi Dolu Baba...

Bütün umudunu; hayatını, gençliğini ve canını Allah'a adamış, Allah'a sığınmış ve O'nun Hüseyin'inin evlâdı ve askeri olma şerefine nail olmuş Aliekber gibi birinin üç günlük bir hayat için o ilâhî safı bırakıp Yezid'in şeytâni safına geçeceğini, Hz. Resulullah'a (s.a.a) ve onun tertemiz Ehlibeyti'ne mensup olma izzet ve şerefini, Süfyanîler ve Yezidîlere mensup olmaya değişeceğini düşünmek ve böyle bir şeye ihtimal vermek ya çok büyük bir aptallık, ya da tam bir cahillik ve bilmemezlikti. Ki, Hüseynî safın karşısına dikilen o şaşkınlar ordusunda bu sıfatların her ikisi de vardı.

Ne var ki düşman, başka hesapların da peşindeydi.

Kardeşi Ebu'l Fazl-il Abbas'la oğlu Aliekber'i İmam Hüseyin'in (a.s) safından ayırmak ve böylece hem o hazrete ağır bir darbe indirip onun saflarında bir moral çöküntüsü yaratmak, hem de; "Bakın, bunlar bizim safımızda işte!" diyerek saf ve sade kitleleri daha bir oyuna getirip, Yezidîlerin çirkin yüzüne haklılık maskesi çekmek istiyorlardı.

Bu ikisi İmam Hüseyin'in (a.s) canı, ciğeriydi çünkü. Hüseynî semanın en parlak yıldızları, en görkemli kurmaylarıydılar.

Evet, İmam Hüseyin'in (a.s) adamlarının hepsi onun canı, ciğeri; her biri parlak bir yıldızdı melekleri hayrete düşüren Hüseynî semâda.

Ama düşman, Hz. Ebu'l Fazl ile Hz. Aliekber'i İmam Hüseyin'in (a.s) kolu kanadı olarak görmedeydi.

Onlara göz dikmesinin asıl sebebi de buydu işte.

Bu ikisini saflarından ayırmakla İmam Hüseyin'i (a.s) Kerbelâ'da kolsuz kanatsız bırakmış olacaktı.

Bu yüzden her ikisine de amanname göndermiş ve; "Hüseyin'in (a.s) safından ayrılırsanız, bizim ama-nımızda olacaksınız, canınız bağışlanacak, üstelik makam ve servete boğulacaksınız!" demişlerdi.

Ama ne de bâtıl bir zandı bu gerçekten.

Ne de ham bir hayaldi bu...

Ebu'l Fazl-il Abbas, İmamın yiğit kardeşi... Bir ömür boyu Kerbelâ aşkıyla yaşamış ve ağabeyi İmam Hüseyin'in (a.s) saflarında şehit olma arzusuyla büyümüştü.

Kerbelâ'da canını Hz. Hüseyin'e takdim edebilmek için bir lahza olsun ondan ayrılmamış, onun bir dediğini iki etmemiş ve bütün hayatını biricik Hüseyin'i için "kelle koltukta" yaşamıştı o.

Düşmanın, annesi "Ümm-ül Benin"le olan kan bağı ve "Benî Kilâb" kabilesi gibi salt ırkçı gerekçelerle onu kendi saflarına çekebilmesi mümkün müydü hiç?!

Hem, eğer kan önemliyse, Allah'ın arslanı, Hz. Re-sulullah'ın (s.a.a) vasisi, Kâbe mevlüdü ve nice ayet ve hadislerin mevzusu ve şanı olan Hz. Aliyy-ül Murta-za'nın kanı akmadaydı onun damarlarında.

Ve eğer kabile ve soy önemli idiyse, Allah Resulü'ne mensup olmaktan daha onurlu ne vardı?!

Hz. Ebu'l Fazl-il Abbas bu durumda her ikisine de sahipti zaten.

Bütün bunlar bir tarafa, güneşe vurgun pervaneleri bu "nur aşkı"ndan vazgeçirtip, yarasalarla karanlıklara dost kılmaya çalışmak hangi aklın kârı?

Haşimoğulları arasında "Haşimoğullarının dolunayı" adıyla tanınan yiğit Ebu'l Fâzl...

Kerbelâ'nın "Sek-kâ"sı unvanını kazanan vefakâr Abbas...

Aliekber de öyle.

Etle tırnak nasıl birbirinden ayrılmazsa, bu ikisi de "Hüseyin'den ayrılmaz"dırlar.

Ali'n; evet, senin Ali'n daha ilk adımlarında onları geri çevirerek; "Benim soyum sadece Hz. Resulullah'a (s.a.a) dayanır. Benim için Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hoşnutluğunu kazanmaktan ve onun Ehlibeyti'ne ve onun davasına sadık yaşamaktan başka hiçbir kıvanç söz konusu değildir!" diye haykırdı.

O son geceyi hatırlıyor musun Leyla? Hani İmam (a.s) herkesi toplamış ve biatini üzerlerinden kaldırdığını, onları helâl ettiğini ve isteyen herkesin gecenin karanlığından faydalanarak Kerbelâ'yı derhal sessizce terk edebileceğini söylemiş ve; "Siz gidin, canınızı kurtarın; bunların işi benimle." demişti de, onca adam arasında herkesten önce ayağa kalkıp asla gitmeyeceklerini söyleyerek, biatlerini ölümüne tazeleyen ilk iki kişi de yine Ebu'l Fazl-il Abbas'la, senin Aliekber'in olmuştu.

O lahzaları hiç unutmam. Her an yeni bir ihanet haberi geliyordu Kufeliler safından...

Müslim'in şahadet haberi...

Hâni'nin ihanete uğrayıp şehit edilişi...

İmama biat eden binlerce Kufelinin biatlerini alçakça çiğneyip Yezid'in safına geçişi...

Bu kadarla da kalmayıp, kılıçlarını da ona kiralamaları ve düne kadar İmama heybeler dolusu mektuplar yazıp; "Ne olur gel! Kanımızın son damlasına kadar senin yanındayız! Yeter ki gel!" diye yalvaranların, şimdi silâhlanıp Kerbelâ'da İmamın (a.s) karşısına dikilişi...

Şu veya bu nedenle İmamın safına katılan pek çokları vardı ki, bu tür haberleri duyduklarında yıkılıyor, korkuyor, geriliyorlardı.

Henüz "Hüseynîleşmemiş olanlar"dı bunlar.

Bizimleydiler; ama "bizden" değildiler.

Hüseynî davanın değil, kendi davalarının, kendi emel ve tutkularının peşinden koşarak gelmişlerdi bizim ardımız sıra...

İşte onlar için bu haberler, hazan yapraklarına ulaşan sert rüzgarlar gibiydi.

Rüzgarın her esişinde birer-ikişer, onar-yüzer dökülüp gidiyor, Hüseynî zirvelerden kendi benlerinin uçurumlarına doğru savruluveriyorlardı.

İşte bu nedenledir ki, İmam (a.s) o gece herkesi bir araya toplamış ve; "Bunların işi benimle, siz gecenin karanlığından faydalanarak kaçın, uzaklaşın buradan. Bunların sizinle bir alıp veremedikleri yok; biatimi üzerinizden kaldırdım, hakkımı helâl ettim; dileyen gidebilir! Gitmek isteyenler bu fırsatı kaçırmasınlar!" demişti.


Nur'un Bekçileri

İşte o sırada kimin ömrünün "bahar"ını ve kimin "hazan"ını yaşadığı belli olmuştu.

O bir avuç ordunun yüz kişiyi bile bulmayan bir grubu dışında tamamı, gecenin karanlığından faydalanarak kaçıvermişti.

Nurdan karanlığa kaçanlardı onlar...

Güneşten kaçıp korkuyla gecenin koynuna giren ödlek yarasalar...

Siperini terk eden askerler...

İmamını bırakıp, kaçan ümmet...

Kılıçların rüzgarına dayanamayıp, dökülen çürük yapraklar.

Kaçmanın imkânsız olduğu ölümden kaçan ölü canlar...

Ve Kerbelâ, insanoğlunun hazin tarihinde bir dönüm noktasına daha şahit oldu.

Gelenler elendi Kerbelâ'nın kalburunda... "Canla başla gelenler" Kerbelâ'da toprağa düştüler; yolu sürdüremeyecek olanlar, Kerbelâ'da hazmi imkânsız olanlar kalıverdiler İmamın kalburunun üzerinde.

"Kof"lar gitti, "sağlam"lar kaldı.

"Bayağı"lar gitti, "seçkin"ler kaldı Kerbelâ'da Aşu-ra'yı karşılamaya.

Ebu'l Fazl-il Abbas'la senin Aliekber'in ayağa kalktı o sırada. İmamlarını selâmladıktan sonra:

"Seni bırakıp da nasıl gideriz biz?!" dediler, "Seni ölüme sürecek, kendimiz yaşayacağız ha? Sensiz hayatın ne anlamı var? Bizim cesetlerimizi çiğnemeden kimse el uzatamaz sana!"

Ve Aliekber başını yere eğerek:

"Dünya senden sonra neye yarar baba?" dedi İma-mına.

Sen o sırada Medine'deydin Leyla...

Ah! Senin bilmediğin bir şey daha var... Sadece sen değil hem; kimse bilmiyor bunu...

Ama... Sen böyle ağlayınca anlatamıyorum ki.

Beni de ağlatıyorsun işte...


4. Bölüm

Aliasker'in Susuzluğu

"Kerbelâ'nın Sekkâ"sı, Hz. Ebu'l Fazl-il Abbas'tır. Evet, bu yüce makam ve büyük rütbe "Haşimoğulla-rının Dolunayı" olan Kamer-i Benî Haşim'e mahsustur ancak.

Ama...

Aşura'dan bir gün önce... Yani Tasua Gecesi suyu biz getirdik Leyla...

Bunu sen de bilmiyordun işte.

Evet, biz... Ben ve Aliekber...

Otuz atlıyla yirmi piyade askerin de yardımıyla.

Suyu getirten, bu büyük destanı yazdıran da minik Aliasker oldu aslında...

Evet, İmamın minik Aliasker'i...

Yine ağlıyor musun sen?

N'olur ağlama Leyla!

Baksana, anlatamıyorum o zaman işte...

Dayanamadın biliyorum...

Aliasker ağlıyordu ha bire hani...

Ve annesi süt veremiyordu canı kadar sevdiği o minik yavrusuna. Susuzluktan ve tedirginlikten sütü kurumuştu çünkü.

Ben çadırın önündeydim o sırada. Yavrucağın ağlama sesini duyuyordum.

Giderek sesi kısıldı yavrucağın...

Derken, kesik kesik hıçkırıklarındaki; "N'olur bir yudum su!" feryadı...

Kundakta, parmak kadar bir bebek... Nasıl dayanabilirdi o çölün susuzluğuna.

Aliasker...

Minik yavrucak susuzluktan telef olup gidecek...

Aman Allah'ım!

Ben de dayanamadım o masum yavrucağın öylesine iç çekişlerine, kısık kısık hıçkırmasına... Ağladım...

"Atlar da mı ağlar?" diye sormak istediğini biliyorum.

Evet, atlar da ağlar...

Kim dayanabilir ki hem?

Binicimin yerinden doğrulup, sırtıma atlamasını ve gönüllü olarak su getirmek için İmamdan (a.s) destur almasını, nasıl da istedim o sırada...

Ah! N'olur...

Onu rüzgar gibi uçurur, şu ordunun ortasından şimşek gibi geçer ve göz açıp kapayıncaya kadar onu Fırat'a ulaştırıverirdim.

İşte ne olduysa o sırada oldu. Ben henüz bu düşünceden sıyrılmamışken, karşımda Aliekber'i buldum o sırada.

İçimden geçeni okumuş ve hemencecik gelivermişti âdeta.

Küçük kardeşinin kesik hıçkırıklarına o da dayanamamış ve kalkıp gelivermişti işte!

Ne kadar rahatsız olduğu yüzünden belliydi.

Kundaktaki minik Aliasker'i göstererek babasından izin istedi; "Müsaade edin biraz su getirelim, destur sizindir!" dedi ve ekledi:

— Aliasker henüz kundakta baba... Onun bu hâline dayanamıyorum artık! Ne olur izin verin...

İmam da dayanamıyordu, biliyorum. Hele Alias-ker'in o bakışlarına ve öylesine, yalvarırcasına riva edişine...

İzin verdi:

— Ama yalnız gitmeyeceksin. Otuz atlıyla yirmi de piyade savaşçı al yanına!. Onlar savaşır ve düşmanı oyalarken, siz Fırat'tan kırbalarınızı doldurursunuz!

Ah, Aliekber'i bir görseydin o sırada!

Ölüme gidiyordu; ama sevinçten uçacak gibiydi!

Kamuflaj önemli bir olay... Gecenin karanlığı ve düşman askerlerinin çoğunun sarhoş bir hâlde sızmış olması, bizim için en büyük kamuflaj ve kaçırılmaz bir fırsattı.

Ama Fırat'a nasıl yaklaşacaktık?

Ard arda dizili askerlerle âdeta et ve kemikten bir duvar örülmüştü kıyı boyunca.

Her şeyin tam bir sürat ve dikkatle, bir anda olup bitmesi gerekiyordu. Düşmanın merkez karargâhına haber ulaştıktan ve çarpışma sesleri duyulduktan sonra geriye dönebilmek için sadece birkaç dakikamız olacaktı.

Aksi takdirde, toplu toplu 50 kişi olan grubumuz, on binlerce atlının saldırısına uğrayacak ve biz asıl görevimiz olan "su ulaştırma operasyonu"nu başarıyla tamamlayamadan şehit olacaktık.

Kıyı boyunca et ve kemikten duvar oluşturmuş bulunan tepeden tırnağa silâhlı yüzlerce nöbetçiyle burun burunaydık şimdi. Oraya kadar sessiz sedasız yaklaşmayı başarmıştık; ama bundan sonrası kaçınılmaz bir çarpışmaydı.

Aliekber'in sessiz bir işaretiyle ok gibi ileri atıldık.

Çok şiddetli, kıyasıya bir çarpışma başlamıştı.

Gecenin sessizliğini ansızın bozan kılıç şakırtıları ve at kişnemeleri, biraz sonra düşman karargâhından da duyulacaktı.

Bu operasyonda tek şansımız sürat ve cesaretti.

Aliekber, önüne çıkan birkaç nöbetçiyi süratle hakladıktan sonra kendi adamlarının ortasında kalıverdi.

Bizimkiler göz açıp kapayıncaya kadar dar bir koridor oluşturmayı başarmışlardı.

Biz, Fırat'ın kıyısına ulaşan bu koridorun tam ortasındaydık.

Ali'nin hafif bir mahmuzuyla ok gibi fırladım.

Minik Aliasker'e su ulaştırılmasında benim de payım olmalıydı çünkü.


Kerbelâ'da Fedakârlık

Hem...

Aliekber'le ben de diğerleri gibi nicedir susuzluktan kavrulmaktaydık.

Göz açıp kapayıncaya kadar Ali'yi Fırat'a ulaştırdım...

Daha ben duramamışken, o bir panter çevikliğiyle yere sıçrayıp, elindeki kırbaları Fırat'ın serin suyuna daldırmıştı bile.

Bu sırada başını kaldırıp bana baktı, su içmem için hafif bir işaretle başını oynattı.

Mümkün mü hiç?!

Gözlerinin içine baktım.

"Sen kana kana içmedikçe, suya dokunmam mümkün değil!" dedim bakışlarımla.

Anladı...

Ve su içmem için, beni can evimden vuruverdi.

Sakin bir hareketle kırbaların ağzını sudan çekip bakışlarını bana dikti.

"Sen içmezsen, bu kırbalar dolmayacak; bilmiş ol!" demek istiyordu.

Bakışlarındaki ifadeye itaat etmemem mümkün değildi.

Gözlerimi ondan ayırmaksızın dudaklarımı suya dokundurdum, ama içemedim.

Fakat o, benim su içip içmediğimin farkına varamayacak biri değildi.

İyice doğrulup ıslak elleriyle yüzümü okşadı. Şefkatli bakışlarında yalvarış vardı.

Buna tahammül edemezdim işte.

Bütün bir Fırat'ı bir yudumda içebilmeyi isterdim o sırada.

Kırbaları doldurduktan sonra çevik bir hareketle eyere oturdu.

Susuzluktan bembeyaz kesilip, derisi soyulmaya yüz tutan dudaklarını suya dokundurmamıştı bile.

Evet, susuzluktan yanıp kavrulduğu hâlde, bir yudum su içmemişti Ali'n...

Kırbaların serinliğini sağrımda hissedince, kılıç şakırtılarını yeniden duyar oldum.

Bu kısa süre zarfında, onun bakışları bana her şeyi unutturmuş, o hengâmede çarpışma sesleri hiç duymamıştım!

Hafif bir mahmuzla rüzgar gibi savruldum, o sırada kanatlarım vardı belki de.

Su kırbalarını sapasağlam çadırlara ulaştırmayı ba-şarmıştık.

Fırat boyunca yüzden fazla düşman cesedinin üzerinden geçtiğimi hatırlıyorum.

Ama bizimkilerden bir tekinin burnu dahi kanamamış, hepimiz en küçük bir yara dahi almadan çadırlara dönmüştük.

O amansız çarpışmadan sağ dönmemiz elbette ki bir mucizeydi.

İşte o zaman, İmamın (a.s) ardımızdan dua etmiş olduğunu anladım.

O duaların Hak Tealâ indinde ne demek olduğunu bilirim ben.

Düşmanla boğuşurken kan değmemiş olanlar, geriye dönerken nallardan sıçrayan kanlarla tepeden tırnağa kızıla boyanmışlardı.

Aliekber, yavaş bir hareketle yere indi.

Daha birkaç dakika önce onca düşmanı tarumar eden yiğit o değildi sanki.

Elinden geldiğince kibar ve terbiyeli olmaya çalışıyordu.

Heyecansız, sakin adımlarla, çadırın önünde kendisini ayakta bekleyen babası İmama (a.s) doğru yürüdü.

İyice yaklaşınca, eğildi; bir dizini yere vurup, elindeki iki kırbayı İmamın (a.s) memnuniyet dolu bakışları altında yavaşça yere bıraktı.

İşte bu sırada bakışlarını yerden ayırmaksızın söy-lediği o cümle beni kavurup kül etmeye yetti:

— Baba! Küçük kardeşim Aliakser'in o hâline dayanamadım... Önce ona, sonra da susuz olan herkesin payına birkaç yudum düşer sanırım. Herkes içtikten sonra... Eğer kırbanın dibinde birkaç damla kalırsa yeter bana...

Evet, o böyleydi işte...

Susuz dönmüştü Fırat'tan Aliekber'in...

Ağlıyor musun Leyla?...

Ağlama diyemem ki sana...

O sahneyi hatırlayınca, ben de dayanamadım işte... Elimde değil ağlamamak artık...